03 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR...SADAKA-İ FITR BÂBI

SADAKA-İ FITR BÂBI


METİN
«Sadaka-i fıtr» terkibi, hükmü şartına izâfet kabilindendir. «Fıtr» kelimesi islamî bir sözdür. «Fıtrat» kelimesi ise sonradan uydurmadır. Hattâ îrap hâtası olduğunu söyleyenler vardır. Sadaka-i fıtrın verilmesi, zekattan önce, ramazan orucunun farz kılındığı sene emrolunmuştur. «Peygamber (s.a.v.) bayramdan iki gün önce hutbe okur; fitrenin verilmesini emir buyururdu.» Bunu Şumunnî söylemiştir.
İZAH
Sadaka-i fıtrın zekâtla münasebeti, her birinin mâlî vazifelerden olmasıdır. Mebsût'ta, vücud tertibine bakarak oruçtan sonra getirilmiştir. Burada Musannıf onu sadaka cihetine riayet ederek zikretmiş ve sadaka olmasını tercih etmiştir. Çünkü terkipten maksat, muzâftır. Muzâfın ileyh değildir. Bâhusus muzaf şart olursa, maksat muzaf olur.
Sadaka-i fıtrın hakkı, öşürden önceye alınmaktı. Çünkü o, kendisinde ibadet mânâsı olan bir nafakadır. Bu ise onun aksinedir. Şu kadar var ki, öşür kitapla sabit olmuştur. Sadaka-i fıtr ise haberi vâhit ile sabittir. Bununla beraber zekât nevilerindendir.
Fıtrdan murad, fıtr günüdür. Lügat mânâsı ile fıtr değildir. Çünkü lügat mânâsı ile fıtr (yanı iftar), ramazanın her gecesinde olur. Sadaka-i fıtr, sevap kastı ile verilen bir bahşiş olduğu halde ona sadaka denilmesi, kişinin doğruluğunu meydana çıkardığı içindir. (Çünkü bu kelimenin aslı, «doğruluk» mânâsına gelen «sıdk»tır.) Nitekim kadın hususunda erkeğin doğruluğunu meydana çıkardığı için, «mehre» «sadak» denilmiştir. Mi'râc.
Hükümden murad, sadakanın vâcip olmasıdır, Çünkü şer'î hüküm
budur. Vücuptan murad da, eda etmenin vâcip olmasıdır. Zira fıtrın şart kıldığı budur. Nefsi vücup değildir.
Bahır'da, «Bu terkipteki izafet, bir şeyi şartına izafet kabilindendir ki mecazdır. Çünkü hakikat, hükmü sebebine izafet etmektir, Bu sebep baştır» denilmiştir.
«Fıtr kelimesi islâmi bir sözdür.» Fukaha onu ıstılah edinmişlerdir. Galiba bu kelime, «yaratılış» mânâsına gelen «fıtrat»tan alınmıştır. Bahır'da Zeylâî'ye uyarak böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa Musannıf'ın muradı «kendisine sadaka izafe edilen fıtr -ki mahsus günün ismidir- şer'î bir lâfızdır», demektir. Yani hâssaten bugüne «fıtr» denilmesi şer'î bir ıstılahtır. Zira orucun zıddı olan «fıtr»ın lügâvî bir kelime olup, şeriat gelmezden önce kullanıldığı şüphesizdir. Yahut muradı «fıtrat» kelimesidir. Nehir'de Vikâye Şerhi'nden naklen şöyle denilmiştir: «Fıtrat kelimesi, fukahanın ve diğer ulemanın ibarelerinde geçmektedir. Bu kelime sonradan uydurulmuştur. Hattâ bazıları onu avamın hatalarından saymışlardır.» Yani «fıtrat» kelimesinden, «sadaka» mânâsı kastedilmiştir. Kelimenin lügat mânâsı bu değildir. Çünkü bu mânâda kullanılmamıştır. Gerçi Kâmus'da, «Fıtrat sadaka-i fıtr ve yaradılıştır» denilmişse de, bazı muhakkıklar buna itiraz ederek «Sadaka-i fıtr mânâsına almak doğru değildir; çünkü bu mânâya ancak şeriat tarafından kullanılmıştır» demişlerdir. Kâmus sahibinin, şer'î hakikatleri, kelimelerin lügat mânâları ile karıştırdığı çokgörülmüş ve bu Onun hatası sayılmıştır. Lakin El Mugrib adlı lügat kitabında şöyle denilmektedir: «Muhtasar'da "fitre buğdaydan yarım sa'dır" denilmiştir ki, bunun mânâsı sadaka-i fıtrdır. Bu tâbir Şâfiî ve diğer ulemanın ibarelerinde mevcuttur. Ve lügat cihetinden sahihtir. Velev ki ben elimdeki esas nüshalarda bulamamış olayım.»
Nevevî'nin Tahrîr adındaki eserinde, «Fıtra, sonradan uydurulan bir isimdir. Galiba "yaratılmış" mânâsına gelen "fıtraf'tan alınmış olacaktır. Ebû Muhammed Ebherî'nin beyanına göre, mânâsı "hilkatin zekâtı" demektir. Sanki sadaka-i fıtr bedenin zekâtıdır» denilmiştir. Kuhistâni dahi bu yoldan yürümüştür. Onun için bazıları, sadaka-i fıtra, baş sadakası ve bedenin zekâtı denildiğini nakletmişlerdir.
Hâsılı «fitre» kelimesinin lügat mânâsı ifade ettiğinde şüphe yoktur. Mânâsı "hilkat, yaradılış" demektir. Söz, ancak mutlak kullanılıp da şer'î mânâsı kastedildiği hale mahsustur. Eğer muzaf takdir etmeksizin mutlak olarak sadaka mânâsına kullanılırsa, bu sonradan çıkma şer'i bir ıstılahtır. Muzaf takdir edilirse, ondan murad, lügâvî mânâsıdır. Herhalde Mugrib sahibinin sahih gördüğü bu olsa gerektir. Kelime «fıtra» değil de «fıtr» olarak kullanılırsa, lügat mânâsı ifade ettiğinde söz yoktur. Bundan anlaşılır ki, Şârihi'n Nehir sahibine uyarak söylediği hatalıdır.
«Sadaka-i fıtrın verilmesi ilh...» Nuh Efendi'nin Haşiyesi'nde bu hususta şöyle denilmiştir: «Hâsılı ramazan orucu, kıble Kâbe'ye çevrildikten sonra Şaban ayında farz kılınmıştır. Peygamber (s.a.v.) de bayramdan iki gün önce fıtra sadakası verilmesini emir buyurmuştur ki bu, malların zekâtı farz kılınmazdan önce idi. Sahih olan budur. Onun içindir ki, sadaka-i fıtr zekâtla neshedilmiştir, derler. Velev ki sahih olan bunun hilâfı olsun.»
Şumunnî'nin söylediği hadisi Abdurrezzak, sahih bir senetle Abdullah b. Sa'lebe'den rivayet etmiştir. Abdullah şöyle demiştir: «Rasulullah (s.a.v.) bayramdan bir veya iki gün önce hutbe okudu da, "Buğdaydan bir sa'ı iki kişi için; yahut kuru hurmadan veya arpadan bir sa'ı bir kişi için, hür veya köle, küçük veya büyük her şahıs namına verin" buyurdu.» Fetih. Tahtâvî diyor ki: «Bununla. Bahır sahibinin bayram namazları babında söyledikleri kuvvet bulmaktadır. O şöyle demişti: Bayram gününden önceki hutbede, hatip sadaka-i fıtrın hükümlerıi beyan etmelidir ki, halk namazgâha çıkmazdan önce fitrelerini çıkarmak imkânını bulsunlar.»
METİN
Sadaka-i fıtr, vakti, ömür boyunca geniş olmak üzere vâcip olur. «Rasulullah (s.a.v.) sadaka-i fıtrı farz kıldı» hadisinin mânâsı, «onu kararladı, takdir kıldı» demektir. Çünkü bu sadakayı inkâr edenin kâfir sayılmayacağına icmâ-ı ümmet vardır. Sadaka-i fıtrın bütün ömürde vâcip olması bizim ulemamıza göredir. Sahih olan da budur. Bunu Bedâyı'den naklen Bahır sahibi söylemiş; ta'lilini şöyle yapmıştır: «Bu sadakanın verilme emri, bir kavle göre zekât gibi mutlaktır. Nitekim evvelce geçmişti.» Bir kimse ölür de, sadaka-i fıtrını mirasçısı verirse caiz olur. Bazıları bu sadakanın aynen fitre bayramı gününe mahsus olmak üzere vaktinin dar olduğunu söylemişlerdir. O günden sonra verilirse kaza olur. Kemal b. Hümâm, Tahrîr adlı kitabında bu kavli ihtiyar ettiği gibi; Tenvîrulbesâirsahibi dahi onu tercih etmiştir.
İZAH
«Farz kıldı» hadisi, imam Şâfiî'nin istidlâline cevaptır. O Sahîhayn'daki Hz. Ömer hadisi ile, bu sadakanın farz oldûğuna istidlâl etmiştir Çünkü o hadiste; «Rasulullah (s.a.v.) Ramazan'da sadaka-i fıtrı, müslümanlardan her hür ve köleye -erkek olsun, kadın olsun- kuru hurmadan bir sa', arçadan da bir sa' olmak üzere farz kıldı» denilmiştir, Fetih.
«Takdir kıldı» sözü, farz kelimesinin mânâlarından biridir. «Hakim nafakayı farz kıldı» derler ki, «nafaka takdîr etti» mânâsınadır. Bu cevap Bedâyi sahibinindir. Fethu'l-Kadîr sahibinin cevabı şudur: «Zannî delille vücup sâbit olur ve mânâda hilâf yoktur. Çünkü Şâfiîlerin isbat ettikleri farz mânâsı "inkâr eden kâfir olur" manâsına değildir. Binaenaleyh bizim vâcip dediğimizin mânâsına gelir. Şu kadar var ki, onların ıstılahınca "farz" kelimesi bizim örfümüzde "vâcibe" de şâmildir. Onları açıkladıklarına göre dahi, sadaka-i fıtrın farz olduğunu inkâr eden kâfir olmaz. Bu gösterir ki onlar, bizim örfümüzde "vâcip" denilen şeye "farz" adını vermişlerdir» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Şöyle de cevap verilebilir: Ashap'tan biri «şu iş farzdır» derse, bize göre bundan «ıstılâhî farz» anlaşılır; ama bu o sözü Peygamber (s.a.v.)'den işitene nisbetle yüzde yüzdür. Başkasına nisbetle kat'iyet bildiren bir yoldan rivayet edilmedikçe, yüzde yüz değildir. Onun için ulema «Peygamber (s.a.v.) zamanında vâcip yoktu» demişlerdir. Biz bunu Menâr Şerhi'nin hâşiyelerinde izah ettik.
«Sahih olan da budur.» Metin kitaplarda bildirilen budur. Zira onlarda «Sadaka-i fıtrı önceden veya sonradan vermek caizdir» denilmiştir.
«Bir kavle göre zekât gibi mutlaktır.» Yani kayıtlanmamıştır. O ancak veren kimsenin fiilen tayin etmesiyle veya ömrünün sonunda taayyün eder. Sair zamanlarda, ne vakit verilse eda olur. Kaza sayılmaz. Ancak müstehap olan, namazgâha çıkmadan vermektir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Bugün fakirleri dilenmeye muhtaç bırakmayın» buyurmuştur. Bedâyi.
«Bir kimse ölür de sadaka-i fıtrını mirasçısı verirse caiz olur.» Cevhere'de, şöyle denilmiştir: «Sadaka-i fıtr veya kefâret; yahut nezir borcu olan kimse ölürse, bize göre terekesinden alınmaz. Meğer ki mirasçısı teberru ehlinden olup, mecbur edilmeksizin kendiliğinden teberru etmiş olsun. Ölen kimse vasiyet ederse vasiyeti, malının 1/3'inden geçerli sayılır.»
Musannıf'ın «bazıları» diyerek naklettiği söz, sahih kavlin mukabilidir ki, bunu Hasan b. Ziyâd söylemiş, "Sadaka-i fıtrın eda zamanı, bayram gününün evvelinden sonuna kadardır» demiştir. O gün verilmezse, Kurban gibi sâkıt olur. Bedâyi. Hidâye şerhleri ile diğer kitap parada da Kurban gibi sâkıt olur. Bedâyi. Hidâye şerhleri ile diğer kitaplarda da böyle denilmiştir., Kemal b. Hümâm'ın Tahrîr adlı eserinde tercih ettiğine göre bu, vakitle mukayyet kabilindendir. Mutlak değildir. Zira Peygamber (s.a.v.), «Bugün fakirleri dilenmeye muhtaç bırakmayın» buyurmuştur. O gün geçtikten sonra verilirse, kaza olur. İbn-i Nüceym dahi Bahır isimli eserinde ona tâbi olmuş. Ancak Menâr Şerhi'nde, «Bu, sahihin mukabilini tercihtir» demiştir.
Ben derim ki: Zâhire bakılırsa, bu söz üçüncü bir kavil olup, mezhepten hariçtir. Zira günü geçmekle kaza sayılması, «günü geçerse sâkıt olur» diyenlerin kavlinden başkadır. Allâme Makdisî bu sözü reddederek şunları söylemiştir: «Ashâb-ı Kiram, Peygamber (s.a.v.) zamanında sadaka-i fıtrı bayram gününden önce verirlerdi. Bu, Onun izni ve malumatı ile yapılırdı. Nitekim bizzat Kemal b. Hümâm dahi bunu söylemiştir. Binaenaleyh günle kayıtlanmadığına delalet eder. Zira kayıtlansa, o günden önce verilmesi caiz olmazdı; nitekim namazda, oruçta ve kurbanda caiz değildir.» Cevap verirken, «Bu, sebebi bulunduktan sonra, önce vermektir ve caizdir. Nasıl ki nisaba mâlik olduktan sonra zekâtın önceden verilmesi caiz olur» denilmiş olması, itirazı te'kîd eder. Çünkü önceden vermenin caiz olduğunu ve vakitle mukayyet olmadığını gösterir. Zira vakitle mukayyet olsa, sebebi bulunmuş olsa bile vakti gelmeden verilmesi caiz olmaz. Çünkü vakit onun şartıdır. Nitekim Hacc'ın sebebi olan Kâbe mevcut olmakla beraber, vakti gelmeden haccetmek caiz değildir. Şu da var ki, fitreyi önceden vermeyi zekâta kıyas etmek doğru değildir. Çünkü Fetih'ten naklen beyan edeceğimize göre, aslın hükmü kıyasa muhaliftir.
«Fakirleri dilenmeye muhtaç bırakmayın» hadisi, bu işin müstehap olduğuna yorumlanmıştır. Nitekim Bedây!'den naklen yukarıda arz ettiğimiz ibare dahi buna işaret etmektedir. Zahîriyye'de, fitreyi geciktirmenin tahrîmen mekruh olmadığı açıklanmıştır. Nehir'de de öyledir ve gelecektir. Buna delil, Peygamber (s.a.v.)'in «Her kim sadaka-i frtrı namazdan önce verirse, makbul zekât olur; namazdan sonra verirse, sadakalardan bir sadaka olur» hadisidir. Bu hadisi Ebû Dâvud ve başkaları rivayet etmişlerdir. Yani sevabı azaldığı için sair sadakalardan biri gibi olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Orada şu ifade dahi vardır: «Bu söz, Hasan b. Ziyâd'ın kavline göre, sadaka-i fıtrın sâkıt olduğuna delâlet etmez. Çünkü zâhirini itibara almak, namazdan sonra sadaka-i fıtrın sâkıt olmasına yol açar. Velev ki eda o günün geri kalan kısmında olsun. Hasan b. Ziyâd'ın kavli bu değildir. Onun kavline göre sadaka-i fıtr, namazın geçmesel ile değil, günün geçmesi ile sâkıt olur.» nitekim yukarıda geçti.
«O günden sonra verilirse kaza olur.» Biliyorsun ki vaktin darlığından murad, İmam Hasan'ın «o gün geçerse sâkıt olur» sözüdür ki, bu üçüncü bir kavildir. Ben Kemâl b. Hümam'dan başka ona kail olan görmedim. Bu kavlin sakat olduğunu da gördün. Binaenaleyh yapılan bu tefri' (fer'î mesele) söz götürür.
METİN
Sadaka-i fıtr, hür olan her müslümana vaciptir. Velev ki küçük çocuk veya deli olsun; hattâ çocukla delinin velileri vermezlerse, buluğa erdikten sonra çocuğun vermesi vâcip olur. (Ayıldıktan sonra delinin vermesi de vâciptir.) Müslüman, nisap sahibi olacak ve bu nisap borcu, çoluk çocuğunun ihtiyaçları gibi aslî hacetten fazla olacaktır. Velev ki üremesin. Nitekim yukarıda geçti. Bununla, yani bu nisapla sadaka almak haram olur. Nitekim evvelce geçmişti. O kimseye, kurban kesmek ve -râcih kavle göre- yakın akrabalarının nafakası vâcip olur. Üremenin şart koşulmaması, sadaka-i fıtrkudreti mümekkine ile vâcip olduğu içindir.
Kudret-i mümekkine: Mücerret fiili yapmaya imkân bulmakla vâcip olan şey. Vücup devam etmek için bu kudretin devamı şart değildir. Çünkü hâlis şarttır.
İZAH
Sadaka-i fıtr, hür müslümana vacip olunca, köleye ve kâfire vâcip değildir. Çünkü kölenin temlike (milk olarak vermeye) hakkı yoktur. Kafir ise ehil değildir. Zira sadaka-i fıtr bir kurbet ve ibadettir; küfür ona aykırıdır. Nehir. Binaenaleyh kâfire vâcip değildir; velev ki müslüman bir kölesi veya müslüman çocuğu olsun. Bahır.
«Velev ki küçük çocuk veya deli olsun.» Bu hüküm, küçükle delinin malları olduğuna göredir. Bedâyi sahibi şöyle diyor: «Akıl ve buluğa gelince: Bunlar Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'a göre vücubun şartlarından değildir. Hattâ malları varsa küçük çocukla deliye de sadaka-i fltr vâciptir. Onların malından velileri verir. İmam Muhammed'le Züfer'e göre ise vâcip değildir. Baba veya vasi, onların mallarından sadaka-i fıtrı verirlerse, öderler.» şeyhayn'a göre küçük çocukta delinin fitreleri vâcip olduğu gibi, kölelerinin fitrelerini onların mallarından vermek dahi vâcip olur. Nitekim Hindiyye ve Bahır'da beyan edilmiştir.
«Hattâ çocukla delinin velileri» onların mallarından fitrelerini vermezlerse, çocuğun buluğa erdikten sonra; delinin de ayıldığı zaman fitrelerini vermeleri vâcip olur. Bu hususta Bedâyi'de şöyle 'denilmiştir «Zengin çocuğun fitresini velisi vermezse, Ebû Hanîfe'yle Ebû Yusufun kaidelerine göre edası lâzımdır. Çünkü çocuk buluğdan sonra buna kadirdir.»
Ben derim ki: Çocukla deli, fakir olurlarsa, fitreleri kendilerine değil, nafakalarını verenlere vâcip olur. Nitekim gelecektir. Zâhire bakılırsa, velî kendi malından bunların fitrelerini vermezse, buluğdan ve ayıldıktan sonra çocukla delinin vermeleri lâzım gelmez. Zira onlara vâcip olmamıştır.
«Bu nisapla sadaka almak haram olur.» Yani vâcip olan sadakayı alamaz. Nâfile sadakaya gelince; (alması haram değil) sadece istemesi haramdır. Adı geçen nisap, hacetine yetecek kadarsa, alması haram değildir. Ondan sonra zikredilenlerde kendisine vâcip olmaz.
«Yakın akraba»dan murad, kazanmaktan âciz olan erkekler; yahut fakir kadınlardır. Bunlarla kayıtlanması, fakir olan ebeveyni (anne babayı) çıkarmak içindir. Çünkü muhtar kavle göre kendisi çok kazanırsa, anne babasını kendi nafakasına alır.
Şârih'in kudret'i mümekkine tarifine itiraz olunmuş, «Bu tarif kendisinde kudret-i mümekkine şart olan vâcibin tarifidir» denilmiştir. Tevzîh'te, kudret-i mümekkine; «Mükellefin üzerine farz olan şeyi ekseriyetle güçlük çekmeden kendisi ile eda edebildiği imkânın en aşağısıdır.» diye tarif edilmiş; sonra bu ifade, «sebep ve aletlerin selâmetidir» diye açıklanmıştır. (Sebep ve aletlerin selâmetinden murad, o işi yapmaya mâni bulunmamaktır. Meselâ abdest almak isteyen bir kimsenin, abdest uzuvları sağlam olup su da mevcut ve abdeste mâni bir şey yoksa, o kimse sebep ve aletler selâmette olduğu için abdest almaya kudret-i mümekkine ile muktedirdir.)
Tevzîh sahibinin «Ekseriyetle güçlük çekmeden» diye kayıtlaması, ulema hac meselesinde «azık vebinek kudret-i mümekkinedendir» dedikleri içindir. Zira yiyecek ve binecek vasıta, birer alettir ki, maksada ermek için vasıtadırlar. Bunlarsız hac etmek dahi mümkün ise de, ekseriye büyük güçlükle olur, Nitekim Telvîh'te beyan edilmiştir. Sadaka-i fıtrda üremeyen nisap dahi böyledir Zira onsuz da fitreyi vermek mümkündür. Lâkin ekseriye güç olur. Telvîh sahibi diyor ki: «Bu kudret Allah'ın bir fazla ihsanı olmak üzere, her vâcip ibadetin edası için şarttır. Zira fiili yaparken bu kudret olmazsa, kulun mükellef sayılması imkânsızdır. Şu halde fiilden önce sebep ve aletlerin selâmette olmasını şart koşmak Allah tarafından bir ihsan olur.»
Bu kudretin devamı,-ki nisaptır- burada şart değildir. Hattâ bayram sabahının fecri doğduktan sonra ölse, fitre sakıt olmaz. Hacda malın helak olması da böyledir. Nitekim gelecektir
METİN
Sadaka-i fıtr, kudret-i müyessire ile vâcip olmaz. Kudret-i müyessire bir şeyin fiiline imkân bulduktan sonra o şeyin kolaylık sıfatı ile vâcip olmasıdır. Ve o şeyi güçlükten kolaylığa değiştirir. Onun için bu kudretin devamı şarttır. Zira (hâlis şart değil) içinde illet mânâsı bulunan şarttır. Biz bunu, Menâr üzerine yazdığımız derkenarda izâh ettik. Bundan sonra Musannıf, zikrettiği iki kudret üzerine şu meseleyi tefrî etmiştir: Binaenaleyh fitre vâcip olduktan sonra, malın helâkı ile sâkıt olmadığı gibi; hac da sâkıt olmaz. Nitekim şahitlerin ölmesi ile nikâh bâtıl olmaz. Zekât, öşür ve haraç böyle değildir. Çünkü onlarda kudret-i müyessirenin devamı şarttır.
İZAH
Kudret-i müyessirenin tarifine de yukarıdaki itiraz yapılmıştır. Telvîh'te beyan edildiği vecihle kudret-i müyessire, «Kudret-i mümekkine ile fiilin imkânı sabit olduktan sonra kula ödeme kolaylığı icap eden şeydir.» Bu kudret, kudret-i mümekkineden sonra ikinci derecede olmak üzere Allah'ın bir lütf-u ikramıdır. Onun için, umumiyetle edası güç gelen mâlî vâciplerin çoğunda şart kılınmıştır. Buna misâl, zekâttaki nemâdır. Zira zekâtı, nemâ (yani üreme) olmaksızın da vermek mümkündür. Fakat nemâ şartı ile vermek daha kolaydır .Bu takdirde malın aslı eksilmez. Elden çıkan sadece üreyenin bir kısmıdır.
Sonra kudret-i mümekkine, fiili meydana getirmek için şart olunca, hâlis şart sayılır. Onda illet mânâsı yoktur. Binaenaleyh vâcibin devamı için bu kudretin devamı da şart değildir. Zira devam vücuttan başkadır. Vücudun şartı olan şeyin, devamın şartı olması lâzım gelmez. Nikâhtaki şahitler gibi ki, akdin meydana gelmesi için şart; fakat devamı için şart değildirler.
Kudret-i müyessire bunun hilâfınadır. Çünkü o, illet mânâsında şarttır. Vacibin sıfatını, güçlükten kolaylığa değiştirir. Zira mücerret kudret-i mümekkine ile o fiilin vâcip olması mümkün idi. Lâkin güçlük sıfatı ile meydana gelirdi. Kudret-i müyessire tesir ederek, onu kolaylık sıfatı ile vâcip kılmıştır. Binaenaleyh illet olması mânâsına bakarak devamı şarttır. Hükmün devamı, bu illetsiz mümkün değildir. Çünkü kudret-i müyessire olmaksızın kolaylık tasavvur edilemez. Vâcip olan fiil, kolaylık sıfatı olmaksızın devam edemez. Çünkü ancak bu sıfatla meşru olmuştur. Onun içinkudret-i müyessirenin devamı şart kılınmış; kudret-i mümekkinenin devamı şart kılınmamıştır. Halbuki zâhire bakılırsa bunun aksi olmalıydı. Çünkü fiil, imkânsız tasavvur olunamaz; fakat kolaylık olmaksızın tasavvur edilebilir
«Binaenaleyh fitre vâcip olduktan sonra malın helâkı ile sâkıt olmaz.» Çünkü kudret-i müyessire ile değil, kudret-i mümekkine ile vâcip olmuştur. Hac dahi öyledir. Çünkü haccın şartı olan azık ve binecek vasıta, kudret-i mümekkinedir. Zira hacda, kudret-i müyessire ancak binecek vasıtaları, yardımcıları ve hizmetçileri bulunmakla hâsıl olur. Bunlar ise bil ittifak şart değildir. T. Şârih burada nikâh meselesini zikretmekle, Telvîh'ten naklettiğimiz «Kudret-i mümekkine vâcibin başında şarttır. Devamı için şart değildir. Nitekim nikahta şahitler böyledir ilh...» ifadesine işaret etmiştir .
«Zekât, öşür ve haraç böyle değildir.» Çünkü bunlar, sene geçtikten sonra mal helâk olursa, edaya imkân bulsun bulamasın sâkıt olurlar. Şeriat, vücubu, kudret-i müyessireye bağlamıştır. Kudret-i müyessireye bağlı olan bir şey onsuz olamaz. Bunu Tahtâvî Hamevî'den nakletmiştir. Burada kudret-i müyessire, nisap değil üreme vasfıdır. Musannıf, «malın helâkı ile» diye kayıtlamıştır. Çünkü mal kendiliğinden helak olmaz da istihlâk edilirse, fître sâkıt olmaz. Velev ki kudret-i müyessire bulunmasın. Zira mal sahibini zulümden men etmek ve fakirlerin halini gözetmek için, takdiren kudret-i müyessire mevcut farz edilmiştir. Telvîh'te de böyle denilmiştir. Burada haraçtan murad ,harac-ı mukâsemedir ki öşür gibidir, Zira bu haracın şartı hakikaten mal üreten yerdir. Harac-ı muvazzaf böyle değildir. O, sırf ziraata imkân bulmakla vâcip olur. Zimmette vâcip olduğu İçin çıkan mahsulün helâkı ile helâk olmaz. Zekâtla öşür böyle değildir.
METİN
Sadaka-i fıtrı -bir özürden dolayı oruç tutmasa bile- kendisi için ve fakir olan küçük çocuğu ile, deli olan büyük çocuğu namına verir. Babalar birkaç olursa, her birinin fitre vermesi icabeder. Bir kimse kocasına hizmet edebilecek küçük bir kızını evlendirirse, ona fitre lâzım değildir. Baba bulunmadığı veya fakir düştüğü zaman, dede baba gibidir. Nitekim İhtiyâr sahibi bu kavli ihtiyar etmiştir.
ÎZAH
«Sadaka-i fıtrı kendisi için verir» sözü, fitrenin sebebini beyandır. Burada asıl olan baştır. şüphesiz ki bu başın nafakasını veren ve ona hükmeden kendisidir. Bu manada olup, nafakasını verdiği ve kendilerine hükmettiği kimseler de aynı hükümdedirler. Meselenin tamamı Nehir'dedir.
«Oruç tutmasa bile» sözü, zâhire göre, müslüman orucunu ancak bir özürden dolayı bırakacağına binaendir. Nitekim bunun benzerini, geçmiş namazları kaza bâbında görmüştük. Orada Musannıf, müslümana hüsnü zanda bulunmak için «terk edilen namazlar» dememiş; «geçmiş namazları kaza» tabirini kullanmıştı. Şu halde kasten oruç tutmasa bile, fitre vacip olur. Çünkü sebep mevcuttur. Bu sebep, nafakasını verdiği ve kendisine hükmettiği baştır. Velev ki o başın sahibi küçük, çocuk ve kafir köle gibi oruç tutmayanlardan olsun. Sonra Bedâyi'de bu mânâda sözler gördüm. Orada şöyle deniliyor: «Keza ramazan ayında orucun bulunması, fitre vâcip olmak için şart değildir. Hattâ bir kimse ihtiyarlık, hastalık veya yolculuk sebebi ile oruç tutmasa, sadaka-i fıtr vermesi lâzım gelir. Çünkü bu sadakayı emreden delil mutlaktır. Onda bu şart yoktur.»
Musannıf «küçük çocuğu» sözü ile, ana karnındaki cenînden ihtiraz etmiştir. Çünkü ona çocuk denmez. Bercendî'de dahi, böyle denilmiştir. Zira çocuk, ana karnından doğup, ihtilâm oluncaya kadar geçen zamanda insana verilen addır. Musannıf bununla, anneye küçük çocuklarının sadaka-i fıtrını vermek vâcip olmadığına işaret etmiştir. Nitekim Münyetü'l-Müftî'de böyle denilmiştir. Küçük çocuğu «fakir» diye kayıtlaması, zengin olmuş olsa sadaka-i Fıtrı kendi malından vâcip olacağı içindir. Büyük çocuk ile deli, fakir olurlarsa, onların fitrelerini de velileri verir. Zengin iseler, İmameyn'e göre kendi mallarından verilir. Nitekim evvelce geçmişti.
Tatarhâniyye'de Muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: «Bunak ile deli, küçük çocuk mesabesindedirler. Delilik ister aslî olsun -yani deli olarak buluğa ersin- ister ârızî olsun, fark etmez, Zâhiri mezhep budur.»
Babalar birkaç tane olursa; meselâ iki kişi, bulma bir çocuğun babası olduklarını; yahut müşterek câriyelerinin çocuğunu «bendedir» diye iddia ederlerse, Ebû Yusuf'a göre her biri o çocuk namına tam bir fitre verir. Çünkü oğulluk ikisinden de tam olarak sübut bulmuştur. Nesebin sabit olması, parçalanmayı kabul etmez. Keza ikisinden birisi ölürse, çocuk kalanın olur.
İmam Muhammed, «Bu iki adama bir sadaka lâzım gelir. Çünkü velî olmak hakkı ile nafaka her ikisine aittir. Sadaka-i fıtr da öyledir. Zira o da nafaka gibi parçalanmayı kabul eder» demiştir. O iki kişiden biri fakir olursa, İmameyn'e göre zengin olan tam bir sadaka verir. Fetih.
Evlendirilen küçük kızdan murad, fakir kızdır. Zira zengin olursa, evlensin evlenmesin sadakası kendi malından verilir. H.
«Kocasına hizmet edebilecek» ifadesini, Nehir sahibi dahi Kınye'den bu şekilde nakletmiştir. Yine Nehir'de Hulâsa'dan naklen şöyle denilmektedir: «Küçük bir kız kocasına teslim edilirse, fitresi babasına vâcip değildir. Çünkü nafakası babasına vâcip değildir.» Bu ifade, meselenin iki şeyle kayıtlı olduğunu gösterir. Biri hizmete elverişli olması, diğeri de kocasına teslim edilmesidir. Onun içindir ki şârih nafaka bâbında, «Keza küçük zevce hizmete, yahut muhabbete elverişli olur da kocası onu evinde bulundurursa, İmam Ebû Yusuf'a göre sadakası kocasına vâcip olur» demiştir. Tuhfe sahibi dahi bu kavli tercih etmiştir. Hizmete yaramazsa, nafakasının kocasına vâcip olmayacağı hususunda bu ifade açıktır. Zahirine bakılırsa, -velev ki evinde bulundursun- onun nafakası babasına vâcip olur.
«Ona fitre lâzım değildir.» Yani fakir olduğu için kendi malından fitre vermesi gerekmediği gibi; kocasının malından , vermesi dahi gerekmez. Sebebi aşağıda gelecektir. Babasının vermesi de icabetmez. Çünkü kızın velisi de olsa, nafakası ona ait değildir. H.
İhtiyar sahibinin tercih ettiği kavil İmam Hasan'ın rivayetidir. Bu rivayet, kitabın sonunda gelecek olan birkaç mesele müstesna olmak üzere «dede baba gabidir» diyen zâhiri rivayete aykırıdır. Müstesnalardan biri bu meseledir, Fethu'l-Kadîr sahibi dahi bunu tercih etmiştir. Çünkü sebebin vucudu tahakkuk etmiştir ki o da, nafakasını verdiği ve mutlak surette hükmettiği baştır. Burada, «Velî olması tam değildir, Çünkü vilayet babadan kocaya intikal etmiştir. Binaenaleyh vasînin vilâyetigibi olur» şeklinde bir İtiraz varit olmuşsa da, bu itiraz doğru değildir, diye reddedilmiştir. Çünkü vasi verdiği nafakayı kendi malından vermez. Dede böyle değildir. Çocuğun malı yoksa, nafakasını baba gibi o da kendi malından verir. Bahır sahibi bu hususta münakaşa etmiş, Ona da Makdisî ile Nehir sahibi ret cevabı vermişlerdir. Onun için Şârih, imam Hasan'ın rivayetini tercih etmiştir.
Ben derim ki: Lâkin Hâniyye'de şöyle denilmektedir: «Baba hayatta ise, dedenin, fakir olan torunu için sadaka-i fıtr vermesi bil ittifak lâzım değildir. Zahir rivayete göre, baba ölmüşse hüküm yine böyledir.» Bundan anlaşılıyor ki İmam Hasan'ın rivayeti, baba öldüğü zamana mahsustur. Lâkin Bedâyi sahibinin sözü, hilâfın her iki meselede mevcut olmasını gerektirmektedir. Evet Fetih sahibinin ta'lili, yalnız ölü hakkında zâhirdir.
METİN
Kişi, hizmetinde kullandığı kölesinin fitresini dahi verir. Velev ki köle borca dalmış veya başkası için ücretle tutulmuş; yahut rehin edilmiş olsun! Elverir ki rehin verenin elinde borca yetecek nisap bulunsun.
Hizmeti birine, rakabesi (şahsı) başkasına vasiyet edilen köleye gelince: Onun fitresi, ödünç, emanet ve cinayet işleyen köle gibi, şansına mâlik olana vâciptir. Zeylâî'nin "vacip değildir" sözü kalem hatasıdır. Fetih. Köle kâfir bile olsa, müdebberinin ve ümmüveledinin fitresini de verir. Çünkü sebep tahakkuk etmiştir. Sebep, nafakasını verdiği ve baktığı baştır. Karısının ve akıl bâliğ olan büyük çocuğunun fitrelerini vermek, vâcip değildir. Ama onların izni olmaksızın verirse, istihsanen caizdir. Çünkü âdeten izin mevcuttur. Yani aile efradının içinde ise, âdeten izin vardır. Aile efradında dahil değilse, âdeten izin yoktur. Bunu Muhîften naklen Kuhistânî söylemiştir. Bellenilmelidir.
İZAH
"Hizmetinde kullandığı" diye kayıtlaması, ticaret kölesinden ihtiraz "içindir. Zira iki defa sadaka vermek lâzım gelmesin diye, ticaret kölesi için sadaka-i fıtr vâcip değildir. Zeylâî.
Nihâye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin nisap miktarını doldurmayan ticaret kölesi olur da zekât malı bulunmazsa, kölesi için sadaka-i fıtr vermesi vâcip değildir, Velev ki tekrara müeddi olmasın. Çünkü bun da zekâtın vücubuna sebep mevcuttur Muteber olan, hüküm değil hükmün sebebidir.» Bahır.
"Borca yetecek nisap"tan murad, köleden başka malın nisabıdır. Çünkü köle, hizmetinde kullanıldığı için, aslî hacetlerinden sayılır. şurunbulâliye. Böyle olmazsa fitresini vermek kimseye lâzım gelmez. Zira rehin alan kimse, ,köle üzerinde en çok hak sahibidir. Borçlu ile rehin verilen arasında fark şudur: Borçluda, borç kölenin üzerinde ise, borcunu ödeyecek kadar malı bulunması şart değildir. Rehin verilende ise, efendisinin üzerinedir. Bunu Zeylâî'den naklen Halebî söylemiştir.
«Cinayet işleyen köle gibi.» Yani kasten yahut hata yolu ile cinayet işleyen kölenin sadakasını sahibi verir. Zira sahibinin milki, ancak köleyi zarar gören şahsa verirken elinden çıkar; daha önce çıkmaz. Hâniyye. Zeylâî'nin buradaki ibaresi, «şahsı bir insana vasiyet edilen kölenin fitresi vâcip değildir»şeklindedir Bu söze, «kalem hatası» demektense, «kölenin hizmeti, kendisine vasiyet edilen insana, onun fitresini vermek vâcip değildir» mânâsına yorumlamak mümkündür. Böyle denirse, «şahsına mâlik olanın vermesi vâciptir» demeye aykırı düşmez. Sonra gördüm ki Tahtâvî bundan bahsetmiş ve şöyle demiştir: «Zeylâî üzerine hâşiye yazan şilbî bu sözü, vasiyeti yapan köle sahibi ölüp de, kendisine vasiyet edilen şahsın kabul veya ret etmediği hale yorumlamıştır.»
«Köle kâfir bile olsa» sözü, erkek olsun kadın olsun müdebbere şâmil olduğu gibi; ümmüvelede dahi şâmildir. Çünkü kâfir câriyeyi -kitabiye olmasa bile- döl almak için ayırmak caizdir. Zira Mecûsî câriyenin cimai helâl olmamasından, döl almak için ayırmanın sahih olmaması lâzım gelmez. Bu ortak câriye gibidir. Araştırılmalıdır. Bunu Halebî söylemiştir.
«Sebep, nafakasını verdiği ve baktığı baştır.» Yani vâcip, kâmil ve mutlak olan nafakasını verdiği baştır. Vâcip kaydı ile, Allah rızası için nafakasını verdiği ecnebî tariften hariç kaldığı gibi; kâmil kaydı ile ortak, köle; mutlak kaydı ile de zevce hariç kalır. Çünkü onun nafakası, nikâh işleri yolunda gitsin diye zaruridir. Onun içindir ki, ilâç gibi ikinci derecedeki masraflarını ödemek kocasına vâcip değildir. H. Baktığı baştan murad, nafakasını vermektir. Nikâh sureti ile kendi idaresi altına almak değildir. Binaenaleyh kocası amcası çocuğu ise, onunla itiraz edilemez. Zira onun vilayeti, nikâh vilayetidir. H.
Bir kimsenin, karısı namına fitre vermesi vâcip değildir. Çünkü nafakasını vermesi ve ona bakması kusurludur. Karı koca haklarından başka hususta, kocası karısına hakim değildir. Kadının zaruri olan nafakasından başka, tedavi ücreti gibi masraflarını ödemesi vâcip değildir. Büyük çocuğu, aile efradı arasında ve kötürüm bile olsa, fitresini vermek babasına vâcip değildir. Çünkü onun üzerinde vilayeti kalmamıştır.
Şârih «Akil-baliğ» sözüyle, bunak ve deliden ihtiraz etmiştir. Böyle sinin hükmü, küçük çocuk gibidir. Zâhirî rivayete göre, velev ki deliliği ârızî (yani sonradan meydana gelmiş) olsun. Ama delilik buluğa erdikten sonra ârız olmuşsa, İmam Muhammed onu aklı başındaki büyük insan gibi saymıştır. Çünkü buluğa ermekle, babasının vilayeti kalmamıştır. Şârih bu sözü ile, babanın fitresinin oğluna vâcip olmadığına da işaret etmiştir. Velev ki ailesi efradı içinde bulunsun. Ancak fakir ve deli olursa, fitresini vermesi vâcip olur. Nîtekim Bahır ve Nehir'de beyan edilmiştir. Şârih bu sözü ile, babanın fitresinin oğluna vâcip olmadığına da oluğuna işaret edilerek) naklolunmuştur. Hâniyye sahibi ise onu Şâfiî'ye nisbet etmiştir. Lâkin Seffâr'ın Câmîinde vâcip olduğuna icmâ nakledilmiş; buna illet olarak da, vilayet ile nafakanın her ikisinin bulunması gösterilmiştir. Bu söz açıktır.
Karısı ile büyük çocuğunun izinleri olmaksızın fitrelerini verirse, istihsasen caizdir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Zahîriyye'nin ibaresinden anlaşıldığına göre, karısı ve çocuğu diye kayıtlamadan bir kimse aile efradı arasında bulunanların emri olmaksızın fitresini verse, mutlak surette caiz olur.» Bu istihsanen caizdir ki, fetva da buna göredir. Hâniyye.
Şârih «çünkü âdeten izin mevcuttur» sözü ile, hükmen niyetin mevcut olduğunu anlatmakistemiştir. Aksi takdirde (niyet lâzımdır) Bedâyi'de açıklandığına göre niyetsiz fitre caiz değildir.
METİN
Kaçan kölesi ile, esir edilen ve hacredilen mağsup kölesi için de -beyyinesi yoksa- sadaka-i fıtr vermesi vâcip değildir. Hulâsa. Kaçak kölenin geçmiş fitresi, ancak dönüp geldikten sonra vâcip olur. Mükâtebinin fitresi dahi vâcip değildir. Keza mükâtebin kendisine de vâcip değildir. Çünkü mükâtebin elindeki mal efendisinindir. Müşterek köleler için dahi fitre vâcip değildir. Meğer ki köle iki kişi arasında ortak olup, hizmetinden nöbetleşe istifade etsinler. Bu takdirde, fitrenin zamanı birinin nöbetinde gelirse, bir kavle göre vâcip olur. Köle muhayyerlikle satılırsa, vücup tevakkuf eder (durur) Fitre günü geçer de, muhayyerlik devam ederse, köleye sahip olanın fitresini vermesi lâzım gelir.
İZAH
Kaçan kölenin fitresinin lâzım gelmemesi; halen ona velî olmadığı içindir. T. Esir edilenin fitresi ise, elinden ve tasarrufundan çıktığı içindir. Bu köle mükâtebe benzer. Bahır.
Ben derim ki: Esir edilen köle kın (yani hâlis köle) ise, ehl-i harp düşman ona mâlik olur ve sahibinin milkinden çıkar. Müdebber ile ümmüveled böyle değildir (onlar sahibinin milkinde kalırlar).
"Beyyinesi yoksa fitresini vermesi vâcip değildir." Zekât bahsinde geçen düzeltmeye göre, beyyinesi olsa bile fitresi vâcip olmamak gerekir. Çünkü her hâkim adaletle iş görmez ve her beyyine makbul değildir. T.
«Kaçak kölenin geçmiş fitresi, ancak dönüp geldikten sonra vacip olur.» Zâhire bakılırsa, gasp edilenle esir edilenin hükmü de budur. H.
Ben derim ki: Bu hüküm, köleye düşman mâlik olmadığına göredir. Dönüp gelen kölelerin, geçmiş seneleri için sadaka-i fıtr vâcip olur. Rahmetî diyor ki: «Ulema, yeri unutulan gömülü malda, geçmiş seneler için zekât farz, olmadığını söylemişlerdir. Nitekim yukarıda geçmişti. İkisinin arasındaki farka bakmalıdır!»
«Mükâtebin elindeki mal efendisinindir.» Onun hakiki milki yoktur. Zira üzerinde bir dirhem borcu kaldığı müddetçe o köledir. Kölenin ise milki yoktur. Bedâyi.
«Müşterek köleler için dahi fitre vâcip değildir.» Çünkü her iki ortak hakkında, nafaka ve velayet hakkı noksandır. Bu kavil İmam-ı Âzam'ındır. İmameyn'e göre her ortak kendine düşen başın fitresini verir. Küsurun fitresi verilmez. Nitekim Hidâye'de beyan edilmiştir. Köleler dört ise, her ortak iki kölenin fitresini verir. Köleler üç ise, ikisinin fitresi verilir; üçüncünün verilmez. Muhît sahibi, İmam Ebû Yusuf'u, Ebû Hanîfe ile beraber göstermiştir. Esah olan da budur. Nitekim Hakâyık ve Fetih'te böyle denilmiştir.
El-Musaffâ'da, «Bu hüküm, hizmet köleleri hakkındadır. Ticaret köleleri hakkında bil ittifak fitre vâcip değildir» denilmiştir. Yani bir malda iki hak bir araya gelmemesi için, demek istemiştir.
«Fitrenin zamanı»nından murad, vücup vaktidir ki, bayram günü fecrin doğmasıdır.
«Bir kavle göre vâcip olur.» Bundan murad, zayıf bir kavildir. Nitekim bazı nüshalarda açıkça beyan edilmiştir. Çünkü bu kavil umumiyetle kitapların metin ve şerhlerine muhaliftir. Rahmetî.
Ben derim ki: Bu fer'î meseleyi Mecmâ Şerhi ile Dürerü'l-Bihar Şerhi, Hakâyık'tan naklen kaydetmiştir. Zayıflığının vechi, velâyetin eksik olmasıdır. Buna delil, ortaklardan birinin o köleyi evlendirmemesidir. Nafaka eksikliği de vardır. Çünkü kölenin nafakası iki ortak arasında müşterektir. Kısmet bahsinde görüleceği vecihle, iki ortaktan her biri, kendisine hizmet eden kölenin nafakasını vermeye ittifak etseler, istihsanen caiz olur. Elbise meselesi bunun hilâfınadır. Yani yiyecek meselesinde âdetan müsamaha vardır. Giyecekte müsamaha yoktur.
«Vücup tevakkuf eder.» Çünkü milk ve velayet tevakkuf etmiştir; onların üzerine bina edilen de tevakkuf eder. Bahır. Muhayyerlik, satıcıya yahut müşteriye veya her ikisine ait olabilir. Çünkü milk sallantıdadır. Muhayyerlik olmasa da bayram günü geçtikten sonra köleyi teslim alsa, fitre müşteriye vâcip olur. Teslim almazdan önce köle ölürse, fitre hiçbirine vâcip olmaz. Müşteri köleyi teslim almazdan önce kusur veya görme muhayyerliği ile geri çevirse, fitre satıcıya vâcip olur. Teslim aldıktan sonra çevirirse, müşteriye ait olur. Hâniyye. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«Fitre günü geçerse ilh...» ifadesine şöyle itiraz olunmuştur: «Fitre gününün geçmesi şart değildir. Kifâye'de beyan edildiğine göre, fecr doğduğu anda muhayyerliğin bulunması kâfidir.» Onun için İnâye sahibi, «Bu söz küllü ıtlak; cüzü irâde kabilindendir» demiştir. (Yani "Bir şeyin bütününü söyleyip cüz'ünü kastetmek kabilinden mecaz-ı mürseldir", demek istemiştir. Buna misal «parmaklarını kulaklarına tıkadı» sözüdür. Kulaklara tıkanan bütün parmaklar değil, parmakların uçlarıdır. Parmaklarını denilmiş, bunların cüzleri olan uçları kastedilmiştir.)
METİN
Sadaka-i fıtr, buğdaydan veya unundan yahut kavutundan, kuru üzümden yarım sâ verilir. İmameyn kuru üzümü kuru hurma hükmünde tutmuşlardır. Bu kavil İmam-ı Âzam'dan da rivayet olunmuştur. Behens'î ile başkaları bu kavli sahih bulmuşlardır. Hakâyık ile Burhan'dan naklen Şurunbulâliye'de «bununla fetva verilir» denilmiştir. Kuru hurmadan ve arpadan bir sâ verilir. Velev ki kötü olsun, Nassan bildirilmeyen darı ve ekmek gibi şeylerde kıymete itibar olunur. Muteber olan sâ, 1040 dirhem burçak veya mercimek alan kaptır.
İZAH
Buğdayın unu ile kavutunda, ihtiyaten miktar ve kıymete itibar etmek evlâdır. Velev ki bazı hadislerde «un» diye açıklanmış olsun. Hidâye. Çünkü bu hadisin senetlerinde Süleyman b. Erkam vardır ki, hadisi metruktur (Onun hadisi ile amel edilmez). Binaenaleyh ihtiyata riayet ederek yarım sâ buğday unu, yahut bir sâ arpa unu vermek vâcip olur. Ancak buğday ununun yarım sâ buğdaya; arpa ununun bir sâ arpaya müsâvi olmaları şarttır
«İmameyn, kuru üzümü kuru hurma hükmünde tutmuşlardır.» Yani her ikisinde birer sâ vermek icabeder. «Behensî Mültekâ Şerhi'nde bu kavli sahih bulmuştur.» Maksat, sahih olduğunu rivayet etmesidir. Yoksa Behensî tashih eshabından (yani sahihi sakîmi birbirinden ayıracak tercihsahiplerinden) değildir.
Bahır sahibi diyor ki: «Bu kavli Ebu'l-Yusr sahih bulmuş, Muhakkık İbn-i Hümâm Fethü'I-Kadîr'de onu delil cihetinden tercih etmiştir.»
Nikâye Şerhi'nde, «Evla olan, kuru üzümde miktar ve kıymete itibar etmektir» denilmiştir. Yani yarım sâ kuru üzüm, kıymet itibariyle yarım sâ buğdaya müsavi olmalıdır. Tâ ki miktar cihetinden sahih olmazsa, buğdayın kıymeti cihetinden sahih olsun. Lâkin buna şöyle itiraz edilmiştir: Kuru üzümden bir sâ verileceği sahih hadiste nâssan bildirilmiştir. Binaenaleyh onda kıymete itibar edilemez. Nitekim gelecektir. Arpanın unu ve kavutu arpa gibidir. Nehîr.
«Velev ki kötü olsun.» Bahır'da şöyle denilmiştir: «Musannıf yarım sâ ile bir sâ'ı mutlak söylemiş, "iyisinden" diye kayıtlamamıştır. Çünkü yarım sâ kötü arpa verse caiz olur. Bozulmuşunu veya kusurlusunu verirse, noksanını öder. Kötü arpanın kıymetini verirse, fazlasını öder. Zahîriyye'de böyle denilmiştir.» Hâşiye yazarlarından birinin Zeylâî Haşiyesi'nden naklettiğine göre, verilen buğday arpa ile karışık olursa bakılır: Arpa fazla olursa bir sâ; buğday fazla olursa yarım sâ vermesi icabeder.
Nâssan bildirilmeyen şeyler hakkında Bedayi'de şöyle denilmiştir «Nâssan bildirilen şeylerin kıymet itibariyle birbirinin yerine verilmesi caiz değildir. İster verdiği bedel aslın cinsinden olsun; isterse başka cinsten olsun fark etmez. Binaenaleyh kıymet itibariyle buğday yerine buğday vermek -meselâ orta cins bir sâ buğdayın yerine, iyi cins yarım sâ buğday vermek - caiz olmadığı gibi, kıymet itibariyle buğdayın yerine buğdaydan başka bir şey vermek de caiz değildir. Yarım sâ buğday kıymetinde olan yarım sâ kuru hurmayı buğdayın yerine vermek caiz değildir. Verilen hurma, hurma yerine geçer; sahibine de geri kalanını tamamlamak düşer. Çünkü kıymet ancak nâssan bildirilmeyen şeylerde muteberdir.»
TEMBİH: Bize göre nâssan bildirilen şeylerde, bir cinsi başka cinsten tamamlamak caizdir. Bahır'da Nazm'dan naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse yarım sa arpa ve yarım sâ kuru hurma; yahut yarım sâ kuru hurma ve bir batman buğday veya yarım sâ arpa, çeyrek sâ buğday verse caiz olur. Şâfiî buna muhaliftir.»
«Darı ve ekmek gibi şeylerde kıymete itibar olunur.» Sahih kavle göre, ekmeği ancak kıymet itibariyle Vermek caizdir. Çünkü kendinin verilmesi nâssan bildirilmemiştir. Binaenaleyh nâssan bildirilmeyen darı vesair hububat ile peynir gibidir. Bahır.
Bilmiş ol ki bir sâ dört müd, bir müd iki rıtıl, bir rıtıl yarım batman, bir batman dirhem hesabı ile 260 dirhem, istâr hesabı ile 40'tır. İstâr dirhemle hesaplanırsa 6.5 dirhem; miskalle hesap edilirse 4,5 miskaldir. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde böyle denilmiştir.
Müdd ile batman müsavi olup, her biri iki Irak rıtlının çeyrek sâ'ıdır. Bir rıtıl 130 dirhemdir. Zeylâî ile Fetih'te beyan edildiğine göre, sâ hakkında ihtilâf edilmiştir. Tarafeyn «Irak rıtlı ile sekiz rıtıldır» demişler; imam Ebu Yusuf ise beş rıtıl 1/3 olduğunu söylemiştir. Bazılarına göre ortada hilâf yoktur. Çünkü Ebû Yusuf sâ'ı Medîne rıtlı ile takdir etmiştir ki 30 istâr eder. Irak rıtlı 20'dir. Irak rıtlıhınsekizini Medîne rıtlının 5 1/3'ü ile karşılaştırırsan, birbirlerine müsavi olduğunu görürsün. Böyle demek daha münasiptir. Çünkü İmam Muhammed, Ebû Yusuf'un muhalif olduğundan bahsetmemiştir. Muhalif olsa bahsederdi. Çünkü Onun mezhebini en iyi bilen İmam Muhammed'dir. Meselenin tamamı Fetih'tedir.
Sonra bilmiş ol ki şer'î dirhem 14 kırattır. Şimdi örfî dirhem ise 16 kırattır. Bir sâ 1040 şer'î dirhem edince, örfî dirhemle 910 olur. şârih'in, Mültekâ Şerhi'nin mahsulün zekâtı bâbında açıkladığına göre, Şam rıtIı 600 dirhemdir. Şam müddü de iki sâ'dır. Bu izaha göre, Şam rıtlı ile bir sâ bir buçuk rıtıl ettiği gibi; müd dahi üç rıtıl eder. Ve buğdaydan yarım sâ, Şam müddünün çeyreği olur. Binaenaleyh Şam müddü dört kişi namına yeter.
Ben bu meselenin, üstadımızın üstadı İbrahim Sâihâni ile yine üstatlarımızın üstadı Molla Ali Türkmânî'nin el yazıları ile yazıldığını gördüm. Bu zevata uymak kâfidir. Lâkin ben 1226 yılında yarım sâ'ı inceledim ve onun 1 2/3 semîne olduğunu gördüm. (Semîne 1/8 dır). Şu halde aşağı yukarı silme olarak çeyrek müd eder. Bu, yukarıda söylediklerimize aykırı değildir. Çünkü bizim zamanımızın müddü eski müdden daha büyüktür. Rıtıl da öyledir. Çünkü şimdi rıtıl 700 dirhemden fazladır. Bu hüküm, sa'ı, burçak ve mercimekle takdir ettiğimize göredir. Buğday veya arpa ile takdir edersek - ki yakında görüleceği vecihle bu daha ihtiyatlıdır - yarım sâ bundan fazladır. Binaenaleyh ihtiyat olan, iyi buğdaydan tam olarak bir çeyrek şam müddü vermektir. Allah'u a'lem!
Tahtâvi diyor ki: «Üstatlardan biri, yarım sa'ı, Mısır tası il 1 1/6 olarak takdir etmiştir.» Defrî'nin, 1 1/3 tas olarak takdir ettiği rivayet olunur. Buna göre, Mısır'ın çeyrek tası, üç kişi için kâfidir.
METİN
Musannıf'ın sâ'ı burçak ve mercimekle takdir etmesi, ölçek ve tartıda müsavi oldukları içindir. Kıymeti yani dirhemleri vermek müftabih mezhebe göre o şeyin aynını vermekten daha iyidir. Bunu Cevhere ile Zahîriyye'den naklen Bahır rivayet etmiştir.
İZAH
Musannıf'ın, sâ'ı burçakla mercimeğin hangisinden olursa olsun takdir etmesi, her iki nevi tartı ve ölçek itibariyle müsavi geldikleri içindir. Çünkü bunların taneleri ağırlık ve büyüklük itibariyle birbirinden farklı değildirler. 1040 dirhem gelen burçağı bir kaba doldurur da, sonra kabı başka bir burçaktan doldurursan, ikisinin ağırlığı da bir gelir. Çünkü burçakla burçak arasında fark yoktur. Aynı tecrübeyi mercimekle yapsan netice yine budur. Bunlardan başka zahîreler, meselâ buğday böyle değildir. Çünkü bazı buğday diğerinden daha ağır gelir ve böylece ölçeğin tartısı değişir. Onun için Musannıf sâ'ı burçak veya mercimekle takdir etmiştir. Binaenaleyh nâssan bildirilen şeylerden fitre vermek isteyen için, tartışma bakmaksızın bu sabit bir ölçek olur. Çünkü bu ölçekle, meselâ arpa ölçsen, sonra tarttığında tartısı 1040 dirhemi bulmaz. Tartı itibara alınsaydı. 1040 dirhem arpa atan bir kab, bu miktar burçak veya mercimek alan kabdan daha büyük olması gerekirdi. Ulema sâ'ı bu iki şeyle itibara almışlardır. Şu halde başka zahîrelerde tartının asla itibara alınmadığı anlaşılır. Buna Zahîre'nin şu sözü de delildir: «Tahâvî sâ'ın ölçeği tartısı müsavi sekiz rıtılolduğunu söylemiştir. Bunun mânâsı, mercimekle burçak ölçek ve tartı itibariyle müsavîdir demektir. Hattâ bundan sekiz rıtıl tartarak bir sâ'a konsa, eksik ziyade olmaz. Başka hububatın tartısı bazen ölçeğinden daha fazla olur. Nitekim arpa böyledir. Bazen de bunun aksine olur. Tuz böyledir. Bir ölçek sekiz rıtıl mercimek ve burçak alırsa, o arpa, kuru hurma ve buğdayın ölçüldüğü sâ'dır.»
Fetih'te dahi buna benzer sözler söylenmiş, sonra Fetih sahibi şöyle devam etmiştir: «Bu izahatla sâ'ı ölçek ve tartı yönünden takdir hususundaki hilâf ortadan kalkar.» Hilâftan muradı, bundan önce söyledikleridir. Bundan önce şöyle demiştir .«Ebû Hanîfe'ye göre, buğdaydan tartı bakımından yarım sâ itibar edilir. Çünkü ulema sâ hakkında sekiz rıtıl mıdır yoksa 5 1/3 ıtıl mıdır, diye ihtilâf edince, bunun tartı itibariyle olacağında ittifak etmişlerdir. İbn-i Rüstem'in İmam Muhammed'den rivayetine göre itibar sadece ölçeğedir. Hattâ bir kimse dört rıtıl verse caiz değildir. Çünkü buğdayın ağır olup yarım sâ'ı doldurmaması mümkündür.» Bu söylenenlerle hilâfın ortadan kalkması teemmül götürür. Çünkü Ebû Hanîfe'ye göre, yarım sâ tartı ile itibara almaktan hatıra gelen, buğday ve benzeri gibi şeylerin tartısı itibar edilmektir. Bunu, burçak ve mercimekle itibar ettiği hatıra gelmez.
Zahire göre sâ'ın mercimek ve burçakla itibar edilmesi, İmam Muhammed'in rivayetine göredir. Ve hilâf mevcuttur. Bundan dolayıdır ki Sadrü'ş-Şeria Vikaye şerhi'nde iyi buğdaydan bir sâ sekiz rıtıl takdir etmenin daha ihtiyat olduğunu söylemiştir. Çünkü burçakla takdir edilirse daha küçük olur, sekiz rıtıl buğday almaz. Çünkü burçak buğdaydan daha ağırdır. Buğday da arpadan ağırdır. Şu halde burçaktan sekiz rıtıl ile dolan bir kap, iyi buğdaydan sekiz rıtıldan daha az ile dolar.
Ben derim ki: Bununla, sâ'ı ölçek ve tartı hesabı ile ele alan her iki rivayete göre, kişi yakînen (yani yüzdeyüz) borcundan kurtulmuş olur. Onun için daha ihtiyat sayılmıştır. Lâkin bu izaha göre arpa ile takdir etmek daha ihtiyatlıdır. Onun için hâşiye yazarlarından biri Muhammed Emîn Mirpanî'nin Zeylaî Hâşiyesi'nden naklen, «Bizim Mekke'nin harem-i şerîfindeki ulemamız ve daha önce onların üstatlarının verdikleri fetvaya göre sâ, arpadan sekiz rıtıl ile takdir edilir. Herhalde bu yüzdeyüz borçtan kurtulmak için ihtiyata riayet etmelerindendir. Zira Serahsî'nin Mebsut'unda ibadetler bâbında, ihtiyata riayet etmenin vâcip olduğu kaydedilmiştir.» Bununla takdir edilirse, bir sâ (kap) mercimek ve buğdaydan sekiz rıtıl alır ve mutlaka artar. Aksi bunun hilâfınadır. Onun için sâ'ı arpa ile takdir etmek daha ihtiyatlıdır.
Musannıf «kıymeti vermek» sözünü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh buğdayın ve diğer hububatın kıymetlerine şâmildir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Tatarhâniyye'de Muhît'ten naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse buğdayın veya arpanın; yahut kuru hurmanın kıymetini vermek isterse, Şeyhayn'a göre bu üç şeyin hangisinin kıymetini isterse verebilir. İmam Muhammed yalnız buğdayın kıymetini vereceğini söylemiştir.»
Şârih'in «yani dirhemleri» sözü, çok defa 'kıymetten murad, 'dirhem' olduğu zannını verir. Halbuki kıymet bazen madeni paralardan ve eşyadan olur. Nitekim Bedâyi ile Cevhere'de beyan edilmiştir. İhtimal ki şârih kıymet itibariyle verilmek istenilirse, dirhem verilmesinin daha makbul olduğunu beyan için Zeylâî'ye uyarak sadece dirhemleri söylemekle yetinmiştir. Çünkü kıymetin daha makbul olmasındaki illet, fakirin hacetini görmeye daha yardımcı olmasıdır, İhtimal ki fakir meselâ buğdaydan başkasına - elbise vesaire gibi şeylere - muhtaçtır. Eşya vermek böyle değildir. Bu izaha göre dirhemden murad, dinara (altına) da şâmildir.
«Müftâbih mezhebe göre» sözünün mukabili Muzmerât'ta beyan edilendir. Orada, «Şiddet ve sıkıntı günlerinde olsun olmasın bütün hallerde buğday vermek efdaldir. Çünkü bunda sünnete uymak vardır. Fetva buna göredir.» denilmiştir. Minah. Demek ki fetva muhteliftir. T.
METİN
Bu bolluk zamanına göredir. Darlık zamanında ise o şeyin aynını vermek efdaldir. Nitekim bu cihet gizli değildir. Sadaka-i fıtr fecrin doğması ile vâcip olur. Fecrden daha önce ölen veya fecrden sonra doğan yahut müslüman olan kimse için sadaka-i fıtr vâcip değildir. Peygamber (s.a.v.)'in emri ve fiili ile amel etmiş olmak için, fitreyi bayram sabahı fecr doğduktan sonra namazgâha çıkmadan ayırmak müstehaptır. Ama bayram gününden önce veya sonra eda edilmesi dahi zekâta kıyas ederek caizdir. Sebep mevcuttur. Çünkü sebep baştır. Birincide yani evvel vermek meselesinde ramazanın girmiş olması şarttır. Sahih olan kavil budur. Bununla fetva verilir. Cevhere'de ve Zâhiriyye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir.
İZAH
«Bu» yani kıymeti vermenin daha makbul olması bolluk zamanında dır.
«Nitekim bu cihet gizli değildir» sözü, bunun Şarih tarafından yapılma bir inceleme olduğu zannını veriyor. Halbuki aynı sözü Tatarhaniyye sahibi Muhammed b. Seleme'ye nisbet etmiş, Nehir sahibi de, «Bu güzeldir» demiştir.
Sadaka-i fıtr bize göre ikinci fecrin doğmasıyla; Şâfiî'ye göre ise ramazanın son gününde güneşin batması ile vâcip olur. Bedâyi. Fecrden evvel ölen veya sonra doğan kimselere sadaka-i fıtr vâcip değildir. Çünkü fıtrın vâcip olduğu anda ehil değildirler. Nehir. Fecrden önce fakir düşer, yahut fecrden sonra zengin olursa hüküm yine budur. Nitekim Hindiyye'de beyan edilmiştir.
Zekâta kıyas meselesine Fetih sahibi itiraz etmiş ve şunları söylemiştir: «Burada aslın hükmü kıyasa muhalifdir. Binaenaleyh bu asla kıyas edilemez. Çünkü önce vermek, her ne kadar sebep bulunduktan sonra olsa da, henüz vâcip olmadan vermektir» Bahır sahibi buna cevaben, «Fitre, fark eden bir şey yok mânâsına zekât gibidir. Yoksa bu bir kıyas değildir» demiştir. Ama bu cevap söz götürür. En iyisi Buhâri hadisi ile istidlâl etmektir. O hadiste, «Ashab fitreyi bir veya iki gün evvelinden verirlerdi» denilmiştir.
Fetih sahibi diyor ki: «Bu hüküm Peygamber (s.a.v.)'e gizli kalan şeylerden değildir. Bilâkis bunun mutlaka sâbık bir izinle yapılmış olması gerekir. Zira bir şeyin vâcip olmadan sâkıt olması, akıl ermeyen hususattandır. Binaenaleyh Ashab'ın fitreyi önceden vermeleri, ancak Rasulullah (s.a.v.)'den işittiklerine hamlolunur.»
METİM
Lâkin umumiyetle metin ve şerhlerinde fitrenin önce verilmesi mutlak surette sahih kabul edilmiştir. Bu kavli birçok ulema sahihlemiş. Nehir sahibi dahi onu tercih etmiş; Valvalciye'den naklen bunun zâhiri rivayet olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki: Binaenaleyh mezhep budur.
Her şahsın fitresini bir veya birkaç fakire vermesi caizdir. Ekseri ulemanın kavli budur. Valvalciye, Hâniyye, Bedâyi ve Muhit sahipleri kesinlikle buna kail olmuş; Zeylâî dahi zıhar bahsinde hilâf zikretmeksizin bunlara uymuştur. Burhan sahibi de bu kavli sahih kabul etmiştir. Şu halde mezhep bu olmuştur. Nitekim zekâtı ayrı ayrı kimselere dağıtmak da böyledir.
«Fakirleri bugün dilenmekten müstâğni kılın» hadisindeki emir nedb içindir. Bunun evla olduğunu ifade eder. Onun için Zahîriyye'de, «Fitreyi geciktirmek tahrîmen mekruh değildir» denilmiştir. Nitekim bir cemaatın sadakalarını bir fakire vermeleri hilâfsız caizdir. Yani buradaki hilafa itimat edilmez. Kocası «benim fitremi de ver» dediği zaman, karısı onun izni olmaksızın kendî buğdayı ile onun buğdayını karıştırır ve bir fakire verirse, kadını namına caiz, erkek namına caiz değildir. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle İmam-ı Âzam'a göre karışmak istihlâk sayılır ve sahibinin hakkını iptal eder. İmameyn'e göre ise iptal etmez; kocası razı olursa caizdir. Zahîriyye.
İZAH
Bahır'da nakledildiğine göre buradaki sahih kavil hakkında ihtilâf edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Lâkin ayın girmesi ile kayıtlanması kuvvet bulmuştur. Çünkü fetva buna göredir. Amel de onâ göre oluversin.» Nehir sahibi onun nakillerine muhalefet etmiş, Hidâye'ye uymayı daha evlâ görmüştür.
Şurunbulâliye'de, «Ben derim ki: Metin ve şerhlerdeki ifade ile amel dahi bunu te'yid eder. Hakikaten Hidâye sahibinin sahih kabul ettiği kavil Kâfî, Tebyîn, Hidâye şerhleri, Burhan ve İbn-i Kemal Paşanın eserinde mevcuttur. Bezzâziye'de sahih kavle göre, birkaç senenin fitresini önceden vermenin sahih olduğu kaydedilmiştir. Bunu Hasan b. Ziyâd İmam-ı Âzam'dan rivayet etmiştir» deniliyor .Muhit'te de böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Meselede sahih kabul edilen iki kavil olduğuna göre, müftü bunların hangisi ile amel edeceği hususunda şaşırır. Meğer ki birisini tercih ettirecek bir delil buluna. Meselâ zâhir-i rivayet olur, yahut metin ve şerh yazanlar veya ulemanın ekserisi tercih etmiş bulunursa, o kaville amel olunur. Nitekim kitabın başında izah etmiştik. Burada bu tercih sebeplerinin hepsi toplanmıştır. Çünkü mutlak zikredilmiştir. Binaenaleyh bundan dönülemez. Musannıf, mezhebe göre bir fitrenin bir veya birkaç fakire verilmesinin caiz olduğunu «şu halde mezhep bu olmuştur» sözü ile ifade etmiştir. Bahır sahibi dahi Zeylâî'nin ve Fethu'l-Kadîr'in, «Mezhebe göre caiz değildir. Caiz olduğunu söyleyen sadece Kerhî'dir.» ifadelerini ret için aynı şeyi söylemiştir. Bunu Allâme Nuh Efendi dahi reddetmiş, Mesele aksinedir. Çünkü caiz görmeyenler azlık, caiz görenler çokluktur. itimat çokluğun kavlinedir» demiştir.
Buradaki fakirler hadisini "Dârakutnî, İbn-i Adiyy ve Ulûtulhadis namındaki kitabında Hâkim ibn-i Ömer (r.a.)'dan, «Bugün de fakirleri dolaşmaktan müstağni kılın» şeklinde rivayet etmişlerdir. Nuh. Bu ifade, «Dilenmekten müstağni kılmak, ancak toptan vermekle olur. Bu da Rasulullah (s.a.v.)'in emri ile amel etmiş olmak için vâciptir.» diyenlerin sözüne cevaptır.
Cevabın izahı şudur: «Emir, vücüp değil nedib bildirmektedir. Aksi takdirde fitreyi önceden ve sonradan vermek caiz olmazdı. İşte bu, mezkûr emrin burada nedib ifade ettiğine karinedir. Aksine hareket etmek, tahrîmen değil tenzîhen mekruh olur. Bu cevaptan şu anlaşılır ki fitreyi birkaç fakire vermek, onu geciktirmek gibi tenzîhen mekruhtur. Meğer ki aralarında fark yapılarak, "Herkes fitresini bayram gününden sonraya bırakırsa fakirleri dilenmekten müstağni kılmak asla mümkün olmaz. Ayrı ayrı fakirlere vermek böyle değildir. Çünkü mecmuu itibariyle müstağni kılmak mevcuttur." denile. Nitekim Kerhî bunu böyle illetlendirmiştir. Binaenaleyh nedib emrine muhalif değildir. Çünkü o fertlere değil mecmuuna emirdir. Buna karîne, çoluk çocuk sahibi olan bir fakirin, bir kişinin fitresiyle dilenmekten müstağni kalamamasıdır. Böyle sini müstağni kılmak bir kişiye emredilemez. Gerçi Bahır'da, «Tahkike göre kişi fitresini geciktirmekle eda değil kaza etmiş olur. Binaenaleyh günahkâr olur. "Buna delil hadistir» denilmiştir. Bahır sahibi bu hususta Fetih sahibine uymuştur. Ama bu bâbın başında biz, tercih edilen kavlin bunun hilâfı olduğunu kaydetmiştik.
«Yani buradaki hilafa itimat edilmez.» Bu söz Musannıf'ın Bahır sahibine uyarak «hilâfsız caizdir» ifadesini düzeltmek içindir. Yani hilafsız sözünden murad, hususi hilâf yoktur demektir. Çünkü Mevahiburrahman'da her iki meselede hilaf olduğu açıklanmış; «Bir fakirin bir cemaattan fitre alması, bir kişinin birkaç fakire fitre vermesi, bu iki meseledeki sahih kavle göre caizdir» denilmiştir.
Ben derim ki: Galiba buradaki hilâfın yeri, bir cemaat fitrelerini, karıştırıp da bir fakire vermeleridir. Ama her biri yalnız başına fitresini bir fakire verirse, caiz olup olmadığında hilâf bulunması ihtimalden uzaktır.
«Kocası "benim fitremi ver" diye emrederse ilah...» ifadesinden anlaşılıyor ki, kadın onun fitresini izni olmaksızın verirse caiz değildir. Bunu Ebussud'dan naklen Tahtâvî söylemiştir.
«Karısı onun izni olmaksızın karıştırırsa ilh...» Kocası namına geçerli değildir. Fakat izni ile karıştırırsa, karıştırmakla kadın o buğdaya mâlik olamayacağından, fitre erkek namına geçerli olur. T. izni olmadığı zaman geçerli olmaması, kadına kendi malından fitre vermesini emrettiği içindir. Halbuki kadın kocasının izni olmaksızın onun buğdayını kendi buğdayı ile karıştırınca, o buğdaya mâlik olur. Artık onu fakire vermesi teberrudur ve kocasının buğdayını ödemesi lâzım gelir.
Ben derim ki: «Karısının yaptığını kocası geçerli saymazsa» yahut «delâleten izin bulunmazsa» diye kayıtlamak gerekir. Çünkü Tatarhâniyye'nin zekât bahsinde şöyle denilmektedir: «İki kişi bir adama, zekâtlarını versin, diye para verirler de; o da bu paraları karıştırdıktan sonra verirse öder, Meğer ki izin yenilenmiş yahut her iki para sahibi onun yaptığını geçerli saymış veya delâletenkarıştırmaya izin bulunmuş olsun. Nitekim buğday sahiplerinin arasında buğday paralarının karıştırılmasına izan vermek âdet olmuştur. Keza değirmenci müşterilerinin buğdayını karıştırırsa öder. Bundan ancak örfen karıştırmaya izin olan yer müstesnadır.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«Kocası razı olursa caizdir.» Yani onun namına da caiz olur. Şârih evvelâ "kocası emrederse" dediğine göre, burada "razı olursa" diye kayıtlamaya hacet yoktur. Ancak, «Şârih caiz olduğuna işaret etmiştir. Velev ki baştan emir bulunmasın» denilirse iş değişir. Lâkin kocasının razı olması caiz sayılabilmek için, buğdayın fakirin elinde bulunması mutlaka lâzımdır. Tatarhâniyye'de şöyle deniliyor: «Bakkalî'ye sadaka-i fıtr için başkasının zahîresini tesadduk edenin hükmü sorulmuş da; "Sahibinin geçerli saymasına bağlıdır. Bu takdirde, zahîrenin aynı mevcut olması vesaire gibi şartlarına riayet edilir. Geçerli saymazsa öder" demiştir.» Yine Tatarhâniyye'nin dokuzuncu faslında Tahâvî Şerhi'nden naklen şöyle denilmektedir: «Bir kimse kendi malını başkasının emri olmaksızın onun namına tasadduk ederse, kendi namına caiz olur. Velev ki o şahıs geçerli saysın. O şahsın malını tasadduk ederse, geçerli saydığı mal da mevcut olduğu takdirde, onun namına caizdir. Mal helâk olmuşsa, teberru eden namına caiz olur.»
METİN
Bunun aksi olursa, Nehir sahibi, "Ben bunun cevabını görmedim" demiştir. Yukarıda geçen ifade gereğince, kadın geçerli saymasa bile her ikisi namına caiz olmalıdır. Hükümet reisi sadaka-i fıtr toplamak için memur göndermez. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunu yapmamıştır. Bedâyi.
Verilecek yerler itibariyle ve bütün hallerde sadaka-i fıtr zekât gibidir. Yalnız zımmîye (gayr-ı müslime) vermenin caiz olması hususunda bir de malın helakı ile sükut etmemekte ondan ayrılır. Bunlar yukarıda geçmişti. Bir kimse sadaka-i fıtrını kölesinin karısına verse caiz olur. Velev ki nafakası kendisine ait olsun. Bunu Şehid Umdetülfetevâ'da kaydetmiştir.
Hatîme: İslâm'ın vâcipleri yedidir.Bunlar; fitre, yakın akrabanın nafakası,vitir namazı, kurban kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve karının kocasına hizmet etmesidir. Haddâdî.
İZAH
Bunun aksinden murad, "fitremi ver" diye karının kocasına emretmesi ve onun da her ikisinin buğdaylarını birbirine karıştırmasıdır. T.
«Yukarıda geçen ifade gereğince her ikisi namına caiz olmalıdır.» Geçen ifadeden murad, «Kocası karısının izni olmaksızın onun fitresini verirse istihsanen caiz olur. Çünkü âdeten izin vardır» sözüdür. Bu ifade, bir kimsenin kendi malından, karısı namına fitre vermenin caiz olduğunu gösterir. Buradaki meselemizde kadının buğdayını kendi buğdayı ile karıştırınca buğday kendi milki olur. Ve hem kendisi hem karısı namına caizdir. Tatarhâniyye'de ve diğer kitaplarda bunun benzeri vardır. Orada şöyle denilmiştir: «Bir adamın çocukları ve karısı bulunur da, her biri için buğdayı ölçerek sadaka-i fitrelerini vermek ister. Sonra bunları bir araya toplayarak hepsinin fitresiniyeti ile bir fakire verirse, hepsi namına caiz olur.»
Ben derim ki: Lakin burada şöyle bir itiraz yapılabilir. Kadının kendi malından buğdayı kocasına vermesi, fitreyi kendi malından vermek istediğine karinedir. Tâ ki sadakanın faziletine nail olsun. Bu ise âdeten onun fitresini kocasının malından vermesine izin saymaya aykırıdır. Binaenaleyh maksadı bu ise caiz olmamak gerekir.
TEMBİH: Tatarhâniyye'den naklettiğimiz ibare, fitreleri bir araya toplamanın caiz olduğuna delildir. Fitreleri verirken kadının fitresinden başkalarını birer birer ayırması lâzım gelmez. Lâkin evvelâ ayırmak şart mıdır değil midir? Dikkat etmelidir!.. Hattâ bir Şam Müddü'nü birden dört kişi namına vermesi kâfidir ve buğdayı ölçerse, sözü vaki-i beyan olur. Ben bunu görmedim; maksat hasıl olmak için ikincisi gerekir. Şurada da aynı şey söylenir: «Bir kimse kendisi ve çoluk çocuğu namına buğdayın kıymetini vermek isterse, en ihtiyatlı hareket her fitreyi ayırmaktır. Meselede açık bir nakil bulununcaya kadar bu şekilde hareket etmelidir. Allah'u âlem!»
«Hükümet reisi sadaka-i fıtr toplamak İçin memur göndermez.» Gerçi sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v.)'in Ebû Hureyre'yi sadaka-i fıtr memuru tayin ettiği beyan olunmuştur. EbÛ Hureyre (r.a.) getirenin sadakasını kabul eder; kimsenin ayağına gitmezmiş. Rahmetî.
Ben derim ki: O halde murad, "zekât memuru gibi bizzat kabileler arasında dolaşan memur göndermez". demek olur. Binaenaleyh hadisdeki beyana aykırı düşmez.
Sadaka-i fıtr, sadaka âyetinde bildirilen yerlere verilir. Yalnız anlaşıldığına göre, zengin olan zekat memuruna verilmez. Aralarında doğum itibariyle yakınlık olanlara, karı kocaya, zengine, Hâşimî'ye ve benzerlerine verilemez. Bunlar zekata ehil olanlar bâbında geçmişti. Biz sadaka verilen kimsenin nasıl olursa efdal sayılacağını da bildirmiştik.
Şârih «bütün hallerde» demişse de, maksat mutlak surette her yönden bütün haller değildir. Çünkü hallerin birtakım şartları vardır ki bunlar diğerlerinde bulunmaz. Çünkü zekâtta sene geçmesi, üreyen nisap, akıl ve baliğ olmak şarttır. Sadaka-i fıtrda bunların hiçbiri şart değildir. İmdi verme hallerinde murad, niyet ve temlik şart koşulmaksızın sadakanın ehlini bulmaktır. Sadece mübah kılmak kâfi değildir. Bedâyi. Benim anladığım budur.
FER-İ MESELE: Kendilerine zekât verilecek kimseler hakkında Tatarhâniyye'den naklen şöyle demiştik: «Bir kimse fitresini sahur için kendilerini uyandıran davulcuya verse caizdir. Şu kadar var ki en ihtiyatlı ve şüpheden en uzak hareket, ona evvelâ ekmek parçaları hediye etmek, sonra buğdayı vermektir»
Zımmîye fitre vermenin caiz olması hususunda Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bu, caiz fakat mekruhtur. Şâfiî ile Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre caiz değildir.» Hâvî'den naklen fetvanın Ebû Yusuf kavline göre olduğunu evvelce arz etmiştik. Bu hususta söz geçmişti.
«Bunlar yukarda geçmişti.» Birinci mesele zekât verilecek kimseler bâbında; ikincisi de bu bâbda geçmişti. H.
«Velev ki nafakası kendisine ait olsun.» Yani teberru suretiyle verdiği ve onu da çoluk çocuğundansaydığı cihetle bunu iltizam, ettiği için olsun. Aksi takdirde o kadının nafakası kocasına aittir. Onun için nafakası uğrunda karısının onu satmaya hakkı vardır. Şöyle denilebilir: Nafaka hükmen kölenin efendisine aittir. Çünkü köle onun milkidir. Karısı bu köleyi nafakası için satma hakkına mâlik olunca, sanki nafakası efendisinin malından vâcip olmuş gibidir.
«İslâm'ın vâcipleri yedidir» sözünü Cevhere sahibi İmam Mahbûbî'ye nisbet etmiştir. Usûlü fıkıhta tekerrür etmiş bir kaidedir ki, adedin (sayının) mefhumu yoktur. Yahut mânâ, "bu yedi şey İslam'ın vâciplerindendir, demektir. Herhalde bunların birtakım hususiyetleri vardır ki sair vâcipler aarasında bu hususiyetlerde müşterek olmuşlardır. Binaenaleyh Tahtâvî'nin itirazı varit değildir. O şöyle demiştir: "Eğer bu vâciplerin meşhur olanlarını kasketti ise; sözünü kabul etmiyoruz. Çünkü bayram namazları ile cemaatı vesaire yi zikretmemiştir. Mutlak olarak vâcibi kasdetti ise, namaz, hacc ve diğer ibadetlerde sayısız vâcipler vardır"
şârih'in vâcipten muradı, kadının kocasına hizmeti gibi diyaneten vâcip olan şeylerle; vitr namazı gibi amelî farzlara şâmildir. Umreyi vâciplerden sayması, bazıları onun vacip olduğunu söyledikleri içindir. Bu hususta sahih kabul edilen kavil hakkındaki ihtilâf ileride gelecektir. Allah'u alem!

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...