03 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR.....ZEKAT BAHSİ


ZEKÂT BAHSİ

METİN
Kur'anı Kerîm'de zekâtın seksen iki yerde namazla berâber zikir edilmesi aralarında tam bir münâsebet olduğuna delildir. Zekât hicretin ikinci senesinde ramazan orucundan önce farz kılınmıştır. Peygamberlere bilicma' farz değildir.
Lügat ta zekât: Temizlik ve üremek mânâlarına gelir.
Şeriatta ise: Bir malın şeriat tarafından tâyin edilen bir cüzünü müslüman fakat Hâşimî veya onun Mevlâsı olmayan bir fakire Allah için temlik ederek o maldan her-vecihle istifâde alâkasını kesmektir. Temlik kaydı ile "ibâha" tariften çıkarılmıştır. Bir kimse zekât niyetiyle bir yetimi doyurursa zekât yerine geçmez. Ancak yiyeceği ona verirse olur. Nitekim çocuk eline almayı akıl etmek şartıyla ona bir elbise verse câiz olur. Meğer ki o kimseye yetimin nafakasını vermek için hüküm edilmiş olsun.
Mal kaydı ile menfaat târiften çıkarılmıştır. Bir kimse zekâta niyet ederek bir fakiri bir sene evinde oturtsa zekât yerine geçmez. İkinci imam buna muhâliftir. Şeriat tarafından tâyin edilen cüzü senelik nisâbın onda birinin dörtte biridir. Bununla nâfile sadaka ve fıtra hâriç kalır. Müslüman fakir bunak olsa da câizdir.
Hâşimi'nin Mevlâsından murad: Onun âzâd ettiği köledir. Kenz sahibinin, «Malı yani şer'an verilmesi malûm olan malı temlik etmektir.» diye yaptığı târifin mânâsı da budur. Zekât veren kimsenin o maldan her vecihle istifâde alâkasını kesmesi lâzımdır. Binâenaleyh aslına furûuna zekât veremez. «Allah için» kaydı niyetin şart olduğunu beyân içindir.
İZAH
Musannıfın bu bahsin unvânına Öşrü ve diğer nevileri katmaması taglib yolu ile veya bunlar zekâta tâbi olarak bahiste dâhil oldukları içindir. Kuhistânî. Kıyâsa göre, namaz bahsinden sonra orucu zikir etmeli idi. Nitekim Kâdıhân böyle yapmıştır. Çünkü oruç, namaz gibi sırf bedenî bir ibâdettir.. Ancak ulemânın ekserisi Kur'an'a uyarak zekatı oruçtan evvel anlatmışlardır. Nuh.
Bir de zekât namazdan sonra ibâdetlerin en fazîletlisidir. Kuhistâni.
Ben derim ki: Bu söz Tahrir ile şerhinin birinci bâbının ikinci faslı başlarındaki şu ifâdeye uygundur: «Zekâtın imandan sonra en şerefli olmak hususundaki tertibi şöyledir: Evvelâ namaz, sonra zekât, sonra oruç, sonra hac, sonra umre, cihâd ve itikaf gelir.» Bu husustaki sözün tamâmı oradadır.
Şârih zekâtın Kur'an-ı Kerim'de (82) yerde namazla beraber zikir edildiğini söylüyor. Bahır sâhibi dahi bu sözü Bezzâziye'nin Menâkıbına nisbet etmiş; Nehir ve Minâh sâhibleri de ona tâbi olmuşlarsa da Halebî doğrusunun otuz iki yer olduğunu söylemiştir. Nitekim üstâdımız Rahimallâh'da otuz iki saymıştır.
Zekâtın ramazan orucundan evvel farz kılınması da ondan önce bahis edilmesini münâsib gördürmektedir. T.
«Peygamberlere zekât farz değildir.» Çünkü zekât, kirlenmek şânından olan kimseleri temizlemek için meşru olmuştur. Peygamberler bundan münezzehtirler.
Teâlâ hazretlerinin (Hazreti İsâ'dan hikâyeten) «Bana Rabbim namazı ve zekâtı sağ kaldığım müddetçe emir etti.» Âyetinden murad: Peygamberlerin makamlarına yaraşmayan rezâletlerden nefsi temizlemektir yahud: Bana zekâtı tebliğ etmemi emir buyurdu, demektir. Maksad zekât fıtır değildir. Zirâ zekât lâzım gelmemeyi peygamberlerin husuusiyetlerinden saymanın iktizası mal ile beden arasında fark bulunmamaktır. Şubrâmilsî böyle demiştir.
Zekât lügatta üremekten başka mânâlara da gelir. Meselâ bereket, medih ve senâ mânâlarında kullanılır. Ama bu mânâların hepsi şer'î mânâsında mevcuttur. Çünkü, zekât sâhibini günahlardan ve cimrilik sıfatından temizlediği gibi malı da bir kısmını vermek suretiyle temiz pâk eder. Onun için de verilen cüzü kirli sayılır. Ve Rasûlüllah (s.a.v.)in âline (hânedânına) haram olur. Cenâbı Hak: «Onların mallarından sadaka alıp onunla kendilerini temiz pâk eyle» buyurmuştur. Verilen zekâtın yerine başkasını ihsân eder: «Siz bir şey infâk ederseniz Allah onun yerine başkasını verir; ve sadakanı üretir.» buyurmaktadır. Zekâtla bereket hâsıl olur. Sadakadan mal azalmaz. Allah sadaka verenleri medih ve senâ etmektedir. «Onlar ki zekât verme işini yaparlar.» ve: «Zekâtını veren muhakkak kurtulmuştur.» buyurmaktadır.
Şer'an zekât: Mastar mânâsına gelen bir isimdir. Zira vücûb ile vasıflandırılır. Vücûb fiillerin sıfatlarındandır. Bir de fıkhın mevzuu mükellefin fiilidir. Kuhistânî'nin nakline göre şer'an zekât: Bir kimsenin fakire verdiği miktardır. Kuhistânî bundan sonra şunları söylemiştir: «Kirmâni'nin beyânına göre zekât kelimesi miktar hususunda şer'an mecâzdır. Çünkü zekât bu miktarı vermekten ibârettir. Muhakkıkın ulema dahi bu kavli tercih etmişlerdir. Nitekim Muzmerat'ta beyân olunmuştur. Zekât unvânını kabul eden de budur. Zemahşeri ile İbn Esir müşterek olduğunu söylemişlerdir.»
Teâlâ Hazretlerinin: «Zekâtı verin!» Emrinin zahiri vâcib olan miktarı verin demektir. Ama buradaki verin emrini, fiili meydana getirin, mânâsına te'vil ihtimâli de vardır. Nitekim «Namazı kılın» emrinde de böyledir.
T E N B İ H : Bu tarife kırda gezen hayvanların zekâtı dâhil değildir. Çünkü onu zekât memuru alır. Velev ki zorla alsın. Binâenaleyh zekâtı veren tarafından temlik yoktur. Ancak şöyle denilebilir Sultan veya onun memuru o zekatı yerine sarf etmek ve temlik hususunda mal sâhibinin yâhud fakirlerin vekili gibidirler.
«Temlik kaydı ile ibâha tariften hâriç kalır.» Zekâtta ibâha (yani almayı mubah kılmak) kâfi değildir. (Mutlaka temlik lâzımdır.) Ama temlik kaydı ile kefaret hâriç kalmaz. Zira kefârette şart temkin (yani imkân vermek)tir. Bu temlik ve ibâhaya şâmildir. Kefâret «malın bir cüzünü» kaydı ile hâriç kalır.
«Ancak yiyeceği yetime verirse olur.» Çünkü zekât niyetiyle verince çocuk ona mâlik olur. Ve kendi mülkünden yemiş olur. Ama yetime sofrasında yemek yedirmesi bunun hilâfınadır. (zira bu temlik değil ibâha olur.) Şüphesiz ki yetimin fakir olması da şarttır. Babasının fakir olmâsını da şart koşmağa hâcet yoktur. Çünkü sözümüz yetimdedir. Yetimin babası yoktur.
«Eline almayı akıl etmek şartıyla» Sözü yiyecek ve elbise vermenin ikisinin de kaydıdır. H.
Fethü'l-Kadir sahibi ile başkaları bunu «eline aldığı şeyi atmaz ve ondan aldanmaz.» diye tefsir etmişlerdir. Çocuk akıl etmeyecek kadar küçük olurda onun nâmına babası veya vasîsi yâhud ona bakan bir yakını veya ecnebî biri yâhud o çocuğu sokakta bulan bir kimse alırsa câiz olur. Nitekim Bahır ve Nehir'de izâh edilmiştir. «Alırsa» diye ifâde edilmesi teberru edilen şeylerde temlik ancak kabızla yani eline almakla hâsıl olduğu içindir.
«Meğer ki o kimseye yetimin nafakasını vermek için hüküm edilmiş olsun.» Yani o kimseye yetimin nafakasını vermek lâzım gelir ve bu hususta hüküm verilirse o nafaka zekât yerine geçmez. Ancak bu yetime verdiğini nafaka saydığına göredir. Zekât sayarsa câiz olur. Nitekim Valvalciye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Tatarhâniye'de dahi eI'Uyun'dan naklen ayni şey söylenmiştir. Binaenaleyh Şârihin de Halebî gibi «verdiğini nafakadan sayarsa» kaydını koyması icab ederdi. Zâhire göre verdiğini zekât sayarsa farz olan nafaka kendisinden sâkıt olur. Zira yetim onunla iktifâ eder. Ulemâ «akrabânın nafakası ihtiyâca göre vacib olur.» demişlerdir. Onun içindir ki, müddet geçince sâkıt olur. Velev ki hâkimin hükmüyle lâzım gelmiş olsun. Çünkü geçmişin nafakasına ihtiyâç kalmamıştır. Burada da öyledir.
«İkinci imam buna muhâliftir.» İkinci imamdan murad, Ebu Yusuf'tur. Ona göre bir kimse bir fakiri zekât niyetiyle bir sene evinde oturtsa zekât yerine geçer. Bu hususta Bezzâziye'nin ibâresi şöyledir: «Bir kimseye yakın akrabasının nafakasını vermesi hüküm olunsa da zekât niyetiyle onu giydirip doyursa ikinci imama göre sahih olur.» Hâniye'de bu ibâreye şu da ilâve edilmiştir: «îmam Muhammed elbisede câiz; yiyecekte câiz olmadığını söylemiştir. İmam Ebu Yusuf'un yiyecek hususundaki sözü zâhir rivayetin hilafınadır»
Ben derim ki: Bu temlik yoluyla değil de ibâha suretiyle verildiğine göredir. Nitekim doyurmak tabirinin kullanılması buna işâret etmektedir. Onun için Tatarhâniye'de Muhit'ten naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse yetime bakar da ona giydirdiği ve yedirdiği şeyleri malının zekâtından hesap ederse, giyecekte câiz olduğunda şüphe yoktur. Zira rükün olan temlik mevcuttur.
Yiyeceğe gelince: «Eli ile verdiği yine câizdir. Eline vermeden yediği böyle değildir.» Şeriâtın tayin ettiği nisâbın onda birinin dörtte biri kırda gezen hayvanlarda bu miktârın yerini tutandır. Nitekim Bahır'da buna işâret olunmuştur. T.
«Bununla nâfile sadaka ve fıtra hâriç kalır.».Çünkü bunlar muayyen değildirler. Nâfile sadakanın muayyen olmadığı meydandadır. Fıtra da öyledir. Zira Hurma ve arpa gibi şeylerden bir sağ ile, buğday ve kuru üzüm gibilerden yarım sağ ile takdir edilmiş olsa da maldan tâyin edilmemiştir. o, zimmette vâcibtir. Bundan dolayıdır ki, mal helâk olsa da fıtra sâkıt olmaz. Nitekim bâbında gelecektir. Zekât bunun hilâfınadır. Onun için buğday ve benzerleri elinde bulunmasa bile onlardan fıtra vermesi vâcip olur. Zekatta onda birin dörtte biri, ancak elinde onda birin dokuzu mevcut ise vâcip olur. Hâsılı fıtra ile zekât arasındaki fark tayin ve takdir iledir. Benim anladığım budur.
«Müslüman fakir» ve diğer kayıtlarla musannıf kâfir, zengin Hâşimî ve Hâşimi'nin âzadlısındanihtiraz etmiştir. Maksad hallerini bildiği zaman böylelerine zekât vermemesidir. Nitekim zekâtın nerelere verileceği bâbında gelecektir. H.
Bahır sâhibi diyor ki: «Hür olması şart koşulmamıştır. Çünkü ileride görüleceği vecihle hür olmayan bir kimseye zekât vermek câizdir.»
Müslüman fakir bunak da olsa kendisine zekât verilebilir. EI'Mugrib nâm lügat ta beyân olunduğuna göre ma'tuh yani bunak aklı noksan olan kimsedir. Bazıları, «Delilik derecesine varmayan akıl oynamasıdır.» demişlerdir. Aynı eserde çocuk hakkında geçen tafsilât vardır. Nitekim bu tafsilat Tatarhâniye'de de mevcuttur. Umumiyetle usul fıkıh kitaplarında bunağın hükmünü bütün hükümlerde aklı eren çocuk gibi olduğu bildirilmiştir. Debbusî yalnız ibâdetleri istisnâ etmiş, ihtiyâtan ibâdetlerin kendisine vâcip olacağını söylemişse de Ebu'l Yusr kendisine itirazda bulunmuş ve, «Bunaklık bir nevi deliliktir. Ve ibâdetlerin vâcip olmasına mânidir.» demiştir. Bustîn'in usul fıkıh eserinde şöyle denilmektedir. «Aklı eren çocuğa ibâdetlerin edâsı teklif edilmediği gibi bunağa da teklif edilmez. Ancak bunaklık giderse hala edâ için kendisine hitâb teveccüh ettiği gibi güçlük vermemek şartıyla geçmişleri kaza için dahi teveccüh eder. Açıkça bildirilmiştir ki bunak az olan namazlarını kaza eder, çok olanları kazâ etmez. Velev ki evvelce muhatab olmasın. O tıpkı uyuyan ve bayılan kimse gibidir. Bulûğa eren çocuk böyle değildir.» (o geçmişleri kazâ etmez.) bu, tahkika daha münasibtir. Hindî'nin el'Mugnî şerhinde de böyle denilmiştir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. İsmâil.
«Binâenaleyh; aslına, furuuna zekât veremez.» Aslından murad: Ne kadar yukarıya çıkarsa çıksın anne ve babalar; Furu'dan maksad da, ne kadar aşağı inerse insin çocuklar ve onların çocuklarıdır. Keza karı koca birbirlerine zekât veremedikleri gibi bir kimse kölesine veya mukâtebine de zekât veremez. Zira bunlara zekât vermekle o kimsenin malından tamamiyle istifâdesi kesilmiş olmaz.
«Allah için» kaydı niyetin şart olduğunu beyan içindir. Çünkü niyet bütün maksud ibâdetlerde bil ittifak şarttır. Bahır.
METİN
Zekâtın farz olmasının şartı; akıl, buluğ, Müslümanlık, hûr olmak ve hükmen olsun zekâtın farz olduğunu bilmektir. Meselâ: İslâm memleketinde olması hükmen bilmek sayılır.
S E B E B İ: Yani farz kılınmasının sebebi senelik nisâba tamâmen mâlik olmaktır. Burada nisâb seneye nisbet olunmuştur. Çünkü nisabın üzerinden sene geçmesi şarttır. «Tamamen» kaydı ile mükâtebin mal' hâriç kalmıştır.
İZAH
Zekâtın farz olması için akıl ve buluğ şarttır. Binâenaleyh deliye ve çocuğa zekât farz değildir. Çünkü zekât hâlis bir ibâdettir. Deli ile çocuk bununla muhatap değillerdir.
Nafaka ve borçların vâcib olması kul hakkı olduğundan, öşür ve sadaka-i fıtırın vâcib olması bunlarda yiyecek mânâsı bulunduğu içindir. Esaslı delide -bulûğ vaktinde olduğu gibi- senenin başı, ayıldığından itibâr edileceğinde hilâf yoktur. Ârizi delide ise delilik bütün seneyi kaplarsa zâhirrivayete göre hüküm yine böyledir
İmam Muhammed'in kavli bu olduğu gibi Ebû Yusuf'tan da bir rivayet budur. Ve esah kavil de budur. Bütün seneyi kaplamazsa hükümsüz kalır. İmam Ebû Yusuf'tan diğer bir rivayete göre Zekâtın farz olması için senenin ekserisinde ayılmış bulunması itibâra alınır. Nehir.
Musannıf burada bunaktan bahis etmemiştir. Zâhire bakılırsa bu tafsilât onda da vardır. Ve, bunak bulunduğu müddetçe kendisine zekât farz olmaz. Zira bilirsin ki onun hükmü aklı eren çocuk gibidir. Binaenaleyh sırf ibâdet olan bir şey ona lâzım gelmez. Şu halde zekât da lâzım gelmez, çünkü o hâlis ibâdettir. Meğer ki bunaklığı bütün seneyi kaplamamış ola! Zira bu halde delilik bile hükümsüz kalır. Bunaklığın hükümsüz kalması ise evleviyetle sabittir. Gerçi Kuhistânî'de, «Zekât bunak ve baygın kimselere vâcip olur. Velev ki bütün sene bu hal devam etsin.» Nitekim Kâdıhân'da da böyle denilmiştir, ibâresi varsa da bu hususta" ben Kadıhân'ın iki nüshasına mürâcâat ettim. Fakat bunağı zikir ettiğini görmedim. O yalnız, deli, baygının hükmünden bahis etmiştir. Şâyet, Kâdıhân'da böyle bir şey varsa mesele müşkildir.
Zekât farz olmak için müslüman ve hür olmak da şarttır. Binâenaleyh kâfire zekât farz değildir. Çünkü o dinin furuu ile muhâtab değildir. (Ondan istenilen imandır.) Bu hususta aslen kâfir olmakla irtidâd etmesinin arasında fark yoktur. Mürted tekrar müslüman olursa mürted bulunduğu zamanların ibâdetlerinden mes'ul değildir. Sonra müslümanlar zekâtın vâcib olması için şart kılındığı gibi, bize göre devamı için de şarttır. Hatta bir kimse zekât kendisine farz olduktan sonra dinden dönerse zekât sâkıt olur. Nitekim ölümde de böyledir. Bunu Mi'râc'dan naklen Bahır sâhibi söylemiştir.
Hürriyet şart olduğu içindir ki, köleye zekat farz değildir. Velev ki mukâteb veya çalıştırılan köle olsun. Zira kölenin mülkü yoktur. Mükâteb ve benzerlerinin mülkleri olsa da bu mülk tam değildir. Nehir.
Zekâtın farz olduğunu velev hükmen bilmek şarttır. Dâr'ı harpte biri müslüman olur da kırda gezen hayvanlara mâlik olarak üzerinden seneler geçer şeriatı da bilmezse o kimseye zekât farz olmaz. Zekât vermesi İslâm diyarına geçtiği zaman emrolunur. İmam Züfer buna muhâliftir. Bedâyi.
Zekâtın sebebi nisâba malik olmaktır. Binâenaleyh vakıf hayvanlarla sebil olarak bırakılan atlara zekât verilmez. Çünkü bunlarda mülk yoktur. Düşmanın alıp götürdüğü mallara da zekât yoktur. Zira bize göre alıp götürmekle o mallara mâlik olur. İmam Şâfiî buna muhaliftir Bedâyi. Keza nisabtan az olan malın zekatı yoktur
Nisâb: Aşağıda gelecek bâblarda beyân edilen miktârların vâcip olması için şeriat tarafından konulan alâmettir. Nisâb ekin ve meyvalardan başka mallarda şarttır. Ekin ile meyvalarda ise nisâb ve sene geçmesi şart değildir. Nitekim öşür bâbında gelecektir. Buradaki seneden şemsî değil kamerî sene kasdedilir. Bunu musannıf metinde beyân edecektir.
«Tamamen» kaydıyla mükâtebin malı ta'riften hariç kalmıştır. Zira tamâmen demek hem şahsına mâlik olmak hem de elinde bulunmak sûretiyle sâhip olmaktır. Mükâtebin mâlik olması tamdeğildir. Onun malı kendisiyle efendisi arasındadır. Kitâbet malını ödemse sâir malları kendinin olur. Ödemezse mallar efendisinindir. şu halde efendisinin bir şey vermesi icap etmediği gibi mükâtebin vermesi de icap etmez. Nitekim Şurunbulâliye'de beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Kaybolmuş mal ile denize düşen, gasbedilip ispatlanamayan ve ovaya gömülen mallar dahi hâriçtir. Bunlar tekrar eline geçtiği vakit zekâtlarını vermek gerekmez. Nasıl ki ilerde görülecektir. Çünkü böyle bir mal zâtı itibariyle mülkü olsa da o kimsenin elinde değildir. Bunu Bedâyi' sâhibi söylemiştir. Bu kayıtla ticâret için alınıp henüz teslim edilmeyen mal ile ticâret için hazırlanan kaçak köle dahi tarîften hâriç kalır.
METİN
Ben derim ki mükâtebin malı hürriyeti şart koşmakla târiften hâriç kalmıştır. Zira mutlak söz kemâline sarf edilir. Haram bir sebeple edindiği mal nisâb mülküne dâhildir. Gasbettiği malı karıştırması bu kabildendir. Ondan ayrı başkası varsa borcunu ondan öder. Nisâb malı kullar tarafından istenen borçtan hâli olmalıdır. İster zekât ve harac gibi, Allah borcu; isterse, kul borcu olsun, Velev ki kul borcu kefalet. veresiye borç, karısıyla ayrılarak veresiye bırakılan mehir borcu, hâkimin hükmü ile veya aralarında anlaşmak suretiyle lâzım gelen nafaka borcu olsun. Adak. kefaret ve hac borcu böyle değildir. Çünkü bunları isteyen yoktur.
Borç öşür, haraç ve kefaretin vâcib olmasına mâni değildir.
İZAH
Şarih: «Ben derim ki» sözüyle başlayarak tam kaydına hâcet olmadığını anlatmak istemişse de bu hal söz götürür Çünkü musannıf sebeb-i vücûbu tarif etmektedir. Tarifin efradını câmi' agyarını mâni' olması icabeder. (Yani yapılan târif o şeyin bütün fertlerini içine almalı onlardan başkasına mani olmalıdır.) Eğer musannıf mülkü "tamam" kaydından mutlak bıraksaydı kendisine mükâtebin mülkü ile itiraz olunurdu. Şartı be yân ederken hürriyeti zikretmesi sebebin tarifini noksan olmaktan çıkarmaz. O halde tamam kaydını mutlaka zikretmek gerekir.
«Haram bir sebeple edindiği mal» İmam A'zam'a göre nisâb mülküne dahildir. Zira ona göre kendi paralarını başkasının paralarıyla karıştırmak istihlâk sayılır. İmameyn'in kavline göre ise ödeme lâzım gelmez. Binâenaleyh mülk de sâbit olmaz. Çünkü mülk ödemenin fer'idir. Bu mal ondan miras olarakta alınmaz zira müşterektir. Miras olarak ancak ölenin hissesi alınabilir. Fetih.
Kuhistanîde: «Gasp edilen ve fâsid satışla alınan malda zekât yoktur.» denilmektedir. Gasp edilen maldan murad başka malla karıştırılmayandır. Kendisi o mala sâhip değildir. Fâsid satışla alınan mal ise müşkildir. Çünkü bu mal teslim almazdan önce kendinin değildir. Teslim aldıktan sonra tamâmiyle kendi mülkü olur, velev ki fesh edilme hakkı bâki olsun.
Gasp meselesi hakkında sözün tamâmı koyunun zekâtı bâbında gelecektir.
Musannıf borcu mutlak zikretmiştir. Binâenaleyh şârihin de beyân edeceği vecihle sonradan ârız olan borca da şamildir. Bu, zekât vâcib olmadan önce borç zimmetinde bulunduğuna göredir. Şâyet sonradan ârız olursa zekât sukût etmez. Çünkü zimmetinde sâbit olmuştur. Artık onu, sonradanârız olan borç düşüremez. Cevhere.
«İster zekât gibi Allah borcu olsun.» Bir kimsenin nisâb miktarı malı olur da iki sene geçtiği halde zekâtını vermezse ikinci senenin zekâtını vermek icap etmez. Kezâ, sene geçtikten sonra nisabı harcar da sonra başka bir nisab edinir ve üzerinden sene geçerse edindiğinin zekâtını vermesi gerekmez. Zira bunun beşi harcayanın borcu ile meşguldür. Ama edindiği helâk olursa zekâtını verir. Çünkü helâk olmakla ilk zekât sâkıt olmuştur. Bahır.
Burada borcu isteyen, takdiren sultandır. Zirâ hayvanların zekâtını istemek onun hakkıdır; sâir mallarda da öyledir. Lâkin Osman (r.a.) zamanında mallar çoğalıp bunları araştırmakta sâhiplerine zarar olduğu anlaşılınca sahâbenin icmâi ile zekâtı vermeyi onlara havale etmekte yarar gördü. Böylelikle mal sâhipleri hükümdarın vekilleri gibi oldular. Hükümdarın zekât alma hakkı bâtıl olmadı, Onun için ulemamız: «Eğer sultan bir belde halkının gizli mallarının zekâtını vermediklerini bilirse bunu onlardan ister; böyle olmazsa istemez; zira icmâa aykırıdır.» demişlerdir.
T E N B İ H : - Sadrüşşeria'da: «Zekât borcu zekâta mâni' değildir.» denilmişse de bu söz hatâdır. Nitekim İbni Kemâl ile başkaları buna tenbîhde bulunmuşlardır.
Haraç meselesi hakkında Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Ulema derler ki: Harâç borcu zekâtın farz olmasına mâni'dir. Çünkü bu borç kuldan istenir. Keza bir kimse öşür zahîresini itlâf ederse öşür zimmette sâbit olur ve borç öşrün vücûbuna mânidir. Nefsi öşürün vâcib olması mâni değildir. Çünkü yiyeceğe müteallîktir; bu ise ticâret malından değildir.» Bahir.
Şârihin «Velev ki kul borcu olsun» sözü kulun borcu hakkında mübâlağa göstermek içindir. Muhît nâm eserde şöyle denilmiştir: «Bir kimse birinden bin dirhem borç alır da kendisine on kişi kefil olursa bunların her birinin evinde bin dirhemi bulunduğu ve üzerinden sene geçtiği takdirde hiç birisine zekât lâzım gelmez. Çünkü her birinin elindeki para kefâlet borcuyla meşguldür. Zira alacaklı hakkını bunların hangisinden olsa isteyebilir.» Veresiye borç meselesini Mi'râc sâhibi Tahavi şerhine nispet ederek şöyle demiştir: «Ebu Hânîfe'den bir rivayete göre veresiye borç zekâta mâni değildir.» Sadrüşşehid bu hususta rivayet olmadığını söylemiştir. Mâni olmasının da olmamasının da bir vechi vardır. Kuhistânî Cevâhir'den naklen: "Sahih olan mani değildir, kavlidir." cümlesini ziyâde etmiştir.
«Adak ve kefaret borcu böyle değildir.» Mesela bir kimsenin ikiyüz dirhemi olurda yüzünü sadaka vermeyi adarsa üzerinden sene geçtiği zaman zekâtını vermesi lâzım gelir, yalnız iki buçuk dirhemin zekâtı sâkıt olur. Çünkü bu miktar zekât tarafından hakkedilmiştir. Onun nezri bâtıl olur. Yüz dirhemin geri kalanının zekâtını verir. Paranın bütününü adak için tesadduk etse iki buçuk dirhemi zekât yerine geçer; çünkü bunu Allah tâyin ettiği için bellidir. Kulun kendi tâyini onu bozamaz. Mutlak olarak yüz dirhem adayarak elindeki paradan yüz dirhemini tesadduk etse zekât için bundan iki buçuk dirhem tutulur. Bunun bir mislini de adak için tasadduk eder. Nitekim Elcami'den naklen Mi'râc'da böyle denilmiştir. Kefaret borcunda kefaretin bütün nevileri dahildir. H.
Keza fitre sadakası borcu ile kurban borcu dahi zekâta mani değildir.
T E T İ M M E : - Ulemanın beyânına göre veresiye satılan malın parası bir sene bekletilirse bunun zekâtını satanın vermesi gerekir. Çünkü para onun mülküdür. Fakat ulemadan bazıları müşterinin vermesinin lâzım geldiğini söylemişlerdir; zira müşteri onu satıcının yanında bırakılmış bir mal sayar; ve kendisi bundan mesuldür. Bedâyi.
Zahîre'de ise 'zekâtını her ikisinin vermesinin lâzım geldiği bildirilmiş ve: «Bu bir malda iki kişiye zekât lâzım geliyor demek değildir. Çünkü akidlerde fesihlerde dirhemler tâyin ile muayyen olmazlar, bu meseleyi Fahruddin Pezdevî dahi Câmi'şerhinde böyle zikretmiştir.» denilmiştir Bezzâziye'de de böyledir.
Ben derim ki: Bugünkü amel edilen kavle göre zekât yalnız müşteriye düşer. Zira veresiye satış rehin yerine tutulur. Buna göre malın kıymeti satanın üzerine borç olur.
«Borç öşür, harac ve kefaretin vâcib olmasına mâni değildir.» Burada sözümüz zekâtın mahiyeti hakkındadır; lâkin öşürle haraç ekin ve meyvaların zekâtı olduğundan borcun bunların da vücûbuna mâni olacağı hatıra gelebilir. Bunu defetmek için şârih ayrıca tembihte bulunmuştur, kefâreti zikretmesi söz gelişi münâsebetiyledir. Yani borç esah kavle göre malla keffaret vermenin vâcib olmasına mâni değildir. Bahir.
Ben derim ki: Lâkin Bahir sâhibi Menâr şerhinde Takrir sâhibinin zekât borcuyla birlikte kefaretin malla vâcib olamayacağını sahih bulduğunu bildirmiştir.
METİN
Nisâb malı o kimsenin aslî hâcetinden de hâlî olmalıdır. Çünkü aslî hâcetiyle meşgul olan mal yok hükmündedir. Aslî hâceti İbni Melek: «Kişiden elbisesi gibi helâki hakikaten yahut borcu gibi takdiren defeden şeydir.» diye tefsir etmiştir.
İZAH
İbni Melek şöyle demiştir: «Aslî hâcet nafaka, ev, harb aleti, soğuk ve sıcaktan korunmak için muhtaç olunan elbise gibi, insandan hakikaten helâkı defeden yahut borç gibi takdiren helâkı defeden şeydir. Çünkü, borçlu hapsedilmemek için elindeki nisâb ile borcunu ödemeye muhtaçtır, hapis helâk gibidir. Sanat aletleri, ev eşyası, binilecek hayvanlar, ilim ehlinin kitapları dahi bu hükümdedir, Zira ulemaya göre cehâlet helâk gibidir. Bir kimsenin elinde hakedilmiş dirhemler bulunur da onları bu hâcetlere sarf ederse bu dirhemler yok hükmündedir. Nitekim elinde başkasının hakkı geçen su bulunur da içmek için onu o kimseye verirse bu su da yok hükmündedir. O kimse teyemmüm edebilir.»
İbni Meleğin bu sözünden anlaşılıyor ki o «Aslı hâcetinden hâli» ifadesinden altın ve gümüşten veya bunların birinden nisâba malik olmasını ve bu nisâbı o ihtiyaçlara sarf etmemiş olmasını kastediyor. Lâkin Hidâye'nin sözü bu ibareden bizzat ihtiyaçların kastedildiğini bildirmektedir, Çünkü orada şöyle denilmiştir: «oturacak evlerde, giyilecek elbisede, ev eşyasında, binilecek hayvanlarda, hizmette kullanılacak kölelerde ve kullanılacak silahlarda zekât yoktur. Çünkü bunlar o kimsenin asli hâcetiyle meşguldür. Üreyen cinsten de değillerdir.» Musannıfın aşağıdaki sözü debunu göstermektedir. Hidâye'nin sözü bu sayılan şeylerin üremeyen cinsten olmaları zarar etmediğine işâret etmektedir.
METİN
Nisâb velev takdiren olsun üreyici olmalıdır. Takdiren üremek üretmeye muktedir olmakladır. Velevki vekili ile üretsin. Bundan sonra musannıf zekâtın farz olmasının sebebi üzerine şu sözüyle tefri'de bulunmuştur: Binâenaleyh mükâtebe zekât yoktur. Çünkü mükâtebin mülkü tam değildir. Ticâret için izin verilen kölenin kazancında geriye teslim alınan rehinde, teslim alınmazdan önce ticaret için satın alınan malda ve kula borçlu olan bir kimsenin borcu mikdarı malında da zekât yoktur. Kalan malı nisâb miktarını bulursa onun zekâtını vermesi gerekir. Borcun kapladığı eşya İmam Muhammed'e göre helâk gibidir. Bahir sahibi bu kavli tercih etmiştir.
İZAH
Üremek şer'an biri hakîki biri takdîri olmak üzere iki nevidir. hakiki üreme doğurmak ve ticâret sebebiyle hâsıl olan ziyâdedir. Takdiri üreme bu ziyâdeye imkân bulunmasıdır. Malın kendi elinde veya vekilinde olması bu kabildendir. Bahır.
Mükâtebe zekât farz olmadığı gibi efendisine de lâzım gelmez. Nitekim Cevhere'den naklen Şurunbulâliye'de böyle denilmiştir. Musannıf «Mükâtebin kazancında zekât yoktur» dese daha iyi olurdu. H.
«Mükâtebin mülkü tam değildir.» Zira efendisi hakkında zilliyedlik, mukâteb hakkında şahsına mülküyet bulunmamaktadır, Sonra mükâteb bedeli ödeyememek suretiyle mal efendisine yahut kitâbet bedelini ödemek suretiyle mükâtebe dönerse geçmiş seneler için zekât lâzım gelmez; yeniden başlar. Şârihin bu ta'lili zikrettiği üç meselenin sonuna bırakması daha iyi olurdu; çünkü üçünün illetide birdir. Bu üç meselenin her birinde ya zilliyedlik yahut şahsına mülküyet yoktur. Yukarıda gördük ki, tam mülkten murad hem zilliyedlik hem de şahsına mâlik olmaktır.
Ticâret için izin verilen kölenin kazancında mal elinde bulunduğu müddetçe köleye zekât lazım gelmediği gibi sahibine de lâzım gelmez. Ama sahibi malı teslim aldıysa sahih kavle göre geçmiş senelerin zekâtını verir. Bazıları teslim almazdan önce de zekât vermesi lâzım geldiğini söylemişlerdir. Ama bu, o izinli köle borca dalmadığına göredir. Eğer köle borca dalmış olursa efendisinin "malı teslim almadan olsun teslim aldıktan sonra olsun" geçmiş senelerin zekâtını vermesi lâzım gelmez. Bahır'da böyle denilmiştir.
Şârihin: «Malı teslim almazdan önce ticârete izin verilen kölenin kazancında zekât yoktur» demesi lâzım gelirdi; nasıl ki ticâret için satın alınan hakkında böyle demiştir.
«Gerisi geriye teslim alınan rehinde zekât yoktur.» Yani ne rehin alana ne de verene zekât lâzım gelmez. Rehin alana lâzım gelmemesi malın şahsına mâlik olmadığı için, verene de zilliyed olmadığı için zekât lâzım değildir. Rehin veren kimse, rehnini geri aldığı vakit geçmiş senelerin zekâtını vermez. Şârihin Teslim alınan rehinde demesinin mânâsı budur. Bahrin sözü de buna delâlet eder, orada: Vücûba mâni olan şeylerden biri de rehindir, denilmiştir. Zâhirine bakılırsa bu sözünmânâsı, velev ki borçtan daha ziyâde olsun demektir T.
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Vücüba mâni olan şeylerden biri de rehin alanın elinde bulunan rehindir. Çünkü bunda zilliyedlik yoktur.» Bu ibârede sâhibi rehni geri aldıktan sonra zekât vermeyeceğine delalet eden bir şey yoktur; lâkin Hâniye'de: «Bir kimse kırda otlayan hayvanı gasp edip sâhibine vermezse sonra gasp ettiğini ikrâr ile o hayvanı sâhibine iade ettiğinde sâhibi geçmiş seneler için o hayvanın zekâtını vermez. Keza hayvanı bin dirheme rehin eder. de kendisinin yüz bin dirhemi bulunur ve rehin alanın elinde o rehnin üzerinden sene geçerse rehni veren elindeki malın zekâtını verir; yalnız borç olan bin dirhemin zekâtını vermez. Rehin olan koyunda da zekât yoktur. Çünkü bu borçla birlikte ödenmiştir. Gasp edilen dirhemlerle hayvanlar arasında fark vardır. Dirhemleri geri aldığı vakit onların zekâtını verir, hayvanların zekâtını vermez, velev ki gasp eden ikrârda bulunsun.» denilmiştir. Bu ibârenin zâhiri rehin hususunda kırda gezen hayvanla dirhem arasında fark olmadığını gösterir.
«Ticâret için satın alınan malda teslim almazdan önce zekât yoktur» Fakat teslim aldıktan sonra geçen senelerin zekâtı verilir. Nitekim Bahır sahibi de Muhitin ibâresinden bunu anlamıştır. Ona mürâcaat edebilirsin. Lâkin Haniye'de şöyle denilmiştir: «Bir adamın kırda gezen hayvanlarını başka biri satın alarak kırda gezdirmek ister, ancak teslim almadan üzerinden bir sene geçerse, teslim aldığında müşteriye geçen senenin zekâtını vermek icabetmez. Çünkü zekât bu hayvanların parasıyla birlikte satıcıya ödenmiştir.» Bu ta'lilin muktezası hayvanları kırda gezdirmek veya ticaret yapmak için alması arasında fark olmadığını gösterir.
«Borcun kapladığı eşya İmam Muhammed'e göre helâk gibidir. Nisabı azaltıp sene sonuna kadar tamamlanmasına mâni olan borç dahi böyledir. Sene dolduktan sonra meydana gelen borç ise bilittifak muteber değildir.» T. «Bahir sâhibi bu kavli tercih etmiştir.» ibâresi şöyledir: «İmam Ebu Yusuf'a göre mâni değildir azalması gibidir. Ulemanın İmam Muhammed'in kavlini evvel zikretmeleri onu tercih ettiklerine delildir ve öyledir. Nitekim meydandadır. Hilâfın faydası şurada kendisini gösterir; alacaklı borçluyu ibrâ ederse İmam Muhammed'e göre seneye yeniden başlar. Ebu Yusuf'a göre yeniden başlamaz. Muhit'de de böyledir.»
Ben derim ki: Mücerred ismini öne almak tercihi gerektiriyorsa Cevhere'de de Ebu Yusuf'un kavli öne alınmıştır. Mecma' adlı eserde bu kavlin aynı zamanda Ebu Hanife'ye ait olduğuna da işaret edilmiştir. Mecma' Şerhinde Şeyhayn'ın delili İmam Muhammed'in delilinden sonra zikredilmiştir. Bu da onların delilinin tercih edildiğini gösterir. çünkü sonra zikredilen delil evvel zikredilen delile cevap mahiyetindedir. Hatta Mecma' sahibinin İmam Muhammed'e nispet ettiği sözü Bedayi' sahibi ve başkaları İmam Züfer'e nispet etmişlerdir. Bahr'ın zekât bâbının sonunda Mücteba'dan naklen şöyle denilmektedir: «Sene esnasındaki borç bütün malı kaplasa bile senenin hükmünü kesmez. İmam Züfer keseceğini söylemiştir.» Şârihimiz orada bu kavli kati olarak benimsemiştir. Böylelikle Bahr'ın tercihinin ne kıymet ifâde ettiğini anlamış olursun!... Evet Bahr'ın sözü daha güzeldir. Çünkü borç senenin başından itibaren zekata manidir. Nihayeti itibarıyla mani olması evleviyette kalır. Ziradevam ve baka daha kolaydır. İhtimal ki «Borç mâni değildir» sözü nisâb sene sonunda da tam olduğuna göredir. Meselâ o kimse nisâb olmaksızın borcunu ödemeye yetecek mal kazanmış olabilir.
METİN
Bir kimsenin bir kaç nisâbı olursa, borcu bunların en kolay ödenecek olanına sarf edilir. Hayvanlar muhtelif cinslerden olurlarsa borç zekâtı en az tutan cinse verilir. İki cins müsavi olurlar da meselâ kırk koyun ile beş deve bulunursa sahipleri muhayyer bırakılır. Sıcaktan soğuktan korunmak için muhtaç olduğu elbisede zekât yoktur. İbn-i Melek. Ev eşyasında, oturulan katlar ve benzerlerinde dahi zekât yoktur.
İZAH
Birkaç nisâbı olması elinde altın gümüş parası, ticâret malı ve kırda otlayan hayvanı bulunmakla tasavvur edilir. Borç, bunlardan evvela altın ve gümüş paralara, sonra ticaret mallarına daha sonra kırda otlayan hayvanlara sarf edilir. Bahr'da da böyle denilmiştir. H.
Hayvanların cinslerinden murad kırk koyunu, otuz sığırı ve beş devesi bulunmaktır. Bu takdirde borç ya koyunlara ya develere sarf edilir, sığırlara sarf edilmez. Çünkü buzağı koyundan üstündür. Bunu Bahr sahibi söylemiş sonra şöyle devam etmiştir: «Ulema bu şekilde mutlak bırakmışlardır.» El-Mebsut'da ise zekât memurunun gelmesiyle kayıtlanmıştır. Aksi takdirde mal sahibi muhayyerdir. İsterse borcu hayvanlara sayarak zekâtı paralardan verir, dilerse aksini yapar. Çünkü, onun hakkında bunların ikisi de birdir.
«İki cins müsâvi olursa sahibi muhayyer bırakılır.» Çünkü bunların ikisinde de bir koyun vermek icabeder. Bahır sâhibi şöyle demiştir. "Bazıları zekâtın koyundan verileceğini söylemişlerdir, tâ ki gelecek sene devede zekât farz olsun." Yani koyunlardan birini verdiği zaman sayıları 39'a ineceğinden gelecek seneye onlardan zekât vermek gerekmez.
T E T İ M M E: - Şimdi şu kalır: borçlu kimsenin zekât malı ile ondan başka hizmetçi köleleri, giydiği elbisesi. oturduğu daireleri, bulunursa borcu evvela zekât malına tutulur; başkasına sayılmaz velevki borç cinsinden olsun. İmam Züfer buna muhâliftir. Hatta bir adam muayyen olmayan bir hizmetçi vermek şartıyla evlenir de elinde 200 dirhem parayla bir hizmetçi bulunursa. mehir borcu bize göre hizmetçiye değil 200 dirheme sarf edilir. Çünkü zekât malı olmayan şeyler ihtiyaçlar için hak edilir, zekât malı bunlardan fazla oladır. Binaenaleyh ona sarf etmek daha kolay, mal sahipleri için daha faydalıdır.
Bundan dolayıdır ki giyim elbisesine ve yiyeceğine sarf edilmez. velevki borç cinsinden olsun, İmam Muhammed Asil namındaki eserinde;«Ne dersin, o kimseye sadaka verilse sadakaya mahal değilmidir» demiştir. Bu sözün mânâsı şudur: Zekât malı borçla meşguldür. Bu sebeple yok hükmündedir. Bir haneye ve hizmetçiye malik olması o kimseye sadaka almayı haram kılmaz. Binaenaleyh o kimse fakirdir, fakire ise zekât yoktur. Ama zekât malı yoksa borç kullanılan eşyaya sonra Akara verilir, Çünkü eşyada mülk yavaş yavaş meydana gelir. Akar ise ekseriya bunun, hilâfınadır. Bedâyi'.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, «Borç kullanılan eşyaya sonra Akara verilir.» sözü istitrâd kabîlindendir. Bu söz hakim bir kimsenin malını borcu hususunda satmak istediğine göre farz ve tahmin edilmiştir. Zekât meselesi hakkında değildir, çünkü o kimsenin zekât malı olmadığını farz ediyoruz. Zekâtı niçin versin. Zekât malı varsa evvelce açıklandığına göre borç zekât malına hesap edilir. Başkasına hesap edilmez. Buna göre o kimse ödünç olarak 200 dirhem alsa üzerinden senede geçse giydiği elbise ve benzeri zekât malı olmayan şeylerden başka bir varlığı da bulunmasa zekât vermesi icâbetmez. Velevki elbiseler borca yetsin. Çünkü o kimsenin borcu elindeki dirhemlere sarf edilir; elbiseye sarf edilmez.
Sirâc'da dahi borcun, zekâtı gerekmeyen başka bir mülke sarf edilmeyeceği açıklanmıştır. Zeylâî'de de: «Ödenmedikçe ödünç alınan malla zenginlik tahakkuk etmez.» denilmiştir. «Benzerlerinde» ifadesinin içinde dükkânlar ve akarlarda dâhildir.
METİN
Kitaplar da öyledir velevki ilim ehline ait olmasın. Ticarete niyet etmedikçe onlara da zekât yoktur. şu kadar var ki kitaplar nisâbi doldursa bile ilim ehli zekât alabilir. Meğer ki fıkıh, Hadis ve tefsirden başka yahut iki nüshadan fazla olsunlar. Muhtar olan kavil budur.
Sanat sahiplerinin aletleri de böyledir. Ancak deri tabaklamak için mazı kullanmakta olduğu gibi aynının eseri kalırsa ona zekât düşer. eseri kalmayan böyle değildir. Nasıl ki birkaç nisâba müsavi olan sabunda zekât yoktur. Velevki üzerinden sene geçmiş olsun. El-Eşbah'da şöyle denilmektedir: «Fıkıh âlimi muhtaç olduğu kitapları ile zengin değildir. Ancak kul hakları müstesna! Kul hakkı için bu kitaplar satılır.
Kaybolubta seneler sonra bulunan mal ile denize düşüp seneler sonra çıkarılan malda ve ispat edilemeyen gasp malında dahi zekât yoktur. Gasp malını ispat edecek beyyine varsa, geçmiş seneler için zekat vermek icabeder. Bundan yalnız kırda otlayan hayvanlar müstesnadır. Gâsıp onları gasbettiğini ikrarda bulunsa bile zekât yine vacip değildir. Nitekim Hâniyye'de beyan edilmiştir.
İZAH
Ehlinden murad okutmak, ezberlemek ve düzeltmek için kitaplara muhtaç kimsedir. Nitekim aşağıda Fetih'den nakledeceğimiz ibareden de anlaşılmaktadır. Şârihin "Şu kadar var ki" diyerek yaptığı istidrâd (düzeltme) «Velevki ilim ehline ait olmasın» sözünden alınan umumi mânâya aittir. Yani ilim ehli olsun olmasın ve hangi fenne ait olursa olsun kitaplara zekât yoktur. Çünkü bunlar üreyici cinsten değillerdir. İlim ehli olanla olmayan arasında fark sadece zekât alabilmek hususundadır. ilim ehlinden olup da okutmak, ezberletmek ve düzeltmek için muhtaç olduğu kitapları bulunan bir kimse, bunlarla fakirlikten kurtulmuş olmaz.
Kitaplar fıkha, Hadise veya tefsire ait olup ihtiyacından fazla değilse o kimse zekât alabilir. İhtiyacından fazla olmak her kitaptan iki nüsha bulunmakla olur. Bazıları üç nüsha ile olacağınısöylemişlerdir. Çünkü o, kimse birini diğerinden düzeltmek için iki nüshaya muhtaçtır. Muhtar olan kavil birincisidir. Yani ihtiyacından fazla bir nüsha bulunmaktır. İlim ehli olmayan kimseler ise bu kitaplarla zekât almaktan mahrum olurlar. Zira mahrumiyet muhtaç olunmayan nisâb miktarına bağlıdır. Velevki üremesin. Tıp kitaplarıyla nahiv ve Astronomiye ait eserler ise mutlak surette zekât alamamak hususunda muteberdirler.
Hulâsa adlı eserde edebiyat kitapları ile bir tek mushafın fıkıh kitapları gibi olduğu bildirilmişse de edebiyat kitapları hakkında sözü birbirini tutmamaktadır. Sadakayı fıtr babında bunların tâbir, tıp ve Astronomi kitapları gibi olduğu açıklanmış dır. İyi düşünülürse Nahîv den bir veya iki nüsha - ihtilaflı olmakla beraber - Nisabtan sayılmamak gerekir. Usulü fıkıh ile yalnız ehli sünnet mezhebinin hak olduğunu bildiren kelâm kitabı da böyledir.
Ben derim ki: Yine iyi düşünülürse anlaşılır ki, edebiyattan şiir, Aruz ve Tarih gibi zarafet kitapları kastedilirse bunlar zekât almaya mani olmalıdır. Şâyet edebiyattan ahlâk ilmi denilen nefsin adabı kastedilirse -ki Gazali'nin ihya adındaki eseri böyledir- hükmü, fıkıh gibi olur ve zekât almaya mâni değildir. Tıp kitapları tabîbin mutâlea ve müracât için muhtaç olduğu kitaplarsa zekât almaya mâni değildirler; zira bunlar sanat sahiplerinin âletleri gibi aslî ihtiyaçlardandır.
İlim ehli olan kimse de kitaplara muhtaç değilse ehil olmayanlar gibidir. Nitekim yukarda anlattıklarımızdan anlaşılmıştır. Kur'an hafızının kendisine muhtaç olmadığı mushafı bulunursa o da zekât alamaz; zira burada sebep ihtiyaçtır. «Yahut iki nüshadan fazla olsunlar» sözü yanlıştır. «Doğrusu bir nüshadan fazla olsunlar» şeklinde olacaktır. Nitekim Fetih de ve Nehir de böyle denilmiştir.
«Sanat sahiplerinîn aletleri de böyledir.» Yani bu âletler ister faydalanırken - balta ve törpü gibi - aynı tükenip bitmeyen cinsten olsun ister tükenen cinsten olsun fark etmez. Yalnız tükenen cinsin sabun gibi aynının eseri kalmayan nevi olduğu gibi usfur ve safran gibi eseri kafan nevi de vardır. Eseri kalmayanda zekât yoktur. Eseri kalanın üzerinden sene geçerse zekâtını vermek gerekir. Nitekim Fetih de de böyle denilmiştir. Yine Fetih de bildirildiğine göre koku satanların şişeleri ile ticaret için satın alınan at ve eşek etleri ve bunların yularlarıyla çulları, satmak için alınırsa zekâtlarını vermek gerekir; satmak için alınmamışsa bunlarda zekât yoktur,
«Gasp malını ispat edecek beyyine varsa» malı geri aldıktan sonra geçmiş senelerin zekâtını vermek icabeder. Halebî diyor ki: «Burada İmam Muhammed den tashih edilerek rivayet olunan "bunlarda zekât yoktur" sözü geçerli olmak gerekir. çünkü burada beyyine kabul edilmez.» Tahtavî: «icabeder diyenlere göre zahir olan buna kuvvetli borç hükmü verilmektir» demiştir. Yani kırk dirhem aldığı zaman zekât vermesi icabeder demek istemiştir.
METİN
Ovaya gömülüp yeri unutulan ve sonra hatırlanan paraya zekât olmadığı gibi tanımadığı kimselere emanet bırakılan malda da zekât yoktur. Korunan yere gömülen mal bunun hilâfınadır. Bağ ve sahipli yere gömülen mal hakkında ihtilâf edilmiştir. Borçlunun senelerce inkâr ettiği sahibinin debeyyine bulamadığı bir malı sonra borçlu bir cemaat huzurunda ikrar etmek suretiyle geri alırsa ona da zekât yoktur. Hâniyye sahibi zekât bahsinde bunu «Hakim huzurunda yemin ettiği zaman zekât vacib değildir. Yeminden önce geçmişin zekâtını vermek icabeder» diye kayıtlamıştır.
Musadere yoluyla yani zulmen elinden alınıp ta seneler sonra sahibinin eline geçen malda dahi zekât yoktur; çünkü bunda üreme hasıl olmamıştır. Burada asıldan Hz. Ali'nin «Gömülü Dımâr malında zekât yoktur.» Hadisidir. Dımâr mülk baki olmakla beraber faydalanması mümkün olmayan maldır.
Eğer borç, onu ikrar eden zengin veya fakir yahut iflasına hükm olunmuş müflis bir kimsede yahut inkâr eden fakat aldığına beyyine bulunan birinin elinde bulunur yahut hakim bilirse borç sahibinin eline geçtiği zaman geçmişin zekâtını vermek lâzım gelir. İmam Muhammed'den bir rivayete göre ikrar ve iflas suretinde beyyinesi olsa bile zekat yoktur. Sahih olan da bu kavildir. Bunu İbn-i Melek ve başkaları zikretmişlerdir; çünkü bazen beyyine kabul edilmeyebilir.
Hakimin bilmesi meselesinde ilerde görüleceği vecihle müftabih olan kavil hâkimin bilmesiyle hüküm verilmemesidir. Malın zekâtı babında borç hakkında tafsilât vereceğiz.
İZAH
Tanımadığı kimselere yani yabancılara emanet edilen malda zekât yoktur. Fakat tanıdığı kimselere emanet ederde unutursa zekât vermesi icabeder; çünkü unutmakla kusur etmiştir. Bu yerinde olmayan bir harekettir. Bahır.
Korunan yerden murad: kendinin veya başkasının hanesidir. Bahır.
Bazıları: «Hâne büyük olursa ona sahra hükmü verilir.» demişlerdir. Bunu Bercendî'den İsmail nakletmiştir.
Bağ ve sahipli yere gömülen mal hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazılarına göre zekât vaciptir. Çünkü bu malı bulmak mümkündür. Birtakımları vacip olmadığını söylemişlerdir; zira korunan yere gömülmemiştir. Bahır. Beyyinesiz inkâr edilen borç meselesinde mal ele geçtiği zaman zekât lâzım gelmemesi iki sahih kavilden birine göredir; nitekim gelecektir.
Zekât vacip olmamasını Hâniyye sâhibi «Hakim huzurunda yemin ettirmek» ile kanıtlamıştır. Yemin ettirmezden önce zekât vaciptir. Zira inkarından dönmesi ihtimali vardır. Guraru'l-Ezkâr adlı eserde bu mesele İmam Ebu Yusuf'tan bir rivayet diye nakledilmiştir. Sonra aşikârdır ki, bu söz aşağıdaki tashihe göredir. Tashih şudur: Beyyine ile bile zekât vacip değildir. O halde yemin ettirilmezden önce evleviyetle vacip olmaması gerekir. Bunu Tahtâvî Ebu Suûd'dan nakletmiştir.
Müsâdere: Malı getirmesini emretmektir. Gasp ise, malı doğrudan doğruya zorla almaktır. Binaenaleyh beyyînesiz mağsup ile müsadere tekrar sayılmamalıdır. Bunu Halebi söylemiştir. Metinde geçen hadisi Hidâye sahibi dahi Hz. Ali'ye nispet etmişse de ondan olduğu belli değildir. Sibtı ibn-i Cevzî onu Hz. Osman ile ibn-i Ömer (R.A.)dan rivayet etmiştir. Molla Aliyyûlkari nin Hikaye adlı eserinin şerhinde de böyle denilmiştir.
Dımâr: Lügat ta bulunma ümidi olmayan kayıp şey mânâsınadır. Borcunu ikrar eden zenginmeselesinde Muhitta Mültekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: «İmam Muhammed'den bir rivayete göre bir kimsenin vâli de alacağı olsa vâli bunu ikrarla halife huzuruna çağrıldığı halde vermese o malda zekât yoktur. Bir kimse borcunu istemeye veya bu hususta vekâlet vermeye muktedir iken borçlusu kaçsa zekâtını vermesi icabeder. Muktedir değilse ona zekât yoktur.»
Müflisin hakim tarafından iflasına hüküm verilmezse mesele ihtilaflıdır. İmam-ı A'zam'a göre böyle bir hüküm verilemez. Bu hükmün varlığı yokluğu müsavidir; ve o kimse fakirdir. Müflis olduğuna hakimin hükmü bulunmazsa bilittifak zekât vermesi icabeder. Nitekim İnâye ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Çünkü mal gelip geçici bir şeydir. Şârihin «sahih olan da budur> dediği kavli Tuhfe, Gâyetü'l-Beyân, Hâniyye ve Nehir sahipleri gibi birçok ulema sahih bulmuşlardır. Onun için Hidâye. Gurer ve Mültekâ'da sahih olduğu kat'î bir dille ifade edilmiş; musannıf da onlara tâbi olmuştur. Hâsılı bu meselede sahih kavil bir değildir. Tamamı zekatın verileceği yerler babında gelecektir.
«Çünkü bazen beyyine kabul edilmeyebilir» bazen de hakim adâlet göstermeyebilir. Bu sebeple borç, helâk hükmüne girer. Bahır. «Borç, sahibinin eline geçtiği zaman geçmişin zekâtını vermek lâzım gelir»
Ben derim ki: Muhit'in şu sözü bu kabîldendir: «Bir kimsenin bir fakirde bin dirhem alacağı olur da bu bin dirhemle ondan bir altın satın alır; sonra altını ona hediye ederse bin dirhemin zekâtını vermesi lâzım gelir. Çünkü altını almakta bin dirhemi almış sayılır.» Valvalciye'nin şu sözü de bu kabildendir: "Bir adam alacağını birine bağışlar da teslim alması için ona vekâlet verirse; ve sonra bu malda zekât vacip olur da, bağışlanan kimse teslim alırsa, zekât bağışlayana vâcip olur. Çünkü teslim alan bu hususta onun vekilidir."
«Malın zekâtı bâbında borç hakkında tafsîlât vereceğiz» ve borcun kâvî, orta, zayıf diye üçe ayrıldığını göreceğiz. Zayıf borcun alacaklısı geçmiş seneler için asla zekât vermez. Birinciyle ikinci hakkında tafsilât verilecektir. Bu taksimde buradaki sözün Alelıtlak olmadığına işaret vardır.
METİN
Zekâtın edâsının lüzumuna sebep hîtâbın teveccühüdür. Yani Allah-ü Teâlâ'nın: «Zekâtı verin!» âyetidir. şartı yani edâsının farz olmasının şartı mal mülkünde olduğu halde üzerinden sene geçmesi dirhem ve dinâr gibi malların üretilmesi, yahut hayvanı kırda otlatmak veya eşyada ticâret niyetidir.
Dirhemlerle dinârlar (yani altınla gümüş) yaratılışları iktizâsı ticâret için teayyün etmişlerdir. Binâenaleyh bunları ne şekilde elinde bulundurursa bulundursun zekâtlarını vermek lâzım gelir, velevki nafaka için edinmiş olsun.
Eşyada ticâret niyeti ya sarahaten yahut delâleten olur. Sarahaten niyetin mutlaka ticâret akdiyle birlikte olması gerekir. Nitekim gelecektir. Delâleten niyet ticaret malıyla bir ayın satın almak yahut ticaret için hazırladığı hânesini eşya ile kiraya vermek suretiyle olur. Böylece o ayın ve hâne açıkça niyet etmediği halde ticâret malı olur.
Ulema niyet şartından ortağın satın aldığı malı istisnâ etmişlerdir. Onun satın aldığı mal mutlak surette ticaret için olur; çünkü ortak, ortaklık malıyla, ticaretten başka bir şey için mal alamaz. İki hak bir araya gelmesin diye, öşri veya haraci olan tarlasından yahut ücretle, kirâ ile tuttuğu yerden çıkan mahsulde ticarete niyet etmesi sahih değildir.
İZAH
Zekâtın hakîkî sebebi Allah-ü Teâlâ'nın emridir. Nisâba mâlik olmak zâhiri sebebidir. Nitekim öğle namazı için güneşin zevâl zamânı dahi zâhiri sebeptir. T.
Musannıfın yukarda beyân ettiği zekât şartı mal sâhibinde aranacak şarttır. Şuradakiler ise bizzat zekât malındaki şartlardır. Şart, nisâbın senenin başıyla sonunda tamam olmasıdır ki ilerde gelecektir. Meyve ve ekinlerin zekâtında sene geçmenin şart olmadığını söylemiştik.
Hayvanı kırda otlatmaktan murad sağmak ve üretmek niyetiyle senenin ekserisinde otlatmakla yetinmektir.
(Ticâret için hazırladığı hânesini eşya ile kirâya vermekle olur.) Bu hususta Bahır'da şöyle denilmiştir: «Lâkin Bedâyi'da zikredildiğine göre ticaret için hazırlanan bir aynın menfaatleri bedelinde ihtilaf edilmiştir.»
Asıl nâm kitabın zekât bahsinde bunu niyetsiz olarak Camide ise niyete bağlı olarak ticaret için olduğu kaydedilmiştir. Belh uleması Caminin rivayetini sahih bulmuşlardır. Çünkü o an ticaret için de olsa bazen bedelinin menfaatlerinden faydalanmak kastedilir. Meselâ hayvan doyurmak şartıyla, hane onarılmak şartıyla kiraya verilir. Binaenaleyh niyetsiz tereddütle ticaret için olamaz. (Ticaret için) diye kayıtlaması, meselâ içinde oturmak için olsa bedeli niyetsiz ticaret için olamaz. Niyet ederse olur ama sarih kısmından sayılır.
Ticâret ortağı ticaret malı ile başka bir şey satın alamaz. Mal sahibi böyle değildir. O nafaka için ailesi efradına yiyecek ve giyecek satın alırsa bunlar ticaret için olmazlar. Çünkü onun ticaret için olmayan alışverişe de hakkı vardır. Bahır.
Öşri ve benzeri arazisinden çıkan mahsulde ticaret niyeti sahih değildir. Çünkü, ticaret niyeti ancak ticaret akdi yapılırken sahih olur. Miras ve benzeri gibi akidsiz malik olduğu şeylerde sahih değildir. Nitekim gelecektir. Kendi arazisinden çıkan mahsul de böyledir; zira bu malda mülk yerden bitmek suretiyle sabit olur. Sahibinin bunda seçme hakkı yoktur;
onun içindir ki Bahir'de şöyle denilmiştir:
«Akid kaydıyla şu hâriç kalır»: Bir adamın kendi arâzisinden nisâb kıymetinde buğdayı gelir de onu satmayarak elinde tutmayı niyet eder;
sene geçtikten sonra satmak isterse mirâsta olduğu gibi bunda da zekât vermek icabetmez. Keza, ticaret için tohum satın alırda onu ücretle tuttuğu öşür arazisine ekerse yalnız öşürünü vermek icabeder. Nitekim haraç veya öşür yerini ticaret için satın alırsa ticaret zekâtı vermesi icabetmez. Ona düşen sadece yerin hakkı olan öşür veya haracı vermektir.
Ücret ve kira meselesinde arazi öşrüyye ise öşür bilittifak' kira ile alana aittir. Müftabih olan, İmameyn'in kavline göre de, ücretle tutana aittir. Ama yerlerin ikisi de haraç yeri olursa haracını yerin sahibi verir. Kira veya ücretle olan kimse bu yerlerden çıkan mahsulde ticareti niyet ederse iki hak bir araya gelmediği için câiz olur. Bunu Halebi söylemiştir.
Ben derim ki: Bu meseleyi (ticaret için tohum alırda o tohumu ekerse)
şeklinde kurmak icabeder ki, iki hak bir araya gelmesin diye ta'lil sahih olabilsin. Kendi yerinden çıkan mahsulde ticarete niyet ederse sahih olmadığını biliyorsun, çünkü akid yoktur. Arazisinden çıkan mahsul ticaret malı değildir, binaenaleyh onda zekât yoktur.
METİN
Zekâtın edası sahih olmasının şartı eda ile birlikte niyet bulunmaktır, velev ki bu beraberlik hükmen olsun. Nitekim niyetsiz olarak verir de sonra niyet eder ve mal da fakirin elinde mevcut olursa hükm budur. Yahut zekât malını vekile verirken niyet eder de, vekil niyetsiz olarak verirse veya fakirlere versin diye, zekât malını zımmiye verirse câiz olur. Çünkü muteber olan âmirin niyetidir. Onun için: «Bu teberru'dur, yahut kefaretim içindir» der de sonra vekil vermezden önce zekât olmasını niyet ederse sahih olur. Vekil iki müvekkilinin zekâtını karıştırırsa bunları öder ve teberru etmiş olur. Meğerki kendisini fakirler tevkil etmiş olsun.
İZAH
Zekâtta niyetin şart olduğu evvelce musannıfın (Allah rızası için vermesidir) sözünden anlaşılmıştı. Burada ondan tekrar bahsetmesi tafsilatını anlatmak içindir. Bunu Bahir sahibi söylemiştir. Niyet sözünü sarahaten kaydetmekle musannıf zekât diye söylemenin ehemmiyeti olmadığına işâret etmiştir. Zekâtı niyet ederek: «Sana şu malı hîbe ediyorum» yahut «ödünç veriyorum» dese esah kavle göre kâfidir.
Niyet kelimesiyle bir de şuna işâret etmiştir ki, zekâtı verirken hem zekâtı hem nâfile sadakayı niyet etse İmam Ebû Yusuf'a göre zekât yerine geçer. Çünkü farz niyeti daha kuvvetlidir. İmam Muhammed'e göre ise sadaka yerine geçer. Musannıf şuna dahi işâret etmiştir: Fakir verilen malı sahibi bilmedikçe alamaz; meğerki akrabası veya kabilesi arasında ondan daha muhtaç kimse bulunmasın! Bu takdirde hükmen o malı öder; diyâneten ödemez. Zekât memuru, zekât malını zorla alırsa batinî mallarda farz sakıt olmaz. Zâhiri mallar bunun hilafınadır. Fetva buna göre verilmiştir.
Ölenin terekesinden zekât alınmaz; çünkü niyet yoktur. Ancak vasiyet ederse malının üçte birinden geçerli olur. Meselenin tamamı Bahırdadır. Cevhere'de: «Yahut mirasçıları teberru ederse» cümlesi ziyade edilmiştir.
Ben derim ki; Bunun vechi her halde mirasçıların ölenin yerini tutması olsa gerektir. Bu takdirde onların niyet etmesi kâfidir.
Niyetin edâ ile birlikte bulunması asıldır. Nitekim sair ibâdetlerde de böyledir. ilerde görüleceği vecihle malı çıkarırken niyetlenmenin kâfi gelmesi zekat muhtelif şahıslara verildiği içindir. Her fakire verirken niyeti hatırlamak güç olduğundan bu kadarıyla iktifa edilmiştir. Bahır. Maksat fakirevermek için niyetin eda ile beraber bulunmasıdır. Vekile vermek için niyet aşağıda geleceği vecihle hükmen niyet kabilindendir. T. şârih «Zımmîye verirse» sözü ile zekâtla hac arasında fark olduğuna tenbih etmiştir. Çünkü zekât sırf mali bir ibadettir. Onda zımmîyi vekil yapmak caizdir; velevki niyet ehlinden olmasın. Çünkü zekâtta şart amirin nîyetidir. Hac böyle değildir. O mal ile bedenden mürekkeb bir ibâdettir. Binâenaleyh onda me'murun niyete ehl olması şarttır. «Vekil iki müvekkilinin zekâtını karıştırsa bunları öder.» Çünkü karıştırmakta ona malik olur. Artık ödediğini kendi malından verir. Tatarhâniyye sahibi: «Ancak izin bulunur yahut her iki müvekkil bunun yaptığını câiz görürse o başka» demîştir. Yani vekil malı fakire vermeden müvekkiller razı olursa ödemez. Çünkü Bahır'da beyan edildiğine göre bir kimse emri olmaksızın birinin zekâtını verîrse haber aldığında razı olsa bile caiz değildir. Çünkü bu zekât, verenin üzerinden geçerli olmak üzere verilmiştir. Zira onun mülküdür. O kimse başkasının vekili değildir. Şu halde kendi üzerinden geçerli olur.
Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir. Verilen zekât mutlak suret de amir tarafından geçerlidir. Çünkü verme izni bâkîdir. Bahır'da şöyle denilmiştir:
«Zekât sâhibi nâmına onun emriyle tasadduk ederse câizdir. Ebu Yusuf'a göre verdiğini ondan alabilir. İmam Muhammed'e göre alamaz. Ancak almak şartı ile verirse alması câiz olur.» Sonra Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir: «Yahut karıştırmaya delaleten izin vardır. Nitekim buğday sahipleri arasında zahire paralarının karıştırılmasına izin vermek âdet olmuştur. Mütevelli de öyledir. Mütevellinin elinde muhtelif vakıflar bulunur da gelirlerini birbirine katarsa öder. Keza simsar eşya paralarını ve kabzımal malları karıştırırsa öder.» Tecnîs'de: «Simsarlarla, kabzımalların eşya paralarıyla malları karıştırmaları hususunda örf yoktur.» denilmiştir. Bu kabilden olmak üzere bilen bir kimse fakirler için bir şey ister de karıştırırsa öder.
Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: örf varsa ödeme yoktur; çünkü bu takdirde delâleten izin vardır. Zahire bakılırsa mal sahibinin bu örfü bilmesi mutlaka lâzımdır. Tâki delâleten izin vermiş sayılsın.
«Meğer ki kendisini fakirler tevkil etmiş olsun.» Çünkü bu takdirde onun aldığı her şey fakirlerin mülkü olur. Ve onların mallarını karıştırmış sayılır. Zekât kim vermişse onun namına geçerli olur; lâkin vekilin elinde toplanan malın nisab miktarını bulmaması şarttır. Nisâb miktarını bulur da zekâtı veren kimse bunu bilirse zekât yerine geçmez. Meğer ki alan kimse fakir tarafından vekil ola! Zahiriye den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
Ban derim ki: Bu hüküm fakir bir olduğuna göredir. Çok olurlarsa mutlaka her birinin hissesi nisâb haddine ulaşmak gerekir. Zira vekilin elindeki mal onların aralarında müşterektir. Fakirler üç kişi olur da, vekilin elindeki mal iki nisâb miktarı tutarsa o fakirler zengin olmuş sayılmazlar. Mal üç nisab miktarı oluncaya kadar zekât mal sahibi tarafından geçerlidir. Vekil müvekkillere öder fakat zekâtı alan kimse fakirlerin vekili her birinin nisâbı ayrı ayrı hesap edilir, onların izni olmadıkça vekil hisselerini birbirine karıştıramaz; Karıştırırsa zekât verenler namına geçerlidir. Vekilmüvekkillere öder fakat zekâtı alan kimse fakirlerin vekili değilse topladığı zekât miktarı birçok nisâblar teşkil edecek kadar çok da olsa zekât yerine geçer; çünkü fakirler onun elindeki maldan henüz hiç bir şeye malik olmamışlardır.
METİN
Vekil zekât malını fakir çocuklarına ve karısına verebilir. Kendisi alamaz, meğerki mal sahibi istediğine ver demiş olsun. Vekil kendi paralarını tasadduk ederse geri almayı niyet etmek ve müvekkilin paraları harcanmamış olmak şartıyla zekât yerine geçer.
Niyet (Edâ ile beraber olduğu gibi) verilmesi icabeden malın hepsini veya bir kısmını çıkarırken de yapılabilir. Malı çıkarmakla o kimse mesuliyetten kurtulmuş olmaz. Ondan kurtuluş fukaraya vermekle yahut hepsini tasadduk etmekle olur. Ancak nezir veya başka bir vacibi niyet ederse sahih olur, bu takdirde zekâtı öder. Malın bir kısmını tasadduk ederse Ebu Yusuf'a göre onun hissesinden zekât sakıt olmaz. İmam Muhammed buna muhaliftir. Musannıf tasadduk sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh ayna ve borca şamildir. Hatta fakiri nisaptan ibrâ etse sahih olur, zekâtı da sakıt olur,
İZAH
Vekilin fakir olan çocuğu küçük ise kendinin de fakir olması lâzım gelir. Çünkü, küçük çocuk babasının malıyla zengin sayılır. Bunu Tahtavı Ebu Suud dan nakletmiştir. Bu hüküm muayyen bir şahsa vermesini emretmediğine göredir. Zira emre muhalefet ederse bu hususta iki kavil vardır. Bunları Kınye sahibi nakletmiştir. Bahır'da beyan edildiğine göre kaideler "ödemez" diyen kavle şahittir, Çünkü ulema, «Bir kimse filana, sadaka vermeyi nezretse başkasına verebilir.» demişlerdir.
Ben derim ki : bu iddia söz götürür, çünkü zaman, mekan, dirhem ve fakirin tayin edilmesi nezirde mu'teber değildir. Zira nezr kelimesinin ihtiva ettiği mana kurbet (ibadet) dir ki tasaddukun aslı budur. Ta'yin değildir. Şu halde ta'yin batıl olur, kurbet lâzım gelir. Nitekim ulema bunu açıklamışlardır. Burada vekil ancak müvekkil tarafından tasarruftan istifade eder. Müvekkil kendisine zekâtı filana vermesini emretmiştir, binaenaleyh başkasına vermeye hakkı yoktur. Nitekim bu paranın şu kadarı Zeyde verilecek diye vasiyet etse o parayı vasî başkasına veremez.
Vekil olan kimse müvekkilin paralarını saklar da sonra müvekkilinden almak üzere zekâtı kendi parasından verirse sahih olur. Fakat evvela müvekkilin parasını kendine harcar da sonra kendi malından öderse sahih olmaz. Bu takdirde o kimse teberru' yapmış olur. İnfak veya borç ödemek satın almak gibi şeylerde vekil olanın hükmü de bu tafsilata göredir; nitekim inşaallah vekalet bahsinde gelecektir. Burada, tayin edilen zekat malını vermenin şart olmadığına işaret vardır. Onun için kendisi namına başkasının vermesini emretse caiz olur. Nitekim yukarıda arz etmiştik. Lâkin haram olan başka bir maldan verirse mesele ihtilaflıdır. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Kınye'nin zâhirine bakılırsa câiz olmasını tercih etmiştir. Delili fukuhanın şu sözüdür: Şarabı olan bir müslüman bir zımmiyi vekîl eder de, o şarabı bir zımmiye sattırırsa, parasını müslüman zekatmalına sarf edebilir.»
Fer'i mesele : Zekât vermek için vekîl olan kimse müvekkilinin izni olmaksızın başkasını tevkîl edebilir. Bunu Hâniyye den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Vekâlet bahsinde kitabımızın metninde de gelecektir.
«Malı çıkarmakla o kimse mes'uliyetten kurtulmuş olmaz.» Bu mal zayi olursa ondan zekât sakıt olmaz. Sahibi ölürse malı miras olarak alınır. Fakat mal zekât memurunun elinde zayi olursa böyle değildir. (onun zekâtı sakıt olur) çünkü memurun eli fakirlerin eli gibidir. Bunu Muhit'ten naklen Bahir sahibi söylemiştir. Bir kimse bütün malını tasadduk ederse gerek nafileye niyet etsin, gerekse hiç niyet etmesin, zekât sâkıt olur. Çünkü farz olan o malın bir cüzünü vermekti. Niyet ancak benzerlerinden ayırmak için şarttı. Bütün malı verince ortada benzerlik diye bir şey kalmaz. Bahır.
Malın bir kısmını tasadduk ederse Ebu Yusuf'a göre hem o hasmın hissesinden, hem de malın geri kalanından zekat vermek lâzım gelir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Şârih, Mülteka'nın metnine uyarak bu sözle Ebu Yusuf'un kavline itimat edileceğine işarette bulunmuştur, Onun içindir ki Kadıhân da onun kavlini öne almıştır. Hidâye sahibi ise bu kavli deliliyle birlikte sona bırakmıştır. Çünkü Kadıhan'ın aksine olarak Hidâye sahibinin adeti, benimsediği kavli sonra zikretmektir.
«Hatta fakîri nisabtan ibrâ etse» sözü borca şâmil olduğuna teferru' eder. Fakir diye kayıtlaması zengin olup da bir sene sonra bağışlarsa bu hususta iki rivayet olduğu içindir. Bunların esah olanına göre ödemesi icap eder. Yani bağışladığının zekâtını öder. Çünkü vacib olduktan sonra istihlâk etmiştir. Fakiri ibrâ etmesi sahihtir; niyet etsin etmesin zekatı sakıt olur. Ancak bir kısmından ibrâ ederse yalnız o kısmın zekâtı sakıt olur. Kalan kısmın zekâtı sakıt olmaz. Velev ki onunla kalan kısmı da niyet etmiş olsun. Bahır.
METİN
Bilmiş ol ki, borcu borçla, aynı ayınla ve borcu ayınla ödemek caizdir. Fakat aynı borçla ve alacak borcu ile ödemek caiz değildir. Caiz olmanın yolu zekatını borçlusu olan fakire verip sonra borcu için almaktır. Şayet borçlu vermekten çekinirse elini uzatarak onu borçludan alır. Çünkü hakkı cinsinden mala rastlamıştır. Buna mani olmak isterse onu mahkemeye de verir. Bu parayla cenaze kefenlemenin yolu, onu bir fakire tasadduk edip cenazeyi fakirin kefenlemesidir, sevap ikisinin olur. Mescit tamirinde de böyle yapılır, tamamı el-Eşbahın hîleler bahsindedir. Zekâtın farz olması ömür boyunca yani gecikmelidir. Bakanî ve diğer ulema bunu sahih bulmuşlardır. Bazıları Fevri yani hemen farz olduğunu söylemişlerdir, fetva buna göredir. Nitekim Vehbaniye şerhinde beyan olunmuştur.
İZAH
Borçtan murad, zimmete sabit olan zekât borcudur. Ayından murad ise mülkünde mevcud olan para ve eşyadır. Taksim dörtlüdür. Çünkü zekât ya borç ya ayn olur. Zekâtı verilen mal da öyledir. Lâkin borç ya zekâtla sakıt olur, yahut zekât farz olduktan sonra alınmak üzere kalır, Bu suretletaksim beş olur. Bunların üç kısmında edâ câizdir.
Birincisi zekâtla sakıt olan borcu borçla ödemek câizdir. Nitekim Şârih buna fakiri nisâbın hepsinden ibrâ etmekle misal gösterdi.
İkincisi aynı ayınla ödemek caizdir. Mevcut parayla mevcut parayı veya eşyayı ödemek bu kavildendir.
Üçüncüsü borcu ayınla ödemek caizdir. Mevcut parayla borç olan nisâbı ödemek böyledir.
İki surette de câiz değildir.
Birincisi aynı borçla ödemektir. Borçlunun zimmetinde olan alacağını şimdiki zekât malına tutmak gibi. Ama bir fakire emreder de onun başkasındaki borcunu alır, bunu elindeki muayyen zekât yerine tutarsa câiz olur. Çünkü fakir teslim alınca o borç ayn olur ve aynı ayn ile ödemiş sayılır.
İkincisi alacağı borcu, borçla ödemektir. Nitekim Bahir'den naklen yukarda geçti ki fakiri nisâbın bir kısmından ibra edip onunla kalan kısmını edayı niyet etmektir. Bahir sahibi bunu ta'lil ederek: "Kalanı teslim almakla ayın olur ve o kimse aynı borçla ödemiş sayılır" demiştir. şârhi bundan dolayı borcu sukutla ve sonraki alacağı ile kayıtlamadan mutlak zikretmiştir.
«Câiz olmanın yolu» yani bir fakirde alacağı olurda o alacağını elindeki ayına zekât olmak üzere hesaplamak isterse, yahut başkasında olan alacağına tutmak isterse zekâtını borçlusu olan fakire verir. Sonra borcuna karşılık ondan alır. Eşbah sahibi bunun başka fakirden daha münasip olduğunu söylemiştir, çünkü aynı zamanda borçlunun zimmetten kurtulmasına da sebep olur.
"Çünkü hakkı cinsinden mala rastlamıştır" Allâme Bîri'nin Eşbâh şerhinin sonunda naklettiğine göre, mala rastlama meselesinde, altın ve gümüş paralar bir cins sayılır. «Buna mâni olmak isterse onu mahkemeye verir.» Burada parayı almanın çaresi borçlunun alacaklısının hizmetçisine zekâtı almasını tevkil etmesidir. Parayı alınca borcunu ödemesini emreder. Vekil olan şahıs zekât parasını alınca o para müvekkilinin mülkü olur. Bu parayı vekile ancak borçlu yokken verir. Çünkü parayı aldığında vermeden önce onu vekâletten azletmesi ihtimali vardır. Yine Eşbâh'da bildirildiğine göre borç veren kimsenin borç ortağı olup da alınan parada da kendisine ortak olmasından korkarsa, bunun çaresi, alacaklının borcu tasadduk etmesi verecek linin de aldığını ona hibe etmesidir. Bu suretle ortaklık kalkar.
«Sevâb ikisinin olur.» Yani zekâtın sevâbı zekât sahibine; kefenlemenin sevâbı da fakire verilir. Kefenleme sevabı zekât sahibine de verilir, denilebilir. Çünkü bir hayıra delalet eden o hayırı yapmış gibi olur. Velev ki, kemmiyet keyfiyet itibarıyla sevaplar birbirinin aynı olmasın. T.
Ben derim ki: Süyûtî'nin Cami-i Sağir adlı eserinde kaydettiğine göre sadaka yüz kişinin elinden geçse her birine hiçbir eksiği olmaksızın ilk başlayanın sevabı kadar sevap verilir.
Zekatın farz olması ömri yani gecikmelidir. Bedayi' sahibinin beyanına göre, ekseri ulemanın kavilleri budur. Binaenaleyh ne zaman verilse eda sayılır. Fakat ömrünün sonuna kadar vermezse vücub vakti sıkışır ve daralır. Hatta vermeden ölürse günahkâr olur. Cessas bu hükme şöyle istidlal etmiştir: Bir kimsenin üzerine zekât farz olduktan bir sene sonra vermek imkânı varkennisabı helâk olursa bu zekâtı ödemez. Eğer hemen ödemek farz olsaydı ödemesi gerekirdi. Nasıl ki ramazanın bir gününü geciktiren kimseye onu kaza etmek lâzım gelir.
Bazıları zekâtın fevri yani hemen farz olduğunu (üzerinden sene geçince verilmezse kazaya kalacağını) söylemişlerdir. Bu cümle bazı nüshalarda yoktur; hem de bunda rekalet (zayıflık) vardır. Çünkü netice itibarıyla (zekâtın farz olması derhal vaciptir) demeye varır. Halbuki zekât kat'i delillerle sâbit muhkem bir Tarzdır. Ama şöyle denilebilir: Burada muzaf mukadderdir. Cümle "edâsının farz olması" takdirindedir. Yani sıfatı mefsufuna İzâfe kabilindendir. Ve mâna şöyle olur: Fark olan zekâtın edası hemen vaciptir. Yani asıl eda farzdır, hemen verilmesiyse vaciptir. Fethü'l-Kadîr sahibinin tahkik ettiği mesele budur ki usul-î fıkıhta muhtâr olan kavle göre mutlak emir fevrî veya terâhîyi (gecikmeli veya gecikmesiz olmayı) iktiza etmeyip mücerret o şeyin yapılmasını gerektirir. Şu halde mükellef o işi ister gecikmeli ister gecikmesiz yapabilir. Lâkin burada emrin yanında gecikmesiz yapılmasına karîne vardır.
METİN
Binâenaleyh özürsüz geciktiren günahkâr olur. Şahidliği kabul edilmez. Çünkü fakire verilmesi emriyle beraber gecikmesiz verilmesine karîne vardır. Bu karîne onun hâcetini görmek için verilmesidir; ve aceleyi gerektirir. Zekât gecikmesiz vacip olmazsa vâcip olmasından beklenen maksat tam olarak husule gelmez. Meselenin tamamı Fetih'tedir.
Bir kimse ticaret için bir mal, meselâ köle satın alır da ondan sonra hizmetinde kullanmayı niyet ederse ticaret mal» olmaktan çıkar. Hizmet niyetiyle aldığı ise, zekât malı cinsinden bir şeyle satmadıkça, ticaret için niyet etse bile ticaret malı olmaz. İkisinin arasında fark şudur: Ticaret bir ameldir, sırf niyetle tamam olmaz. Birinci mesele bunun hilafınadır. çünkü ameli terk etmekten ibarettir. Ve niyetle tamam olur. Ticaret için aldığı ticaret için olur;çünkü niyet ticaret akdiyle beraberdir.
İZAH
Zâhire bakılırsa geciktirme bir veya iki gün gibi az bile olsa sahibi günahkâr olur. Çünkü ulema fevrîyi (gecikmezi): «mümkün olduğu vaktin evvelinde yapmak dır» diye tefsîr etmişlerdir. Şöyle de denilebilir; maksat gelecek seneye bırakmamak dır. Çünkü Müntekâ'dan naklen Bedayı'da nakledildiğine göre bir kimse sene geçinceye kadar zekâtını vermezse, isâet ve günah işlemiş olur.
«Meselenin tamâmı Fetih'tedir.» Ve şöyle devam edilmiştir. Binaenaleyh zekât farz, gecikmeden verilmesi vacib olur. Ve zaruret yokken geciktirilirse günaha girmiş olması lâzım gelir. Nitekim bunu Kerhî ve Hâkimi Şehîd El-Münteka adlı eserinde açıklamıştır. Bu söz İmam Ebu Ca'fer'in Ebu Hanîfe'den rivayet ettiği «Mekruhtur» ifadesinin aynıdır. Çünkü mutlak olarak kerahet denince kerahet-i tahrimiyye kasdedilir. Gecikmesiz vermenin vâcib olduğu üç imamımızdan naklen sâbit olmuştur. Gerçi İbn-i Şüca' aynı imamlardan gecikmeli vacib olduğunu nakletmişse de bu nakil farzdeliline bakarak tır. Yani faiz delili gecikmesiz verilmesini icabetmez. Ama bu, icâb delilinin bulunmasına da aykırı değildir. Ulemanın: «Bir kimse zekâtını verip vermediğinde şüphe ederse, zekât vermesi vacib olur.» sözleri buna göredir. Çünkü zekâtın vakti bütün ömürdür. Şu halde buradaki şüphe, namazı vakit içinde kılıp kılmadığında şüphe etmek gibidir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
T E T İ M M E: Yine Fetih'de beyan edildiğine göre bir kimse zekâtını vermeyip geciktirir de hastalanırsa, vereseden gizli olarak zekâtını verir. Elinde parası olmaz da zekâtı vermek için ödünç almak isterse, borcu ödeyeceğine kalbi kanaat getirdiği takdirde efdal olan borç almak dır. Aksi takdirde borç olmaz. Çünkü borç sahibinin husumeti daha şiddetlidir.
«Zekât malı cinsinden bir şeyle satmadıkça ticaret için niyet etse bile ticaret malı olmaz.» O köleyi mehir olarak karısına yahut kısastan sulh yaparak kısas sahibine verse; yahut köleyi hul' yapsın diye kadın kocasına verse zekât lâzım gelmez. Çünkü bunlar zekât malı cinsinden değildir. T.
«İkisinin arasında fark şudur.» Yani ticaret yapmakla yapmamak arasında fark ticaretin ancak amelle tahakkuk etmesi hizmeti niyet ettiği takdirde ise, bunun mücerret niyetle hasıl olmasıdır. T.
"Ve niyetle tamam olur." Çünkü terk etmekten ibaret olan her şeyde niyet kâfidir. T. Bunun misali mukîm, oruçlu, kâfir, alafla beslenen ve kırda otlayan hayvandır. Mücerred niyetle mukîm misafir oluvermediği gibi oruçlu iftar etmiş, kafir müslüman olmuş da sayılamaz. Keza sırf niyetle hayvan ne alafla beslenen olur ne de kırda otlayan sayılır.
Zeyleî'nin bildirdiğine göre, bunların zıtları mücerret niyetle sâbit olur. Lâkin Nihaye ile Fetih'de açıklandığına göre alafla beslenen hayvan mücerred niyetle kırda otlayan hükmüne geçivermez. Aksi bunun hilafınadır. Bahir sahibi bu iki kavlin arasını bulmuş birinci kavli kırda otlayan hayvanı merada olduğu halde alafla beslenen hayvan yapmayı niyet ettiğine hamletmiştir. Çünkü amel mutlaka lâzımdır. Burada amel hayvanı meradan çıkarmaktır. İkinci kavli de, hayvanı meradan çıkardıktan sonra niyet ettiğine yormuştur.
«Ticaret için aldığı ticaret için olur.» Çünkü ticarette şart niyetin akidle bulunmasıdır. Bu akid mani bulunmamak şartıyla satın alma veya icare yahut istikraz akdiyle mala mal kazandırmaktır. Nitekim şerhde ihtiraz ettiği şeylerle beraber gelecektir. Sonra ticaret niyeti bazen açık bazen de kapalı (delâleten) olur. Açık olanı söylediğimizdir. İkincisi ise şerhde musannıfın «Yahut eşyada ticaret niyetidir» dediği yerde geçmişti.
METİN
Miras yoluyla alıp da ticarete niyet ettiği mal ticaret için olmaz. Çünkü akid yoktur. Meğerki bu malda tasarruf etmiş olsun. Yani niyet ederek tasarruf ederse niyet amelle birlikte olduğu için zekât vâcip olur. Miras malından yalnız altın, gümüş ve kırda otlayan hayvanlar müstesnadır. Zira Hâniyye'de: «Bir kimse miras olarak otlamakla beslenen hayvan alırsa, otlatmayı niyet etsin etmesin. sene geçtikten sonra zekâtını vermesi lâzım gelir.» denilmiştir. Bağış, vasiyet, nikâh, hul veya kısastan sulh gibi kendi fiiliyle mâlik olup da onunla ticarete niyet ederse, İmam Ebu Yusuf'a göre o mal ticaret için olur. Musannıf sulhu kısastan diye kayıtlamıştır. Çünkü ticaret için olanköleyi hata olarak bir köle öldürür de, ona bedel olarak verilirse, verilen köle ticaret için olur. Hâniyye, Karşılığında ticaret malı alınan her şey bu hükümdedir. Ve yukarıda geçtiği vecihle niyetsiz ticaret için olur. Fakat esah kavle göre bağış vesaire ile mâlik oldukları ticaret malı sayılamaz. Bunu Bedâyi'den naklen Bahir sahibi söylemiştir. Eşbâh'ın başında: «Şayet niyet mala bedel mal olmayan bir şeyle beraber olursa, sahih kavle göre caiz değildir.» denilmiştir. İnci ve cevherlerde -kıymetleri 1000 dirhem olsa dahi- bilittifak zekât yoktur. Meğer ki ticaret içîn ola. Kaide şudur: Altınla gümüşten ve kırda otlayan hayvanlardan başka mallarda, tekrara müeddî mâni bulunmamak; bir de niyetin ticaret akdiyle beraber yapılması şartıyla, zekât ancak ticaret malından verilir. Ticaret akdinden murad, satın alma veya icâre yahut istikraz akdiyle mala mal kazandırmaktır. Eğer ticarete akitten sonra niyet eder yahut kazanç için bir şey satın alır da, kârlı bulursam satarım, diye niyet ederse, zekât vermesi lâzım gelmez. Nitekim evvelce geçtiği vecihle kendi arazisinden çıkan mahsulde ticareti niyet ederse ve keza ticareti niyet ederek bir haraç veya öşür yeri satın alır da o yeri ekerse yahut ticaret için tohum alır da onu ekerse ticaret için olmaz. Zira mâni vardır.
İZAH
Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse tarlasından gelen ekini ticaret niyetiyle tutarsa, bir sene sonra sattığında zekât vermesi icabetmez. Bu mesele de miras meselesine katılır.»
«Yani niyet ederek tasarrufta bulunursa.» Nehir sahibi diyor ki: «Yani satarken meselâ sattığı şeyin bedelinin ticaret için olmasını niyet ederse zekât vâcip olur. Evvelki niyeti kâfi değildir. Nitekim Bahır'ın ifadesinden de bu anlaşılır.» Bedelin üzerinden sene geçerse zekât vâcip olur.»
«Kendi fiiliyle mâlik olup da onunla ticarete niyet ederse, Ebû Yusuf'a göre o mal ticaret için olur.» Yani o kimsenin kabulüne bağlı olup, malı malla değişmekten ibaret olmayan şeylerde, akdi yaparken ticaret için olmasına niyet ederse, esah kavle göre ticaret için olmaz. Çünkü hîbe, sadaka ve vasiyet esasen değişme değildir. Mehir, hûl bedeli ve kasten ölüm anlaşması ise, malı mal olmayan şeyle değişmedir. Nitekim Bedâyi'de izah edilmiştir. Fethu'l-Kadir'de şöyle denilmektedir. «Hâsılı satın aldığı şeyde ticaret niyeti bilittifak sahihtir. Miras olarak aldığı malda bilittifak sahih değildir. Zikredilen şeylerde akit kabuluyla mâlik olduğu şeylerde hilâf vardır.»
«Kısastan sulh ile» Yani sulh akdi yaparken alacağı bedelle ticarete niyet ederse, esah kavle göre o bedel ticaret için olmaz. Hâniyye'de şöyle deniliyor «Köle ticaret için ayrılır da başka bir köle onu öldürür ve katile kısas yapılmayıp uzlaşırlarsa, kâtil olan köle ticaret malı olamaz. Çünkü o, maktulün bedeli değil kısasın bedelidir.»
«Verilen köle ticaret için olur.» Yani niyet etmeksizin ticaret malı sayılır. H. Çünkü bu köle, öldürülenin bedelidir. Öldürülen köle ticaret içindi. Bedeli de öyle olur ve bu muamele malı malla değişmektir.
"Fakat esah kavle göre bağış ve saireyle mâlik olduğu ticaret malı sayıIamaz." Çünkü ticaret mal olan bedelle mal kazanmaktır. Bağış kabulü ise bedelsiz mal kazanmaktır. Binaenaleyh niyet ticaret ameliyle beraber bulunmamıştır. B. Cevherlerden murad, Ia'l', yâkût, zümrüt ve benzerleridir. BunuKâfî'den naklen Dürer sahibi söylemiştir.
«Kıymetleri 1000 dirhem olsa da» ibaresi yerine, kitabımızın bir nüshasında «binlerce dirhem» denilmiştir.
"Zekât ancak ticaret malından verilir." Yani zekâtın tekrarına yol açmasın dîye, öşür" veya haraç arazisi gibi şeylerde ticarete niyet etse de zekât yoktur. Çünkü öşür veya haraç da zekâttırlar.
İcâre akdine misal: Evini eşya ile kiraya verip, aldığı eşya ile ticareti niyet etmektir. Şayet ev ticaret içinse, onun bedeli de niyetsiz ticaret için olur; zira delâleten ticaret vardır. Ama bu meselede, yukarıda bildirdiğimiz hilâf vardır.
"İstikraz"a gelince: Karz (yani ödünç almak) sonunda malı malla değişmeye İnkılab eder. Bu kavil ulemadan bazılarınındır. El-cami'de buna işarette şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin iki yüz dirhem gümüşü bulunur da başka malı bulunmazsa ve bu adam sene geçmeden önce birinden ticaret niyeti olmaksızın beş ölçek buğday ödünç alsa, bunlardan yalnız bir ölçeğini istihlâk ederek sene dolduğu takdirde, o kimseye zekât yoktur. Borç zekât malına sarfedilir; zekât malı olmayan cinse verilmez.»
«Ticaret niyeti olmaksızın» demesi gösteriyor ki ticaret için almış olsa, buğdaylar ticaret için olurdu. Bazıları, niyet etse de olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü ödünç almak iâredir.. İâre ticaret değil teberru'dur. Bedâyi. Bahır, Nehir ve Minah sahipleri birinci kavli benimsemişlerdir. şarih de onlara tabi olmuşsa da Zahîre'de Şeyhülislâm'ın El-Câmi Şerhi'nden naklen: «Esah olan ikinci kavildir» denilmiştir. Ona göre İmam Muhammed'in El-Câmi'deki «ticaret için olmazsa» sözünün mânâsı, ödünç verenin elinde ticaret için değilse, demektir. Bunun faydası şudur: Buğdaylar sahibine iade edilince, ticaret için olmazlar. Onun elindeyken ticaret niyetiyle bulunurlarsa, iade edildikleri vakit de ticaret için olurlar. Zâhire bakılırsa bu ikinci hüküm, İmam Ebu Yusuf'un «ödünç alan kimse
aldığı şeye ancak tasarrufla malik olur.» sözüne mebnidir. imam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre, teslim almakla mâlik olur. Hattâ elinde mevcut olur da onu ödünç verene satarsa, Ebu Yusuf'a göre câiz olur. Tarafeyn'e göre caiz değildir. Ecnebî birine satarsa bilittifak câizdir. Nitekim izahı inşallah kendi bâbında gelecektir.
«Ticaret için tohum alır da onu ekerse ticaret için olmaz.» Bu sözün mefhumu «Ekmezse zekât vâcip olmasıdır.» Zira öşürü vâcip değildir, mâni bulunmamıştır, fakat arazi haraç yeriyse mâni mevcuttur. O da iki defa vergidir. «Zira mâni vardır,» Mâni iki defa vergidir. Ta'lîl'in ifade ettiği mânâ şudur: O kimse tohumu kendi mülkü olan yere ekerse zekât lâzım gelir. Fakat Bahır'ın sözü buna muhaliftir. Bahır'ın zekât bâbında: «Ticaret için tohum satın alır da ekerse, ona zekât lâzım gelmez; onun yalnız öşür vermesi gerekir. Çünkü yerdeki tohumun ticaret için olmasını iptal etmiştir; binaenaleyh bu, ticaret kölesinde hizmeti niyet etmek gibi olur. Hattâ evleviyette kalır. Tohumu ekmezse zekât vâcip olur.» denilmiştir. Bu ibarenin ifade ettiği mânâ, ekme ile, tohumdan mutlak surette zekâtın sâkıt olmasıdır. Bunu Tahtâvi söylemiştir.
TENBİH : Şârih'in söylediği «Ticaret için satın alınan yerde zekât yoktur; onda yalnız öşür veya haraç vardır» sözü hakkında Bedâyi sahibi; «Ulemamızdan meşhur rivayet budur» demiştir. İmam Muhammed' den bir rivayete göre zekât da lâzımdır. Çünkü ticaret zekâtı yer için lâzımdır. Öşür ise çıkan mahsul için yer için verilir. Bunların ikisi de ayrı ayrı şeylerdir. Binaenaleyh bir malda iki hak bir araya gelmiş olmaz. Zahir rivayetin vechi şudur: Vücûbun sebebi hepsinde birdir. Zira hepsinde yere izafe edilir ve yerin öşürü, yerin haracı, yerin zekâtı denilir. Bunların hepsi Allah'ın hakkıdır. Allah Teâlâ'nın üreyen mallara ilişkin haklarında bir mal sebebiyle iki hak vâcip olmaz. Meselâ ticaretle beraber kırda otlayan hayvanlarda zekât yoktur.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...