MASRİF (ZEKÂTIN VERİLECEĞİ YER) BÂBI
METİN
Masriften murad, zekât ile öşrün verileceği yerlerdir. Madenin, 1/5'ne gelince, onun verileceği yer, ganimetler gibidir.
Zekâtın sarfedileceği yer: Birîncisi fakirdir. Fakir, az bir şeyi olan kimsedir. Bundan murad, nisap miktarına mâlik olmaması, yahut üremeyen nisap miktarına mâlik olup, ihtiyacının malını kaplamasıdır. ikincisi miskindir. Miskin, mezhebe göre hiçbir şeyi olmayan kimsedir. Zira Teâlâ hazretleri, «Yahut toprağa bürünmüş miskine verilir.» buyurmuştur. Sefine ayeti acımak içindir.
İZAH
Şârih, «Masriften murad, zekât ile öşrün verileceği yerlerdir» diyerek, buradaki münasebetin vechine işaret etmiştir. Öşürden maksat, yukarıda geçtiği gibi, öşre nisbet edilen şeydir. Binaenaleyh müslümanın yerinden alınan onda bire, onun yarısına ve öşür memuruna arz ettiği zaman alınan dörtte bire şâmildir. Bunu Halebî söylemiştir. Aynı yer sadakayı fıtr, keffaret, nezir ve diğer vâcip sadakaların da sarf yeridir. Nitekim Kuhistânî'de bildirilmiştir.
«Madenin 1/5'ne gelince, ilh...» sözü, sadece zekâtla öşre münhasır bırakmasının vechini ve madeni onlarla beraber zikretmenin münasip olmadığını izahtır. Velev ki inaye ve Mi'râc'da onlarla beraber zikredilmiş olsun.
Musannıf'ın evvela fakiri zikretmesi, ayete uymuş olmak içindir. Bir de, fakirlik bütün sınıflarda şarttır. Bundan yalnız memur, mükâteb ve yolcu mûstesnadır. T. "Bir şey"den murad, üreyen nisaptır. "Az bir şey" nisabı doldurmayan maldır. En iyisi, "fakir, üreyen nisaba mâlik olmayandır," demektir. Tâ ki, Şârih'in söylediği de tarifte dahil olsun. Burada şöyle denilebilir: «Maksat, fakirle miskinin arasını ayırmaktır. Bu, ikisinin bir sınıf olduğunu söyleyenlere ret cevabıdır. Yoksa maksat, fakir ve miskin ile zenginin arasını ayırmak değildir, Çünkü ikisinde de zenginlik tahakkuk etmediği malûmdur. Yani ikisinde de üreyen nisap yoktur. Binaenaleyh Musannıf, miskinin hiçbir şeye mâlik olmadığını; fakirinse, az da olsa bir şeye mâlik olduğunu söylemiştir. Az bir şey demekle yetinmesi, ayırmak en azından bununla olacağı içindir. Hâsılı buradaki "fakir" sözünden murad, miskine mukabil olan fakirdir; zengine mukabil olan fakir değildir.»
«İhtiyacının, malı kaplamasıdır» Meselâ oturmak için evi, hizmet için kölesi, giymek için elbisesi, sanatı için aleti ve gerek okumak gerekse okutmak ve tashih etmek için muhtaç olduğu kitapları bulunması bu kabildendir. Nitekim zekâtın başında geçmişti.
Hâsılı nisap iki kısımdır. Birincisi, zekâtı icabeder. Bu, borçtan hâli olan üreyici nisaptır. İkincisi, zekâtı icabetmez. Bu ötekinin gayrıdır. Eğer sahibinin ihtiyacı bu nisabı kaplarsa, zekât alması mübahtır. Aksi takdirde, zekât alması haram; sadakayı fıtr, kurban kesmek, yakın akrabanın nafakasını vermek gibi şeyler kendisine vâciptir. Nitekim Bahır ve diğer kitaplarda bildirilmiştir.
«Miskin, hiçbir şeyi olmayan kimsedir.» Ve yiyeceğini, giyeceğini dilenmeye muhtaçtır. Böylesine, dilenmek mübahtır. Fakirin dilenmesi mübah değildir. Fakir olunca; kendisine dilenmek helâl olmayan kimseye dahi zekât vermek caizdir. Fetih. Mezhebe göre, miskinin hali fakirden daha kötüdür. Bunun aksini söyleyenler varsa da, birinci kavil daha doğrudur. Bahır. Umumiyetle Selef'inkavli budur, Musannıf, miskini fakir üzerine atfetmekle, bunların iki ayrı sınıf olduğunu anlatmıştır ki, İmam-ı Âzam'ın kavli de budur. İmam Ebû Yusuf'a göre ikisi bir sınıftır. Bu hilâfın eseri şurada kendini gösterir: Bir kimse malının üçte birini, Zeyd ile fakir ve miskinlere vasiyet etse; yahut bu şekilde vakıf yapsa, İmam-ı Âzam'a göre Zeyde üçte bir, fakirlerle miskinlere de üçte birer verilir. Ebû Yusuf'a göre yarısı Zeyde; yarısı fakirlerle miskinlere verilir Meselenin tamamı Nehir'dedir.
«Sefine ayeti acımak içindir» sözü, itirazcının istidlal ettiği delile cevaptır. Onun istidlâli şudur: «Fakirin hali miskinden daha kötüdür. Çünkü Cenabı Hak, miskinlerin gemisi olduğunu isbat etmiştir.» Cevap: Gemi sahiplerine miskin denilmesi, onlara acındığı içindir. Şöyle de cevap verilmiştir: «Gemi o miskinlerin değildi. Onlar gemide tayfa idiler; yahut gemi ellerinde emanet idi. Fetih.»
METİN
Üçüncüsü zekât memurudur. Bu, zekât toplayan sâî ile, öşür memuruna şâmildir. Zekât memuru Hâşimi olmamak şartıyla, zengin bile olsa kendisine zekât verilir. Çünkü kendisini bu işe vermiştir. Binaenaleyh yetecek kadar nafakaya muhtaçtır. Zengin kimse, yolcu gibi muhtaç kalırsa, zekât almaktan men edilmez, Bunu, Bedâyi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Bu ta'lil ile, Vâkıat'a nisbet edilen kavil kuvvet bulur. Vâkıat'ta, «Okuyan talebeye, kendini ilim öğrenmeye ve öğretmeye vermek şartı ile, zengin de olsa zekât almak caizdir. Çünkü kazanmaktan âcizdir. Halbuki zaruri şeyleri olmaya ihtiyaç vardır» denilmiştir. Bunu, Musannıf da zikretmiştir.
İZAH
Sâî, hayvanların zekâtını toplamak için kabileler arasında dolaşan kimsedir; Öşür memuru ise, hükümet tarafından yol üzerine tayin edilen, geçenlerden öşür ve benzeri şeyleri alan memurdur.
«Çünkü kendisini bu işe vermiştir.» Binaenaleyh çalıştığı iş karşılığı bunu hak eder. Görmez misin ki, mal sahipleri zekâtlarını hükümete kendileri götürse, zekât memuru maaş almayı hak edemez. Topladığı zekât helâk olsa, kendisi bir şey alamaz. Nasıl ki, mudarebeci de ortak mal helâk olduğu zaman bir şey alamaz. Ancak meselemizde sadaka şüphesi vardır. Buna delil, mal sahiplerinden zekâtın sâkıt olmasıdır.
Hâşimî olan zekât memuruna, zekâttan maaş almak helâl değildir. Bu, Peygamber (s.a.v.)'in akrabasını, kir şüphesinden tenzîh içindir. Sırasında, zekât zengine de helâl olur. Çünkü hürmet ve kerameti hak etmek hususunda, zengin kimse Hâşimî'ye denk olamaz. Onun hakkında şüphe muteber değildir. Zeylâî.
Şu da var ki; Hâşimî olan zekât memurunun zekât almaktan men edilmesi, sünnette açık açık sabittir. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de izah olunmuştur. Nehir sahibi diyor ki: «Nihâye'de bildirildiğine göre, Hâşimî bir kimse zekât memuru tayin edilerek, kendisine zekâttan maaş verilse, alması doğru değildir. Ama çalışır da zekâttan başka bir maldan maaş verilirse, almasında beis yoktur. Bahır'da, "Bu söz Hâşimî'nin memur tayin edilmesinin sahih olduğunu; zekât almasının da, haram değil mekruh olduğunu gösterir." denilmiştir. Buradaki kerahetten murad, keraheti tahrimiyedir. Çünkü ulema "helâl değildir" tabirini kullanmışlardır. Lâkin yukarıda geçen "Sâînin, Hâşimî olmaması şarttır" sözü buna aykırıdır. Asıl itimat edilecek söz budur.» Nehir sahibinin sözü burada sona erer.
Ben derim ki: Bahır sahibinin "bu söz" diye işaret ettiği şey, zâhire göre burada zikredilen «tayini sahih olmasını» ifadesine aittir. izahı şudur:. Fukahanın burada söyledikleri açık açık gösterir ki; Hâşimi zekât memuru, topladığı sadakadan maaş alamaz. Başkasından alamayacağına dair söz yoktur. Şu halde başka maldan maaş alırsa, zekat memuru tayin edilmesinin sahih olmayacağına delil yoktur. Yukarıda arzetmiştik ki, «zekât memurunun Hâşimî olmaması şarttır.» sözünü, Bahır sahibi Gaye'den nakletmiştir. Başkasının bunu söylediğini görmedim. Şu da var ki; Gâye'de bunun ta'Iil yapılarak, «Çünkü bunda zekât şüphesi vardır» denilmiştir. Nitekim fukaha burada da aynı ta'Iili yapmışlardır. Bundan anlaşılır ki; Hâşimî olmamak, zekâttan maaş almanın helâl olması için şarttır. Yoksa, memur tayin edilmesinin sahih olması için şart değildir. Binaenaleyh buradakine aykırı değildir. Nitekim arzetmiştik. Allah'u âlem!
«Binaenaleyh yetecek kadar nafakaya muhtaçtır» Lâkin ileride görüleceği vecihle, zekâttan aldığı maaş, topladığı sadakanın yarısını geçmemelidir. Topladığı sadakanın hepsi helâk olursa. Zekâttan hiçbir istihkakı kalmaz. Çünkü onun hak ettiği miktar, yukarıda görüldüğü vecihle, bir cihetten çalıştığının ücretidir, Mi'râc'da, «Çünkü onun çalışma karşılığı ücret mânâsınadır. Bir de bu, yaptığı işin mahalline taalluk eder. Mal helak olunca, şirket ortağı gibi bununda hakkı sâkıt olur» denilmiştir.
Ben derim ki: «Çünkü kendisini bu işe vermiştir» sözü üzerine yapılan tefrîin mânâsı budur. Çünkü aldığının her vecihle sadaka değil; çalışması mukabili olduğunu gösterir. Binaenaleyh yukarıda geçen, «iki benzeri vardır» sözüne aykırı değildir.
Vâkıat'a nisbet edilen söz hakkında Musannıf, «Ben bunun, güvenilir bir zatın yazısı ile, Vâkıat'a nisbet edildiğini gördüm» demiştir.
Ben derîm ki: Onu ben de Câmiu'l-Fetevâ'da gördüm. İbaresi şudur: «Mebsût'ta beyan edildiğine göre, nisaba mâlik olan kimseye zekât vermek caiz değildir. Ancak ilim öğrenene, gaziye ve hac kafilesinden ayrılmış olan kimseye verilebilir. Çünkü Peygamber (s.a.v.),' "İlim öğrenene zekât vermek caizdir. Velev ki kırk yıllık nafakası olsun!" buyurmuştur.» İlimden murad, şer'î ilimdir.
«Kendini ilim öğrenmeye ve öğretmeye vermek şartı ile» sözünden murad, bundan başkası ile ilişkisi olmamaktır. Malum tembelliklerle dalgınlığı giderip, neşatı celbedecek şeyler, kendini ilime vermeye aykırı değildir. Bilâkis bunlar ilim tahsilinin vasıtalarındandır.
«Zaruri şeyleri almaya ihtiyaç vardır.» Yani insan öyle şeylere muhtaç olur ki, onlar sız yapamaz. Bu taktirde, kendisi kazanmadığı halde, zekât alması da caiz olmazsa, elindekini harcar; muhtaç kalır. Ve okumaktan, okutmaktan kesilir. Böylece, dini üzerine alan kalmayınca, din zayıflar. Bu fer'î mesele, fukahanın, «Zekât zengine haramdır» sözlerine aykırıdır. Ve buna kimse itimat etmemiştir. T.
Ben derim ki: Evet öyledir. En iyisi zekât almayı fakirlikle kayıtlamaktır. ilim öğrenen talebeye, zekât vesaire mallardan istemek için ruhsat verilmiştir. Velev ki kazanmaya kudreti olsun. Çünkü ilim talebesi olmazsa, istemesi helâl olmaz. Nitekim gelecektir. şafiîler'le Hanbelîler'in mezheplerine göre, kazanmaya muktedir olmak, fakirliğe mânidir. Binaenaleyh talebenin - istemek şöyle dursun - verileni alması bile helâl değildir. Meğer ki şer'î ilimle meşgul ola.
METİN
Memura zekât, ameline göre verilir ki, bu da kendisine ve yardımcılarına orta derecede yetecek maaştır. Lâkin topladığının yarısından fazlası verilmez. Dördüncüsü, Hâşimî olmayan mükâteptir. -Şayet âciz kalırsa, sahibine helâl olur. Velev ki, sahibi zengin olsun. Bu, zengin olan fakire ve memleketine varan yolcuya benzer.
İZAH
«Bu da kendisine ve yardımcılarına yetecek maaştır» sözü, «ameline göre verilir» ifadesinin açıklamasıdır. Yukarıda beyan ettik ki; topladığı mal helâk olmazsa, memura zekâttan maaş verilir. Mal helâk olursa, çalıştığının karşılığı ücret bâtıl olur. Ve kendisine Beytülmal'dan bir şey verilmez. Bahır'da da böyle denilmiştir. Bezzâziye'de, «Zekât memuru ücretini vâcip olmazdan önce veya hakim maaşını müddet dolmazdan önce alırsa caizdir. Ama efdal olan acele etmemektir. Zira ihtimal ki, o müddete kadar yaşamaz» denilmiştir. Nehir sahibi diyor ki: «Ücretini avans olarak aldığı halde, mal elindeyken helâk olsa, ne hüküm verileceğinî görmedim. Zâhire bakılırsa, verilen maaş geri alınmaz.»
Maaş orta dereceden verilir. Memurun yiyecek ve içecekte kendi arzusuna tabi olması haramdır. Çünkü bu, sırf israftır. Devlet reisinin, zekât toplamak için orta maaşa razı olacak kimseyi göndermesi gerekir. Bahır.
«Lâkin topladığının yarısından fazlası verilmez.» Yani memurun yeteri derecedeki maaşı, topladığı bütün zekâtı kaplarsa, yarıdan fazlası verilmez. Zira yarılamak, insafın ta kendisidir. Bahır.
«Dördüncü mükâteptir.» Ekseri ulemanın kavillerine göre Teâlâ Haz retlerinin, «Baş çözmek için verilir.» ayeti kerimesinin mânâsı budur. Bu kavil, Hasan-ı Basrî'den de rivayet olunmuştur. Musannıf mükâtebi mutlak olarak söylemiştir. Binaenaleyh zengin olan mükâtebe de şâmildir. Haddâdî, mükâtebi «Büyük mükâtep» diye kayıtlamıştır. Ona göre, küçük mükâtebe zekât vermek caiz değildir. Ama iddiası, söz götürür. Çünkü fukaha, «Mükâtep, kendisine verilene mâlik olur» diye açıklamışlardır. Mutlak olan bu söz, küçük mükâtebe de şâmildir. Nehir.
Ben derim ki: Şöyle cevap verilebilir. Haddâdî'nin küçük mükâtepten muradı ,akıl etmeyen çocuktur. Çünkü böyle sinin, müstakilen mükâtep yapılması caiz değildir. Yahut küçük çocuğun teslim alması caiz olmadığından, ona verilmesini sahih bulmamıştır.
Nehir sahibi diyor ki: «Acaba mükâtebin kendisine verileni, bu vecihden başkasına sarf etmesi caiz midir? Bunu ulemamızın kavillerinde görmedim.» Burada asıl çekimser kalan, Bahır sahibidir. Bahır sahibi, Şâfiîlerden Tîbî'den şu mânâda sözler nakletmiştir: «Mükâtep ve ondan sonra gelenler, kendilerine verilen malı niçin aldılarsa, (onun için harcarlar); başka cihete sarf edemezler. Çünkü o mala mâlik değildirler.» Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Mükâtebe zekât verilmesinin caiz olması, temlik olduğundandır. Bu gösteriyor ki, milk mükâtebin olur. Dört sınıfın geri kalanı ise, verilene evleviyetle mâlik olurlar. Lâkin acaba bunlar bu izaha göre, başka cihete sarf edebilirler mi, edemezler mi meselesi kalır.» Hayreddin Remlî, «Fâkihin görüşü, caiz olmasını iktiza eder» demiştir.
Ben derim ki: Allâme Makdisî, Nazmü'l-Kenz Şerhi'nde kesinlikle buna kail olmuştur.
FER'İ MESELE: Zeylâî, mükâtep bahsinde, «Bir kimse babasını veya oğlunu satın alır da mükâtep yaparsa» dediği yerde şunu söylemiştir: «Mükâtebin kazancı vardır. Ama hakiki milki yoktur. Çünkü buna mâni vardır. O da köleliktir. Onun için karısını satın alırsa, nikâhı fâsit olmaz. Ona zekât vermek dahi caiz olur. Velev ki define bulmuş olsun.» Allâme İbni Şilbî'nin Kenz Şerhi'nde böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Bu, ona zekât vermenin caiz olması hususunda açıktır. Velev ki, kitabet bedelinden fazla olarak, nisaba mâlik bulunsun. İleride Kuhistanî'den naklen bu mânâda sözler söyleyeceğiz.
Mükatep Hâşimî'nin olmayacaktır. Çünkü âzâd olan Hâşimî kölesi her vecihle hür olduğu halde, ona sadaka vermek caiz olmazsa, onun rakabesi memlûk kalan (şahsı henüz sahibine ait sayılan) mükâtebine verilmesi caiz olmamak, evleviyette kalır. Bahır'da Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: «Ulemanın beyanına göre, Hâşimî olan mükâtebe zekât verilmez. Çünkü milk, bir cihetten sahibinin olur. Onlar hakkında şüphe hakikata mülhaktır.» Yani mükâtep, muamele görmek cihetinden hürdür. Hattâ kendisine verilene mâlik olur. Lâkin şahsı itibariyle başkasının milkidir. Burada milkin, Hâşimî olan sahibine ait olması şüphesi vardır. Hürmet ve kerametinden dolayı, Hâşimî hakkındaki şüphe muteberdir. Zengin bunun hilâfınadır. Nitekim zekât memuru meselesinde geçti. Onun için Bahır sahibi, «onlar hakkında» diye kayıtlamıştır. Onlardan murad, Benî Hâşim'dir. Fakat biliyorsun ki; zikredilen bu ta'lil, Bahr'ın ifadesinde, Hâşimî'nin mükâtebine zekât vermenin caiz olmaması hakkındadır. Evvelâ hükmünde çekimser kaldığı meseledeki mükâtebin tasarrufunu menetmek için değildir. Hattâ mezkûr ta'lil, bunu asla ifade etmez.
«Şayet âciz kalırsa, sahibine helâl olur.» Çünkü mükâtep mâlik olduktan sonra, o mal yeni bir milk ile sahibine intikal etmiştir. Zira mükâtep, muamele hususunda hürdür. Milkin değişmesi ayn'ın değişmesi gibidir. Sahih bir hadiste, "O, Meymûne'ye sadaka, bize hediyedir" buyrulmuştur.
«Zengin olan fakir» den murad, fakir iken aldığı maldan elinde bir şey kalıp da zengin olan kimsedir. Çünkü o kimsenin zekâta ehil olması için zekâtın verildiği vakit muteberdir. Yolcu hakkında da böyle denilir.
METİN
Musannıf, Müellefe-i Kulûb'dan söz etmemiştir. Çünkü bunlar sakıt olmuşlardır. Sâkıt olmaları; ya illet ortadan kalktığı için, yahut Peygamber (s.a.v.)'in Muaz'a emrinin sonunda, «Zekâtı, zenginlerinden al; fakirlerine ver!» buyurması ile neshe dildiği içindir.
İZAH
Müellefe-i Kulûb, üç kısım idiler. Bir kısmı kâfir idi. Peygamber (s.a.v), kalplerini İslâm'a yatıştırmak için onlara zekât verirdi. İkinci kısma, şerlerinden kurtulmak için verirdi. Üçüncü kısım, müslüman olmuşlardı. Ama Müslümanlıkları zayıf idi. Bunları, "sabit müslüman" olsunlar diye yatıştırırdı. Bu hüküm, nassla sabit olmuş bir hüküm idi. Binaenaleyh, «Zekâtı kâfirlere vermek nasıl caiz olur?» sualine, "Bu, o zaman fakirlerinin cihadından ma'dud idi." Yahut, «Bu, cihaddandır. Çünkü cihad bazen süngu ile; bazen de ihsanla olur» diye cevap vermeye hacet yoktur. Bunu Fetih sahibi söylemiştir.
Müelefe-i Kulûb,Hz. Ebubekir zamanında, Ömer (r.a.)'ın menetmesîyle zekâttan düşürülmüşlerdir. Sahabe bunun üzerine icma etmişlerdir. Evet, senetsiz icma yoktur, diyen kavle göre bunların sukût ettiğini bildiren bir delil olup Rasulullah (s.a.v.)'in vefatından önce bu hükmü neshettiğini; yahut hükmü, Rasulullah (s.a.v.)'in hayatı ile kayıtladığını veya illetin sona ermesiyle sona eren bir hüküm olduğunu bilmek icabeder. Rasulullah'ın vefatından sonra, bunun sona erdiğine ittifak edilmiştir. Meselenin' tamamı Fetih'tedir. Lâkin yerinde beyan edildiği vecihle, icma'ın delilini bizim bilmemiz vâcîp değildir.
«Sâkıt olmaları ya illet ortadan kalktığı içindir.» İllet, dini kuvvetlendirip aziz kılmaktır. İlletin ortadan kalkması; illetin illeti sona erdiği için, hükmün sona ermesi kabilindendir. Onlara zekât vermek, bu illet dolayısıyla idi. Zira dini aziz kılmak için veriliyordu. Sonra Allah İslâm'ı aziz kıtmış; müslümanları müellefe-i kulûba muhtaç olmaktan müstağni bırakmıştır. Bahır. Meselenin tamamı Fetih'tedir.
şârih'in naklettiği Muâz (r.a.) hadisi, nesh hususunda icma'ın istinâtgâhıdır. Peygamber (s.a.v.)'den işittikleri bu hadisle sabit olmuştur. Binaenaleyh onlara nisbetle kat'îdir. Ve kitabı neshedebilir. Bahır sahibi ise, icma'ın İstinâtgâhının Hz. Ömer (r.a.)'ın zikrettiği ayet olduğunu söylemiştir. Onun, icma'ı neshedici kabul etmemesi, sahihin hilâfına olduğu içindir. Çünkü nesh, ancak Peygamber (s.a.v.)'in hayatında olur. İcma ise, ancak onun hayatından sonra mün'akit olur. Nitekim Musannıf bunu Minâh'ta izah etmiştir. Muaz (r.a.) hadisinin metni, Fethu'l-Kadîr'de, Kütübûsitte'den rivâyeten şöyledir: "Sen, Ehl-i Kitap bir kavmin yanına gidiyorsun. Onları, Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Rasulullah olduğuma şehadete davet et! Eğer bu hususta sana itaat ederlerse, kendilerine bildir ki, Allah onlara her gün ve gecede beş vakit namaz farz kılmıştır. Bu hususta da sana itaat ederlerse, onlara bildir ki, Allah kendilerine zekâtı farz kılmıştır. Bu, onların zenginlerinden alınacak, fakirlerine verilecektir... ilh."
Şârih'in, Hidâye sahibine uyarak zikrettiği lâfza gelince: Nuh Efendi Hâşiye'sinde, Hâfız İbn-i Hacer'den naklen, bunu müsnet hadislerin hiçbirinde görmediği bildirilmiştir. Hadisdeki, «Fakirlerine ver!» ifadesinde, zamir müslümanlara racî'dir. Binaenaleyh, kâfir olan müellefe-i kulûba veya fakire zekât verilemez. Müellefe-i kulûbun müslüman fakirlerine, fakirlik vasfından dolayı zekât verilir. Müellefeden olmalarına bakarak verilmez. Şu halde, nesih ya umumidir, yahut hususicihete aittir.
METİN
Beşincisi, borcundan fazla olarak nisap miktarı malı olmayan borçludur Zahîriyye'de, «Borçluya zekât vermek, fakire vermekten evlâdır» denilmiştir.
Altıncısı, fisebilillâhtır. Bundan murad, ordudan geri kalan gâzîdir. Bazıları, kafileden geri kalan hacı; bazıları da, ilim talebesi olduğunu söylemişlerdir. Bedâyi sahibi bunu «bütün kurbetler» diye tefsir etmiştir. İhtilâfın semeresi, evkaf gibi yerlerde kendini gösterir.
Yedincisi, yolcudur. Bundan murad, parası olup da, yanında bulunmayan kimsedir.
İZAH
Sadaka âyetindeki «gârim» den murad, borçludur. Fethu'l-Kadîr'de. alacaklıya da "garim" denilebileceği zikredilmiştir. İbaresi şöyledir: «Gârim borçlu kimsedir. Yahut başkasında alacağı olup da alamayan ve nisaba mâlik olmayan kimsedir.» Ama bu ibare söz götürür. Çünkü Kutbî, «Gârim, borcu olup da ödeyecek şey bulamayan kimsedir» demiştir. Gerçi Sıhah'ta «Gârim, bazan alacaklıya da denilir» denilmişse de, sözümüz bunda değildir. Bizim sözümüz, "garîm" de değil; ondan daha hususi mânâ ifade eden "gârim» kelimesindedir.
Fethu'l-Kadîr'de yapılan ziyadeye gelince: O kimseye zekât vermenin caiz olması; yolcu gibi elinde bir şey bulunmadığından fakir sayıldığı içindir. Nitekim Muhit sahibi böyle ta'lil yapmıştır. Yoksa gârim olduğu için yapmamıştır.
Zeylâî'nin, «Gârim, borçlu olup, borcundan fazla nisaba mâlik olmayan kimsedir. Yahut başkasında alacağı olup, alamayan kimsedir» demesine gelince: Bu sözde, alacaklıya "gârim" denilmiş değildir. Nitekim meydandadır.
«Nisap miktarı malı olmayan» diye kayıtlaması, bütün sınıflarda fakirlik şart olduğu içindir. Bundan yalnız, zekât memuru ile, memleketinde parası olan yolcu müstesnadır. Tahtâvî'nin Hamevi'den naklettiğine göre, Hâşimî olmaması da şarttır.
«Borçluya zekât vermek, borçlu olmayan fakire vermekten evlâdır.»
Çünkü borçlunun ihtiyacı daha fazladır. Ordudan geri kalan gâzi, ya nafakası yahut hayvanı helâk olmakla veya daha başka bir sebeple fakir sayılır. Böyleleri, para kazanmaya muktedir olsalar da, sadaka almaları helâldir. Çünkü para kazanmaya kalkışırlarsa, cihaddan geri kalırlar. Kuhistânî.
Hac kafilesinden geri kalan hacıya zekât almanın helâl olması, İmam Muhammed'in kavlidir. "Fîsebilillâh"ı "ordudan geri kalan" diye tefsir eden kavil, Ebû Yusuf'undur, Musannıf Kenz'e uyarak bu kavli tercih etmiştir.
Nehir sahibi diyor ki: «Gâyetü'l-Beyan'da, bu kavlin daha zâhir olduğu bildirilmiştir.» İsbicâbî'de ise, «Sahih olan bu kavildir denilmiştir.» «Bazıları da, ilim talebesi olduğunu söylemişlerdir.» Zahîriyye ile Hidâye'de böyle denilmiştir. Ama Sürûcî bunu uzak görmüş, «Âyet indiği vakit, ortada kendilerine "talebe" denilecek kimseler yoktu» demiştir.
Şürunbulâliyye'de ise, «Onun bu mânâyı ihtimalden uzak görmesi, ihtimalden uzaktır. Çünkü ilimtalebi, ahkâm çıkarmaktan başka bir şey değildir. Hangi araştırıcı Peygamber (s.a.v.)'den hüküm olmak için Ashâb-ı Suffe gibi onun meclisine devam eden kimse rütbesine ulaşabilir! Binaenaleyh "ilim talebesi" diye yapılan tefsir güzeldir. Bâhusus Bedâyi'de, «Fîsebîlillâh, bütün kurbetlerdir» denilmiştir. Binaenaleyh, Allah'a taat ve hayır yolunda muhtaç kalan herkes bunda dahildir.»
Şârih, «İhtilâfın semeresi» demekle, bu ihtilâfın hükümde değil, sadece âyetten muradın ne olduğunu tefsirde olduğuna işaret etmiştir. Onun için Nehir'de şöyle denilmiştir: «ihtilâf lafzîdir. Çünkü ulema, zekât memurundan maada bütün sınıflara fakirlik şartı ile zekât verileceğine ittifak etmişlerdir. Ondan sonra hac kafilesinden geri kalan hacı gelir.» Yani ona da ittifaken zekât verilir. Bundan dolayıdır ki, Sirâc ve diğer kitaplarda, «Hilâfın faydası, vasiyette kendini gösterir.» denilmiştir. Yani vasiyette evkaf ve adaklarda kendini gösterir, demek istemiştir. Bahır'da, Nihaye'den naklen şöyle denilîyor: «Ordudan veya hac kafilesinden geri kalan kimsenin, vatanında malı yoksa, o kimse fakirdir. Varsa o kimse yolcudur...» Şu halde, "Zekât verilecek kısımlar nasıl yedi oluyor?" dersen, ben de derim ki: O kimse fakirdir. Şu kadar var ki; kendini sırf Allah'ın ibadetine vermekle, bu fakirliği arttırmıştır. Binaenaleyh bu kayıttan hâli olan mutlak fakire aykırıdır.
«Bundan murad, parası olup da, yanında bulunmayan kimsedir.» Kendisi ister vatanından başka yerde bulunsun; ister vatanında olup almaya imkân bulamadığı alacakları olsun, fark etmez. Nitekim Nikâye'den naklen Nehir'de böyle denilmiştir. Lâkin Zeylâî ikinciyi birinciye katmış ve şöyle demiştir: «Malından uzakta bulunan herkes buna ilhak edilir. Velev ki memleketinde malı olsun. Zira muteber olan hacettir. O da mevcuttur. Çünkü o kimse, elinde bir şey bulunmadığına bakarak fakirdir. Velev ki zâhiren zengin olsun.» Dürer ve Fetih sahipleri de Zeylâî'ye tâbi olmuşlardır. Şârih'in sözünden dahi bu anlaşılmaktadır.
Fetih'te şu cümleler de vardır: «Yolcuya, hacetinden fazlasını almak helâl değildir. Evlâ olan, imkân bulursa ödünç almaktır. Ama bu, kendisine farz değildir. Çünkü ödemekten âciz kalması caizdir. Eline mal geçtiği zaman, aldığı zekâttan artanını tasadduk etmesi lâzım gelmez. Nitekim fakir zengin olduğu zaman ve mükâtep ödemekten âciz kaldığında hüküm budur. Yani ellerinde zekât malından bir şey kalmışsa, tasadduk etmeleri lâzım gelmez.»
Ben derim ki: Bu, fakirin hilâfınadır. Çünkü fakirin, hacetinden fazlasını alması helâldir. Bununla o, yolcudan ayrılır. Nitekim bunu Zahîre sahibi beyan etmiştir.
METİN
Alacağı, vadeli veya gaip birinde; yahut fakirde veya inkâr edende olan kimse de yolcu sayılır. Esah kavle göre, velev ki beyyinesi bulunsun.
Zekât veren kimse, bu sınıfların hepsine veya bazısına - velev herhangi sınıftan bir kişiye olsun - verebilir. Çünkü cins bildiren "eliflâm", topluluğu iptâl eder. Şâfiî, her sınıftan üç kişiye verilmesini şart koşmuştur. Yukarıda geçtiği vecihle zekâtı vermek, mübah kılmakla değil, temlik yolu ile olmak şarttır.
İZAH
Alacağı vadeli olursa, nafakaya muhtaç kaldığı takdirde vadesi gelinceye kadar kendisine yetecek miktarda zekât olması caizdir. Bunu, Hâniyye'den naklen Nehir sahibi söylemiştir. Borçlu gaip olursa borç vadeli olmasa bile zekât alabilir. Çünkü o anda borcunu almaya imkân yoktur. T. Sahih kavle göre, borçlu fakir olduğu takdirde dahi, alacaklının zekât alması caizdir. Çünkü yolcu mesabesindedir.
Borçlu zengin olup borcunu itiraf ederse, alacak sahibinin zekât alması caiz olmaz. Nitekim Haniyye'de beyan edilmiştir. Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse, kocasında nisap miktarı mehir alacağı olan fakir bir kadına zekât verirse; kocası zengin olup, kadın istediği vakit mehrini verebilecek vaziyette ise, bu zekât caiz değildir. İstenildiğinde veremeyecek gibi ise, caizdir»
Bahır'da, «Mehirden murad, peşin verilmesi adet olan miktardır. Aksi takdirde, o vadeli borçtur. Zekâta mâni değildir» denilmiştir ki, Hâniyye' nin umumi olan sözünü mukayyet yapar. Ve kocasının vermemesi, fakir düşmesi mesabesindedir. Bununla sair borçlar arasında fark vardır. Lâkin Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Koca zengin olur da, peşin verilen mehir nisap miktarını doldurursa, İmameyn'e göre zekât alması caiz değildir.» İhtiyaten fetva bununla verilir. imam-ı Âzm'a göre, mutlak surette caizdir. Sirâç sahibi diyor ki: «Bu hilâf, İmam-ı Âzam'a göre zimmetteki mehir nisap olmadığına; İmameyn'e göre nisap olduğuna binaendir.»
Ben derim ki: Galiba birincinin vechi, mehrin zayıf borç olmasıdır. Çünkü mal bedeli değildir. Onun içindir ki, teslim alıp da üzerinden yeni bir sene geçmedikçe, zekâtı vâcip olmaz. Vücup hakkında, teslim alınmazdan önce mehir nisap olmaz. Almanın caiz olması hakkında da böyledir. Lâkin bundan, mehri müeccel ile mehr-i müeccel arasında fark olmamak lâzım gelir.
«Esah kavle göre velev ki beyyinesi bulunsun.» Nehir'de Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Borçlu yereceğini inkâr eder; alacaklının da âdil beyyinesi bulunursa, alacaklıya zekât helâl olmaz. Hâkim yemin ettirmedikçe, âdil beyyinesi bulunmaması halinde de hüküm budur. Asıl'da (İmam Muhammed) inkâr edilen borcu nisap saymamış; âdîl beyyine bulunup bulunmaması hakkında fark dahi yapmamıştır.»
Serahsî, «Sahih olan, Kitabın yanı Asl'ın cevabıdır. Zira her hâkim âdil olmadığı gibi, her beyyine de makbul değildir. Hakimin huzurunda diz çökmek züldür. Bunu herkes yapamaz. Buna bel bağlamamalıdır. Nitekim ikdülferâid'de böyle denilmiştir» demiştir.
Ben derim ki: Zekâtın başında, bu bâbda sahih kavillerin muhtelif olduğunu arzetmiştik. Rahmetî bu kavle meyletmiş ve «Hattâ bizim zamanımızda borçlu, borcu ve borcun kabını ikrar eder de, alacaklı yine elinden bir şey kurtaramaz. Binaenaleyh bu, yok hükmündedir» demiştir.
«Çünkü cins bildiren "eliflâm", topluluğu iptal eder.» Cins bildiren eliflâm'dan murad, âyetteki «Lilfukarâi» kelimesinin başındaki harf-i tariftir. Bu harf-i tarif, cinse, yani hakikate delâlet eder.
Halebî diyor ki: «Bu, yedi sınıf zekât ehlinden sadece bir kişiye vermenin caiz olduğunu talildir. Yalnız bir sınıfa vermenin caiz olmasına gelince, onun illeti şudur: Ayetten murad, kendilerine zekât vermek caiz olan sınıfları beyân etmektir. Yoksa onlara vermeyi tayin etmek değildir. Bahır.» Bu husustaki istidlâlin beyanı, Fethu'l-Kadîr ile diğer kitaplardadır.
«Zekâtı vermek, temlik suretiyle olur. Mübah kılmakla olmaz.» Binaenaleyh yemek yedirmek zekât yerine geçmez. Meğer ki temlik suretiyle yedirmiş olsun. Yemeği evinde yedirerek, bununla zekâta niyet etse, kâfi gelmez. T.
Temlik sözü ile Musannıf, zekâtın deliye ve mürâhik olmayan küçük çocuğa verilemeyeceğine işaret etmiştir. Ancak bunlar namına, baba ve vasi gibi teslim alması caiz olan kimseler alırlarsa, caizdir. Almayı akıl eden mürâhik çocuğa zekât verilebilir. Nitekim Muhit'te beyan edilmiştir. Kuhistânî. Bu husustaki sözün tamamı, zekât bahsinin başında geçmişti.
METİN
Mescid gibi şeyleri yaptırmak için zekât verilemediği gibi; cenaze kefenlemek ve borcunu ödemek için de verilemez. Fakat sağ olan fakirin borcunu ödemek için - emri ve izni ile olur da ölürse - caizdir. Kitabın mutlak ifadesi caiz olmadığını gösterir ki, maksat da budur. Nehir. Âzad ettiği kölenin kıymetine de zekât verilmez. Zira temlik yoktur. Temlik rükündür. Evvelce arzetmiştik ki; bu hususta hîle (yani çâre), zekâtı bir fakire verip, sonra bu söylenen şeyleri yapmasını emretmektir. Acaba, fakir bu şahsın emrine muhalefet edebilir mi?Bunu bir yerde görmedim. Zâhire bakılırsa, evet edebilir.
İZAH
Mescid gibi şeylerden murad, köprü ve dolap yaptırmak, yolları düzeltmek, nehir kiralamak, hac ve cihad etmek ve temlik sayılmayan her şeydir. Zeylâî.
«Cenaze kefenlemek» için zekât verilemez, çünkü temlik yoktur. Görmüyor musun, ölen kimseyi bir yırtıcı hayvan paralasa, kefeni teberru edene ait olur; mirasçılarına lâzım gelmez. Nehir. ölenin borcunu ödemek için de zekât verilemez. Çünkü dirinin borcunu ödemek, borçlu tarafından temlik iktiza etmez. Şu delil ile ki; alacaklı ile verecekli, verecek olmadığında uzlaşsalar, borcu veren, verdiğini alır. Borçlu alamaz. Zeylâî. Yani ölenin borcunu ödemek, evleviyette kalır. Anlaştıkları surette, verenin verdiğini geri alması, bu anlaşmayla borçlunun borcu olmadığı meydana çıktığı içindir. Binaenaleyh alacaklı, hakkı olmayan şeyi almıştır. Çünkü aldığını, vereceklisinin zimmeti namına almıştır. «Borçlu alamaz» demesi, o da buna mâlik olmadığı içindir. Bahır sahibi bunu «borçlunun emri olmaksızın verdiyse» diye kayıtlamıştır. Emri ile verdiyse, borçlu tarafından temliktir; ondan ister. Borç verenden isteyemez. Yani bir kimse başkasının borcunu emri ile öderse; sahih kavle göre, sonra senden alırım diye şart koşmaksızın ondan isteyebilir. Bu muamele, borçlu tarafından karz (ödünç) yoluyla temlik olur. Sonra bu izah, verdiği para ile borçluya zekâtı niyet etmediğine göredir. Aksi takdirde hiçbirinden isteyemez. Nitekim yakında beyan edeceğiz.
«Emri ve izni olursa caizdir.» Yani zekât yerine geçer. Çünkü bu ona temliktir. Alacaklı o parayı vekil olarak alır; sonra kendisi için teslim almış olur. Fetih.
Buradaki kitaptan murad, ya Hidâye yahut Kudûrî'dir. Çünkü bunlar, ölenin borcunu «emri olursa» diye kayıtlamaksızın, mutlak söylemişlerdir. Asıl bahis, Hidâye Şerhi'nde Kemal b. Hümâm'a aittir. Ve şöyle demiştir: «Gaye adlı eserde, Muhit ve Müfid'den naklen bildirildiğine göre, bir kimse zekât ile emrine binaen, dirinin veya ölünün borcunu öderse caizdir.» Hâniyye'nin zâhir olan ibaresi buna uygundur. Lâkin kitabın mutlak olan ibaresinin zâhiri ölüde mutlak olarak caiz olmadığını göstermektedir. Hulâsa'dan anlaşılan da budur. Çünkü şöyle demiştir: «Dirinin izni olmaksızın, dirinin veya ölünün borcunu öderse caiz olmaz.» Görülüyor ki; diriyi kayıtlamış, ölüyü mutlak olarak bırakmıştır.
«Maksat da budur» Çünkü temlik olması mutlaka lâzımdır; temlik, emrettiği zaman olmaz. Memur olan şahıs verirken, nâip de alırken olur. O zaman borçlu, mülk sahibi olmaya ehil değildir. Çünkü ölmüştür.
Bu izaha göre, yukarıda mutlak zikredilen uzlaşma meselesi, ödeme, borçlu emretmeden yapıldığına yorumlanır. Emri ile yapılırsa, borçludan istemesi caiz olmak gerekir. Çünkü olsa olsa, o kimse borçludur, zannı ile bir fakire para temlik etmiştir. Borçlu olmadığının anlaşılması, Allah için verildikten sonra temlik etmemek hususunda bir tesir icra etmez. Nehir'de böyle denilmiştir. Bu söz Feth'in ibaresinden kısaltılmıştır. Lâkin «Borçludan istemesi caiz olmak gerekir» cümlesi, Feth'in ibaresinde yoktur. Bu, bir kalem hatasıdır. Çünkü bu söz, yukarıda arz ettiğimiz vecihle parayı verirken zekâtı niyet etmediği hususa aittir. Şimdi bizim sözümüz ise, zekâtı niyet ettiği yer hakkındadır. Ta'lîl buna delâlet eder. O zaman o şahıs, hiç birinden bir şey isteyemez. Çünkü, verdiği zekâttır. Evet, borçlu bunu alacaklısından isteyebilmelidir. Çünkü alacaklı, o parayı borçlunun nâibi olarak almış; sonra para kendinin olmuştur. Birbirlerini tasdik edip anlaşmalarından, kendisi için almış olmasının sahih olmadığı anlaşılmıştır. Binaenaleyh borçlu olan sahibinin malı olarak kalır.
Sonra gördüm ki; Allâme Makdisî, Fethu'l-Kadîr sahibinin bahsettiğine itirazda bulunmuş ve şunları söylemiştir: «Vermek borçluya niyabeten olmuştur.» Çünkü onun borcu ödenmiştir. Ortada borç olmayınca, teslim almaktaki bu zımnî tevkil muteber değildir. Çünkü o, borç zaruretinden dolayı sâbit olur. Halbuki borç yoktur. Binaenaleyh teslim almak da yoktur. Fakir için milk dahi yoktur.
Ben derim ki: Bu ibare söz götürür. Çünkü alacaklısına vermesini emretmesi, ortada borç olmadığı anlaşılmakla bâtıl olmaz. Nitekim ecnebîye vermesini emretse hüküm budur. Binaenaleyh zımmen değil, kasten teslim almaya vekil olur.
«Âzad ettiği kölenin kıymetine de zekât verilmez.» Yani malının zekâtı ile satın aldığı köleyi âzad ederken; yahut aleyhine köle âzâd olurken - ki zekât parasıyla babasını satın almanın hükmü budur - kölenin kıymetine zekât verilmez.
«Bu hususta hile» yani zekât sahih olmak şartıyla bu söylenilen şeyleri vermenin çâresi, bunları bir fakire tasadduk etmek, sonra ona emrederek bunları kendisine yaptırmaktır. Bu takdirde zekâtın sevabı kendisinin; yaptırdığı hayıratın sevabı da fakirin olur. Bahır.
«Zâhire bakılırsa, evet edebilir.» Bu incelemeyi yapan Nehir sahibidir ve «Çünkü temlikin sahih olmasının muktazası budur» demiştir.
Rahmetî diyor ki: «Zâhire bakılırsa bunda şüphe yoktur. Çünkü ona temlik ettiği parayı malının zekâtı namına vermiş; bir de fâsit şart koşmuştur. Hîbe ile sadaka, fâsit şartla bozulmazlar.»
METİN
Aralarında doğum itibariyle karabet bulunan kimseye - bir fakirin kölesi olsa bile - zekât verilemediği gibi; aralarında karı-kocalık bağları bulunan kimseye dahi zekât verilemez. Velev ki, "bâintalâk"la boşanmış kadın olsun.
İmameyn, «Böyle bir kadın kocasına zekât verebilir» demişlerdir. Zekât veren, kölesine, mükâtep veya müdebber bile olsa, zekât veremez.
İZAH
Zekât verenle alan arasında, oğul-baba gibi doğum karabeti bulunursa, birbirlerine zekât veremezler. Çünkü bunların aralarında milk menfaatleri birbirlerine bitişiktir. Binaenaleyh temlik tam olarak tahakkuk etmez. Hidâye. Doğum karabeti, bir kimsenin "usul"leri ile "fürû"larıdır.
"Usül"den murad, anne babası ve yukarıya doğru dedeleri ve ceddeleridir.
"Fürû"dan murad da, çocukları ve aşağıya doğru çocuklarının çocukları... ilhdir. Bunlar, meşru ve gayrimeşru çocuklara şâmildir. Binaenaleyh, zinadan olan çocuğu ile, evlatlıktan reddettiği" çocuğuna dahi zekât veremez. Nitekim gelecektir. Sadakayı fıtr,s nezir ve keffaretler gibi vâcip sadakaların hükmü de budur. Nâfile sadaka ise verilebilir. Hattâ verilmesi evlâdır. Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiştir.
Maden'lerin 1/5'ini vermek de caizdir. Çünkü 4/5'ü yetmediği zaman 1/5'ini kendisine saklaması caizdir. Nitekim İsbicâbî'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Musannıf'ın «doğum akrabalığı» diye kayıtlaması, fakir olan kardeş, amca ve dayı gibi geri kalan akrabaya zekât vermek caiz olduğu içindir. Hattâ zekâtı bunlara vermek evlâdır. Çünkü bu bir sıla ve sadakadır. Zahîriyye'de şöyle denilmektedir: «Sadaka vermeye akrabadan başlanır. Sonra mevlâlar, sonra komşular gelir. Bir kimse zekâtını, nafakası kendisine vâcip olan akrabasına verse, nafakadan saymadıysa caiz olur. Bahır.» Biz bunu açık olarak zekât bahsinin başında arzetmiştik. Zekâtı üvey annesine, onun oğluna, kızının kocasına vermek caizdir. Tatarhâniyye.
Kınye'de beyan edildiğine göre, hasta bir kimse, zekâtını mirasçısı olan kardeşine verirse, caiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf edilmiştir, Bazıları caiz olacağını; bazıları da olamayacağını söylemişlerdir. Nasıl ki, bir
kimse kendisi namına haccedilmesini vasiyet ederse, vasi o parayı ölenin akrabasına veremez. Çünkü bu vasiyettir. Bazıları vasiyete itibar ederek, varislerin red hakkı olduklarını söylemişlerdir. Fukahanın zâhir olan sözleri, birinci kavle şâhittir. Bu kavli Bahır sahibi dahi zâhir bulmuştur.
Ben derim ki: Bana son kavil daha zâhir geliyor ki o da o kimseyle Allah Teâlâ arasında zekât vâki olmasıdır. Varisler bunu bilirlerse, varise vasiyet hükmünde olması itibariyle reddedebilirler. Malınzekâtı bâbından az önce Muhtârât ve diğer kitaplardan naklettiğimiz ibare dahi buna şâhittir. Orada, «Vasiyet 1/3'den fazla olur da o kimse bu parayı ölüm hastalığında ödemek isterse, mirasçılardan gizli olarak verir» demiştik. Yine orada arzetmiştik ki, fukahanın «gizlice» demelerinden anlaşılan şudur: Mirasçılar bunu bilirlerse, malın 1/3'den fazlasını almaya hakları vardır. İki mesele arasında şöyle fark yapılabilir. O meselede, hasta, borcundan kurtulmak için 1/3'den fazlayı vermeye mecburdur. Mirasçısına vermesi bunun hilâfınadır.
FER'Î BÎR MESELE: Fakir olan anne babasına zekât vermek için hîle yapmak; meselâ zekâtı bir fakire vererek, fakirin onlara vermesi mekruhtur. Nitekim Kınye'de beyan edilmiştir. Vehbâniyye şerhi'nde, «Bu mesele meşhurdur. Kitapların ekserisinde zikredilmiştir» denilmektedir.
Şârih, «Bir fakirin kölesi olsa bile» diyor. Ben bu cümleyi çok araştırdım, fakat başkasının zikrettiğini görmedim. Bu ibare müşkildir. Çünkü milk, kölenin fakir olan sahibine ait olur. Sonra Rahmetî'nin eserinde gördüm ki: «Bunu Şilbî Tebyîn Hâşiyesi'nde "denildi ki" sözü ile hikâye etmiştir. Arkacığından da, bazıları, "köle olan çocuk ile zevcede dahi böyledir" demişlerdir» diyor. Yani onlara zekât verilmez demek istiyor. Sonra Şilbî'nin ibaresini aynen Mi'râc'da gördüm: «Denildi» sözü ile ifadede bulunmanın muktezası, onun zayıf olduğunu göstermektir. Sebebi, yukarıda söylediğimizdir. Allah'u âlem!
«Velev ki bâintalâkla boşanmış kadın olsun.» Yani velev ki üç talâkla boşanmış da, iddetini beklemekte olsun. Bunu Mi'râc-ı Diraye'den naklen Nehir sahibi söylemiştir.
Zekât veren kimse, bir kısmını âzad ettiği köleye zekât veremediği gibi; köle, doğum veya evlilik cihetlerinden biri ile akrabası bulunan bîr kimse arasında ortak olursa hüküm yine budur. Zira Bahır'da ve Fethu'l-Kadîr'de, "Oğlunun mükâtebine zekât vermek caiz değildir. Nasıl ki oğluna vermek de caiz değildir» denilmiştir. Şurunbulâliye, Köle, mükâtep veya mudebber de olsa ona zekât veremez. Çünkü bunlarda temlik yoktur. Bir de, mükâtebin kazancında sahibinin hakkı vardır. Zeylâi
Şurunbulali, Şârih'in "memluk" kelimesini mükâtebe de teşmil etmesine itirazda bulunmuş; "Fukaha, bir kimsenin "benim her memlûküm hür dür" sözünün mükâtebe şâmil olmadığını açıklamışlardır. Çünkü mükâtep mutlak memlûk (köle) değildir. O, teslim alma hususunda mal sahibidir" demiştir.
Ben derim ki: Şöyle de cevap verilebilir. Orada "memlûk" sözü, mükâtebe şâmil değildir. Çünkü mutlak sözün, kâmil mânâya yorumlanması şüphesi vardır. Binaenaleyh âzâd olmaz. Çünkü şüphe def'e yarar; isbata yaramaz. Burada bu şüpheyi dikkate almayı gerektiren bir şey yoktur.
METİN
Zekât veren kimse, bir kısmını âzâd ettiği köleye dahi zekât veremez. Bütün kölenin kendi malı olması ile; yarısı kendinin, yarısı oğlunun olup, baba fakir halde kendi hissesini âzâd etmesi arasında fark yoktur. Ona zekât veremez. Çünkü ya mükâtebidir. Yahut oğlunun mükâtebidir. Ecnebî birisi ile aralarında müşterek olan köleye gelince: Onun hükmü, yukarıda geçenlerden anlaşılmıştır. Çünkü köle ya kendinin mükâtebidir yahut başkasınındır. İmameyn, mutlak suretle caiz olduğunu söylemişlerdir. Zira köle ya tamamıyla hürdür, yahut borçlu hürdür. Anla!
İZAH
Bilmiş ol, ki, İmam-ı Âzam'a göre bir kısmı âzâd edilen kölenin hükmü -şayet köle tamamıyla âzâd edenin malı ise - âzâd ettiği kadar hür olur. Geri kalan kıymeti hakkında, sahibi onu çalıştırmakla âzâd etmek arasında muhayyerdir, Köle müşterek ise, âzâd eden ortak zengin olduğu takdirde, diğer ortağın kendi hissesi hakkında köleyi çalıştırmaya, yahut âzâd edene ödettirmeye hakkı vardır. ödeyen taraf, ödediğini köleden alır. Yahut ortağı, kölenin kalan kısmını âzad eder. Âzad eden ortak fakir ise, sadece köleyi çalıştırır. Başka bir şey yapamaz. İmameyn'e göre ise, kölesinin bir kısmını âzâd edince, bütün köle âzâd olur. Köle çalışıp bir şey ödemez. Ortak, kölenin bir kısmını âzâd ederse, zengin olduğu takdirde diğer ortağa sadece ödetmek; fakir olduğu takdirde, sadece köleyi çalıştırmak kalır. Âzâd eden, köleden bir şey alamaz. Bu hükümlerin tamamı kendi bâbında gelecektir.
«Çünkü mükâtebidir, yahut oğlunun mükâtebidir.» Çünkü mesele; köle ya kendinin, yahut kendisi ile oğlu arasında ortak bulunduğuna göre takdir edilmiştir. Oğluyla ortak ve zengin olursa, oğlu ödettirmeyi tercih ettiğinde, babası öder ve ödediğini köleden alır. Artık bu köle onun mükâtebidir. Baba fakir, yahut zengin fakat oğlu köleyi çalıştırmak isterse, köle oğlunun mükâtebidir. Oğlunun mükâtebine zekât vermek, caiz değildir. Nitekim oğluna vermek de caiz değildir.
Ecnebî biri ile aralarında müşterek olan köle hakkında Bahır'da şöyle denilmiştir: «Köle, iki ecnebî kimse arasında ortak olur da, birisi fakir olduğu halde hissesini âzâd eder; ses çıkarmayan ortak köleyi çalıştırmayı tercih ederse, âzâd eden ortak ona zekât verebilir. Çünkü köle ortağının mukatebedir. Ses çıkarmayan ortak ona zekât veremez. Çünkü mükâtebidir. Âzâd eden ortak zengin olur da, ses çıkarmayan ortak hissesini ödetmeyi tercih ederse, ses çıkarmayan, zekâtını köleye verebilir. Çünkü ecnebîdir. Âzâd eden ortak ödetmeyi tercih ettikten sonra köleyi çalıştırmayı isterse, ona zekât veremez.
"Çünkü köle ya kendinin mükâtebidir; yahut başkasınındır." Yani zekât veren ,ses çıkarmayan ve köleyi çalıştıran ortaksa ve kendisi de fakir bulunursa; yahut zekâtı veren, köleyi âzâd eden zengin ortak olup, ses çıkarmayan taraf ödettikten sonra köleyi çalıştırırsa, köle kendi mükâtebidir. Başkasının olmasından murad şudur: Birinci surette, zekâtı veren ortak âzâd eder; yahut ikinci surette ses çıkarmayan ortak âzâd eder. Nitekim yukarıda Bahır'dan naklen arz ettiğimizden anlaşılmıştı.
İlk iki meselede köleye zekât vermek caiz değildir. Çünkü kendinin mükâtebidir. Nitekim Musanıf'ın ve Şârih'in, «Zekât verenin, kölesine - velev ki mükâtep olsun - zekât vermesi caiz değildir» sözlerinden anlaşılmıştır. Son iki meselede zekât vermek caizdir. Çünkü köle başkasının mükâtebidir. Nehir sahibi diyor ki: «Fakir adamın zekât vermesi nasıl tasavvur olunur, dersen; bende derim ki: Âzad etmezden önce istihlâk edilen malın zekâtıdır, diye tasavvur edilebilir. Âzad ederken o kimse fakirdir.»
«İmameyn mutlak surette caiz olduğunu söylemişlerdir.» Yani Onlara göre, âzâd eden kimse zengin olsun fakir olsun; kölenin tamamı kendinin olsun veya oğluyla, yahut ecnebî biri ile aralarında müşterek olsun caizdir.
«Zira köle ya tamamıyla hürdür.» Yani borçlu değildir. Bu suret, kölenin tamamı veya bir kısmı âzâd edenin olup, âzâd eden zengin olduğu, ses çıkarmayan ortak da ona ödettiği haldir.
«Yahut borçlu hürdür.» Yani âzâd eden fakir olduğu surettedir. Zira bu suretle köle, ses çıkarmayan ortak için çalışır, kendisi hürdür. Şârih «Anla!» sözü ile, bu meseleyi itiraz götürmez şekilde yazdığına işaret etmiştir. îtirazı, Dürer sahibi Hidâye'ye karşı yapmıştır. Velev ki Hidâye şârihleri te'vile çalışmış olsunlar. Nitekim müracaat edilirse görülür.
METİN
olan zengine dahi zekât verilmez. Meselâ bir kimsenin 200 dirhem etmeyen otlak hayvanı nisabı olur. (Ona zekât verilmez). Nitekim Bahır ve Nehir sahipleri kesinlikle buna kail olmuş; Musannıf dahi, «Bundan anlaşılır ki, Vehbâniye ile şerhindeki, "Ona zekât helâldir ve ona zekât lâzımdır." sözü zayıftır» diyerek Onların sözünü ikrar etmiştir.
İZAH
Kuhistânî, zengin meslesinden, mükâtep ile yolcuyu ve zekât memurunu istisna etmiştir. Bunun muktezası, mükâtebe zekât vermenin caiz olmasıdır. Velev ki kitâbet bedelinden fazla bir nisabı elde etmiş olsun. Biz yukarıda İbni Şilbî Şerhi'nden buna benzer sözler nâkletmiştik. Zekâtı sultana vermek meselesinden ise, zekât bahsinin başında söz geçmişti. Keza bir fakir için bir cemaattan zekât toplama meselesinden de bahsetmiştik.
«Aslî hacetinden fazla ilh...» ifadesi hakkında Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Hacet miktarı, Kerhi'nin Muhtasar'ında beyan ettiğidir. O şöyle demiştir: Evi ve evinde kullanacağı eşyası, hizmetçisi, atı, silahı, giydiği elbisesi, ilim ehlindense ilim kitaplarına mâlik olan bir kimseye zekât verilmesinde beis yoktur. Bundan fazla malı olur da, kıymeti 200 dirhemi bulursa, sadaka alması haram olur. Çünkü Hasan-ı Basrî'den rivayet olunduğuna göre, Ashâb-ı Kirâm 10.000 dirhem kıymetinde silah, at, hane ve hizmetçiye mâlik olan bir kimseye zekât verirlermiş. Bunun sebebi, bu eşyanın her insana mutlaka lâzım olan hacetlerden olmasıdır. Feteva'da zikredildiğine göre, bir kimsenin dükkânları ve kiralık evleri bulunur da, geliri kendine ve çoluk çocuğuna yetmezse, o kimse fakirdir. İmam Muhammed'e göre sadaka alması helâldir. Ebû Yusuf'a göre helâl değildir. Keza bağı olur da geliri kendisine yetmezse hüküm yine budur. Elinde 200 dirhem kıymetinde yiyecek bulunursa, kendisine bir ay yettiği takdirde zekât alması helâldir.,Bir sene yetecek kadarsa, bazılarına göre helâl değil,
bazılarına göre helâldir. Çünkü eldeki ihtiyacına harcamak için hak edilmiştir. Binaenaleyh yok hükmündedir. Peygamber (s.a.v.) kadınlarının bir senelik yiyeceğini biriktirirdi. Bir kimsenin kışlık elbisesi olur da, yazın bu elbiseye muhtaç kalmazsa, sadaka alması helâldir. Bu meselelerFetevâ'da zikredilmiştir.» Kerhî'nin yemek meselesinde ikinci kavli ta'lil etmesine bakılırsa, ona itimat ettiği anlaşılır.
Tatarhâniyye'de Tehzib'den naklen, «Sahih olan budur» denilmiştir. Yine Tatarhâniyye'de Suğra'dan naklen bildirildiğine göre, bir kimsenin, içinde oturduğu hanesi bulunur da hacetinden artarsa, (mesela boş odaları varsa) o kimsenin sadaka alması helâldir. Sahih olan kavil budur. Aynı eserde beyan edildiğine göre İmam Muhammed'e, "Bir kimsenin ektiği arazisi, yahut kirada dükkânı veya hanesi olup 3000 dirhem getirir, fakat kendisi ile çoluk çocuğunun senelik nafakasına yetmezse, zekât alması helâl mıdır?" diye sorulmuş; "Yetecek kıymette bile olsa, zekât alması helâldir." cevabını vermiştir. Fetva buna göredir. Şeyhayn'a göre helâl değildir. Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Bana da, «Bir kadın, kocasının evine gelin gittiği cihazı ile zengin sayılır mı?» diye soruldu. Yukarıda geçenlerden anlaşılıyor ki, ev eşyası ile giyilen elbise ve kullanılan kaplar gibi, bu kadının emsaline lâzım olan şeyler aslî hacetden sayılır. Bundan fazlası, mücevherat, kap kacak ve eşya gibi ziynet maksadıyla kullanılan şeyler nisabı doldurursa, kadın bunlarla zengin olur. Sonra Tatarhaniyye'nin sadakai fıtr bâbında gördüm ki, Hasan b Ali (r.a.)'a, "kadının bayramlarda takındığı ve kocasına süslendiği - ticaret için olmayan - mücevherat ve incilerine sadaka-i fıtr var mıdır?" diye sorulmuş; «Evet nisabı doldurursa vardır» cevabını vermiş. Aynı şeyler Ömer el Hâfız'a sorulmuş, o, «Hayır bunlara bir şey lâzım gelmez» demiş. Bunun hâsılı şudur ki, altınla gümüşten başka ziynet eşyasının aslî hacetten sayılıp sayılmamasında hilaf vardır. Allah'u alem!
«Nitekim Bahır ve Nehir sahipleri kesinlikle buna kail olmuş.» Bahır sahibi şöyle demiştir: «Artan nisapta beş deve dahildir.» Bir kimse bunlara mâlik olur; yahut kırda gezen herhangi otlak hayvanlarından nisaba mâlik olursa, - 200 dirhem etsin etmesin - o kimseye zekât vermek caiz değildir. Bunu, Hidâye Şârihleri açıklamışlardır.
Vehbâniyye'nin zayıf görülen sözü, kitabının sonundaki elgâz bahsindedir.
METİN
Lâkin Şurunbulâliye sahibi Vehbâniyye'nin sözüne itimat etmiş ve kesin bir lisanla Bahr'ın sözünün vehim olduğunu anlatmıştır. Bir kimse, müdebber bile olsa, zengin olan memlûküne zekât veremez. Velev ki sahibi, çoluk çocuğu arasında bulunmayan kötürüm olsun. Yahut sahibi gaip bulunsun. Mezhep budur. Çünkü mâni, milkin sahibine ait olmasıdır. Bundan, zengin mükâtep ile borç bütün malını kaplayan borçlu me'zun köle müstesnadır. Bunlara zekât vermek caizdir.
İZAH
Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir: «Bahır'da buna muhalif olarak verilen izahat vehimdir. Buna dikkat etmelidir. Mezkûr izahatın hilâfını El-Eşbâh'ın Elgaz bahsinde zikretmiştir. Binaenaleyh kendi kendini nakzetmiş demektir.
Ben, Hidâye Şârihlerinden hiçbirinin, Onun iddia ettiği şeyi söylediğini görmedim. Onların ibareleri bunun söylediğinin aksini ifade etmektedir. Şu kadar var ki, înâye'de «Zekâtı, - ister altın, gümüşten, ister otlak hayvanlarından; yahut ticaret eşyasından olsun - nisaba mâlik bulunan bir kimseye vermek caiz değildir» denilmiştir. Bu suretle Bahır'ın sözünün vehim olduğu anlaşılmıştır. Ama bu söz reddedilmiştir. Çünkü İnâye'nin «İster altın gümüşten olsun ilh...» sözü, nisabın kıymetle takdir edildiğini gösterir. Bu hususta ticaret eşyası ile otlak hayvanlarının arasında fark yoktur. Çünkü ticaret eşyasının kıymeti 200 dirhemi bulmadıkça nisabı yoktur. "Muteber olan nisab miktarıdır" diye Tebyîn ve diğer kitaplarda sarahat vardır. Bu meseleye Kâfî'de, Reygamber (s.a.v.)'in, «Her kim yetecek kadar malı varken dilenirse ,insanlardan ısrarla istemiş olur» hadîs-i şerifi ile istidlâl edilmiştir. Ashâb, «Ona yetecek şey nedir?» diye sorduklarında, Rasulullah (s.a.v.), «200 dirhem yahut onun dengidir» buyurmuşlardır. Bu hadis mutlak olduğu için otlak hayvanının kıymetinin itibara alınacağına şâmildir. Otlak hayvanlarının kıymetine itibar edileceği, Eşbâh, Sirâc, Vehbâniyye ve şerhlerinde, Zehâir-i Eşrefiyye ve Cevhere gibi birçok kitaplarda hilâfsız bildirilmiştir.
Merginâni şöyle diyor: «Bir kimsenin 200 dirhemden daha az kıymette beş devesi olursa, zekât alması helâldir. Vermesi de vâciptir. Bundan anlaşılır ki, hangi maldan olursa olsun ve kendi cinsinden nisabı doldursun doldurmasın muteber olan, altın gümüşün nisabıdır.» Bu satırlar kısaltılarak Şurunbulâliye'den alınmıştır. Tahtâvî iki kavlin arasını bulmuş; zekâtı haram kılan nisap hakkında İmam Muhammed'den iki rivayet
olduğunu söylemiştir. Bu rivayetlerin birine göre, muteber olan kıymet: diğerine göre ağırlıktır. Muhît'te İmam Muhammed'den rivayet edilen birinci kavil; Zâhiriyye'de ise ikinci kavil zikredilmiştir.
Hilâfın semeresi şurada kendisini gösterir: Bir kimsenin meselâ 300 dirhem kıymetinde 19 altını olursa; birinci rivayete göre zekât alması haram, ikinciye göre haram değildir. Zâhire bakılırsa, tartıyı itibara almak tartılan şeylerde olur. Otlak hayvanı gibi sayılan şeylerde ise ikinci rivayete göre sayı itibara alınır. Bahır'ın ifadesi de buna yorumlanır. Muhit'in kıymete itibar edildiğini gösteren rivayetine, Şurunbulâliye ile diğer kitapların ibareleri yorumlanır. Ve böylece fukahanın sözleri arasındaki çelişki giderilmiş olur.
Ben derim ki: Bu ifade söz götürür. Çünkü «Otlak hayvanı gibi sayılan şeylerde sayı muteberdir» sözü, zekâtın vâcip olması hakkında müsellemdir (makbuldür). Fakat zekât almanın haram olması hakkında ihtilâf mevzuudur. Denilebilir ki, rivayetin ihtilâfı tartılan şey hakkında ise, sayılan şeyler ihtilâfsız kıymetle itibar edilir. Nitekim ticaret eşyasında bilittifak kıymet itibara alınır. Gördün ki, Bahır'ın anlattığını Hidâye Şârihleri söylememişlerdir. Onlar ancak yukarıda İnâye'den naklettiğimizi söylemişlerdir. Merginânî'nin, şüpheyi aslından yok eden açıklamasıyla beraber bunun te'yilini de gördün. Binaenaleyh, ulemanın sözleri arasında çelişki hâsıl olmuş değildir ki, bu uzak arabuluculuk zahmetine katlanabilsin. Çelişki sadece Bahır sahibinin anlayışı ile başkalarının açıklaması arasındadır. Vâcip olan, aksine, başka bir açıklama görülünceye kadar ulemanınaçıkladıklarıyla amel etmektir. Böyle bir şey bulunursa, o zaman yatıştırmaya gidilir.
Şârih «zengin olan memlûküne» demekle, fakir olan kölesinden ihtiraz etmiştir; ona zekat vermek caizdir. Nitekim Münyetü'l-Müftî'de beyan edilmiştir. T. Ümmüveled dahi müdebber gibidir.
«Mezhep budur.» Zira mezhebe göre, "köle" sözü mutlaktır. Zâhire sahibi diyor ki: «İmam Ebû Yusuf'tan rivayet edildiğine göre, bu köleye zekât vermek caizdir.»
Fethü'l-Kadir sahibi şunları söylemiştir: «Bu ifade söz götürür. Çünkü köle, bu ârıza sebebiyle milkin efendisine ait olmasına mâni değildir. Mâni olan, ârızadır. Olsa olsa, Köleye yetecek kadar nafaka efendisine vâcip olur. Vermezse günaha girer, Ona nâfile sadaka vermesi müstehap olur. Şöyle de cevap verilebilir. Bu köle, zengin olan sahibi yokken ve kazanmaya muktedir değilken yolcunun halinden daha aşağıda değildir.»
Bahır sahibi diyor ki: «Şöyle de denilebilir. Burada milk köle sahibinin olur. Halbuki o zekât almaya ehil değildir. Yolcu ise ehildir. Binaenaleyh mezhepte olduğu gibi mutlak bırakmak evlâdır»
Ben derim ki: Fetih sahibinin muradı, mâni bulunmakla beraber acizden dolayı zekât verilmek hususunda köleyi yolcu hükmüne katmaktır. Nitekim yukarıda geçtiği vecihle, malı olup da elde etmeye imkân bulamayan kimse de yolcu hükmüne katılmıştır. Böyle bir kimseye, zenginliği muhakkak olduğu halde zekât verilmek caiz ise; her vesihle âciz olan köleye caiz olması evleviyette kalır. Lâkin yolcu hükmüne katmanın sahih olması hususunda münakaşa edilerek, "Zekâtta mutlak temlik lâzımdır. Köle milk sahibi olamaz, velev ki kendisine milk olarak verilsin. Yolcu ve emsalinde milk, âcizlik yerindedir. Onun için vermek caizdir. Kölede ise âcizlik yerinde değildir. Çünkü milk efendisinin olur. Meğer ki burada kölenin başını kurtarmak için milkin olduğu İddia edilsin" denilmiştir.
METİN
Ama mükâtebinin zengin olan küçük çocuğuna zekât veremez. Büyük çocuğu, babası ve karısı fakir olurlarsa bunun hilâfınadır. Zengin olan kadının küçük çocuğu dahi böyledir. Bunlara zekât vermek caizdir. Çünkü mâni ortadan kalkmıştır. Benî Hâşim'e zekât verilmez. Bundan ancak, akrabalıkları nâssan hadisle iptal edilenler müstesnadır ki onlar da, Ebû Lehepoğulları'dır. Onların müslüman olanlarına zekât almak helaldir. Nitekim Abdülmuttaliboğulları'na da helâldir. Sonra zâhiri mezhebe göre, Hâşimoğulları'na zekât verilmemek mutlaktır.
Aynî'nin, «Hâşimî'nin, kendi gibi bir Hâşimî'ye zekât vermesi caizdir» sözü yanlıştır. Doğrusu" caiz değildir", şeklindedir. Nehir. Bunların mevlalarına, yani azadlarına da zekat verilmez. Köle olanlarına ise evleviyetle zekat caiz değildir. Çünkü bir hadiste, "bir kavmin mevlası, o kavimdendir" buyurulmuştur. Sair peygamberlere zekat caiz miydi değilmiydi meselesi ihtilaflıdır. Nehir'de itimat edilen kavil kendilerine değil, akrabalarına helal olmasıdır.
İZAH
"Küçük çocukta"tan murad, kız olsun buluğa ermeyendir. Esah kavle göre,
ister babasının aile efradı arasında olsun, ister olmasın hüküm birdir. Çünkü küçük
çocuk babasının zenginliği ile zengin sayılır. Nehir.
«Akıl-bâliğ olan büyük çocuğu bunun hilafınadır.» Velev ki kötürüm olsun. Nafakası takdir edilmezden önce bilittifak; takdir edildikten sonra İmam Muhammed'e göre ona zekât verilebilir. Ebu Yusuf buna muhaliftir. Geri kolan akrabalar hakkında da bu hilâf mevcuttur. Kocaya varmış zengin kızı hakkında hilâf vardır. Esah kavle göre zekât alması caizdir. Tarafeyn'in kavli budur. Bu kavil İmam Ebû Yusuf'tan da rivayet edilmiştir. Nehir.
«Zengin olan kadının küçük çocuğu dahi böyledir.» Yani çocuğun babası olmasa bile ona zekât verilebilir. Bunu Kınye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Çünkü mâni ortadan kalkmıştır.» cümlesi, yukarıda zikredilenlerin hepsinin illetidir. Mâni şudur: Küçük çocuk babasının zenginliği ile zengin sayılır. Büyük çocuk öyle değildir. O, babasının zenginliği ile zengin sayılmaz. Baba dahi oğlunun zenginliği ile zengin sayılmadığı gibi; karı, kocasının zenginliği ile; küçük çocuk da anasının zenginliği ile zengin sayılmazlar. Bunu Bahır'dan naklen Halebî söylemiştir.
«Benî Hâşim'e zekât verilmez.» (Beni Hâşim, Hâşimoğullarıdır.) Bilmiş ol ki, Peygamber (s.a.v.)'in dördüncü dedesi Abdimenaf'ın dört oğlu vardır. Bunlar Haşim, Muttalip, Nevfel ve Abdişems idiler. Sonra Hâşimîn'de dört oğlu olmuştur. Bunlardan Abdulmuttalip'ten başkasının sulâleleri kesilmiştir. Abdulmuttalib'in 12 çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunların çocuklarının - müslüman ve fakir olmak şartıyla - hepsine zekât verilebilir ise de; yalnız Abbas ve Hâris'in oğullarına ve Ebû Tâlib'in oğullarından Ali, Câfer ve Akîl'in sülâlesine zekât verilmez. Kuhistânî.
Bu izahtan anlaşılır ki, Benî Hâşim tabirini mutlak kullanmak doğru değildir. Çünkü onların hepsine zekat haram değildir. Zekât almak bazılarına haramdır. Onun içindir ki, Sa'd Hâşiyelerinde, «Ebû Lehep sülâlesi dahi Hâşim'e mensupturlar. Ve kendilerine sadaka helaldir» denilmiştir.
Nehir sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Ben derim ki: Nâfî'de, Benî Hâşim zikredildikten sonra şöyle denilmiştir: "Ancak nâssan, akrabalıkları bozulanlar müstesnadır." Bununla, Peygamber (s.a.v.)'in, Benimle Ebû Lehep arasında akrabalık yoktur. Çünkü O, bizim üzerimize en fâcir kimseleri tercih etmiştir." hadisini kastetmiştir. Bu hadis, Ebû Leheb'in nesebinin Haşim'den kesildiğin beyan hususunda açıktır. Bundan anlaşılır ki Musannıf'ın, "Benî Hâşim'e" diyerek yetinmesi kâfidir. Çünkü Ebû Lehep sülâlesinden müslüman olanlar, Benî Hâşim'de dahil değildir. Onların akrabalığı yoktur.» Bu ifade çok güzeldir. Ben bunun gibi bir ifade daha görmedim. Sen bunu tedebbür eyle!
Ebû Lehep sülâlesinin müslüman olanlarına zekat almak helaldir. Bilumum şârihlerin ifadeleri bu şekildedir. Buna yalnız Gâyetü'l-Beyân'ın ifadesi muhaliftir. Nitekim Bahır ve Nehir'de beyan edilmiştir. Abdulmuttalip, yukarıda geçtiği vecihle Hâşim'in kardeşidir. Onun sülâlesinden müslüman olanlara da zekât almak helaldir.
«Hâşimoğulları'na zekât verilmemek mutlaktır.» Yani bu hususta bütün zamanlar müsavidir. Keza bunların birbirlerine zekât vermeleri ile, başkalarının onlara zekât vermeleri arasında fark yoktur. Ebû İsme'nin İmam-ı Âzam'dan rivayetine göre, Benî Hâşim'e kendi zamanında zekat vermekcaizdir. Çünkü zekâtın bedeli - ki ganimetlerden 1/5'inin 1/5'idir -insanların ganimet işlerinde gösterdikleri ihmal sebebiyle onların eline geçmemiştir. Bedel ellerine geçmeyince, asla dönerler. Bahır'da böyle denilmiştir.
Nehir sahibi de şunları söylemiştir: «İmam Ebû Yusuf, Benî Hâşim'in birbirlerine zekât vermesini caiz görmüştür. Bu kavil İmam-ı Âzam'dan da rivayet olunmuştur. Aynî'nin "Hâşimî'nin kendisi gibi bir Hâşimî'ye zekâtını vermesi Ebû Hanîfe'ye göre caizdir. Ebû Yusuf buna muhaliftir." sözü yanlıştır. Doğrusu, "caiz değildir" şeklinde olacaktır. Düşünen bir kimse için Onun sözünü, İmam-ı Âzam'dan rivayet edilen yukarıdaki kavli ihtiyar ettiğine yorumlamak doğru değildir.» İzahı şudur: Yukarıki kavli tercih etmiş olsa «Ebû Yusuf buna muhaliftir» demesi sahih olmazdı. Biliyorsun ki, mezkûr kavil Ebû Yusuf'un kavline uygundur. Şârih'in, sözü kısa kesmesi bir parça îhâma sebep olmaktadır. H.
«Köle olanlarına ise evleviyetle caiz değildir.» Çünkü köleye verilen mal efendisinin olur. Âzâd edilmiş köle bunun hilâfınadır
Nehir sahibi diyor ki: «Musannıf'ın "mevlâlarına" diye kayıtlaması, zengin olan âzadlının mevlâsına zekât vermek caiz olduğu içindir.» Mevlâ hadisini Ebû Dâvud, Tirmîzî ve Nesâî şöyle rivayet etmişlerdir: «Bir kavmin mevlâsı kendilerinden sayılır. Bize de sadaka helâl değildir.»
Tirmizî, «Bu hadis hasen sahihtir» demiştir. Onu Hâkim de sahihlemiştir. Fetih. Bu hüküm bütün vecihlerde değil, sadece sadakanın helâl veya haram olması hususundadır. Görmez misin ki bir kavmin mevlâsı o kavme küfüv (denk) değildir. Müslümanın mevlâsı kâfir olursa, ondan cizye alınır. Tâğlib Kabîlesi'nden birinin mevlâsından iki kat zekât alınmaz: sadece cizye alınır. Nehir.
Ben derim ki: Nikâhın kefâet bâbında gelecektir ki, soysuz bir kimsenin âzâdlısı soylu olan âzâd sahibine denk değildir.
Nehir'in Peygamberler hakkında itimat ettiği kavil, aşağıda gelecek olan iki kavlin ikincisidir. O bunları Mebsut'tan nakletmiştir. Miskin, Hâşiyelerinde, Hamevî'den, O da İbni Battâl'ın Buharî Şerhi'nden naklen şöyle demektedir: «Fukaha ittifak etmişlerdir ki, Peygamber (s.a.v.)'in kadınları, 'kendilerine sadaka almak haram olanlar' içinde dahil değillerdir.» Hamevî bundan sonra şöyle demiştir: «El Muğni'de, Hz. Âişe'den naklen "Biz Âl-i Muhammediz. Bize sadaka almak helâl olmaz." dediği rivayet edilmektedir. Bu eser, Peygamber (s.a.v.)'in kadınlarına sadaka almanın haram olduğunu gösterir.»
METİN
Nâfile sadakalar ile evkâf gelirleri onlara, yani Benî Hâşim'e caizdir. Vakıf'ın «onlara» diye tasrih edip etmemesi müsavidir. Hak budur. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de tahkik edilmiştir. Lâkin Sirâc ile diğer kitaplarda, «Onların adlarını söylemişse caizdir; söylememişse değildir» denilmiştir.
Ben derim ki: El-Eşbâh üzerine hâşiye yazan zât, bunu iki kavlin yorumlanacağı yer saymıştır. Sonra aynı zât Bahır sahibinden, O da Mebsut'tan naklen şöyle demiştir: «Acaba sair Peygamberlere sadaka almak helâl mıdır? Bazıları, evet helâldir. Bu, bizim Peygamberimiz (s.a.v.)'in birhususiyetidir» demiş. Birtakımları, «Hayır, (kendilerine değil) akrabalarına helâl olur. Bu, Peygamber (s.a.v:)'in fazîletini göstermek ve Ona bir ikram olmak üzere akrabalarının hususiyetidir» demişlerdir, Bellenmelidir!
İZAH
Musannıf'ın "nâfile sadakalar" diye kayıtlaması, nezir, öşür, keffâret ve av cezası gibi, kalan vâcipleri hariç bırakmak içindir. Bunlardan yalnız rikâzın 1/5'i müstesnadır. Onu Benî Hâşim'e vermek caizdir. Nitekim Sirâc'dan naklen Nehir'de bildirilmiştir.
«Nitekim Fethu'l-Kadîr'de tahkik edilmiştir.»
Ben derim ki: Bahır'da birçok kitaplardan nakledildiğine göre, nâfile sadaka, Benî Hâşim'e bilittifak caizdir. Bahır sahibi mezhebin bu olduğunu; bu hususta nâfile sadaka ile vakıf arasında fark bulunmadığını Muhit ve Nesefî'nin Kafi'sinde böyle denildiğini, Zeylâî'nin ise nâfile sadakanın Benî Hâşim'e haram olduğunu gösterir şekilde meselede hilâf isbat ettiğini söylemiş; Fetih sahibi dahi delil cihetinden bu kavli kuvvetli bulmuştur.
Ben derim ki: Fetih'te zikredildiğine göre hak, vakfı nâfile yerine geçirmektir. Çünkü vâkıf teberru etmiştir. Vâkıf nâzırının vermesinin vâcip olması, vâkıfın şartına tâbi olmak icabetliğindendir. Bununla vâkıf'ın vermesi vâcip olmaz. Halebi, Fethu'l-Kadîr'in ibaresini uzun uzadıya nakletmiştir.
Hâsılı şudur: Nâfile gibi, vakıf gelirinin de onlara verilmemesi tercih olunur. Bu izahtan Şârih'in sözündeki noksanlık anlaşılır. Zira onun sözünden anlaşıldığına göre, Fethu'l-Kadîr'in sözü sadece vakıf hakkındadır ve vakfın geliri Benî Hâşim'e helaldir. Lâkin bir nüshaha Halebî'nin şu ziyadeyi yazdığı görülmüştür. «Bazıları mutlak surette caiz olmadığını söylemişlerdir.» Bu ziyadeyi Halebî, «Hak budur» ifadesinden önce yapmıştır. Söz bununla düzelmektedir. Bazı nüshalarda bu ziyade ile, ondan sonra gelen kısım «Zımmîye zekât verilmez» cümlesine kadar mevcut değildir.
Eşbâh üzerine hâşiye yazan zât, Musannıfın oğlu Şeyh Sâlih El-Gazzî'dir. Eşbah Şârihi Bîrî dahi aynı kanaattadır. Bunların ikisi de Sirâc ve diğer kitaplardakini iki kavlin yorumlanacağı yer saymışlardır. T. Yani "caizdir" kavlini, vâkıf Benî Hâşim'i isimleriyle zikrettiği zamana; "caiz değildir" kavlini de, adlarını söylemediği zamana yorumlamıştır. Nitekim "fakirlere" diye vakfetse hüküm budur.
Bunun vechi herhalde şu olacaktır: Bu taktirde verilen şey, her cihetden sadaka olur. Binaenaleyh Benî Hâşim'in fakirlerine verilmesi caiz olmaz. Adlarını söylemesi bunun hilâfınadır. Çünkü o zaman verdiği sadaka değil teberru ve yardım olur. Ve evvela zengin bir cemaata, sonra fakirlere vakfetmiş gibi olur. Hizânetü'l-Müftî'nin şu sözü de bunu te'yid eder: «Bir kimse, "Benim malım Peygamber (s.a.v.)'in Ehl-i Beyt'ine verilsin," der de, Ehl-i Beyt sayılı kimselerden ibaret olursa caizdir. Çünkü bu vazifedir. Sadaka değildir. Ve Hz. Fâtıma'nın sülâlesine verilir.»
«Sonra aynı zât Bahır sahibinden ilh...» cümlesi bazı nüshalarda yazılı, bazılarında yoktur. En doğrusu, buraya yazılmamaktır. Çünkü az yukarıda geçtiği için, buradaki tekrar olur.
METİN
Zımmîye zekât verilmez. Delîli Muaz hadisidir. Zekât ile öşür ve haraçtan başkasını ona, yanizımmîye vermek caizdir. Velev ki nezir, kefâret ve fitre gibi vâcip sadaka olsun. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir. Fetva Onun kavline göredir. Hâvilkudsî. Harbî'ye gelince: Müste'men (pasaportlu)' bile olsa, bütün sadakaları ona vermek bilittifak caiz değildir. Bunu, Gâye ve diğer kitaplardan naklen Bahir sahibi söylemiştir. Lâkin Zeylâî, harbîye nâfile sadaka vermenin caiz olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Bir kimse araştırarak zekâtını ehil zannettiği birine verir de, o kimse kendi kölesi veya mekâtebi yahut harbî veya müste'men çıkarsa, o zekâtı tekrar verir. Sebebi yukarıda geçti.
İZAH
Zımmîye öşrü vermek caiz değildir. Çünkü öşür zekâta mülhaktır. Onun için fukaha ona, «ekinin zekâtı» demişlerdir. Haraca gelince: O, sözünü ettiğimiz sadakalardan değildir. Yukarıda geçtiği vecihle onun verileceği yer, müslümanlara yararlı işlerdir. Onun içindir ki Kenz ile Hıdâye'de, zekâttan başkası istisna edilmemiştir.
"İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir." O, «Vâcip olan sadakaları zımmîye vermek, caiz değildir» demiş; onları zekâta kıyas etmiştir. Hidâye ve diğer kitaplarda, bu kavlin İmam Ebû Yusuf'tan rivayet edildiği bildirilmiştir. Zâhirine bakılırsa Onun meşhur olan kavli, Tarafeyn'in kavli gibidir.
«Fetva Onun kavline göredir.» Hayreddin-i Remlî'nin hâşiyesinde Hâvî'den naklen, «Biz Onun kavli ile amel ederiz» denilmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Hidâye ve diğer kitapların ifadeleri Tarafeyn'in kavlini tercih ettiklerini gösterir. Metinler de buna göre yazılmıştır.
«Lâkin Zeylâî harbîye ilh...» Yani pasaportlu harbîye nâfile sadaka vermenin caiz olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Nitekim bunu Nehir'in şu ibaresi göstermektedir: «Sonra ben bunu Zeylâî'de görmedim.» Ebû Suûd ve başkaları da böyle demişlerdir. Bununla beraber mezkûr söz, ittifak davasına da muhaliftir. Lâkin Muhît'in kesb bahsinde ben şunu gördüm: «İmam Muhammed'in siyer-i Kebîr'de beyan ettiğine göre, müslümanın, kâfir bir harbîye veya zımmîye sadaka vermesi ve ondan hediye kabul etmesi caizdir. Zira rivayete göre Peygamber (s.a.v.) kıtlık senesinde Mekke'ye 500 altın göndermiş; bu parayı Mekke'nin fakirlerine dağıtmak için Ebû Süfyan b. Harb ile Safvan b. Ümeyye'ye vermelerini emir buyurmuştur. Bir de sıla-i rahim (akrabaya yardım) her dinde makbuldür. Başkasına hediye vermek güzel ahlâktandır.» Bu bâbda sözün tamamını vasiyetler bahsinin başında söyleyeceğiz.
Araştırarak zekât vermekten murad, kendi içtihadına ve kanaatina göre vermektir. Araştırır da, zannınca ehil olmayan birine verir; yahut şüphe eder de araştırmazsa, o kimsenin zekât almaya ehil olduğu anlaşılmadıkça ona zekât vermesi caiz olmaz. Ehil olduğu anlaşılırsa, sahih kavle göre caizdir. Bazıları, caiz olmadığını söylemişlerdir. Meselenin tamamı Nehir'dedir. Orada şöyle denilmiştir: «Bilmiş ol ki, kendisine sadaka verilen şahıs fakirlerin sırasında oturur, onların yaptığını yaparsa; yahut üzerinde fakir elbisesi bulunursa, yahut ister de verirse, bu sebepler araştırma menzilesindedir.» Mebsut'ta böyle denilmiştir. Hattâ o kimsenin zengin olduğu meydanaçıkarsa, sadakayı tekrar vermesi icabetmez. Zekât verdiği kimse harbî çıkarsa, o zekâtı tekrar verir.
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Kenz sahibi, kâfiri mutlak söylemiştir. Binaenaleyh zımmîye harbîye şâmildir. Filhakika Mübtegâ'da bunlar açıkça zikredilmişlerdir.» Muhît'te beyan edildiğine göre, harbî hakkında iki rivayet vardır. Bunların birine göre fark şudur: İbadet sıfatı aslâ bulunmamıştır. Hak olan vermemektir.
Gâyetül'l-Beyân'da Tuhfe'den naklen, «Ulema, o kimse harbî çıktıktan sonra, pasaportlu bile olsa, kendisine sadaka vermenin caiz olmayacağına ittifak etmişlerdir» denilmektedir. Mi'râc'da da böyle denilmiştir. Bunun ta'lili yapılırken; «Harbîye yapılan yardım şer'an hayır sayılmaz. Onun için kendisine nafile sadaka vermek caiz değildir. Bu kurbet olmaz» denilmiştir.
Ben derim ki: Az yukarıda Muhit'tan naklettiğimiz «Harbîye sadaka vermekte beis yoktur» sözü buna aykırıdır. Meğer ki; «Bunun mânâsı haram değildir, sade terki evlâdır» denile. O zaman kurbet olmaz.
İbni Şilbî Kenz Şerhi'nde şöyle demiştir: «Beyhâkî'nin Kifâyesi'nde şu ibare vardır: Bir kimse yanlışlıkla harbîye zekât verse de sonra anlaşılsa, Asl'ın rivayetine göre caiz olur. İmam Ebû Yusuf, Ebû Hanîfe'den caiz olmadığını rivayet etmiştir. Kendi kavli de budur. Akta' diyor ki: Ebu Yusuf caiz olmadığını söylemiştir. Şâfiî'nin iki kavlinden biri de budur. Diğer kavli Ebû Hanîfe'ninki gibidir. Hâherzâde'nin Müşkilatı'nda beyan edildiğine göre, zekâtı olan kimse pasaportlu veya harbî olursa, zekâtı tekrar vermenin vâcip olduğuna icma-ı ümmet vardır. Muhtâr nâm eserde cevaz mutlak söylenmiştir. Kenz'in mutlak sözü de bunu gösterir.» İbn-i Şilbî'nin sözü burada sona erer.
Ben derim ki: Hidâye ve Mültekâ'nın, kâfirden mutlak olarak bahsetmeleri dahi caiz olduğunu gösterir. İbn-i Şilbî'nin Akta'dan rivayet ettiği söz, mezhep imamının sözü olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh buna muhalif icma bulunduğunu söylemesi yersizdir.
METİN
Zekât alan kimsenin, zengin veya zımmî, yahut kendi babası veya oğlu, yahut karısı veyahut Hâşimî birisi olduğu meydana çıkarsa, zekâtı tekrar vermez. Çünkü elinden geleni yapmıştır. Hattâ araştırmadan vermiş olsa, hata ettiği takdirde caiz olmaz. Bir fakire, bir veya daha fazla nisap miktarı vermek mekruhtur. Meğer ki verilen kimse borçlu veya çoluk çocuk sahibi olup, verilen zekât çocuklarına dağıtılsa, her birine ayrı nisap düşmez; yahut borcundan sonra nisap miktarı artmaz olsun. Bu takdirde mekruh değildir. Fetih.
Zekâtı başka yere nakletmek mekruhtur. Ancak o yerde akrabası bulunursa mekruh değildir. Hattâ Zahîriyye'de, «Akrabası muhtaç iken onlardan başlayarak hacetlerini görmedikçe, bir kimsenin sadakası kabul olunmaz» denilmiştir. Başka yerdekiler daha muhtaç, yahut daha ehl-i takva, daha elverişli ve müslümanlara daha faydalı olursa, zekâtı nakletmek yine caizdir.
İZAH
«Zekâtı tekrar vermez» meselesi, Tarafeyn'e göredir. İmam Ebû Yusuf buna muhaliftir.
«Çünkü elinden geleni yapmıştır.» Yani elinden gelen temliki yapmıştır ki bu rükündur. Çünkü o kimse meselâ, karanlıkta birine zekât verse, «sen kimsin» diye sormakla mükellef değildir.
«Elinden gelen temliki yapmıştır» demekle, bir itiraz defedilmiş olur. İtiraz şudur: "O kimse kölesine veya mekâtebine vermiş olsa, yine elinden geleni yapmıştır." Lâkin buna da harbî ile itiraz edilir. Çünkü harbîde temlik vardır. Bu da, yukarda geçen «tekrar zekât vermesi vâcip değildir» sözünü te'yid eder. «Kurbet sıfatı yoktur» diye ta'lilde bulunmak söz götürür.
«Hattâ araştırmadan vermiş olsa, hata ettiği takdirde caiz olmaz.»Şek ve şüphe ettiği takdirde dahi caiz değildir. Nitekim fetih'te beyan edilmiştir.
Kuhistânî'de «O kimsenin zekât ehli olduğu baştan hatırına gelmezse» denilmiştir. Hatadan murad, verilen kimsenin zekâta ehil olmadığının anlaşılmasıdır. Onun halinden bir şey anlaşılmazsa, verilen zekât caizdir. Şüphe eder de araştırmazsa; yahut araştırır da ehil olmadığına kanaat getirirse, hükmün ne olacağını evvelce arzetmiştik.
TEMBİH: Kuhistânî'de Zahîdî'den naklen şöyle denilmektedir: «Zekât verilen kimsenin köle veya harbî olduğu meydana çıkarsa, kendisine verilen zekât gerisi geriye alınmaz. Hâşimî hakkında iki rivayet vardır. Zekât verilen şahıs, oğlu veya zengin biri çıkarsa, zekât gerisi geriye alınmaz.» Acaba bu zekât o kimseye helal mıdır değil midir? bu hususta hilâf vardır. Helâl değilse, bazılarına göre o malı tesadduk eder, Bazıları, sahibine iade edeceğini söylemişlerdir.
«Bir fakire bir veya daha fazla nisap miktarı vermek mekruhtur.» İmam Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, bir nisap miktarı vermekte beis yoktur. Bundan fazla vermek mekruhtur. Çünkü nisabın bir cüzü, onun peşin ihtiyacı için hakedilmiştir. Geri kalan böyle değildir. Mi'râc. Bu izahtan Zahîriyye ve diğer kitaplarda Hişâm'dan nakledilen sözün vechi anlaşılır. Hişâm, «Ebû Yusuf'a, "Bir adamın 199 dirhemi olur da, kendisine iki dirhem sadaka verilirse ne olur?" diye sordum. O, "Birini alır, birini çevirir" cevabını verdi, demiştir.» Bundan anlaşılır ki, nisabı tamamlayacak miktarı vermek, nisabı vermek gibidir.
Nehir sahibi diyor ki: «Zâhire bakılırsa, nisabın üreyici olup olmaması fark etmez. Hattâ nisabı dolduran ticaret eşyası verse hüküm yine budur. Verilen zekâtın altın, gümüş veya hayvan olması arasında da fark yoktur. Hattâ kıymeti nisabı doldurmayan beş deve verse, yukarıda geçen sebepten dolayı mekruh olur.»
«Zekâtı başka yere nakletmek mekruhtur.» Çünkü burada komşu hakkına riayet vardır. Binaenaleyh nakletmemek evlâdır. Zeylâî. Bundan hatıra gelen, Kerahet-i tenzîhi'yedir. Teemmül et! Nakletmiş olsa caizdir. Çünkü zekâtın sarf yeri, mutlak olarak fakirlerdir. Dürer. Zekâtta, bütün rivâyetlere nazaran, malın bulunduğu yer itibara alınır. Yalnız sadakay-ı fıtrda ihtilâf edilmiştir. Nitekim gelecektir.
Zahîriyye'den nakledilen hadisi, Mecmâu'l-Fevâid sahibi, Evsât'a nisbet ederek, Ebû Hureyre'den Peygamber (s.a.v.)'e menfûan rivayet etmiştir. Rasulullah (s.a.v.): «Ey Muhammed ümmeti! Beni hak dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki, kendisinin yardımına muhtaç akrabası varken zekâtınıbaşkalarına veren kimsenin sadakasını Allah kabul etmez. Nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, o kimseye Allah kıyamet gününde bakmaz» buyurmuştur. Rahmetî. Kabul etmemekten murad, sevap vermemektir. Velev ki farz ödenmiş olsun. Çünkü zekâttan maksat, muhtacın işini görmektir. Akrabaya verilen zekâtta hem yardım hem sadaka vardır.
Kuhistâni'de bildirildiğine göre, efdal olan, zekâtını, kardeşlerine, kızkardeşlerine, sonra onların çocuklarına, sonra amcalarına, halalarına, sonra dayılarına, teyzelerine, sonra zîrahim akrabasına, sonra komşularına, sonra oturduğu yerde yaşayanlara, sonra beldesinin fakirlerine vermektir. Nitekim nazımda beyan edilmiştir.
Ben derim ki: Bu nazmı yazan Makdisî'dir. Onu şerhinde nazmetmiştir.
METİN
Zekâtı, dâr-ı harbden İslâm diyarına; yahut ilim öğrenen talebeye nakletmek de mekruh değildir. Mirâc'da, «Fakir olan alime sadaka vermek efdaldir» denilmiştir. Keza zâhitlere zekâtı nakletmek ve sene dolmadan peşin verilen zekâtı nakletmek dahi mekruh» değildir. Hulâsa. Zekâtı, Kerrâmiye gibi bid'at fırkalarına vermek caiz değildir. Çünkü bunlar Allah'ın zâtı hakkında Müşebbihe'dendirler, Muhtar olan kavle göre, Allah'ın sıfatları hakkında Müşebbihe'den olanlar da böyledir. Çünkü zât itibariyle Allah'ı bilmeyen, sıfat itibariyle Allah'ı bilmeyene mülhaktır. Mecmâu'l-Fetava!
Nitekim zina eden kimsenin zinadan olan çocuğuna zekât vermesi ve keza «benden değildir» diye nefyettiği çocuğuna zekât vermesi, ihtiyaten caiz değildir. Meğer ki çocuk, mâlûm kocası olan bir kadından doğmuş ola. Fusuleyn. Bu meselelerin hepsi Eşbah adlı eserde mevcuttur.
İZAH
Dâr-ı harbden zekatı nakletmek mekruh değildir. Çünkü müslüman memleketindeki müslüman fakirleri, dâr-ı harb fakirlerinden daha efdaldir. Bahır.
Ben derim ki: Zekât vermekte esirleri kurtarmaya yardım edilecekse, müslüman esirleri de istisna etmek gerekir.
Mi'râc'ın tam ibaresi şöyledir; «Fakir olan âlime sadaka vermek efdâldir. Muhtaç olan borçlu da böyledir.» Yani fakir olan âlim, sadaka almak hususunda fakir olan cahilden evlâdır. Kuhistânî. Hulâsâ'nın ibaresi de şudur: «Sene dolmadan peşin verilen malın zekâtını, pek muhtaç ve borçlu olmayan fakire nakletmek mekruh değildir.»
Buradaki bidat fırkalarından murad, küfrüne hükmedilenlerdir. Kerrâmiye, Müşebbihe fırkasının bir koludur. Bunlar Abdullah b. Muhammed b. Kerram'a nisbet edilmişlerdir. Bu adam, «Benim mâbudum arşı âlânın üzerine yaslanmıştır» diye söylemiş; Allah Teâlâ'ya «cevher» adını vermiştir.
Allah'ın sıfatları hakkında Müşebbihe'den olanlar, Allah Teâlâ'da sonradan var olma sıfatların bulunmasını caiz görenlerdir. Onlara göre, mahlûkatın sıfatları gibi Allah'ın bazı sıfatları da sonradan olmadır. T.
Çünkü zât itibariyle Allah'ı bilmeyen ilh...» Bu ibare ters çevrilmiştir. Bezzaziye ve diğer kitaplarda şöyledir: «Kerrâmiye'den başka, sıfatlarda Müşebbihe'den olanlar, hal itibariyle Kerrâmiye'den daha aşağıdırlar. Çünkü bunlar sıfatlarda Müşebbihe'dirler. Muhtar kavle göre bunlara da zekât vermek caiz değildir. Çünkü sıfat itibariyle Allah'ı bilmeyen, zât itibariyle Allah'ı bilmeyene mülhaktır. Zina eden kimsenin, zinadan olan çocuğuna zekât vermesi caiz olmadığı gibi, rikâzın 1/5'inden maada, bütün vâcip sadakaları vermesi de caiz değildir. Bunu Tahtâvî Ebû Suud'un Eşbâh Haşiyesi'nden nakletmiştir.»
Nefy edilen çocuğa misal: Ümmüveled câriyenin doğurduğu çocuğu, efendisi «bu çocuk benden değildir» diye kabul etmemesi. Bahır'da böyle denilmiştir. Liân babında görüleceği vecihle, liân yapılarak «benden değildir» diye nefyedilen çocuk da böyledir. Acaba ümmüveled olmayan hâlis câriyenin doğurduğu çocuk hakkında efendisi bir şey demez; yahut «benden değildir» derse hüküm yine bu mudur? Araştırılmalıdır. H.
«Meğer ki çocuk, mâlûm kocası olan bir kadından doğmuş ola.» İmâdiye sahibi bunu şöyle ta'lil etmiştir: «Nesep, nikâhlı kocadan sabit olur. Sayrafiyye'de bildirildiğine göre, bir kadın zinadan bir çocuk doğursa, sahih kavle göre çocuğun nesebi zânîden değil, kocasından sabit olur. Kocası; zekâtını bu çocuğa verse caiz olur. Fakat zina eden verirse, bize göre caiz olmaz. Şâfiî'ye göre olur.» Görülüyor ki, imâdiye sahibi, zinadan olan çocuğuna zekat vermenin caiz olmadığını açıklamıştır. Velev ki kadının mâlûm kocası olsun. Bunu Hamevî'den naklen Rahmetî söylemiştir ki, Musannıf'ın söylediğine aykırıdır. Kadının kocalı olduğu bilindiği halde, meseleyi zina ile tasvir etmek, kocalı olduğu bilinmezse iş değiştiği içindir. Çünkü o zaman bu iş, zina değil şüphe ile cimadır.
Bahır sahibi diyor ki: «Kocasının öldüğü bildirilip, evlenen ve doğurduktan sonra ilk kocası sağ olarak gelen kadının çocuğu dahi bundan hariçtir. Çünkü İmam-ı Âzam'ın, döndüğü ilk kavline göre, çocuklar ilk kocanındır. Bununla beraber o kocanın, zekâtını bu çocuklara vermesi caiz olduğu gibi, çocukların da ona şahitlik yapmaları caiz olur. Mi'râc'da böyle denilmiştir. Çünkü zâhire göre burada «evlât olma» diye bir şey yoktur. Binaenaleyh ikinci kocaya bunun caiz olmaması gerekir Zira hakikaten çocuk mevcuttur. Velev ki nesebi ondan sabit olmasın. Lâkin Valvalciye'de nakledilen, bunun İmam-ı Âzam kavline göre caiz olmasıdır. Hz. İmam'ın, bundan döndüğü rivayet olunur. Fetva buna göredir. Şu halde bu çocuklara ilk koca zekât verebilir, ikincisi veremez.»
METİN
Fiilen veya bilkuvve, bir günlük yiyeceği olan bir kimsenin yiyecek namına bir şey dilenmesi helâl değildir. Kazanmaya muktedir olan sağlam kimse gibi ki, ona bir şey veren halini bilirse günahkâr olur. Çünkü harama yardım etmiştir. Eğer giymek için giysi ister; yahut cihad veya ilim tahsili gibi kazanmaktan alıkoyan bir şeyle meşgul olur da dilenirse, muhtaç olduğu takdirde dilenmesi caizdir.
FER-İ MESELELER: Dilenciye, bir gün dilenmekten müstağnî kılacak miktarda bir şeyler vermek, ihtiyacını ve çoluk çocuğunu nazar -ı itibara almak menduptur. Zekâtta muteber olan, malınbulunduğu yerin fakirleridir. Vasiyette, vasiyet edenin yeri; fitrede ise, İmam Muhammed'e göre veren kimsenin yeri muteberdir. Esah olan da budur. Çünkü namlarına fitre verdiği kimseler, veren kimseye bağlıdırlar.
İZAH
Musannıf'ın bu meseleyi «dilenmek»le kayıtlaması, dilenmeksizin almak haram olmadığı içindir. Bahır. «Yiyecek nâmına» diye kayıtlaması; yiyecekten başka, elbise gibi muhtaç olduğu bir şeyi istemeye hakkı olduğu içindir. Şurunbulâliye. Bir kimsenin oturduğu evi olur da kazanmaya kudreti olmazsa; Zahîrüddin, «O evden daha aşağısı kâfi gelirse, o kimsenin dilenmesi helâl değildir» demiştir. Mi'râc. Bundan sonra Mi'râc sahibi caiz olduğunu bildiren sözler nakletmiş ve, «Bu daha kolaylıktır. Bununla fetva verilir» demiştir.
Kazanmaya muktedir olan sağlam kimse, bu haliyle günlük yiyeceğini kazanmaya kadirdir. Bahır.
«Halini bilirse günahkar olur ilh...» Ekmel, Meşârık Şerhi'nde şunları söylemiştir': «Ama böyle bir dilenciye halini bilerek bir şey vermenin hükmü, kıyasta günahkâr olmaktır. Çünkü harama yardımdır. Lâkin bu, "hîbe" hesap edilir. Zengine, yahut muhtaç olmayana hîbe eden kimse günahkâr olmaz.» Yani zengine verilen sadaka hîbedir. Nasıl ki fakire yapılan hîbe de sadakadır. Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir. Zenginden murad, nisaba mâlik olandır. Günlük yiyeceği ile zengin sayılan kimseye verilen sadaka, hîbe değil sadakadır. Binaenaleyh Ekmel, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur. Bunu Nehir sahibi söylemiştir.
Bahır sahibi diyor ki: «Lâkin adı geçen kıyası şöyle defetmek mümkündür: Bu zekâtı vermek, harama yardım değildir. Çünkü başlangıçta haram olan, ancak dilenmektir. Bu ise vermekten öncedir. Vermek yardım değildir. Eğer haram kılınan sadece almak olsaydı, o zaman harama yardım sayılırdı.»
Makdisî Şerhinde şöyle demektedir: «Biliyorsun ki Zâhire göre fukahanın muradı şudur: Böyle birine bir şey vermek, zikredilen şekilde dilenciliğe sebep olur. Vermemekle çok defa o kimse dilencilikten tevbe eder. Teemmül buyrula!»
«Giymek için giysi isterse ilh...» Ev kirası ve zaruri olan ev tamiri de böyledir. Zâhire göre, ev satın almak için para dilenemez.
İlim tahsili meselesini Bahır sahibi incelemiş ve şöyle demiştir: «Gâziye, ilim tahsil eden talebeyi katmak gerekir. Çünkü ilimle meşgul olduğu için kazanmaktan âcizdir. Onun için fukaha, nafakasının babasına ait olduğunu söylemişlerdir. Velev ki sağlam ve kazanabilir olsun.O kötürüm gibidir.
«Zekâtta muteber olan, malın bulunduğu yerin fakirleridir.» Zekâtı verenin yeri değildir. Hattâ malın sahibi bir yerde, malı başka yerde olsa, bütün rivayetlere göre, malın bulunduğu yerde taksim edilir. Bahır. Zâhirine bakılırsa, kendi bulunduğu yerde dağıtsa mekruh olur.
Şimdi burada bir şey kaldı ki, ben bunu bir yerde görmedim. Bir kimsenin, ortağı ile bir yerde malı olsa ve o yerde üzerinden sene geçse, sonra ortağı o malı mal sahibinin bulunduğu yere getirse, henüz zekâtı verilmeyen bu malın zekâtını bu yerin fakirlerine mi yoksa geldiği yerin fakirlerine mi verecektir? Araştırılmalıdır.
«Vasiyetde vasiyet edenin yeri muteberdir.»
Ben derim ki: Cevhere'de Fetevâ'dan naklen böyle denilmişse de, Vehbâniyye Şerhi'nin vasiyetler bahsinde Hulâsa'dan naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse, malının 1/3'inin Belh fukarasına tesadduk edilmesini vasiyette bulunsa, efdal olan o fukaraya vermektir. Ama başkalarına verse de caiz olur. Bu kavil Ebû Yusuf'undur; onunla fetva verilir. imam Muhammed caiz olmadığını söylemiştir.»
Esah kavle göre fitre sadakasında, sadakayı verenin bulunduğu yer itibara alınır, Hattâ Nihâye ile İnâye'de açıklandığına göre, bu kavil zâhir-i rivayedir. Nitekim Şurunbulâliye'de dahi böyle denilmiştir. Mezhep de budur. Binaenaleyh Fethu'l-Kadîr'in sahih bulduğu İmameyn kavlinden evlâdır. İmameyn, fitresi verilen kimsenin, bulunduğu yerin itibara alınacağını söylemişlerdir.
Rahmetî diyor ki: «Minâh'da, sadakay-ı fıtr bâbının sonunda, "Efdal olan, kölelerinin, çocuklarının ve hizmetçilerinin fitre, sadakalarını, bulundukları yerde vermektir. Bu, Ebû Yusuf'a göredir. Fetva da onunla verilmiştir. İmam Muhammed'e göre kendi bulunduğu yerde vermesi efdaldir" denilmiştir.»
Ben derim ki: Lâkin Tatarhaniyye'de, «Onlar için kendi bulunduğu yerde verir, fetva da buna göredir. Bu kavil İmam Muhammed'indir. Ebû Hanîfe'nin kav'li de bunun gibidir. Sahih olan budur» denilmektedir
METİN
Bir kimse zekâtını, bayram adetince akrabasının çocuklarına; yahut müjdeciye veya ilk turfanda yemişi hediye edene verse caizdir. Meğer ki bedel vermesi lâzım geldiğini nâssan bildire. Zekâtını kız kardeşine verirse; kız kardeşinin, kocasında nisap miktarı mehri bulunduğu, o da bunu ikrar edip kadın istemiş olsa vermekten imtina etmeyeceği takdirde caiz değildir. Aksi takdirde caiz olur. Zekatı muallim halîfesine verirse, eğer halîfe bu zekât verilmese dahi onun namına çalışacaksa sahih olur. Aksı takdirde sahih değildir. Zekâtı avucuna koyar da fakirler kaparsa caizdir. Bir mal yere düşer de onu bir fakir alır, sahibi de razı olursa, o şahsı tanıdığı takdirde mal da durursa caizdir. Hulâsa.
İZAH
Tatarhâniyye'de ilk turfanda yemiş «hiçbir şey etmezse» diye kayıtlanmıştır. Bunun mefhumundan şu anlaşılır ki; turfanda yemişin kıymeti olursa, zekât namına verilmesi sahih değildir. Çünkü onu hediye eden, ancak bedelini almak için vermiştir. Binaenaleyh hediye edenin razı olacağı parayı vermeden almak caiz değildir. Ondan fazlasını zekât namına vermek sahihtir.
Sonra Tahtâvî'de gördüm ki, bu ibarenin mislini söylemiş; şunu da ziyade etmiş: «Meğer ki hediye eden, hîbe eden yerine sayılmış olsun.» Yani bununla bedel almak istememiş, onu ancak sadakaya vesîle yapmıştır. Şu halde verdiği şeyi teberru etmiştir. Onun için, o kimseden aldığı, bedel değil sadakadır. Lâkin alan kimse ona bir şey vermese, verdiğini ona bırakmaya razı olmaz. Onun da alması helâl olmaz. Öyle anlaşılıyor ki, verdiği şeyle zekâtı niyet etse, niyeti sahih olur. Verdiği oşeyin kıymeti veya daha fazlası miktarınca zekât borcundan kurtulur. Çünkü hediye eden şahıs, hediyeden maksadı neyse, ona vâsıl olmuştur. Bu hususta, alan kimsenin, aldığı şeyin zekât veya nâfile sadaka alması arasında fark yoktur. O zaman hediyeyi terk etmeye razı olmuş olur.
«Meğer ki bedel vermesi lâzım geldiğini nâssan bildire.» Bu söz, «zekâta ödünç demek doğru değildir» esasına mebnî olmak gerekir. Yukarıda gördük ki, itimat bunun aksinedir. Şu halde zekâtı niyet ederse, bedel vermeyi nâssan şart koşsa bile caiz olmak gerekir. Ancak şöyle denilebilir: Bedel vermeyi nâssan bildirince, muâveza (bedelleşme) akdi meydana gelir. Akitlerde itibara alınan, mücerret niyet değil, sözlerdir. Sadakaya Kur'an-ı Kerim'de mecazen «karz» (ödünç) denidiği meşhurdur. Binaenaleyh ona «karz» denilebilir. «îvaz» (bedel) sözü böyle değildir. Çünkü söz niyet mânâsına gelmemekle beraber, mücerret niyetin ameli yoktur. Onun için ulemadan biri ayırım yaparak, «Ödüncü zekâtla tevil ederse caizdir. Etmezse caiz değildir» demiştir.
«Aksi takdirde sahih değildir.» Zira verilen, bedel mesabesinde olur. T. Burada şöyle denilebilir: «Turfanda yemiş hediye edene verilen de böyledir. Şu halde niyetin itibara alınması gerekir. Bunun benzeri, zekât bahsinin evvelinde geçendir.» Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse nafakasını vermek için, hüküm giyen birine zekat verirse, zekât yerine geçmez. Ama bu, nafaka yerine saydığına göredir. Zekâttan sayarsa caizdir.» Bazıları caiz olmadığını söylemişlerdir. Nasıl ki Tatarhâniyye'de böyle denilmiştir. Lâkin yine Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre İmam Muhammed, "Emanet, emanetçinin elinde helâk olur da sahibine bedelini verirse, bununla malının zekâtını niyet ettiği takdirde davayı defetmek için vermişse, zekât yerine geçmez" demiştir.
Yine Tatarhâniyye'de bildirildiğine göre, bir kimse sadakay-ı fıtrını sahura kaldıran davulcuya verirse caizdir. Çünkü bu ona vacip değildir. Ulemamızın söylediklerine göre, en ihtiyat ve şüpheden en uzak hareket, evvela o davulcuya hediye olacak bir şey vermek, sonra da buğdayı vermektir.
«Fakirler kaparsa caizdir.» Ve bu onlara o malı temlik olur. Niyet, malı ayırırken yapılmıştır. Hiç niyet etmese de, fakirler kaptıktan sonra niyet etse, mal fakirlerin elinde bulundukça caizdir. Nitekim bunun benzerini yukarıda gördük.
Ben derim ki: Bunu «fakirlerin kapması kendi rızası ile olursa» diye kayıtlamak gerekir. Çünkü bâtınî mallarda vermeyi ihtiyar etmek şarttır. Nitekim bâgîler meselesinde geçmişti. Aşağıdaki mesele de buna delâlet eder.
«O şahsı tanırsa.» Yani alan şahsı tanırsa caiz olur. Çünkü tanımazsa meçhul şahsa mal temlik etmiş olur ki caiz değildir. Zira bu, ibaha olur. Zekâtta şart ise, temliktir.
H A T İ M E : Bilmiş ol ki sadakayı, kendine ve çoluk-çocuğuna yetecek miktardan artan maldan vermek müstehaptır. Kendine yetmeyecek maldan verirse günahkâr olur. Bir kimse, kendinin samimi tevekkülünü ve dilenmeye karşı sabredeceğini bilerek bütün malını tasadduk etmek İsterse edebilir. Aksi takdirde caiz değildir. Başı dara düşünce sabredemeyen kimsenin, tam kendine yetecek kadar olan nafakasından birazını tesadduk etmesi mekruh olur. Dürerü'l-BihârŞerhi'nde böyle denilmiştir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten naklen bildirildiğine göre, nâfile sadaka vermek isteyen kimse için efdal olan, bütün mü'minîn ve mü'minâtı niyet etmektir. Çünkü sadaka hepsine ulaşır; ecrinden hiçbir şey noksan edilmez. Allah'u âlem!