03 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR..SAVM (ORUÇ) BAHSİ


SAVM (ORUÇ) BAHSİ

METİN
Bazıları «Musannıf "savm" yerine "sıyâm" dese daha iyi olurdu» demişlerdir. Çünkü Zahîriyye'de, «Bir kimse, "üzerime savm borç olsun", dese o günü tutması lâzım gelir. "Sıyâm borç olsun" dese, üç gün oruç tutması gerekir. Nitekim Teâlâ Hazretlerinin "sıyâmdan fidye lâzım gelir" âyeti kerimesinde de hüküm budur» denilmiştir. Fakat bu söz tenkit edilmiş; «Orucun nevileri vardır. Bir de kelimenîn başındaki "elif lâm" cemi' mânâsını iptal eder» denilmiştir.
Esah kavle göre, oruç ayına sadece «Ramazan» demek mekruh değildir. Oruç, kıble Kâbe'ye çevrildikten yani Hicret'ten bir buçuk sene sonra Şaban ayının Onun'da farz kılınmıştır.
Savm lügatta; yiyip içmekten veya konuşmaktan kendini tutmaktır.
Şeriatta ise; mâlûm niyetle birlikte vakti mahsusta şahsı mahsusun aşağıda gelen bozucu şeylerden hakikaten veya hükmen kendini tutmasıdır. Unutarak yiyen gibi ki, böylesi hükmen kendini tutmuş (yememiş) sayılır.
Vakti mahsustan murad, gün; şahsı mahsustan murad da, İslâm memleketinde bulunan Müslüman veya orucun farz olduğunu bilip, yabancı memlekette bulunan, hayız ve nifastan temiz kimsedir.
İZAH
El-İzâh adlı kitapta şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki, oruç dinin en büyük rükünlerinden; Şer-i Metin'in en sağlam kanunlarından biridir. Kötülüğü emreden nefsi, o kahretmiştir.» Oruç, kalbin amelleri ile yiyip içmeyi ve o gün bütün cima'ları menetmekten mürekkep bir ibadettir. Ve en güzel fazîlettir. Ancak nefse en ağır gelen bir tekliftir. İmdi hikmeti İlâhiyye, mükellefi alıştırmak' için, işe tekliflerin en hafifi olan namazdan başlamayı iktiza etmiştir. Sonra orta derecede olan zekâtla bu teklifi ikilemiş; daha sonra en ağırı olan oruçla üçlemiştir. «Huşû sahibi erkek ve kadınlar, sadaka veren erkek ve kadınlar, oruç tutan erkek ve kadınlar...» âyeti kerimesinde medih ve tertip makamında buna işaret buyrulmuştur. İslâm'ın temelini zikrederken, "Namazı kılmak, zekâtı vermek ve ramazan ayında oruç tutmak" denilmesi de buna işarettir. Onun için şerîatın imamları, tasnif ettikleri kitaplarda bu tertibe uymuşlardır. İbn-i Şilbî'nin Şerhi'nde de böyle denilmiştir.
Şârih'in «bazıları» tabirinden murad, Bahır sahibidir. H. Zahîriyye'deki istişhâdın izahı şudur; Bu fer'î mesele gösteriyor ki, sıyam kelimesi cemi'dir. Bunun en azı üç gündür. Nitekim âyette de öyledir. Zira yeminin fidyesi üç gün oruç tutmaktır. Binaenaleyh sıyâm tabirini kullanmak daha iyidir; çünkü birden fazlaya delalet eder. Sözün başlığı üç nevi; yani farz, vâcip ve nâfile oruçlar içindir.
«Fakat bu söz tenkît edilmiş ilh...» Tenkît eden Nehir sahibidir. Şârih'in sözünün hâsılı şudur: "Savm" kelimesi cins ismidir. Onun nevileri vardır. Bunlar yukarıda zikrettiğimiz farz, vâcip ve nâfiledir. Şu halde oruçtan, gerek savm gerekse sıyâm tabiri ile bahsedilsin, maksat başlıkta bildirilen nevileridir. Üç gün veya fazlası değildir.
El-Muğrib (adındaki lügatin) sahibi, savm ile sıyâmın aynı mânâya geldiklerini ifade etmiştir. Bu kelimelerin cemi mânâsına delâletleri yoktur. Onun için Kadı Beyzavî, «Sıyâmdan fidye lâzım gelir» ayet-i kerimesinin tefsirinde, «Bu, fidyenin cinsini beyandır. Miktarını ise Peygamber (s.a.v.) Kâ'b hadisinde beyan buyurmuştur.» demiştir. Evet, sıyâm kelimesi, bildiğin gibi sâimin cem'i olarak gelir. Fakat burada ve âyet-i kerimede bu mânâyı kastetmek doğru değildir. Bu açıktır.
Sıyâm kelimesinin savmın cem'i olduğu teslim edilse bile, onu tercih evlâ olamaz. Çünkü cins bildiren "elif lâm" cemi mânâsını iptal eder. Binaenaleyh savm ile sıyâm tabirleri müsavidirler.
Şârih'in Nehir sahibine uyarak söylediklerinin izahı budur. Bu izaha göre Zahîriyye'nin sözü müşkil kalır. Velev ki Nehir sahibi Onun hakkında, «İhtimal sıyâm lâfzı ile şeriat lisanında üç gün kastedilmiştir demek istemiştir. Borçtan kurtulmuş olmak için nezirde de böyledir. Savm lâfzı bunun hilâfınadır» demiş olsun. Nehir sahibi şunu demek istemiştir: Sıyâm lâfzı cemi olmasa da, âyette üç gün murad edilerek bu kelime kullanılmıştır. Nasıl ki bu icmâl hadiste açıklanmıştır. Şu halde nezreden kimsenin sözünde de ihtiyatan bu mânâya alınmalıdır.
«Esah kavle göre...» Bazıları, «Sahih olan İmam Muhammed'in Mücâhid'den rivayetidir. Bu rivayetin hilâfı naklolunmamıştır. Mezkûr rivayete göre "ramazan geldi", "ramazan gitti" demek mekruhtur. Çünkü "Ramazan" Allah Teâlâ'nın isimlerinden biridir» demişlerdir. Ama umumiyetle ulema mekruh olmadığını söylemişlerdir. Zira sahih hadislerde mekruh olmadığı bildirilmîştir. Bir hadiste Rasulullah (s.a.v.), «Her kim ramazanı îman ve ihtisapla oruç tutarak geçirirse, geçmiş günahları bağışlanır.» buyurduğu gibi; diğer bir hadiste de, «Ramazanda umre yapmak bir hacca bedeldir.» buyurmuştur. Ramazan kelimesinin Allah Teâlâ'nın isimlerinden olduğu, meşhur rivayetlerde sâbit olmamıştır. Olsa bile "hakîm" gibi o da müşterek isimlerdendir. Dirâye adlı kitapta da böyledir.
«Aşağıda gelen bozucu şeyler»den murad, orucu bozan şeyler babında görülen mâlûm şeylerdir. Unutarak yiyip içen kimse hükmen oruçludur. Çünkü şeriat onun yemesini muteber saymamıştır.
Vakt-i mahsus'tan murad, gündür. şer'î gün, tan yerinin ağarmasından, güneşin kavuşmasına kadar devam eder. Tan yerinin ağarması'ndan murad, ilk doğduğu an mı, yoksa aydınlığın yayıldığı zaman mı olduğu ihtilaflıdır. Bu hilâf, namaz hakkındaki hilâf gibidir. Birinci kavil daha ihtiyatlı, ikincisi daha geniştir. Güneşin kavuşması'ndan murad, doğu tarafında karanlık belirecek şekilde güneşin cirminin kaybolmasıdır.
Peygamber (s.a.v.), «Gece şu taraftan geldi mi, oruçlu iftar eder.» buyurmuştur. Yani doğu tarafında hissen karanlık görüldüğü zaman, iftar vakti meydana çıkar; yahut hükmen iftar etmiş olur, demektir. Çünkü gece oruç için zarf değildir. Hadisin haber şeklinde söylenmesi, iftarı acele etmeye teşvik içindir. Nitekim Fethu'I-Bârî'de de böyle denilmiştir. Kuhistânî.
İslam memleketinde bulunan ilh...» Biliyorsun ki sözümüz şer'an orucun hakikatini beyan, yani orucun ne ile tahakkuk edebileceği hususundadır. Şüphesiz, niyet ederek gündüzün orucu bozan şeylerden kendini tutmaktan ibaret olan oruç, İslâm diyarında olsun, dâr-ı harpte olsun, keza orucun farz olduğunu bilsin veya bilmesin hayz ve nifastan temiz olan müslümandan tahakkuk eder. Kaldı ki, orucun farz veya nâfile olarak tarifi ile, farz olduğunun bilinmesi veya İslâm memleketinde bulunması, ancak akıl ve buluğ gibi ramazan orucunun farz olması için şarttır. Sahih olmasının şartı değildir. Binaenaleyh Şârih'e yaraşan «hayız ve nifâstan temiz» demekle yetinmek idi. Sonra gördüm ki, Rahmetî de benim söylediğimi söylemiş.
Şârih, «Yahut orucun farz olduğunu bilip yabancı memlekette bulunan...» diyor; Çünkü İslam memleketinde bulunmak, farz olduğunu bilmese bile oruç tutmayı icap eder. İslâm memleketinde bilmemek özür değildir. Dâr-ı harp böyle değildir. Bilmemek orada özürdür. Farz olduğunu bilmedikçe oruç tutması farz olmaz. Farz olduğunu öğrendikten sonra, geçmiş günlerin kazası gerekmez .Zira orada bilmemek özür sayıldığı için, bilmeden mükellef olmaz. Bilgi ancak, hâli gizli iki erkek, veya bir erkekle iki kadının; yahut İmam-ı Azam'a göre âdil bir erkeğin haber vermesi ile hâsıl olur. İmameyn'e göre adalet, buluğ ve hürriyet şart değildir. Nitekim İmdâdü'l-Fettâh'da beyan edilmiştir.
METİN
Buluğ ve ayrılma ise orucun sahih olması için şart değildir. Çünkü niyet bulunduktan sonra, küçük çocukla baygın veya delinin oruçları da sahihtir. Bu gibilerin ikinci gün oruç tutmalarının sahih olmaması, niyet bulunmadığı içindir.
Orucun hükmü, sevaba nail olmaktır. Velev ki, gasbedilmiş yerde namaz kılmak gibi yasak edilmiş olsun. Nezredilen orucun sebebi nezirdir. Onun için muayyen bir ay tayin eder de ondan önce oruç tutarsa kâfi gelir. Zira sebep mevcuttur. Tayin hükümsüz kalır. Kefâret oruçlarının sebebi, yemini bozmak ve katildir. Ramazan orucunun sebebi, ramazan ayının bir cüzüne yetişmektir. Bu cüz muhtar olan kavle göre, geceden de gündüzden de olabilir. Nitekim Habbaziye'de bildirilmiştir. Fahrulislâm ile başkaları ,bu cüzün her gün orucun başlanabileceği bir cüz olmasını tercih etmişlerdir. Hattâ bir deli geceleyin; yahut son oruç günü zevalden sonra ayılsa, kaza etmesi lazım gelmez. Fetva buna göredir. NitekimDirâye'den naklen Müctebâ ile Nehir'de de böyle denilmiştir. Birçok ulema bu kavli sahihlemişlerdir. Hak olan da budur. Nasıl ki Gâye'de beyan edilmiştir.
İZAH
«Büluğ ve ayılma ise...» cümlesi, bir sual-i mukadderin cevabıdır. Sual şudur: Musannıf şahs-ı mahsusu, neden büluğ, delilik veya baygınlıktan, yahut uykudan ayık olmakla kayıtlamadı? Cevabın beyanı şöyledir: Sözümüz şer'î orucun tarifi hakkındadır. Bu onun rüknünü beyanla olur ki, o da zikredilen bozuculardan kendini tutmaktır. Bir de sahih olması neye bağlı ise, onları beyan gerekir. Bunlar "üç şey" yani İslâm, hayız ve nifastan temizlik ve niyettir. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir. Fetih'te İslâm zikredilmemiştir. Çünkü niyet onun zikrine hacet bırakmaz, Müslüman olmayan kimsenin niyeti sahih değildir. Büluğ ile ayıklık orucun sahih olmasının şartlarından değildir. Şârih'in dediği gibi, bunlarsız oruç sahihtir. Evet bunlar ramazan orucu farz olmak için şarttır. Bu şartlar dört olup üçüncüsü İslâm; dördüncüsü farz olduğunu bilmek yahut İslam memleketinde bulunmaktır. Binaenaleyh iki şartla kayıtlamaya mahal yoktur. Kaldı ki, sözümüz hassâten ramazan hakkında değil, mutlak olarak orucun tarifi hususundadır. Nasıl ki yukarıda geçti. Onun için Musannıf vücûb-u edâsının şartlarını zikretmemiştir. Bunlar; sağlam olmak, mukim olmak, hayız ve nifastan hâlî bulunmaktır.
Orucun metinde beyan edilen hükmü uhrevîdir. Dünyevî hükmü; tutulan oruç lâzımsa vâcibin sükutu (borçtan kurtuluş) dur. Bahır.
«Velev ki yasak edilmiş olsun...» Bayram günleri ile teşrik günlerinde oruç tutmak gibi, ki yasak edilmiştir. Ancak bürodaki yasak, günlerin kendilerinden değil, yandaki bir mânâdan, yani Allah'ın ziyafetine katılmamaktan ileri gelir. Bu, o günlerde tutulan orucun sevabı olduğunu ifade eder. Nasıl ki gasbedilen yerde namaz kılmanın sevabı vardır. Bu izahı Nehir sahibi, Bahır sahibine reddiye olarak yapmıştır. O, bu günlerde oruç tutmanın sevabı olmadığını söylemiştir. Şu halde Şârih'in sözü Nehir sahibi adına bir incelemedir. T.
Ben derim ki: Telvîh'te şöyle açıklanmıştır: Bizimle Şâfiî'nin aramızdaki hilâf; bize göre nehyin sevap hak etmek; kazânın sükûtu ve Allah Teâlâ'nın emrine uymak mânâsına sahih olmayı gerektirmesidir. Bundan sonra Telvîh sahibi Et-Tarîkatü'l-Muîniyye'den şu mânâda sözler nakletmiştir: Yasak günlerde oruç tutmak, üç oruç bozanı terk etmek ve Allah'ın ziyafetinden yüz çevirmektir. Orucu bozan şeyleri terk etmek yönünden bu güzel bir ibâdet; ziyafetten kaçınmak yönünden ise yasaktır. Lâkin birincisi asıl, ikincisi ona tâbi menzilesindedir. Binaenaleyh asIına bakarak meşru; vasfına bakarak gayri meşru kalmıştır.
Ancak Tarîkat hâşiyecisi Fenâri, sevaba hak kazanma arzusunu tenkit etmiş; «Murad sevaptan başkasıdır. Sahih olmak sevabı gerektirmez.Nasıl ki gösteriş için namaz kılmak veniyetsiz abdest almak böyledir» demiştir.
Ben derim ki: Bu oruca niyetlendikten sonra bozmanın vâcip olması ve ulemanın bu orucun günah olduğunu açıklamaları da Fenâri'yi te'yid eder.
«Tayin hükümsüz kalır.» cümlesinden şu hüküm alınır: Bir kimse her hafta pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmayı nezretse, başka günlerde tutması sahih olur. T.
Ben derim ki: Bu muallak olmayan nezirdedir. Çünkü itikâf bâbından az önce gelecektir ki, «Muallak olmayan nezir, zamana, mekâna, dirheme ve bir fakire mahsus olamaz. Muallak nezir böyle değildir. Şartı bulunmadan onu peşin vermek caiz değildir» diyecektir. Yani şarta bağlanan nezir, peşin verilmeye sebep teşkil edemez. Bu husustaki sözün tamamı orada gelecektir.
«Kefâret oruçlarının sebebi yemini bozmak ve katildir.» Buradaki katilden murad, hata yolu ile insan öldürmek; yahut ihramlı iken av vurmaktır. En iyisi Fetih sahibinin yaptığı gibi, «Kefâret oruçlarının sebebi, bu oruçlara sebep olan yeminden dönme ve katildir.» demektir. Zira zâhire göre yeminden dönmeye azmetmek, ramazan orucunda iftar ve bir özürden dolayı ihramlının tıraş olması da sebeplerdendir.
«Muhtar olan kavle göre» sözü ile, Serahsî'nin ihtiyar ettiği murad olunmuştur. Bahır.
«Her gün orucun başlanabileceği cüz» fecr-i sâdıktan, kaba kuşluktan önceye kadar olan zamandır. Gece ile kaba kuşluk ve ondan sonrası oruca başlamaya elverişli değildir. Geceleyin yalnız niyet yapılır; oruca başlanmaz. T. Lâkin Bahır'da açıklandığına göre oruca sebep, her günün parçalanmaz bir cüzüdür. Orucun o cüzle birlikte başlaması icap eder. Bu söz, o cüzün, her günün ilk cüzü olmasını iktiza eder. Nitekim bunu başkaları da açıklamışlardır. Bahır sahibi bunu «Avârız» faslında açıklamış; ve Kemâl İbn-i Hümâm'ın, «Sebebin vücûp ile beraber olması; yahut vücûbun sebepten önce bulunması lâzımdır.» sözünü defederek, «Zaruret dolayısı ile vücup sebeple birlikte bulunabilir; nasıl ki namaza vaktin ilk cüzünde başlamak böyledir. Burada zaruretten dolayı sebebin müsebbep olan vücuptan önce gelmesi şartı sâkıt olmuştur. Nitekim Keş-i Kebîr'de açıklanmıştır.» demiştir. Sözün tamamı oradadır.
«Hattâ bir deli geceleyin yahut son oruç günü zevalden sonra ayılsa, kaza etmesi lâzım gelmez.» Delinin ayılması, - ister ayın ilk gecesinde, ister ortasında olsun - sabahlamadan tekrar delirir de, oruç ayını deli olarak geçirirse, kaza etmesi gerekmez. «Yahut son oruç günü zevalden sonra» ifadesi Bahır ve diğer kitaplarda da buradaki gibidir. En güzel ibare îmdâd'ındır ki, «Oruç günlerinden birinde zevalden sonra delirirse» demiştir. Tahrîr Şerhi'nde de böyle denilmiştir.
Nûru'l-îzah'da, «Sahih kavle göre niyet vaktini geçirdikten sonra geceleyin veya gündüzünayılmakla kazası lâzım gelmez» denilmiştir.
Ben derim ki: îhtimal "son oruç günü" diye kayıtlamak, ayılmaktan murad, arkasından delilik gelmeyen ayılma olduğuna göredir. Zira ayılma ayın ortasında olursa, kaza lâzım geleceğinde şüphe yoktur. Zevalden murad da, şer'î günün yandan sonrası, yani yukarıda geçtiği vecihle kaba kuşluktan sonrasıdır. Bu hüküm Kudûrî'nin kavline göredir. Nitekim izahı gelecektir.
T E M B İ H : Bu meseleyi Şârih'in zikrettiği sebepte ihtilâfa göre tefri etmek Hidâye'nin sözüne muhaliftir. Hidâye sahibi iki kavlin arasını bularak, «Zıddıyet yoktur. Oruç ayının bir cüzüne yetişmek, bütün oruç günlerinin sebebidir. Sonra her gün kendi orucunun vâcip olmasına sebeptir» demiştir. Nihayet o günün orucunun farz olmasının sebebi tekerrür etmiştir. Bu da onun hususiyeti ve başka günde zımnen dahil olması itibarı iledir. Nitekim Fetih'te de böyle denilmiştir. Bizim söylediğimizi, Menâr Şerhi'ndeki îbn-i Nüceym'in sözü de te'yid eder. Bu hilâf için fer'î meselelerde bir semere zikreden görmedim.
«Müctebâ ile Nehir'de de böyle denilmiştir.» Müctebâ'nın ibaresi şöyledir: "Deli ramazanın ilk gecesinde ayılır da sonra deli olarak sabahlar ve deliliği bütün ayı kaplarsa, bu hususta Buhârâ uleması ihtilâf etmişlerdir. Fetva, kaza lâzım gelmeyeceğinedir. Çünkü geceleyin oruç tutulmaz. Keza ayın ortasında bir gece; yahut ramazanın son gününde zevalden sonra ayılırsa kaza lâzım gelmez. Zevalden önce ayılırsa kaza lâzımdır.»
«Birçok ulema bu kavli sahihlemişlerdir» ki, Nihâye, Zahîriyye, inâye ve Şurunbulâliyye sahipleri ile Kâdıhân bunlardandır. İsbicâbî ile Hamîdüddin Dârir, Tahrîr Şerhi'ndeki hilâfı hikâye etmeksizin bunu tercih etmiş; Nûru'l-îzah sahibi dahi bu yoldan yürümüştür.
Ben derim ki: Keza bu kavlin sahih kabul edildiğini Zâhire sahibi de nakletmiştir. Ama kaza "lâzımdır" diyen kavlin sahih kabul edildiğini de nakletmiştir. Fetih'te, «Niyet vaktinde ayık bulunması ile, sonra ayık bulunması arasında fark yoktur» denilerek bu yoldan yürünmüş; Behensî'nin Mülteka Şerhi'nde bunun zâhir-i rivayet Olduğu bildirilmiştir.
Ben derim ki: Bunun bir mislide, Keşif'ten naklen Tahrîr Şerhi'ndedir. Bedâyi sahibi bu kavli ulemamıza nisbet etmiş, başkasını rivayet etmemiştir. Sirâc'da da böyledir. Zeylâî buna kesinlikle kail olmuştur. Kudûrî, Kenz ve Hidâye'nin zâhirlerinden anlaşılan da budur. Zira ayın bir cüzünde ayılmakta kaza lâzım geleceğini mutlak söylemişlerdir. Câmi-i Sağîr'de dahi; «Ayın bir cüzünde ayılrsa, o ayı kaza eder» denilmiştir.
Mi'râc'da da şu ibare vardır: «Ramazanın ilk gecesinde ayık bulunur da sonra deli olarak sabahlar ve ayın sonuna kadar böyle devam ederse, bilittifak bütün ayı kaza eder. Yalnız o gecenin gününü kaza etmez.»
Hâsılı burada sahih kabul edilmiş iki kavil vardır. Mutemet olan bunların ikincisidir. Çünküzâhir-i rivayedir. Metinlerde mevcut olan da budur.
METİN
Oruç sekiz nevidir. Birincisi farz oruç olup iki kısımdır. Biri muayyendir. Ramazan orucunun edası böyledir. Diğeri muayyen değildir. Ramazan orucunun kazası ve kefâret oruçları bu kısımdandır. Lâkin kefâret oruçları amelen farzdır. İtikat cihetinden farz değildir. Onun için inkâr edeni tekfir olunmaz. Bunu ibn-i Kemâl'e tâbi olarak Behensî söylemiştir.
İkincisi vâcip oruçtur. O da iki nevidir. Biri muayyendir. Nezr-i muayyen böyledir. Diğeri gayri muayyendir. Nezri mutlak bu kısımdandır.
Teâlâ Hazretlerinin. «Nezirlerini îfâ etsinler!» âyet-i kerîmesine gelince: Bu âyete tahsis karışmıştır. Nitekim günah işlemeye nezretmek tahsis olunmuştur. Binaenaleyh katiyyeti kalmamıştır. Bazıları «Bu kısmın kefâretler gibi amelen farz olması akla daha yakındır» demişlerdir. Çünkü mutlak icmâ kat'î farz ifade edemez. Nitekim bunu Molla Hüsrev izah etmiştir. "Farz-ı amelî" diyen, Ekmel ile başkalarıdır. Şurunbulâlî bu kavle itimat etmiştir. Lâkin Sa'dî kendisini tenkit ederek aralarında fark görmüş, «Nezir namazı ikindiden sonra kılınmaz; halbuki kaza namazı kılınır» demiştir.
İZAH
Sekiz nevi oruç vardır. Bunlar; farz-ı muayyen, farz-ı gayr-i muayyen, vâcibi muayyen, vâcib-i gayr-i muayyen, nâfile mesnun, nâfile müstehap ve mekruh oruçlardır. Mekruh da tenzîhî ve tahrîmî olmak üzere iki kısımdır. Muayyenden murad; hususi vakti olan oruçtur.
İbn-i Kemâl; «İzâhu'l-İslâh»da şunları söylemiştir: «Nezir ve kefâret orucu vâciptir. Bunların farz olduğuna icmâ münakit değildir. Bilâkis vücubuna, yani ilmen değil, amelen sâbit olduğuna icmâ vardır. Onun için inkâr eden tekfir olunmaz.» Bu sözün hâsılı şudur ki, nezir ve kefâret orucunun her biri amelen kitap ve icma ile sâbit olsa da, farziyetini inkâr eden, küfre nisbet edilecek derecede lâzım oldukları ilmen sübut bulmamıştır. Nasıl ki ramazan orucu ve benzerleri gibi kat'î farzlarda hâl budur. Şu halde Musannıf'a yaraşan, kefâretleri İbn-i Kemâl'in yaptığı gibi vâcip kısmında zikretmek idi. Zira vâcibin yüksek kısmı olan farzı amelî, vitir namazı gibi elden gitmesi ile cevaz da elden giden şeydir. Bu o kısımdan değildir.
«Nezirlerini ifa etsinler!» âyet-i kerîmesinin muktezası, nezir orucu tutacağım» diyerek yapılan adaktır.
Gayr-i muayyen nezir; «bir gün oruç tutacağım» diyerek yapılan adaktır. Vâcip oruçlardan bazıları da nâfile oruca niyetlendikten sonra onu tutmak; bozarsa kaza etmek ve itikâf orucudur.
«Nezirlerini îfa etsinler!» âyet-i kerîmesinin muktezası, nezir orucunun farz olması idi. Cevap: Bu âyetten, günah işlemeye nezir icmâ ile tahsis edilmiştir. Binaenaleyh zannî olmuştur; vücup ifade eder. İnâye sahibinin bu hususta bir incelemesi vardır ki, cevabı ile birlikte Nehir'de zikredilmiştir.
«"Farz-ı amelî" diyen Ekmel ile başkalarıdır.» cümlesine itiraz olunur. Çünkü Ekmel, İnâye adlı eserinde vâcip olduğunu anlatmıştır. Meğer ki başka bir yerde "farzdır" demiş olsun. Bahır ve diğer kitaplarda; «Farz-ı amelî» diyenin Kemâl olduğu bildirilmektedir. İhtimal Şârih bir kalem hatası yapmıştır. Zira bu iki kelime birbirine benzemektedir. Bunu Halebî söylemiştir. Kemâl'in Fethu'l-Kadîr'deki ifadesinden anlaşılan şudur: Farz oluşu, lüzum mânâsına icmâdan çıkarılmıştır. Âyetten çıkarılmış değildir. Çünkü bildiğin gibi âyet tahsis olunmuştur.
Sâ'dî'nin tenkidi, inâye Hâşiyesi'ndedir. Orada Feth'in ibaresini nakletmiş; sonra itirazda bulunarak, «Bu ibare gereği gibi değildir. Zira Zahire ile Muhit-i Burhânî'nin siyer bahsinin başında şöyle denilmektedir Hükümlere bakarak farzla vâcip arasında fark açıktır. Hattâ nezredilen bir namaz, ikindi namazından sonra kılınmaz, Ama kaza namazları ikindiden sonra kılınır» demiştir. Hâsılı onun söylediği, manzurun farz değil vâcip olduğu hususunda açıktır.
«Amelen farz olması...» Bu ifade, her iki hasmın razı olamayacağı bir mânâ taşımaktadır. Çünkü nezrin farz olduğuna âyetle istidlâl eden, bundan kat'î farzı kastetmiştir; zannîyi kastetmemiştir. Nitekim Dürer sahibi bunu açıklamıştır. Onun içindir ki Fetih'te âyetle istidlâle itiraz edilmiş; «Bu âyet farz olduğunu ifade etmez; zira tahsis olunduğu yukarıda geçti» denilerek Sadru'ş-şeria'nın yaptığı gibi âyet bırakılarak icmâ ile istidlâl edilmiştir.
«Molla Hüsrev izah etmiştir.» Bu izah Dürer'dedir. Molla Hüsrev Sadru'ş-Şeria'nın «Nezir edilen şey farzdır, çünkü onun lüzumu icma ile sabittir. Binaenaleyh sübûtu katîdir» sözüne cevap vermiş; «Buradaki farzdan murad itikadı farzdır ki, inkâr eden tekfir olunur. Nitekim Hidâye'nin ibaresi de buna delâlet eder. Bu mânâya farz, mutlak icma ile sabit olmaz. Belki ramazan orucunda olduğu gibi farziyete delâlet eden ve tevatüren naklolunan icma ile sabit olur. Nezir edilen şeyde o şeyin farz olduğunu tevatür yolu ile nakledilen icma sabit olmayınca, vâcip derecesinde kalmıştır. Çünkü şöhret veya âhâd yolu ile nakledilen icma vücup ifade eder. Bu mânâda farziyet ifade etmez» demiştir.
Ben derim ki: Sözünün zâhirine bakılırsa, nezredilen şeyin farz olduğuna icmâ vardır. Lâkin tevatür yolu ile değil de şöhret veya âhâd yolu ile nakledildiğinden vücup ifade etmiştir. En akla yatanı, yukarıda naklettiğimiz İbn-i Kemâl'in sözüdür ki; icmâ nezredilen şeyin ilmen değil amelen sabit olduğu hususundadır.
Hâsılı ulema, şer'î kefâret ve nezirlerin lâzım geldiğine ittifak etmişlerdir. Ama bundan tekfir icabeden kat'î farz olmak lâzım gelmez.
TEMBİH: Şeyh İsmail'in Şerhi'nde Zahiretü'l-Ukbâ'dan naklen şöyle denilmektedir: «Bilmiş ol ki, nezirlerle kefâretle hususunda müelliflerin sözleri birbirini tutmamaktadır. Hidâye ve Vikâye sahiplerine göre farz, Sadru'ş-Şeria'ya göre vâcip, Zeylâî'ye göre birincisi vâcip, ikincisi farz; İbn-i Melek'e göre aksinedir. Bunların hepsinin izahı açık ise de sonuncusu müstesnadır.»
METİN
Üçüncüsü, başka ibadetlerde olduğu gibi nâile olan oruçtur. Bu kelime, muharremin dokuzuncu günüyle birlikte aşure günü tutulan oruç gibi sünnete; her ayın eyyâm-ı bîzında (beyaz günlerinde) tutulan oruçla - tek başına olsa bile - Cuma günü tutulana; zayıflatmamak şartı ile hacının bile arefe günü tuttuğu oruç gibi mendup oruca, bayram günleri gibi tahrimen mekruh ve yalnız aşure, yalnız cumartesi tutulan gibi tenzîhen mekruh oruca şâmildir.
İZAH
Nâfileden murad; lügat mânâsı, yani ziyadedir. Şer'î mânâsı değildir.
Şer'î mânâsı; bizim zararımıza değil, yararımıza meşrû kılınan ibadet ziyadesidir. Çünkü Şârih mekruhun iki kısmını da nâfileye katmıştır. Ama şöyle denilebilir: Murad, şer'î mânâdır. Zira yukarıda arz ettiğimiz vecihle, mekruh günlerde oruç tutmak haddi zâtında güzel bir ibadettir. Fakat Allah'ın ziyafetinden kaçınmayı tazammun ettiği için yasaklanmıştır. Binaenaleyh aslı itibarı ile meşru; vasfı itibarı ile meşru değildir.
«Nâfile sünnete şâmildir.» Abdestin sünnetleri bahsinde, sünnetle müstehap arasındaki farkı incelemiş; sünnet, Peygamber (s.a.v.)'in veya Ondan sonra halifelerinin devam buyurdukları fiil olduğunu görmüştük. Sünnet iki kısımdır. Sünnet-i hüdâ sünnet-i zevâid. Sünnet-i hüdânın terki, isaet ve keraheti icap eder. Cemaat ve ezan böyledir. Sünnet-i zevâid, Peygamber (s.a.v.)'in giyinişi, oturup kalkışı hususunda Ona tâbi olmaktır. Bunun terki kerahet îcabetmez. Zâhire göre aşure orucu bu ikinci kısımdandır. Hatta Hâniyye'de ona müstehap adı verilmiş; «Aşure günü oruç tutmak müstehaptır» denilmiştir. Buna şu da ilâve edilmiştir: «Buna, önden bir gün yahut sondan bir gün oruç da katılır ki, Ehl-i Kitab'a muhalefet edilmiş olsun.» Bu sözün benzeri Bedâyi'de de vardır. Hattâ «Aşure orucu, geçen senenin günahları için kefarettir. Arefe gününün orucu ise, geçen sene ile gelecek senenin günahlarına kefarettir.» hadisinin muktezası, arefe günü tutulan orucun daha kuvvetli olmasıdır. Aksi takdirde müstehabın sünnetten efdal olması lâzım gelir ki, asla muhaliftir.
Şârih mendup orucu zikretmiş; müstehaptan bahsetmemiştir. Çünkü usûlü fıkıh ulemasına göre, mendupla müstehap arasında fark yoktur.
Onlara göre müstehap; Peygamber (s.a.,v.)'in devam buyurmadığı fiildir. Ona rağbetgösterdikten sonra velev ki yapmış olmasın. Nitekim Tahrîr'de beyan edilmiştir.
Fukahaya göre ise mustehap; bir defa yapıp, bir defa bıraktığı fiildir.
Mendup ise; caiz olduğunu göstermek için bir veya iki defa yaptığı fiildir. Muhit sahibi bunun aksini söylemiştir. Usulcülerin kavli daha güzeldir. Çünkü yapmak isteyip de yapmadığı fiile de şâmildir. Nitekim Bahır sahibi bunu taharet bahsinde zikretmiştir. Fakat burada mendupla müstehap arasında fark görmüş ve şunları söylemiştir: «Peygamber (s.a.v.)'in rağbet buyurduğu her oruç hâssaten müstehap; sair keraheti sâbit olmayan oruçların - nâfile değil - mendup olması gerekir. Çünkü Şâri (s.a.v.) mutlak oruca rağbet etmiştir. Binaenaleyh fiiline sevap terettüp eder. Menduba mukabil olan nâfile böyle değildir. Onun zâhiri, sevap olmamasını iktiza eder. Aksi takdirde mendup olur. Nitekim gizli değildir.»
Ben derim ki: Bu ibare Fetih'in sözüne itirazdır. Çünkü orada nâfile, mendup ile mekruh mukabilinde kullanılmıştır.
«Eyyam-ı bîz...» beyaz gecelerin günleri mânâsına gelir. Bunlardan murad; ayın 13, 14 ve 15'inci geceleridir. Bu gecelerde ayın ziyâsı kemâle ererek beyazlığı fazla olduğu için bu isim verilmiştir. İmdad. Aynı eserde Fetih ve diğer kitaplara uyularak, «Her ay üç gün oruç tutmak, menduptur. Bu günlerin eyyâm-ı bîz olması da menduptur» denilmiştir.
«Tek başına bile olsa cuma günü tutulan oruç menduptur.» Bu açıklama Nehir'dedir. Bahır'da da vardır. Ve şöyle denilmiştir: "Umumiyetle fukahaya göre, ayrıca cuma günü oruç tutmak, pazartesi ve perşembe gibi mestehaptır. Bazıları bunların hepsini mekruh saymışlardır" Muhît'te de böyle denilmiş ve «Bu günlerin fazîleti vardır. Onlarda oruç tutmak, Ehl-i Kıble'den başkalarına benzemek sayılmaz. Eşbâh'ta ve Ona tâbi olarak Nûru'l-îzah'ta "Yalnız o günlerde oruç tutmak mekruhtur"; denilmişse de bu bazılarının sözüdür. Hâniyye'de şöyle denilmiştir:
Ebû Hanîfe ile Muhammed'e göre cuma günü oruç tutmakta beis yoktur. Zira İbn-i Abbâs'ın o gün bırakmadan oruç tuttuğu rivayet olunmuştur» şeklinde ta'lîlde bulunulmuştur.
Bu eserle istişhaddan anlaşılıyor ki «beis yoktur» tabirinden murad, müstehap olmasıdır. Tecnîs'te şöyle denilmiştir: «Ebû Yusuf demiştir ki,yalnız o gün oruç tutmanın mekruh olduğunu bildiren hadis vârit olmuş tur. Meğer ki ondan önce ve sonra oruç tutmuş ola. Binaenaleyh ihtiyat, o güne bir gün daha katmaktır.»
Tahtâvî de şunları söylemiştir: «Ben derim ki: Bu orucun hem istendiği; hem yasak edildiği sünnetle sabit olmuştur. Bu iki şeyin sonuncusu yasaklama olmuştur. Nitekim bunu Câmi-i Sağîr'i şerhedenler izah etmişlerdir. Zira o gün birtakım vazifeler vardır. İhtimal oruç tutarsa, o vazifeleri yapmaktan âciz kalır.»
Arefe günü hacının oruç tutması, Arafat'ta vakfeye ve dualara mâni olmamak şartı ilemenduptur. Oruç tutmak zayıf düşürürse, tutması mekruh olur. Bayram ve teşrik günlerinde oruç tutmak tahrîmen mekruhtur. Nehir. Dokuz veya on birinci günleri katmadan, yalnız muharremin onuncu günü oruç tutmak mekruhtur. Çünkü Yahudilere benzemek olur. Muhit. Yalnız cumartesi günü oruç tutmak da Yahudilere benzemektir. Bahır. Bu illet keraheti tahrîmiyye ifade eder. Meğer ki, keraheti tahrîmiyye ancak benzeme kastı ile sâbit olur, denilsin. Nitekim benzeri geçmiştir. T.
Ben derim ki: Bazı nüshalarda «yalnız cumartesi» yerine «bir cumartesi» denilmiştir. Tatarhâniyye sahibi bunu açıklamış ve «Nevrûz ve mehrecan günlerinde oruç tutmak ister de, evvelden tutmakta olduğu güne rastlamazsa, mekruh olur. Cumartesi ile pazar günleri hakkında da aynı şey söylenmiştir» demiştir. Yani kasten o gün oruç tutmak mekruhtur. Meğer ki önceden tutageldiği güne tesadüf etsin. Meselâ bir gün oruç tutar, bir gün tutmaz; yahut ay başında oruç tutar da o günlere tesadüf ederse, mekruh olmaz.
Şârih'in «tek başına» demesinden anlaşılıyor ki, o günle birlikte başka bir gün oruç tutarsa kerahet yoktur. Zira hâssaten o gün oruç tutmak, Ehl-i Kitab'a benzediği için mekruhtur. Acaba cumartesi ile birlikte pazar günü de oruç tutsa kerahet kalmaz mı? Bu, tereddüt yeridir. Çünkü şöyle denilebilir: Bu iki günün her biri, Ehl-i Kitap'tan bir taifenin tâzim ettiği gündür. Binaenaleyh her ikisinde oruç tutmakta bir taifeye benzemek vardır. Mamafih şöyle de denilebilir: Her iki günde oruç tutmakta benzeme yoktur. Zira hiçbir taife iki günü birden tazım etmez.
Bana bu ikinci şık daha muvafık geliyor. Delilim şu ki: Bir kimse pazar ve pazartesi günlerinde beraberce oruç tutsa kerahet kalmaz. Çünkü Ehl-i Kitap'tan hiçbiri bu iki günü beraberce tâzim etmezler. Velev ki Hıristiyanlar pazar gününü tâzim etsinler. Keza aşûre ile birlikte evvelinden veya sonundan bir gün oruç tutsa mekruh olmaz. Halbuki Yahudiler aşûreyi tâzim ederler. Bundan anlaşılıyor ki, aşûre pazar veya cuma gününe rastlasa, onunla birlikte cumartesi günü oruç tutmak mekruh olmaz. Aşûreden evvel veya sonra mehrecan veya nevruz gelse hüküm yine budur. Çünkü hassaten o günün orucunu kastetmemiştir. Allâh'u alem.
METİN
Kasten tutarsa, nevruz ve mehrecan orucu, sene orucu, sukût orucu ve - beş günde tutmasa bile - visâl orucu da tenzîhen mekruh oruçlardır. Bu Ebû Yusuf'a göredir. Nitekim Muhit'te bildirilmiştir. Binaenaleyh nâfile 15'tir. Lâzim olan orucun nevileri 13'tür. Yedisi arka arkaya tutulur. Bunlar: Ramazân kefâreti zıhâr, katil, yemin, bozulan ramazan orucu, nezri muayyen ve vâcip olan itikâf oruçlarıdır. Altısında kul muhayyerdir. Bunlar da: Nâfile, ramazanın kazası, müt'a orucu, tıraş fidyesi, av cezası ve nezri mutlak oruçlarıdır.
İZAH
"Nevruz" Farsça bir kelime olup, "yeni gün" mânâsına gelir. Murad, güneşin kuzu burcuna girdiği gündür ki, güneş yılının başıdır.
Mehrecan da, güneşin terazi burcuna girdiği gündür; eylül ortalarına tesadüf eder. Nevruz ve mehrecan Acemler'in bayram ettikleri günlerdir.
«Kasten tutarsa» ifadesi Muhit'te de vardır. Ondan sonra Muhit sahibi şöyle demiştir: «Muhtar olan kavil şudur ki, o günden evvel oruç tutuyordu ise efdal olan, onu tutmasıdır. Aksi takdirde tutmaması efdaldir. Çünkü oruç tutması o günü tâzime benzer. Bu ise haramdır.»
«Sükût orucu»ndan murad, konuşmadan tutulan oruçtur. Bunu yapan, Mecûsîlere benzer; zira bu işi onlar yapar. Muhit.
İmdâd sahibi diyor ki: «O kimsenin hayırlı sözler söylemesi ve muhtaç oldukça konuşması icabeder.»
«Visâl orucu»'nu imam Ebû Yusuf'la Muhammed, "iki gün arka arkaya oruç tutmak" diye tefsir etmişlerdir. Bahır. Hâniyye sahibe ise. «Bütün sene oruç tutup, yasak günlerde dahi bırakmamaktır» demiştir. Hulâsa'da, «Bir kimse yasak günlerde oruç tutmazsa, muhtar kavle göre bunda bir beis yoktur» denilmiştir.
«Beş gün»'den murad ,iki bayramla teşrik gûnleridir.
«Bu Ebû Yusufa göredir» ifadesinden, İmam-ı Azam'la İmam Muhammed'in Ona muhalif oldukları anlaşılıyor. Fakat Bedâyi'ın ifadesinden anlaşıldığına göre muhalif, mezhep sahiplerinden başkadır. Orada şöyle denilmiştir: «Fukahadan biri; "Bir kimse bütün sene oruç tutar; bayram ve teşrik günlerinde tutmazsa, visâl orucu hakkındaki yasaklamaya dahil olmaz" demiş. Ebû Yusuf buna ret cevabı vererek "Bence bu mesele bu adamın söylediği gibi değildir. O kimse bütün sene oruç tutmuştur" denmiştir. Galiba bununla sene orucunun yasaklanması, bu günlerde oruç tutulduğu için değil; farz ve vâcipleri eda ve nafakasını kazanmaktan âciz kalacak şekilde zayıflatacağı için olduğuna işaret etmiştir..»
«Binaenaleyh nâfile 15'tir.» Birçok nüshalarda bu sayı, bayramları iki saymak ve pazar gününü de nâfilelere katmakla elde edilmiştir. Lâkin Şârih'in saymadığı tahrîmen mekruhlardan, teşrik günleri ile yevm-i şek kalmıştır. Nitekim tafsilatı ileride gelecektir. Mekruhlardan bazıları da; kocasından izin almadan kadının; sahibinden izin almadan kölenin; patronundan izin almadan çırağın oruç tutmasıdır. Bunların beyanı ileride gelecektir;
Mendup oruçlardan bazıları da, pazartesi ve perşembe günleri tutulan oruçlarla, Dâvud (aleyhisselâm) orucu ve şevvalin altı günüdür. Nitekim itikâf bâbından az evvel gelecektir.
«Yedisi arka arkaya tutulur.» Bahır sahibi dahi bunları yedi çıkarmış; lâkin itikâf orucunu bırakarak, onun yerine muayyen yemin orucunu saymıştır. Meselâ «Vallâhi recep ayını oruçla geçireceğim» demek, muayyene yemindir. Herhalde Şârih onu nezr-i muayyene katmış olacaktır. Zira ikisi de sözle icaptır. Sonra Bahır'da şöyle denilmiştir: «Nezr-i mutlakda arka arkaya devam zikredilir veya niyet olunursa, o da buna katılır.» Yine Bahır'da zikredildiğine göre, bir kimse arka arkaya tutulması icap eden oruçtan bir gün bıraksa bakılır: Eğer arka arkaya devam vakit için emrolunmuşsa - ki o da ramazan, nezr-i muayyen ve muayyen oruç tutmaya yemindir - yeniden başlaması lâzım gelmez. Fiil için emrolunmuşsa - ki o da oruçtur - diğer altı kısım gibi yeniden başlaması lâzım gelir.
Ben derim ki: Şârih'in ziyade ettiği itikâf orucu birinci kısımdandır.
«Altısında kul muhayyerdir.» Bahır sahibi bunları da altıya çıkarmış; ancak nafileyi zikretmemiştir. Zira sözümüz lâzım orucun nevileri hakkındadır. Onun yerine mutlak yemin orucunu koymuştur. Meselâ, «Vallahi bir ay, oruç tutacağım» demek, mutlak oruca yemindir. Herhalde Şârih bunu da yukarıdaki gibi nezr-i mutlaka katmış olacaktır.
«Mut'a orucu» temettu haccında kesecek kurban bulamayan kimsenin tuttuğu oruçtur. Kırân haccında da hüküm budur. Böyle hacceden bir kimse, hacdan önce üç gün, döndüğü zaman da yedi gün oruç tutar. T.
«Tıraş fidyesi ve av cezası» olarak hacı oruç tutmayı tercih ederse tutar. T.
«Nezr-i mutlak» ayla kayıtlanmayan, arka arkaya tutulacağı zikredilmediği gibi; böyle tutacağına niyet dahi edilmeyen oruçtur.
METİN
Bu anlaşıldıktan sonra deriz ki: imdi ramazanın edası ile, nezr-i muayyen ve nâfile oruca, geceden kaba kuşluğa kadar niyetlenmek sahih olur. Güneş kavuşmadan ve kavuşurken niyetlenmek sahih olmadığı gibi; kaba kuşluktan sonra ve kaba kuşlukta dahi caiz olmaz. Zira günün yarıdan fazlasına itibar olunur. Bu oruçlara mutlak oruç ve nâfile niyeti ile dahi niyetlenilebilir. Çünkü o günde başka oruç yoktur. Yalnız ramazanın edasında, vasıfta hata ederek meselâ "başka farz oruca" diye niyetlenmek caizdir. Zira bu oruç Şâri hazretlerinin tayini ile muayyendir.
İZAH
Şârih'in «ramazanın edası» diye kayıtlaması, ramazan orucunun kazası ile nezr-i muayyenin kazasında ve bozulan nafilenin kazasında geceden niyet ve tayin şart olduğu içindir. Nitekim Musannıf'ın «geri kalan oruçlarda...» dediği yerde gelecektir. Vaktinin muyyen olması hususunda nezr-i muayyen ramazan orucu hükmündedir.
«Nâfile»den murad; farz ve vâcipten başka oruçlardır ki, sünnet, mendup ve mekruh oruçlara şâmildir. Bahır ve Nehir.
Niyete gelince: Bu hususta ihtiyar'da şöyle denilmektedir: "Oruçta niyet şarttır. Niyet, oruç tuttuğunu kalbi ile bilmesidir. Ramazan gecelerinde hiçbir Müslüman bundan hâli kalmaz. Dil ile niyet şart değildir. Niyetin ilk vaktinin, güneşin kavuştuğu zaman olduğunda hilâf yoktur, Sonu hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Nitekim gelecektir." Niyeti bozan şeylerin beyanı da gelecektir. Bahır'da Zahiriyye'den naklen, «Sahura kalkmak niyettir» denilmiştir.
«Güneş kavuşmadan niyetlenmek sahih değildir.» Bir kimse güneş batmadan yarınki oruca niyet edip sonra uyusa, veya bayılsa, yahut ertesi gün zeval vaktine kadar gaflete düşse, orucu caiz olmaz. Ama güneş kavuştuktan sonra niyetlenirse caiz olur. Hâniyye. Aynı eserde şöyle denilmektedir: «Bir kimse fecir doğarken niyetlense caizdir. Çünkü farz olan, niyetin oruçla beraber bulunmasıdır. Önce yapılması şart değildir.»
«Kaba kuşluk»tan murad: Şer'an mu'teber olan günün yarısıdır. Şer'î gün, doğu ufkunda ziyanın uçuşmasından, güneş kavuşuncaya kadar devam eden vakittir. Burada gaye mukayyete dahil değildir. (Yani sınır olan gece oruçta dahil değildir.) Nasıl ki Musannıf da «kaba kuşlukta dahi caiz değildir» diyerek buna işaret etmiştir. H. Musannıf, Mecmâ sahibi ile Kudûri'nin yaptıkları gibi «zevâl vaktine kadar» dememiştir. Çünkü bu zayıftır. Zevâl, güneşin doğmasından itibaren günün yarısıdır. Halbuki. orucun vakti fecrin doğmasından başlar. Nitekim Mebsut'tan naklen Bahır'da beyan edilmiştir.
Hidâye'de şöyle denilmiştir: «Cami-i Sagîr'de "günün yarısından önceye kadar" denilmiştir ki, esah olan da budur. Çünkü günün ekserisinde niyet bulunması mutlaka lâzımdır. "Günün yarısı" fecrin doğmasından kaba kuşluğa kadardır; zevâl vaktine kadar değildir. Binaenaleyh günün ekserisinde niyet tahakkuk edebilmek için kaba kuşluktan önce yapılması şarttır.» Şeyh İsmail'in Şerhi'nde şu satırlar vardır: «Bu kavlin esah olduğunu açıklâyanlardan bazıları da Attâbiyye ve Vikâye sahipleridir. Muhit'te bu Serahsî'ye nisbet edilmiştir ki sahih olan da budur. Nitekim Kâfi ile Tebyîn'de beyan edilmiştir.»
İhtilâfın semeresi, zevâle yakın niyet ettiği zaman meydana çıkar. Nasıl ki Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen bildirilmiştir. Bununla anlaşılıyor ki, Bahır'ın «Zâhire göre ihtilâf hükümde değil, ibarededir.» sözü acık değildir.
T E T İ M M E : Sirâc'da şöyle denilmiştir: «Bir kimse gündüzün oruca niyet ederse; bununla günün evvelini de niyet eder. Hattâ zevâlden önce oruca niyetlenir de o dakikadan itibaren oruçlu olmayı kasteder; günün evvelini kastetmezse oruçlu olmaz.»
«Mutlak oruç», farz, vâcip veya sünnet diye kayıtlamadan niyetlenilen oruçtur. Çünkü ramazan mi'yâr (ölçek)dir. Onda başka oruç meşru değildir. Binaenaleyh farz içinmuayyendir. Muayyen tayine muhtaç değildir. Nezr-i muayyen de Allah'ın vâcip kılması ile muteberdir. O halde her biri mutlak niyetle eda edilebilir. İmdâd.
«Ramazan orucunda vasıfta hata caizdir.» Bütün musannıfların ifadeleri bu şekildedir. Ulemadan bir cemaatın izahatından anlaşılıyor ki, vasıfta hatadan murad, ramazanı nâfile niyeti ile veya başka bir vâcip ile vasıflandırmaktır. Zira bir müslümanın kasten bunu yapması ihtimalden uzaktır. Bundan maksat, yalnız farza niyet değildir. Binaenaleyh Musannıf'ın Dürer sahibine uyarak «nâfile niyeti ile ve vasıfta hata ederek» demesi söz götürür. Sadece "vasıfta hatayı söylemekle yetinmeli; yahut onun yerine «başka bir vâcibe» demeli idi. Çünkü «vasıfta hata» tabirinin faydası, kasten nâfile niyetinden uzaklaşmaktır. Nafile niyetini açık söyledikten sonra «vasıfta hata» tabirini söylemekte bir fayda kalmaz; velev ki Şârih'in tefsir ettiği gibi onunla vâcip kastedilsin. Burada benim anladığım budur. Buna tembihte bulunan görmedim.
«Vasıfta hata yalnız ramazanın edasında caizdir.» Nâfilede ve nezr-i muayyen orucunda caiz değildir. Onlarda başka bir vâcibe niyet sahih olmaz. Neye niyet ederse o olur. Nitekim gelecektir. T.
Ramazan orucu Şâri hazretlerinin tayini ile muayyendir. Resulullah (s.a.v.), «Şaban ayı çıktığında ramazan orucundan başka oruç yoktur.» buyurmuştur. Nezir orucu böyle değildir. O ancak nezredenin tayini ile muayyen olur. İsterse onu iptal edebilir. T.
METİN
Ancak hasta veya yolcu niyet ederse tayine ihtiyaç olur. Çünkü onlar hakkında bu oruç muayyen değildir, Binaenaleyh ramazandan sayılmaz. Ekseri ulemaya göre, niyet ettiği nâfile veya vacipten sayılır. Bahır. Esah olan budur. Sirâc. Bu kavlin zâhir-i rivayet olduğu da söylenir. Onun için Musannıf Dürer sahibine uyarak onu benimsemiştir. Lâkin Eşbâh'ın baş tarafında bildirildiğine göre, başka bir farza niyet eden yolcu müstesna olmak üzere (ramazandaki oruçların) hepsi sahih kavle göre ramazandan sayılır. ibn-i Kemâl bu kavli ihtiyar etmiştîr. Şurunbulâliyye'de Burhan'dan naklen bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir.
İZAH
Hasta ile yolcu hakkında ramazan orucu taayyün etmez. Zira onlar hakkında ramazanın vücûbu edası sâkıt olunca, eda hususunda ramazan şaban gibi olur. Ama mutlak olarak oruca niyet ederlerse, bütün rivayetlerin ittifakı ile ramazandan sayılır. Bunu imdâd'dan naklen Halebî söylemiştir.
Musannıf «ekseri ulemaya göre» diyorsa da:
Ben derim ki: Bu kavlin ekseri ulemaya nisbeti, Bahır'da yalnız hasta hakkındadır. Ve bu üç kavilden biridir. Nitekim gelecektir.
Yolcuya gelince: O başka bir farza niyet ederse, İmam-ı Âzam'a göre niyeti geçerli olur. Nâfileye veya mutlak oruca niyet ederse, Hazreti İmamdan bu hususta iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre, ramazandan sayılır. Çünkü nâfilenin faydası sevaptır. Sevap ise vaktin farzında daha çoktur. Bahır sahibi, «Yolcu gibi hastanın da nâfile niyeti ramazandan sayılması gerekir. Sahih kavil budur.» diyor. Bunun hâsılı şudur: Hasta ile yolcu başka bir farza niyet ederlerse geçerli olur. Nâfileye veya mutlak oruca niyet ederlerse, ramazandan sayılır. Evet, Sirâc'da her ikisinin farz veya nâfile niyetlerinin nâfile sayılması rivayeti sahih kabul edilmiştir. Musannıf'ın ve Dürer sahibinin sözleri buna göre yerindedir.
«Sahih kavle göre hepsi ramazandan sayılır.» Hepsinden murad, hastanın nâfileye veya mutlak oruca yahut başka bir vâcibe niyet etmesidir. Yolcu da öyledir. Yalnız başka bir vâcibe niyet ederse, geçerli olur; ramazandan sayılmaz. Çünkü yolcunun oruç tutmamaya hakkı vardır. Şu halde tuttuğu orucu başka bir vâcibe değiştirebilir. Zira ruhsat, aciz yeri olan sefere bağlanmıştır; bu da mevcuttur. Hasta böyle değildir. Onun hakkında ruhsat, aczin haki katına bağlıdır. Oruç tutunca aciz olmadığı anlaşılır. Sadru'ş-Şeria Tavdîh adlı eserinde bunu müşkil saymış; «Ruhsat oruçla ziyadeleşen hastalık hakkındadır. Oruca mâni olmayan hastalık hakkında değildir. Binaenaleyh "oruç tutunca ruhsat şartının ortadan kalktığı anlaşılır" iddiasını biz kâbul etmiyoruz.» demiştir. Telvîh adlı eserinde şunları söylemiştir: «Meselenin cevabı şudur: Sözümüz oruca mâni olan hastalık hakkındadır. Burada ruhsat aczin hakikatına bağlanır. Oruç tutarsa hastalığının artmasından korkan kimseye gelince; o hilâfsız yolcu gibidir.» Bunu Mebsût'ta Şemsü'l-Eimme'nin sözü göstermektedir ki. «Kerhî'nin, "yolcu ile hasta arasında fark yoktur"; demesi hatadır. Yahut oruca takatı olan fakat oruçtan hastalığı ziyadeleşen hasta ile te'vil olunur» demektedir.
TEMBİH: Bahır'ın ifadesinden kısaltılmıştır. Hastanın üç hali vardır: Birincisi, burada zikredilen Eşbâh'ın sözüdür. Fahru'l-İslâm ile Şem-sü'l-Eimme bu kavli seçmiş; Şemsü'l-Eimme Mecma adlı eserinde onu sahihlemiştir. ikincisi, metinde geçendir ki, hangi oruca niyet etti ise o geçerlidir. Hidâye sahibi ve ekseri ulema bunu ihtiyar etmişlerdir. Bunun zâhir-i rivayet olduğunu söyleyenler de vardır. Yukarıda geçtiği vecihle nâfile de ramazandan sayılması gerekir. Nasıl ki yolcunun hükmü de budur. Üçüncüsü, orucun zarar vermesi ile vermemesi arasında fark yapmaktır. Oruç zarar verirse, ruhsat, hastalığın artması korkusuna bağlanır ve yolcu gibi olur. Neye niyet ederse o geçerli sayılır. Oruç zarar vermezse, ruhsat, aczin hakikatına bağlanır ve vaktin farzı yerine geçer. Keşif ve Tahrîr sahipleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir. Yukarıda Telvîh'ten naklen zikrettiğimiz kavil budur. Tahrîr şerhi'nde bu kavil diğer iki kavlin yorumcusu kabul edilmiş, arayı bulmaya yarayan tahkîk budur; Fahrulislâm ve başkalarının sözleri oruç kendisine zarar vermeyene; Hidâyesahibinin benimsediğini oruç, zarar verene hamledilir. Ekmel, Takrîr adındaki eserinde bu kavli tenkît etmiş; «Oruç kendisine zarar vermeyen kimseye onu terk etmek için ruhsat yoktur; çünkü o sağlamdır, sözümüz sağlam hakkında değildir» demiştir.
Ben derim ki: Ben Bahır üzerine yazdığım hâşiyede ona şöyle cevap verdim: Bazen kudret olmakla beraber, oruçla hastalık artar. Meselâ göz ağrısı böyledir. Bazen da zarar vermez. Mide bozukluğu böyledir. Oruç ona zarar vermek şöyle dursun, bilâkis fayda verir. Şu halde birincide "ruhsat", ziyadeleşme korkusuna; ikincide ise, aczin hakikatına taalluk eder. Öyle ki, o ziyade ile oruç tutması mümkün olmayacak hale gelir. Oruç tuttu mu âciz olmadığı meydana çıkar ve tuttuğu oruç ramazandan olur. Velev ki başkasına niyet etmiş olsun. Çünkü oruca kaadir olunca, zarar da vermezse, aklı başında hiçbir kimse «Ona orucu bırakmaya ruhsat vardır» demez. Benim anladığım budur. AIIah'u a'lem!
METİN
Nezr-i muayyen orucu, başka bir vâcibe niyetle sahih olmaz. Bilâkis mutlaka niyet ettiği vâcip olur. Bu, şeriat sahibinin tayin ettiği oruçla, kulun tayin ettiği arasındaki farkı göstermek içindir. Mukim bir kimse ramazan orucundan başkasını tutsa - velev ki ramazanı bilmediği için tutsun - niyet ettiği değil, ramazan orucu olur. Buna delil, "Ramazan geldiği vakit, ramazan orucundan başka oruç yoktur." hadisidir. Ramazan orucunun her günü ayrı niyete muhtaçtır. Velev ki sağlam ve mukim olsun. Bu, ibadeti âdetten ayırmak içindir. İmam Züfer'le Mâlik, «Namazda olduğu gibi, bir niyet kafidir» demişlerdir.
Biz deriz ki: Bir cüzünün bozulması bütününün bozulmasını icap etmez. Namaz böyle değildir. Geriye kalan oruçlarda şart niyetin hükmen olsun fecirle beraber yapılmasıdır.
İZAH
«Başka bir vâcibe niyet» ramazanın kazası veya kefâret orucu olabilir. Fakat nâfile oruca niyet ederse, nezri muayyen yerine geçer. Bunu Sirâc sahibi söylemiş; sonra Kerhî'den İmam Muhammed'in «nâfile». Ebû Yusuf'un ise «nezir olur» dediğini nakletmiştir.
«Mutlaka niyet ettiği vâcip olur.» Yani ister sağlam, ister hasta olsun: mukim veya misafir bulunsun fark etmez. Niyet ettiği vâcip yerine geçince, esah kavle göre nezir orucunu kaza etmesi vâcip olur. Nitekim Zahiriyye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Şarih «velev ki ramazanı bilmediği için...» cümlesindeki «velev» sözünü, bilmeyenden başkası» hükümde dahil olsun diye, ziyade etmiştir. Lâkin bunu terk etmesi daha iyi olurdu. Çünkü "bilen"i az yukarıda «vasıfta hata...» diye zikretmiştik. T. Orada orucun ramazandan sayılacağını bildirmişti.
Yalnız şunu bildirmemiştir: Dâr-ı harpteki esir gibi biri, ramazan ayını bilmez de, araştırarak onun yerine bir ay oruç tutarsa ne olur? Bunun açıklaması Bahır'dadır. Yine Bahır'da beyanedildiğine göre "Araştırarak senelerce oruç tutarda sonra her sene ramazandan önce tuttuğu anlaşılırsa, acaba ikinci sene tuttuğu oruç birinci senenin; üçüncü sene ikincinin yerine ilh... caiz olur mu?" sualine bazıları «olur», bazıları «olmaz» cevabını vermişlerdir. Muhît'te sahih kabul edilen şudur: O kimse belirsiz olarak ramazan orucuna niyet ederse caizdir; kaza yerine geçer. "İkinci senenin orucuna" diye tefsirli niyet ederse câiz olmaz.
Hadisteki «Ramazan orucundan başka oruç yoktur» ifadesinden murad; "ramazan orucundan başkası tahakkuk etmez" demektir. Bunun yeri, ramazan orucu alettayin üzerine farz olan kimsedir. Binaenaleyh "yolcu neden başka bir oruca niyet edebiliyor?" diye bir itiraz vârit olamaz. T. (Ona ramazan orucu alettayin farz değildir.)
«İmam Züfer'le Mâlik, "Bir niyet kâfidir" demişlerdir.» Yani Onlara göre bir ay için bir niyet yeter. İmam Züfer'den rivayet olunduğuna göre, mukim (evinde) olan kimse niyete muhtaç değildir. Yolcu ise, geceden niyetlenmedikçe caiz olmaz. Üç imamımıza göre oruca her gün için ayrı ayrı, geceden yahut zevalden önce niyet edilmezse caiz olmaz. Bu hususta mukim ile yolcu birdir. Sirâc.
«Biz deriz ki...» Yani İmam Züfer'in orucu namaza kıyasına karşı; «Her günün orucu başlı başına bir ibadettir. Buna delil; bir cüzünün bozulması, bütün oruçların bozulmasını icap etmemesidir. Namaz böyledir» deriz.
«Geriye kalan oruçlarda...» Yani metinde zikredilen üç neviden geriye kalan oruçlarda ki bunlar; ramazanın kazası, nezr-i mutlak, nezr-i muayyenin kazası, bozulan nâfile oruç, yedi kefâret orucu ile onlara katılan av cezası, tıraş cezası ve mût'a oruçlarıdır. «Bunlarda şart, niyetin fecirde» yani fecrin başında, ilk cüzünde yapılmasıdır. T.
Yedi kefâret yanlıştır. Doğrusu dört kefârettir. Bunlar; zıhâr, katil, yemin ve oruç bozma kefâretleridir.
«Hükmen olsun fecirle beraber yapılmasıdır.» Bahır sahibi burada beraberliği, geceden niyetlenme hükmünde tutmuştur. Halbuki bilirsin, en münasibi Şârih'in yaptığı gibi aksini söylemektir. Çünkü beraberlik asıldır. Geceden niyetlenmekte hükmen beraberlik vardır. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir.
METİN
Bu da, zaruretten dolayı niyeti geceden yapmak ve tayin etmekle olur. Çünkü vakit taayyün etmemiştir. Niyette şart, kalbi ile hangi orucu tutacağını bilmesidir. Haddadî diyor ki: Sünnet onu dil ile söylemektir. "İnşallah" demekle niyet bozulmaz. Bilâkis geceden oruç tutmamaya karar vererek dönmekle bozulur. Oruçlunun bozmaya niyet etmesi hükümsüzdür. Ama namazda oruca niyet sahihtir. Konuşmadan niyetlenmek namazı bozmaz. Bir kimse gündüzün kaza orucuna niyet ederse nâfile olur. Bozarsa kaza eder. Çünkü İslâmmemleketinde, "bilmemek' muteber değildir. Binaenaleyh maznun gibi olmaz. Bahır.
İZAH
Bir kimse bu oruçlara gündüzleyin niyet ederse nâfile olurlar. Tamamlanmaları müstehaptır. Bozulurlarsa kaza lâzım gelmez.
Geceden niyet: Aslında geceleyin yapılan her fiildir. Bunu Kuhistânî'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Zaruretten dolayı» sözü, hükmen beraberlikle yetinmenin illetidir, Çünkü fecir vaktini aramak meşakkatli şeylerdendir. Meşakkat ise dinden kaldırılmıştır. H.
«Çünkü vakit taayyün etmemiştir.» Yani bu oruçlar için belli vakit yoktur. Ramazanın edası ve nezr-i muayyen böyle değildir. Onların belli vakitleri vardır. Nafile de öyledir. Ramazandan başka, senenin bütün günleri onun vaktidir.
«Niyette şart»tan murad; mutlak değil muayyen niyettir. Çünkü tayin şart olmayan oruçta "kalbi ile bilmek" niyet yerine kâfidir. Haddâdî'nin ifadesindeki "sünnet'ten murad, ulemanın âdetidir. Peygamber (s.a.v.)'in sünneti değildir. Çünkü bu bâbda hadis nakledilmemiştir. H.
Niyeti dil ile söylemek; "Yarınki gün oruca niyet ettim." Yahut gündüz niyetlenirse; «Bugün ramazan orucuna niyet ettim.» şeklinde olur.
«İnşaallah demekle» istihsanen niyet bozulmaz. Sahih olan budur. Çünkü buradaki "inşaallah" istisna mânâsında değil, Allah'tan muvaffakiyet dilemek içindir. Ama hakikaten istisna mânâsını kastederse, oruçlu sayılmaz. Nitekim Tatarhâniyye'de beyan edilmiştir.
«Oruçlunun bozmaya niyet etmesi hükümsüzdür.» Yani gündüzün buna niyet etmesi hükümsüzdür. Bu söz, «geceleyin karar vermekle olur» ifadesinin mefhumu muhalifidir. Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre, bir kimse kazaya niyet eder de sabahleyin o orucu nafileye çevirmek isterse, sahih olmaz.
Maznun: Bir günlük, kaza orucum var zannı ile niyetlendikten sonra, kazaya kalmış orucu bulunmadığı anlaşılan kimsenin orucudur. O kimsenin bu orucu tamamlaması lâzım gelmez. Çünkü ona isteyerek değil, borcunu ödemek için niyetlenmiştir ki, bu halde unutmakla özürlü sayılır. Bu orucu hemen niyetlendiği gibice bozsa, tamamlaması efdal olmakla beraber kazası lâzım gelmez. Ama kazaya orucu kalmadığı anlaşıldıktan sonra o oruca devam ederse iş değişir. Artık onu yarıda bırakamaz. Bırakırsa kazası lâzım gelir. Fakat bir kimse fecir doğduktan sonra kaza orucuna niyet etse, o günü tamamlaması lâzım gelir. Ancak geceden niyet lâzım geldiğini bilmemiştir ki, mazur sayılamaz. Niyeti sahihtir. Bozarsa kazası lâzım gelir. Rahmetî.
«Yevm-i şek şaban ayının otuzuncu günüdür.» Burada en iyi tâbir «Nûr'ul-îzah» sahibinin yaptığı gibi; «Şabanın yirmi dokuzundan sonra gelen gün» demektir. Çünkü o gününotuzuncu gün olduğu mâlum değildir. Ramazanın ilk günü de olabilir. Ama maksat; şabanın başından itibaren otuzuncu gün, mânâsı da gelebilir.
T E M B İ H : El-Feyz ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre, günün arefe mi yoksa kurban bayramı mı olduğunda şüphe edilirse; efdal olan o gün oruç tutmaktır.
«Velev ki hava bulutlu olmasın...» Mülteka şârihi diyor ki: »Bununla Kuhistânî ile diğerlerinin sözü karşılanmış olur. Onlar sözü; "Şaban ayının sonundaki hilâl buluttan dolayı görülemiyor ve o günün, şabanın otuzu mu, otuz biri mi olduğu bilinemiyorsa; yahut ramazan hilâli buluttan görülemiyor da, o günün ramazanın başı mı, şabanın otuzu mu olduğu bilinemiyorsa; yahut hilâli bir âdil kişi veya iki fâsık görür de şâhitlikleri reddedilirse..." diye kayıtlamışlar; "gök yüzü açık olur da hilali hiç kimse görmezse, o gün yevm-i şek değildir." demişlerdir.»
Mi'râc adlı kitapta da «El-Müctebâsdan naklen buna benzer sözler söylenmiş; Şârih'in burada dediği gibi; «O günü bir başlangıç olmak üzere ne farz, ne de nâfile olarak oruç tutmak caiz değildir. Ulemanın sözleri ' ihtilâf-ı metâli ' muteberdir diyenlere göredir.» sözünü de ziyade etmiştir.(İhtilâf-ı metâli: Ayın muhtelif memleketlerde ayrı ayrı zamanlarda doğmasıdır ki, bazıları bunu nazar-ı dikkate almış; bazıları almamıştır.) İhtilaf-ı metâli itibara almayanlara göre, müslüman beldelerinden birinde ay görülürse, dîğerlerinde görülmese bile hepsine oruç lâzım olur.
«O gün esasen oruç tutulmaz...» Yani ne farz, ne de nâfile olmak üzere oruca başlanmaz. Çünkü oruç tutmakta havâs için bir ihtiyat yoktur. Yevmi şek böyle değildir. Şu kadar var ki âdet edindiği oruç günlerine tesadüf ederse, oruç tutması efdal olur.
«Tahrîmen mekrûh olur...» Zira Ehl-i Kitab'a benzemiştir. Ehl-i Kitap olanlar oruçlarına gün ziyade etmişlerdir. Oruca bir veya iki gün önceden başlamayı yasak eden hadis buna yorumlanmıştır. Bahır.
«Esah kavle göre niyet ettiği vâcip geçerlidir.» Hidâye'de, «Nâfile olur diyenler de vardır.» denilmiştir. Burada «Sirâc» adlı kitapta şu ibare vardır: «O gün başka bir vâcip niyeti ile oruç tutsa, borcu ödenmiş olmaz. Çünkü ramazandan olması ihtimali vardır. İhtimalle kaza olmaz.» Bu ibareden anlaşılıyor ki hal anlaşılmazsa, tuttuğu oruç niyet ettiği vacip nâmına kâfi değildir. Şu halde Musannıf'a düşen, Hidâye'de denildiği gibi, «o günün şabandan olduğu anlaşılırsa, esah kavle göre niyet ettiği vâcip nâmına yeter; ramazandan olduğu anlaşılırsa, niyetin asıl bulunduğu için kâfidir.» demek idi.
«O kimse mukim bulunduğu takdirde» sözü «tenzîhen mekruh olur» cümlesinin kaydıdır. Sirâc sahibi şöyle demiştir: «O kimse yolcu olur da başka bir vâcibe niyet ederse, mekruh olmaz. Çünkü ona ramazanın edası farz değildir. Binaenaleyh tuttuğu oruç ziyadeyebenzemez; neyi niyet etti ise o olur; velev ki o günün ramazandan olduğu anlaşılsın. İmameyn'e göre mekruhtur. Ama o günün ramazandan olduğu anlaşılırsa, ramazan orucu nâmına kâfi gelir.»
METİN
Âdeti olan oruç gününe rastlarsa; yahut şabanın sonundan üç gün veya daha fazla oruç tutarsa, o gün nâfile oruç tutmak - ulemanın ittifakları ile - daha iyidir. Üç gün tutması bir hadiste, «Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın!» buyrulduğu içindir. «Her kim yevm-i şekte oruç tutarsa, muhakkak Ebu'l-Kaasım'a isyan etmiştir!» hadisinin ise aslı yoktur. Aksi halde o gün havâs takımı oruç tutar. Başkaları yasak töhmetinden kurtulmak için zevâlden sonra iftar ederler. Fetva buna göredir.
İZAH
«Âdeti olan oruç gününe rastlarsa...» Meselâ perşembe veya pazartesi günü oruç tutmayı âdet edinmiş de yevm-i şek o güne rastlamışsa, o gün nâfile oruca niyetlenmesi daha iyidir. Acaba âdet hayızda olduğu gibi bir defada sâbit olur mu? Şâfiîlerden bazısı bunda tereddüt etmiştir.
Ben derim ki: Evet, zahire göre bunu bir defa yaptı da ileride bir daha yapmaya niyet etti mi, yevm-i şekke rastladığı takdirde, âdeti gününe rastlamış sayılır. Zira âdet tekrarı bildirir. İleride bir daha yapmaya niyet etmekle hükmen tekrar hasıl olur. Ama tekrara niyeti olmazsa âdet sayılmaz. Düşün!
«Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın!» hadisi, altı hadis kitabında Ebû Hureyre (r.a.)'den rivayet olunmuştur. Bu hadiste Peygamber (s.a.v.): «Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın! Meğer ki oruç tutagelen biri ola! O bu günü tutsun!» buyurmuştur. Bu hadisten murad, nâfileden başka oruç tutulmamasıdır. Tâ ki Ehl-i Kitab'ın yaptıkları gibi ramazan orucuna ziyade yapılmış olmasın. Bu suretle bu hadisle Buharî ve Müslim'in Ammâr b. Yâsir (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu hadisin araları bulunmuş olur: «Rasulullah '(s.a.v.) bir adama; "Şabanın sonunda oruç tuttun mu?" diye sordu. O, "hayır" dedi. "Öyle ise orucunu bitirdikten sonra onun yerine bir gün oruç tut!" buyurdular.» Şabanın sonunda ay bir veya iki gece görünmeyebilir. Bu hadisle İmam Ahmed yevm-i şe'kte oruç tutmanın vâcip olduğunu söylemiştir. Bize göre ise, hadis vücûba değil orucun müstehap olduğuna hamledilmiştir. Çünkü «önce oruca başlamayın!» hadisine aykırıdır. Biz "müstehaptır" demekle, mümkün olduğu kadar iki delilin arasını bulmuş oluruz. Nitekim Fetih'te mesele açıklanmıştır.
Şu da var ki: Hidâye ile şerhlerinde ve diğer kitaplarda açıklandığına göre, yasak edilen oruç, ramazandan bir veya iki gün önce başlanandır. Bunun bir veya iki gün diye tahsisişundandır: Bu oruç ekseriyetle ramazan, yahut hem ramazan hem şaban noksan kaldı zannı ile tutulur; ve tutan kimse ihtiyat yapıyorum zannederek onu ramazandan sayar. İmdâd ve Sa'dıyye adlı kitaplarda da böyle denilmiştir.
Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki: «Bu izaha göre yevm-i şekte başka bir vâcip oruca niyetlenmek mekruh değildir. Et-Tuhfe adlı kitaptan anlaşılan da budur. Orada şöyle denilmektedir: "O gün başka bir vâcip oruç veya nâfile oruç tutmak mutlak surette mekruh olmadığını gösteren delil vardır. Böylece sâbit oluyor ki mekruh olan bizim dediğimizdir; yani ramazan orucudur." Bu açıklama, şârihlerin, Kâfî ve diğer kitapların sözlerinden uzak değildir. Onlar da «Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın!» hadisinden murad, "ramazan orucuna başlamayın" demek olduğunu söylemişlerdir. Bunun muktezası, başka orucun asla mekruh olmamasıdır. Mekruh olması ancak isyan hadisindeki yasaklamanın şekline bakaraktır. Bu söz şöyle düzeltilir: «O gün başka bir vâcip oruç ancak takva için tutulmaz...» Fethu'I-Kadîr sahibinin sözü kısaltılmış olarak burada sona erer.
Tatarhâniyye'de «kerahet yoktur» sözü «kerahet-i tahrîmiyye yoktur» şeklinde düzeltilmiştir. Binaenaleyh tenzîhen terkedilmesi takvaya aykırı değildir. Muhit adlı kitapta şöyle deniliyor: «O gün başka bir vâcip orucu tutmak mekruh olmamak gerekirdi. Şu kadar var ki ihtiyatan bu oruç bir nevi kerahetle vasıflanmıştır. O halde gasp edilen yerde namaz kılmak gibi bu da sevabın noksanlaşmasına tesir etmez.»
«Ebu'l-Kaasım'a isyan etmiştir, hadisinin aslı yoktur.» diyen Zeyleî'dir. Sonra şunları söylemiştir: «Bu hadis Ammâr b. Yasir'e mevkuf olarak da rivayet edilmiştir. Bu gibi yerlerde mevkuf hadis merfu gibidir»
Ben derim ki: «aslı yoktur» sözünü «merfû oluşunun aslı yoktur» mânâsına yorumlamak gerekir. Bu hadîsi Buhârî muallak olarak rivayet etmiştir. Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki: «Bu hadisi Sünen sahibi Dörtler ve başkaları rivayet etmişlerdir.. Tirmizi Sıle b. Züfer'den rivayetini sahihlemiştir. Sıle şöyle demiştir: Ramazandan olup olmadığına şüphe edilen günde Ammâr'ın yanında idik. Pişmiş koyun eti getirdi de cemaatten biri bir tarafa çekildi. Bunun üzerine Ammâr: Bu gün kim oruç tutarsa, muhakkak Ebu'l-Kaasım'a isyan etmiştir, dedi.» Fethu'l-Kadîr sahibi sözüne şöyle devam ediyor: «Herhalde Hz. Ammâr, o çekilen adamın ramazan orucuna niyetlendiğini kastetmiş olsa gerektir. Binaenaleyh yukarıda gecenle çatışmış olmaz. Bu da hadisi Peygamber (s.a.v.)' den işittiğine göredir; Allah'u alem!»
«Aksi halde o gün havâs takımı oruç tutar.» Yani âdeti olan oruç gününe rastlamazsa; yahut şabanın sonunda üç gün oruç tutmazsa, o gün havâs takımının oruca niyetlenmesi müstehap olur. Fetih sahibi diyor ki: «Et-Tuhfe'de bu şöyle kayıtlanmıştır: Avam takımıbilmeyecek şekilde tutarlar.'Çünkü bilirlerse bunu âdet edinirler ve cahiller ramazan orucuna ziyade edildiğini zannederler. Avamdan gizlenmesine İmdâd ve diğer kitaplarda İmam Ebû Yusuf'tan nakledilen kıssa delâlet etmektedir. Kıssa şudur: Esed b; Amr Ebû Yusuf'a "sen bu gün oruçsuz musun?" diye sormuş. Ebû Yusuf onun kulağına eğilerek, "ben oruçluyum" demiş. Musannıf'ın "havas takımı oruç tutar" sözünde, bekleyerek değil, niyetli olarak sabahlayacaklarına işaret vardır. Avam ise niyetlenmeden bekleyerek sabahlarlar. Fakat Zahîriyye'de şöyle denilmektedir: "Efdal olan, yemeden içmeden beklemektir. Günün yarısı yaklaşınca ise umumiyetle ulemaya göre hâkimlerle müftilerin nâfile oruca niyetlenmeleri, havâssa da ' tutun ' diye fetva vermeleri, avâma iftar etmelerini söylemeleri gerekir." Bu ibare, beklemenin hepsi hakkında efdal olduğunu gösterir. Nitekim Nehir adlı kitapta da böyle denilmiştir". Lâkin Hidâye, Muhit, Hâniyye ve diğer kitaplarda; "Muhtar olan kavle göre, müftü ihtiyaten kendisi oruç tutmalı; ahaliye zevâl vaktine kadar beklemelerini, sonra iftar etmelerini söylemelidir." denilmektedir»
"Nehî töhmeti"nden murad; «Ramazandan bir veya iki gün önce oruca başlamayın!» hadisidir .
METİN
Yevm-i şek orucunun keyfiyetini bilen herkes havastan sayılır. Bilmeyen ise avâmdandır. Burada muteber olan niyet, o gün oruç tutmak âdeti olmayan kimsenin kesin olarak nâfileye niyetlenmesidir. Adet sahibinin hükmü İse yukarıda geçmişti, Niyetlenen kimse "bu gün ramazandansa, tuttuğum oruç ramazandan olsun" diye bir şey düşünmeyecektir. Bunu Ehîzade söylemiştir. Niyetin aslında tereddüt ederek "yarın ramazandan ise oruçluyum; değilse oruçsuzum" diyen kimse, kesin söylemediği için oruçlu değildir. Nasıl ki "yiyecek bulamazsam oruçluyum; bulursam oruçsuzum" diyen de oruçlu değildir. Fakat orucun vasfında tereddüt ederek; "yarınki gün ramazandansa ramazan orucuna; değilse başka bir vacibe niyet ettim" derse, kerahet-i tenzîhiyye ile oruçlu olur. Keza "yarın ramazandansa ramazan orucuna, değilse nâfile oruca niyet ettim" derse mekruh olur. Çünkü iki mekruh arasında; yahut bir mekruhla bir mübah arasında tereddüt etmiştir. Eğer yarının ramazandan olduğu anlaşılırsa, tuttuğu oruç ramazandan olur; ramazandan olmadığı anlaşılırsa, her iki surette (yani gerek vâcibe, gerekse nâfileye niyetlensin) orucu nâfile olur. Kaza ile ödenmez. Zira kasten nâfileye niyetlenmemiştir. Yevm-i şekte günün yarısına kadar bekleyen kimsenin, unutarak niyetten önce yemesi ile niyetten sonra yemesi hükümde birdir. Sahih olan budur. Vehbâniyye Şerhi.
İZAH
«Âdet sahibinin hükmü ise yukarıda geçmişti.» Yani "oruç tutmayı âdet edindiği günerastlarsa tutması efdaldir", demiştik.
«Bu gün ramazandansa tuttuğum oruç ramazandan olsun, diye bir şey düşünmeyecektir...» cümlesi, kesin niyetin nasıl yapılacağını izahtır. Maksat niyette tereddüt göstermeyip kesin söylemektir.
«Yarınki gün şabandansa nâfileye; ramazandansa farz oruca niyet ettim.» demekle oruca niyetlenmiş olmaz. «Nâfile oruca niyet ettim.» diyecektir. Bu şekilde kesin niyetlendikten sonra, yarının ramazandan olması ihtimalini hatırlatması zarar etmez. Çünkü kendisi zaten bu ihtimalden dolayı oruç tutmaktadır. Gâyetü'l-Beyân'da şöyle deniliyor: "Müftü ile halk arasında fark olması, müftü ramazana gün ziyade etmenin caiz olmadığını bildiği içindir. Onun için o ihtiyaten oruç tutar ve ramazanda oruç yemekten korunur. Halk böyle değildir. Onlar ramazana bir gün katıldı zannedebilirler. Onun için yarım gün bekledikten sonra iftar etmeleri efdaldir."
Ehîzâde'nin sözü Sadru'ş-Şerîa üzerine yazdığı haşiyesindedir. Aynı sözü muhakkık Kemal b. Hümâm Fethu'l-Kadîr'de zikrettiği gibi, El-Mi'râc ve diğer kitaplarda mevcuttur.
"Yarın ramazandansa oruçluyum ilh..." cümlesi, meselenin Hidâye'deki kısımlarının tamamlanmasıdır. Mesele beş kısımdır:
1 -Kesin olarak nafileye niyet,
2 -Bir vâcibe niyet;
3 -Ramazana niyet;
4 -Niyetin aslında tereddüt;
5 -Niyetin vasfında tereddüt.
«Yarın ramazandansa oruçluyum; değilse oruçsuzum, diyen kimse, kesin söylemediği için oruçlu değildir.» Çünkü niyetin rüknü bulunmamıştır. Fakat bu o gün yarı olmadan niyeti tazelemediğine göredir. Eğer oruç kastı ile niyeti tazelerse caizdir. Nitekim ben bunu Hidâye Hâşiyesi'nde ulemadan birinin el yazısı ile gördüm.
«Kerahet-i tenzîhiyye ile oruçlu olur.» Çünkü kerahet-i tahrîmiyye ancak "ramazana diye" kesin söylerse olur. Nitekim şârihimiz bunu yukarıda söylemişti. Oruçlu sayılması ise, niyeti kesin söylediği içindir.
«Çünkü iki mekruh arasında; yahut bir mekruhla bir mübah arasın ' da tereddüt etmiştir.» Bu cümle leffü mürettep yolu ile her iki meseledeki kerahetin illetidir. Birinci meselede tereddüt iki mekruh arasındadır. Bunlar farzla vâciptir. İkinci de mekruhla mübah arasındadır. Bunlar da farzla nâfiledir.
«Zira kasten nâfileye niyetlenmemiştir.» Bu adam bir bakıma borcunu ıskatı, yani farza niyeti kast etmiştir. Binaenaleyh maznun oruç gibi olur. Zira kasten başlamamış; borcunu ıskatiçin girişmiştir.
«Bekleyen kimsenin, unutarak niyetten önce yemesi ile niyetten sonra yemesi hükümde birdir.» O günün ramazandan olduğu anlaşılır da unutarak yedikten sonra oruca niyetlenirse caiz olur.' Çünkü unutarak yemek orucu bozmaz. Bazıları caiz olmadığını söylemişlerdir. Sirâç ve Şurunbulâliyye sahipleri kesinlikle buna kail olmuşlardır. Bu husustaki sözün tamamı bundan sonraki bâbın başında gelecektir.
METİN
Bir mükellef, ramazan veya bayram hilâlini görür de, sözü şer'i bir delil ile reddedilirse, mutlak surette oruç tutması vâcip olur. Bazıları "mendup olur" demişlerdir. Şayet iftar ederse, her ikisinde yalnız kaza eder; (kefâret gerekmez). Zira ret şüphesi vardır. Fakat şahitliği reddedilmeden iftar ederse;, bu hususta mütekaddimîn ulemadan bir rivayet olmadığı için, müteehhirîn ihtilaf etmişlerdir. Tercih edilen kavle göre, kefâret vâcip değildir. Bu kavli birçok âlimler sahih bulmuşlardır. Çünkü o kimsenin gördüğünün "hilâl" değil, "hayal" olması ihtimali vardır. şahitliği kabul edildîkten sonra ise, esah kavle göre fâsık bile olsa yine kefâret vacip olur.
İZAH
Mükellef'ten murad; akıl ve bâliğ olan müslümandır; velev ki fâsık olsun. Nitekim Zahiriyye'den naklen Bahır'da da böyle denilmiştir. Şu halde gören, çocuk veya deli ise, ona oruç vâcip değildir. "Mükellef" tabiri 'hükümdar'a da şâmildir. Hükümdar yalnız başına görürse, halka oruç tutmalarını veya tutmamalarını emretmez. Yalnız kendisi tutar. İmdâd'da dahi böyle denilmiştir. Hayreddin-i Remlî'nin beyanına göre, görenler bir cemaat olur da büyük bir cemaat teşkil etmedikleri için şahitlikleri kabul olunmazsa, hüküm yine budur. (Kendileri oruç tutarlar.)
«Şer'î bir delil ile sözün reddedilmesi» ya fâsık olduğu, yahut yanıldığı içindir. Nehir. Kuhistânî'de, «Gök yüzü bulutlu ise fıskından dolayı;
değilse yalnız bir kişi olduğu için reddedilir.» ' denilmiştir.
«Mutlak surette oruç» ifadesinden murad, şer'î oruçtur. Çünkü "mutlak olarak oruç" denilince "şer'î oruç" kast edilir. Bu sözde fâkih Ebû Cafer'in kavlinin reddedildiğine işaret vardır. Zira o, «Bunun bayram hilalinde mânâsı, yememek içmemektir. Lâkin orucu bozması gerekir. Çünkü ona göre o gün bayramdır.» demiştir. Yine burada, «O gün gizlice orucu bozar.» diyen bazı ulemamızın sözlerinin reddine işaret vardır. Nitekim Bahır'da beyan olunmuştur. Şârihimiz «mutlak surette» diyerek buna işaret etmiştir. Yani gerek ramazan, gerekse bayram hilâlinde olsun, gören kimse oruç tutacaktır.
TEMBİH: Ramazan hilâlini gören kimse oruç günlerini tamamladığı vakit, ancak hükümetleberaber bayram yapar. Çünkü Peygamber (s.a.v.), "Orucunuz, hepinizin oruç tuttuğu gün; bayramınız da hepinizin İftar ettiği gündür." buyurmuştur. Bu hadisi Tirmîzi ye başkaları rivayet etmiştir. O gün halk bayram yapmamıştır. Binaenaleyh o kimsenin de iftar etmemesi gerekir. Nehir.
«Reddedilirse mutlak surette oruç tutması vâcip olur...» Bedâyi'de şöyle deniliyor: «Muhakkık âlimler, o kimseye oruç vâcip olduğu hususunda rivayet olmadığını; yalnız oruç tutacağı hakkında rivayet bulunduğunu söylemişlerdir. Bu da ihtiyatan menduba hamledilmiştir.» Tuhfe'de, «O kimseye oruç vacip olur.» denilmiş; Mebsût'ta dahi ona o günün orucu lâzım geldiği kaydedilmiştir. Anlaşılan ramazan hilali hakkında "Sizden kim o aya yetişirse orucunu tutsun!"(1) âyeti ile; bayram hilâlinde ise ihtiyatla istidlâl etmişlerdir. Nehir. Bedâyi'nin sözü muteber kitapların çoğuna muhaliftir. Onlar "vâcip" olduğunu açıklamışlardır. Nuh.
Ben derim ki: Anlaşılan burada vücup 'tan farz mânâsı değil; ıstılah mânâsı kastedilmiştir. Çünkü o günün ramazandan olduğu kesin değildir. Onun için de oruç tutması menduptur denilebilmiş ve tutulmazsa kefâret lâzım gelmemiştir. Kesin olsa idi, o gün herkesin oruç tutması lâzım gelirdi. Şu da var ki, Hasan İbn-i Sirin ve Atâ «O kimse ancak hükümet reisi ile birlikte oruç tutar.» demişlerdir. Nitekim Bahır'da nakledilmiştir.
«Zira ret şüphesi vardır.» Bu cümle «yalnız kaza eder» cümlesinin illetidir. Yani hâkim o kimsenin sözünü şer'î delille reddedince, bir şüphe meydana gelir. Bu kefâret ise şüphelerle sakıt olur. Hidâye.
Şüphesiz ki bu, ramazan hilâlinde kefâretin sukûtuna illettir. Bayram hilâlinde ise illet, o kimseye göre o günün bayram olmasıdır. Nitekim Nehir ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Şârih'in bundan bahsetmemesi, herhalde âşikar olduğu içindir.
«Fakat şahitliği reddedilmeden iftar ederse...» İmam-ı Âzam'a göre şahitlik etmeden dahi oruç tutar da bozarsa, kefâret lâzım gelip gelmeyeceğinde müteehhirîn ulema ihtilâf etmişlerdir. Çünkü bu hususta mütekaddimîn ulemadan bir rivayet yoktur. (' Mütekaddimîn'den murad, seleftir ki, İmam-ı Âzam'dan İmam Muhammed'e kadar geçen ulemadır. İmam Muhammed'den Şemsüleimme Hulvânî'ye kadar geçen ulemaya ' halef '; onlardan sonrakilere ' müteehhirîn ' denilir.)
«Çünkü o kimsenin gördüğünün "hayal" olması ihtimali vardır.» Rivayete göre Hz. Ömer (r.a.) hilâli gördüğünü söyleyen şahsa, kaşlarını su ile silmesini emretmiş. Sonra «Hilal nerede?» diye sormuş. Adam, «Göremez oldum.» demiş. Bunun üzerine Ömer (r.a.) «İki kaşının arasına bir kıl dikilmiş; sen onu hilâl sanmışsın!» demiş. Sirâc. Halebî diyor ki: «Bu ancak ramazan hilalinde kefâret lâzım gelmediğine illet olabilir. Şevvâl hilâlinde ise kefâretlazım gelmemesi, yukarıda geçtiği vecihle, o kimseye göre o gün bayram olduğu içindir.»
«Esah kavle göre fâsık bile olsa kefâret vâcip olur.» Çünkü o gün herkesin oruç tuttuğu gündür. Haber veren âdil olsa idi. kefâretin vâcip olacağında hilâf bulunmazdı. Zira şahitliğin kabul edilmemesi, o kimsenin şahitliği ile hüküm caiz olmadığı içindir. Burada böyle bir şey yoktur, "Caiz değil" demek, "helal değil" mânâsına gelir. Fâsıkın şahitliği ile hüküm vermek ise sahihtir. Velev ki hâkim günâha girsin.
METİN
Havada bulut ve duman gibi bir illet bulunursa; oruç için dâvâya ve «şehadet ederim» sözüne, keza hükme ve hüküm meclisine hacet kalmaksızın âdil bir kimsenin veya Bezzâziye sahibinin zâhir rivayete aykırı olarak sahihlediğine göre hâli gizli bir kimsenin haberi kabul edilir. Çünkü bu bir haberdir, şahitlik değildir. Fakat fâsıkın haberi bilittifak kabul edilmez. Acaba fâsıklığını bildiği halde şahitlik etmeye hakkı var mıdır? Bezzâzî, «Evet vardır; çünkü hâkim onu kabul edebilir.» diyor.
İZAH
Bu ibare, Kenz sahibinin, «Ramazan sâbit olur.» demesinden daha güzeldir. Çünkü Bahır'da beyan olunduğuna göre, oruç isbata muhtaç değildir. O kimsenin görmesinden orucunun sâbit olması lâzım gelmez. Zira ramazanın gelmesi hüküm altına girmez. Cevhere'de şöyle denilmiştir: «Adâletli görünen bir adam, hâkimin yanında, hilâli gördüğüne şahitlik eder de onu birisi işitirse, işitene oruç farz olur. Çünkü sahih haberi bulmuştur.»
Ben derim ki: Gerçi az ileride Şârih «Ramazanı isbatın yolu şudur» diyecektir. Ama orada maksat onu zımnen isbattır; tâ ki ramazanın gelmesine bağlı olan vekâlet sâbit olsun. Onun için de orada dâvâ ve hüküm lâzımdır.
«Ramazanın gelmesi hüküm altına girmez.» sözünden murad, kasten girmemesidir. Fakat nice hükümler vardır ki, kasten değil zımnen sâbit olurlar. Binaenaleyh o kimsenin isbatı, zannedildiği gibi ramazanın orucu için değildir.
«Âdil bir kimsenin haberi kabul edilir.» Adalet bir meleke (bir sıfat) dir ki takva ve fazilete götürür. En aşağı mertebesi, büyük günâhları terk etmek; küçük günâhları ısrarla yapmamaktır ki, burada şart olan da budur. Adil şahsın, müslüman, akıl-baliğ olması da lâzımdır. Bahır.
«Bezzâziye sahibinin» sahihlediğini Mirâc ve Tecnîs sahipleri de sahih bulmuşlardır. Fethu'l-Kadîr'de; «Bu kavil Hasan'ın rivayetidir. Hulvânî de bununla amel etmiştir.» denilmektedir.
Ben derim ki: Aynı zamanda bu kavil zâhir rivayedir. imam Muhammed'in zâhir rivaye olan sözlerini kitaplarında toplayan Hâkim-i Şehid, El-Kâfi nâmındaki eserinde şunları söylemiştir: «Adaletli olsun olmasın, erkek ve kadın Müslüman'ın şahitliği kabul edilir.» Adaletli olmayandan murad, hâli gizli olandır. Nitekim az ileride gelecektir
«Fâsıkın haberi bilittifak kabul edilmez.» Çünkü onun diyanet bâbındaki sözleri, yani âdil kimselerden alınması mümkün olan haber rivayeti gibi sözleri makbul değildir. Ama suyun temizliği veya pisliği hususlarındaki haberi, araştırılarak kabul edilir. Zira böyle bir haberi verecek âdil kimse bulamamak mümkündür. Tahâvî'nin, «ister adaletsiz olsun» sözü, "hâli gizli" mânâsına yorulmuştur. Nitekim İmam Hasan'ın rivayeti de öyledir. Zira adaletliden murad, adaleti sâbit olandır. Hâli gizli olanda ise sübut yoktur. Fâsıklığı meydanda olana gelince: Bizim mezhebimizde ona cevaz veren yoktur. Buna şu mesele teferru eder: Bir cemaat ramazanın sonunda oruca başladıklarından bir gün evvel hilâli gördüklerine şahitlik etseler, o şehirde bulunuyorlarsa şahitlikleri reddedilir. Çünkü hesabı terk etmişlerdir. Dışarıdan gelmişlerse kabul edilir. Bu satırlar kısaltılarak Fetih'ten alınmıştır.
«Acaba fâsıklığını bildiği halde şahitliğe hakkı var mıdır?» Hulvânî diyor ki: «Âdil bir kimse, câriye veya evinden çıkmayan bir kadın bile olsa, şahitlik etmesi lâzım gelir. Tâ ki halk niyetsiz sabahlamasınlar. Bu iş farz-ı ayn vazifelerdendir. Fâsıka gelince: Eğer hâkimin, Tahâvî kavline meylederek kendisinin sözünü kabul edeceğini bilirse, şahitlik etmesi vâcip olur. Hâli gizli olan kimse hakkında ise, her iki rivayet şüphesi vardır. Mirâc.»
Ben derim ki: Hulvânî'nin, «Eğer hâkimin.. kabul edeceğini bilirse..» sözü, Tahâvî'nin, «Fâsıklığı meydanda olan bir kimsenin şahitliği kabul edilir.» sözüne göre söylenmiştir. Hâkimin îtikadı böyle ise, şahitlik etmesi vâcip olur. Şârihimizin «Acaba fasıklığını bildiği halde şahitliğe hakkı var mıdır?» sözü ise, hâkimin îtikadını bilmediğine binaen şahitliğin vâcip olmadığını ifade ediyor. Nitekim «Çünkü hâkim onu kabul edebilir.» diyerek yaptığı ta'lîl de bunu gösterir.
METİN
Âdil kimse, ister köle, ister kadın veya kazif haddi vurulmuş da tevbe etmiş biri olsun ve mezhebe göre nasıl gördüğünü beyan etsin etmesin haberi kabul edilir. Bir köle ile bir kadının şahitliği gibi, bir kişinin bir kişi üzerine - velev ki kendi emsallerine olsun - şahitliği kabul edilir. Evinden çıkmayan câriyenin, o gece sahibinin izni olmaksızın çıkarak şahitlik etmesi vâcip olur. Nitekim Hafiziyye adlı kitapta beyan olunmuştur. Bayram için gök yüzünde illet ve adalet şartları ile birlikte şahadetin nisabı ve «şehadet ederim» sözü; keza kulun faydasına taalluk ettiği için kazif haddi vurulmamış olması şarttır. Fakat dava şart değildir. Nitekim câriyenin âzâdında ve hür kadının boşanmasında da şart değildir.
İZAH
«Mezhebe göre» sözü, İmam Fazlî'nin muhalefetine işarettir. Ona göre âdil bir kişininşahitliği, ancak tefsir ederek, «Hilâli şehrin dışında ovada gördüm.» yahut; «Şehrin içinde bulutun arasında gördüm.» demesi ile kabul edilir. Bu tefsiri yapmazsa kabul edilmez. Zahiriyye'de böyle denilmiştir. Bahır.
«Bir kişinin bir kişi üzerine şahitliği kabul edilir.» Halbuki başka hükümlerde her şahidin şahitliğine iki erkek veya bir erkekle iki kadın şahitlik etmedikçe şahitlik kabul edilmez.
«Velev ki kendi emsallerine olsun.» sözü ile Şârih, köle ile kadının şahitliklerini umumileştirmek; hür ve erkeğin şahitliğine şehadet edebileceklerim anlatmak istemiştir. Bunu Nehir sahibi bahis mevzuu yapmış; «Ama ben bunu bir yerde görmedim.» demiştir.
«Evinden çıkmayan» ve erkekler arasına karışmayan câriyenin; ve keza evli hür kadının kocasından izinsiz çıkması gerekir. Evinden çıkan câriye ile, evli olmayan hurrenin çıkmaları ise evleviyette kalır. Tahtâvî diyor ki: «Anlaşılan bu, hilâlin isbatı yalnız ona bağlı kaldığındadır. Aksi takdirde bu mecburiyet yoktur.» «Şehadetin nisabı» mal isbatı hakkında iki erkek veya bir erkekle iki kadındır.
«Kulun faydasına taalluk ettiği için» ifadesi, bayram hilâline şahitlik ederken bu söylenenlerin şart olmasının illetidir. Ramazan hilâlini isbat için bu şart aranmaz; çünkü oruç dînî bir vazifedir. Bayram ise kulların dünyevî bir menfaatidir; ve başka haklarına benzer. Onlarda aranan şart bunda da aranır.
«Fakat dava şart değildir.» Fetih'te Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Dava meselesine gelince: Onun şart olmaması gerekir. Nasıl ki câriyenin âzâdında ve hür kadının boşanmasında bütün imamlarımıza göre; kölenin âzâdında İmameyn'e göre dava şart değildir. İmam-ı Azam'-ın kavline göre ise, her iki hilâlin isbatında dava şart olması gerekir.» Yani imam-ı Âzam'ın köle âzâdında davayı şart koşmasına bakılırsa, ramazan ve bayram hilâllerinin isbatında da şart koşması gerekir. Lâkin Haniyye sahibi ramazan hilâlinde dava şart olmadığını kesinlikle söylemiş; sonra bu bahsi zikretmiştir. Ama söz götürür. Çünkü İmam-ı Âzam'a göre köle âzâdında dâvânın şart olması, kul hakkı olduğu içindir .Câriye âzâdı böyle değildir. Onda kul hakkı ile birlikte Allah hakkı da vardır ki, bu hak onun iffetinin korunmasıdır. Bayramda her ne kadar kul hakkı olsada, Allah hakkı da vardır. O gün oruç tutmak haramdır; bayram namazı kılmak vâciptir. Şu halde o, câriyenin âzâdına daha çok benzer; ve dava şart olmaz. Onun için Şârih başkasına uyarak bunu kesin söylemiştir. Bunu Rahmetî ifade etmiştir.
«Ve hür kadının boşanmasında da şart değildir.» cümlesinin mefhumu muhalifinden, câriye kadının boşanmasında dava şart olduğu anlaşılırsa da, Câmiu'l-Fusuleyn'de' bu mutlak olarak ifade edilmiştir. Lâkin burada âzâd edilirken, hem kocasının hem sahibinin bulunması şart tır. T.
METİN
Şayet hâkimi olmayan bir beldede bulunurlarsa, güvenilir bir kişinin sözü ile oruç tutarlar; fakat iki adâletlinin haber vermesi ile bayram yaparlar. Gök yüzünde illet bulunduğu vakit, zaruretten dolayı böyle yapılır. Hilâli yalnız başına hâkim görürse, oruç hakkında şahit tâyin etmekle, halka oruç tutmalarını emretmek arasında muhayyer kalır. Bayram hakkında böyle değildir. Nitekim Cevhere'de beyan edilmiştir.
Muvakkitlerin sözüne itibar yoktur. Mezhebimize göre adalet sahibi olsalar bile kabul edilmez.
Hâkimi, vâlisi bulunmayan bir beldede veya köyde yaşayanlar, güvenilir bir kişinin sözü ile oruç tutarlar. Sirâc sahibi şöyle diyor: «Vâlisi olmayan bir yerde hilâli yalnız bir kişi görür de şahitlik için şehre gitmezse, güvenilir bir kimse olduğu takdirde onun sözü ile oruç tutarlar.»
Ben derim ki: Zahire bakılırsa, köylülere top sesini işitmekle; yahut şehirdeki kandilleri görmekle oruç lâzım olur. Çünkü bu kanaatbahş bir açık alâmettir. Galebe-i zan (kanaat) ise, ulemanın beyanlarına göre ameli icap eden bir huccettir. Bu alâmetin, ramazandan başka bir şey için olması uzak bir ihtimaldir. Zira böyle bir şey, yevm-i şek gecesinde ancak ramazanın sübutu için yapılır.
«Bir kişinin sözü ile oruç tutarlar.» cümlesinden murad, "tutmaları farzdı" demektir. Bayram meselesinde iki âdilin haber vermesi ile amel etmeleri dahi böyledir. Burada Musannıf'tan başkaları «Bayram yapmalarında bir beis yoktur.» ifadesini kullanmışlardır. Buna sebep, iki kişinin sözü ile bayram yapmanın haram zannedilmesidir. Yani haram değil, kabulü lâzımdır. Bu gibi ifadeler ulemanın sözlerinde çoktur.
«Zaruretten dolayı» yani huzurunda şahitlik yapacak hâkim bulunmaması zaruretinden dolayı demektir.
«Şahit tayin etmekle...» Yani şahitliğini kendisine dinletecek bir kimse demektir. Bunu Halebî ifade etmiştir. Cevhere'nin ibaresi ise, «Huzurunda şahitlik yapmak için birini tayin etmek.» şeklindedir. Anlaşılan mânâ şudur; Hâkim kendi yerine bir nâip tayin eder de onun huzurunda «hilâli gördüm» diye şehadette bulunur. Nasıl ki hâkimin bir kimse ile davası olsa, davaya bakmak için kendi yerine bir nâip tayin ederek onun huzurunda muhakeme olunacağını ulema söylemişlerdir. Çünkü hâkimin kendi nefsi için hüküm vermesi sahih değildir. Kitabımızın bazı nüshalarında "şahit" tabiri yerine "nâip" denilmiş olması da buna delâlet eder.
«Bayram hakkında böyle değildir.» Yani bayram hilâlini isbat için bir kişi yeterli değildir.
«Muvakkitlerin sözüne itibar yoktur.» Yani halka oruç farz olmak için onların sözü delil olamaz. Hattâ Mi'râc adlı kitapta, «Onların sözü bilittifak muteber değildir. Müneccimin kendihesabı ile amel etmesi caiz değildir.» denilmiştir. Nehir'de de şu ibare vardır: «Muvakkitlerin, filân gece hilâl gök yüzünde şöyle görülecektir; demeleri ile oruç tutmak lâzım gelmez. Sahih kavle göre velev ki adâlet sahibi olsunlar. Nitekim El-İzah'ta da böyle denilmiştir. Şâfiîler'den İmam Sübkî'nin bir te'lîfi vardır ki, onda müneccimlerin sözünü kabule meyletmiştir. Çünkü hesap kesindir.» Vehbâniyye Şerhi'nde de bunun gibi sözler vardır.
Ben derim ki: Sübkî'nin sözünü kendi mezhebinin sonra gelen uleması reddetmişlerdir ki, onlardan bazıları İbn-i Hacer ile Remlî'dir. Şâfiî Remlî'nin «Feteva'ş-Şirâb el-Kebîr»inde bildirdiğine göre, kendisine Süb'kî'nin şu meselelerdeki kavli sorulmuş:
1) Ayın otuzuncu gecesi hilalin görüldüğüne beyyine şahitlik etse; hesap erbabı ise o gece hilâli görmenin imkânı olmadığını söyleseler, hesapçıların kavli ile amel olunur; çünkü hesap yüzde yüz kesindir. Şahitlik ise zannîdir. Sübkî bu bâbta sözü uzatmıştır.. Onun kavli ile amel edilir mi edilmez mi?
2) Ayın yirmi dokuzuncu günü hilâl güneş doğmazdan önce doğsa; beyyine ise şabanın otuzuncu gecesi ramazan hilâlinin görüldüğüne şahitlik etse, bu şahadet kabul edilir mi edilmez mi? Çünkü ay tamam olursa, iki gece hilâl kaybolur; noksan olursa bir gece kaybolur.
3) Yahut hilâl üçüncü gece yatsının vakti girmeden kaybolursa? Zira Peygamber (s.a.v.) üçüncü gece yatsıyı ay kavuştuğu vakit kılardı. Buralarda şehadetle amel edilir mi edilmez mi, denilmiş.
Remlî şu cevabı vermiş: Bu üç meselede beyyinenin şahitliği ile amel olunur. Çünkü şeriat sahibi, şahitliği yüzde yüz (yakîn) yerine kabul etmiştir. Sübkî'nin sözü reddedilmiştir. Onu müteehhirîn ulemadan bir cemaat kendisine reddetmişlerdir. Beyyine ile amel etmekte, Peygamber (s.a.v.)'in namazına muhalefet yoktur. Bunun vechi bizim söylediğimizdir ki, o da şudur: Şâri hazretleri hesaba itimat etmemiş; «Biz ümmî bir ümmetiz. Okumak ve hesap bilmeyiz. Ay şöyle ve şöyledir.» buyurarak onu tamamen hükümsüz bırakmıştır. Dakik'il-îd, "Namazda hesaba itimat caiz değildir" demiştir. Sübkî'nin "çünkü şahit karıştırabilir ilh..." diyerek söylediği ihtimallerin şer'an bir eseri yoktur. Zira bu ihtimaller sair şahitliklerde de bulunabilir.
METİN
Vehbâniyye'de şöyle denilmiştir: «Muvakkitlerin sözü, amel icap eder değildir; ama evet diyenlerle - eğer çoksalar - bazılarının sözü kabul edilir diyenler olmuştur.» Gök yüzünde bir illet yoksa, haberleri ile şer'an ilim yani galebe-i zan (kanaat) hasıl olacak kalabalık bir cemaatın şahitliği kabul edilir ki, bu cemaat sayı ile sınırlandırılmaksızın hâkimin reyine bırakılmıştır. Mezhep budur. İmam-ı Azam'dan bir rivayete göre iki şahitle yetinilir. Bahırsahibi bu kavli ihtiyar etmiştir. Akdiye'de, şehir dışından; yahut yüksek bir yerden gelirse, bir kişi ile yetinmenin de sahih olacağı bildirilmiştir. Zahîruddîn bu kavli benimsemiştir.
ÎZAH
Vehbâniyye'nin sözü «hesap ameli icap eder diyenler olmuştur» zannını veriyorsa da, hakikat öyle değildir. Hilâf, onlara itimat caiz olup olmadığındadır. Kınye'de burada üç kavil nakledilmiştir. Evvelâ Kaadî Abdülcebbâr ile Cem'u'l-Ulûm sahibinden hesap erbabının sözlerine itimat etmekte bir beis olmadığını nakletmiş; sonra ibn-i Mukaatil'den hesapçılara sorulacağını; şayet onlardan bir cemaat ittifak ederlerse sözlerine itimat edileceğini; daha sonra Serahsî Şerhi'nden hesabın kabulden uzak olduğunu, Şemsüleimme Hulvânî'den de orucun ve bayramın vâcip olması için gözle görmenin şart olduğunu, muvakkitlerin sözü ile amel edilemeyeceğini nakletmiştir. Mecdüleimme Tercümânî'den dahi naklettiğine göre, Ebû Hanîfe'nin eshâbı - nadir istisnalarla - ve İmam şâfıî muvakkitlerin sözlerine itimat olmadığına ittifak etmişlerdir.
«Gök yüzünde bir illet yoksa...» Yani gerek ramazan, gerekse bayram ve saire hilâllerini isbat için şart, kalabalık bir cemaatın haber vermesidir. Nitekim İmdâd'da beyan edilmiştir. Bu bâbta sözün tamamı ileride gelecektir. Bir kişinin haberi kabul edilmez. Çünkü bunca kimse hilâli görmeye çalışırken; gözler görme hususunda bir birinden farklı olmakla beraber, görmeye bir mâni de bulunmadığını farz edersek, içlerinden yalnız birinin görmesi onun açık bir hatasıdır. Bahır. Halebî diyor ki: «Hilâli görenlerin müslüman ve âdil olmaları da şart değildir. Nitekim İmdâdü'l-Fettâh'ta da böyle denilmiştir. Kuhistânî'nin beyanına göre hür olmaları ve dava dahî şart değildir.»
Ben derim ki: Halebî'nin İmdâd'a nisbet ettiği sözü ben onda göremedim. Müslümanlığın şart olmaması da söz götürür. Zira buradaki kalabalıktan murad, kesinlikle ilim ifade eden tevatür derecesi değildir ki, müslümanlık şart olmasın. Buradaki kalabalıktan murad, galebei zan (kanaat) husule getirendir. Bunun için müslümanlığın şart olmaması mutlaka açık nakil ister.
«Şer'an ilim»den murad, usûl-i fıkıh ıstılahına göre ilimdir ki, galebe-i zanna da şâmildir. Yoksa ilim, tevhîd fenninde de şer'îdir. Fakat orada zanna itibar yoktur. H.
«Galebe-i zan» kalbe kanaat veren ilimdir. Ameli icap eder; kesinlik mânâsına ilim ifade etmez. Bunu Menâfi ve Gâyetü'l-Beyân adlı eserlerinde ibn-i Kemal söylemiştir. Bahır'da da Fetih'ten naklen bunun benzeri vardır. Kuhistânî diyor ki: «O halde Muzmerat'ta işaret edildiği gibi tevatürden meydana gelen yakîn (kesin) haber şart değildir. Lâkin şerhin sözü buna işaret etmektedir.» Şerhten muradı, Sadru'ş-Şeria'nın yazdığı şerhtir. O şöyle demiştir: «Büyük kalabalık, haberleri ile ilim hâsıl olan ve yalan uydurmak için ittifaklarına akıl hüküm vermeyen cemaattır.» Dürer sahibi de ona tâbi olmuştur. Fakat ibn-i Kemal bunu reddetmişve «Menhüvvât» adlı eserinde, «Sadru'ş-Şeria burada ' muteber olanın 'kesinlik' mânâsına ilim olduğunu sanmakla hata etmiştir.» demiştir.
"Hâkimin reyine bırakılmıştır.» Sirâc sahibi şöyle diyor: «Bu kalabalık için, zâhir rivayede bir miktar tayin edilmemiştir. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, kasâmede olduğu gibi elli adamdır. Bazıları ' mahalle halkının çoğu ' demiş; bir takımları da ' her mescitten bir veya iki kişi ' olacağını söylemişlerdir. Halef b. Eyyûb; ' Belh'te beşyüz kişi az sayılır ' demiştir. Bu kavı'ilerin doğrusu, ' hâkimin reyine bırakılır ' diyendir. Doğruya şahitlik ettiklerine kalben kanaat getirir; şahitler de çok olursa, oruç tutulmasını emreder.» Mevâhip sahibi de bunu sahihlemiş; Şurunbulâlî dahi ona uymuştur. Bahır'da Fetih'ten naklen, «Hak olan İmam Muhammed'le Ebû Yusuf'tan rivayet edilen kavildir ki, itibar, haberin gelmesine ve her taraftan tevatür olmasınadır.» denilmiştir. Nehir'de, «Bu, Sirâc sahibinin sahihlediğine uygundur.» denilmiştir.
«Bahır sahibi bu kavli ihtiyar etmiş...» ve «Zamanımızda bu rivayetle amel gerekir. Çünkü insanlar hilâl gözetmekten üşenir oldular...» demiş; sonra sözünü teyît için Valvalciyye ile Zahiriyye'nin de, zâhır rivayet büyük kalabalığın değil, sayının şart olduğuna delâlet ettiğini bildirdiklerini ileri sürmüştür. Nehir ve Minah sahipleri bunu kabul etmişler. Fakat Minah Hâşiyesi'ni yazan Remlî itiraz ederek «Zâhir mezhep, kalabalık cemaatın şart olmasıdır. Binaenaleyh bununla amel lâzım gelir. Çünkü fısk ve aya iftira almış yürümüştür...» demiştir.
Ben derim ki: Zamanların değişmesi ile birçok hükümlerin değiştiğini sen bilirsin. Bizim zamanımızda büyük kalabalık şart koşulursa, halkın ancak iki veya üç geceden sonra oruç tutmaları lâzım gelir. Çünkü insanların tembelliği meydandadır. Hattâ çok defa görmüşüzdür ki hilâle şahitlik edene söverler; ona eza ederler. Şu halde iki kişinin şahitliğinde büyük kalabalıktan ayrılma diye bir şey yoktur ki, şahidin yanıldığı anlaşılsın. Zâhir rivaye illeti bulunmamış; öteki rivayetle fetva vermek taayyün etmiştir.
«Akdiye» kitap ismidir. Fetevây-ı Suğra sahibi de bu kavle itimat etmiştir. Tahâvî'nin kavli de budur. İmam Muhammed Asıl namındaki kitabının istihsân bahsinde buna işaret etmiştir. Lâkin Hulâsa'da, «Zâhir rivayete göre şehirle dışarısı arasında fark yoktur.» denilmiştir. Mi'râc ve başkaları.
Ben derim ki: Lâkin Nihâye'de. «Bir kimse ramazan hilâlini yalnız başına görürse oruç tutar...» denildiği yerde şu ifade vardır: «Mebsût'ta beyan olunduğuna göre, hâkim bir kişinin şahitliğini ancak gök yüzü açık ve o kimse o şehirden olursa reddeder. Hava bulutlu veya o kimse şehir dışından gelmiş olursa; yahut yüksek bir yerde bulunursa, bize göre şahitliğini kabul eder.» Nihâye sahibinin, «bize göre» demesi bunun üç imamımızın kavli olduğunu gösterir. Gerçekten Muhit sahibi de buna kesinlikle kail olmuş; mukabili için «denilmiştir»ifadesini kullanmıştır. Sonra sözüne şöyle devam etmiştir: «Zâhir rivayetin vechi şudur: Hilâli görmek, havanın açıklığına kapalılığına ve yerin alçaklığına yüksekliğine göre değişir. Zira sahranın havası şehir havasından daha temizdir. Bazen hilâl yüksek yerden görünür de alçaktan görünmez. Binaenaleyh bir kişinin yalnız başına görmesi zâhirin hilâfına olamaz. Bilâkis zâhire uygundur.»
Burada bu kavlin zâhir rivaye olduğu açıklanmıştır ki doğrudur. Çünkü Mebsût da zâhir rivaye kitaplarındandır. Böylece sabit oluyor ki, her iki rivayet zâhir rivayedir. Sonra bunu Hâkim'in Kâfî'sinde de gördüm. Hâkim ki, kitaplarında imam Muhammed'in zâhir rivaye olan sözlerini toplamıştır. İbaresi şudur: «Erkek ve kadın müslümanın şahitliği âdil olsun olmasın kabul olunur. Elverir ki hilâli şehir dışında gördüğüne; yahut şehir içinde gördüğüne fakat şehirde herkesin aynı derecede görmesine mâni bulunduğuna şehadet etsin. Bu iş şehir içinde olur da, gök yüzünde mâni bulunmazsa, bu hususta cemaattan başkası kabul edilmez.» Bana öyle geliyor ki bu iki rivayet arasında zıddıyet yoktur. Çünkü metin yazarlarının benimsedikleri büyük cemaatın şart olması rivayeti, şahit şehirde yüksek bir yerde olmadığı surete hamledilmiştir.. Şu halde ikinci rivayet birinciyi takyit etmiş olur. Buna delil birinci rivayette şahitliğin reddedilmesini «yalnız bir kişinin görmesi yanıldığını göstermekte açıktır» diye illetlendirmesidir. İkinci rivayette ise redde sebep yoktur. Onun için de Muhît sahibi «O halde onun yalnız görmesi zâhirin hilâfı olmaz.» demiştir. Bu izaha göre Hulâsa ve diğer kitaplardaki, «şehir içi ile şehir dışı arasında fark yoktur» sözü, mutlak olan ilk rivayetten hatıra gelen mânâya binaen söylenmiştir. Allah'u a'lem.
METİN
Ulema demişlerdir ki: «Ramazan ve bayramı isbatın yolu, orada bulunan bir şahsın üzerinde bir borcu almak için ramazanın girmesine bağlanmış vekâlet olduğunu iddia etmektir. O şahıs borçla vekâleti ikrar; ramazanın girdiğini ise inkâr eder. Bunun üzerine şahitler hilâli gördüklerine şehadet ederler. Ve o şahsın üzerine borcu almanın sabit olduğu"o hüküm verilir. Ramazanın girmesi zımnen sabit olur; çünkü o, hüküm altına girmez.
İZAH
Ramazanı olsun, bayramı olsun, isbatın yolu şudur: Bir davacı orada bulunan bir şahıs üzerine dava açarak: «Filân gaibin sende şu kadar alacağı varmış. Bana, "ramazan girdiğinde bu alacağı almak için vekilim ol" dedi.» diye iddia eder. O kimse de borcu ve vekâleti ikrar eder. Hayreddin Remlî bunu müşkil saymış; «Bu söz borcunu alsın diye davacı tarafından gaip aleyhine ikrardır; binaenaleyh geçersizdir.» demiştir.
Ben derim ki: Burada işkâl yoktur. Çünkü borçlar emsali ile ödenir. O adam bunun kendi milkinden borç alma hakkı sabit olduğunu ikrar etmiştir. Şayet dava vedia gibi bir ayn davasıolsaydı iş değişirdi. Çünkü onu ikrar etmesi, vekil için müvekkilin milkinde teslim alma hakkı sabit olduğunu ikrar oturdu ki bu sahih değildir. Vekâleti ikrar edip borcu inkârı da bunun hilâfınadır. Çünkü sırf ikrarı ile davada hasım olmaz; vekilin vekil olduğuna beyyine getirmesi gerekir. Nitekim Hassâf'ın «Ede-bü'l-Kaadî» şerhinde böyle denilmiştir.
«Ramazanın girmesi zımnen sabit olur.» Çünkü borcu alma hükmü sahih olmak için bu zaruridir ve kasten değil, kul hakkını isbat zımnında sabit olmuştur. Onun içindir ki, Bahır sahibi Hulâsa'dan naklen, «Çünkü ramazanın gelişini İsbat, hüküm altına girmez. Hattâ âdil bir adam hâkime ramazanın geldiğini haber verse kabul eder; ve halka oruç tutmalarını emreder. Yani bulutlu günde böyle yapar. Şehadet sözü ve hüküm şartları şart değildir. Bayramda ise şehadet lâfzı şarttır. O hüküm altına girer. Zira kul haklarındandır.» demiştir.
Ben derim ki: Hâsılı ramazanın orucu, hilâl sabit olmadan sırf ihbarla vâcip olur. Çünkü diyanet kabilindendir. Onun orucu vâcip olmakla, hilâli de sabit olmak lâzım gelmez. Nitekim yukarıda geçti. O zaman bu zikredilen yolla isbat edilmesinin faydası, gök yüzü açıksa büyük cemaata bağlı olmamasıdır. Zira burada şahitlik hilâlin görülmesine değil, ayın girmesi ile vekâlet zamanının girmesinedir. Şüphesiz ki vekâlet zamanının geldiğini isbat için iki şahitle yetinilir. Çünkü o mücerret kul hakkıdır ve ancak ayın girmesi ile sabit olur. Zımnen girdiği sabit olunca, orucunu tutmak da vâcip olur. Bunun benzeri ileride anlatacağımız şu meseledir: Ramazan günlerinin sayısı tamam olur da, illetten dolayı bayram hilâli görünmezse, bayram yapmak helâl olur. Velev ki ramazan ayı bir kişinin şahitliği ile sabit olsun. Çünkü bayram tebean sabit olmuştur. Velev ki kastan sayı ve adâletten başkası ile sabit olmasın. Benim anladığım budur.
METİN
Şâhidler, filân şehrin hâkimi huzurunda iki şahidin falan gece hilâl görüldüğüne şehadet ettiklerine ve hâkimin bununla hüküm verdiğine şahitlik etseler; davanın şartları da bulunsa, o hâkimin bu iki kişinin şehadetleri ile hüküm vermesi caiz olur. Çünkü hâkimin hükmü bir huccettir. Şahitler de buna şehadet etmişlerdir. Başkalarının hilâli gördüğüne şehadet etseler caiz olmazdı; çünkü bu hikâye etmek olurdu. Evet, o haber başka beldede yayılırsa, mezhebin sahih kavline göre hepsine oruç tutmak lâzım gelir. Müctebâ ve diğer kitaplar;
İZAH
Hava bulutlu olduğu; yahut hâkim böyle münasip gördüğü için iki şahit şahadet eder de, hâkimin hükmü ile hilâf kalkarsa; yahud Bahır sahibinin benimsediği rivayete göre iki şahit dinlenirse, o hâkimin bu şehadete dayanarak hüküm vermesi caizdir.
«Davanın şartları da bulunursa...» cümlesi, Mecmûu'n-Nevâzil'den naklen Zahire'de bu şekilde nakledilmiştir. Galiba bu yukarıda Hâniyye'den naklettiğimiz «İmam-ı Âzam kavlinekıyasen dava şarttır» esasına göre söylenmiştir. Yahut mahkeme hükmüne şahitlik olsun diyedir. Buna delil, Şarih'in, «Çünkü hâkimin hükmü bir huccettir.» sözüdür. Zira hâkimin hükmü ancak şehadetle geçerli olur. Zâhire bakılırsa buna hüküm vermesinden murad, zımnen hükümdür. Nitekim bunun yolu yukarıda geçti. Aksi takdirde biliyorsun ki ay hüküm altına girmez.
«Hüküm vermesi caiz olur» cümlesinden murad, "sahihtir" demek olduğu anlaşılıyor. Binaenaleyh vâcip mânâsına aykırı düşmez.
«Çünkü bu hikâye etmek olur.» Şahitler ne kendilerinin, ne de başkalarının gördüklerine şehadet etmiş değillerdir. Onlar yalnız başkalarının gördüğünü hikâye etmişlerdir. Fethu'l-Kadîr'de böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Başkalarının gördüğüne ve o şehrin hâkimi halka oruç emri verdiğine şehadet de etseler hüküm yine böyledir. Çünkü bu da hakimin fiilini hikâyeden ibaret olur. Huccet olmaz. Hüküm vermesi böyle değildir. Onun için Musannıf «Davanın şartları da bulunsa...» diye kayıtlamıştır.
«Evet...» Zahire'de şöyle denilmiştir: «şemsüleimme Hulvânî diyor Ulemamızın sahih kavline göre, haber başka belde halkı arasında yayılıp tahakkuk etti mi, bu beldenin hükmü onlara da lâzım gelir.» Bu sözün benzeri Muğnî'den naklen şurunbulâliyye'de de vardır.
Ben derim ki; Bu düzeltmenin vechi şudur: Bu haberin yayılmasında bir hâkimin hükmüne şahitlik veya şahitlik üzerine şahitlik yoktur. Lâkin mütevatır haber yerine geçtiği ve bununla o belde halkının oruç tuttuğu sabit olunca, bunlara da onunla amel lâzım olur. Çünkü bir belde âdeten şer'î hâkimden hâli kalmaz. O belde halkının oruç tutması mutlaka şer'î hâkimin hükmüne dayanır. Binaenaleyh bu yayılma adı geçen hükmün nakli hükmündedir. Ve «Bu beldenin halkı hilâli gördüler de oruç tuttular.» diye şahitlik etmekten daha kuvvetlidir. Çünkü yüzde yüz ilim ifade eder. Onun için de ancak hükme veya başkalarının şahitliğine aitse kabul edilir. Tâ ki muteber bir şahitlik olsun. Aksi takdirde sırf bir ihbardan ibaret kalır. Yayılmak böyle değildir. O yüzde yüz kesinlik ifade eder. Binaenaleyh daha öncekine aykırı değildir. Benim anladığım budur.
TEMBİH: Rahmetî diyor ki: «Yayılmanın mânâsı; o beldeden birkaç cemaatın gelmesi ve her birinin o belde halkı hilâli görerek oruç tuttu diye haber vermesidir. Yoksa o haberi yayan bilinmeksizin mücerret duyulması değildir. Nitekim: "Âhır zamanda, şeytan cemaatin arasında oturup konuşacak; cemaat da onunla konuşacaklar." diye bir haber yayılmıştır. Fakat sorulsa. "Bunu kim söylediğini bilmiyoruz!" derler. Böyle bir haberle hüküm sabit olmak şöyle dursun; onu dinlemek bile doğru değildir.»
Ben derim ki: Bu söz güzeldir. Zahire'nin; «Haber yayılıp tahakkuk etti mi...» sözü de bunaişaret etmektedir. Çünkü mücerret şayi olmakla tahakkuk bulunmaz.
METİN
İki adâletlinin sözü ile otuz gün oruç tuttuktan sonra bayram yapmak helâldir. Çünkü şahitlerin sayısı tamamdır. şayet caiz olduğu yerde bir adâletlinin sözü ile oruç tutmuş bulunurlarsa, bayram hilâli görünmediği halde mezhebe göre bayram yapmak helâl olmaz. İmam Muhammed buna muhaliftir. Bunu Musannıf böyle anlatmıştır. Lâkin İbn-i Kemâl'in Zahire'den naklettiğine göre, bayram hilâli kapalı olursa, bayram bilittifak helâl olur. Zeylâî'de ise. «En münasibi, hava kapalı olursa helâldir; kapalı değilse helâl olmaz.» denilmiştir.
İZAH
«Bayram yapmak helaldir.» Yani otuz birinci akşamı hava bulutlu olursa bilittifak helaldir. Dirâye. Hulâsa ve Bezzâziye adlı kitaplarda beyan edildiğine göre, hava açık da olsa hüküm budur. Mecmûu'n-Nevâzil sahibi ile büyük İmam Nâsıruddin ise hava açık olursa bayramın helâl olmayacağını sahihlemişlerdir. Nitekim İmdâd'da da böyledir. Allâme Nûh Efendi dahi ikincisinde (yani hava açık olduğunda) bayramın bilittifak helâl olduğunu Bedâyi, Sirâc ve Cevhere'den nakletmiş ve «Murad olan bizim üç imamımızın ittifakıdır. Bu meselede hikâye edilen hilâf diğer bazı ulemaya aittir.» demiştir.
Ben derim ki. El-Feyz adlı kitapta «Fetva bayramın helâl olduğunadır.» denilmektedir. İmdâd'da nakledildiğine göre Ehli Tahkîk'ten Kemal b. Hümâm iki kavlin arasını bularak şöyle demiştir. «Birisi burada "Eğer ramazan hilâlinde hava açıkken iki âdilin sözü kabul edilmiş de, gün sayısı tamamlanmışsa bayram yapamazlar; hava bulutlu iken kabul edilmişse bayram yaparlar," derse, sözü yabana atılamaz. Çünkü ikincide sübut hususunda ziyade kuvvet tahakkuk etmiştir. Birincide aslâ sabit olmamakta iştirak vardır ki, bir kişinin şahitliği gibi olmuştur.»
Halebî diyor ki: «Hâsılı şevvalde hava kapalı olursa, ramazan iki âdilin şahitliği ile sabit olmak şartı ile bilittifak bayram yaparlar. Bu isbatta havanın açık veya kapalı olması fark etmez. Fakat şevvalde hava kapalı değilse bazıları "mutlak surette bayram yapılır" demiş; bazıları da mutlak surette bayram yapılamayacağını söylemişlerdir. "Ramazanda hava kapalı olursa yine bayram yapılır; açık olursa yapılmaz." diyenler de olmuştur.»
«Caiz olduğu yerde...» sözü kayıttır. Yani hâkim bulutlu veya açık havada bir âdilin sözünü caiz görenlerden olup, kabul ederse olur demektir. Fetih. Meselâ hâkim Şâfiî olur; yahut ovadan gelmek veya şehirde yüksek bir yerde bulunmak şartı ile açık havada bir kişinin şahitliğini kabul eden Tahâvî'nin kavli ile amel eder ki, bu kavlin tercih edildiğini söylemiştik. Buradaki ibare de onu tercih ettirmektedir. Hidâye'nin. «Hâkim bir kişinin şahitliğini kabul eder de oruç tutarlarsa...« ifadesi için Fetih sahibi «Rivayet böyle mutlaktır.» demiştir.
«Mezhebe göre bayram helâl olmaz.» Dürer'de, «O şahide tâzîr cezası verilir. Yani yalanı meydana çıktığı için te'dîp edilir.» denilmiştir. "Lâkin İbn-i Kemâl'in..." diye başlayan cümle, Musannıf'ın sözüne istidraktır. Musannıf, İmam Muhammed'in muhalefetini, "bayram hilâli kapalı olduğu zaman" diye bildirmişti. Şârih diyor ki: «Zahire'de ve keza Müctebâ'dan naklen Mi'râc'da açıklandığına göre, burada bayramın helâl olması ittifâkîdir. Hilâf yalnız hava kapalı olmadığı halde hilâl görülmediği zamana aittir ki, Şeyhayn'a göre bayram yapmak helâl değil; İmam Muhammed'e göre helâldir. Nitekim bunu Şemsüleimme Hulvanî söylemiş; Şürunbulâlî de İmdâd'da yazmıştır.»
Gâyetü'l-Beyân sahibi diyor ki: «İmam Muhammed'in kavlinin - ki esah olan odur - vechi şudur: Bayram baştan bir kişinin sözü ile sabit olmuş değil, başkasına tâbi olarak sübut bulmuştur. Nice meseleler vardır ki, kasten sabit olmaz da zımnen sabit olurlar! Bayram meselesi İmam Muhammed'e sorulduğunda; "Bayram hâkimin hükmü ile sabit olmuştur; bir kişinin sözü ile değil" demiştir. Yani hâkim ramazan hilâlinde bir kişinin sözü ile hüküm verince, otuz gün tamamlandıktan sonra bayram da bu söze binaen sabit olur. Şemsüleimme. Kâfî Şerhi'nde şunları söylemiştir: "Bu, ebe kadının nesebe şahitliği gibidir. Mezkûr şahitlik kabul edilir; sonra bu kabul işi, mirasçı olmaya vardırır. Halbuki miras, baştan ebe kadının şehadeti ile sabit olmaz."»
Şârih, Zeylâî'nin sözünü bir faydayı beyan için getirmiştir. Bu fayda Zâhire'nin sözünden anlaşılmamıştır. Fayda şudur: Hava bulutlu değilse bayram helâl değildir; zira şahidin yanıldığı meydana çıkmıştır. Çünkü (en münasibi diye terceme ettiğimiz) "eşbeh" kelimesi tercih bildiren kelimelerdendir. Fakat bildiğin gibi Gâyetü'l-Beyân sahibinin sahih kabul ettiğine muhaliftir. O, İmam Muhammed'in, «bayram yapmak helâldir» sözünü sahihlemişti. Evet İmdâd sahibi Gâyetü'l-Beyân'ın ifadesini, «İmam Muhammed'in helâldir» sözü, "şevval ayı kapalı olduğu zamana hamledilir" şeklinde yorumlamış; ama bu, Musannıfın naklettiği hilâf tahakkuk ettiğine göredir. Biliyorsun ki bu hilâf tahakkuk etmemiştir. Şu halde Gâyetü'l-Beyân'ın sözü yerinde değildir; çünkü ittifaklı bir meseleyi tercihtir. 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...