06 Ekim 2012

VAKIF BAHSİ-İKİNCİ BÖLÜM

VAKIF BAHSİ-İKİNCİ BÖLÜM
Mürtedin vakfında iki suret vardır.
Birinci suret: Bir kimse bir mülkünü vakfettikten sonra -Allah-u Teâlâ'ya sığınırız- mürted olsa vakfı bâtıl olur, İslâmiyet'e geri dönse, o mülkünü yeniden vakfetmedikçe o mülk kendiliğinden vakfa dönmez. Çünkü mürtetlik bütün iyi amelleri iptal eder. İbn-i şahne: "Mürtedlik, iyi amellerin sevâbını iptal eder, fakirlerin hakkına tallûk eden şeyi iptal etmez." demiştir. Şürunbulâlî, İbn-i Şahne'ye: "Fakirlere yapılan vakıflar kurbet ve tâat olduğu için bunlar da bâtıl olur." diye cevap vermiştir.
"Ben derim ki: Şürunbulâli'nin cevabı sualin karşılığı değildir. Çünkü bir mülk muayyen kimselere vakfedildiğinde kurbet ve tâat olmaz. Sahih cevap: Fakirlere yapılan bir vakıf, mürtedlik haline kadar kurbet ve tâat olarak bâkîdir. Mürtedlik, yakın olduğu kurbet ve tâatı ibtal eder. Nitekim bir kimse namaz kılarken veya oruç tutarken mürted olsa, o namaz ile o orucun kendileri bâtıl olur. Fakat namazı kıldıktan veya orucu tuttuktan sonra mürted olsa, ibâdetlerin kendileri bâtıl olmayıp yalnız sevâpları bâtıl olur. Fakirlerin hakları ise yalnız sadakadır. Vakfın mânası olan tasadduk bâtıl olunca, fakirlerin haklarını her ne kadar kasden ibtal etmek mümkün değil ise de onların hakları zımnen batıl olur. Nitekim harap olup hiç bir suretle kendisinden istifade edilemeyen vakıfdaki hakları bâtıl olduğu gibi.
İkinci suret: Bir erkek mürted iken bir mülkünü vakfetse, İmam-ı Azam'a göre vakfı durdurulur. Eğer İslamiyet'e dönerse vakfı sahih olur. Eğer ölür veya öldürülür veya dar-ı harbe kaçtığına hükmedilirse vakfı batıl olur. Bu ikinci suret hakkında İmam Ebû Yusuf'tan hiç bir rivâyet yoktur. İmam Muhammed'e göre, dinlerine intikal ettiği kavimden câiz olan ondan da câiz olur.
Bir kadın mürted iken bir mülkünü vakfetse vakfı sahih olur. Çünkü o, mürted olmasından dolayı öldürülmez. Eğer mürted kadın mülkünü hac veya umre yapılması için vakfederse, vakfı sahih olmaz. Vehbâniyye Şerhi.
FASIL
METİN
= Vakfın icareye verilmesi hususunda vakfedenin şartına riayet edilmesi beyânında =
Bir vakfın icareye verilmesi hususunda vakfedenin şartına riayet edilir. Mütevelli bir vakfı şart kılınan müddetten ziyade müddetle icareye veremez. Hâkim verebilir. Çünkü hâkimin fakir, gâib ve ölüleri gözetme velâyeti vardır. Eğer vakfeden vakfının icareye verilme müddetini tâyin etmemiş olursa, bazı fukahaya göre mutlak olarak bırakılıp bir müddetle kayıdlanmaz. Mütevelli bir seneden ziyade müddetle icareye verebilir. Bazı fukahaya göre, hane olsun arazi olsun bir sene müddetle kayıdlanır. Hanede bir sene, arazide üç ile fetva verilir. Ancak menfaat bunun hilâfına olursa, o vakit bunun hilafıyla fetva verilir. Bu icare müddeti zaman ve yerin değişmesiyle değişir.
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın uzun müddet icareye verilmesine ihtiyaç duyulursa çaresi: Müteaddid akidler ile akid yapılır. Birinci akid zamanında yapıldığından lâzım, diğer akidler gelecek zamana nisbet edilmiş olduğundan lâzım olmaz.
Şârih der ki; Fakîh Ebû Cafer: "İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle yapılan icare akdinin batıl olması üzerinedir." demiştir. Bunu Kirmâni on dokuzuncu babda zikretmiştir. Kudûrî Efendi de bunu ikrar etmiştir. İcâre bahsinde gelecektir.
Bir vakıf, ecr-i misliyle icareye verilebilir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse icareye vermiş olsa bile ecr-i mislinden noksana veremez. Ancak pek az bir noksanla veya insanların rağbeti ecr-i mislinden noksana olursa, olur. Eşbah.
Vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedelleri düşse, vakfa zarar geleceğinden kira akdi bozulmaz. Eğer kira bedelleri pek ziyade artsa, bazı fukaha: "Esah olan kavle göre, icare akdi bozulup yeniden ecr-i misliyle icare akdi yapılır." Demişlerdir.
Eşbah'da zikredilmiştir ki; kirada olan bir vakfın kira bedeli - bir kimse tarafından artırılmaksızın- kendiliğinden artmış olsa, mütevelli kira akdini bozar. Bununla fetva verilir. Mütevelli kira akdini bozmadıkça eski kira bedelini alır.
Bazı fukaha ise: "Kira bedelinin artmasıyla mütevelli icare akdini bozup yeniden ecr-i misliyle icare akdi yapamaz. Nitekim bir kimse, kiracıya zarar vermek için vakfı daha ziyade kira bedeliyle kiralamaya tâlip olsa, buna itibar edilip icare akdinin bozulmadığı gibi." demişlerdir. Bu mesele icare bahsinde gelecektir.
Ecr-i misliyle kiraya verilmiş bir vakfın kira müddeti içinde ecr-i misIi pek ziyade artıp mütevelli icare akdini bozsa, kiracı artan miktarı vermeyi kabul ederse, başka taliblerden evla olur.
Bir vakfın geliri veya süknâsi (içinde oturması) muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye vermeye gasbedildiğinde dâvâ etmeye ancak mütevelli olmasıyla veya hakimin izin vermesiyle mâlik olur. Fetva bu kavil üzerinedir. Çünkü onun hakkı vakfın gelirindedir, aynında değildir. Vakfın gelirinde istihkakı olan kimse vakfın kendisinde oturabilir mi? Vehbaniyye'de "oturamaz" diye cevap verilmiştir. Şürunbulâlî Vehbâniyye şerhinde "oturabilir" diye cevap vermiştir.
İZAH
Vakfedenin icare ve diğer hususlardaki şartlarına riayet edilir. Fürû bahsinde gelecektir ki, vakfedenin şartı Şâri'in nassı gibidir. Fakat yukarıda geçtiği üzere on meselede vakfedenin şartına riayet edilmez. Vakfeden bir kimse, vakfının bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılıp insanlar da bir sene müddetle kiraya rağbet etmeseler, bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesi fakirler için daha menfaatli olsa bilemütevelli o vakfı bir seneden ziyade müddetle kiraya veremez. Ancak o vakfı bir seneden ziyade müddetle kiraya vermesi için hâkime müracaat eder. Çünkü hâkimin fakir, gâib ve ölmüş kimseleri gözetme velayeti vardır. Eğer vakfeden bir kimse vakfının bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılmazsa, mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz bir seneden ziyade müddetle kiraya verebilir.
Kezâ: Bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmemesini şart kılan kimse "bir seneden ziyade müddetle kiraya verilmesinde fakirlerin menfaatı bulunursa müstesnadır" derse, yine mütevelli o vakfı hâkimden izinsiz olarak bir seneden ziyade müddetle kiraya verebilir. Minah, İs'âf.
Salâhiyetti bir hakim, vakıflara nezaret eder. Buluntu bir malı, gâib olup ölü veya diri olduğu bilinmeyen bir kimsenin malını, ölen bir kimsenin vârisi veya vasisi çıkıncaya kadar hıfzeder. Vakfıyede icareye verilme müddeti tâyin edilmemiş bir vakıf, bir seneden ziyade müddetle icareye verilemez. Çünkü bir vakfın uzun müddet icareye verilmesi vakfın iptaline vardırır. Zira kiracıyı o mülkte uzun zaman mâliklerin tasarrufu gibi tasarruf ettiğini görenler onun mülke mâlik olduğunu zannederler.
Vakıf bir araziden ancak iki veya üç seneden bir mahsul elde edilecek olursa, o kadar müddetle kiraya verilir.
Muhtar olan kavle göre, daha ziyade müddetle kiraya verilmesinde bir menfaat bulunmadıkça hane bir seneden, arazi üç seneden ziyade müddetle kiraya verilemez. Bu kira müddeti, zaman ve yerin değişmesiyle değişir.
T E N B İ H : Yetimin arazisi ile beytülmala aid arazinin hükmü, vakıf arazinin hükmü gibidir.
Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın uzun müddet kiraya verilmesine ihtiyaç duyulursa çaresi, müteaddid akidlerle akid yapılır. Şöyle ki: Mütevelli, kiralamak isteyen kimseye "sana fülan haneyi her seneliği şu kadar meblağa olmak üzere elli seneliğine kiraya verdim" der, o da "kabul ettim" derse, birinci akid lâzım olur. Yani kiracı, birinci seneye aid olan kira akdinden dönemez. Diğer senenin akidleri lâzım olmaz, yani kiracı diğer senelerin akidlerinden dönebilir. Fakat Kâdıhân: "Şemsü'l-Eim'me-i Serahsî iki rivâyetten sahih olan rivâyete göre "diğer akidler de lâzım olur" diye zikretmiştir." dedîkten sonra fukahanın: "Bir mütevellinin peşin ücrete ihtiyacı olursa, müteaddid akidlerle akid yapar." kavillerinden sonra "mütevelli peşin olarak aldığı gelecek senelerin kira bedellerine mâlik olamaz. Yani kiracı peşin olarak verdiği gelecek senelere aid kira bedellerini geri alabilir" diye icmâlarına" karşı çıkmış, buna göre "müteaddîd akidlerle yapılan akdin hiç bir faydasının olmaması lâzım gelir." demiştir. Allame Kınalızade: "Gelecek senelere nisbet edilen icare akidlerinin lâzım olmaması rivâyeti sahih görülmüştür." diye cevap vermiştir.
Kâdihân'ın kendisi de icare bahsinde; "Mütevellinin gelecek senelere aid peşin olarak aldığı kira bedellerine mâlik olmasında iki rivâyet vardır. Burada mütevellinin ihtiyacı bulunduğundan peşin ücrete mâlik olması rivâyeti alınır." diye cevap vermiştir. Fakat Kâdîhân'ın bu cevabı icmâ dâvâsına münafidır.
Ben derim ki: Şârih icare bahsinin sonunda: "Fetva diğer akidlerin lâzım olmadığına dair olan rivayeti teyid etmiştir.
İsterse müteaddid akidlerle akid yapılmış olsun fetva, uzun müddetle yapılan kîra akdinin bâtıl olması üzerinedir. Çünkü vakıf bir mülkte kiracı olarak uzun müddet mâliklerin tasarrufu gibi tasarruf eden bir kimsenin o mülkün kendisinin mülkü olduğunu iddia etme tehlikesi vardır. Bu da vakfın ibdalına yol açar.
Ben derim ki: Buradaki söz, ihtiyaç zamanına aiddir. Bundan dolayı peşin alınacak kira bedelleriyle tamir edilecek bir vakıf, uzun müddetle kiraya verilse, zaruret bulunduğundan câiz olur. Böyle bir zaruret bulunmadığında uzun müddetle bir vakfın kiraya verilmesi bâtıldır.
Bir vakıf ecr-i misliyle kiraya verilebilir. Bir vakfın ecr-i mislinden pek ziyade noksanla kiraya verilmesi sahih olmaz. Fetâvây-ı Hanûti'de: "Bir vakfın ecr-i mislinden noksanla kiraya verilebilmesi için ya vakıfda bir kusur veya vakfın borçlu bulunması şarttır." diye zikredilmiştir. Bundan ve Eşbâh'a nisbet edilenden "üstünde vakfı gözetme yeri bulunan bir hanenin ecr-i mislinden noksanla kîraya verilmesinin câiz olduğu" anlaşılmıştır. Çünkü vakfın mevcud parası bulunmadığından dolayı haneyi tamir eden kiracının hane üstündeki gözetme yerini de vakıf üzerine borç olarak tamir eder. Tamir sebebiyle hanenin ecr-i misli artmış olsa, artan mikdarı kiracının vermesi lazım gelmez. Zira mütevelli, gözetme yerini sahibine verecek olan kimseye o haneyi kiraya vermek istese, hiçbir kimse o haneyi o günkü ecr-i misliyle kiralamaya razı olmaz. Fakat Fetava-i Hayriyye'de: "Tamir sebebiyle artan mikdarı kiracının vermesi lazımdır." diye fetva verilmiştir. Galiba bu fetva vakfın parası olup mütevellinin bu parayla hanenin üstündeki gözetme yerini yaptırmış olduğuna hamlolunur. Bu takdirde tamir sebebiyle artan mikdarın kiracıya lazım gelmesinde şüphe yoktur.
Kâriü'l-Hidâye'ye "kendisine vakfedilen kimse mütevelli olup vakfı ecr-i mislinden noksana kiraya verse, sahih olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Her ne kadar zarar kendisine aid olsa bile sahih olmaz. Çünkü o anda tamire muhtaç olursa, vakıf zarar göreceği gibi kendisinden sonra o vakfa müstahik olacaklar da zarar görürler." diye cevap vermiştir.
Vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedeli düşüp kiracı, kira akdinin bozulmasını talep etse, mütevelli bunu kabul etmez. Vakfın menfaati bulunmadıkça mütevelli vakfın akdini bozamaz. Fetih.
Vakıf bir yer ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra kira bedeli artsa bakılır: Eğer bu artış az (ziyade-i yesire) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken bir dirhem artsa, kira akdi bozulmaz. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken mütevelli onu dokuz dirheme kiraya vermîş olsa, kira akdi bozulmaz. Eğer bu artış çok (ziyade-i fahişe) ise meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken iki dirhem) artsa, kira akdibozulur. Nitekim bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa kira akdi bozulur. Bazı fukahaya göre, ziyade-i fahişenin (çok artışın) mikdarı, evvelki ecr-i mislin yarısıdır. Meselâ; bir hanenin ecr-i misli on dirhem iken beş dirhem artsa, kira akdi bozulur.
Fetâvây-ı Hayriyye'de: "Ziyade-i fahişe ile beşde bir mikdar artış murad edilir." diye ifade edilmiştir.
Hülâsa'da: "Vakıf bir yer, ecr-i misli veya insanların aldanabileceği noksan bir mikdar ile kiraya verildikten sonra bir kimse gelip iki dirhem ziyade ile kiraya talip olsa, kira akdi bozulmaz. On dirhemde iki dirhem azdır. Hatta bir vakfın ecr-i misil on dirhem olduğu halde sekiz dirheme kiraya verilmiş olsa, kira akdi bozulmaz." diye zikredilmiştir. Buna göre kiranın iki tarafında yani ziyade ve noksan olmasında beşde bir azdır. Bununla kira akdi bozulmaz.
Sirâc'dan naklen Bahır'da: "İnsanların alış-veriş de aldanabilecekleri mikdar, onda birin yarısı veya daha azıdır. Eğer bundan ziyade olursa az sayılmaz." diye beyân edildikten sonra şu tafsilât nakledilmiştir: Urûzda insanların aldanabileceği mikdar onda birin yarısıdır, hayvanlarda onda birdir, akarda beşde birdir. Bunlardan ziyade mikdarda insanlar aldanmaz. Bunun sebebi tasarrufun urûzda çok, akarda az, hayvanlarda ise orta olmasıdır. Aldatmanın çok olması tasarrufun az olmasın-dandır. Bugün insanlar bununla amel etmektedirler.
T E N B İ H: Bahırda: "Hâkimin kira hususundaki ziyadeyî bilmesinin yolu, İmam Muhammed'e göre emniyetli olan iki bilirkişinin sözünü kabul etmesiyledir. İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre bir bilirkişinin sözü kâfidir." diye yazılıdır.
Vakıf bir yer ecr-i misliyle kiraya verildikten sonra kira müddeti içinde o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, bazı fukahaya göre, kira akdi bozulur. Bundan sonra bakılır: Eğer o vakıf yer ekili olmayıp evvelki kiracısı da artan mikdarı vermeyi kabul ederse o, başka taliblerden evla olur. Eğer o vakıf yer ekili olursa, kiracı üzerine ecr-i mislin arttığı vakitten itibaren mahsûlün kaldırılma zamanına kadar olan müddet için artan ecr-i misli tamamlamak vâcib olur. Çünkü kiracının mahsûlü ile meşgul bulunan bir yer başkasınca kiraya verilemez. Mahsul kaldırıldıktan sonra kira akdi bozulur. Başkasına ecr-i misliyle kiraya verilir.
Kezâ: Vakıf bir araziyi kiralayan bir kimse orada bina yaptıktan veya ağaç diktikten sonra o arazinin ecr-i misli pek ziyade artsa, o arazi kiracının elinde eski ecr-i misliyle akid müddeti bitinceye kadar bırakılır. Çünkü bina ile ağaçların muayyen bir müddeti yoktur. Böyle bir arazinin kira müddeti bitince, nasıl muamele edileceğine dair olan malûmat bu fasıldan önceki "Arazi-i muhtekerenin kirasının artması beyânında" geçmiştir.
T E N B İ H : Takrîrimizden malûm olmuştur ki; fukahanın "kiracı başka taliblerden evlâ olur" kavil, ecr-i mislin kira müddeti esnasında artmış olması ve kiracının artmış olan mikdarı vermeyi kabul etmiş olması hakkındadır. Kira müddeti bittikten sonra kiracı o vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evlâ değildir. Ancak vakıf bir yerin kiracısı o vakıf yerde "kirdar" denilen bir hakk-ı karara mâlik olursa meselâ; o vakıf yer kiracının kendi mülkü olan ağaçları ve binasıyla meşgul bulunursa, kira müddeti bittiğinde o vakıf yeri ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evla olur. O yer başkasına kiraya verilemez. Çünkü bu suretle hem kiracının zararı, hem de vakfın zararı önlenmiş olur. Bu mesele, icare müddeti bittikten sonra kiracının vakıf arazideki ağaçlarını söküp araziyi mütevelliye teslim etmesinin vâcib olduğunu ifade eden metin ve şerhlerin mutlak olan ibâresinden istisna edilmiştir. Bundan dolayı hakk-ı karara mâlik olan kiracı o vakıf yeri kiralamaya başkalarından evlâ olur.
Bir kimse vakıf bir yeri ecr-i misliyle kiraladıktan sonra o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, icare müddeti mevcud olduğundan akid bozulmaz; fakat artış, akdi bozmayı gerektirir. Kiracı bu artan mikdarı kabul edip vermeye razı olunca akdi bozmayı gerektiren şey ortadan kalkmış olur. Artık akid bozulup o vakfın başkasına kiraya verilmesi caiz olmaz. Kira müddeti bitinceye kadar kendisine kiraya verilir. İcare müddeti bittikten sonra her ne kadar eski kiracı artan mikdarı vermeyi kabul etse de mütevelli onu başkasına kiraya verebilir. Çünkü eski kiracının evla olmasına sebep olan icare müddeti zail olmuştur. Yukarıda geçtiği üzere eski kiracı o vakıfda "kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunursa, o vakfı ecr-i misliyle kiralamaya başkalarından evla olur. Bu izahdan anlaşılmıştır ki; han veya hane gibi vakıf bir yeri kiralayan kimse o vakıfda "kirdar" denilen hakk-ı karara malik bulunmazsa, kira müddeti bittikten sonra o vakıf yeri yeniden kiralamaya başkalarından evla değildir. O vakıf yerin ecr-i misli artmış olsun veya olmasın, eski kiracı artan mikdarı kabul etsin veya etmesin müsavidir. Zamanımızdaki alimler bunun hilafını anlayıp "eski kiracı mutlak surette başkalarından evladır, eski kiracı zi'l-yed (bir mülkte malik kimselerin tasarrufları gibi tasarrufu sabit olan kimse) ismini veriyorlar. Eski kiracı artan mikdarı kabul ederse, o vakıf başkasına kiraya verilemez" deyip bununla hüküm ve bununla fetva veriyorlar. Halbuki bu mezhebin meth, şerh ve fetva kitablarının ittifak ettiklerine muhaliftir. Onların dayandığı yer burada musannıf ibaresinin mutlak olmasıdır ki, kesinlikle batıldır. Çünkü musannıfın ibaresi bir vakfın icare müddeti tamam olmadan önce ecr-i misli pek ziyade artıp kiracısı artan mikdarı müddet tamam oluncaya kadar vermesi hakkındadır. Fukahanın ibaresi de bu hususta açıktır. Fukahadan hiç biri musannıfın ibaresinin mutlak olduğunu söylememiştir.
Zamanımızdaki alimlerin bu husustaki hüküm ve fetvalarında fesad ve vakıfların zayi olması vardır. Şöyle ki; vakıf bir yerin kiracının elinde uzun müddet bulunması kiracının o yerin kendi mülkü olduğunu dava etmesine yol açar. Fukaha bundan korktuklarından icare müddetinin uzun olmasını men etmişlerdir. Nitekim yukarıda geçmiştir. Bu, "Tahriri'l İbare fi-men evla bi'l-İcare" isimli risalemde zikrettiğimin hülasasıdır.
Bir vakfın geliri veya süknâsi kendilerine vakfedilen kimseler, o vakıf icareye vermeye mâlik olamazlar. Çünkü o kimseler o vakfın menfaatine bedelsiz (karşılıksız) mâlik olduklarından o menfaati başkasına bedelle temlike yani onu icareye vermeye mâlik olamazlar. Aksi takdirde mâlikolduklarından daha çok şeye mâlik olmaları lâzım gelir. O vakıf gasb edildiğinde kendilerine vakfedilen kimseler, vakfın ne kendisini, ne de gelirini dâvâ edemezler.
Câmiu'l- Fûsuleyn'de: "Bir vakıf gasb edildiğinde kendisine vakfedilen kimse, o vakıf bana vakfedilmiştir, diye dâvâ etse bakılır: Eğer kendisine, dâvâ etmesi için hâkim tarafından izin verilmiş ise dâvâsı ittifakla sahih olur. Eğer izin verilmiş olmazsa bunda iki rivâyet vardır: Esah olan rivâyete göre, dâvâsı sahih olmaz. Çünkü onun hakkı yalnız gelirdedir, başka hususlarda hasım olamaz. O gasb edilen yer, bir cemaate vakfedilmiş olup içlerinden birisi kendisine dava etmesi için hakim tarafından izin verilmeksizin o gasp edilen yer vakıfdır, diye dava etse davası sahih olmaz. Bir vakfın gelirine müstahik olanlar, vakfın gelirini dava etmeye malik olamazlar. Dava etmeye ancak mütevelli maliki olur." diye yazılıdır.
Füsuleyn sahibi: "Kendisine vakfedilenin gasb edilen geliri hakkındaki davası da vakfın aynını dâvası gibidir." diye ifade ettikten sonra "onun hakkı yalnız gelirdedir" diye gösterdiği sebep, "kendisine vakfedilenin gasb edilen geliri dâvâ etmesinin sahih olacağını ifade eder. Buna şöyle cevap verilebilir: Gelir hakkındaki dâvanın da kabul edilmemesi kendilerine vakfedilenler bir cemaat olduğuna göredir. Eğer kendisine vakfedilen tek bir kimse olup gasbedilen geliri dâva etse, dâvâsı kabul edilir. Çünkü o kendi hakkının isbatını istemiştir. Nitekim bunu bazı fukahanın: "Bir vakıf muayyen bir kimseye yapılmış olsa, o kimsenin hâkim tarafından tayin edilmeksizin mütevelli olması câiz olur. Çünkü hak yalnız ona aiddir." kavilleri de teyit eder. Fakat fetva, o tek kimsenin de hâkim tarafından tâyin edilmeksizin mütevelli olmasının sahih olmaması üzerinedir. Çünkü onun hakkı vakfın gelirini almaktadır, vakıfdaki tasarruf da değildir. Onun hakkı vakfın gelirini almakta olup gelir de gasb edilirse, hakkını alabilmesi için davasının kabul edilmesinde tereddüt edilmemelidir.
Fetavay-ı Hanuti'de: Vakıf muayyen bir kimseye yapılmış olursa hak olan, davasının sahih olmasıdır." diye beyan edilmiştir. Bunun zahiri davasının vakfın aynında da kabul edilmesidir. Bundan dolayı Nuru'l-Ayn'de: "Gelir vakıfdan hasıl olduğundan vakfın elden çıkmasıyla geliri de elden çıkmış olur. Artık gasb edilen geliri dava etmek vakfın aynını dava etmek gibidir." diye zikredilmiştir.
Kendilerine vakfedilenlerden birisi, diğeri için bu kimse, vakfı gasbedene satıp teslim etmiştir." diye dâvâ edip delil getirse veya dâvalıya hâkim tarafından yemin verildiğinde yemin etmekten çekinse, dâvâlının aleyhine vakfın kıymetiyle hükmedilir. O kıymetle bir yer satın alınıp eski vakfın aynı şartlarıyla vakfedilir. Bezzaziye. İs'âf.
Muhit'den naklen Tatarhaniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse elinde bulunan bir arazinin kendi mülkü olduğunu iddia ettiği hale bir cemaat de o arazinin kendilerine vakfedilmiş olduğunu dâvâ edip delil getirseler, delilleri kabul edilir. O arazinin vakıf olduğuna hükmedilip o kimsenin elinden alınır.
Tatarhâniyye sahibi: "İşte bu mesele, bir vakfın geliri veya süknâsı kendilerine vakfedilenlerin dâvâlarının sahih olduğunu tasrih etmektedir." demiştir.
Ben derim ki: Bir kimse "ben, şu vakfın geliri kendilerine vakfedilenlerdenim, benim de o vakfın gelirinde hakkım vardır" veya "o vakfın gelirinde bana verilenden daha çok hakkım vardır" diye o vakfın mütevellisini dâvâ etse, dâvâsı tereddütsüz kabul edilir. Çünkü o kimse, sırf kendi hakkının isbatını istemiştir. Bunu İs'âf'da zikredilen de teyîd eder: Bir kimse vakfının gelirinî kendilerine vakfettiği kimselerden men edip onlar da dâvâ etseler, hâkim o kîmseyi elinde bulunan geliri vermeye ilzâm eder.
Bir vakfın geliri muayyen bir kimseye vakfedilmiş olsa bile o kimse o vakfı icareye veremez, o vakıf gasbedildiğinde de dâvâ edemez.
Fakih Ebû Cafer: "Eğer bu vakıf olan yer hane veya dükkân olup o anda tamire de muhtaç olmadığından gelirin hepsi o kimseye aid olsa, bu takdirde o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur. Eğer vakıf olan yer arazi olup vakfeden öşrü, haracı ve diğer masrafları çıkarıldıktan sonra geri kalan gelirin vakfedilen kimseye verilmesini şart kılsa, bu takdirde o kimsenin o yeri icareye vermesi câiz olmaz. Kendisine vakfedilen kimsenin o vakfı icareye vermesi caiz olsaydı icare akdiyle ecr-i mislin hepsi o kimsenin olurdu da vakfedenin şartı bâtıl olmuş olurdu. Eğer vakfeden önce öşrün, haracın ve diğer masrafların verilmesini şart kılmış olmazsa, yine o kimsenin o vakfı icareye vermesi câiz olur; öşrü, haracı ve diğer masrafları kendisine aid olur." demiştir. İs'âf'da da böyle zikredilmiştir. Buna göre kendisine vakfedilen kimse bu şartlarla muayyen olmuş (yani, kendisine vakfedilenin tek kimse olması, vakfın gelirinin hepsi ona aid olup ortakçısı bulunmaması, vakfın o anda tamire ihtiyacı bulunmaması gibi şartlarla tâyin edilmiş) olursa, böyle bir kimsenin o vakfı ecr-i misliyle vermiş olmazsa sahih olmaz.
Ben derim ki: Vakfeden vakfına mütevelli olma hakkını kendilerine vakfedilen kimselere veya onlardan erşed (en ergin) olana şart kılıp o vakfı icareye veren kimse erşed veya kendisine vakfedilen tek kimse olsa, bu takdirde icareye veren kimse vakfeden tarafından tâyin edilmiş olduğundan icarenin sahih olmasında tereddüt yoktur.
METİN
Bir mütevelli bir vakfı ecr-i mislinden noksana icareye verse, kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım gelir. Bir çocuğun hanesini ecr-i mislinden noksana babası veya vasisi icareye vermiş olduğunda kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım olduğu gibi. Çünkü bunlardan her birinin ecr-i misilden indirmeye ve düşürmeye velâyeti yoktur. Bazı fukaha galat edip: "Ecr-i misli tamamlamak mütevelliye lâzım gelir." demiştir.
Kınye'den naklen Eşbâh'da zikredilmiştir ki; hâkim kiracıya vakfı ecr-i misliyle kiralamasını emreder. Kiracının geçmiş senelere aid olan farkları da vermesi lâzım gelir.
Bir vakıf ecr-i mislinden pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hâkime götürmeye muktedirken sükût etse, noksanı ödemek kendisine değil kiracıya lazım gelir.
Vakfa nezaret eden kimse, vakıfda sakin olan şahsın malını eline geçirse, o mal da alacağının cinsinden olsa, ecr-i misilden noksan olan mikdarı o maldan alması kazâen ve diyaneten câizdir. Artık o malı vakfın masrafına sarf eder. Bu mesele hıfzedilmelidir.
Şârih der ki; burada mütevellinin kiraya vermesiyle kayıdlanmıştır. Çünkü Eşbâh'ın Gasb bahsinde: "Gasbeden bir kimse menfaati ödenen vakıf bir malı veya yetimin malını veya gelir için vakfedilmiş bir malı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım gelir, ecr-i misil lâzım olmaz. Akid te'vili bulunduğundan dolayı gasbeden kimsenin kira adıyla aldığı mikdarı mütevelliye vermesi lâzım gelir.
Bir vakfın akarı veya menfaatı gasbedildiğinde veya telef edildiğinde ödenmesiyle fetva verilir. Nitekim mütevellinin izni olmaksızın gasbeden kimse gasbettiği hanede otursa veya mütevelli bir kimseyi vakıf bir hanede ücretsiz oturtsa - her ne kadar o hane gelir getirmesi için vakfedilmiş olmasa bile- oturan üzerine o hanenin ecr-i misli lâzım gelir. Vakfı korumak için bu kaville fetva verilir. Yetimlerin mallarının menfaatları da aynı hükümdedir.
Bir meselede ulema ihtilâf ederlerse, vakit için hangisi daha menfaatli ise o kavil ile fetva verilir.
Bir vakıf akarın kıymetiyle hükmedilip ödettirilirse, o kıymetle başka bir akar satın alınıp evvelkinin yerine vakfedilir.
İZAH
"Bazı fukaha galat edip" galatın menşei metindeki "lezime" kelimesinin Hulasa'nın ibâresinde "lezimehû" şeklinde yazılı olmasındandır. Bazı fukaha zamiri mütevelliye irca etmişlerdir. Halbuki zamir müstecire (kiracıya) râcidir. Allâme Kâsım Fetâvâ'sında zamirin müstecire râci olduğunu açık nakillere dayanarak beyân etmiştir. Fakat Bahır'da: "Bir mütevelli vakıf bir yeri ecr-i mislinden gabr-i fahiş (pek noksan) bir ücretle bilerek kiraya verirse hıyanetlik etmiş olur." diye yazılıdır.
Hassâf; "Bir kimse vakfını insanların aldanamayacağı pek noksan bir ücretle kiraya verse câiz olmaz, hâkim kirayı iptal eder. Eğer vakfeden kimse emniyetli olup bunu yanlışlık ve dalgınlıkla yapmış ise, hâkim vakfı onun elinden almaz, fakat ona vakfı ecr-i mislîyle kiraya vermesini emreder. Eğer vakfeden emnîyetli kimse olmazsa, hâkim vakfı onun elinden alıp emniyetli ve dindar bir kimseye verir." demiştir.
Kezâ: Bir kimse vakfını bir kaç seneliğine kiraya verip kiracının elinde vakfın telef olmasından korkulursa, hâkim kirayı ibtal eder ve vakfı kiracının elinden alır. Bu hükümler vakfeden hakkında sâbit olunca, mütevelli hakkında evleviyetle sâbit olur.
"Kiracının üzerine geçmiş senelere ait olan farkları da mütevelliye teslim etmesi lâzım gelir." Bu mesele yukarıda "bir vakıf ecr-i misliyle kiraya verildikten sonra vakfın ecr-i misil pek ziyade artsa, kira akdi bozulmadıkça kiracı üzerine eski ecr-i misli lâzım gelir." diye geçen meseleye münâfi değildir. Çünkü orada vakıf kiraya verilirken ecr-i misliyle verilmiş olup sonradan ecr-i misli artmış olduğundan kira akdi başdan sahih olarak vâki olmuştur. Burada ise kiraya verilirken ecr-i mis-linden noksana verilmiş olduğundan kira akdi baştan sahih olmamıştır.
Bir vakıf ecr-i mislinden pek az bir ücretle kiraya verildiğinde kayyım bunu hakime şikayete muktedir iken sükût ederse, ecr-î misilden noksan olan mikdarı ödemesi kendisine lâzım olmayıp kiracı üzerine lâzım gelirse de mazur sayılmayıp günahkâr olur. Vakıf evler veya hanlar pek az bir ücretle kîracının elinde bulunduğu halde mahalle halkı bunu hâkime şikayet etmeğe imkânları varken şikayet etmezlerse hepsi günâhkâr olur.
Bir vakıf pek az ücretle kiracının elinde bulunur da vakfın mütevellisi, kâtibi, gelirini toplayanlar -Allah'a sığınırız- bilhassa rüşvet aldıklarından dolayı sükut ederlerse, halleri nice olur. Mülteka Şerhi.
Bir kimse gasbettiği bir vakfı kiraya verse, kiracıya ancak takdir edilen ücret lâzım gelir, ecr-i misil lâzım gelmez. Bu mütekaddimin, alimlerin kavline göredir. Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise gasbden üzerine ecr-i misil lâzım gelir. Şöyle ki: Kira bedeli olarak takdir edilen mikdar, ecr-i misil kadar ise onu verir, ecr-i misilden noksan ise noksanı tamamlar, ecr-i misilden ziyade ise ziyadeyi de verir. Çünkü gasbeden kimsenin ecr-i misilden ziyade olan mikdarı kendisi için alması helâl olmaz. Nitekim Allâme-i Hamevi böyle yazmış. Ebussûud Efendi de ona tâbi olmuştur.
Ben derim ki: Fetva, müteahhirin alimlerin kavli üzerinedir ki, vakfın ve yetimlerin mallarının menfaatları zayi ve telef edildiğinde ödettirilir. Kezâ: Vakıf bir mal veya yetimin malı ecr-i mislinden pek noksan bir ücretle kiraya verildiğinde kiracıya ecr-i mislin tamamı lâzım gelir. Nitekim metinde geçmiştir.
"Bir vakfın akarı gasbedildiğinde" yani bir kimse vakıf bir araziye su akıtıp arazi ziraate elverişli olmaktan çıksa, vermiş olduğu zararı öder.
Evkaf-ı Hassaf'da: "Bir kimse fâsid icare ile kiraladığı bir araziyi teslim aldıkları sonra ekmese veya bir haneyi kiraladıktan sonra içinde oturmasa, kendisine onların ücreti lâzım gelmez." diye zikredilmiştir. Fakat bu, mütekaddimin âlimlerin kavline göredir. Müteahhirin âlimlerin kavline göre ise fâsid icare ile ekme ve oturma imkânı hasıl olduğundan ücretleri lazım gelir. İs'af.
Bir mütevelli vakıf bir hanede başka bir kimseyi oturtsa, oturan kimse üzerine o hanenin ecr-i misli lazım gelir. Ancak o hane yalnız içinde oturulması için vakfedilmiş olursa bu takdirde mütevelli o haneyi âriyet olarak verebilir.
Bir mütevelli sükna (içinde oturulması) için vakfedilmemiş bir hanede otursa kendisine ecr-i misil lâzım gelir
Bir mütevelli, vakıf bir araziyi kendi nefsi için etmiş olsa, hakim vakfı onun elinden alır.
Bir mütevelli, vakıf bir haneyi bir kimseye satıp o kimse bir müddet o hanede oturduktan sonra hâkim satışı iptal etse, müşterinin üzerine oturduğu müddetin ecr-i misli lâzım gelir.
Bir kimse vakıf olan bir mescid veya medresede otursa, kendisine ecr-i misil vacib olur.
Bir kimse yarısı kendi mülkü, yarısı da vakıf olan bir hanede otursa, oturduğu müddet için vakfın hissesine düşen ecr-i misli öder.
Bir kadın yetim çocuğunun hanesinde, evlendiği zevciyle birlikte otursa, zevci üzerine o hanenin ecr-i misli lâzım gelir.
Bir kimse bir hane satın alıp içinde bir müddet oturduktan sonra o hanenin yetime aid olduğu ortaya çıksa, kendisine oturduğu müddetin ecr-i misli vâcib olur.
"Bir meselede ulema ihtilaf ederlerse, vakıf için en menfaatli kavil ile fetva verilir." Nitekim vakıf bir yer, ecr-i misliyle kiraya verildikten bir müddet sonra o vakfın ecr-i misli pek ziyade artsa, kira akdi bozulabilir mi? Bu hususta ulema arasında ihtilâf vardır. Vakfın menfaatını gözetmek ve Allah-ü Teâlâ'nın hakkını korumak için kira akdinin bozulacağına dair olan kaville fetva verilmiştir.
Kezâ: İmam-ı Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre, bir akar gasbedildiğinde ödeme yoktur. İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam Şâfii'ye göre ödeme vardır. Vakıf için ödeme menfaatli olduğundan vakıf da ödemekle fetva verilmiştir.
Kezâ: Geliri azalan bir vakfın istibdal (değiştirilmesi)nde parasının zâyi olmasından korkulursa istibdâlinin câiz olmayacağına dair olan kaville fetva verilir. Çünkü vakfın aynının bâki bırakılmasında vakıf için menfaat vardır.
Kezâ: Bir kimsenin kendi nefsine yapmış olduğu vakfın sahih olduğuna ve bir vakıf yer, uzun müddetle kiraya verildiğinde kira akdinin sahih olmadığına fetva verilmiştir.
Bir kimse gasbetmiş olduğu bir vakfa bir noksanlık verse, kendisinden noksanın kıymeti alınır, o vakfın tamirine sarf edilir, o vakıfda olanlara sarf edilemez. Çünkü kıymet vakfın kendisinin bedelidir. Onların hakları ise vakfın kendisinde değil gelirindedir.
= Dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler =
Dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler on dörttür. Eşbâh'da beyan edildiğine göre vakıf da onlardandır. Çünkü vakfın hükmü Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olan gelirini tasadduk etmekten ibarettir.
Şu meselenin beyânı bâki kalmıştır: Bir vakıf muayyen kimselere yapılmış ise, dâvâ bulunmaksızın yapılan şahadet-i hibe kabul edilir mi? Hâniyye'de: "İttifakla kabul edilmemelidir." diye yazılıdır.
Şeyh Hasan'ın Vehbâniyye şerhinde : "Muhtar olan kavle göre tafsilât vardır: Eğer vakıf muayyen kimselere yapılmış ise kabul edilmez. Eğer muayyen olmayanlara yapılmış ise kabul edilir." diye beyân edilmiştir. Tatarhâniyye'de: "Vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkı ise yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir. Aksi takdirde kabul edilmez." diye zikredilmiştir. Bu mesele hızfedilmelidir.
Ben derim ki: İbn-i Şahne: "Yapılan şahadet-i hisbe mutlaka yani: Gerek muayyen olanlara, gerek muayyen olmayanlara yapılan vakıfda kabul edilir." diye bahsetmiştir. Musannıf: "Asıl vakfın sübûtü için yapılan şahadet-i hisbe mutlak surette kabul edilir. Zira bu sübûtün neticesi fakirler içindir. Bir vakfa istihkakın sübûtü için yapılan şahadet-i hisbenin kabul edilmesi için dâvâ şarttır." diyerek iki kavlin arasını bulmuştur. Çünkü Hâniyye'de: "Bir yerde vakfa müstahik olanlardan bir kimse bulunup müstahik olduğunu dâvâ etmese, kendisine o vakfın gelirinden bir şey verilmez. Gelirin hepsi fakirlere sarf edilir." diye zikredilmiştir.
Şârih bu ifadeden "vakfa müstahik olan kimse istihkak dâvasında bulunsa, müstahik olacağı anlaşılır. Halbuki yukarıda geçtiği üzere müftabih olan kavle göre dâvâsı ancak mütevelli olmasıyla veya hâkim tarafından izin verilmesiyle kabul edilir.
Eşbah'da zikredilmiştir ki; bizim için on dört yerde şâhid-i hisbe vardır. Fakat bizim için hisbe yoluyla dâvâcı yoktur. Ancak kendisine vakfedilen asıl vakfı dâvâ edebilir. Bazı fukahaya göre bu dâvâ kabul edilir. Müftâbih olan kavle göre kabul edilmez. Ancak mütevelli olursa kabul edilir. Artık kendisine vakfedilenin dâvâsı kabul edilmeyince başkasının davâsı evleviyetle kabul edilmez. Nitekim yukarıda geçmiştir.
İZAH
"Şahâdet-i hisbe": Dâvâcıya icabet îçin değil de ecir ve sevap kasdıyla sırf Allah rızası için yapılan şâhitliktir.
"On dörttür." Yani dâva bulunmaksızın yapılan şahadet-i hisbenin kabul edildiği yerler şunlardır; Vakıf, zevcenin talâkı, zevcenin talâkının ta'liki, cariyenin hürre olması, cariyenin müdebber kılınması, hulu, Ramazan-ı şerifin hilâli, neseb, zina, haddi, içki haddi, ilâ, zıhâr, musâhere hürmeti, bir efendinin bir kölenin, nesebini davâ etmesi.
Ben derim ki: Radâ'a (emmeye) yapılan şahadet-i hisbe de ziyade edilir. Nitekim musannıf da bunu Rada' bâbında beyân etmiştir.
"Vakıf da onlardandır." Asıl vakfa yapılan şahadet-i hisbe makbuldür. Vakfın gelirine yapılan şahâdet-i hisbe makbul değildir. Asıl vakıf dan muradın ne olduğu ileride gelecektir.
Bir vakıf muayyen kimselere vakfedilmiş ise, yapılan şahadet-i hisbe kabul edilir mi?
Haniyye'den naklen musannıf "Minah" isimli eserinde: "Cevap tafsilatlıdır: Eğer vakıf muayyen bir cemaate yapılmış ise dâvâsız şahitlik kabul edilmez." demiştir.
İbn-i Vehbân: "Cevabda tafsilâta ihtiyaç yoktur. Çünkü vakıf her ne kadar muayyen cemaate yapılmış ise de sonunun fakirler ve benzeri gibi müebbeden kesilmeyecek bir hayır cihetine olması lâzımdır. Fakirler hakkındaki şahitlik ise gerek şimdiki zamana gerekse gelecek zamana aid olsun kabul edilir." demiştir.
İbn-i Şahne: "Cevabda tafsilât lâzımdır. Çünkü "şu mülk vakıf olup fülan cemat müstahikdir" diye şahitlik yapıldığında istihkaklarının sâbit olması ve istihkaklarını olabilmeleri için dâvâ edilmesi lâzımdır. Ama şu mülk fakirlere veya mescide vakıfdır, diye şahitlik yapıldığında dâvâ edilmesi lâzım değildir." demiştir.
Musannıf: "İbn-i Vehbân'ın beyân ettiği cidden açıktır. İbn-i Şahne'nin zikrettiği ise onun aleyhine delil olamaz. Çünkü İbn-i Vehbân'ın kelâmı asıl vakfın sübutu hakkındadır. Her ne kadar vakıfda hakkı olan kimse dâvâ etmedikçe kendisine vakfın gelirinden bir şey verilmez ise de asıl vakfın sübutu için mutlak surette dâvâya ihtiyaç yoktur. İbn-i Şahne'nin kelâmı ise, kendisine vakfedilen muayyen kimsenin vakıfdaki istihkakının sübutu hakkındadır. Şüphe yok ki, vakıfdaki istihkakın sübutu dâvâ etmeye bağlıdır.
Ben derim ki: Bezzâziye'nin on birinci dâvâsında zikredilmiştir ki: Bir kimse bir araziyi sattıktan sonra "ben bu araziyi vakfetmiştim" veya "bu arazi bana vakfedilmiştir" diye iddia etse, şahidi bulunmazsa iddia kabul edilmez. Eğer şahidi bulunursa, Fakih Ebu Cafer: "İddiası kabul edilip satış iptal edilir. Çünkü asıl vakfın isbatında dava şart değildir." demiştir. Nitekim bir cariyenin azadında dava şart olmadığı gibi Sadru'ş Şeria da bu kavli almıştır. Fakat sahih olan kavle göre bu meselede tafsilat vardır. Eğer vakıf Allah-ü Teala'nın hakkı ise cevap, Fakih Ebu Cafer'in dediği gibidir. Eğer vakıf kul hakkı ise bunda dava lazımdır. Bilindiği gibi bir vakıfda ya vakfedildiği anda veya gelecek zamanda Allah-ü Teala'nın hakkının bulunması lazımdır. Buna göre "Haniyye'de geçen tafsilatta" muayyen kimselere vakfedilen bir vakfın gelecek zamandaki durumu değil o andaki durumu nazarı itibara alınmıştır. Aksi takdirde "vakıf kul hakkı ise" kavli sahih olmaz.
İbn-i Vehbân vakfın geleceğini nazar-ı itibara alarak vakfın hepsini Allah-ü Tealâ'nın hakkı kılmıştır. İbn-i Şahne ise muayyen kimselere vakfedilen vakfın o andaki durumunu nazar-ı itibare almıştır.
Velhasıl: Vakıf, Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olduğundan dolayı menfaati tasadduk edilir. Bu yüzden asıl vakfın sübutu için dâvâ şart değildir. Fakat vakıf evvela muayyen bir kimseye yapılmış olup o kimse istihkakının ispatını istese davâ etmesi şarttır. Artık musannıfın dediği sâbit olmuştur. Bu, gerçekte derin bir tetkikle iki kavlin arasını bulmaktır.
"Yukarıda geçmiştir, iyi düşün." Yukarıda "bir vakıf gasbedildiğinde o vakfın geliri kendisine vakfedilen kimse, o vakfın aynını davâ edemez" diye geçmiştir. Ama vakfın gelirindeki istihkakını dâvâ ederse, şüphesiz davâsı kabul edilir. Buna göre, düşünmeye ihtiyaç yoktur.
Ben derim ki: Yukarıda "vakfın gelirine müstahik olan kimse vakıf gasbedildiğinde gelirini de dâvâ edemez" diye geçmiştir. Buna göre mesele müşkül olup düşünmeye ihtiyaç vardır. Fakat bunun beyânı yukarıda geçmiştir.
T E N B İ H : Şahid-i hisbe (Allah rızası için şahitlik yapan kimse) bir özrü bulunmadığı halde şahadeti bir müddet tehir etmiş olsa, fâsık sayılacağından şahâdeti kabul edilmez. Eşbâh.
METİN
= Davâ ve şahâdette vakfın beyân edilmesinin şart olması = Sahih olan kavle göre bir vakfın dâvâsında -vakıf kadim (eski) olsa bile bilinmeyeni ispat olmasın diye - vakfedenin beyân edilmesi şarttır.
İmâdiyye'de: "Vakfeden beyân edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye zikredilmiştir.
Vakıfda şahadet üzerine şahâdet, erkeklerle beraber kadınların şahadeti kabul edildiği gibi, asıl vakfı ispat için şöhretle yani işitme ile - isterse şahitler hakimin huzurunda: Biz işitme ile şahâdet ederiz, diye açıklamış olsunlar- yapılan şahâdet de kabul edilir. Vakıf muayyen kimselere yapılmış olsa bile yine işitme ile yapılan şahâdet kabul edilir. Çünkü bunda eski vakıfları zâyi olmaktan korumak vardır. Muhtar olan kavil budur. Başkaları vakıf gibi değildir.
Sahih olan kavle göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhret (işitme) ile yapılan şahâdet kabul edilmez. Dürer ve diğer muteber fıkıh kitaplarında böyle yazılıdır. Fakat Müctebâ'da: "Muhtar olan kavle göre vakfedenin şartlarını ispat için şöhretle yapılan şahadet kabul edilir." diye zikredilmiştir. Mirâç sahibi buna itimat etmiş, Şürunbulâli bunu ikrar etmiş, Fetih sahibi de bunu fukahanın: "Vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri bilinmeyip şahitle ispat edilemeyen eski vakıflarda hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde yazılı olanlarla amel olunur." diye beyân ettikleri kavilleriyle takviye etmiştir. Fakat bunlara "hâkimlerin sicillâtı ile amel edilmesi zaruret zamanındadır" diye cevap verilir. Halbuki iddia edilen zaruri olup olmamaktan umûmidir.
Bir vakfın sarf edileceği yerin beyânı mesela: Şâhidlerin "şu vakıf, fülan mescidin vakfıdır" diye şahadet etmeleri asıl vakfa şahadet etmeleri gibidir. Çünkü bir vakfın sahih olması için gelirinin sarf edileceği yerin beyân edilmesine bağlıdır. Bundan dolayı bir vakfın sarf edileceği yerin beyân edilmesi hakkında da işitme ile yapılan şahâdet kabul edilir.
İZAH
"Bilinmeyeni ispat olmasın..." Yani bir yerin vakıf olduğu dâvâ edildiğinde meçhûlü ispat olmasın diye şahitlerin vakfedeni açıklamaları şarttır. Bu İmam-ı Azam'ın kavline göredir. Çünkü İmam-ı Azam'a göre, vakfedilen bir malın aynı mâlikinin mülkü olmak üzere hapsedilip geliri vakfedildiği hayır cihetine sarf edilir. Bundan dolayı dâvâda vakfedenin açıklanması lâzımdır.
İmâdiyye'de: "Vakfeden beyân edilmeksizin yapılan şahâdet kabul edilir." diye ifade edilmiştir. Bu, İmam Ebû Yusuf'un kavline göredir. Ebu Câfer gibi Belh Meşayihi bu kavil üzeredirler. Hassâf da yalnız bu kavli zikretmiştir. Vakıf hususunda fetvanın İmam Ebu Yusuf'un kavil üzere olması bu makamda da onun kavliyle fetva verilmesini gerektirir.
Vakfedeni bilinmediği halde eskiden beri vakıf olduğu meşhur olan bir yeri bir zalim zabtedip o vakfın mütevellisi "o yer fülan cihetin vakfıdır" diye dâvâ edip iki kimse de ona şahitlik yapsalar, muhtar olan kavle göre şahinlikleri câiz olur.
Hâniyye'den naklen İs'afda: "Vakfedeni beyan edilmeksizin bir vakfın dâvâsı ve ona yapılan şahadet sahih olur." diye zikredilmiştir.
T E N B İ H : Bir kimse bir şahsın elinde bulunan bir arazi için "bu araziyi fülan zat bana vakfetmiştir" diye davâ edip, o şahıs da "hayır, bu arazi benim mülkümdür" diyerek vakıf olduğunu inkar etse, vakfiyet dâvası sahih olmaz. İsterse şâhidler; "o arazi vakfedildiği zaman vakfeden zâtın elindeydi" diye şâhidlik yapsınlar, Çünkü bir kimse kira veya ariyet yoluyla elinde bulunup mâlik olmadığı bir malı vakfedebilir. Buna göre, bir yerin vakıf olduğu dava edildiğinde şahidler şahadetlerinde o yeri vakfeden kimsenin ismini beyân etmeleri şart olduğu gibi, vakfederken o kimsenin o yere mâlik olduğunu beyân etmeleri de şarttır.
Şâhidlerin bir yerin vakıf olmasında birleşmeleri kâfidir, kendilerine vakfedilenlerde ihtilâf etmeleri şahadetlerinin kabul edilmesine mani değildir. Bundan dolayı iki şahid bir yerin vakıf olduğunda birleştikleri halde onlardan birisi o yerin fülan kimseye, diğeri de fülan şahsa vakfedilmiş olduğuna şahidlik etseler, bununla yalnız o yerin vakıf olduğu sabit olup geliri fakirlere sarf edilir.
Bir vakfın yerinde yahut zamanında şâhidlerin ihtilâf etmeleri şâhidIiklerinin kabul edilmesine mani değildir. Bundan dolayı şâhidlerden biri fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna, diğeri de fülan yerde fülan günde vakfın yapılmış olduğuna şahidlik etseler, şâhidlikleri sahih olur. Çünkü vakıf akdi tekrar yapılabilir. Ama şâhidler vakfedilen malın asıl yerinde ihtilâf etseler, şahidlikleri kabul edilmez.
Fetâvây-ı Kâriü'l-Hidâye sahibine "Bir hâkim tarafından bir vakfa veya bir satışa veya bir icareye dair verilmiş olan hükmün sahih olması için vakfeden veya satan veya icareye veren kimsenin o şeyde mülkünün sübutu şart mıdır?" diye sorulmuş, o da: "Vakfedenin vakfettiği şeye malik olması, icareye verenin icareye vermeye velayeti bulunması, satanın sattığı şeye malik olması veya satmaya vekil olması sabit olursa, ancak bu takdirde hakim tarafından verilen hüküm sahih olur." diye cevap vermiştir.
"Asıl vakfı isbât için" "Minah"da: "Vakfın sahih olması kendisine taallûk ettiği ve bağlı olduğu her şey asıl vakıfdandır. Vakfın sahih olması kendisine bağlı olmayan şeyler ise vakfın şartlarındandır." diye beyan edilmiştir.
Vakıf hakkında tesâmu (işitme) ile yapılan şahadet de kabul edilir.
Fetâvây-ı Hayriyye'nin şahâdet bahsinde: "Vakıf hakkında işitme ile şahadette şahid: Ben insanlardan o yerin vakıf olduğunu işittiğime dair şahâdet ederim, der." diye yazılıdır.
Hâşiye-i Nûh Efendi'de de: "İşitme ile şahâdette mütevelli: Şu arazi fûlan cihete vakıfdır ve vakıf olduğu meşhurdur, diye dâvâ eder, şâhidlerde: O yerin vakıf olduğunun meşhur olduğuna şahadet ederiz, derler." diye zikredilmiştir.
Hayriyye ile Nûh Efendi de beyân edilen ifadeler ayrı olsa da mânâları birdir.
"Muhtar olan kavil budur." Kenz'de zikredilmiştir ki; görülmeyen bir şeye şâhidlik edilemez. Ancak neseb, nikâh, ölüm, hâkimin velâyeti ve asıl vakıf gibi şeyleri kendisine itimad edilen kimseler haber verdiklerinde onların haberlerine dayanarak yapılan şahâdet câiz olur. Köle olmayan bir kimsenin elinde bulunan bir şeyin onun mülkü olduğuna şahadet edilmesi de caiz olur.
Vakfedenin şartlarını -meselâ vakfın gelirinden şu kadar meblağ fülan yere, şu kadar meblağ da fülan yere, geri kalan geliri de fülan yere sarf edilecek demek gibi- isbat için işitme ile yapılan şahâdet kabul edilmez. Vakfedenin şartlarından maksad vakıfnamede vakfın gelirinin sarf edilmesi hususunda yapılmış olan şartlardır. Yoksa vakfedilen malın vakfedenin mülkü olması, vakfedilen malın vakfedenin mülkünden ayrılması İmam Muhammed'e göre vakfedilen malın mütevelliye teslim edilmesi gibi vakfın sahih olmasının şartları değildir. Çünkü bu şartlar asıl vakıfdan olduğundan bunlarda işitme ile yapılan şahadet kabul edilir.
Tesâmu ile şahâdet, şâhidlerin gördüklerine değil, işitmiş olduklarına şehadet etmeleridir. Hâkimlerin sicillat denilen defterlerinde yazılı olan ile amel etmek de tesâmu ile amel etmek kabilindendir.
Zahire'de: "Şeyhü'l-İslâm'a: meşhur bir vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri ve gelirinde hissesi olanlara ne kadar verileceği bilinmese nasılmuamele olunur? diye sorulmuş, o da: O vakfın mütevellilerinin eski zamandan beri nasıl muamele ettiklerine ve kimlere sarf ettiklerine bakılır ve aynı muameleye devam edilir. Çünkü mütevelliler bu muameleyi vakfedenin şartına uygun olarak yaparlar. Müslümanlar hakkında hüsn-i zanda bulunulur diye cevap vermiştir." diye zikredilmiştir. Bu, tesâmu ile sübûtun ta kendisidir.
Hayriyye'de zikredilmiştir ki; bir vakfın şartları, hâkimlerin ellerinde bulunan, "sicillat" denilen defterlerinde yazılı ise istihsanen ona uyulur. Yazılı değil ise, eski zamanlardan beri mütevellilerin devam ede geldikleri minval üzere devam olunur. Bunlardan biri bulunmayınca vakıf hakkında bir şey iddia eden kimsenin bunu delille isbat etmesi lâzım gelir. Bunu isbat edemediği takdirde geliri fakirlere sarf edilir.
Fukahanın "vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri meçhul olursa, yani bilinmezse" kavillerinden vakfedenin şartları ve vakfın gelirinin sarf edileceği yerleri meçhûl olmazsa, yani bilinirse, bu takdirde bilinen şartlarla amel edileceği anlaşılır. Bu bilinme bazen vakfedeni görmekle değil, eskiden beri yapıla gelen tasarrufla da olur. Nitekim yukarıda geçmiştir.
T E N B İ H : Hâniyye ile İs'âfda zikredilmiştir ki; bir mütevelli bir kimsenin elinde bulunan bir arazi için "bu arazi vakıfdır" diye dâvâ edip bu hususta daha önce geçen adâletli hâkimlerin yazısı bulunan bir vesika göstererek hâkimden o vesika ile o arazinin vakıf olduğuna hükmetmesini taleb etse, fukaha: "Hâkim o vesika ile o arazinin vakıf olduğuna hükmedemez. Çünkü hâkim ancak huccetle hükmeder. Hüccet ise şâhiddir veya ikrardır. Vesika hüccet olamaz. Zira hat hatta benzer." demişlerdir.
Kezâ: Bir hanenin kapısında vakıf olduğu yazılı bir levha bulunsa, hâkimin şâhidler o hanenin vakıf olduğuna şahadet etmedikçe o levha ile o hanenin vakıf olduğuna hükmetmesi câiz olmaz.
Ben derim ki: Bu kavlin zâhiri, yukarıda "Hâkimlerin "sicillât" denilen defterlerinde vakfa aid mevcud olan yazı ile amel olunur." diye geçen kavle münâfidir. Fakat buna şöyle cevap verilebilir: Hâkimlerin sicillatında mevcut olan yazı ile amel edilmesi istihsana göredir. Nitekim İs'âf ve diğer muteber kitaplarda böyle beyân edilmiştir.
Bir de vesika ile amel edilmemesi vesikada mevcud olan yazı, hâkimlerin sicillâtında mevcud olmadığına göredir. Eğer vesikada mevcud olan yazı hâkimlerin sicillâtında da mevcud olursa, o vesika ile amel edilir.
Eşbâh'ın Kazâ bahsinin evvelinde zikredilmiştir ki; hatta (yazıya) itimad edilip onunla amel edilmez. Ancak sultanın ehl-i harbe vermiş olduğu eman fermanının hattına, simsarın, sarrafın, tüccarın defterlerindeki hatlara, hakimlerin sicillâtında vakıfların şartlarına aid olan hatlara itimat edilir.
Eğer bu hatların kabul edilmesinin sebebi hile karışmaması ise vazife, hizmet ve memuriyetlere tâyin edilenlere sultanın tuğrası ile verilen tâyin emirleri de, ehl-i harbe verilen fermana ilhak olunur.
AIIame-i Biri: "Bu hatların kabul edilmesinin sebebi hile karışmamasıdır. Nitekim zekat bahsinde: "Bir kimse malımın zekâtını verdim deyip vesika gösterse, onunla amel edilmesi câiz olur. Çünkü hatta hile yapmak nadirdir." diye geçen mesele de bunu te'yîd eder." demiştir.
Ben derim ki: Bunu, Şârihin Risale'sinde: "Defter-i Hâkani'de fülan yer, fülan mescidin vakfıdır, diye yazılı bulunsa, şâhidsiz onunla amel edilir. Meşâyih-i İslam bununla fetva vermişlerdir. Behce-i Abdullah Efendi'de ve diğer muteber kitaplarda da böyle tasrîh edilmiştir." diye zikrettiği de teyîd eder. Fakat Hayriyye'de: "Mücerred Defter-i Hâkanî'de yazılı olmasıyla vakıf sabit olmaz. Çünkü hatta itimat edilmez." diye fetva verilmiştir.
METİN
= Her birinin diğerlerinden dolayı hasım, dâvâcı ve dâvâlı olabilmesi =
Bir vakfa müstahik olanlardan her biri diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olur. Yani bir cemaate vakfedilmiş olan bir vakfın vakfedeni bir olursa, onlardan her biri veya her birinin vekili kendilerine şart kılınmış olan menfaatle ilgili dâvâlarda gerek dâvâcı ve gerek dâvâlı sıfatıyla diğerleri tarafından hasım olabilir. Kezâ: Vârislerden biri de diğerleri tarafından hasım olabilir.
Eşbâh'da; "Her birinin diğerlerinden dolayı hasım olması bir vakıf da hisseleri olanlar ile vârislere mahsustur. Bu iki sınıfdan başka içlerinden biri diğerleri tarafından hasım olabilecek üçüncü bir sınıf yoktur." diye ifade edilmiştir.
Şârih der ki; Bir borçlunun fakirliği alacaklılarından birinin yanında sâbit olursa, o alacaklı diğerleri tarafından hasım olmuş olur da borçlu diğerleri için hapsedilmez. Nitekim yakında gelecektir.
Fukaha: "Dâvâcının gıyabında borçlusunun iflas ettiğine dair olan şâhidleri kabul edilir." demişlerdir.
Kezâ: Nikâh hususunda müsavî olup her biri için itiraz hakkı sâbit olan velîlerden birisinin rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Emân da böyledir. Kısas da böyledir. Müslümanların yolundan umum zararın giderilmesini isteme velâyeti de böyledir.
Her birinin diğerlerinden dolayı hasım olabilmesi meselesi incelenirse, Eşbâh sahibinin: "Bu mesele iki sınıfa mahsus olup üçüncüsü yoktur." diye ifade etmesinin yerinde olmadığı anlaşılmış olur. Varislerden birisinin diğerleri tarafından hasım olması borç davâsındadır. Yoksa ellerinde bulunmayan bir ayn hususunda bir diğerleri tarafından hasım olamaz. Bu mesele hıfzedilmelidir.
Bazı fukaha: "Vakfa müstahik olanlardan her biri diğerleri tarafından hasım olmuş olmaz." demişlerdir. Buna göre, hüküm ancak hazır olanların ellerinde bulunan hisseleri mikdarında sahih olur. Gâib olana hüküm olunmaz.
Bir vakfa müstahik olanlardan her birinin diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olması asıl vakfın sâbit olduğuna göredir. Eğer asıl vakıf sâbit olmazsa, müstahiklardan her biri diğerleri tarafından hasım tâyin edilmiş olmaz. Bu bahsin tamamı Vehbâniyye Şerhindedir.
İZAH
"Bir vakfa müstahik olanlardan..." Bir vakfın bir kaç tane mütevellisi bulunsa, bunlardan her biri diğerleri tarafından hasım olmuş olur. Çünkü Tatarhâniyyenin on birinci bahsinde zikredilmiştir ki; bir kimse arazisini akrabasına vakfettikten sonra bir şahıs akrabasından olduğunu dâvâ etse bakılır: Eğer vakfeden kimse hayatta ise o hasım olur. Ölmüş ise mütevelli - isterse müteaddid olsun - hasım olur. O şahıs, müteaddid mütevellilerden birisine dava açmış olsa, diğer mütevellilerin toplanması şart değildir. Ölenin vârisi veya vakıfda hisseleri olanlardan biri hasım olamaz.
"Velilerden birisinin" Yani bir kadın küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlendiğinde evlendirme hususunda müsavi olan velîlerden birisinin nikâha razı olması hepsinin razı olması gibidir. Çünkü velilerden her biri için nikâha itiraz hakkı sabittir. Bunlardan birisinin rızası diğerlerinin rızası yerine geçer. Bu, Zahirü'rivâyete göredir. Ama müftâbih olan kavle göre zaman bozuk olduğu için küfvü (dengi) olmayan bir erkekle evlenen bir kadının velisi bulunup velisi evlenmeden önce nikâha razı olmamışsa, nikâh asla câiz olmaz. Kadının velisi bulunmazsa nikâh câiz olur. Nitekim Velî Bâbında geçmiştir.
"Emân da böyledir." Yani Müslümanlardan birisinin bir harbiyye (kâfire) emân vermesi bütün Müslümanların emân vermesi gibidir.
"Kısas da böyledir." Yani öldürülenin velilerinden birisi kısası afvetse kısas düşer. Nitekim velilerin hepsi afvettiğinde kısasın düştüğü gibi. Çünkü onlardan birisini afvetmesi hepsinin afvetmesi yerine geçer. Kısası yerine getirmek de böyledir. Cinayet bahsinde geleceği üzere küçük veliler büyümeden önce büyük veliler kâtili kısas ettirebilir. İmameyn'e göre ettiremez.
Bunda asıl ve kaide şudur: Nikâh, emân ve kısas gibi tecezziyi (bölünmeyi) kabul etmeyen şeylerin sebebi bulununca, bunlar hak olarak sâbit olan herkes için tam olarak sâbit olur. Şu kadar var ki; öldürülen bir kimsenin birisi büyük, diğeri küçük olmak üzere iki velisi bulunsa, meselâ: Bir karısı ile bir de başka karısından olan küçük oğlu bulunsa, küçük oğlu bâliğ oluncaya kadar karısı kısasa malik olamaz.
"İsteme velâyeti" Yani Müslümanların yolundan umum zararın kaldırılmasını istemek herkesin hakkıdır. Meselâ; ammeye aid olan bir yola bir kimse hatâ yapsa veya hanesinin üstüne yola akan su oluğu koysa, her hangi bir şahıs - isterse zimmî (İslâm devleti tebaasından olan Hıristiyan ve Yâhudi) olsun- dâvâ edip onu yoldan kaldırtabilir. Çünkü bir şahsın dâvâsı o yolda hakkı olan herkesin dâvâsı demektir.
İmam Muhammed: "Bir kimse; kölelerimden Sâlim, Beziğ ve Meymün hürdürler, deyip onlardan birisi bunu şahidle isbat etse, diğerlerinin tekrar isbat etmelerine hacet kalmaz. Çünkü hepsinin âzâdı birdir." demiştir.
Camiu'l-Fûsuleyn'de zikredilmiştir ki; bir ölünün lehine ve aleyhine müstahik olduğu şeylerde vârislerinden her biri ölüden ötürü hasım (davâcı ve dâvalı) olabilir. Buna göre, bir ölü üzerinde alacağı bulunan bir kimse bunu ölünün vârislerinden birisinin huzurunda dâvâ edip isbat olsa, bu isbat diğer vârislerinden her biri için de yapılmış sayılır.
Keza: Bir ölünün bir kimse üzerinde alacağı bulunduğunu vârislerinden birisi dâvâ edip isbat etmiş olsa, bu isbat da diğer vârislerinden her biri için yapılmış sayılır.
Velhasıl: Vârislerden her hangi birisinin diğerleri tarafından hasım olması ölünün bırakmış olduğu borcu ile alacağı dâvâsındadır. Ölünün bırakmış olduğu ayınlara gelince bakılır: Eğer ayn taksim edilmeyip ellerinde mevcud ise yine birisi diğerleri tarafından hasım olur. Meselâ; bir hane üç kardeşe miras olarak intikal edip o haneyi taksim etmeden kardeşlerden ikisi gâib olup o hane geride kalanın elinde iken bir kimse çıkıp elinde bulunan kardeşi dâvâ edip o hanenin kendisinin mülkü olduğunu isbat elmiş olsa, bu isbat diğerleri için de isbat sayılacağından o hane o kimse için hükmedilir. Eğer ayn taksim edilmiş ise, birisi diğerleri tarafından hasım olamaz. Mesela; o hane taksim edildikten sonra davâ edip isbat etse, bu isbat yalnız hazır olan kardeş için isbat sayılır ve yalnız onun hissesi o kimseye verilir. Gâib olan kardeşlerin hisseleri verilmez. Onlar geldiği zaman yeniden dâvâ etmesi lâzım gelir.
Kınye'de: "İki kardeş arasında bir vakıf bulunup kardeşlerden birisi ölüp vakıf hayatta kalan ile ölenin çocuklarının elinde kaldığında hayatta kalan kardeş, ölen kardeşinin çocuklarından birinin üzerine şâhid getirerek: Bu vakıf batından sonra batına yani kendilerine vakfedilenlerden bir kimse kalmadıktan sonra onların çocuklarına yapılmıştır, siz bu vakıfdan mahrumsunuz deyip dâvâ zamanında ölenin diğer çocukları mevcud olmasa bile bu dâvâ ve şâhidler kabul edilir. Çünkü o çocuklardan birisi diğerlerinden ötürü hasım olmuş olur." diye zikredilmiştir.
METİN
Bir vakfın mütevellisi vakfın malıyla vakıf için bir hane satın almış olsa, o hane asıl vakıf olan hanelere katılmış olmaz. Çünkü vakfın lüzumu hakkında pek çok söz olup burada bulunmadığından esah olan kavle göre o hanenin satılması caiz olur.
Bir müezzin ile imam vakıftan ücretlerini almadan ölseler, ücretleri sıla kabilinden olup ancak alınmakla mâlik olunacağından düşer. Nitekim ücretini almadan ölen hâkimin ücretinin düştüğü gibi.
Bazı fukaha: "Müezzin ile imamın vakıfdan aldıkları ücret kabilinden olduğundan düşmez. Çalıştıkları müddetin ücreti vârislerine miras olarak intikal eder." demişlerdir.
Dürer'de Mürted bâbından önce ve diğer muteber kitablarda "düşmez" diye yazılıdır. Musannıf: "Birinci kavil tercih edilmiştir. Çünkü ikinci kavil zayıfdır." demiştir.
Şârih der ki; Kınye'nin kısaltılmışı Buğye isimli eserde; "Müezzin ile imamın ücretleri vârislerine miras olarak intikal eder. Ama hâkimin ücreti vârislerine miras olarak intikal etmez." diye zikredilmiştir. Eşbâh'ın vakıf, Nehirin Mağnem bahislerinde de böyle ifade edilmiştir.
Bir vakıfda gelirinin imama verilmesi şart kılınmış bir hane olup imam ücretini almadan ölse bakılır: Eğer haneyi mütevelli kiraya vermiş ise, İmamın ücreti düşer. Eğer haneyi imam kiraya vermiş ise ücreti düşmez. Çünkü kira akdi ücretini alma yerine geçmiş olur. İmâdiyye.
Bir imam hasad zamanı kendisine tahsis olunan bir senelik geliri peşin olarak vakıfdan aldıktan sonra sene tamam olmadan önce imamlık vazifesîni bırakıp gitse, seneden geri kalan müddetin geliri kendisinden geri alınmaz. Cizye gibî ve sene tamam olmadan önce ölen hâkim gibi olur. Eğer imam fakir ise senenin geri kalan geliri kendisine helâl olur. Medreselerdeki talebe-i ulûmda da hüküm yine böyledir. Dürer.
İbn-i Şahne, tahsisat sahiblerinin tahsisatını ve azillerini gerektiren gaib olma müddetini bir nazımla şöyle beyân etmiştir: Talebe-i ulûm maişetlerini temin gibi zaruri bir iş için sefer ve seyahatları üç ayı geçmezse, artık bu kadar müddet gâib olmaları afvedilir ve tahsisatlarını olabilirler. Fukaha ittifak etmişlerdir ki; tahsisat sahibleri sefer ve seyahatler gerek zaruri olsun, gerek olmasın üç ayı geçerse tahsisatlarını alamazlar. Bu hüküm şeriatta sefer müddeti ile takdir edilmiştir.
Şârih der ki; bu tafsilât medresede sakin olanlar, hac farizası, sıla-i rahimle sefere gitmeyenler hakkındadır. Ama hac farîzası ve sıla-i rahim için sefere giden talebe-i ulûm azle ve tahsisata müstahik olmazlar. Nitekim Şürunbulâli'nin Vehbâniyye Şerhinde de böyle ifade edilmiştir.
= Vazifelerde istinâbe (naib ve vekil tayin etme) =
İmam ve müderris olan bir fakihin bir özürden dolayı yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz olmaz. Diğer vazife sahiplerinin hükmü de yine böyledir, özürsüz nâib ve vekil tâyin edilmesi hiç câiz olmaz.
Bir mütevelli vakfını kiraya verdiğinde kira mukavelesinde o vakfa hâkim tarafından mı veya vakfeden tarafından mı mütevelli tâyin edildiğini beyan etmese, fukaha karışıklık olmasın diye bu kira akdini câiz görmezler.
Vasi de mütevelli gibidir. Fıkıh kitaplarında beyân edildiğine göre, kiraya vermede vasi ile mütevellinin hükümleri tâyin edilme sebebiyle değişmektedir. Babanın veya dedenin veya hakimin tayin ettiği vasîlerin hükümleri ayn olduğundan bütün tasarrufları kiraya vermeye kıyas et.
Şârih der ki; İmam-ı Süyûti Keşfu'd-Dababe fi cevazi'l-istinabe isimli risalesinde: "İstinabenin cevazında icmâ vardır." diye nakletmiştir. Bu mesele hıfzedilmelidir.
İZAH
"Vakfın malıyla" Yani bir vakfın mütevellisi vakfın geliriyle bir hane satın aldığında o hane asıl vakıf olan hanelere katılmış olmaz. Eğer mütevelli bir vakfın geliriyle değil de satılan bir vakfın bedeliyle bir yer satın alırsa, satın alınan yer - ne kadar vakıf için satın alınmış olduğu söylenmiş olmasa bile- evvelki vakfın şartları üzere vakıf olmuş olur. Nitekim istibdâl (değiştirilme) bahsinde geçmiştir.
Fetih'de: "Bir vakfın mütevellisinin vakfın geliriyle bir yer satın almasının câiz olması vakfın tamire ihtiyacı olmadığı zamandır. Zahir olan budur. Çünkü vakfın tamire ihtiyacı olursa, geliriyle bir şey satın alması câiz olmaz. Nitekim tamire muhtaç olduğunda gelirini müstahiklerine vermesi de caiz olmaz." diye yazılıdır.
Kınye'den Naklen Bahır'da : "Kendisine sadece mütevellilik verilen bir kimsenin vakfın geliriyle bir yer satın alabilmesi için hakimden izin alması lâzımdır. Hatta borç para alıp onunla vakıf için bir yer satın almış olsa, kendisi için satın almış olur." diye beyân edilmiştir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de: "Mütevelli fukahanın ihtilafı bulunan yerde iş yapacağı zaman ihtiyaten hâkimin emriyle yapmalıdır." diye zikredilmiştir.
"O hanenin satılması câiz olur." Bezzaziye sahibi: "Metinde geçeni beyân ettikten sonra Ebu'l-Leys'e göre o hane istihsânen vakıf olmuş olur, diye zikretmiş ve muhtar olan kavil budur." demiştir.
Ben derim ki: Tatarhâniyye'de: "Muhtar olan kavle göre, ihtiyaç hasıl olursa o hanenin satılması câiz olur." diye yazılıdır.
"Hâkimin" Yani ücretini almadan sene içinde ölen hâkimin ücreti düşer. Eğer senenin sonunda ölürse, ücretinin vârislerine verilmesi müstehab olur. Nitekim Hidâye'nin mürted bâbından önce de böyle zikredilmiştir.
"Buğye isimli eserde" Yani Buğye'de zikredilmiştir ki; imam ile müezzin ücretlerini almadan sene içinde ölseler, ücretleri miras olarak varislerine intikal eder. Buğye sahibinin bunu kesin olarak söylemesi, bu kavlin tercih edilmiş olduğunu gerektirir.
Ben derim ki: Bu kavlin tercih edilmiş olmasının sebebi; - câmekiyye meselesinde zikredileceği üzere- imam ve müezzin gibi vazife sahiblerine vakfın gelirinden verilen aylığın bir bakımdan ücret ve bir bakımdan sıla mahiyetinde olmasıdır.
Mütekaddimîn-i fukaha (hicri üç yüz tarihine kadar yetişen fakihler) ibâdet ve tâat karşılığında ücret alınmasını menetmişlerdir. Müteahhirîn-i fukaha(hicri üç yüz senesinden sonra yetişen fakîhler) ise ders okutma, Kur'ân-ı Kerîm'i öğretme, ezân okuma, İmamlık yapma karşılığında ücret alınmasının câiz olduğuna fetva vermişlerdir. Bundan dolayı bir âlim mütekaddimîn-i fukahanın îçtihadına bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın sılaya benzeme cihetini tercih eder de aylığını almadan ölenlerin aylığının düşeceğini söyler. Çünkü sılaya alınmadan önce malik olunmaz.
Bir âlim müteahhirin-i fukahanın ictihadına bakarsa, imam ve müezzin gibi vazife sahiblerinin almış oldukları aylığın ücrete benzeme cihetini tercih eder de aylığını almadan ölenlerin aylığının düşmeyeceğini söyler. Fetva müteahhirîn-i fukahanın içtihatlarına göre olduğundan Buğye sahibi ikinci kavlin kesin olduğunu söylemiştir.
Hâkimin vakıftan aldığı aylık asla ücrete benzeme ciheti bulunmadığından aylığını almadan sene içinde ölen hakimin aylığı düşer. Çünkü hiç bir fakih verilen hüküm karşılığında ücret alınmasının caiz olduğunu söylememiştir.
Senede bir mahsûl verilen vakıflarda sene ibtidası mahsülün yetiştiği zamandır. Böyle bir vakıfda müderris gibi vazifeli olan kimse sene içinde ölse, çalıştığı müddetin ücreti vârislerine verilir, geri kalan müddetin ücreti düşer. Böyle bir vakfın geliri vakfedenin çocuklarına şart kılınmış ise, bu gelirin o çocuklara verilebilmesi için gelirin zuhuruna yani gelir ekin ise, ekinin başak tutmasına itibar edilir. Buna göre, o çocuklardan birisi gelir zuhur ettikten sonra ölürse, onun hissesi varislerine verilir. Gelir zuhur etmeden ölürse, ileride zuhur edecek gelirdeki hissesi düşer. Enfeu'l- Vesail. Eşbâh sahibi de buna tâbi olmuştur. Hay-riyye'de de bunun ile fetva verilmiştir.
Bir vakıf taksitle kiraya verilirse, her taksit zamanı gelirinin zuhuru yerindedir. Bundan dolayı o vakıfda hissesi olanlardan her kim taksim zamanı hayatta bulunursa taksitteki hissesine müstahik olur. Hissesini almadan ölürse, vârislerine miras olarak intikal eder. Nitekim Hânutî sahibi Fetih sahibine tabi olarak bununla fetva vermiştir.
T E N B İ H : Hanefi mezhebinden olan Allâme İbn-i Zahire'ye "Sultan tarafından her sene hac mevsiminde Haremeyn (Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere) ahalisine surre ismiyle gönderilen parada veya zahirede hissesi olan bir kimse sene içinde ölmüş olsa, o senenin hissesine müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Müstahik olur." diye cevap vermiştir.
Ebu'l-Leys Ennevâzil isimli eserinde: "O ölen kimsenin hissesi vârislerine verilir." diye zikretmiştir.
Allâme Biri: "Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'ye sıla ve atıyye olarak gönderilen emanetler yerine ulaştığında kendilerine gönderilen zatlar ölmüş olsa, çocuklarına verilir diye fetva verdim." demiştir.
"Bir imam hasad zamanı..." Yani bir mescidin imamı hasad zamanı kendisine tahsis olunan bir senelik geliri peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan hizmetini terk edip gitse, gelirden senenin geri kalan müddetine düşen mikdar imamdan geri alınmaz. İtibar hasad zamanınadır. Hasad zamanı imam ise gelire müstahik olur. Fakat gelirden imamlık yapmadığı müddete düşen hisseyi yemesi kendisine helâl olur mu? Fakir ise helâl olur.
Kezâ: Bir medresede oturan talebeler bir senelik gelirlerini peşin olarak aldıktan sonra sene henüz tamam olmadan o medreseyi bırakarak başka bir medreseye gitseler, almış oldukları gelir kendilerinden geri alınmaz.
Bazı fıkıh kitablarından naklen Kınye'de zikredilmiştir ki; imamlık yapmadığı günlere düşen gelir mikdarı imamdan geri alınır.
Ben derim ki: Vakfedenin maksadına yakın olan da budur.
Ben derim ki: Hasad zamanı bir senelik geliri peşin olarak aldıktan sonra sene tamam olmadan hizmetini bırakıp gidenden hizmet etmediği günlere düşen hissenin geri alınmaması vakfeden tarafından her günün hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis edilmediğine göredir, diye kayıdlanmalıdır. Eğer vakfeden tarafından her günün hizmeti için muayyen bir mikdar tahsis edilmiş ise cuma ve salı günleri ders okutmayan bir müderris için o günlerin ücretini alması kendisine helâl olmaz.
"Cizye gibi" Yani sene içinde ölen bir zimmîden senenin geçmiş günlerinin cizyesi kendisinden alınmadığı gibi olur. Metinde geçen ibârenin şu mânâya da ihtimali vardır: Bir zimmi sene içinde cizyesini verdikten sonra İslâm şerefiyle müşerref olsa veya ölse kendisi veya vârisleri verilmiş olan cizyeyi geri alamaz.
"Gâib olma..." Bezzâziye'de zikredilmiştir ki; bir medrese ehline tahsis edilmiş gelir, o medresede ilim öğrenmek için oturanlara verilir. Böyle bir medresede oturan bir talebe gâib olsa bakılır: Şehirden ya çıkmış olur veya olmaz. Eğer şehirden çıkarak sefer müddeti (90 km.lik) bir mesafeye gittikten sonra geri gelirse, geçen günlerin tahsisatını alamaz. Hac için sefere gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını alamaz. Şehirden çıkarak köye gidip on beş gün ve daha çok kalırsa bakılır: Eğer gezi için gitmiş ise yine geçen günlerin tahsisatını alamaz. Eğer maişetini temîn gibi zaruri bir iş için gitmiş ise orada kalma müddeti üç ayı geçmedikçe geçen günlerin tahsisatını alır. Gâib olma müddeti üç aydan ziyade olursa, odasını ve tahsisatını başka bir talebe alabilir. Eğer şehirden çıkmamış ise yine bakılır: Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul ise afvedilir ve tahsisatını alır. Eğer şer'î ilim yazmakla meşgul değil ise medreseden çıkarılması câiz olur. Maişetini temin gibi zaruri bir işi olmaksızın köye gidip orada on beş günden az kalan talebenin tahsisatının kesilmesinde ihtilaf vardır: Bazı fukahaya göre o talebenin tahsisatı kesilir. Bazı fukahaya göre ise tahsisatı kesilmez. İbn-i Şahne'nin şerhinde zikredilenin hülâsası budur;
Kınye'nin İmamet Babında zikredilmiştir ki: bir imamın senede bir hafta kadar köydeki akrabasını ziyaretten veya bir musibetten veyahut istirahattan dolayı vazifesini terk etmesi âdeten ve şer'an afvolunur. Bu mesele, maişetini temin gibi şer'î bir mazereti olmaksızın köyünde on beş günden az kalan talebenin tahsisatı kesilmez diyen kavil üzerine mebnidir.
Eşbâh'ın elâdetü muhakkemetün kaidesinde de zikredilmiştir.
T E N B İ H : Hassâf'da zikredilmiştir ki; bir mütevelliye dilsizlik, körlük, delilik ve felç gibi bir âfet arız olsa bakılır: Eğer vakfın işlerini idare edebilirse, mütevellilikten azledilmez ve mütevellilik ücretini alır. Eğer vakfın işlerini idare etmekten aciz olursa, hâkim tarafından azledilerek yerine başkası tayin edilir ve aciz olduğu zamandan itibaren mütevellilik ücreti düşmüş olur. Buna göre bir müderris hastalık gibi bir âfet kendisine arız olduğundan ders okutamasa, vakfın tahsisatına müstahik olmaz.
"Bu tafsilât..." Yani gâib olan talebenin şehirden çıkıp çıkmadığına, çıkmış ise sefer müddeti gidip gitmediğine bakılması, vakfedenin şu akar şu medresede oturanlara vakıf olsun dediğine göredir. Eğer vakfeden derse iştirak etmeyenin tahsisatı kesilsin diye şart kılarsa, şartına riayet edilir. Yani derse katılanın tahsisatı verilir. Derse katılmayanın tahsisatı kesilir. Bu bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Vazifelerde istinâbe..." Yani imam ve müderris gibi vazife sahiplerinden birinin özrü bulunsun veya bulunmasın yerine nâib ve vekil tâyin etmesi câiz değildir. Fakat buna Bahır'da itiraz edilmiştir. Şöyle ki; Hassâf: "Mütevellinin kendi yerine vekil tâyin etmesi ve ona mütevellilik için tahsis edilen ücretten bir şey vermesi câiz olur." diye tasrih etmiştir. İs'âf'da da böyle beyân edilmiştir. Bu, istinâbenin cevazını tasrih gibidir. Çünkü nâib, ücretle vekildir.
Kınye'de: "Bir imam kendisinin bulunmadığı zamanlarda yerine imamlık yapsın diye bir kimseyi vekil tâyin etse, eğer asıl imam senenin ekserisinde imamlık vazifesini ifa ederse, vekil imam vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretten bir şeye müstahik olmaz." diye yazılıdır.
Hulasa'da; "İmamın kendi yerine vekil tâyın etmesi - bu hususta kendisine izin verilmiş olmasa bile- câiz olur. Fakat hâkimin kendi yerine vekil tâyin etmesi câiz olmaz." diye ifade edilmiştir.
Bahır'da Kınye'de zikredilen şöyle hulâsa edilmiştir: Nâib, vakıfdan bir şeye müstahik olmaz. Çünkü istihkak takrirledir. Nâib hakkında ise takrir mevcud değildir. Asıl imam senenin ekserisinde imamlık vazifesini yapmış olursa- vakıfdan imamlık için tahsis edilen ücretin hepsine müstahik olur.
Asıl imam, vekil tâyin ettiği imam için hizmetine karşılık olarak her ay muayyen bir ücret tâyin etse buna müstahik olur mu? Kınye'de bundan bahsedilmemiştir. Zâhir olan, vekil imamın bu ücrete müstahik olmasıdır. Çünkü asıl olan imam, vekil imamı kiralamıştır, vekil imam da kendisine verilen hizmeti yapmıştır. Müteahhirîn-i fukahanın kavline göre, imamlık yapmağa, ders okutmağa ve Kur'ân-ı Kerîm'i öğretmeye karşılık ücret alınması câizdir. Fetva da bunların kavli üzerinedir.
İstinâbe câiz olmaz diyenlerin kavline göre, asıl imam vazife yapmayıp vazifeyi vekil imam yaptığı takdirde vazife boş geçmiş sayılacağından mütevelli imamlık için tahsis edilen ücreti bunlardan hiç birisine vermez. Hâkimin asıl imamı azletmesi de câiz olur. Kahire'de insanlar, istinâbenin cevazıyla amel etmektedirler ve nâîbin bulunmasıyla vazifenin boş geçtiğini de kabul etmemektedirler. Bunu cuma bâbında "Râcih olan kavle göre, hatibin nâib tâyin etmesi câizdir." diye geçen mesele de te'yîd eder.
Hayrü'r-Remli hâşiyesinde: "Kenz'in, Hidaye'nin ve bir çok metinlerin, şerhlerin, fetvaların kaza bahsinde yukarıda geçenleri naklettikten sonra nâibliğin câiz olmasını ders okutma gibi nâibliği kabul eden vazifeler ile kayıdlanması vâcibdir. Çünkü öğrenme gibi nâibliği kabul etmeyen vazifelerde nâiblik câiz değildir." demiştir.
Nâibliğin câiz olduğu yerde nâib tayin edilenin, nâib tayin edene fazilette müsavî olması veya ondan üstün olması veya ondan aşağı olması arasında fark yoktur.
Müteahhirîn-i Şâfiiyye'nin "nâib tâyin edilenin nâib tâyin edene müsavî olması veya ondan üstün olmasıyla kayıdlamış olduklarını" gördüm. Bazı fukaha: "Nâib tâyin edilen, nâib tâyin edenden aşağı derecede olsa bile mutlak surette câiz olur." demişlerdir.
Yine Hayriyye'de Bahır'da yazılı olanın hülâsası nakledildikten sonra: "Bilhassa özür bulunmakla beraber insanların devam ede geldikleriyle amel etmek vâcib olur. Buna göre vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin hepsi asıl vazife sahibinin olur. Nâib ise asıl vazife sahibi tarafından tayin edilen ücreti alır." diye zikredilmiştir. Bu, Ebussûud Efendi'nin vermiş olduğu fetvaya muhâliftir. Çünkü Ebussûud Efendi fetvasında: "Nâib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özür bulunması, vazifenin fetva verme ve ders okutma gibi nâibliği kabul eden cinsten bulunması, nâibin asîle fazilette müsavî veya ondan üstün olması, vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin tamamının nâibin olması asîl için bir şey verilmemesi şarttır." diye beyân etmiştir.
Biri: "Bunu nakledip hak olan budur. Fakat Hanefî mezhebinden olan Şeyh Bedrüddîn'den Bahır'dakinin misli ve onun hocasının hocası Hanefi mezhebinden olan Ali b. Zahîre'den de naib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart olduğu nakledilmiştir." demiştir.
Ben derim ki: Nâib tâyin edilebilmesi için şer'î bir özrün bulunmasının şart olması için bir sebep vardır. Ama nâibin vazifeye ehliyeti bulunduktansonra asıle fazilette müsavî veya ondan üstün olmasının şart kılınması için bir sebep yoktur. Ancak nâibin ehliyette asil gibi olması murad edilirse başka.
Fetâvây-ı İbn-i Şılbî'de yazılı olan da bunu ifade etmektedir. Şöyle ki: İbn-i Şılbî'ye "Nâzır (vakfa nezaret eden kimse) kuvvetten düşüp vakıf hususunda konuşamaz hale gelince hayatının geri kalan kısmında vakfa nezaret etmesi için başkasına izin verebilir mi, kendisi nezareti bırakabilir mi?" diye sorulmuş o da: "Evet, adâletli ve ehliyetli bir şahsı yerine nâib tâyin edebilir. Fakat kendisi için şart kılınmış olan nezareti bırakamaz. Nezaretten kendi nefsini azletse bile azledilmiş olmaz." diye cevap vermiştir.
Vakfeden tarafından tahsis edilen ücretin tamamı naibin olur, denilmesi Bahır'da: "Tahsis edilen ücrete müstahik olma ancak takrirdir." diye geçen kavle münâfidir. Bilhassa asil, senenin çoğunda vazife yapmışsa nâib tahsisatın tamamını nasıl alabilir?
Kınye'den naklen geçen açıktır ki; nâib hiç bir şeye müstahik olmaz, ancak asil tarafından bir ücret tâyin edilmiş olursa ona müstahik olur. Fakat vazifeyi tek başına nâib yapar ve vakfeden tarafından da tahsisat imamlık ve ders okutma gibi vazifeleri bizzat yapan kimselere şart kılmış olursa, bu takdirde tahsis edilen ücrete nâib müstahik olur.
Muhakkık Şeyh Abdurrahman Efendi'den naklen Tenkîhu'l-Hamidiyye isimli eserimde yazdım ki: Abdurrahman Efendi'ye "Bir camii şerifin müezzinlerine gelir tahsis edilip vakfedenler tarafından bu gelir ezanlar ve duâlar karşılığında şart kılınmış olup o caminin müezzinleri yerlerine nâîbler tâyin edip ezan ve duâları naibler ifa etseler, o gelire nâibler müstahik olur mu?" diye sorulmuş, o da: "Evet, o gelire nâibler müstahik olur, asıl müezzinler müstahik olmazlar. Çünkü bu gelir bizzat ezanları ve duâları okuyanlar için şart kılınmıştır." diye cevap vermiştir.
"Bir mütevelli vakfını kiraya verdiğinde..." Câmiu'l-Fûsuleyn'in yirmi yedinci bâbında zikredilmiştir ki; hâkim tarafından bir kimse vasî veya mütevelli tâyin edildiği zaman sicillât denilen hâkimin defterine vasî veya mütevelli tâyin etmeye velâyeti bulunan hâkim tarafından fülan kimse vasî veya mütevelli tâyin edilmiştir, diye yazılmalıdır. Eğer fülan kimse hâkim tarafından vasî tâyin edilmiştir, kavil üzerine kısaltılmış olursa, çok defa vasî tâyin etmeye velayeti bulunmayan hâkim tarafından tâyin edilmiş olur. Çünkü hâkimin vasî veya mütevelli tâyin edebilmesi ancak menşûrunda (padişah tarafından hâkim tâyin edildiğine dair kendisine verilen fermanda) vakıflarda ve yetimlerde tasarruf etmesi açık olarak yazılmış olduğu takdirdedir. Böyle bir hâkimin tâyin ettiği vasi veya mütevellinin vermiş olduğu hüküm, hâkimin nâibinin hükmü gibi olur. Bundan dolayı hâkimin menşûrunda "fülan hâkime nâib ve vekil tâyin etmesi için izin verilmiştir" diye yazılı olması lâzımdır.
METİN
= Mütevelli tâyin etmek salahiyetinin önce vakfedene, sonra vakfedenin vasîsine, daha sonra salahiyetli olan hâkime aid olması =
Bir vakfa mütevelli tâyin etmek önce vakfedene aiddir. Sonra vakfedenin vasîsine aiddir. Çünkü vasîsi onun yerine geçmektedir.
Vakfeden, bir kimseyi yalnız vakfının işine vasî tâyin etse, Zahirü'r-rivâyete göre o kimse vakfedenin her işinde vasîsi olur. İmam Ebû Yusuf'a göre, yalnız vakıf işinde vasîsi olur.
Bir kimse vakfında nezareti bir şahıs için kıldıktan sonra başka bir şahsı da vasî tâyin etse, o şahısların işleri ayrılmadıkça her ikisi de nâzır (nezâretçi) olur. Bu bahsin tamamı İs'âf'dadır.
Bir vakıf için iki vakıfnâme bulunup her birinde bir mütevellinin ismi yazılı olup birisinin tarihi sonra olsa bile her ikisi mütevelli olmakta ortak olur. Bahır.
F E R İ: Mütevelli olmak isteyenin mütevelli tayin edilmesi layık değildir. Fakat vakfa nezaret etmesi kendisine şart kılınan kimsenin tâlib olması bundan müstesnadır. Sanki vakfeden onun mütevelli olmasını şart kılmış olur da o da vakfedenin şartını yerine getirmeyi murad etmiş olur. Nehir.
Vakfedenin ölümünden sonra mütevellilik kendisine şart kılınmış kimse de ölüp mütevelliliği bir kimseye vasiyet etmemiş olursa, mütevelli tâyin etmek salahiyetli hakime aid olur. Çünkü vakıfda istihkakı olanın mütevelli tayin etmeye velâyeti olmayıp ancak mütevelli olması vardır. Nitekim yukarıda geçmiştir.
İZAH
"Mütevelli tayin etmek..." Bahır'da beyân edildiğine göre, bir vakfa mütevelli tâyin etmek salahiyeti hayatta olduğu müddetçe şart kılmasa bile evvela vakfedene aiddir. Vakfeden, mütevelliyi azledebilir. İmam Ebû Yusuf'a göre, vakfedenin ölmesiyle tâyin etmiş olduğu mütevellinin vazifesi sona ermiş olur. Ancak vakfeden hem hayatında hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış olursa başka.
Tatarhâniyye'de zikredilmiştir ki; bir mescidin cemaatı mescidin işlerine bakması için bir kimseyi ittifakla mütevelli tâyin etseler mükaddimîn-i fukahaya göre sahih olur. Fakat efdal olan hâkimin izniyle mütevelli olmasıdır. Sonra muteahhirîn-i fukaha ise, onun mütevelli tayin edilmiş olduğunu hâkime bildirmemek efdaldir diye ittifak etmişlerdir. Çünkü hâkimlerin vakıf mallarında tamahları olduğu bilinmektedir.
Kezâlik: Muayyen ve adedleri belli kimselere yapılmış olan bir vakfa kendi içlerinden birisini ittifakla mütevelli tâyin etseler, yine hüküm aynıdır.
Ben derim ki: Fukaha: "Yetimin vasîsi hakkında da aynı hükmü zikredip tacirlerden birisi yetimin malında alım-satım gibi tasarruf da bulunsa câiz olur." demişlerdir. Hâniyye'de: "Bu istihsandır. Bununla fetva verilir." diye yazılmıştır.
"Sonra vakfedenin vasisine..." Yani bir vakfa mütevelli tâyin etmek vakfedenden sonra vakfedenin vasîsine aiddir. Hatta vakfeden ölürken bir kimseyi vasî tâyin edip vakıf işinden bahsetmese, vakfın velâyeti de vasiye aid olmuş olur.
"O şahısların işleri ayrılmadıkça..." Eğer o şahısların işleri ayrılmış olursa, şöyle ki: Bir kimse: "Şu arazimi fülan cihete vakfettim ve fülan şahsı ona mütevelli tayin ettim. Fülan şahsı da terekeme ve bütün işlerime vasi tayin ettim" dese, bu takdirde o şahıslardan her biri kendisine verilen işlerde tek başına olmuş olur. İs'af.
Galiba bunun vechi; bir meclisde o şahıslardan her birinin ayrı ayrı işlere tayin edilmesi tâyin edenin bütün işlerinde ortak olmayacaklarına karinedir. Fakat Zahire'den naklen Enfeu'l Vesail'de zikredilmiştir ki: bir kimse ölürken vakfına bir şahsı ve çocuklarına da başka bir şahsı vasi tayin etse, İmam-ı Azam ile İmam Ebu Yusuf'a göre, o şahıslardan her biri o kimsenin bütün işlerinde vasisi olmuş olur.
Bir kimse iki akarından birisini bir kavme, diğerini de başka bir kavme vakfedip her birine bir mütevelli tâyin ettikten sonra Zeyd'i de vasî tâyin etse, Zeyd de o iki mütevelli ile beraber mütevelli olmuş olur. Zeyd de Amr'i vasî tayin etse, Zeyd için sâbit olan haklar aynen Amr için de sâbit olmuş olur. Çünkü vasinin vasîsi vakfedenin vasîsi yerindedir. Hatta vasînin vasîsi vakfedenin tâyin ettiği mütevelli ile mütevellilikte ortak olur.
Tatarhâniyye'nin Edebü'l-Evsıyâ bahsinde: "Bir kimse bir şahsı vasî tâyin ettikten bir müddet sonra başka bir şahsı da vasî tayin etse, bu şahıslardan her biri o kimsenin malında tasarruf etmek hususunda vasîsi olur. O kimse gerek ilk tayin ettiği vasîsini hatırlasın, gerekse hatırlamasın müsavîdir. Çünkü biz Hanefîlere göre, bir vasîyi, vasi tâyin eden kimse vasîlikten azletmedikçe kendiliğinden azledilmiş olmaz. Hatta iki vasî arasında bir sene veya daha çok müddet bulunsa bile ilk vasî vasilikten azledilmiş olmaz." diye zikredilmiştir.
Kınye'de beyân edilmiştir ki; hâkim mütevellisi bulunan bir vakfa başka bir mütevelli tâyin etse bakılır: Eğer birinci mütevelliyi vakfeden tâyin etmişse, ikinci mütevelli ile azledilmiş olmaz. Eğer birinci mütevelliyi de hakim tayin edip bunu bildiği halde ikinci mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur. Buna göre, ikinci mütevelliyi vakfedenin tâyin etmesiyle hâkimin tâyin etmesi arasında fark vardır. Vakfeden tâyin ederse, ikinci mütevelli birinci mütevelli ile mütevelli olmakta ortak olur. Hâkim birinci mütevelliyi bildiği halde ikinci mütevelliyi tâyin ederse, birinci mütevelli azledilmiş olur.
"Vakfedenin ölümünden sonra..." Şârih, vakfedenin ölmesiyle kayıdlamıştır. Çünkü vakfedenin hayatında tâyin ettiği mütevelli ölse, Mücteba sahibi: "Yeniden mütevelli tâyin etmek salahiyeti vakfedene aid olur." demiştir. İmam Muhammed Siyer-i Kebirinde: "Mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye zikretmiştir.
Fetâvây-ı Suğra'da: "Mütevelli tâyin etmek salahiyeti vakfedene aiddir. Hâkime aid değildir. Vakfeden ölmüşse bakılır: Eğer vakfedenin vasîsi varsa, mütevelli tâyin etmeye hâkimden evlâdır. Eğer vasîsi yoksa mütevelli tâyin etmek salahiyeti hâkime aid olur." diye yazılıdır. Buna göre bir vakfın mütevellisi varken, hâkim o vakıfda tasarruf da bulunmaya mâlik olamaz.
Bahır'da beyân edildiğine göre hâkimin velâyeti, mütevellilik kendisine şart kılınan kimseden ve şart kılınan kimsenin vasîsinden "sonra gelir. Artık vakfeden, vakfında takrîri mütevelliye şart kılmış ise o vakıfdaki vazifelerde hâkimin takriri sahih olmaz. Remlî Hayrüddîn ile Allâme Kâsım bununla fetva vermişlerdir. Fakat bu, Kahire'de vâki olana muhâliftir.
T E N B İ H : Vakfedenin ölmesiyle tâyin etmiş olduğu mütevellisi azledilmiş olur. Fakat vakfeden hem hayatında, hem de öldükten sonra onun mütevelli olmasını şart kılmış ise azledilmiş olmaz.
Kınye'de zikredilmiştir ki; hâkimin tâyin etmiş olduğu mütevelli, hâkimin azledilmesiyle azledilmiş olmaz.
METİN
Vakfedenin akrabasından mütevelli olmaya salahiyetli bir kimse bulundukça dışardan mütevelli tâyin edilemez. Çünkü akrabası vakıf hakkında yabancılardan daha çok alaka gösterir ve vakfedene daha şefkatli olur. Vakfedenin maksadı vakfın akrabalarına nisbet edilmesidir.
Bir mütevelli hayatta ve sıhhatta iken kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmek istese bakılır: Eğer kendisine mütevellilik umûmi surette bırakılmış ise yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olur. Sonra onun azline mâlik olamaz. Ancak vakfeden, mütevelliliği başkasına bırakmak ve onu azletmek hakkını mütevelliye şart kılmış olursa, bu takdirde azle mâlik olur. Eğer kendisine mütevellilik umûmi surette bırakılmamış ise, sıhhat halinde yerine başkasını mütevelli tâyin ederse sahih olmaz. Ölüm hastalığında tâyin ederse sahih olur.
Mütevelli için azletmek ve yerine başkasını mütevelli tâyin etmek vasî tâyin etmek gibi olmalıdır.
Eşbâh sahibine; "Bir vakfın mütevelliliği muayyen bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "Sıhhat halinde tâyin etmişse intikal eder. Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin edilen, tâyin edenin yerine geçmiştir." diye cevap vermiştir.
Yine Eşbah sahibine, "Vakfeden vakfının gelirinden muayyen bir mikdar gelir verilmesini şart kılıp ondan sonra o mikdarın fakirlere verilmesini şart kıldığı halde o kimse o mikdarı başka birisine bıraktıktan sonra ölse, o mîkdar fakirlere intikal eder mi?" diye sorulmuş, o da: "intikal eder" diye cevapvermiştir.
Eşbâh'da zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile fetva verilir. Eşbah sahibi: "Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı azledebilir mi? Bunun hükmünü göremedim." demiştir.
Vakfeden kimse vakfına mütevelli tâyin etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye mâlik olamaz.
Bir mütevelli kendi nefsini mütevellilikten azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur; bilmezse sahih olmaz.
İZAH
"Salahiyetli bir kimse bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir: Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez. Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse, mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.
Vakfeden, mütevellinin kendi çocuklarından ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim, hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet tâyin ederse, tâyin ettiği kimse mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu hâin olursa yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden dolayı azledilip yerine sâlih bir kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası hıyanetinden dolayı evleviyetle azledilir. Camiu'l-Fûsuleyn.
T E N B İ H : Vakfedenin komşularından ve akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli hakkında menfaatli ve faydalı olanı göz önüne alır.
Fetih'de: "Bir mütevellinin vakıf işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi ve onu azletmesi câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli tâyin etmek salahiyeti, hâkime aid olur." diye zikredilmiştir.
T E N B i H : Fukaha: "Bir kimsenin uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi başkasına ferağı (bırakıp terk etmesi) sahihdir." diye açıklamışlardır.
Allâme Kâsım: "Vazifesini başkasına bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o vazife kendisine bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye fetva vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi lâzımdır." demiştir.
Bir kimse uhdesindeki mütevellilik gibi bir vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip hâkim de o vazifeyi o şahsa takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden azletmiş, hâkimin takririyle o şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş olur.
Metindeki Eşbâh sahibinin: "Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş olduğu cevabı reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, gerek sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin tâyini sahih olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine başkasını bırakmasına izin vermemiştir.
Kezâ: Hamevî: "O kimse ölüm hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib olur. Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla amel etmemiştir." demiştir.
Ben derim ki: Evkaf-ı Hilâl'den naklen Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına Abdullah'ın, ondan sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken o vakfın mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile beraber mütevelli olamaz.
Allame Hânuti: "Bir kimse vakfına evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli olmasını şart kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse, o, mütevelli olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana mütevellilik intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı Fetvâsındadır.
Şeyh İsmail Fetavâsında: "Vakfedenin şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik sahih olmaz. Artık bir vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart kılınıp erşed ölürken mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir olduğundan hakim erşed olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva vermiştir.
"Vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya bulunmasın vakfeden vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın müsâvidir. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir. İmam Muhammed'e göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin vekili olmayıp fakirlerin vekilidir.
"Bu kavil ile fetva verilir." Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin beyânına göre, fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf nâmesinde mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i Nüceym Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar olmasındadır." demiştir.
Ben derim ki: Bu ihtilâf, bir vakfın mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri gelmektedir. İmam Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet hakkı kalmaz, ancak şartta bâki kalır. İmamvermiştir.
Eşbâh'da zikredilmiştir ki; vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir. Bu kavil ile fetva verilir. Eşbah sahibi: "Vakfeden, tâyin etmiş olduğu müderris ile imamı azledebilir mi? Bunun hükmünü göremedim." demiştir.
Vakfeden kimse vakfına mütevelli tâyin etmediğinden hâkim tâyin etse, vakfeden onu azletmeye mâlik olamaz.
Bir mütevelli kendi nefsini mütevellilikten azletse, vakfeden veya hâkim bilirse, azil sahih olur; bilmezse sahih olmaz.
İZAH
"Salahiyetli bir kimse bulundukça..." Bu mesele Hâkimin Kâfisinde olup ibâresi şöyledir: Vakfedenin evlâdından ve ehl-i beytinden mütevelli olmaya salahiyetli ve kabiliyetli bir kimse bulundukça yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilemez. Onlar arasında salahiyetli bir kimse bulunmayıp yabancı bir kimse mütevelli tâyin edildikten sonra onlar arasından salahiyetli bir kimse yetişirse, mütevellilik yabancıdan alınarak ona verilir.
Vakfeden, mütevellinin kendi çocuklarından ve torunlarından olmasını şart kılsa hâkim, hıyanetlikleri bulunmadan yabancı bir kimseyi mütevelli tâyin edemez. Şayet tâyin ederse, tâyin ettiği kimse mütevelli olmuş olmaz. Eğer mütevellinin çocuğu hâin olursa yabancı bir kimse mütevelli tâyin edilir. Çünkü vakfeden mütevelliliği kendi nefsi için şart kılıp hâin olduğu ortaya çıksa, hıyanetinden dolayı azledilip yerine sâlih bir kimse tayin edebilir. Vakfedenden başkası hıyanetinden dolayı evleviyetle azledilir. Camiu'l-Fûsuleyn.
T E N B İ H : Vakfedenin komşularından ve akrabasından olanlar mütevelliliği ücretsiz olarak kabul etmedikleri halde başkası ücretsiz kabul edecek olsa, hâkim vakıf ehli hakkında menfaatli ve faydalı olanı göz önüne alır.
Fetih'de: "Bir mütevellinin vakıf işlerinde vekil tâyin etmesi, ona ücretinden bir şey vermesi ve onu azletmesi câizdir. Mütevelli dilerse vekili azledilmiş olur. Mütevelli tâyin etmek salahiyeti, hâkime aid olur." diye zikredilmiştir.
T E N B i H : Fukaha: "Bir kimsenin uhdesindeki nezaret ve mütevellilik gibi bir vazifeyi başkasına ferağı (bırakıp terk etmesi) sahihdir." diye açıklamışlardır.
Allâme Kâsım: "Vazifesini başkasına bırakıp terk eden kimsenin vazifeden hakkı düşer. İster o vazife kendisine bırakılan şahsa takrir edilsin, isterse takrir edilmesin." diye fetva vermiştir. Fakat sonra: "Bu fetvasından vazgeçip hâkimin takrir etmesi lâzımdır." demiştir.
Bir kimse uhdesindeki mütevellilik gibi bir vazifeyi hâkimin huzurunda bir şahsa terk edip hâkim de o vazifeyi o şahsa takrir etse, o kimse kendi nefsini o vazifeden azletmiş, hâkimin takririyle o şahıs da o vazifeye tâyin edilmiş olur.
Metindeki Eşbâh sahibinin: "Ölüm hastalığında tâyin etmişse, tâyin edilen hayatta oldukça intikal etmez. Çünkü tâyin edilen tâyin edenin yerine geçmiştir." diye vermiş olduğu cevabı reddedilmiştir. Şöyle ki: Bir vakfın mütevelliliği bir kimseye şart kılınıp onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etme velâyeti hâkime şart kılındığı halde o kimse kendi yerine başkasını mütevelli tâyin ettikten sonra ölse, gerek sıhhat halinde tâyin etsin, gerek ölüm hastalığından tâyin etsin tâyini sahih olmaz. Çünkü vakfeden onun ölümünden sonra mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesini şart kılmış; mütevellinin kendi yerine başkasını bırakmasına izin vermemiştir.
Kezâ: Hamevî: "O kimse ölüm hastalığında olsa bile kendi yerine başkasını mütevelli tâyin etmesi sahih olmayıp mütevelli tâyin etmek salahiyetinin hâkime intikal etmesi vâcib olur. Çünkü o kimse kendi yerine mütevelli tâyin etmekle vakfedenin şartıyla amel etmemiştir." demiştir.
Ben derim ki: Evkaf-ı Hilâl'den naklen Enfeu'l- Vesail'de zikredilmiştir ki; bir kimse vakfına Abdullah'ın, ondan sonra Zeyd'in mütevelli olmasını şart kılıp Abdullah ölürken o vakfın mütevelliliğini başka bir şahsa vasiyet etmiş olsa, o şahıs Zeyd ile beraber mütevelli olamaz.
Allame Hânuti: "Bir kimse vakfına evlâdından erşed (hâli ve tasarrufu en iyi) olanın mütevelli olmasını şart kılıp erşed olan ölürken mütevelliliği kızının kocasına terk etse, o, mütevelli olmayıp vakfedenin şartıyla amel edilerek evlâdından erşed olana mütevellilik intikal eder." diye fetva vermiştir. Bu bahsin tamamı Fetvâsındadır.
Şeyh İsmail Fetavâsında: "Vakfedenin şartına muhâlif olarak başkasına bırakılan mütevellilik sahih olmaz. Artık bir vakfın mütevelliliği vakfedenin erşed evlâdına şart kılınıp erşed ölürken mütevelliliği erşed olmayana bıraksa, hıyâneti zâhir olduğundan hakim erşed olanı mütevelli tâyin eder." diye fetva vermiştir.
"Vakfeden mutlak surette mütevelliyi azledebilir." Yani mütevellinin suçu bulunsun veya bulunmasın vakfeden vakıfnâmede mütevelliyi azletmeyi şart kılsın veya kılmasın müsâvidir. Bu, İmam Ebû Yusuf'a göredir. Çünkü mütevelli vakfedenin vekilidir. İmam Muhammed'e göre, vakfeden mütevelliyi azledemez. Çünkü mütevelli vakfedenin vekili olmayıp fakirlerin vekilidir.
"Bu kavil ile fetva verilir." Yani İmam Ebû Yusuf'un kavliyle fetva verilir. Tecnîs sahibinin beyânına göre, fetva İmam Muhammed'in kavli üzeredir. Yani vakfeden vakıf nâmesinde mütevelliyi azletmeyi şart kılmamış ise azledemez. Allâme Kâsım Tashîhı'l-Kudûrî'de: "İmam Muhammed'in kavli kesindir." demiştir. İbn-i Nüceym Risâlesinde: "Bu meseledeki ihtilâf, iki kavilden hangisinin muhtar olmasındadır." demiştir.
Ben derim ki: Bu ihtilâf, bir vakfın mütevelliye teslim edilmesinin şart olup olmamasından ileri gelmektedir. İmam Muhammed'e göre, bir malın vakıf olabilmesi için mütevelliye teslim edilmesi şarttır. Mütevelliye teslim edilince, vakfedenin onda velâyet hakkı kalmaz, ancak şartta bâki kalır. İmam"Şer'i bir hüccet ibraz etse..." Yani o hanenin vakıf olduğu yazılı şer'î bir mektup gösterip mektubun aslı eski kadıların sicillât denilen defterinde yazılı olsa bu mektup kabul edilir. Şer'î mektup hasmın elinde bulunsa bile kabul edilir. Yeni tâyin edilen kadılar, eski kadıların mektuplarıyla amel ederler. Fukahanın bu kavilleri eski vakıflara mahsustur. Kınye, Hindiyye.
"Bu mesele..." Yani bir kimse kendi tarafından tamam olan bir şeyi bozmaya çalışırsa çalışması reddedilir. Ancak yedi meselede reddedilmez. Eşbâh'da bu yedi mesele dokuz mesele olarak zikredilmiştir.
Birincisi: Bir kimse bir köle satın alıp teslim aldıktan sonra: "Satan şahıs bu köleyi bana satmadan önce gâib olan fülan zata şu kadar meblağa satmıştır" diye dâvâ edip şâhid getirse, dâvâsı kabul edilir.
İkincisi: Bir kimse cariyesini bir şahsa hibe edip o şahıs cariyeyi ümm-i veled kıldıktan sonra hibe eden kimse cariyenin müdebbere veya ümm-i veled olduğunu dâvâ edip isbat etse, dâvası kabul edilir. Cariyeyi geri alır ve ukru (cariyenin mihrini) da alır. Çünkü hürriyet hakkındaki tenâkuz dâvânın sahih olmasına mâni değildir.
Üçüncüsü: Bir kimse kölesini sattıktan sonra onu âzâd etmiş olduğuna dâva etse, dâvâsı kabul edilir. Fetih'de: "Hürriyette tenâkuz zarar vermez." diye zikredilmiştir.
Dördüncüsü: Bir kimse bir arazi satın aldıktan sonra "satan şahıs onu mezarlık veya mescid kılmıştır" diye dâvâ etse, dâvâsı kabul edilir.
Beşincisi: Bir kimse bir köle satın aldıktan sonra "satan şahıs onu azâd etmiştir" diye dâva edip isbat etse, dâvâsı kabul edilir.
Altıncısı: Bir kimse bir akar satıp sonra "o akar vakıfdır" diye dâva edip isbat etse, dâvâsı kabul edilir.
Yedincisi: Bir baba çocuğunun malını sattıktan sonra gabn-i fâhişe (pek noksana) sattığını davâ etse, dâvâsı kabul edilir.
Sekizincisi: Vasî, sattıktan sonra gabn-i fahişle sattığını dâvâ etse, kabul edilir.
Dokuzuncusu : Mütevellinin gabn-i fahiş dâvâsıdır.
"Allah-ü Teâlâ'nın hakkı olan vakıf hakkındadır." Yani ilk baştan fakirlere yapılan vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkıdır.
"Satanın dâvâsı ve şâhidi..." Yani bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar vakıfdır" diye dâvâ edip şâhid getirse, şâhidle isbat edilen bir dâvâ kabul edilir. Ama şâhidsiz dâvâ kabul edilmez. Hatta satın alan şahsa yemin ettirilemez. Nitekim yukarıda geçmiştir.
Velhâsıl; Mu'temed olan kavle göre, dâvâsız şahâdet kabul edilir.
Fetâvây-ı Hayriyye'de beyân edildiğine göre sattığı akarın vakıf olduğunu dâvâ edenin dâvâsı kabul edilmez. Fakat dâvâsını şahidle isbat ederse, bunda fukaha ihtilaf etmişlerdir. Esah olan kavle göre, şâhidle isbat edilen dâva kabul edilir. Hulâsa ve diğer bir çok fıkıh kitablarında bu kavlin sahih olduğu beyân edilip: "Vakıf Allah-ü Teâlâ'nın hakkıdır, bunda dâvâsız şahâdet kabul edilir." diye sebebi açıklanmıştır
Ben derim ki: Bana zâhir olan bu meselede tafsilât vardır: Bir kimse bir akarı bir şahsa sattıktan sonra "bu akar bana vakfedilmiştir" diyerek akarın kendisine vakfedilmiş olduğunu dâvâ edip şâhid getirirse, asıl vakfı isbat için şahidi kabul edilir. Fakat dâvâsı sahih olmadığından kendisine o vakfın gelîrînden bir şey verilmez. Nitekim dâvâsız şahadetin kabul edildiği yukarıda geçmiştir. Asıl vakfın sübûtu dâvâya muhtaç olmaz. Fakat bir vakfın gelirinde sehmi bulunduğunu iddia eden kimse dâva edip isbat etmedikçe kendisine o vakfın gelirinden bir şey verilmez. Satan kimsenin vakıfdır, diye dâvâ ettiği akarda hissesi bulunursa, dâvâsında tenâkuz bulunduğundan kabul edilmez. Ama hissesi bulunmayan bir kimse satmış olduğu akarın vakıf olduğunu dâvâ ederse, dâvâsında tenâkuz bulunmadığından kabul edilir. Satılan akar fakirlere veya mescide vakfedilmiş olursa, dâvâ eden isterse satan olsun, isterse başkası olsun şâhidi kabul edilir ve o akarın vakıf olduğu sabit olur.
T E N B İ H : Bir kimse bir hane satın aldıktan sonra o hanenin vakıf olduğunu dâvâ etse -satan mütevelli ise onun aleyhine- dâvâsı kabul edilir, mütevelli değil ise kadı bir mütevelli tayin eder. Ebû Cafer'in kavline göre, davâda tenâkuz bulunduğundan mütevelliden başkasının aleyhine kabul edilmez ise de dâvâsız şahadet kabul edilir. Bu bahsin tamamı Fetavây-ı Hayriyye'dedir.
Bir kimse mescid veya medrese yapılması için hazırlanmış bir yere vakfetse, vakıf sahih olur. Fakat yapılması düşünülüp henüz yeri hazırlanmamış bir mescide vakfedilirse vakıf sahih olmaz. Dımaşk Müftüsü Abdurrahman Efendi'l-İmâdi bununla fetva vermiştir.
"Geliri Zeyd'in evlâdı oluncaya yahut mescid veya medrese yapılıncaya kadar fakirlere sarf edilir."
Ben derim ki: Bu vakfa, gelirin ilk sarf edileceği mahal, kesilmiş vakıf denir.
Haniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse "şu arazim vakfedilmiş bir sadakadır doğacak evlâdıma" deyip evlâdı doğmadan vakfın mahsûlü yetişmiş olsa fakirlere taksim edilir. Taksim edildikten sonra evladı olsa, bundan sonra hâsıl olacak gelir ona sarf edilir. Çünkü o kimsenin "vakfedilmiş bir sadakadır" sözüyle o arazi fakirlere vakfedilmiştir" Doğacak evlâdıma" ifadesi ise istisna içindir. Sanki o kimse "şu arazim fakirlere vakıftır, ancak evladım doğacak olursa onun geliri evladım hayatta olduğu müddetçe ona sarf edilecektir" demiş olur.
İs'âf'da: "Bir kimse: Şu arazimi evlâdıma vakfettim, deyip evlâdı bulunmayıp oğlunun evlâdı bulunsa, kendi sulbi evlâdı doğuncaya kadar o vakfın geliri oğlunun evlâdına sarf edilir." diye beyân edilmiştir,
Bazen vakfın gelirinin sarf edileceği orta mahal kesilmiş olur. Meselâ: bir kimse: "Şu arazimi iki evlâdıma sonra onların nesillerine vakfettim" dese, İbn-i Fazl'a göre iki evlattan biri ölüp geride evlât bıraksa, o vakfın gelirinin yarısı hayatta kalana, yarısı da fakirlere sarf edilir. Diğer evlâd da ölünce gelirin hepsi vakfedenin evlâdının evlâdına sarf edilir. Çünkü vakfedenin şartına riayet etmek lâzımdır. Vakfeden vakfının gelirinin birinci batından hiç bir kimse kalmadıktan sonra evlâdının evlâdına sarf edilmesini şart kılmıştır. İki evlâddan biri ölünce vakfın gelirinin yarısı fakirlere sarf edilir. Hâniyye.
METİN
F Ü R Û: Fetva için müracaat edilen yeni ve mühim bir mesele ortaya çıkmıştır.
"Sultan bir araziyi bir sâkıyeye irsad edip haracını onun tamiri gibi külfeti için kıldıktan bir müddet sonra sâkıyenin gittiği belde harap olup sâkıyeye ihtiyaç kalmadığından sultanın vekili o araziyi mülk olan başka bir sâkıyeye nakletse, bu nakil sahih olur mu?" diye sorulmaktadır.
Bazı Şâfii fukahası: "Mülke yapılan irsâd mâlikine irsaddır." diye cevap vermişlerdir. Yani vekilin o araziyi nakli sahih olur. Bu takdirde kendisine irsâd edilen kimseye o araziyi eskiden beri idare edildiği şekilde idare etmesi lâzım gelir. Çünkü Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir havuz harap olsa, onun vakıfları başka bir havuza sarf edilir.
İçinde müteaddid odalar bulunan büyük bir hane sahibi odalardan birini âzâdlısı olan fülana, diğer odaları da çocuklarına ve torunlarına, onların nesli kesildikten sonra âzâdlılara vakfedip bir müddet sonra o vakıf odalar âzâdlılara kalsa, daha önce kendisine bir oda vakfedilen âzâdlı, ikinci âzâdlılara dahil olur mu? Zahîre'de zikredilen hilâfdan alınarak bu hususta verilen fetvalar muhteliftir. Fakat Hâniyye'de beyân edildiğine göre, bir kimse malının bir miktarını bir şahsa, diğer mikdarını da fakirlere vasiyyet edip kendisine vasiyyet edilen şahıs muhtaç olsa, fakirlerin hissesinden ona verilir mi? Bu meselede fukahanın ihtilâfı vardır. Esah olan kavle göre verilir.
Bir kimse avlusunda meyveli ağaç bulunan vakıf bir haneyi kiralasa, o ağaçların meyvasından yemesi kendisine helâl olur mu? Zâhir olan, vakfedenin şartı bilinmezse, o ağaçların meyvalarından yiyemez.
Hâvî'de zikredilmiştir ki; bir kimse mescidin bahçesine meyve veren ağaçlar dikse bakılır: Eğer o ağaçları sebil olarak dikmişse her Müslüman'ın ondan yemesi câizdir. Eğer sebil olarak dikmeyip mescid için dikmiş veya niçin dikmiş olduğu bilinmezse, bu ağaçların meyvaları satılıp mescidin ihtiyaçlarına sarf edilir.
Fukahanın "vakfedenin şartı, Şâri'in nassı gibidir" kavillerinin mânâsı, söylenen lâfızdan mânânın anlaşılıp lâfzın ona delâleti ve kendisiyle amel etmenin vâcib olması demektir.
Buna göre, vakıfta ücret karşılığında hizmet eden kimsenin hizmet etmesi veya ücreti hizmet edene terk etmesi vâcib olur. Eğer kendisi hizmet etmez, ücreti de hizmet eden kimseye bırakmazsa ve bilhassa hizmeti terk etmesiyle tamamıyla vazife yapılmayacak olursa günâhkar olur. Nehir.
İZAH
"İrsâd edip ilh..." İrşad: Sultanın beytülmala aid olan bir araziyi beytülmaldan çıkarıp müayyen bir cihete tâyin ve tahsis etmesidir. İrsâd, hakikat de vakıf değildir. Çünkü sultan o araziye mâlik değildir. Vakfedilen şeyin vakıf zamanında vakfedenin malı bulunması şarttır.
"Vekilin o sâkıyeyi nakli sahih olur." Hulasada zikredilmiştir ki; bir mescid veya bir havuz harap olup etrafındaki haneler de dağıldığından onlara ihtiyaç kalmasa mescidin vakıfları başka mescide havuzun vakıfları ise başka havuza sarf edilir.
Sakıye: Su dolabı su arkı ve su kanalı demektir.
Hasılı: Bizim Hanefî mezhebine göre, kendisine vakfedilmiş mahal harap olunca vakfı, aynı cinsden olan mahalle sarf edilir. Meselâ; bir mescid harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında vakıfları başka bir mescide sarf edilir. Bir havuz harap olup kendisine ihtiyaç kalmadığında vakıfları başka bir havuza sarf edilir. irsâd da vakıf gibidir.
Sultan, beytülmala aid olan bir araziyi bir sakiyeye tahsis ettikten bir müddet sonra sâkiyenin gittiği belde bir müddet sonra harap olup sakiyeye ihtiyaç kalmadığından sultanın vekili o sâkiyeye tahsis edilen araziyi mülk olan başka bir sâkiyeye nakletse, nakil sahih olur. O arazi ikinci sakiyenin mâlikine tahsis edilmiş olur. Ama mülk sahibi tahsis edilen arazinin gelirinden istifade edemez. O tahsis edilen arazinin gelirini eskiden olduğu gibi yine su temini için sarf eder. Buna göre o arazinin haracı hem o mülk olan sâkiyeye hem de başka sâkiyelere sarf edilir.
"Zahire'de zikredilen hilafdan alınarak..." Zahire'de zikredilen hilaf şudur: Bir kimse bir arazisini vakfedip gelirinin yarısını kendi akrabasının fakirlere, diğer yarısını da akrabası olmayan yoksullara şart kılıp sonra kendi akrabasının fakirleri muhtaç olsalar, onlara yoksulların hisselerinden bir şey verilir mi? Hilâl "verilmez" demiştir. Bazı fukaha "verilir demişlerdir. Nehir.
Hâniyye'de zikredilmiştir ki; bir kimse bir akarının gelirinin yarısını oğlu Zeyd'e, diğer yarısını da hayatta olduğu müddetçe karısına, o öldükten sonra çocuklarına vakfedip bir müddet sonra karısı ölüp onun hissesi çocuklarına kalsa, o akarın gelirinin yarısı Zeyd'in diğer yarısı da çocukların olur. Zeyd, çocuklara kalan yarı hisseden de pay alır. Çünkü vakfeden kimse, karısının ölümünden sonra onun hissesini çocuklarına vakfetmiştir. Zeyd de çocuklarından birisidir.
Hâvi'de: "Vakıf olan bir hanenin avlusunda meyve veren ağaçlar bulunup bu ağaçlar hakkında vakfedenin şartı bilinmese mütevelli o ağaçlarınmeyvelerini satar, parasını vakfın ihtiyaçlarına sarf eder. O hanede kira ile oturan kimsenin o ağaçların meyvelerinden yemesi câiz olmaz." diye yazılıdır. Mütevelli ağaçların kendilerini satamaz. Çünkü Zahîre'den naklen Bahır'da zikredilmiştir ki: vakıf bir hanenin bahçesinde vakıf ağaçlar bulunsa, o hane harap olduğunda mütevelli ağaçları satıp haneyi tamir edemez. O haneyi kirasına mahsuben tamir etmek üzere bir kimseye kiraya verir. Tamir masrafı kiradan ödenince, o hanenin geliri yine kendilerine vakfedilenlere sarf edilir. O halde vakıf ağaçların harap olan hanenin tamiri için satılması câiz olmayınca, hane mamur iken satılması kesinlikle câiz olmaz.
Bundan anlaşılmıştır ki; bizim meselemizdeki ağaçlar musakat (bir taraftan ağaçlar, diğer taraftan onlara bakmak ve elde edilecek meyveleri aralarında anlaştıkları nisbet dahilinde taksim edilmek üzere yapılan bir çeşit şirkettir) yoluyla kiracıya verilir. İs'âf'da: "Vakıf bir arazideki ağaçların elde edilecek meyveler yarı yarıya taksim edilmek üzere ortağa verilmesi câizdir." diye zikredilmiştir.
Bahır'ın ibâresinden anlaşılmıştır ki; vakıf bir hanede bulunan ağaçlar, hanenin kiraya verilmesinin sahih olmasına mani olmaz. Çünkü hane içinde oturulmak için kiralanır. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...