Mürtedin vakfında
iki suret vardır.
Birinci suret: Bir
kimse bir mülkünü vakfettikten sonra -Allah-u Teâlâ'ya sığınırız- mürted olsa
vakfı bâtıl olur, İslâmiyet'e geri dönse, o mülkünü yeniden vakfetmedikçe o mülk
kendiliğinden vakfa dönmez. Çünkü mürtetlik bütün iyi amelleri iptal eder. İbn-i
şahne: "Mürtedlik, iyi amellerin sevâbını iptal eder, fakirlerin hakkına tallûk
eden şeyi iptal etmez." demiştir. Şürunbulâlî, İbn-i Şahne'ye: "Fakirlere
yapılan vakıflar kurbet ve tâat olduğu için bunlar da bâtıl olur." diye cevap
vermiştir.
"Ben derim ki:
Şürunbulâli'nin cevabı sualin karşılığı değildir. Çünkü bir mülk muayyen
kimselere vakfedildiğinde kurbet ve tâat olmaz. Sahih cevap: Fakirlere yapılan
bir vakıf, mürtedlik haline kadar kurbet ve tâat olarak bâkîdir. Mürtedlik,
yakın olduğu kurbet ve tâatı ibtal eder. Nitekim bir kimse namaz kılarken veya
oruç tutarken mürted olsa, o namaz ile o orucun kendileri bâtıl olur. Fakat
namazı kıldıktan veya orucu tuttuktan sonra mürted olsa, ibâdetlerin kendileri
bâtıl olmayıp yalnız sevâpları bâtıl olur. Fakirlerin hakları ise yalnız
sadakadır. Vakfın mânası olan tasadduk bâtıl olunca, fakirlerin haklarını her ne
kadar kasden ibtal etmek mümkün değil ise de onların hakları zımnen batıl olur.
Nitekim harap olup hiç bir suretle kendisinden istifade edilemeyen vakıfdaki
hakları bâtıl olduğu gibi.
İkinci suret: Bir
erkek mürted iken bir mülkünü vakfetse, İmam-ı Azam'a göre vakfı durdurulur.
Eğer İslamiyet'e dönerse vakfı sahih olur. Eğer ölür veya öldürülür veya dar-ı
harbe kaçtığına hükmedilirse vakfı batıl olur. Bu ikinci suret hakkında İmam Ebû
Yusuf'tan hiç bir rivâyet yoktur. İmam Muhammed'e göre, dinlerine intikal ettiği
kavimden câiz olan ondan da câiz olur.
Bir kadın mürted
iken bir mülkünü vakfetse vakfı sahih olur. Çünkü o, mürted olmasından dolayı
öldürülmez. Eğer mürted kadın mülkünü hac veya umre yapılması için vakfederse,
vakfı sahih olmaz. Vehbâniyye Şerhi.
FASIL
METİN
= Vakfın icareye
verilmesi hususunda vakfedenin şartına riayet edilmesi beyânında
=
Bir vakfın icareye
verilmesi hususunda vakfedenin şartına riayet edilir. Mütevelli bir vakfı şart
kılınan müddetten ziyade müddetle icareye veremez. Hâkim verebilir. Çünkü
hâkimin fakir, gâib ve ölüleri gözetme velâyeti vardır. Eğer vakfeden vakfının
icareye verilme müddetini tâyin etmemiş olursa, bazı fukahaya göre mutlak olarak
bırakılıp bir müddetle kayıdlanmaz. Mütevelli bir seneden ziyade müddetle
icareye verebilir. Bazı fukahaya göre, hane olsun arazi olsun bir sene müddetle
kayıdlanır. Hanede bir sene, arazide üç ile fetva verilir. Ancak menfaat bunun
hilâfına olursa, o vakit bunun hilafıyla fetva verilir. Bu icare müddeti zaman
ve yerin değişmesiyle değişir.
Bezzâziye'de
zikredilmiştir ki; bir vakfın uzun müddet icareye verilmesine ihtiyaç duyulursa
çaresi: Müteaddid akidler ile akid yapılır. Birinci akid zamanında yapıldığından
lâzım, diğer akidler gelecek zamana nisbet edilmiş olduğundan lâzım
olmaz.
Şârih der ki; Fakîh
Ebû Cafer: "İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle
yapılan icare akdinin batıl olması üzerinedir." demiştir. Bunu Kirmâni on
dokuzuncu babda zikretmiştir. Kudûrî Efendi de bunu ikrar etmiştir. İcâre
bahsinde gelecektir.
Bir vakıf, ecr-i
misliyle icareye verilebilir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse icareye
vermiş olsa bile ecr-i mislinden noksana veremez. Ancak pek az bir noksanla veya
insanların rağbeti ecr-i mislinden noksana olursa, olur. Eşbah.
Vakıf bir yer,
ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedelleri düşse, vakfa
zarar geleceğinden kira akdi bozulmaz. Eğer kira bedelleri pek ziyade artsa,
bazı fukaha: "Esah olan kavle göre, icare akdi bozulup yeniden ecr-i misliyle
icare akdi yapılır." Demişlerdir.
Eşbah'da
zikredilmiştir ki; kirada olan bir vakfın kira bedeli - bir kimse tarafından
artırılmaksızın- kendiliğinden artmış olsa, mütevelli kira akdini bozar. Bununla
fetva verilir. Mütevelli kira akdini bozmadıkça eski kira bedelini
alır.
Bazı fukaha ise:
"Kira bedelinin artmasıyla mütevelli icare akdini bozup yeniden ecr-i misliyle
icare akdi yapamaz. Nitekim bir kimse, kiracıya zarar vermek için vakfı daha
ziyade kira bedeliyle kiralamaya tâlip olsa, buna itibar edilip icare akdinin
bozulmadığı gibi." demişlerdir. Bu mesele icare bahsinde
gelecektir.
Ecr-i misliyle
kiraya verilmiş bir vakfın kira müddeti içinde ecr-i misIi pek ziyade artıp
mütevelli icare akdini bozsa, kiracı artan miktarı vermeyi kabul ederse, başka
taliblerden evla olur.
Bir vakfın geliri
veya süknâsi (içinde oturması) muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse
o vakfı icareye vermeye gasbedildiğinde dâvâ etmeye ancak mütevelli olmasıyla
veya hakimin izin vermesiyle mâlik olur. Fetva bu kavil üzerinedir. Çünkü onun
hakkı vakfın gelirindedir, aynında değildir. Vakfın gelirinde istihkakı olan
kimse vakfın kendisinde oturabilir mi? Vehbaniyye'de "oturamaz" diye cevap
verilmiştir. Şürunbulâlî Vehbâniyye şerhinde "oturabilir" diye cevap
vermiştir.
İZAH
Vakfedenin icare ve
diğer hususlardaki şartlarına riayet edilir. Fürû bahsinde gelecektir ki,
vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir. Fakat yukarıda geçtiği üzere on meselede
vakfedenin şartına riayet edilmez. Vakfeden bir kimse, vakfının bir seneden
ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılıp insanlar da bir sene müddetle
kiraya rağbet etmeseler, bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesi fakirler
için daha menfaatli olsa bilemütevelli o vakfı bir seneden ziyade müddetle
kiraya veremez. Ancak o vakfı bir seneden ziyade müddetle kiraya vermesi için
hâkime müracaat eder. Çünkü hâkimin fakir, gâib ve ölmüş kimseleri gözetme
velayeti vardır. Eğer vakfeden bir kimse vakfının bir seneden ziyade müddetle
kiraya verilmemesini şart kılmazsa, mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz bir
seneden ziyade müddetle kiraya verebilir.
Kezâ: Bir seneden
ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılan kimse "bir seneden ziyade
müddetle kiraya verilmesinde fakirlerin menfaatı bulunursa müstesnadır" derse,
yine mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz olarak bir seneden ziyade müddetle
kiraya verebilir. Minah, İs'âf.
Salâhiyetti bir
hakim, vakıflara nezaret eder. Buluntu bir malı, gâib olup ölü veya diri olduğu
bilinmeyen bir kimsenin malını, ölen bir kimsenin vârisi veya vasisi çıkıncaya
kadar hıfzeder. Vakfıyede icareye verilme müddeti tâyin edilmemiş bir vakıf, bir
seneden ziyade müddetle icareye verilemez. Çünkü bir vakfın uzun müddet icareye
verilmesi vakfın iptaline vardırır. Zira kiracıyı o mülkte uzun zaman mâliklerin
tasarrufu gibi tasarruf ettiğini görenler onun mülke mâlik olduğunu
zannederler.
Vakıf bir araziden
ancak iki veya üç seneden bir mahsul elde edilecek olursa, o kadar müddetle
kiraya verilir.
Muhtar olan kavle
göre, daha ziyade müddetle kiraya verilmesinde bir menfaat bulunmadıkça hane bir
seneden, arazi üç seneden ziyade müddetle kiraya verilemez. Bu kira müddeti,
zaman ve yerin değişmesiyle değişir.
T E N B İ H :
Yetimin arazisi ile beytülmala aid arazinin hükmü, vakıf arazinin hükmü
gibidir.
Bezzâziye'de
zikredilmiştir ki; bir vakfın uzun müddet kiraya verilmesine ihtiyaç duyulursa
çaresi, müteaddid akidlerle akid yapılır. Şöyle ki: Mütevelli, kiralamak isteyen
kimseye "sana fülan haneyi her seneliği şu kadar meblağa olmak üzere elli
seneliğine kiraya verdim" der, o da "kabul ettim" derse, birinci akid lâzım
olur. Yani kiracı, birinci seneye aid olan kira akdinden dönemez. Diğer senenin
akidleri lâzım olmaz, yani kiracı diğer senelerin akidlerinden dönebilir. Fakat
Kâdıhân: "Şemsü'l-Eim'me-i Serahsî iki rivâyetten sahih olan rivâyete göre
"diğer akidler de lâzım olur" diye zikretmiştir." dedîkten sonra fukahanın: "Bir
mütevellinin peşin ücrete ihtiyacı olursa, müteaddid akidlerle akid yapar."
kavillerinden sonra "mütevelli peşin olarak aldığı gelecek senelerin kira
bedellerine mâlik olamaz. Yani kiracı peşin olarak verdiği gelecek senelere aid
kira bedellerini geri alabilir" diye icmâlarına" karşı çıkmış, buna göre
"müteaddîd akidlerle yapılan akdin hiç bir faydasının olmaması lâzım gelir."
demiştir. Allame Kınalızade: "Gelecek senelere nisbet edilen icare akidlerinin
lâzım olmaması rivâyeti sahih görülmüştür." diye cevap
vermiştir.
Kâdihân'ın kendisi
de icare bahsinde; "Mütevellinin gelecek senelere aid peşin olarak aldığı kira
bedellerine mâlik olmasında iki rivâyet vardır. Burada mütevellinin ihtiyacı
bulunduğundan peşin ücrete mâlik olması rivâyeti alınır." diye cevap vermiştir.
Fakat Kâdîhân'ın bu cevabı icmâ dâvâsına münafidır.
Ben derim ki: Şârih
icare bahsinin sonunda: "Fetva diğer akidlerin lâzım olmadığına dair olan
rivayeti teyid etmiştir.
İsterse müteaddid
akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle yapılan kîra akdinin bâtıl
olması üzerinedir. Çünkü vakıf bir mülkte kiracı olarak uzun müddet mâliklerin
tasarrufu gibi tasarruf eden bir kimsenin o mülkün kendisinin mülkü olduğunu
iddia etme tehlikesi vardır. Bu da vakfın ibdalına yol
açar.
Ben derim ki:
Buradaki söz, ihtiyaç zamanına aiddir. Bundan dolayı peşin alınacak kira
bedelleriyle tamir edilecek bir vakıf, uzun müddetle kiraya verilse, zaruret
bulunduğundan câiz olur. Böyle bir zaruret bulunmadığında uzun müddetle bir
vakfın kiraya verilmesi bâtıldır.
Bir vakıf ecr-i
misliyle kiraya verilebilir. Bir vakfın ecr-i mislinden pek ziyade noksanla
kiraya verilmesi sahih olmaz. Fetâvây-ı Hanûti'de: "Bir vakfın ecr-i mislinden
noksanla kiraya verilebilmesi için ya vakıfda bir kusur veya vakfın borçlu
bulunması şarttır." diye zikredilmiştir. Bundan ve Eşbâh'a nisbet edilenden
"üstünde vakfı gözetme yeri bulunan bir hanenin ecr-i mislinden noksanla kîraya
verilmesinin câiz olduğu" anlaşılmıştır. Çünkü vakfın mevcud parası
bulunmadığından dolayı haneyi tamir eden kiracının hane üstündeki gözetme yerini
de vakıf üzerine borç olarak tamir eder. Tamir sebebiyle hanenin ecr-i misli
artmış olsa, artan mikdarı kiracının vermesi lazım gelmez. Zira mütevelli,
gözetme yerini sahibine verecek olan kimseye o haneyi kiraya vermek istese,
hiçbir kimse o haneyi o günkü ecr-i misliyle kiralamaya razı olmaz. Fakat
Fetava-i Hayriyye'de: "Tamir sebebiyle artan mikdarı kiracının vermesi
lazımdır." diye fetva verilmiştir. Galiba bu fetva vakfın parası olup
mütevellinin bu parayla hanenin üstündeki gözetme yerini yaptırmış olduğuna
hamlolunur. Bu takdirde tamir sebebiyle artan mikdarın kiracıya lazım gelmesinde
şüphe yoktur.
Kâriü'l-Hidâye'ye
"kendisine vakfedilen kimse mütevelli olup vakfı ecr-i mislinden noksana kiraya
verse, sahih olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Her ne kadar zarar kendisine aid
olsa bile sahih olmaz. Çünkü o anda tamire muhtaç olursa, vakıf zarar göreceği
gibi kendisinden sonra o vakfa müstahik olacaklar da zarar görürler." diye cevap
vermiştir.
Vakıf bir yer,
ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedeli düşüp kiracı,
kira akdinin bozulmasını talep etse, mütevelli bunu kabul etmez. Vakfın menfaati
bulunmadıkça mütevelli vakfın akdini bozamaz. Fetih.
Vakıf bir yer ecr-i
misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedeli artsa bakılır: Eğer bu
artış az (ziyade-i yesire) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken
bir dirhem artsa, kira akdi bozulmaz. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem
iken mütevelli onu dokuz dirheme kiraya vermîş olsa, kira akdi bozulmaz. Eğer bu
artış çok (ziyade-i fahişe) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken
iki dirhem) artsa, kira akdibozulur. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem
iken sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa kira akdi bozulur. Bazı fukahaya göre,
ziyade-i fahişenin (çok artışın) mikdarı, evvelki ecr-i mislin yarısıdır.
Meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken beş dirhem artsa, kira akdi
bozulur.
Fetâvây-ı
Hayriyye'de: "Ziyade-i fahişe ile beşde bir mikdar artış murad edilir." diye
ifade edilmiştir.
Hülâsa'da: "Vakıf
bir yer, ecr-i misli veya insanların aldanabileceği noksan bir mikdar ile kiraya
verildikten sonra bir kimse gelip iki dirhem ziyade ile kiraya talip olsa, kira
akdi bozulmaz. On dirhemde iki dirhem azdır. Hatta bir vakfın ecr-i misil on
dirhem olduğu halde sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa, kira akdi bozulmaz."
diye zikredilmiştir. Buna göre kiranın iki tarafında yani ziyade ve noksan
olmasında beşde bir azdır. Bununla kira akdi bozulmaz.
Sirâc'dan naklen
Bahır'da: "İnsanların alış-veriş de aldanabilecekleri mikdar, onda birin yarısı
veya daha azıdır. Eğer bundan ziyade olursa az sayılmaz." diye beyân edildikten
sonra şu tafsilât nakledilmiştir: Urûzda insanların aldanabileceği mikdar onda
birin yarısıdır, hayvanlarda onda birdir, akarda beşde birdir. Bunlardan ziyade
mikdarda insanlar aldanmaz. Bunun sebebi tasarrufun urûzda çok, akarda az,
hayvanlarda ise orta olmasıdır. Aldatmanın çok olması tasarrufun az
olmasın-dandır. Bugün insanlar bununla amel etmektedirler.
T E N B İ H:
Bahırda: "Hâkimin kira hususundaki ziyadeyî bilmesinin yolu, İmam Muhammed'e
göre emniyetli olan iki bilirkişinin sözünü kabul etmesiyledir. İmam-ı Azam ile
İmam Ebû Yusuf'a göre bir bilirkişinin sözü kâfidir." diye
yazılıdır.
Vakıf bir yer ecr-i
misliyle kiraya verildikten sonra kira müddeti içinde o vakfın ecr-i misli pek
ziyade artsa, bazı fukahaya göre, kira akdi bozulur. Bundan sonra bakılır: Eğer
o vakıf yer ekili olmayıp evvelki kiracısı da artan mikdarı vermeyi kabul ederse
o, başka taliblerden evla olur. Eğer o vakıf yer ekili olursa, kiracı üzerine
ecr-i mislin arttığı vakitten itibaren mahsûlün kaldırılma zamanına kadar olan
müddet için artan ecr-i misli tamamlamak vâcib olur. Çünkü kiracının mahsûlü ile
meşgul bulunan bir yer başkasınca kiraya verilemez. Mahsul kaldırıldıktan sonra
kira akdi bozulur. Başkasına ecr-i misliyle kiraya
verilir.
Kezâ: Vakıf bir
araziyi kiralayan bir kimse orada bina yaptıktan veya ağaç diktikten sonra o
arazinin ecr-i misli pek ziyade artsa, o arazi kiracının elinde eski ecr-i
misliyle akid müddeti bitinceye kadar bırakılır. Çünkü bina ile ağaçların
muayyen bir müddeti yoktur. Böyle bir arazinin kira müddeti bitince, nasıl
muamele edileceğine dair olan malûmat bu fasıldan önceki "Arazi-i muhtekerenin
kirasının artması beyânında" geçmiştir.
T E N B İ H :
Takrîrimizden malûm olmuştur ki; fukahanın "kiracı başka taliblerden evlâ olur"
kavil, ecr-i mislin kira müddeti esnasında artmış olması ve kiracının artmış
olan mikdarı vermeyi kabul etmiş olması hakkındadır. Kira müddeti bittikten
sonra kiracı o vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evlâ değildir.
Ancak vakıf bir yerin kiracısı o vakıf yerde "kirdar" denilen bir hakk-ı karara
mâlik olursa meselâ; o vakıf yer kiracının kendi mülkü olan ağaçları ve
binasıyla meşgul bulunursa, kira müddeti bittiğinde o vakıf yeri ecr-i misliyle
kiralamaya başkalarından evla olur. O yer başkasına kiraya verilemez. Çünkü bu
suretle hem kiracının zararı, hem de vakfın zararı önlenmiş olur. Bu mesele,
icare müddeti bittikten sonra kiracının vakıf arazideki ağaçlarını söküp araziyi
mütevelliye teslim etmesinin vâcib olduğunu ifade eden metin ve şerhlerin mutlak
olan ibâresinden istisna edilmiştir. Bundan dolayı hakk-ı karara mâlik olan
kiracı o vakıf yeri kiralamaya başkalarından evlâ olur.
Bir kimse vakıf bir
yeri ecr-i misliyle kiraladıktan sonra o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa,
icare müddeti mevcud olduğundan akid bozulmaz; fakat artış, akdi bozmayı
gerektirir. Kiracı bu artan mikdarı kabul edip vermeye razı olunca akdi bozmayı
gerektiren şey ortadan kalkmış olur. Artık akid bozulup o vakfın başkasına
kiraya verilmesi caiz olmaz. Kira müddeti bitinceye kadar kendisine kiraya
verilir. İcare müddeti bittikten sonra her ne kadar eski kiracı artan mikdarı
vermeyi kabul etse de mütevelli onu başkasına kiraya verebilir. Çünkü eski
kiracının evla olmasına sebep olan icare müddeti zail olmuştur. Yukarıda geçtiği
üzere eski kiracı o vakıfda "kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunursa, o
vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evla olur. Bu izahdan
anlaşılmıştır ki; han veya hane gibi vakıf bir yeri kiralayan kimse o vakıfda
"kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunmazsa, kira müddeti bittikten sonra o
vakıf yeri yeniden kiralamaya başkalarından evla değildir. O vakıf yerin ecr-i
misli artmış olsun veya olmasın, eski kiracı artan mikdarı kabul etsin veya
etmesin müsavidir. Zamanımızdaki alimler bunun hilafını anlayıp "eski kiracı
mutlak surette başkalarından evladır, eski kiracı zi'l-yed (bir mülkte malik
kimselerin tasarrufları gibi tasarrufu sabit olan kimse) ismini veriyorlar. Eski
kiracı artan mikdarı kabul ederse, o vakıf başkasına kiraya verilemez" deyip
bununla hüküm ve bununla fetva veriyorlar. Halbuki bu mezhebin meth, şerh ve
fetva kitablarının ittifak ettiklerine muhaliftir. Onların dayandığı yer burada
musannıf ibaresinin mutlak olmasıdır ki, kesinlikle batıldır. Çünkü musannıfın
ibaresi bir vakfın icare müddeti tamam olmadan önce ecr-i misli pek ziyade artıp
kiracısı artan mikdarı müddet tamam oluncaya kadar vermesi hakkındadır.
Fukahanın ibaresi de bu hususta açıktır. Fukahadan hiç biri musannıfın
ibaresinin mutlak olduğunu söylememiştir.
Zamanımızdaki
alimlerin bu husustaki hüküm ve fetvalarında fesad ve vakıfların zayi olması
vardır. Şöyle ki; vakıf bir yerin kiracının elinde uzun müddet bulunması
kiracının o yerin kendi mülkü olduğunu dava etmesine yol açar. Fukaha bundan
korktuklarından icare müddetinin uzun olmasını men etmişlerdir. Nitekim yukarıda
geçmiştir. Bu, "Tahriri'l İbare fi-men evla bi'l-İcare" isimli risalemde
zikrettiğimin hülasasıdır.
Bir vakfın geliri
veya süknâsi kendilerine vakfedilen kimseler, o vakıf icareye vermeye mâlik
olamazlar. Çünkü o kimseler o vakfın menfaatine bedelsiz (karşılıksız) mâlik
olduklarından o menfaati başkasına bedelle temlike yani onu icareye vermeye
mâlik olamazlar. Aksi takdirde mâlikolduklarından daha çok şeye mâlik olmaları
lâzım gelir. O vakıf gasb edildiğinde kendilerine vakfedilen kimseler, vakfın ne
kendisini, ne de gelirini dâvâ edemezler.
Câmiu'l-
Fûsuleyn'de: "Bir vakıf gasb edildiğinde kendisine vakfedilen kimse, o vakıf
bana vakfedilmiştir, diye dâvâ etse bakılır: Eğer kendisine, dâvâ etmesi için
hâkim tarafından izin verilmiş ise dâvâsı ittifakla sahih olur. Eğer izin
verilmiş olmazsa bunda iki rivâyet vardır: Esah olan rivâyete göre, dâvâsı sahih
olmaz. Çünkü onun hakkı yalnız gelirdedir, başka hususlarda hasım olamaz. O gasb
edilen yer, bir cemaate vakfedilmiş olup içlerinden birisi kendisine dava etmesi
için hakim tarafından izin verilmeksizin o gasp edilen yer vakıfdır, diye dava
etse davası sahih olmaz. Bir vakfın gelirine müstahik olanlar, vakfın gelirini
dava etmeye malik olamazlar. Dava etmeye ancak mütevelli maliki olur." diye
yazılıdır.
Füsuleyn sahibi:
"Kendisine vakfedilenin gasb edilen geliri hakkındaki davası da vakfın aynını
dâvası gibidir." diye ifade ettikten sonra "onun hakkı yalnız gelirdedir" diye
gösterdiği sebep, "kendisine vakfedilenin gasb edilen geliri dâvâ etmesinin
sahih olacağını ifade eder. Buna şöyle cevap verilebilir: Gelir hakkındaki
dâvanın da kabul edilmemesi kendilerine vakfedilenler bir cemaat olduğuna
göredir. Eğer kendisine vakfedilen tek bir kimse olup gasbedilen geliri dâva
etse, dâvâsı kabul edilir. Çünkü o kendi hakkının isbatını istemiştir. Nitekim
bunu bazı fukahanın: "Bir vakıf muayyen bir kimseye yapılmış olsa, o kimsenin
hâkim tarafından tayin edilmeksizin mütevelli olması câiz olur. Çünkü hak yalnız
ona aiddir." kavilleri de teyit eder. Fakat fetva, o tek kimsenin de hâkim
tarafından tâyin edilmeksizin mütevelli olmasının sahih olmaması üzerinedir.
Çünkü onun hakkı vakfın gelirini almaktadır, vakıfdaki tasarruf da değildir.
Onun hakkı vakfın gelirini almakta olup gelir de gasb edilirse, hakkını
alabilmesi için davasının kabul edilmesinde tereddüt
edilmemelidir.
Fetavay-ı
Hanuti'de: Vakıf muayyen bir kimseye yapılmış olursa hak olan, davasının sahih
olmasıdır." diye beyan edilmiştir. Bunun zahiri davasının vakfın aynında da
kabul edilmesidir. Bundan dolayı Nuru'l-Ayn'de: "Gelir vakıfdan hasıl olduğundan
vakfın elden çıkmasıyla geliri de elden çıkmış olur. Artık gasb edilen geliri
dava etmek vakfın aynını dava etmek gibidir." diye
zikredilmiştir.
Kendilerine
vakfedilenlerden birisi, diğeri için bu kimse, vakfı gasbedene satıp teslim
etmiştir." diye dâvâ edip delil getirse veya dâvalıya hâkim tarafından yemin
verildiğinde yemin etmekten çekinse, dâvâlının aleyhine vakfın kıymetiyle
hükmedilir. O kıymetle bir yer satın alınıp eski vakfın aynı şartlarıyla
vakfedilir. Bezzaziye. İs'âf.
Muhit'den naklen
Tatarhaniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse elinde bulunan bir arazinin kendi
mülkü olduğunu iddia ettiği hale bir cemaat de o arazinin kendilerine
vakfedilmiş olduğunu dâvâ edip delil getirseler, delilleri kabul edilir. O
arazinin vakıf olduğuna hükmedilip o kimsenin elinden
alınır.
Tatarhâniyye
sahibi: "İşte bu mesele, bir vakfın geliri veya süknâsı kendilerine
vakfedilenlerin dâvâlarının sahih olduğunu tasrih etmektedir."
demiştir.
Ben derim ki: Bir
kimse "ben, şu vakfın geliri kendilerine vakfedilenlerdenim, benim de o vakfın
gelirinde hakkım vardır" veya "o vakfın gelirinde bana verilenden daha çok
hakkım vardır" diye o vakfın mütevellisini dâvâ etse, dâvâsı tereddütsüz kabul
edilir. Çünkü o kimse, sırf kendi hakkının isbatını istemiştir. Bunu İs'âf'da
zikredilen de teyîd eder: Bir kimse vakfının gelirinî kendilerine vakfettiği
kimselerden men edip onlar da dâvâ etseler, hâkim o kîmseyi elinde bulunan
geliri vermeye ilzâm eder.
Bir vakfın geliri
muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye veremez, o
vakıf gasbedildiğinde de dâvâ edemez.
Fakih Ebû Cafer:
"Eğer bu vakıf olan yer hane veya dükkân olup o anda tamire de muhtaç
olmadığından gelirin hepsi o kimseye aid olsa, bu takdirde o kimsenin o vakfı
icareye vermesi câiz olur. Eğer vakıf olan yer arazi olup vakfeden öşrü, haracı
ve diğer masrafları çıkarıldıktan sonra geri kalan gelirin vakfedilen kimseye
verilmesini şart kılsa, bu takdirde o kimsenin o yeri icareye vermesi câiz
olmaz. Kendisine vakfedilen kimsenin o vakfı icareye vermesi caiz olsaydı icare
akdiyle ecr-i mislin hepsi o kimsenin olurdu da vakfedenin şartı bâtıl olmuş
olurdu. Eğer vakfeden önce öşrün, haracın ve diğer masrafların verilmesini şart
kılmış olmazsa, yine o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur; öşrü, haracı
ve diğer masrafları kendisine aid olur." demiştir. İs'âf'da da böyle
zikredilmiştir. Buna göre kendisine vakfedilen kimse bu şartlarla muayyen olmuş
(yani, kendisine vakfedilenin tek kimse olması, vakfın gelirinin hepsi ona aid
olup ortakçısı bulunmaması, vakfın o anda tamire ihtiyacı bulunmaması gibi
şartlarla tâyin edilmiş) olursa, böyle bir kimsenin o vakfı ecr-i misliyle
vermiş olmazsa sahih olmaz.
Ben derim ki:
Vakfeden vakfına mütevelli olma hakkını kendilerine vakfedilen kimselere veya
onlardan erşed (en ergin) olana şart kılıp o vakfı icareye veren kimse erşed
veya kendisine vakfedilen tek kimse olsa, bu takdirde icareye veren kimse
vakfeden tarafından tâyin edilmiş olduğundan icarenin sahih olmasında tereddüt
yoktur.
METİN
Bir mütevelli bir
vakfı ecr-i mislinden noksana icareye verse, kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım
gelir. Bir çocuğun hanesini ecr-i mislinden noksana babası veya vasisi icareye
vermiş olduğunda kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım olduğu gibi. Çünkü bunlardan
her birinin ecr-i misilden indirmeye ve düşürmeye velâyeti yoktur. Bazı fukaha
galat edip: "Ecr-i misli tamamlamak mütevelliye lâzım gelir."
demiştir.
Kınye'den naklen
Eşbâh'da zikredilmiştir ki; hâkim kiracıya vakfı ecr-i misliyle kiralamasını
emreder. Kiracının geçmiş senelere aid olan farkları da vermesi lâzım
gelir.
Bir vakıf ecr-i
mislinden pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hâkime
götürmeye muktedirken sükût etse, noksanı ödemek kendisine değil kiracıya lazım
gelir.
Vakfa nezaret eden
kimse, vakıfda sakin olan şahsın malını eline geçirse, o mal da alacağının
cinsinden olsa, ecr-i misilden noksan olan mikdarı o maldan alması kazâen ve
diyaneten câizdir. Artık o malı vakfın masrafına sarf eder. Bu mesele
hıfzedilmelidir.
Şârih der ki;
burada mütevellinin kiraya vermesiyle kayıdlanmıştır. Çünkü Eşbâh'ın Gasb
bahsinde: "Gasbeden bir kimse menfaati ödenen vakıf bir malı veya yetimin malını
veya gelir için vakfedilmiş bir malı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen
ücret lâzım gelir, ecr-i misil lâzım olmaz. Akid te'vili bulunduğundan dolayı
gasbeden kimsenin kira adıyla aldığı mikdarı mütevelliye vermesi lâzım
gelir.
Bir vakfın akarı
veya menfaatı gasbedildiğinde veya telef edildiğinde ödenmesiyle fetva verilir.
Nitekim mütevellinin izni olmaksızın gasbeden kimse gasbettiği hanede otursa
veya mütevelli bir kimseyi vakıf bir hanede ücretsiz oturtsa - her ne kadar o
hane gelir getirmesi için vakfedilmiş olmasa bile- oturan üzerine o hanenin
ecr-i misli lâzım gelir. Vakfı korumak için bu kaville fetva verilir. Yetimlerin
mallarının menfaatları da aynı hükümdedir.
Bir meselede ulema
ihtilâf ederlerse, vakit için hangisi daha menfaatli ise o kavil ile fetva
verilir.
Bir vakıf akarın
kıymetiyle hükmedilip ödettirilirse, o kıymetle başka bir akar satın alınıp
evvelkinin yerine vakfedilir.
İZAH
"Bazı fukaha galat
edip" galatın menşei metindeki "lezime" kelimesinin Hulasa'nın ibâresinde
"lezimehû" şeklinde yazılı olmasındandır. Bazı fukaha zamiri mütevelliye irca
etmişlerdir. Halbuki zamir müstecire (kiracıya) râcidir. Allâme Kâsım
Fetâvâ'sında zamirin müstecire râci olduğunu açık nakillere dayanarak beyân
etmiştir. Fakat Bahır'da: "Bir mütevelli vakıf bir yeri ecr-i mislinden gabr-i
fahiş (pek noksan) bir ücretle bilerek kiraya verirse hıyanetlik etmiş olur."
diye yazılıdır.
Hassâf; "Bir kimse
vakfını insanların aldanamayacağı pek noksan bir ücretle kiraya verse câiz
olmaz, hâkim kirayı iptal eder. Eğer vakfeden kimse emniyetli olup bunu
yanlışlık ve dalgınlıkla yapmış ise, hâkim vakfı onun elinden almaz, fakat ona
vakfı ecr-i mislîyle kiraya vermesini emreder. Eğer vakfeden emnîyetli kimse
olmazsa, hâkim vakfı onun elinden alıp emniyetli ve dindar bir kimseye verir."
demiştir.
Kezâ: Bir kimse
vakfını bir kaç seneliğine kiraya verip kiracının elinde vakfın telef olmasından
korkulursa, hâkim kirayı ibtal eder ve vakfı kiracının elinden alır. Bu hükümler
vakfeden hakkında sâbit olunca, mütevelli hakkında evleviyetle sâbit
olur.
"Kiracının üzerine
geçmiş senelere ait olan farkları da mütevelliye teslim etmesi lâzım gelir." Bu
mesele yukarıda "bir vakıf ecr-i misliyle kiraya verildikten sonra vakfın ecr-i
misil pek ziyade artsa, kira akdi bozulmadıkça kiracı üzerine eski ecr-i misli
lâzım gelir." diye geçen meseleye münâfi değildir. Çünkü orada vakıf kiraya
verilirken ecr-i misliyle verilmiş olup sonradan ecr-i misli artmış olduğundan
kira akdi başdan sahih olarak vâki olmuştur. Burada ise kiraya verilirken ecr-i
mis-linden noksana verilmiş olduğundan kira akdi baştan sahih
olmamıştır.
Bir vakıf ecr-i
mislinden pek az bir ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hakime şikayete
muktedir iken sükût ederse, ecr-î misilden noksan olan mikdarı ödemesi kendisine
lâzım olmayıp kiracı üzerine lâzım gelirse de mazur sayılmayıp günahkâr olur.
Vakıf evler veya hanlar pek az bir ücretle kîracının elinde bulunduğu halde
mahalle halkı bunu hâkime şikayet etmeğe imkânları varken şikayet etmezlerse
hepsi günâhkâr olur.
Bir vakıf pek az
ücretle kiracının elinde bulunur da vakfın mütevellisi, kâtibi, gelirini
toplayanlar -Allah'a sığınırız- bilhassa rüşvet aldıklarından dolayı sükut
ederlerse, halleri nice olur. Mülteka Şerhi.
Bir kimse
gasbettiği bir vakfı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım
gelir, ecr-i misil lâzım gelmez. Bu mütekaddimin, alimlerin kavline göredir.
Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise gasbden üzerine ecr-i misil lâzım gelir.
Şöyle ki: Kira bedeli olarak takdir edilen mikdar, ecr-i misil kadar ise onu
verir, ecr-i misilden noksan ise noksanı tamamlar, ecr-i misilden ziyade ise
ziyadeyi de verir. Çünkü gasbeden kimsenin ecr-i misilden ziyade olan mikdarı
kendisi için alması helâl olmaz. Nitekim Allâme-i Hamevi böyle yazmış. Ebussûud
Efendi de ona tâbi olmuştur.
Ben derim ki:
Fetva, müteahhirin alimlerin kavli üzerinedir ki, vakfın ve yetimlerin
mallarının menfaatları zayi ve telef edildiğinde ödettirilir. Kezâ: Vakıf bir
mal veya yetimin malı ecr-i mislinden pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde
kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım gelir. Nitekim metinde
geçmiştir.
"Bir vakfın akarı
gasbedildiğinde" yani bir kimse vakıf bir araziye su akıtıp arazi ziraate
elverişli olmaktan çıksa, vermiş olduğu zararı öder.
Evkaf-ı Hassaf'da:
"Bir kimse fâsid icare ile kiraladığı bir araziyi teslim aldıkları sonra ekmese
veya bir haneyi kiraladıktan sonra içinde oturmasa, kendisine onların ücreti
lâzım gelmez." diye zikredilmiştir. Fakat bu, mütekaddimin âlimlerin kavline
göredir. Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise fâsid icare ile ekme ve oturma
imkânı hasıl olduğundan ücretleri lazım gelir. İs'af.
Bir mütevelli vakıf
bir hanede başka bir kimseyi oturtsa, oturan kimse üzerine o hanenin ecr-i misli
lazım gelir. Ancak o hane yalnız içinde oturulması için vakfedilmiş olursa bu
takdirde mütevelli o haneyi âriyet olarak verebilir.
Bir mütevelli sükna
(içinde oturulması) için vakfedilmemiş bir hanede otursa kendisine ecr-i misil
lâzım gelir
Bir mütevelli,
vakıf bir araziyi kendi nefsi için etmiş olsa, hakim vakfı onun elinden
alır.
Bir mütevelli,
vakıf bir haneyi bir kimseye satıp o kimse bir müddet o hanede oturduktan sonra
hâkim satışı iptal etse, müşterinin üzerine oturduğu müddetin ecr-i misli lâzım
gelir.
Bir kimse vakıf
olan bir mescid veya medresede otursa, kendisine ecr-i misil vacib
olur.
Bir kimse yarısı
kendi mülkü, yarısı da vakıf olan bir hanede otursa, oturduğu müddet için vakfın
hissesine düşen ecr-i misli öder.
Bir kadın yetim
çocuğunun hanesinde, evlendiği zevciyle birlikte otursa, zevci üzerine o hanenin
ecr-i misli lâzım gelir.
Bir kimse bir hane
satın alıp içinde bir müddet oturduktan sonra o hanenin yetime aid olduğu ortaya
çıksa, kendisine oturduğu müddetin ecr-i misli vâcib olur.
"Bir meselede ulema
ihtilaf ederlerse, vakıf için en menfaatli kavil ile fetva verilir." Nitekim
vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra o vakfın ecr-i
misli pek ziyade artsa, kira akdi bozulabilir mi? Bu hususta ulema arasında
ihtilâf vardır. Vakfın menfaatını gözetmek ve Allah-ü Teâlâ'nın hakkını korumak
için kira akdinin bozulacağına dair olan kaville fetva
verilmiştir.
Kezâ: İmam-ı Azam
ile İmam Ebû Yusuf'a göre, bir akar gasbedildiğinde ödeme yoktur. İmam Muhammed,
İmam Züfer ve İmam Şâfii'ye göre ödeme vardır. Vakıf için ödeme menfaatli
olduğundan vakıf da ödemekle fetva verilmiştir.
Kezâ: Geliri azalan
bir vakfın istibdal (değiştirilmesi)nde parasının zâyi olmasından korkulursa
istibdâlinin câiz olmayacağına dair olan kaville fetva verilir. Çünkü vakfın
aynının bâki bırakılmasında vakıf için menfaat vardır.
Kezâ: Bir kimsenin
kendi nefsine yapmış olduğu vakfın sahih olduğuna ve bir vakıf yer, uzun
müddetle kiraya verildiğinde kira akdinin sahih olmadığına fetva
verilmiştir.
Bir kimse gasbetmiş
olduğu bir vakfa bir noksanlık verse, kendisinden noksanın kıymeti alınır, o
vakfın tamirine sarf edilir, o vakıfda olanlara sarf edilemez. Çünkü kıymet
vakfın kendisinin bedelidir. Onların hakları ise vakfın kendisinde değil
gelirindedir.
= Dâvâ
bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler
=
Dâvâ bulunmaksızın
yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler on dörttür. Eşbâh'da beyan
edildiğine göre vakıf da onlardandır. Çünkü vakfın hükmü Allah-ü Teâlâ'nın hakkı
olan gelirini tasadduk etmekten ibarettir.
Şu meselenin beyânı
bâki kalmıştır: Bir vakıf muayyen kimselere yapılmış ise, dâvâ bulunmaksızın
yapılan şahadet-i hibe kabul edilir mi? Hâniyye'de: "İttifakla kabul
edilmemelidir." diye yazılıdır.
Şeyh Hasan'ın
Vehbâniyye şerhinde : "Muhtar olan kavle göre tafsilât vardır: Eğer vakıf
muayyen kimselere yapılmış ise kabul edilmez. Eğer muayyen olmayanlara yapılmış
ise kabul edilir." diye beyân edilmiştir. Tatarhâniyye'de: "Vakıf Allah-ü
Teâlâ'nın hakkı ise yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir. Aksi takdirde kabul
edilmez." diye zikredilmiştir. Bu mesele hızfedilmelidir.
Ben derim ki: İbn-i
Şahne: "Yapılan şahadet-i hisbe mutlaka yani: Gerek muayyen olanlara, gerek
muayyen olmayanlara yapılan vakıfda kabul edilir." diye bahsetmiştir. Musannıf:
"Asıl vakfın sübûtü için yapılan şahadet-i hisbe mutlak surette kabul edilir.
Zira bu sübûtün neticesi fakirler içindir. Bir vakfa istihkakın sübûtü için
yapılan şahadet-i hisbenin kabul edilmesi için dâvâ şarttır." diyerek iki kavlin
arasını bulmuştur. Çünkü Hâniyye'de: "Bir yerde vakfa müstahik olanlardan bir
kimse bulunup müstahik olduğunu dâvâ etmese, kendisine o vakfın gelirinden bir
şey verilmez. Gelirin hepsi fakirlere sarf edilir." diye
zikredilmiştir.
Şârih bu ifadeden
"vakfa müstahik olan kimse istihkak dâvasında bulunsa, müstahik olacağı
anlaşılır. Halbuki yukarıda geçtiği üzere müftabih olan kavle göre dâvâsı ancak
mütevelli olmasıyla veya hâkim tarafından izin verilmesiyle kabul
edilir.
Eşbah'da
zikredilmiştir ki; bizim için on dört yerde şâhid-i hisbe vardır. Fakat bizim
için hisbe yoluyla dâvâcı yoktur. Ancak kendisine vakfedilen asıl vakfı dâvâ
edebilir. Bazı fukahaya göre bu dâvâ kabul edilir. Müftâbih olan kavle göre
kabul edilmez. Ancak mütevelli olursa kabul edilir. Artık kendisine vakfedilenin
dâvâsı kabul edilmeyince başkasının davâsı evleviyetle kabul edilmez. Nitekim
yukarıda geçmiştir.
İZAH
"Şahâdet-i hisbe":
Dâvâcıya icabet îçin değil de ecir ve sevap kasdıyla sırf Allah rızası için
yapılan şâhitliktir.
"On dörttür." Yani
dâva bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler şunlardır;
Vakıf, zevcenin talâkı, zevcenin talâkının ta'liki, cariyenin hürre olması,
cariyenin müdebber kılınması, hulu, Ramazan-ı şerifin hilâli, neseb, zina,
haddi, içki haddi, ilâ, zıhâr, musâhere hürmeti, bir efendinin bir kölenin,
nesebini davâ etmesi.
Ben derim ki:
Radâ'a (emmeye) yapılan şahadet-i hisbe de ziyade edilir. Nitekim musannıf da
bunu Rada' bâbında beyân etmiştir.
"Vakıf da
onlardandır." Asıl vakfa yapılan şahadet-i hisbe makbuldür. Vakfın gelirine
yapılan şahâdet-i hisbe makbul değildir. Asıl vakıf dan muradın ne olduğu
ileride gelecektir.
Bir vakıf muayyen
kimselere vakfedilmiş ise, yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir
mi?
Haniyye'den naklen
musannıf "Minah" isimli eserinde: "Cevap tafsilatlıdır: Eğer vakıf muayyen bir
cemaate yapılmış ise dâvâsız şahitlik kabul edilmez."
demiştir.
İbn-i Vehbân:
"Cevabda tafsilâta ihtiyaç yoktur. Çünkü vakıf her ne kadar muayyen cemaate
yapılmış ise de sonunun fakirler ve benzeri gibi müebbeden kesilmeyecek bir
hayır cihetine olması lâzımdır. Fakirler hakkındaki şahitlik ise gerek şimdiki
zamana gerekse gelecek zamana aid olsun kabul edilir."
demiştir.
İbn-i Şahne:
"Cevabda tafsilât lâzımdır. Çünkü "şu mülk vakıf olup fülan cemat müstahikdir"
diye şahitlik yapıldığında istihkaklarının sâbit olması ve istihkaklarını
olabilmeleri için dâvâ edilmesi lâzımdır. Ama şu mülk fakirlere veya mescide
vakıfdır, diye şahitlik yapıldığında dâvâ edilmesi lâzım değildir."
demiştir.
Musannıf: "İbn-i
Vehbân'ın beyân ettiği cidden açıktır. İbn-i Şahne'nin zikrettiği ise onun
aleyhine delil olamaz. Çünkü İbn-i Vehbân'ın kelâmı asıl vakfın sübutu
hakkındadır. Her ne kadar vakıfda hakkı olan kimse dâvâ etmedikçe kendisine
vakfın gelirinden bir şey verilmez ise de asıl vakfın sübutu için mutlak surette
dâvâya ihtiyaç yoktur. İbn-i Şahne'nin kelâmı ise, kendisine vakfedilen muayyen
kimsenin vakıfdaki istihkakının sübutu hakkındadır. Şüphe yok ki, vakıfdaki
istihkakın sübutu dâvâ etmeye bağlıdır.
Ben derim ki:
Bezzâziye'nin on birinci dâvâsında zikredilmiştir ki: Bir kimse bir araziyi
sattıktan sonra "ben bu araziyi vakfetmiştim" veya "bu arazi bana
vakfedilmiştir" diye iddia etse, şahidi bulunmazsa iddia kabul edilmez. Eğer
şahidi bulunursa, Fakih Ebu Cafer: "İddiası kabul edilip satış iptal edilir.
Çünkü asıl vakfın isbatında dava şart değildir." demiştir. Nitekim bir cariyenin
azadında dava şart olmadığı gibi Sadru'ş Şeria da bu kavli almıştır. Fakat sahih
olan kavle göre bu meselede tafsilat vardır. Eğer vakıf Allah-ü Teala'nın hakkı
ise cevap, Fakih Ebu Cafer'in dediği gibidir. Eğer vakıf kul hakkı ise bunda
dava lazımdır. Bilindiği gibi bir vakıfda ya vakfedildiği anda veya gelecek
zamanda Allah-ü Teala'nın hakkının bulunması lazımdır. Buna göre "Haniyye'de
geçen tafsilatta" muayyen kimselere vakfedilen bir vakfın gelecek zamandaki
durumu değil o andaki durumu nazarı itibara alınmıştır. Aksi takdirde "vakıf kul
hakkı ise" kavli sahih olmaz.
İbn-i Vehbân vakfın
geleceğini nazar-ı itibara alarak vakfın hepsini Allah-ü Tealâ'nın hakkı
kılmıştır. İbn-i Şahne ise muayyen kimselere vakfedilen vakfın o andaki durumunu
nazar-ı itibare almıştır.
Velhasıl: Vakıf,
Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olduğundan dolayı menfaati tasadduk edilir. Bu yüzden
asıl vakfın sübutu için dâvâ şart değildir. Fakat vakıf evvela muayyen bir
kimseye yapılmış olup o kimse istihkakının ispatını istese davâ etmesi şarttır.
Artık musannıfın dediği sâbit olmuştur. Bu, gerçekte derin bir tetkikle iki
kavlin arasını bulmaktır.
"Yukarıda
geçmiştir, iyi düşün." Yukarıda "bir vakıf gasbedildiğinde o vakfın geliri
kendisine vakfedilen kimse, o vakfın aynını davâ edemez" diye geçmiştir. Ama
vakfın gelirindeki istihkakını dâvâ ederse, şüphesiz davâsı kabul edilir. Buna
göre, düşünmeye ihtiyaç yoktur.
Ben derim ki:
Yukarıda "vakfın gelirine müstahik olan kimse vakıf gasbedildiğinde gelirini de
dâvâ edemez" diye geçmiştir. Buna göre mesele müşkül olup düşünmeye ihtiyaç
vardır. Fakat bunun beyânı yukarıda geçmiştir.
T E N B İ H :
Şahid-i hisbe (Allah rızası için şahitlik yapan kimse) bir özrü bulunmadığı
halde şahadeti bir müddet tehir etmiş olsa, fâsık sayılacağından şahâdeti kabul
edilmez. Eşbâh.
METİN
= Davâ ve şahâdette
vakfın beyân edilmesinin şart olması = Sahih olan kavle göre bir vakfın
dâvâsında -vakıf kadim (eski) olsa bile bilinmeyeni ispat olmasın diye -
vakfedenin beyân edilmesi şarttır.
İmâdiyye'de:
"Vakfeden beyân edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye
zikredilmiştir.
Vakıfda şahadet
üzerine şahâdet, erkeklerle beraber kadınların şahadeti kabul edildiği gibi,
asıl vakfı ispat için şöhretle yani işitme ile - isterse şahitler hakimin
huzurunda: Biz işitme ile şahâdet ederiz, diye açıklamış olsunlar- yapılan
şahâdet de kabul edilir. Vakıf muayyen kimselere yapılmış olsa bile yine işitme
ile yapılan şahâdet kabul edilir. Çünkü bunda eski vakıfları zâyi olmaktan
korumak vardır. Muhtar olan kavil budur. Başkaları vakıf gibi
değildir.
Sahih olan kavle
göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhret (işitme) ile yapılan şahâdet kabul
edilmez. Dürer ve diğer muteber fıkıh kitaplarında böyle yazılıdır. Fakat
Müctebâ'da: "Muhtar olan kavle göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhretle
yapılan şahadet kabul edilir." diye zikredilmiştir. Mirâç sahibi buna itimat
etmiş, Şürunbulâli bunu ikrar etmiş, Fetih sahibi de bunu fukahanın: "Vakfedenin
şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri bilinmeyip şahitle ispat
edilemeyen eski vakıflarda hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde yazılı
olanlarla amel olunur." diye beyân ettikleri kavilleriyle takviye etmiştir.
Fakat bunlara "hâkimlerin sicillâtı ile amel edilmesi zaruret zamanındadır" diye
cevap verilir. Halbuki iddia edilen zaruri olup olmamaktan
umûmidir.
Bir vakfın sarf
edileceği yerin beyânı mesela: Şâhidlerin "şu vakıf, fülan mescidin vakfıdır"
diye şahadet etmeleri asıl vakfa şahadet etmeleri gibidir. Çünkü bir vakfın
sahih olması için gelirinin sarf edileceği yerin beyân edilmesine bağlıdır.
Bundan dolayı bir vakfın sarf edileceği yerin beyân edilmesi hakkında da işitme
ile yapılan şahâdet kabul edilir.
İZAH
"Bilinmeyeni ispat
olmasın..." Yani bir yerin vakıf olduğu dâvâ edildiğinde meçhûlü ispat olmasın
diye şahitlerin vakfedeni açıklamaları şarttır. Bu İmam-ı Azam'ın kavline
göredir. Çünkü İmam-ı Azam'a göre, vakfedilen bir malın aynı mâlikinin mülkü
olmak üzere hapsedilip geliri vakfedildiği hayır cihetine sarf edilir. Bundan
dolayı dâvâda vakfedenin açıklanması lâzımdır.
İmâdiyye'de:
"Vakfeden beyân edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye ifade
edilmiştir. Bu, İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir. Ebu Câfer gibi Belh Meşayihi
bu kavil üzeredirler. Hassâf da yalnız bu kavli zikretmiştir. Vakıf hususunda
fetvanın İmam Ebu Yusuf'un kavil üzere olması bu makamda da onun kavliyle fetva
verilmesini gerektirir.
Vakfedeni
bilinmediği halde eskiden beri vakıf olduğu meşhur olan bir yeri bir zalim
zabtedip o vakfın mütevellisi "o yer fülan cihetin vakfıdır" diye dâvâ edip iki
kimse de ona şahitlik yapsalar, muhtar olan kavle göre şahinlikleri câiz
olur.
Hâniyye'den naklen
İs'afda: "Vakfedeni beyan edilmeksizin bir vakfın dâvâsı ve ona yapılan şahadet
sahih olur." diye zikredilmiştir.
T E N B İ H : Bir
kimse bir şahsın elinde bulunan bir arazi için "bu araziyi fülan zat bana
vakfetmiştir" diye davâ edip, o şahıs da "hayır, bu arazi benim mülkümdür"
diyerek vakıf olduğunu inkar etse, vakfiyet dâvası sahih olmaz. İsterse
şâhidler; "o arazi vakfedildiği zaman vakfeden zâtın elindeydi" diye şâhidlik
yapsınlar, Çünkü bir kimse kira veya ariyet yoluyla elinde bulunup mâlik
olmadığı bir malı vakfedebilir. Buna göre, bir yerin vakıf olduğu dava
edildiğinde şahidler şahadetlerinde o yeri vakfeden kimsenin ismini beyân
etmeleri şart olduğu gibi, vakfederken o kimsenin o yere mâlik olduğunu beyân
etmeleri de şarttır.
Şâhidlerin bir
yerin vakıf olmasında birleşmeleri kâfidir, kendilerine vakfedilenlerde ihtilâf
etmeleri şahadetlerinin kabul edilmesine mani değildir. Bundan dolayı iki şahid
bir yerin vakıf olduğunda birleştikleri halde onlardan birisi o yerin fülan
kimseye, diğeri de fülan şahsa vakfedilmiş olduğuna şahidlik etseler, bununla
yalnız o yerin vakıf olduğu sabit olup geliri fakirlere sarf
edilir.
Bir vakfın yerinde
yahut zamanında şâhidlerin ihtilâf etmeleri şâhidIiklerinin kabul edilmesine
mani değildir. Bundan dolayı şâhidlerden biri fülan yerde fülan günde vakfın
yapılmış olduğuna, diğeri de fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna
şahidlik etseler, şâhidlikleri sahih olur. Çünkü vakıf akdi tekrar yapılabilir.
Ama şâhidler vakfedilen malın asıl yerinde ihtilâf etseler, şahidlikleri kabul
edilmez.
Fetâvây-ı
Kâriü'l-Hidâye sahibine "Bir hâkim tarafından bir vakfa veya bir satışa veya bir
icareye dair verilmiş olan hükmün sahih olması için vakfeden veya satan veya
icareye veren kimsenin o şeyde mülkünün sübutu şart mıdır?" diye sorulmuş, o da:
"Vakfedenin vakfettiği şeye malik olması, icareye verenin icareye vermeye
velayeti bulunması, satanın sattığı şeye malik olması veya satmaya vekil olması
sabit olursa, ancak bu takdirde hakim tarafından verilen hüküm sahih olur." diye
cevap vermiştir.
"Asıl vakfı isbât
için" "Minah"da: "Vakfın sahih olması kendisine taallûk ettiği ve bağlı olduğu
her şey asıl vakıfdandır. Vakfın sahih olması kendisine bağlı olmayan şeyler ise
vakfın şartlarındandır." diye beyan edilmiştir.
Vakıf hakkında
tesâmu (işitme) ile yapılan şahadet de kabul edilir.
Fetâvây-ı
Hayriyye'nin şahâdet bahsinde: "Vakıf hakkında işitme ile şahadette şahid: Ben
insanlardan o yerin vakıf olduğunu işittiğime dair şahâdet ederim, der." diye
yazılıdır.
Hâşiye-i Nûh
Efendi'de de: "İşitme ile şahâdette mütevelli: Şu arazi fûlan cihete vakıfdır ve
vakıf olduğu meşhurdur, diye dâvâ eder, şâhidlerde: O yerin vakıf olduğunun
meşhur olduğuna şahadet ederiz, derler." diye
zikredilmiştir.
Hayriyye ile Nûh
Efendi de beyân edilen ifadeler ayrı olsa da mânâları
birdir.
"Muhtar olan kavil
budur." Kenz'de zikredilmiştir ki; görülmeyen bir şeye şâhidlik edilemez. Ancak
neseb, nikâh, ölüm, hâkimin velâyeti ve asıl vakıf gibi şeyleri kendisine itimad
edilen kimseler haber verdiklerinde onların haberlerine dayanarak yapılan
şahâdet câiz olur. Köle olmayan bir kimsenin elinde bulunan bir şeyin onun mülkü
olduğuna şahadet edilmesi de caiz olur.
Vakfedenin
şartlarını -meselâ vakfın gelirinden şu kadar meblağ fülan yere, şu kadar meblağ
da fülan yere, geri kalan geliri de fülan yere sarf edilecek demek gibi- isbat
için işitme ile yapılan şahâdet kabul edilmez. Vakfedenin şartlarından maksad
vakıfnamede vakfın gelirinin sarf edilmesi hususunda yapılmış olan şartlardır.
Yoksa vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması, vakfedilen malın vakfedenin
mülkünden ayrılması İmam Muhammed'e göre vakfedilen malın mütevelliye teslim
edilmesi gibi vakfın sahih olmasının şartları değildir. Çünkü bu şartlar asıl
vakıfdan olduğundan bunlarda işitme ile yapılan şahadet kabul
edilir.
Tesâmu ile şahâdet,
şâhidlerin gördüklerine değil, işitmiş olduklarına şehadet etmeleridir.
Hâkimlerin sicillat denilen defterlerinde yazılı olan ile amel etmek de tesâmu
ile amel etmek kabilindendir.
Zahire'de:
"Şeyhü'l-İslâm'a: meşhur bir vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri ve
gelirinde hissesi olanlara ne kadar verileceği bilinmese nasılmuamele olunur?
diye sorulmuş, o da: O vakfın mütevellilerinin eski zamandan beri nasıl muamele
ettiklerine ve kimlere sarf ettiklerine bakılır ve aynı muameleye devam edilir.
Çünkü mütevelliler bu muameleyi vakfedenin şartına uygun olarak yaparlar.
Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunulur diye cevap vermiştir." diye
zikredilmiştir. Bu, tesâmu ile sübûtun ta kendisidir.
Hayriyye'de
zikredilmiştir ki; bir vakfın şartları, hâkimlerin ellerinde bulunan, "sicillat"
denilen defterlerinde yazılı ise istihsanen ona uyulur. Yazılı değil ise, eski
zamanlardan beri mütevellilerin devam ede geldikleri minval üzere devam olunur.
Bunlardan biri bulunmayınca vakıf hakkında bir şey iddia eden kimsenin bunu
delille isbat etmesi lâzım gelir. Bunu isbat edemediği takdirde geliri fakirlere
sarf edilir.
Fukahanın
"vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri meçhul olursa,
yani bilinmezse" kavillerinden vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf
edileceği yerleri meçhûl olmazsa, yani bilinirse, bu takdirde bilinen şartlarla
amel edileceği anlaşılır. Bu bilinme bazen vakfedeni görmekle değil, eskiden
beri yapıla gelen tasarrufla da olur. Nitekim yukarıda
geçmiştir.
T E N B İ H :
Hâniyye ile İs'âfda zikredilmiştir ki; bir mütevelli bir kimsenin elinde bulunan
bir arazi için "bu arazi vakıfdır" diye dâvâ edip bu hususta daha önce geçen
adâletli hâkimlerin yazısı bulunan bir vesika göstererek hâkimden o vesika ile o
arazinin vakıf olduğuna hükmetmesini taleb etse, fukaha: "Hâkim o vesika ile o
arazinin vakıf olduğuna hükmedemez. Çünkü hâkim ancak huccetle hükmeder. Hüccet
ise şâhiddir veya ikrardır. Vesika hüccet olamaz. Zira hat hatta benzer."
demişlerdir.
Kezâ: Bir hanenin
kapısında vakıf olduğu yazılı bir levha bulunsa, hâkimin şâhidler o hanenin
vakıf olduğuna şahadet etmedikçe o levha ile o hanenin vakıf olduğuna hükmetmesi
câiz olmaz.
Ben derim ki: Bu
kavlin zâhiri, yukarıda "Hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde vakfa aid
mevcud olan yazı ile amel olunur." diye geçen kavle münâfidir. Fakat buna şöyle
cevap verilebilir: Hâkimlerin sicillatında mevcut olan yazı ile amel edilmesi
istihsana göredir. Nitekim İs'âf ve diğer muteber kitaplarda böyle beyân
edilmiştir.
Bir de vesika ile
amel edilmemesi vesikada mevcud olan yazı, hâkimlerin sicillâtında mevcud
olmadığına göredir. Eğer vesikada mevcud olan yazı hâkimlerin sicillâtında da
mevcud olursa, o vesika ile amel edilir.
Eşbâh'ın Kazâ
bahsinin evvelinde zikredilmiştir ki; hatta (yazıya) itimad edilip onunla amel
edilmez. Ancak sultanın ehl-i harbe vermiş olduğu eman fermanının hattına,
simsarın, sarrafın, tüccarın defterlerindeki hatlara, hakimlerin sicillâtında
vakıfların şartlarına aid olan hatlara itimat edilir.
Eğer bu hatların
kabul edilmesinin sebebi hile karışmaması ise vazife, hizmet ve memuriyetlere
tâyin edilenlere sultanın tuğrası ile verilen tâyin emirleri de, ehl-i harbe
verilen fermana ilhak olunur.
AIIame-i Biri: "Bu
hatların kabul edilmesinin sebebi hile karışmamasıdır. Nitekim zekat bahsinde:
"Bir kimse malımın zekâtını verdim deyip vesika gösterse, onunla amel edilmesi
câiz olur. Çünkü hatta hile yapmak nadirdir." diye geçen mesele de bunu te'yîd
eder." demiştir.
Ben derim ki: Bunu,
Şârihin Risale'sinde: "Defter-i Hâkani'de fülan yer, fülan mescidin vakfıdır,
diye yazılı bulunsa, şâhidsiz onunla amel edilir. Meşâyih-i İslam bununla fetva
vermişlerdir. Behce-i Abdullah Efendi'de ve diğer muteber kitaplarda da böyle
tasrîh edilmiştir." diye zikrettiği de teyîd eder. Fakat Hayriyye'de: "Mücerred
Defter-i Hâkanî'de yazılı olmasıyla vakıf sabit olmaz. Çünkü hatta itimat
edilmez." diye fetva verilmiştir.
METİN
= Her birinin
diğerlerinden dolayı hasım, dâvâcı ve dâvâlı olabilmesi =
Bir vakfa müstahik
olanlardan her biri diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olur. Yani bir
cemaate vakfedilmiş olan bir vakfın vakfedeni bir olursa, onlardan her biri veya
her birinin vekili kendilerine şart kılınmış olan menfaatle ilgili dâvâlarda
gerek dâvâcı ve gerek dâvâlı sıfatıyla diğerleri tarafından hasım olabilir.
Kezâ: Vârislerden biri de diğerleri tarafından hasım
olabilir.
Eşbâh'da; "Her
birinin diğerlerinden dolayı hasım olması bir vakıf da hisseleri olanlar ile
vârislere mahsustur. Bu iki sınıfdan başka içlerinden biri diğerleri tarafından
hasım olabilecek üçüncü bir sınıf yoktur." diye ifade
edilmiştir.
Şârih der ki; Bir
borçlunun fakirliği alacaklılarından birinin yanında sâbit olursa, o alacaklı
diğerleri tarafından hasım olmuş olur da borçlu diğerleri için hapsedilmez.
Nitekim yakında gelecektir.
Fukaha: "Dâvâcının
gıyabında borçlusunun iflas ettiğine dair olan şâhidleri kabul edilir."
demişlerdir.
Kezâ: Nikâh
hususunda müsavî olup her biri için itiraz hakkı sâbit olan velîlerden birisinin
rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Emân da böyledir. Kısas da böyledir.
Müslümanların yolundan umum zararın giderilmesini isteme velâyeti de
böyledir.
Her birinin
diğerlerinden dolayı hasım olabilmesi meselesi incelenirse, Eşbâh sahibinin: "Bu
mesele iki sınıfa mahsus olup üçüncüsü yoktur." diye ifade etmesinin yerinde
olmadığı anlaşılmış olur. Varislerden birisinin diğerleri tarafından hasım
olması borç davâsındadır. Yoksa ellerinde bulunmayan bir ayn hususunda bir
diğerleri tarafından hasım olamaz. Bu mesele
hıfzedilmelidir.
Bazı fukaha: "Vakfa
müstahik olanlardan her biri diğerleri tarafından hasım olmuş olmaz."
demişlerdir. Buna göre, hüküm ancak hazır olanların ellerinde bulunan hisseleri
mikdarında sahih olur. Gâib olana hüküm olunmaz.
Bir vakfa müstahik
olanlardan her birinin diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olması asıl
vakfın sâbit olduğuna göredir. Eğer asıl vakıf sâbit olmazsa, müstahiklardan her
biri diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olmaz. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye
Şerhindedir.
İZAH
"Bir vakfa müstahik
olanlardan..." Bir vakfın bir kaç tane mütevellisi bulunsa, bunlardan her biri
diğerleri tarafından hasım olmuş olur. Çünkü Tatarhâniyyenin on birinci bahsinde
zikredilmiştir ki; bir kimse arazisini akrabasına vakfettikten sonra bir şahıs
akrabasından olduğunu dâvâ etse bakılır: Eğer vakfeden kimse hayatta ise o hasım
olur. Ölmüş ise mütevelli - isterse müteaddid olsun - hasım olur. O şahıs,
müteaddid mütevellilerden birisine dava açmış olsa, diğer mütevellilerin
toplanması şart değildir. Ölenin vârisi veya vakıfda hisseleri olanlardan biri
hasım olamaz.
"Velilerden
birisinin" Yani bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlendiğinde
evlendirme hususunda müsavi olan velîlerden birisinin nikâha razı olması
hepsinin razı olması gibidir. Çünkü velilerden her biri için nikâha itiraz hakkı
sabittir. Bunlardan birisinin rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Bu,
Zahirü'rivâyete göredir. Ama müftâbih olan kavle göre zaman bozuk olduğu için
küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenen bir kadının velisi bulunup velisi
evlenmeden önce nikâha razı olmamışsa, nikâh asla câiz olmaz. Kadının velisi
bulunmazsa nikâh câiz olur. Nitekim Velî Bâbında
geçmiştir.
"Emân da böyledir."
Yani Müslümanlardan birisinin bir harbiyye (kâfire) emân vermesi bütün
Müslümanların emân vermesi gibidir.
"Kısas da
böyledir." Yani öldürülenin velilerinden birisi kısası afvetse kısas düşer.
Nitekim velilerin hepsi afvettiğinde kısasın düştüğü gibi. Çünkü onlardan
birisini afvetmesi hepsinin afvetmesi yerine geçer. Kısası yerine getirmek de
böyledir. Cinayet bahsinde geleceği üzere küçük veliler büyümeden önce büyük
veliler kâtili kısas ettirebilir. İmameyn'e göre
ettiremez.
Bunda asıl ve kaide
şudur: Nikâh, emân ve kısas gibi tecezziyi (bölünmeyi) kabul etmeyen şeylerin
sebebi bulununca, bunlar hak olarak sâbit olan herkes için tam olarak sâbit
olur. Şu kadar var ki; öldürülen bir kimsenin birisi büyük, diğeri küçük olmak
üzere iki velisi bulunsa, meselâ: Bir karısı ile bir de başka karısından olan
küçük oğlu bulunsa, küçük oğlu bâliğ oluncaya kadar karısı kısasa malik
olamaz.
"İsteme velâyeti"
Yani Müslümanların yolundan umum zararın kaldırılmasını istemek herkesin
hakkıdır. Meselâ; ammeye aid olan bir yola bir kimse hatâ yapsa veya hanesinin
üstüne yola akan su oluğu koysa, her hangi bir şahıs - isterse zimmî (İslâm
devleti tebaasından olan Hıristiyan ve Yâhudi) olsun- dâvâ edip onu yoldan
kaldırtabilir. Çünkü bir şahsın dâvâsı o yolda hakkı olan herkesin dâvâsı
demektir.
İmam Muhammed: "Bir
kimse; kölelerimden Sâlim, Beziğ ve Meymün hürdürler, deyip onlardan birisi bunu
şahidle isbat etse, diğerlerinin tekrar isbat etmelerine hacet kalmaz. Çünkü
hepsinin âzâdı birdir." demiştir.
Camiu'l-Fûsuleyn'de
zikredilmiştir ki; bir ölünün lehine ve aleyhine müstahik olduğu şeylerde
vârislerinden her biri ölüden ötürü hasım (davâcı ve dâvalı) olabilir. Buna
göre, bir ölü üzerinde alacağı bulunan bir kimse bunu ölünün vârislerinden
birisinin huzurunda dâvâ edip isbat olsa, bu isbat diğer vârislerinden her biri
için de yapılmış sayılır.
Keza: Bir ölünün
bir kimse üzerinde alacağı bulunduğunu vârislerinden birisi dâvâ edip isbat
etmiş olsa, bu isbat da diğer vârislerinden her biri için yapılmış
sayılır.
Velhasıl:
Vârislerden her hangi birisinin diğerleri tarafından hasım olması ölünün
bırakmış olduğu borcu ile alacağı dâvâsındadır. Ölünün bırakmış olduğu ayınlara
gelince bakılır: Eğer ayn taksim edilmeyip ellerinde mevcud ise yine birisi
diğerleri tarafından hasım olur. Meselâ; bir hane üç kardeşe miras olarak
intikal edip o haneyi taksim etmeden kardeşlerden ikisi gâib olup o hane geride
kalanın elinde iken bir kimse çıkıp elinde bulunan kardeşi dâvâ edip o hanenin
kendisinin mülkü olduğunu isbat elmiş olsa, bu isbat diğerleri için de isbat
sayılacağından o hane o kimse için hükmedilir. Eğer ayn taksim edilmiş ise,
birisi diğerleri tarafından hasım olamaz. Mesela; o hane taksim edildikten sonra
davâ edip isbat etse, bu isbat yalnız hazır olan kardeş için isbat sayılır ve
yalnız onun hissesi o kimseye verilir. Gâib olan kardeşlerin hisseleri verilmez.
Onlar geldiği zaman yeniden dâvâ etmesi lâzım gelir.
Kınye'de: "İki
kardeş arasında bir vakıf bulunup kardeşlerden birisi ölüp vakıf hayatta kalan
ile ölenin çocuklarının elinde kaldığında hayatta kalan kardeş, ölen kardeşinin
çocuklarından birinin üzerine şâhid getirerek: Bu vakıf batından sonra batına
yani kendilerine vakfedilenlerden bir kimse kalmadıktan sonra onların
çocuklarına yapılmıştır, siz bu vakıfdan mahrumsunuz deyip dâvâ zamanında ölenin
diğer çocukları mevcud olmasa bile bu dâvâ ve şâhidler kabul edilir. Çünkü o
çocuklardan birisi diğerlerinden ötürü hasım olmuş olur." diye
zikredilmiştir.
METİN
Bir vakfın
mütevellisi vakfın malıyla vakıf için bir hane satın almış olsa, o hane asıl
vakıf olan hanelere katılmış olmaz. Çünkü vakfın lüzumu hakkında pek çok söz
olup burada bulunmadığından esah olan kavle göre o hanenin satılması caiz
olur.
Bir müezzin ile
imam vakıftan ücretlerini almadan ölseler, ücretleri sıla kabilinden olup ancak
alınmakla mâlik olunacağından düşer. Nitekim ücretini almadan ölen hâkimin
ücretinin düştüğü gibi.
Bazı fukaha:
"Müezzin ile imamın vakıfdan aldıkları ücret kabilinden olduğundan düşmez.
Çalıştıkları müddetin ücreti vârislerine miras olarak intikal eder."
demişlerdir.
Dürer'de Mürted
bâbından önce ve diğer muteber kitablarda "düşmez" diye yazılıdır. Musannıf:
"Birinci kavil tercih edilmiştir. Çünkü ikinci kavil zayıfdır."
demiştir.
Şârih der ki;
Kınye'nin kısaltılmışı Buğye isimli eserde; "Müezzin ile imamın ücretleri
vârislerine miras olarak intikal eder. Ama hâkimin ücreti vârislerine miras
olarak intikal etmez." diye zikredilmiştir. Eşbâh'ın vakıf, Nehirin Mağnem
bahislerinde de böyle ifade edilmiştir.
Bir vakıfda
gelirinin imama verilmesi şart kılınmış bir hane olup imam ücretini almadan ölse
bakılır: Eğer haneyi mütevelli kiraya vermiş ise, İmamın ücreti düşer. Eğer
haneyi imam kiraya vermiş ise ücreti düşmez. Çünkü kira akdi ücretini alma
yerine geçmiş olur. İmâdiyye.
Bir imam hasad
zamanı kendisine tahsis olunan bir senelik geliri peşin olarak vakıfdan aldıktan
sonra sene tamam olmadan önce imamlık vazifesîni bırakıp gitse, seneden geri
kalan müddetin geliri kendisinden geri alınmaz. Cizye gibî ve sene tamam olmadan
önce ölen hâkim gibi olur. Eğer imam fakir ise senenin geri kalan geliri
kendisine helâl olur. Medreselerdeki talebe-i ulûmda da hüküm yine böyledir.
Dürer.
İbn-i Şahne,
tahsisat sahiblerinin tahsisatını ve azillerini gerektiren gaib olma müddetini
bir nazımla şöyle beyân etmiştir: Talebe-i ulûm maişetlerini temin gibi zaruri
bir iş için sefer ve seyahatları üç ayı geçmezse, artık bu kadar müddet gâib
olmaları afvedilir ve tahsisatlarını olabilirler. Fukaha ittifak etmişlerdir ki;
tahsisat sahibleri sefer ve seyahatler gerek zaruri olsun, gerek olmasın üç ayı
geçerse tahsisatlarını alamazlar. Bu hüküm şeriatta sefer müddeti ile takdir
edilmiştir.
Şârih der ki; bu
tafsilât medresede sakin olanlar, hac farizası, sıla-i rahimle sefere
gitmeyenler hakkındadır. Ama hac farîzası ve sıla-i rahim için sefere giden
talebe-i ulûm azle ve tahsisata müstahik olmazlar. Nitekim Şürunbulâli'nin
Vehbâniyye Şerhinde de böyle ifade edilmiştir.
= Vazifelerde
istinâbe (naib ve vekil tayin etme) =
İmam ve müderris
olan bir fakihin bir özürden dolayı yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz
olmaz. Diğer vazife sahiplerinin hükmü de yine böyledir, özürsüz nâib ve vekil
tâyin edilmesi hiç câiz olmaz.
Bir mütevelli
vakfını kiraya verdiğinde kira mukavelesinde o vakfa hâkim tarafından mı veya
vakfeden tarafından mı mütevelli tâyin edildiğini beyan etmese, fukaha
karışıklık olmasın diye bu kira akdini câiz görmezler.
Vasi de mütevelli
gibidir. Fıkıh kitaplarında beyân edildiğine göre, kiraya vermede vasi ile
mütevellinin hükümleri tâyin edilme sebebiyle değişmektedir. Babanın veya
dedenin veya hakimin tayin ettiği vasîlerin hükümleri ayn olduğundan bütün
tasarrufları kiraya vermeye kıyas et.
Şârih der ki;
İmam-ı Süyûti Keşfu'd-Dababe fi cevazi'l-istinabe isimli risalesinde:
"İstinabenin cevazında icmâ vardır." diye nakletmiştir. Bu mesele
hıfzedilmelidir.
İZAH
"Vakfın malıyla"
Yani bir vakfın mütevellisi vakfın geliriyle bir hane satın aldığında o hane
asıl vakıf olan hanelere katılmış olmaz. Eğer mütevelli bir vakfın geliriyle
değil de satılan bir vakfın bedeliyle bir yer satın alırsa, satın alınan yer -
ne kadar vakıf için satın alınmış olduğu söylenmiş olmasa bile- evvelki vakfın
şartları üzere vakıf olmuş olur. Nitekim istibdâl (değiştirilme) bahsinde
geçmiştir.
Fetih'de: "Bir
vakfın mütevellisinin vakfın geliriyle bir yer satın almasının câiz olması
vakfın tamire ihtiyacı olmadığı zamandır. Zahir olan budur. Çünkü vakfın tamire
ihtiyacı olursa, geliriyle bir şey satın alması câiz olmaz. Nitekim tamire
muhtaç olduğunda gelirini müstahiklerine vermesi de caiz olmaz." diye
yazılıdır.
Kınye'den Naklen
Bahır'da : "Kendisine sadece mütevellilik verilen bir kimsenin vakfın geliriyle
bir yer satın alabilmesi için hakimden izin alması lâzımdır. Hatta borç para
alıp onunla vakıf için bir yer satın almış olsa, kendisi için satın almış olur."
diye beyân edilmiştir.
Ben derim ki:
Tatarhâniyye'de: "Mütevelli fukahanın ihtilafı bulunan yerde iş yapacağı zaman
ihtiyaten hâkimin emriyle yapmalıdır." diye
zikredilmiştir.
"O hanenin
satılması câiz olur." Bezzaziye sahibi: "Metinde geçeni beyân ettikten sonra
Ebu'l-Leys'e göre o hane istihsânen vakıf olmuş olur, diye zikretmiş ve muhtar
olan kavil budur." demiştir.
Ben derim ki:
Tatarhâniyye'de: "Muhtar olan kavle göre, ihtiyaç hasıl olursa o hanenin
satılması câiz olur." diye yazılıdır.
"Hâkimin" Yani
ücretini almadan sene içinde ölen hâkimin ücreti düşer. Eğer senenin sonunda
ölürse, ücretinin vârislerine verilmesi müstehab olur. Nitekim Hidâye'nin mürted
bâbından önce de böyle zikredilmiştir.
"Buğye isimli
eserde" Yani Buğye'de zikredilmiştir ki; imam ile müezzin ücretlerini almadan
sene içinde ölseler, ücretleri miras olarak varislerine intikal eder. Buğye
sahibinin bunu kesin olarak söylemesi, bu kavlin tercih edilmiş olduğunu
gerektirir.
Ben derim ki: Bu
kavlin tercih edilmiş olmasının sebebi; - câmekiyye meselesinde zikredileceği
üzere- imam ve müezzin gibi vazife sahiblerine vakfın gelirinden verilen aylığın
bir bakımdan ücret ve bir bakımdan sıla mahiyetinde
olmasıdır.
Mütekaddimîn-i
fukaha (hicri üç yüz tarihine kadar yetişen fakihler) ibâdet ve tâat
karşılığında ücret alınmasını menetmişlerdir. Müteahhirîn-i fukaha(hicri üç yüz
senesinden sonra yetişen fakîhler) ise ders okutma, Kur'ân-ı Kerîm'i öğretme,
ezân okuma, İmamlık yapma karşılığında ücret alınmasının câiz olduğuna fetva
vermişlerdir. Bundan dolayı bir âlim mütekaddimîn-i fukahanın îçtihadına
bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın sılaya
benzeme cihetini tercih eder de aylığını almadan ölenlerin aylığının düşeceğini
söyler. Çünkü sılaya alınmadan önce malik olunmaz.
Bir âlim
müteahhirin-i fukahanın ictihadına bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife
sahiblerinin almış oldukları aylığın ücrete benzeme cihetini tercih eder de
aylığını almadan ölenlerin aylığının düşmeyeceğini söyler. Fetva müteahhirîn-i
fukahanın içtihatlarına göre olduğundan Buğye sahibi ikinci kavlin kesin
olduğunu söylemiştir.
Hâkimin vakıftan
aldığı aylık asla ücrete benzeme ciheti bulunmadığından aylığını almadan sene
içinde ölen hakimin aylığı düşer. Çünkü hiç bir fakih verilen hüküm karşılığında
ücret alınmasının caiz olduğunu söylememiştir.
Senede bir mahsûl
verilen vakıflarda sene ibtidası mahsülün yetiştiği zamandır. Böyle bir vakıfda
müderris gibi vazifeli olan kimse sene içinde ölse, çalıştığı müddetin ücreti
vârislerine verilir, geri kalan müddetin ücreti düşer. Böyle bir vakfın geliri
vakfedenin çocuklarına şart kılınmış ise, bu gelirin o çocuklara verilebilmesi
için gelirin zuhuruna yani gelir ekin ise, ekinin başak tutmasına itibar edilir.
Buna göre, o çocuklardan birisi gelir zuhur ettikten sonra ölürse, onun hissesi
varislerine verilir. Gelir zuhur etmeden ölürse, ileride zuhur edecek gelirdeki
hissesi düşer. Enfeu'l- Vesail. Eşbâh sahibi de buna tâbi olmuştur. Hay-riyye'de
de bunun ile fetva verilmiştir.
Bir vakıf taksitle
kiraya verilirse, her taksit zamanı gelirinin zuhuru yerindedir. Bundan dolayı o
vakıfda hissesi olanlardan her kim taksim zamanı hayatta bulunursa taksitteki
hissesine müstahik olur. Hissesini almadan ölürse, vârislerine miras olarak
intikal eder. Nitekim Hânutî sahibi Fetih sahibine tabi olarak bununla fetva
vermiştir.
T E N B İ H :
Hanefi mezhebinden olan Allâme İbn-i Zahire'ye "Sultan tarafından her sene hac
mevsiminde Haremeyn (Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere) ahalisine surre
ismiyle gönderilen parada veya zahirede hissesi olan bir kimse sene içinde ölmüş
olsa, o senenin hissesine müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Müstahik
olur." diye cevap vermiştir.
Ebu'l-Leys
Ennevâzil isimli eserinde: "O ölen kimsenin hissesi vârislerine verilir." diye
zikretmiştir.
Allâme Biri:
"Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'ye sıla ve atıyye olarak gönderilen
emanetler yerine ulaştığında kendilerine gönderilen zatlar ölmüş olsa,
çocuklarına verilir diye fetva verdim." demiştir.
"Bir imam hasad
zamanı..." Yani bir mescidin imamı hasad zamanı kendisine tahsis olunan bir
senelik geliri peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan hizmetini
terk edip gitse, gelirden senenin geri kalan müddetine düşen mikdar imamdan geri
alınmaz. İtibar hasad zamanınadır. Hasad zamanı imam ise gelire müstahik olur.
Fakat gelirden imamlık yapmadığı müddete düşen hisseyi yemesi kendisine helâl
olur mu? Fakir ise helâl olur.
Kezâ: Bir medresede
oturan talebeler bir senelik gelirlerini peşin olarak aldıktan sonra sene henüz
tamam olmadan o medreseyi bırakarak başka bir medreseye gitseler, almış
oldukları gelir kendilerinden geri alınmaz.
Bazı fıkıh
kitablarından naklen Kınye'de zikredilmiştir ki; imamlık yapmadığı günlere düşen
gelir mikdarı imamdan geri alınır.
Ben derim ki:
Vakfedenin maksadına yakın olan da budur.
Ben derim ki: Hasad
zamanı bir senelik geliri peşin olarak aldıktan sonra sene tamam olmadan
hizmetini bırakıp gidenden hizmet etmediği günlere düşen hissenin geri
alınmaması vakfeden tarafından her günün hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis
edilmediğine göredir, diye kayıdlanmalıdır. Eğer vakfeden tarafından her günün
hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis edilmiş ise cuma ve salı günleri ders
okutmayan bir müderris için o günlerin ücretini alması kendisine helâl
olmaz.
"Cizye gibi" Yani
sene içinde ölen bir zimmîden senenin geçmiş günlerinin cizyesi kendisinden
alınmadığı gibi olur. Metinde geçen ibârenin şu mânâya da ihtimali vardır: Bir
zimmi sene içinde cizyesini verdikten sonra İslâm şerefiyle müşerref olsa veya
ölse kendisi veya vârisleri verilmiş olan cizyeyi geri
alamaz.
"Gâib olma..."
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir medrese ehline tahsis edilmiş gelir, o
medresede ilim öğrenmek için oturanlara verilir. Böyle bir medresede oturan bir
talebe gâib olsa bakılır: Şehirden ya çıkmış olur veya olmaz. Eğer şehirden
çıkarak sefer müddeti (90 km.lik) bir mesafeye gittikten sonra geri gelirse,
geçen günlerin tahsisatını alamaz. Hac için sefere gitmiş ise yine geçen
günlerin tahsisatını alamaz. Şehirden çıkarak köye gidip on beş gün ve daha çok
kalırsa bakılır: Eğer gezi için gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını
alamaz. Eğer maişetini temîn gibi zaruri bir iş için gitmiş ise orada kalma
müddeti üç ayı geçmedikçe geçen günlerin tahsisatını alır. Gâib olma müddeti üç
aydan ziyade olursa, odasını ve tahsisatını başka bir talebe alabilir. Eğer
şehirden çıkmamış ise yine bakılır: Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul ise
afvedilir ve tahsisatını alır. Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul değil ise
medreseden çıkarılması câiz olur. Maişetini temin gibi zaruri bir işi olmaksızın
köye gidip orada on beş günden az kalan talebenin tahsisatının kesilmesinde
ihtilaf vardır: Bazı fukahaya göre o talebenin tahsisatı kesilir. Bazı fukahaya
göre ise tahsisatı kesilmez. İbn-i Şahne'nin şerhinde zikredilenin hülâsası
budur;
Kınye'nin İmamet
Babında zikredilmiştir ki: bir imamın senede bir hafta kadar köydeki akrabasını
ziyaretten veya bir musibetten veyahut istirahattan dolayı vazifesini terk
etmesi âdeten ve şer'an afvolunur. Bu mesele, maişetini temin gibi şer'î bir
mazereti olmaksızın köyünde on beş günden az kalan talebenin tahsisatı kesilmez
diyen kavil üzerine mebnidir.
Eşbâh'ın elâdetü
muhakkemetün kaidesinde de zikredilmiştir.
T E N B İ H :
Hassâf'da zikredilmiştir ki; bir mütevelliye dilsizlik, körlük, delilik ve felç
gibi bir âfet arız olsa bakılır: Eğer vakfın işlerini idare edebilirse,
mütevellilikten azledilmez ve mütevellilik ücretini alır. Eğer vakfın işlerini
idare etmekten aciz olursa, hâkim tarafından azledilerek yerine başkası tayin
edilir ve aciz olduğu zamandan itibaren mütevellilik ücreti düşmüş olur. Buna
göre bir müderris hastalık gibi bir âfet kendisine arız olduğundan ders
okutamasa, vakfın tahsisatına müstahik olmaz.
"Bu tafsilât..."
Yani gâib olan talebenin şehirden çıkıp çıkmadığına, çıkmış ise sefer müddeti
gidip gitmediğine bakılması, vakfedenin şu akar şu medresede oturanlara vakıf
olsun dediğine göredir. Eğer vakfeden derse iştirak etmeyenin tahsisatı kesilsin
diye şart kılarsa, şartına riayet edilir. Yani derse katılanın tahsisatı
verilir. Derse katılmayanın tahsisatı kesilir. Bu bahsin tamamı
Bahır'dadır.
"Vazifelerde
istinâbe..." Yani imam ve müderris gibi vazife sahiplerinden birinin özrü
bulunsun veya bulunmasın yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz değildir. Fakat
buna Bahır'da itiraz edilmiştir. Şöyle ki; Hassâf: "Mütevellinin kendi yerine
vekil tâyin etmesi ve ona mütevellilik için tahsis edilen ücretten bir şey
vermesi câiz olur." diye tasrih etmiştir. İs'âf'da da böyle beyân edilmiştir.
Bu, istinâbenin cevazını tasrih gibidir. Çünkü nâib, ücretle
vekildir.
Kınye'de: "Bir imam
kendisinin bulunmadığı zamanlarda yerine imamlık yapsın diye bir kimseyi vekil
tâyin etse, eğer asıl imam senenin ekserisinde imamlık vazifesini ifa ederse,
vekil imam vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretten bir şeye müstahik
olmaz." diye yazılıdır.
Hulasa'da; "İmamın
kendi yerine vekil tâyın etmesi - bu hususta kendisine izin verilmiş olmasa
bile- câiz olur. Fakat hâkimin kendi yerine vekil tâyin etmesi câiz olmaz." diye
ifade edilmiştir.
Bahır'da Kınye'de
zikredilen şöyle hulâsa edilmiştir: Nâib, vakıfdan bir şeye müstahik olmaz.
Çünkü istihkak takrirledir. Nâib hakkında ise takrir mevcud değildir. Asıl imam
senenin ekserisinde imamlık vazifesini yapmış olursa- vakıfdan imamlık için
tahsis edilen ücretin hepsine müstahik olur.
Asıl imam, vekil
tâyin ettiği imam için hizmetine karşılık olarak her ay muayyen bir ücret tâyin
etse buna müstahik olur mu? Kınye'de bundan bahsedilmemiştir. Zâhir olan, vekil
imamın bu ücrete müstahik olmasıdır. Çünkü asıl olan imam, vekil imamı
kiralamıştır, vekil imam da kendisine verilen hizmeti yapmıştır. Müteahhirîn-i
fukahanın kavline göre, imamlık yapmağa, ders okutmağa ve Kur'ân-ı Kerîm'i
öğretmeye karşılık ücret alınması câizdir. Fetva da bunların kavli
üzerinedir.
İstinâbe câiz olmaz
diyenlerin kavline göre, asıl imam vazife yapmayıp vazifeyi vekil imam yaptığı
takdirde vazife boş geçmiş sayılacağından mütevelli imamlık için tahsis edilen
ücreti bunlardan hiç birisine vermez. Hâkimin asıl imamı azletmesi de câiz olur.
Kahire'de insanlar, istinâbenin cevazıyla amel etmektedirler ve nâîbin
bulunmasıyla vazifenin boş geçtiğini de kabul etmemektedirler. Bunu cuma bâbında
"Râcih olan kavle göre, hatibin nâib tâyin etmesi câizdir." diye geçen mesele de
te'yîd eder.
Hayrü'r-Remli
hâşiyesinde: "Kenz'in, Hidaye'nin ve bir çok metinlerin, şerhlerin, fetvaların
kaza bahsinde yukarıda geçenleri naklettikten sonra nâibliğin câiz olmasını ders
okutma gibi nâibliği kabul eden vazifeler ile kayıdlanması vâcibdir. Çünkü
öğrenme gibi nâibliği kabul etmeyen vazifelerde nâiblik câiz değildir."
demiştir.
Nâibliğin câiz
olduğu yerde nâib tayin edilenin, nâib tayin edene fazilette müsavî olması veya
ondan üstün olması veya ondan aşağı olması arasında fark
yoktur.
Müteahhirîn-i
Şâfiiyye'nin "nâib tâyin edilenin nâib tâyin edene müsavî olması veya ondan
üstün olmasıyla kayıdlamış olduklarını" gördüm. Bazı fukaha: "Nâib tâyin edilen,
nâib tâyin edenden aşağı derecede olsa bile mutlak surette câiz olur."
demişlerdir.
Yine Hayriyye'de
Bahır'da yazılı olanın hülâsası nakledildikten sonra: "Bilhassa özür bulunmakla
beraber insanların devam ede geldikleriyle amel etmek vâcib olur. Buna göre
vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin hepsi asıl vazife sahibinin olur. Nâib
ise asıl vazife sahibi tarafından tayin edilen ücreti alır." diye
zikredilmiştir. Bu, Ebussûud Efendi'nin vermiş olduğu fetvaya muhâliftir. Çünkü
Ebussûud Efendi fetvasında: "Nâib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özür
bulunması, vazifenin fetva verme ve ders okutma gibi nâibliği kabul eden cinsten
bulunması, nâibin asîle fazilette müsavî veya ondan üstün olması, vakfeden
tarafından tahsis edilen ücretin tamamının nâibin olması asîl için bir şey
verilmemesi şarttır." diye beyân etmiştir.
Biri: "Bunu
nakledip hak olan budur. Fakat Hanefî mezhebinden olan Şeyh Bedrüddîn'den
Bahır'dakinin misli ve onun hocasının hocası Hanefi mezhebinden olan Ali b.
Zahîre'den de naib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart
olduğu nakledilmiştir." demiştir.
Ben derim ki: Nâib
tâyin edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart olması için bir sebep
vardır. Ama nâibin vazifeye ehliyeti bulunduktansonra asıle fazilette müsavî
veya ondan üstün olmasının şart kılınması için bir sebep yoktur. Ancak nâibin
ehliyette asil gibi olması murad edilirse başka.
Fetâvây-ı İbn-i
Şılbî'de yazılı olan da bunu ifade etmektedir. Şöyle ki: İbn-i Şılbî'ye "Nâzır
(vakfa nezaret eden kimse) kuvvetten düşüp vakıf hususunda konuşamaz hale
gelince hayatının geri kalan kısmında vakfa nezaret etmesi için başkasına izin
verebilir mi, kendisi nezareti bırakabilir mi?" diye sorulmuş o da: "Evet,
adâletli ve ehliyetli bir şahsı yerine nâib tâyin edebilir. Fakat kendisi için
şart kılınmış olan nezareti bırakamaz. Nezaretten kendi nefsini azletse bile
azledilmiş olmaz." diye cevap vermiştir.
Vakfeden tarafından
tahsis edilen ücretin tamamı naibin olur, denilmesi Bahır'da: "Tahsis edilen
ücrete müstahik olma ancak takrirdir." diye geçen kavle münâfidir. Bilhassa
asil, senenin çoğunda vazife yapmışsa nâib tahsisatın tamamını nasıl
alabilir?
Kınye'den naklen
geçen açıktır ki; nâib hiç bir şeye müstahik olmaz, ancak asil tarafından bir
ücret tâyin edilmiş olursa ona müstahik olur. Fakat vazifeyi tek başına nâib
yapar ve vakfeden tarafından da tahsisat imamlık ve ders okutma gibi vazifeleri
bizzat yapan kimselere şart kılmış olursa, bu takdirde tahsis edilen ücrete nâib
müstahik olur.
Muhakkık Şeyh
Abdurrahman Efendi'den naklen Tenkîhu'l-Hamidiyye isimli eserimde yazdım ki:
Abdurrahman Efendi'ye "Bir camii şerifin müezzinlerine gelir tahsis edilip
vakfedenler tarafından bu gelir ezanlar ve duâlar karşılığında şart kılınmış
olup o caminin müezzinleri yerlerine nâîbler tâyin edip ezan ve duâları naibler
ifa etseler, o gelire nâibler müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet, o
gelire nâibler müstahik olur, asıl müezzinler müstahik olmazlar. Çünkü bu gelir
bizzat ezanları ve duâları okuyanlar için şart kılınmıştır." diye cevap
vermiştir.
"Bir mütevelli
vakfını kiraya verdiğinde..." Câmiu'l-Fûsuleyn'in yirmi yedinci bâbında
zikredilmiştir ki; hâkim tarafından bir kimse vasî veya mütevelli tâyin edildiği
zaman sicillât denilen hâkimin defterine vasî veya mütevelli tâyin etmeye
velâyeti bulunan hâkim tarafından fülan kimse vasî veya mütevelli tâyin
edilmiştir, diye yazılmalıdır. Eğer fülan kimse hâkim tarafından vasî tâyin
edilmiştir, kavil üzerine kısaltılmış olursa, çok defa vasî tâyin etmeye
velayeti bulunmayan hâkim tarafından tâyin edilmiş olur. Çünkü hâkimin vasî veya
mütevelli tâyin edebilmesi ancak menşûrunda (padişah tarafından hâkim tâyin
edildiğine dair kendisine verilen fermanda) vakıflarda ve yetimlerde tasarruf
etmesi açık olarak yazılmış olduğu takdirdedir. Böyle bir hâkimin tâyin ettiği
vasi veya mütevellinin vermiş olduğu hüküm, hâkimin nâibinin hükmü gibi olur.
Bundan dolayı hâkimin menşûrunda "fülan hâkime nâib ve vekil tâyin etmesi için
izin verilmiştir" diye yazılı olması lâzımdır.
METİN
= Mütevelli tâyin
etmek salahiyetinin önce vakfedene, sonra vakfedenin vasîsine, daha sonra
salahiyetli olan hâkime aid olması =
Bir vakfa mütevelli
tâyin etmek önce vakfedene aiddir. Sonra vakfedenin vasîsine aiddir. Çünkü
vasîsi onun yerine geçmektedir.
Vakfeden, bir
kimseyi yalnız vakfının işine vasî tâyin etse, Zahirü'r-rivâyete göre o kimse
vakfedenin her işinde vasîsi olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, yalnız vakıf işinde
vasîsi olur.
Bir kimse vakfında
nezareti bir şahıs için kıldıktan sonra başka bir şahsı da vasî tâyin etse, o
şahısların işleri ayrılmadıkça her ikisi de nâzır (nezâretçi) olur. Bu bahsin
tamamı İs'âf'dadır.
Bir vakıf için iki
vakıfnâme bulunup her birinde bir mütevellinin ismi yazılı olup birisinin tarihi
sonra olsa bile her ikisi mütevelli olmakta ortak olur.
Bahır.
F E R İ: Mütevelli
olmak isteyenin mütevelli tayin edilmesi layık değildir. Fakat vakfa nezaret
etmesi kendisine şart kılınan kimsenin tâlib olması bundan müstesnadır. Sanki
vakfeden onun mütevelli olmasını şart kılmış olur da o da vakfedenin şartını
yerine getirmeyi murad etmiş olur. Nehir.
Vakfedenin
ölümünden sonra mütevellilik kendisine şart kılınmış kimse de ölüp mütevelliliği
bir kimseye vasiyet etmemiş olursa, mütevelli tâyin etmek salahiyetli hakime aid
olur. Çünkü vakıfda istihkakı olanın mütevelli tayin etmeye velâyeti olmayıp
ancak mütevelli olması vardır. Nitekim yukarıda geçmiştir.
İZAH
"Mütevelli tayin
etmek..." Bahır'da beyân edildiğine göre, bir vakfa mütevelli tâyin etmek
salahiyeti hayatta olduğu müddetçe şart kılmasa bile evvela vakfedene aiddir.
Vakfeden, mütevelliyi azledebilir. İmam Ebû Yusuf'a göre, vakfedenin ölmesiyle
tâyin etmiş olduğu mütevellinin vazifesi sona ermiş olur. Ancak vakfeden hem
hayatında hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış olursa
başka.
Tatarhâniyye'de
zikredilmiştir ki; bir mescidin cemaatı mescidin işlerine bakması için bir
kimseyi ittifakla mütevelli tâyin etseler mükaddimîn-i fukahaya göre sahih olur.
Fakat efdal olan hâkimin izniyle mütevelli olmasıdır. Sonra muteahhirîn-i fukaha
ise, onun mütevelli tayin edilmiş olduğunu hâkime bildirmemek efdaldir diye
ittifak etmişlerdir. Çünkü hâkimlerin vakıf mallarında tamahları olduğu
bilinmektedir.
Kezâlik: Muayyen ve
adedleri belli kimselere yapılmış olan bir vakfa kendi içlerinden birisini
ittifakla mütevelli tâyin etseler, yine hüküm aynıdır.
Ben derim ki:
Fukaha: "Yetimin vasîsi hakkında da aynı hükmü zikredip tacirlerden birisi
yetimin malında alım-satım gibi tasarruf da bulunsa câiz olur." demişlerdir.
Hâniyye'de: "Bu istihsandır. Bununla fetva verilir." diye
yazılmıştır.
"Sonra vakfedenin
vasisine..." Yani bir vakfa mütevelli tâyin etmek vakfedenden sonra vakfedenin
vasîsine aiddir. Hatta vakfeden ölürken bir kimseyi vasî tâyin edip vakıf
işinden bahsetmese, vakfın velâyeti de vasiye aid olmuş
olur.
"O şahısların
işleri ayrılmadıkça..." Eğer o şahısların işleri ayrılmış olursa, şöyle ki: Bir
kimse: "Şu arazimi fülan cihete vakfettim ve fülan şahsı ona mütevelli tayin
ettim. Fülan şahsı da terekeme ve bütün işlerime vasi tayin ettim" dese, bu
takdirde o şahıslardan her biri kendisine verilen işlerde tek başına olmuş olur.
İs'af.
Galiba bunun vechi;
bir meclisde o şahıslardan her birinin ayrı ayrı işlere tayin edilmesi tâyin
edenin bütün işlerinde ortak olmayacaklarına karinedir. Fakat Zahire'den naklen
Enfeu'l Vesail'de zikredilmiştir ki: bir kimse ölürken vakfına bir şahsı ve
çocuklarına da başka bir şahsı vasi tayin etse, İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a
göre, o şahıslardan her biri o kimsenin bütün işlerinde vasisi olmuş
olur.
Bir kimse iki
akarından birisini bir kavme, diğerini de başka bir kavme vakfedip her birine
bir mütevelli tâyin ettikten sonra Zeyd'i de vasî tâyin etse, Zeyd de o iki
mütevelli ile beraber mütevelli olmuş olur. Zeyd de Amr'i vasî tayin etse, Zeyd
için sâbit olan haklar aynen Amr için de sâbit olmuş olur. Çünkü vasinin vasîsi
vakfedenin vasîsi yerindedir. Hatta vasînin vasîsi vakfedenin tâyin ettiği
mütevelli ile mütevellilikte ortak olur.
Tatarhâniyye'nin
Edebü'l-Evsıyâ bahsinde: "Bir kimse bir şahsı vasî tâyin ettikten bir müddet
sonra başka bir şahsı da vasî tayin etse, bu şahıslardan her biri o kimsenin
malında tasarruf etmek hususunda vasîsi olur. O kimse gerek ilk tayin ettiği
vasîsini hatırlasın, gerekse hatırlamasın müsavîdir. Çünkü biz Hanefîlere göre,
bir vasîyi, vasi tâyin eden kimse vasîlikten azletmedikçe kendiliğinden
azledilmiş olmaz. Hatta iki vasî arasında bir sene veya daha çok müddet bulunsa
bile ilk vasî vasilikten azledilmiş olmaz." diye
zikredilmiştir.
Kınye'de beyân
edilmiştir ki; hâkim mütevellisi bulunan bir vakfa başka bir mütevelli tâyin
etse bakılır: Eğer birinci mütevelliyi vakfeden tâyin etmişse, ikinci mütevelli
ile azledilmiş olmaz. Eğer birinci mütevelliyi de hakim tayin edip bunu bildiği
halde ikinci mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur. Buna
göre, ikinci mütevelliyi vakfedenin tâyin etmesiyle hâkimin tâyin etmesi
arasında fark vardır. Vakfeden tâyin ederse, ikinci mütevelli birinci mütevelli
ile mütevelli olmakta ortak olur. Hâkim birinci mütevelliyi bildiği halde ikinci
mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş
olur.
"Vakfedenin
ölümünden sonra..." Şârih, vakfedenin ölmesiyle kayıdlamıştır. Çünkü vakfedenin
hayatında tâyin ettiği mütevelli ölse, Mücteba sahibi: "Yeniden mütevelli tâyin
etmek salahiyeti vakfedene aid olur." demiştir. İmam Muhammed Siyer-i Kebirinde:
"Mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye
zikretmiştir.
Fetâvây-ı Suğra'da:
"Mütevelli tâyin etmek salahiyeti vakfedene aiddir. Hâkime aid değildir.
Vakfeden ölmüşse bakılır: Eğer vakfedenin vasîsi varsa, mütevelli tâyin etmeye
hâkimden evlâdır. Eğer vasîsi yoksa mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid
olur." diye yazılıdır. Buna göre bir vakfın mütevellisi varken, hâkim o vakıfda
tasarruf da bulunmaya mâlik olamaz.
Bahır'da beyân
edildiğine göre hâkimin velâyeti, mütevellilik kendisine şart kılınan kimseden
ve şart kılınan kimsenin vasîsinden "sonra gelir. Artık vakfeden, vakfında
takrîri mütevelliye şart kılmış ise o vakıfdaki vazifelerde hâkimin takriri
sahih olmaz. Remlî Hayrüddîn ile Allâme Kâsım bununla fetva vermişlerdir. Fakat
bu, Kahire'de vâki olana muhâliftir.
T E N B İ H :
Vakfedenin ölmesiyle tâyin etmiş olduğu mütevellisi azledilmiş olur. Fakat
vakfeden hem hayatında, hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart
kılmış ise azledilmiş olmaz.
Kınye'de
zikredilmiştir ki; hâkimin tâyin etmiş olduğu mütevelli, hâkimin azledilmesiyle
azledilmiş olmaz.
METİN
Vakfedenin
akrabasından mütevelli olmaya salahiyetli bir kimse bulundukça dışardan
mütevelli tâyin edilemez. Çünkü akrabası vakıf hakkında yabancılardan daha çok
alaka gösterir ve vakfedene daha şefkatli olur. Vakfedenin maksadı vakfın
akrabalarına nisbet edilmesidir.
Bir mütevelli
hayatta ve sıhhatta iken kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmek istese
bakılır: Eğer kendisine mütevellilik umûmi surette bırakılmış ise yerine
başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olur. Sonra onun azline mâlik olamaz.
Ancak vakfeden, mütevelliliği başkasına bırakmak ve onu azletmek hakkını
mütevelliye şart kılmış olursa, bu takdirde azle mâlik olur. Eğer kendisine
mütevellilik umûmi surette bırakılmamış ise, sıhhat halinde yerine başkasını
mütevelli tâyin ederse sahih olmaz. Ölüm hastalığında tâyin ederse sahih
olur.
Mütevelli için
azletmek ve yerine başkasını mütevelli tâyin etmek vasî tâyin etmek gibi
olmalıdır.
Eşbâh sahibine;
"Bir vakfın mütevelliliği muayyen bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra
mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine
başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, mütevelli tâyin etme velâyeti
hâkime intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "Sıhhat halinde tâyin etmişse
intikal eder. Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça
intikal etmez. Çünkü tâyin edilen, tâyin edenin yerine geçmiştir." diye cevap
vermiştir.
Yine Eşbah
sahibine, "Vakfeden vakfının gelirinden muayyen bir mikdar gelir verilmesini
şart kılıp ondan sonra o mikdarın fakirlere verilmesini şart kıldığı halde o
kimse o mikdarı başka birisine bıraktıktan sonra ölse, o mîkdar fakirlere
intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "intikal eder" diye
cevapvermiştir.
Eşbâh'da
zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile
fetva verilir. Eşbah sahibi: "Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı
azledebilir mi? Bunun hükmünü göremedim." demiştir.
Vakfeden kimse
vakfına mütevelli tâyin etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye
mâlik olamaz.
Bir mütevelli kendi
nefsini mütevellilikten azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur;
bilmezse sahih olmaz.
İZAH
"Salahiyetli bir
kimse bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir:
Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve
kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez.
Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli
tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse,
mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.
Vakfeden,
mütevellinin kendi çocuklarından ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim,
hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet
tâyin ederse, tâyin ettiği kimse mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu
hâin olursa yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden
mütevelliliği kendi nefsi için şart kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden
dolayı azledilip yerine sâlih bir kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası
hıyanetinden dolayı evleviyetle azledilir.
Camiu'l-Fûsuleyn.
T E N B İ H :
Vakfedenin komşularından ve akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak
kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli
hakkında menfaatli ve faydalı olanı göz önüne alır.
Fetih'de: "Bir
mütevellinin vakıf işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi
ve onu azletmesi câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli
tâyin etmek salahiyeti, hâkime aid olur." diye
zikredilmiştir.
T E N B i H :
Fukaha: "Bir kimsenin uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi
başkasına ferağı (bırakıp terk etmesi) sahihdir." diye
açıklamışlardır.
Allâme Kâsım:
"Vazifesini başkasına bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o
vazife kendisine bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye
fetva vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi
lâzımdır." demiştir.
Bir kimse
uhdesindeki mütevellilik gibi bir vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip
hâkim de o vazifeyi o şahsa takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden
azletmiş, hâkimin takririyle o şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş
olur.
Metindeki Eşbâh
sahibinin: "Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça
intikal etmez. Çünkü tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş
olduğu cevabı reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye
şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart
kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra
ölse, gerek sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin
tâyini sahih olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek
salahiyetinin hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine
başkasını bırakmasına izin vermemiştir.
Kezâ: Hamevî: "O
kimse ölüm hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi
sahih olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib
olur. Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla
amel etmemiştir." demiştir.
Ben derim ki:
Evkaf-ı Hilâl'den naklen Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına
Abdullah'ın, ondan sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken
o vakfın mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile
beraber mütevelli olamaz.
Allame Hânuti: "Bir
kimse vakfına evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli
olmasını şart kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse,
o, mütevelli olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana
mütevellilik intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı
Fetvâsındadır.
Şeyh İsmail
Fetavâsında: "Vakfedenin şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik
sahih olmaz. Artık bir vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart
kılınıp erşed ölürken mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir
olduğundan hakim erşed olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva
vermiştir.
"Vakfeden mutlak
surette mütevelliyi azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya
bulunmasın vakfeden vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın
müsâvidir. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir.
İmam Muhammed'e göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin
vekili olmayıp fakirlerin vekilidir.
"Bu kavil ile fetva
verilir." Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin
beyânına göre, fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf
nâmesinde mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım
Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i Nüceym
Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar
olmasındadır." demiştir.
Ben derim ki: Bu
ihtilâf, bir vakfın mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri
gelmektedir. İmam Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye
teslim edilmesi şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet
hakkı kalmaz, ancak şartta bâki kalır. İmamvermiştir.
Eşbâh'da
zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile
fetva verilir. Eşbah sahibi: "Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı
azledebilir mi? Bunun hükmünü göremedim." demiştir.
Vakfeden kimse
vakfına mütevelli tâyin etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye
mâlik olamaz.
Bir mütevelli kendi
nefsini mütevellilikten azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur;
bilmezse sahih olmaz.
İZAH
"Salahiyetli bir
kimse bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir:
Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve
kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez.
Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli
tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse,
mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.
Vakfeden,
mütevellinin kendi çocuklarından ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim,
hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet
tâyin ederse, tâyin ettiği kimse mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu
hâin olursa yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden
mütevelliliği kendi nefsi için şart kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden
dolayı azledilip yerine sâlih bir kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası
hıyanetinden dolayı evleviyetle azledilir.
Camiu'l-Fûsuleyn.
T E N B İ H :
Vakfedenin komşularından ve akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak
kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli
hakkında menfaatli ve faydalı olanı göz önüne alır.
Fetih'de: "Bir
mütevellinin vakıf işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi
ve onu azletmesi câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli
tâyin etmek salahiyeti, hâkime aid olur." diye
zikredilmiştir.
T E N B i H :
Fukaha: "Bir kimsenin uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi
başkasına ferağı (bırakıp terk etmesi) sahihdir." diye
açıklamışlardır.
Allâme Kâsım:
"Vazifesini başkasına bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o
vazife kendisine bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye
fetva vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi
lâzımdır." demiştir.
Bir kimse
uhdesindeki mütevellilik gibi bir vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip
hâkim de o vazifeyi o şahsa takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden
azletmiş, hâkimin takririyle o şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş
olur.
Metindeki Eşbâh
sahibinin: "Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça
intikal etmez. Çünkü tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş
olduğu cevabı reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye
şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart
kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra
ölse, gerek sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin
tâyini sahih olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek
salahiyetinin hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine
başkasını bırakmasına izin vermemiştir.
Kezâ: Hamevî: "O
kimse ölüm hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi
sahih olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib
olur. Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla
amel etmemiştir." demiştir.
Ben derim ki:
Evkaf-ı Hilâl'den naklen Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına
Abdullah'ın, ondan sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken
o vakfın mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile
beraber mütevelli olamaz.
Allame Hânuti: "Bir
kimse vakfına evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli
olmasını şart kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse,
o, mütevelli olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana
mütevellilik intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı
Fetvâsındadır.
Şeyh İsmail
Fetavâsında: "Vakfedenin şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik
sahih olmaz. Artık bir vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart
kılınıp erşed ölürken mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir
olduğundan hakim erşed olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva
vermiştir.
"Vakfeden mutlak
surette mütevelliyi azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya
bulunmasın vakfeden vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın
müsâvidir. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir.
İmam Muhammed'e göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin
vekili olmayıp fakirlerin vekilidir.
"Bu kavil ile fetva
verilir." Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin
beyânına göre, fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf
nâmesinde mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım
Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i Nüceym
Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar
olmasındadır." demiştir.
Ben derim ki: Bu
ihtilâf, bir vakfın mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri
gelmektedir. İmam Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye
teslim edilmesi şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet
hakkı kalmaz, ancak şartta bâki kalır. İmam"Şer'i bir hüccet ibraz etse..." Yani
o hanenin vakıf olduğu yazılı şer'î bir mektup gösterip mektubun aslı eski
kadıların sicillât denilen defterinde yazılı olsa bu mektup kabul edilir. Şer'î
mektup hasmın elinde bulunsa bile kabul edilir. Yeni tâyin edilen kadılar, eski
kadıların mektuplarıyla amel ederler. Fukahanın bu kavilleri eski vakıflara
mahsustur. Kınye, Hindiyye.
"Bu mesele..." Yani
bir kimse kendi tarafından tamam olan bir şeyi bozmaya çalışırsa çalışması
reddedilir. Ancak yedi meselede reddedilmez. Eşbâh'da bu yedi mesele dokuz
mesele olarak zikredilmiştir.
Birincisi: Bir
kimse bir köle satın alıp teslim aldıktan sonra: "Satan şahıs bu köleyi bana
satmadan önce gâib olan fülan zata şu kadar meblağa satmıştır" diye dâvâ edip
şâhid getirse, dâvâsı kabul edilir.
İkincisi: Bir kimse
cariyesini bir şahsa hibe edip o şahıs cariyeyi ümm-i veled kıldıktan sonra hibe
eden kimse cariyenin müdebbere veya ümm-i veled olduğunu dâvâ edip isbat etse,
dâvası kabul edilir. Cariyeyi geri alır ve ukru (cariyenin mihrini) da alır.
Çünkü hürriyet hakkındaki tenâkuz dâvânın sahih olmasına mâni
değildir.
Üçüncüsü: Bir kimse
kölesini sattıktan sonra onu âzâd etmiş olduğuna dâva etse, dâvâsı kabul edilir.
Fetih'de: "Hürriyette tenâkuz zarar vermez." diye
zikredilmiştir.
Dördüncüsü: Bir
kimse bir arazi satın aldıktan sonra "satan şahıs onu mezarlık veya mescid
kılmıştır" diye dâvâ etse, dâvâsı kabul edilir.
Beşincisi: Bir
kimse bir köle satın aldıktan sonra "satan şahıs onu azâd etmiştir" diye dâva
edip isbat etse, dâvâsı kabul edilir.
Altıncısı: Bir
kimse bir akar satıp sonra "o akar vakıfdır" diye dâva edip isbat etse, dâvâsı
kabul edilir.
Yedincisi: Bir baba
çocuğunun malını sattıktan sonra gabn-i fâhişe (pek noksana) sattığını davâ
etse, dâvâsı kabul edilir.
Sekizincisi: Vasî,
sattıktan sonra gabn-i fahişle sattığını dâvâ etse, kabul
edilir.
Dokuzuncusu :
Mütevellinin gabn-i fahiş dâvâsıdır.
"Allah-ü Teâlâ'nın
hakkı olan vakıf hakkındadır." Yani ilk baştan fakirlere yapılan vakıf Allah-ü
Teâlâ'nın hakkıdır.
"Satanın dâvâsı ve
şâhidi..." Yani bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar vakıfdır"
diye dâvâ edip şâhid getirse, şâhidle isbat edilen bir dâvâ kabul edilir. Ama
şâhidsiz dâvâ kabul edilmez. Hatta satın alan şahsa yemin ettirilemez. Nitekim
yukarıda geçmiştir.
Velhâsıl; Mu'temed
olan kavle göre, dâvâsız şahâdet kabul edilir.
Fetâvây-ı
Hayriyye'de beyân edildiğine göre sattığı akarın vakıf olduğunu dâvâ edenin
dâvâsı kabul edilmez. Fakat dâvâsını şahidle isbat ederse, bunda fukaha ihtilaf
etmişlerdir. Esah olan kavle göre, şâhidle isbat edilen dâva kabul edilir.
Hulâsa ve diğer bir çok fıkıh kitablarında bu kavlin sahih olduğu beyân edilip:
"Vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkıdır, bunda dâvâsız şahâdet kabul edilir." diye
sebebi açıklanmıştır
Ben derim ki: Bana
zâhir olan bu meselede tafsilât vardır: Bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan
sonra "bu akar bana vakfedilmiştir" diyerek akarın kendisine vakfedilmiş
olduğunu dâvâ edip şâhid getirirse, asıl vakfı isbat için şahidi kabul edilir.
Fakat dâvâsı sahih olmadığından kendisine o vakfın gelîrînden bir şey verilmez.
Nitekim dâvâsız şahadetin kabul edildiği yukarıda geçmiştir. Asıl vakfın sübûtu
dâvâya muhtaç olmaz. Fakat bir vakfın gelirinde sehmi bulunduğunu iddia eden
kimse dâva edip isbat etmedikçe kendisine o vakfın gelirinden bir şey verilmez.
Satan kimsenin vakıfdır, diye dâvâ ettiği akarda hissesi bulunursa, dâvâsında
tenâkuz bulunduğundan kabul edilmez. Ama hissesi bulunmayan bir kimse satmış
olduğu akarın vakıf olduğunu dâvâ ederse, dâvâsında tenâkuz bulunmadığından
kabul edilir. Satılan akar fakirlere veya mescide vakfedilmiş olursa, dâvâ eden
isterse satan olsun, isterse başkası olsun şâhidi kabul edilir ve o akarın vakıf
olduğu sabit olur.
T E N B İ H : Bir
kimse bir hane satın aldıktan sonra o hanenin vakıf olduğunu dâvâ etse -satan
mütevelli ise onun aleyhine- dâvâsı kabul edilir, mütevelli değil ise kadı bir
mütevelli tayin eder. Ebû Cafer'in kavline göre, davâda tenâkuz bulunduğundan
mütevelliden başkasının aleyhine kabul edilmez ise de dâvâsız şahadet kabul
edilir. Bu bahsin tamamı Fetavây-ı Hayriyye'dedir.
Bir kimse mescid
veya medrese yapılması için hazırlanmış bir yere vakfetse, vakıf sahih olur.
Fakat yapılması düşünülüp henüz yeri hazırlanmamış bir mescide vakfedilirse
vakıf sahih olmaz. Dımaşk Müftüsü Abdurrahman Efendi'l-İmâdi bununla fetva
vermiştir.
"Geliri Zeyd'in
evlâdı oluncaya yahut mescid veya medrese yapılıncaya kadar fakirlere sarf
edilir."
Ben derim ki: Bu
vakfa, gelirin ilk sarf edileceği mahal, kesilmiş vakıf
denir.
Haniyye'de
zikredilmiştir ki; bir kimse "şu arazim vakfedilmiş bir sadakadır doğacak
evlâdıma" deyip evlâdı doğmadan vakfın mahsûlü yetişmiş olsa fakirlere taksim
edilir. Taksim edildikten sonra evladı olsa, bundan sonra hâsıl olacak gelir ona
sarf edilir. Çünkü o kimsenin "vakfedilmiş bir sadakadır" sözüyle o arazi
fakirlere vakfedilmiştir" Doğacak evlâdıma" ifadesi ise istisna içindir. Sanki o
kimse "şu arazim fakirlere vakıftır, ancak evladım doğacak olursa onun geliri
evladım hayatta olduğu müddetçe ona sarf edilecektir" demiş
olur.
İs'âf'da: "Bir
kimse: Şu arazimi evlâdıma vakfettim, deyip evlâdı bulunmayıp oğlunun evlâdı
bulunsa, kendi sulbi evlâdı doğuncaya kadar o vakfın geliri oğlunun evlâdına
sarf edilir." diye beyân edilmiştir,
Bazen vakfın
gelirinin sarf edileceği orta mahal kesilmiş olur. Meselâ: bir kimse: "Şu
arazimi iki evlâdıma sonra onların nesillerine vakfettim" dese, İbn-i Fazl'a
göre iki evlattan biri ölüp geride evlât bıraksa, o vakfın gelirinin yarısı
hayatta kalana, yarısı da fakirlere sarf edilir. Diğer evlâd da ölünce gelirin
hepsi vakfedenin evlâdının evlâdına sarf edilir. Çünkü vakfedenin şartına riayet
etmek lâzımdır. Vakfeden vakfının gelirinin birinci batından hiç bir kimse
kalmadıktan sonra evlâdının evlâdına sarf edilmesini şart kılmıştır. İki
evlâddan biri ölünce vakfın gelirinin yarısı fakirlere sarf edilir.
Hâniyye.
METİN
F Ü R Û: Fetva için
müracaat edilen yeni ve mühim bir mesele ortaya çıkmıştır.
"Sultan bir araziyi
bir sâkıyeye irsad edip haracını onun tamiri gibi külfeti için kıldıktan bir
müddet sonra sâkıyenin gittiği belde harap olup sâkıyeye ihtiyaç kalmadığından
sultanın vekili o araziyi mülk olan başka bir sâkıyeye nakletse, bu nakil sahih
olur mu?" diye sorulmaktadır.
Bazı Şâfii
fukahası: "Mülke yapılan irsâd mâlikine irsaddır." diye cevap vermişlerdir. Yani
vekilin o araziyi nakli sahih olur. Bu takdirde kendisine irsâd edilen kimseye o
araziyi eskiden beri idare edildiği şekilde idare etmesi lâzım gelir. Çünkü
Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir havuz harap olsa, onun vakıfları başka bir havuza
sarf edilir.
İçinde müteaddid
odalar bulunan büyük bir hane sahibi odalardan birini âzâdlısı olan fülana,
diğer odaları da çocuklarına ve torunlarına, onların nesli kesildikten sonra
âzâdlılara vakfedip bir müddet sonra o vakıf odalar âzâdlılara kalsa, daha önce
kendisine bir oda vakfedilen âzâdlı, ikinci âzâdlılara dahil olur mu? Zahîre'de
zikredilen hilâfdan alınarak bu hususta verilen fetvalar muhteliftir. Fakat
Hâniyye'de beyân edildiğine göre, bir kimse malının bir miktarını bir şahsa,
diğer mikdarını da fakirlere vasiyyet edip kendisine vasiyyet edilen şahıs
muhtaç olsa, fakirlerin hissesinden ona verilir mi? Bu meselede fukahanın
ihtilâfı vardır. Esah olan kavle göre verilir.
Bir kimse avlusunda
meyveli ağaç bulunan vakıf bir haneyi kiralasa, o ağaçların meyvasından yemesi
kendisine helâl olur mu? Zâhir olan, vakfedenin şartı bilinmezse, o ağaçların
meyvalarından yiyemez.
Hâvî'de
zikredilmiştir ki; bir kimse mescidin bahçesine meyve veren ağaçlar dikse
bakılır: Eğer o ağaçları sebil olarak dikmişse her Müslüman'ın ondan yemesi
câizdir. Eğer sebil olarak dikmeyip mescid için dikmiş veya niçin dikmiş olduğu
bilinmezse, bu ağaçların meyvaları satılıp mescidin ihtiyaçlarına sarf
edilir.
Fukahanın
"vakfedenin şartı, Şâri'in nassı gibidir" kavillerinin mânâsı, söylenen lâfızdan
mânânın anlaşılıp lâfzın ona delâleti ve kendisiyle amel etmenin vâcib olması
demektir.
Buna göre, vakıfta
ücret karşılığında hizmet eden kimsenin hizmet etmesi veya ücreti hizmet edene
terk etmesi vâcib olur. Eğer kendisi hizmet etmez, ücreti de hizmet eden kimseye
bırakmazsa ve bilhassa hizmeti terk etmesiyle tamamıyla vazife yapılmayacak
olursa günâhkar olur. Nehir.
İZAH
"İrsâd edip ilh..."
İrşad: Sultanın beytülmala aid olan bir araziyi beytülmaldan çıkarıp müayyen bir
cihete tâyin ve tahsis etmesidir. İrsâd, hakikat de vakıf değildir. Çünkü sultan
o araziye mâlik değildir. Vakfedilen şeyin vakıf zamanında vakfedenin malı
bulunması şarttır.
"Vekilin o sâkıyeyi
nakli sahih olur." Hulasada zikredilmiştir ki; bir mescid veya bir havuz harap
olup etrafındaki haneler de dağıldığından onlara ihtiyaç kalmasa mescidin
vakıfları başka mescide havuzun vakıfları ise başka havuza sarf
edilir.
Sakıye: Su dolabı
su arkı ve su kanalı demektir.
Hasılı: Bizim
Hanefî mezhebine göre, kendisine vakfedilmiş mahal harap olunca vakfı, aynı
cinsden olan mahalle sarf edilir. Meselâ; bir mescid harap olup kendisine
ihtiyaç kalmadığında vakıfları başka bir mescide sarf edilir. Bir havuz harap
olup kendisine ihtiyaç kalmadığında vakıfları başka bir havuza sarf edilir.
irsâd da vakıf gibidir.
Sultan, beytülmala
aid olan bir araziyi bir sakiyeye tahsis ettikten bir müddet sonra sâkiyenin
gittiği belde bir müddet sonra harap olup sakiyeye ihtiyaç kalmadığından
sultanın vekili o sâkiyeye tahsis edilen araziyi mülk olan başka bir sâkiyeye
nakletse, nakil sahih olur. O arazi ikinci sakiyenin mâlikine tahsis edilmiş
olur. Ama mülk sahibi tahsis edilen arazinin gelirinden istifade edemez. O
tahsis edilen arazinin gelirini eskiden olduğu gibi yine su temini için sarf
eder. Buna göre o arazinin haracı hem o mülk olan sâkiyeye hem de başka
sâkiyelere sarf edilir.
"Zahire'de
zikredilen hilafdan alınarak..." Zahire'de zikredilen hilaf şudur: Bir kimse bir
arazisini vakfedip gelirinin yarısını kendi akrabasının fakirlere, diğer
yarısını da akrabası olmayan yoksullara şart kılıp sonra kendi akrabasının
fakirleri muhtaç olsalar, onlara yoksulların hisselerinden bir şey verilir mi?
Hilâl "verilmez" demiştir. Bazı fukaha "verilir demişlerdir.
Nehir.
Hâniyye'de
zikredilmiştir ki; bir kimse bir akarının gelirinin yarısını oğlu Zeyd'e, diğer
yarısını da hayatta olduğu müddetçe karısına, o öldükten sonra çocuklarına
vakfedip bir müddet sonra karısı ölüp onun hissesi çocuklarına kalsa, o akarın
gelirinin yarısı Zeyd'in diğer yarısı da çocukların olur. Zeyd, çocuklara kalan
yarı hisseden de pay alır. Çünkü vakfeden kimse, karısının ölümünden sonra onun
hissesini çocuklarına vakfetmiştir. Zeyd de çocuklarından
birisidir.
Hâvi'de: "Vakıf
olan bir hanenin avlusunda meyve veren ağaçlar bulunup bu ağaçlar hakkında
vakfedenin şartı bilinmese mütevelli o ağaçlarınmeyvelerini satar, parasını
vakfın ihtiyaçlarına sarf eder. O hanede kira ile oturan kimsenin o ağaçların
meyvelerinden yemesi câiz olmaz." diye yazılıdır. Mütevelli ağaçların
kendilerini satamaz. Çünkü Zahîre'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki: vakıf
bir hanenin bahçesinde vakıf ağaçlar bulunsa, o hane harap olduğunda mütevelli
ağaçları satıp haneyi tamir edemez. O haneyi kirasına mahsuben tamir etmek üzere
bir kimseye kiraya verir. Tamir masrafı kiradan ödenince, o hanenin geliri yine
kendilerine vakfedilenlere sarf edilir. O halde vakıf ağaçların harap olan
hanenin tamiri için satılması câiz olmayınca, hane mamur iken satılması
kesinlikle câiz olmaz.
Bundan
anlaşılmıştır ki; bizim meselemizdeki ağaçlar musakat (bir taraftan ağaçlar,
diğer taraftan onlara bakmak ve elde edilecek meyveleri aralarında anlaştıkları
nisbet dahilinde taksim edilmek üzere yapılan bir çeşit şirkettir) yoluyla
kiracıya verilir. İs'âf'da: "Vakıf bir arazideki ağaçların elde edilecek
meyveler yarı yarıya taksim edilmek üzere ortağa verilmesi câizdir." diye
zikredilmiştir.
Bahır'ın
ibâresinden anlaşılmıştır ki; vakıf bir hanede bulunan ağaçlar, hanenin kiraya
verilmesinin sahih olmasına mani olmaz. Çünkü hane içinde oturulmak için
kiralanır.