03 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR...ÖŞÜR (VERGİ) BABI


ÖŞÜR BÂBI


METİN
Haraç yeri olmayan arazinin, velev ki dağ ve ova gibi öşür yeri olmasın, ürettiği malda az da olsa öşür vâciptir. Haraç yeri böyle değildir. Tâ ki öşürle haraç bir yere gelmesin. Keza dağda veya ovada yetişen meyveyi hükümet korursa, öşür vâcip olur. Çünkü o meyve maksûd bir maldır. Hükümet korumazsa öşür yoktur. Çünkü av gibidir.
İZAH
Öşür 1/10 demektir. Burada on'dan murad, öşre nisbet edilen şeylerdir. Tâ ki ünvan, öşrün yarısına ve iki katına da şâmil olsun. Hamevî. Musannıf'ın, öşrü zekât bahsinde zikretmesi, o da zekâttan sayıldığı içindir. Fetih sahibi diyor ki: «Öşre zekât denilmesi, İmameyn'in kavline göredir, diyenler vardır. Çünkü onlar, nisabı ve mahsûlün devamını şart koşmuşlardır. İmam-ı Âzam'ın kavli bunun hilâfınadır. Ama bu sözün bir kıymeti yoktur. Zira öşürün zekât olduğunda şüphe yoktur. Hattâ o da zekâtın verildiği yerlere verilir. İmamlarımızın, bazı zekât nevilerine birtakım şartlar isbat edip etmemek hususunda ihtilâfa düşmeleri, öşrü zekât olmaktan çıkarmaz.» Nehir sahibi, İnâye'nin, «Öşüre zekât adını vermek mecazdır.» sözünü daha zâhir görmüştür. şeyh İsmail ise birinci kavli te'yid etmiş, «Çünkü öşür kendisinden, öşürden başka bir şey alınmayan malda vâcip olur. O zekât cinsinden değildir.» demiş. Hadiste öşüre sadaka denilmesiyle ve ulemanın öşür derhal mi, yoksa mühletli mi vâcip olacağı hususundaki ihtilâflarıyla dahi te'yidde bulunmuştur Burada, öşürden on yerde bahsedilir. Bunları Bahır sahibi sıralamıştır.
Öşür. kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyasla sabittir. Yani Teâlâ'nın «Ekinin hakkını biçildiği gün verin» âyeti kerîmesiyle farz kılınmıştır. Çünkü umumiyetle müfessirler, bundan muradın, öşür yahut yarı olduğunu söylemişlerdir. Âyet mücmeldir. Onu, Peygamber (s.a.v.)in, «Semanın suladığı mahsulde öşür; kova veya dolapla sulanan mahsulde öşrün yarısı vardır.» hadis-i şerîfi açıklamıştır. Âyetteki 'gün' tabiri, 'hak'kın zarfıdır; vermenin zarfı değildir, ki itiraz edilerek, «Murad bu ise, hububatın zekâtı, biçildiği gün değil, paklanıp ölçüldükten ve miktarı belli olduktan sonra verilir.» denilsin, şu da var ki, îmam-ı Âzam'a göre, sebzelerde de öşür vâciptir. Onların hakkı, hasat günü, yani biçildikleri gündür. Bu satırlar kısaltılarak Bedâyi'den alınmıştır.
Musannıf'ın, balda öşür vâcip olduğunu açıklaması, İmam Mâlik ile Şâfiî'nin muhalefetine işaret içindir. Onlara göre balda öşür yoktur. Çünkü bal, arı denilen hayvanlardan meydana gelir ve ipek gibidir Bizim delilimiz Fetih'te izah edilmiştir.
Musannıf, «haraç yeri olmayan» sözü ile haraç yerinin, öşrün vâcip olmasına mâni teşkil ettiğine işarette bulunmuştur. Çünkü bir yerde hem öşür hem haraç olamaz. Binaenaleyh öşür hem öşrî araziye, hem de dağ ve çöl gibi öşrî ve haracî olmayan yerlere şâmildir. Lâkin yukarıda Hâniyye ve diğer kitaplardan naklen, dağın öşrî araziden sayıldığını ve keza bundan murad «kullanılmış olsa, öşrî arazi sayılır» demek olduğunu arzetmiştik. Bir de Hayreddin Remlî, haraç yerini, muvazzaf haraç, diye kayıtlamıştır. Çünkü, haraç, mutlak söylenirse bu kastedilir. Hayreddin, «Mahsul, mukâseme haracının yerinde bulunursa, ondan, o yerdeki meyveden alındığı kadar öşür alınır.» demiştir. Lâkin burada sözümüz, öşrün vâcip olmaması hususundadır. Haraç yerinde öşür mutlak surette vâcip değildir. Nitekim bunu Rahmetî söylemiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, haraç iki kısımdır. Birincisi Harac-ı Mukâseme'dir. Bunu, hükümdar fethettiği araziye koyar ve o yer ahalisine bununla iyilikte bulunarak, çıkanın yarısını veya 1/3'ni, yahut 1/4'ni alır. İkincisi Harca-ı Vazîfe'dir. Bu, Hz; Ömer'in Irak çiftçilerine tayin ettiği verginin mislidir ki, sulanabilen her dönüme, bir sâ' buğday veya arpa alınır. Nitekim tafsitâtı, inşallah cihâd bahsinde gelecektir. Burada, hükümlerinden bazısı görülecektir.
"Meyve" tabirinde pamuk da dahildir. Çünkü meyve yenilip giyilmeye elverişli olan bir esastan türeyen şeyin ismidir. Nitekim Kirmânî'de böyle denilmiştir. Kâmus'ta ise meyve, ağacın üzerindeki mahsulun adıdır. Meşhur olan mânâsı, Müfredat'ta beyan edilendir, ki o da, ağaç mahsullerinden yenilen her şeydir. Ağaç milk olmasa bile, meyvesinin öşrü vâciptir. Bundan, bir kimsenin hanesindeki ağacın meyvesi hariç kalır. Velev ki bahçe olsun. Çünkü bahçe haneye tâbidir. Hâniyye'de böyle denilmiştir. T.
«Hükümet korursa» sözünden murad, balı ve meyveyi korumasıdır. Zâhire göre maksat, harbî olan düşmanlardan, âsîlerden ve yol kesenlerden korumaktır. Yoksa her şahıstan koruması değildir. Çünkü dağların yemişi mübahtır. Müslümanları ondan menetmek caiz değildir. İmam Ebû Yusuf'a göre, dağlarda bulunan şeye öşür yoktur. Çünkü o yer sahipli değildir. Tarafeyn'e göre ise, bal ile meyveye mâlik olmaktan maksat, üretmektir. Bu da hâsıl olmuştur. Binaenaleyh öşür alınır. H.
'Maksut mal'dan murad, hükümetin korumasını istediği maldır T. Yahut, elde edilmesi istenen maldır. Onun için de, korunması şarttır, ki öşür vâcip olabilsin. Zira vergi himayeye (korumaya) bağlıdır.
METİN
Semâ yani yağmur suyu ile ve nehir gibi akarsu ile sulanan mahsullerde nisap şartı aranmadığı gibi, mahsulün devamı ve sene geçmesi gibi şartlar dahi aranmaksızın öşür vâcip olur. Çünkü öşürde, ücret mânâsı vardır. Onun için hükümdarın onu cebren almaya hakkı vardır. Terekeden alındığı gibi, borçlunun malında, küçük çocuğun, delinin, mükâtebin, me'zunun ve vakfın yerinde dahi öşür vâcip olur. Öşüre zekât demek mecazdır.
İZAH
Nisap ve devam şart olmayınca, çıkan zahîre, bir sâ'ı; bazılarına göre yarım sâ'ı doldurmak şartıyla, nisaptan az da olsa, öşrü vâciptir. Uzun zaman kalmayan sebzelerde dahi öşür vâciptir. Bu kavil, İmam-ı Âzam'ındır. Sahih olan da budur. Nitekim Tuhfe'de beyan edilmiştir. İmameyn'e göre, öşür ancak bir sene devamlı kalabilen meyvelerde - şayet bu meyveler vesk'le ölçülürse beş vesk'i doldurmak şartıyla - vâciptir. Bir vesk, 60 sâ'dır. Bir sâ' dört batmandır. Beş veski doldurmazsa, Ebû Yusuf'a göre, veskle ölçülen sebzelerin en aşağısının nisap kıymetini doldurursa öşür vâcip olur. İmam Muhammed, sebzenin nev'inden takdir edîlenin beş misli olursa, öşür alınacağını söylemiştir. Meselâ pamukta beş yük, balda beş küp, şekerde beş batman olursa öşür alınır. Tamamı Nehir'dedir.
Öşürde sene geçmesi şart olmadığı içindir ki, bir yerden, senede birkaç defa mahsul alınırsa her defasında öşür vâcip olur. Çünkü deliller mutlaktır. Onlarda sene kaydı yoktur. Bir de, öşür hakikaten çıkan mahsulde vâciptir. Binaenaleyh mahsul tekerrür edince, o da tekerrür eder. Harac-ı mukâseme de öyledir. O da, çıkan mahsulde vacip olur. Harac-ı vazîfe ise, senede ancak bir defa vâcip olur. Çünkü o, çıkan mahsulde değil, kişinin zimmetinde vâcip olur. Bedâyi. Öşürde ücret mânâsı olunca, o hâlis ibâdet değildir. T.
Hükümdar öşrü cebren alırsa, yerin sahibinden borç sâkıt olur. Ancak sahibi, öşrünü kendi verirse, ibadet sevabı kazanır. Hükümdar alırsa, malının Allah yolunda harcanması sevabını kazanır. Bedâyi.
Küçük çocuğun, delinin, mükâtep ve me'zunun yerlerinde öşür tahakkuk ettiğine göre, öşrün vâcip olması için akıl, buluğ ve hürriyet şart değil, demektir. Vakıf yerinde de öşür vardır. Bundan şu anlaşılır: öşür vâcip olmak için, yerin sahipli olması şart değildir. Çünkü öşür, yerde değil, çıkan mahsulde vâciptir. Binaenaleyh yerin sahipli olup olmaması müsavidir. Bedâyi.
Ben derim ki: Bu hüküm, tarlayı vakıf sahibi ektiği zaman açıktır. Fakat başkaları ücretle ekerse, aşağıda gelen, ücretle tutulan yer hakkındaki hilâf burada da cârîdir. Mısır'ın ve Şam'ın Arâzi-i Emîriye'si bu hükümdedir. Bu arazi vaktiyle haraç yeri imiş. Şimdi ise haraç yeri değildir. Mısır arazisi hakkında Fethu'l-Kadîr'de açıklandığına göre, bugün bu araziden alınan vergi, haraç değil ücrettir. Fathu'l-Kadîr sahibi şöyle demektir: "Görmüyor musun ki bu arazi ekicînin milki değildir. Bu, herhalde arazi sahipleri ölerek, vâris bırakmadıkları için, Beytülmal'e intikal etmiş olacaktır." Şam'ın arazisi de öyledir. Nitekim Müntekâ Şerhi'nin cihâd bahsinde beyan edilmiştir. Lâkin bu arazinin hepsinin Beytülmal'e verilmesi söz götürür. Biz bundan inşallah öşür ve haraç bâbında söz edeceğiz. Beytülmal'e intikal edince bu araziden haraç sâkıt olmuştur. Çünkü haraç vâcip olacak kimse yoktur. Acaba bu araziyi ekenlere öşûr vâcip midir değil midir? Bundan da bu bâbda söz edeceğiz.
Sonra bilmiş ol ki, bu araziyi hükümet reisi haraç şartıyla satarsa, müşteriye haraç vâcip olmaz. Çünkü arazinin kıymetini Beytülmal'e aldıktan sonra, bütün menfaatin veya bir kısmının onun olması mümkün değildir. Bir de, müslümana iptidaen haraç koymak caiz değildir. Velev ki bakaen caiz olsun. Şu da var ki, sâkıt olan geri dönmez. İbni Nüceym, Tuhfe'sinde böyle demiştir. O burada, öşür dahi vâcip olmadığını söylemiş, «çünkü ben bu hususta bir nakil görmedim» demiştir.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü bildiğin gibi şart, çıkan mahsule mâlik olmaktır. Öşür, yerde değil mahsulde vâciptir. Hattâ küçük, deli, mükâtep ve vakfın yerlerinden çıkan mahsulde de vâciptir. Bir de, öşrün sebebi hakikaten çıkan mahsul ile üreyen yerdir. Yere bağlı olan haracın sükut etmesinden, çıkan mahsule bağlı olan öşrün sükutu lâzım gelmez .Beytülmal için alınan arazi parası, yerin bedelidir. Çıkan mahsulün bedeli değildir. Şu da var ki; bazen haracın sükut edip etmediğinde münkaşa yapılır. Meselâ yer haraç yeri olursa, yahut haraç suyu ile sulanırsa, bu münakaşa câridir. Şu delil ile ki, hükümdarın kendisine hane olarak parsel verdiği gâziye, bu parseliçin bir şey vâcip olmaz. Ama onu bahçe yapıp öşür suyu ile sularsa, öşür vermesi; haraç suyu ile sularsa, haraç vermesi icabeder. Nitekim gelecektir. O kimseye kendi iltizamı ile baştan harac konulsa caiz olur. O yer Beytülmal'ın olunca, üzerine vâcip olacak kimse bulunmadığı için haracın sâkıt olmasından, müşterinin satın aldığı yeri haraç suyu ile sulamayı iltizam ettiği zaman dahi haraç vâcip olmaması lâzım gelmez. Çünkü bu, yeni bir sebeple meydana gelmiştir. Nitekim bir kimse muayyen bir müddet için hanesini birine kiraya verse, müddet bitince ücret sâkıt olur. Çünkü üzerine ücret olacak kimse yoktur. Başkasına ücretle verirse, ücret yeniden vâcip olur. Haracın sükutunu farz etsek dahi, öşür sâkıt olmaz. Zira gelir için hazırlanmış yer, iki vazifeden birinden hâli değildir. Sebebini hane meselesinde söyledik. Yukarıda arz ettiğimiz öşrün, kitap, sünnet ve icma' ile sâbit olması - ki bu satın alınan mezkûr yere de şâmil olan vücup delilidir -ile birlikte sebep ve şart tahakkuk edince, yağmur ve nehir suyu ile sulanan yerde öşür vâcip olur. Kova ve dolapla sulanan yerde bunun yarısı vâciptir. Fukahanın mutlak sözlerinden anlaşılan da budur. Binaenaleyh bu hususta söylediklerimiz tahakkuk ettiğinden, ayrıca nakle hacet yoktur. Bilâkis «vâcip değildir» iddiası, açık nakle muhtaçtır. Bu bâbda sözün tamamı, inşallah cihad bahsinin öşür ve haraç bâbında gelecektir.
METİN
Ancak, yerin bir geliri olarak kastedilmeyen Acem Kamışı, odun, ot, saman, hurma dalı, zamg, katran, hatmi, üşnân, pamuk ve patlıcan kökü, karpuz ve hıyar çekirdeği gibi şeylerle, sarmaşık ve çörek otu gibi ilaçlar müstesnadır. Hattâ bir kimse, yerini bu gibi şeylerle doldursa, öşür vâcip olur.
İZAH
Şârih, «yerin bir geliri olarak kastedilmeyen ilh...» sözü ile, Musannıf'ın Kenz ve diğer kitapların sahipleri gibi münhasıran zikrettiği, odun, kamış ve otun, kendileri kastedilmediğine işarette bulunmuştur. Maksat, bunların cinsidir ve burada hüküm kasta bağlıdır. Sahibi, bu zikredilen şeylerle gelir sağlamayı kastederse öşür vacip olur. Nitekim Şârih bunu daha sonra açıklamıştır. Acem Kamışı'ndan murad, sâkı ve boğumları olan her nebattır. şârih bununla, şeker kamışından ve süpürge kamışından ihtiraz etmiştir. Cevhere'de bildirildiğine göre, bu iki nevi kamışta öşür vardır. Mi'râc'da, «Bal kamışının çubuğunda değil, balında öşür vâcip olur» denilmiştir. Şurunbulâliye.
Saman hakkında, Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Ancak, samanı tane tutmazdan önce ekinden ayırırsa, öşrü vâcip olur. Zira maksut saman olmuştur. İmam Muhammed'den bir rivayette, saman kurursa öşür vâcip olur.»
Hurma dalından murad, zembil ve yelpaze yapılan yaprağıdır. Katran, sanuber ve cam gibi ağaçların usaresidir. Pamuğun kökünde öşür yoksa da, yukarıda geçtiği vecihle kendisinde öşür vardır. T. Patlıcan da öyledir. Karpuz ve hıyar çekirdeği gibi, ziraata elverişli olmayan tohumlarda öşür yoktur. Çünkü bunlar bizzat maksut olan şeyler değildir. Bahır. Yani çekirdek elde etmek için ekilmezler. Bilâkis, bu çekirdeklerden meydana gelen sebzeler için ekilirler. Sebzelerde ise öşür vardır. Nitekim yukarıda gördük. Bedâyi'de, «Sebzeler, baklalar, yoncalar, hıyar, soğan, sarımsak vebenzeri şeylerdir.» diye tarif edilmiştir. Bahır'da, «Usfur, keten ve keten tohumu gibi şeylerde öşür vâciptir. Çünkü bunlardan her biri maksut olarak ekilir.» denilmiştir.
«Hattâ bir kimse, yerini bu gibi şeylerle doldursa, öşür vâcip olur.» Meselâ, arazisinde kamış veya ot yetiştirir de bunları biçerek satarsa, öşür vâcip olur. Gâyetü'l-Beyan. Bu yazının bir misli de Bedâyi ve diğer kitaplardadır. Şurunbulâliye sahibi, «Kesip satması, bir kayıt ve şart değildir. Onun için Kâdıhan, sözü mutlak bırakmıştır» diyor.
METİN
Büyük kova ve dolapla sulanan yerlerde öşrün yarısı vâcip olur. Çünkü bunları masrafları çoktur. şâfiîler'in kitaplarında, «Yahut satın aldığı su ile sularsa» denilmiştir. Bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir. Dere suyu ve âletle sularsa, ekseriyete itibar olunur. İki taraf müsavi gelirse, öşrün de yarısı lâzım gelir: 3/4'ü lâzım geldiğini söyleyenler de vardır. ,Bu hesaplar, yeteri derecede ekin masrafları ve tohum çıkarılmaksızın yapılır. Çünkü fukahâ, çıkan mahsulde öşür lâzım geldiğini açıklamışlardır.
İZAH
«Çünkü bunların masrafları çoktur» sözü, zikrettiğimiz şeylerde yarım öşür vâcip olmasının illetidir.
«Bizim kaidelerimiz de buna aykırı değildir.» Bunu Bâkânî, Mültekâ Şerhi'nde, üstadı Behensî'den bu şekilde nakletmiştir. Çünkü kova ve dolapla sulanan yerlerde bir öşürden yarım öşüre, inmenin sebebi, bildiğin gibi fazla masraflı olmasıdır. Bu masraf satın almada da mevcuttur. Bizim ulemamızın bunu zikretmemeleri, herhalde bizce mutemet kavle göre, sulamak için suyun satın alınması caiz olmadığı içindir. Bazıları, «O yerin örf ve âdetinde böyle bir şey varsa caizdir.» demişlerdir. Acaba, satın alınmaz, demek, itibara alınmamasını icabeder mi etmez mi ?Teemmül eyle! Evet, değer su, kap ile muhafaza edilirse sahipli olur. Tulumla yahut havuzda su satın alırsa, yarım öşür lâzım gelir, demek gerekir. Zira bunun masrafı, çok defa kova veya dolapla sulamanın masrafından fazla olur.
«Ekseriyete itibar olunun» sözünden murad, senenin ekserisidir. Nitekim otlak ve alafla beslenen hayvanlar bahsinde geçmişti. Zeylâî. Yani hayvanları senenin bir kısmında otlak, bir kısmında alaf hayvanı yaparsa, senenin ekserisi itibara alınır. Her ikisi müsâvi olursa, yarısına itibar edilir. İhtiyâr dan naklen Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Çünkü, yarıdan ziyade hakkında şüphe vâki olmuştur; şüphe ile ziyade vâcip olmaz.
«3/4'ü lâzım geldiğini söyleyenler de vardır.» Gâye'de şöyle deniliyor: «Eimme-i Selâse de buna kaildir. Binaenaleyh her iki vazifeden yarımşar alınır. Bu bâbda hilâf bilmiyoruz.» Yani yarısını dere suyu ile, yarısını da dolap suyu ile sulamıştır; binaenaleyh yarım öşür ile, çeyrek öşür vâcip olur. Zeylâî. Otlak hayvanlarını ,sene yarısında alaf hayvanına çevirmeye kıyasen, birinci kavli tercih etmiştir. Zira mesele, öşür vâcip olmakla olmamak arasında mütereddit kalmıştır. şüpheyle vâcip olamaz. Yakubiyye sahibi, «Bu, söz götürür» demiştir. Şöyle ki: İkisinin arasında fark açıktır. Ziraasılda, yani kendisine kıyas edilende, vücubun sebebi yüzde yüz sâbit değildir. Burada ise yüzde yüz sâbittir. Şüphe, masrafın fazla veya noksanlığına bakarak, vâcibin, noksan veya ziyadesi hususundadır. O halde, her iki benzerlik, yani aza da çoğa da benzer olması, "nazar-ı itibara alınmıştır.
Ben derim ki: Bu, söz götürür. Çünkü vücubun sebebi otlak hayvanında dahi mevcuttur. Bu sebep, o hayvanın nisabına mâlik olmasıdır. Şüphe, sadece otlak hayvanı olup olmamasındadır. Bu ise, vücubun sebebi değil, şartıdır. Nitekim zekât bahsinin başında geçmişti. Burada dahi şüphe - vücubun aslına sebep tahakkuk etmekle beraber - yarıdan ziyadesinin vücubu şart olmasındadır. Vücubun aslına sebep, hakikaten mahsul çıkmakla, yerin üretici olmasıdır.
«Bu hesaplar, yeteri derecede ekin masrafları ve tohum çıkarılmaksızın yapılır.» Yani birincide öşür, ikincide yarım öşür vacip olur. Ama işçi ücreti, hayvan nafakası, nehir kirası ve bekçi parası gibi şeyler, çıkarılmaksızın hesap edilir. Dürer. Fetih sahibi diyor ki; «Yani masraf mukabilinde çıkan mahsule öşür vâcip değildir, denilemez, öşür, bütün mahsulde vâciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), masrafın değişmesiyle vâcibin değişmesine hükmetmiştir. Masraflar düşülürse, vâcip bir olur ki, o da kalan kısımda daima öşürdür. Zira öşürün yarıya inmesi, ancak masrafından dolayıdır. Masraf çıkarıldıktan sonra, geriye kalan mahsulde masraf yoktur. Binaenaleyh onda daima öşür vâcip olur. Lâkin vâcip, birbirinden farklıdır. Bundan anlarız ki, şer'an, çıkan mahsulün, bir kısmının öşrünün alınmaması muteber sayılmamıştır. Bu kısımdan murad, aslen masrafa müsâvi olan miktardır.» Meselenin tamamı Fetih'tedir.
«Tohum çıkarılmaksızın» kaydını, bazılarına göre, Dürer sahibi muteber kitapların ifadelerine ziyade etmiştir. Fakat, söz götürür.
Bunun cevabı şudur: Bu ziyade, muteber kitapların ifadelerinde dahildir. Nehir'de şöyle denilmektedir: «Kenz'in "masraflar düşülmez" sözünden anlaşılan şudur ki; masrafın, bizzat çıkan mahsulden verilmesiyle, başkasından verilmesi arasında fark yoktur.» Sayrâfî de şunu söylemiştir: «öyle gözüküyor ki, masraf, zahîrenin bir cüzü ise, helâk olmuş sayılabilir. Ve öşür, kalanda vâcip olur. Çünkü o kimse bunu bizzat yapamaz. Bu masrafı çıkarmaya mecburdur. Lâkin fukahanın zâhir olan sözleri mutlaktır.»
METİN
Benî Tağlib Kabîlesi'nden birine ait öşrî arâzide, mutlak surette öşrün iki katı vâcip olur. Velev ki çocuk veya kadına ait olsun. Yahut Tağlibî, müslüman olsun veya o yeri müslümandan satın alsın. Yahut Tağlibî'den, müslüman veya zımmî şatın alsın! Çünkü öşrü katlamak, haraç gibidir, değişmez. Tağlibî olmayan, zımmî bir müslümandan öşür arazisi satın alır da, teslim alırsa, kendisinden haraç alınır. Çünkü küfür, ibadete zıttır. Yeri zımmîden alan bir müslümandan şuf'a ile kurtardığı takdirde öşür alınması ise, pazarlık şefîe intikâl ettiğindendir.
İZAH
Tağlibî'nin öşrî olan yerinden, iki kat öşür alınır. Bundan murad, 1/5'dır Nehir. Çünkü Benî TağlîbHıristiyan Araplar'dan bir kabîledir. Hz. Ömer, onlardan iki kat öşür almak şartıyla anlaşma yapmıştı. Nitekim malın zekâtı bâbından az önce arzetmiştik. Tahtâvî diyor ki: «Yerin dolapla mı yoksa yağmur suyuyla mı sulandığı hakkında tafsilât verilmemiştir. Yapılan anlaşma gereğince, onlardan, mutlak olarak, müslümanlardan alınanın iki katı alınır.»
Ben derim ki: Aynı meseleyi, Câmi-i Sağîr Şerhi'nde ta'lîl ederken, bunu İmam Kâdıhan da te'yîd etmiştir. Kâdıhan, «Çünkü müslümandan ne alınırsa, Tağlibî'den onun iki katı alınır» demiştir.
«Velev ki çocuk veya kadına ait olsun» sözü, mutlakı beyandır. Zira öşür, müslümanların, çocuklarıyla kadınlarının yerlerinden alınır. Binaenaleyh Tağlibîler'in çocuk ve kadınlarının arazisinden, bunun iki katı alınır. Nûh. Halebî, «İster o yer asaleten Tağlibi'nin olsun; ister miras yoluyla eline geçsin, yahut Tağlibî'den Tağlibî'ye el değiştirsin fark etmez» demiştir.
«Yahut Tağlibî müslüman olsun.» Yani arazisi içinde, milki olarak iki kat öşür verdiği yer bulunursa, İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre, vergisi olduğu gibi kalır. Ebû Yusuf'a göre, katlamaya sebep olan küfür ortadan kalktığı için, o yerin vergisi bir öşür olur. Tağlibî'den o yeri müslüman satın aldığı vakit dahi aynı şey söylenir. T. Tağlibî, bir müslümandan öşür yeri satın alırsa, Şeyhayına' göre iki kat öşür alınır. İmam Muhammed'e göre ise, öşür bir kat olarak kalır. Çünkü sahibi değişmekle vergi değişmez. H.
«Veya zımmi satın alsın.» Yani Tağlibî'den, zımmî iki kat öşür verdiği bir yeri satın alsa, katlama öşür bilittifak devam eder. H.
T E M B İ H : Burada hâssaten satın almayı zikretmesi, ekseriyetle satın alındığı içindir. Yoksa, milki başkasına intikal eden her şey, hükümde böyledir. Bunu Bercendî'den naklen İsmail söylemiştir.
«Çünkü öşrü katlamak haraç gibidir, değişmez.» Bu, haraçta mutlak olarak bilittifak böyledir. Katlama öşürde de öyle ise de, Ebü Yusufa 9öre böyle bir yeri müslüman satın alır veya sahibi müslüman olursa, yer öşrî olur. Yukarıda arz ettiğimiz vecihle, sebep (yani küfür) ortadan kalktığı için, artık bir öşür verir. H.
«Zımmi, bir müslümandan öşür yeri alırsa ilh...» Bahır'da beyanedildiğine göre bu meselelerin hulâsası şudur: Yer, ya öşrî, ya haracî, yahut katlama öşre tâbîdir. Satın alanlar da, ya müslüman, ya zımmî, ya Tağlibî'dir. Müslüman bir kimse öşür veya haraç yerini satın alırsa, o yer hâli üzere kalır. Tarafeyn'e göre, katlama öşre tâbi olan yer de öyledir. Ebû Yusuf'a göre, bu yer bir öşre döner. Bir Tağlibî, haraç yeri satın alırsa, o yer haracî olarak kalır. Katlama öşürlü yer alırsa, ondan da iki kat öşür alınmaya devam edilir. Bir müslümandan öşür yeri satın alırsa, Şeyhayn'a göre kendisinden iki kat öşür alınır. İmam Muhammed buna muhaliftir. Tağlibî olmayan bir zımmî, haraç yeri yahut iki kat Öşre tâbi bir yeri satın alırsa, yer, hâli üzere kalır. öşür yeri satın alırsa, - milkinde kalmak şartıyla - İmam Muhammed'e göre haraç yeri olur. T. Tağlibî olmayan zımmîden haraç alınması, Şeyhayn'a göredir. İmam muhammede göre ise, o yer öşrî olarak kalır. Çünkü yukarıda arz ettiğimiz gibi, Ona göre bir yerin sahibi değişmekle, o yerdeki vergi vazifesi değişmez. H.
Şârih'in ' zımmî 'yi, «Tağlibi olmayan» diye kayıtlaması, Şeyhayn'a göre öşür yerinde vergi katlandığıiçindir. İmam Muhammed buna muhaliftir. T.
Şârih'in «teslim alırsa» diye kayılaması, haraç ancak ziraat imkânı bulunmakla vacip olduğundandır. Bu ise, ancak teslim almakla olur. Bahır.
«Küfür ibadete zıt olduğundan» sözü, haraç almanın illetidir. Yani sadece haraç, vâcip olup, öşür lâzım gelmemesi, öşürde ibadet mânası olduğundandır. Küfür ibadete zıttır. H.
«O yeri zımmîden alan bir müslümandan şuf'a ile kurtaran kimseden öşûr alınması pazarlık şefi'e intikal ettiği içindir.» Sanki müslümandan satın almıştır. Bahır ve diğer kitaplarda böyle denilmiştîr. Fakat buna şöyle itiraz olunur: «Öyle olmuş olsa, şefî' teslim aldıktan sonra, kusur sebebiyle müşteriye dönememesi lâzım gelir.» Cevap şudur: Dönmesi, teslim aldığı içindir. Nitekim, satmak için vekil edilen kimse hakkında da bu hüküm verilmiştir. Hattâ satandan teslim almış olsa, ona döner; müşteriye müracaat etmez. İsmail. Bunu Hayreddini Remlî dahi müşkil görmüştür. Çünkü fukaha, «şuf'â ile bir yeri kurtarmak, eğer teslim aldıktan sonra ise, müşteriden satın almaktır. Teslim almazdan önce ise satıcıdan almaktır.» diye açıklamışlardır. Burada bizim sözümüz, teslim aldıktan sonraya aittir. Binaenaleyh zımmîden satın almaktır. Hayreddin-i Remli sözüne şöyle devam etmiştir: «Buna, Nihâye'de Mebsût'un nevadir-i zekât bahsinden nakledilen şu sözle cevap vermek mümkündür. «Bir kâfir öşrî arazi satın alırsa, İmam-ı Âzam'ın kavline göre, haraç vermesi icabeder. Lâkin bu hüküm, müsülmanın hakkı o yerden tamamıyla kesildikten sonradır. Hattâ o yeri bir müslüman istihlâk veya şuf'a suretiyle olsa, hâli üzere öşrî kalır. Velev ki üzerine haraç konulmuş olsun. Çünkü müslümanın hakkı ondan tamamen kesilmiş değildir.»
METİN
Yahut yer kendisine iade edilirse yine öşür alınır. Zira satış fâsit olmuştur. Satan, muhayyer olmak veya mutlak surette görmek şartıyla, yahut mahkeme kararıyla kusurlu görülerek iade edilirse, hüküm yine budur. Kusur mahkeme kararıyla sabit olmazsa, yer haracî olarak kalır. Çünkü bu fesih değil ikâledir. Bahçe veya tarla yapılan hane zımmînin ise ondan mutlak surette harac alınır. Müslümanın olur da haraç suyu ile sularsa, yine haraç alınır; çünkü buna razı olmuştur.
İZAH
Yeri, zımmî, fâsit satışla bir müslümandan alır da, satış fâsit olduğu için sahibine iade edilirse, o yer hali üzere öşrî kalır. Bahır sahibi şöyle diyor: «Çünkü satış bozulup yer iade edilince, hiç satış yapılmamış gibi olur; zira satıcı olan müslümanın, hakkı bu satışla tamamen kesilmiş değildir. O yer iadeye müstehaktır.» Muhayyerlik ve görmek şartıyla yapılan satışta yer iade edilirse, yine öşrî olarak kalır. Kâdıhan, muhayyerliğin satıcıya ait olduğunu kaydetmiş; «Çünkü satıcının muhayyerliği, milkinin elinden çıkmasına mânidir.» demiştir. Görmek şartı fesih sayılır. Binaenaleyh yukarıda geçtiği vecihle, satış olmamış gibidir.
«Mutlak surette görmek»ten murad, mahkeme kararı ile olsun olmasın demektir. Bu sözde, Dürer'in ibaresine ret cevabı vardır. Çünkü o, «mahkeme kararıyla» sözünü, «iade edilirse» ye bağlamıştır.
«Çünkü bu, fesih değil ikâledir.» Yani yeri mahkemenin kararı olmaksızın iade etmek ikâledir. İkâle, akdi yapan taraflar hakkında fesih; başkaları hakkında ,yeni bir satış sayılır ve haraca müstehaktır. Şu halde, müslümanın zımmîden satın alması, o yer haracî olduktan sonraya tesadüf eder ki, bundan dolayı hali üzere kalır. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Meselenin bu şekilde kurulmasından şu anlaşılır: Zımmî o yeri eski bir kusurdan dolayı iade edebilir. Ve o yere haraç vermenin vücubu, yeni bir kusur sayılmaz. Çünkü bu, mahkeme kararıyla feshedilerek kaldırılabilir. Binaenaleyh iadeye mâni değildir.»
Bahçe'den murad, duvarla çevrilen ve içinde çeşitli ağaçlar bulunan yerdir. Mi'râc'da da böyle denilmiştir. Musannıf'ın, «bahçe yapıları» diye kayıtlaması; bahçe yapılmaz da, içinde çuvallar dolusu gelir getiren hurma ağaçları bulunursa, bir şey vermek icabetmediği içindir. Bahır. Hânenin bahçesinden elde edilen yemiş dahi bu hükümde dahildir. Zira bahçe hâneye tâbidir. Kâdıhan'da da böyle denilmiştir.
«Mutlak surette haraç alınır.» sözünden murad, ister öşür suyu ile, ister haraç suyu ile sulasın fark etmez, demektir. Çünkü o kimse öşüre değil haraca ehildir. Bahır.
"Haraç suyun"dan murad, Acemler'in kazdığı ırmak sularıdır. Seyhun, Ceyhun, Dicle ve Fırat nehirleri de böyledir. İmam Muhammed buna muhaliftir.
Öşür suyu ise, yağmur, kuyu, kaynak ve kimsenin emri altında olmayan göl sularıdır. Mültekâ ile Şerhi'nde böyle denilmiştir. Hâsılı haraç suyu, vaktiyle keferenin elinde olup, sonra müslümanlar tarafından harran ellerinden alınan sulardır. Geri kalan sular öşridir. Zira kâfirlerin onlara mâlik olduğu sübut bulmamıştır. Binaenaleyh ganîmet değildir. Bu ifadeye itiraz edilmiş ve «Bu söylenen, göl ve yağmur suları hakkında zâhirdir. Fakat kuyu ve kaynak suları haracîdir. Çünkü bunlar ganîmettir. Biz onları küffardan cebren almışızdır» denilmiştir. Fetih'te buna şöyle cevap verilmiştir: «Her kaynak ve kuyuda bu lâzım gelmez. Zira kâfirlerin açtığı kuyuların ekserisi mahvolmuştur. Bugün gördüğümüz kuyular, ya müslümanlar tarafından yapıldığı bilinenlerdir; yahut kimin yaptığı bilinmeyen kuyulardır ki, bunları müslümanların yaptığına hüküm vermek icap eder. Zira yeni çıkan bir şey, mümkün olan en yakın vaktine izafe edilir.»
«Çünkü buna razı olmuştur» sözü, Attâbî'nin çıkardığı işkale cevaptır. Attâbî şöyle diyor: «Bunda, iptidaen müslümana haraç koymak vardır. Hattâ Gûyetü'l-Beyân'da nakledildiğine göre İmam Serahsî Kitabü'l-Câmii'nde, o kimseye her hâlükârda öşür lâzım geleceğini söylemiştir. Çünkü o, haraçtan ziyade öşre lâyıktır. Bu kavil daha zâhirdir.»
Attabî'ye şöyle cevap verilmiştir: «İptidaen müslümana harac koymak, cebren olursa caiz değildir. Kendi ihtiyariyle kabul ederse caizdir. Burada, yerini haraç suyu ile suladığına göre, haracı kabul etmiş demektir. Ve hükümetin izni ile sulak bir yeri ihya edipte, haraç suyu ile sulayana benzer. O kimseye haraç vâciptir.» Bahır. Fetih'te dahi şöyle cevap verilmiştir: «Müslüman, yerini haraç suyu ile sulayınca, su onun vazifesini yere nakletmiş olur. Binaenaleyh burada o kimseye iptidaen haraç koymak yoktur. Yapılan iş, vazifesi (vergisi) haraç olan şeyin vergisi ile intikalidir. Nitekim haraçyeri satın alsa hüküm budur.» Meselenin aslı Zeylâî'dedir.
T EM B İ H : Fukahanın, hükmü suya tâlik etmelerinin muktezası, vazifenin öşür veya haraç yerinde olmasının itibara alınmamasıdır ki, Hâniyye sahibinin tercîhi bunun hilafınadır. Sahipsiz bir yeri ihya da bunun gibidir. Zira muteber olan, yer değil sudur. Ama mesele ihtilâflıdır. İzahı, inşallah cihâd bahsinin öşür ve haraç bâbında gelecektir.
METİN
Hâne yerini, müslüman öşür suyu ile, yahut hem öşür ,hem haraç suyu ile sularsa, öşür alınır. Çünkü müslümanın haline öşür daha lâyıktır. Hâne ve kabristanda - zımmîye ait bile olsa - zift ve naft kaynağında mutlak surette bir vergi yoktur.
Naft; suyun üstünde görülen yağdır. Mutlaktan murad, ister öşür, ister haraç yerinde olsun demektir. Lâkin haraç yerinin ziraata elverişli olan harîminde (etrafında) haraç vardır. Kaynağın kendisinde haraç yoktur. Çünkü haraç, ziraat imkânına bağlıdır. öşür ise, öşrî olan harîminde, ektiği takdirde vacip olur. Ekmezse vâcip değildir. Çünkü o çıkan mahsule bağlıdır.
imam-ı Âzam'a göre öşür, meyve belirip olgunlaşmağa başladığı zaman alınır. Burhan. Nehir'de, «bozulmaktan emin olması» da şart koşulmuştur. Haraç yerinin sahibine, haracını ödemeden o yerin gelirini yemek helâl değildir. öşrü vermedikçe, öşür yemeğini yemek dahi helâl değildir. Yerse öşrünü öder. Mecma'a-l Fetavâ. Hükümet reisi, haraç için çıkan mahsulü tutsak edebilir.
ÎZAH
«Çünkü müslümanın haline öşür daha lâyıktır.» Onda ibadet mânâsı vardır. Hâneden bir şey alınmaz. Çünkü Hz. Ömer (r.a.) meskenleri affetmişlerdir. Bunun üzerine Sahabe'nin icmâı vardır. Bir de, hâne bir şey üretmez. Haracın vâcip olması ise, üretime göredir. Kabirleri dahi bu hükümdedir. Zeylâî.
Ta'lilin zâhirine bakılırsa, eski ile yeni arasında fark yoktur. Lâkin ulemanın açıkladıklarına göre, haraç yerini, sahibi muattal (işlenmemiş) bırakırsa haraç vermesi gerekir. Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse haraç yeri satın alır da, onu hâneye çevirerek içine bina yaparsa, yerin haracını ödemesi icabeder. Nitekim muattal bırakırsa hüküm budur.» Zahîriyye sahibi dahi böyle demiş; sonra şunu ilâve etmiştir: «Fetavâ-i Ebulleys'te bildirildiğine göre, bir kimse haracî olan yerini kabristan, yahut gelir için han veya fakirlere mesken yaparsa, haraç sâkıt olur.» Fakirlere mesken meselesini, ammenin menfaatı olmasına bina etmek mümkündür.
«Zımmiye ait bile olsa» ifadesinden, müslüman evleviyetle dahildir. Hidâye'de zımmî yerine Mecûsî denilmiştir. Çünkü Mecûsî, İslâm'a zımmîden daha uzaktır. Mecûsîler'in kadınlarını nikâh etmek ve kestiklerini yemek haramdır. Şârih de zımmî yerine Mecûsî dese daha iyi olurdu.
Zift, yerden hâsıl olan bir şey değildir. O, su kaynağı gibi bir kaynaktır. Binaenaleyh ondan öşür ve haraç alınmaz. Bahır. Neft ve tuz dahi aynı hükümdedir. Nitekim Kafi ile Nihâye'de beyan edilmiştir. Harim, bir yere izafe edilen hukuk ve faydalarıdır.
«Kaynağın kendisinde haraç yoktur.» Fakat bazı fukaha, olduğunu söylemişlerdir. Kenz'inibaresinden anlaşılan budur. Bahır'da böyle denilmiştir.
«Çünkü haraç, ziraat imkânına bağlıdır» sözü, «ziraata elverişli olan» sözünün illetidir. Ama bu, sadece haracı muvazzaf'ta belli olur. Harac-ı mukâseme'de, hükmü öşür gibidir. T.
«Çünkü öşür çıkan mahsule bağlıdır.» Binaenaleyh vâcip olmak için yalnız ziraata imkân bulmak kâfi değildir.
«İmam-ı Âzam'a göre öşür, meyve belirip olgunlaşmaya başladığı zaman alınır.» Cevhere'de şöyle deniliyor: «Fukaha, meyve ve ekinlerde öşrün vakti hakkında ihtilâf etmişlerdir. Ebû Hanife ile Züfer, meyve belirip bozulacağından emin olunduğu vakit vâcip olduğunu söylemişlerdir. Faydalanılacak raddeye ulaşınca, biçilmeye hak kazanmasa bile, onlara göre hüküm budur. Ebû Yusuf, biçilmeye hak kazandığı zaman vâcip olduğunu; İmam Muhammed ise, biçilip harmana konulduğu zaman vâcip olduğunu söylemişlerdir. İhtilâfın faydası şurada görülür: Yemişi çağla olduğu zaman, yer veya adete göre başkasına yedirirse, Ebû Hanife'yle Züfer'e göre, yediğinin ve yedirdiğinin öşrünü öder. Ebû Yusuf'la Muhammed'e göre ödemez. Ama veskleri (kileleri) tamamlamak için bunlar hesaba katılır. Öşür vâcip olmak için hesaba katılmaz. Yani yenilen kısım, kalan miktarla beş veski (kileyi) doldurursa, yalnız kalan miktarda öşür vâciptir. Hasat zamanı geldiğinde, devşirmeden önce yerse, Ebû Hanife'yle Ebû Yusuf'a göre öder. İmam Muhammed'e göre ödemez. Mahsul harmana getirildikten sonra yerse, bilittifak öder. Mahsulü topladıktan sonra kendi taksiri olmaksızın telef olur veya çaldırırsa, sadece kalan kısımda öşür vâcip olur.»
Burada sözümüz öşürdedir. Anlaşıldığına göre, harac-ı mukâseme de öşür gibidir. Çünkü, çıkan mahsulün bir cüz'üdür. Harac-ı vazîfeye gelince: O zimmettedir. Çıkanda değildir. Binaenaleyh yeyip yememekle onun hükmü değişmez.
«Haraç yerinin sahibi, haracını ödemeden o yerin gelirini yerse helâl değildir.» Bazıları bundan muradın, sadece harac-ı mukâseme olduğunu söylemişlerdir. Zira, harac-ı vazîfe zimmette vâcip olur. Onun mahal ile ilişkisi yoktur. Birtakımları, «Harac-ı vazîfe de öyledir.» demişlerdir. Çünkü harac almak için hükümetin, çıkan mahsulü tutsak etmeye hakkı vardır. O kimsenin bundan yemesi, hükümetin hakkını iptal olur. Zahîre'de böyle denilmiştir.
Tahtâvî diyor ki: "Vâkıât'ta Bezzâziye'den naklen bildirildiğine göre, haracı ödemeden, çıkan mahsulden yemek helâl değildir. Öşrü vermeden yemek dahi böyledir. Meğer ki sahibi öşrü vermeye niyetli ola." Bu, güzel bir takyittir. Öşrünü vermeden, ekini başaklayarak tane çıkarmanın hükmü bundan alınır ki, caiz değildir. Musannıf «haraç yerinin» demekle yetineceğine, «öşür veya haraç yerinin» dese, bu cümleye hacet kalmazdı. Çünkü öşürle harac-ı mukâsemenin her birini yemek helâl değildir. Velev ki zımmen yesin. H. Mültekâ Şerhi'nde Muzmerat'tan naklen, «Maruf vecihle az miktar yerse, bir şey ödemesi lâzım gelmez» denilmiştir, Fâkih Ebulleys; «Biz bununla amel ederiz» demiştir. T.
«Hükümet, haraç için çıkan mahsulü tutsak edebilir» sözündeki haraçtan maksat harac-ı muvazzaftır. Çünkü o, zimmette sâbittir. Binaenaleyh hükümet onu almak için, çıkan mahsulühapsetmekten faydalanır. Harac-ı mukâseme böyle değildir. Çünkü o, öşür gibi aynen malda sâbit dir. Bu bâbın başında geçtiği vecihle, öşürde nafaka ve ücret mânâsı olduğu için öşürü cebren almak caiz olunca, harac-ı mukâsemeyi cebren almak evleviyetle caizdir. Bunu Halebî söylemiş; şunu da ziyade etmiştir: «Ben derim ki: Bedâyi'de bildirildiğine göre, haraçta vâcip olan miktar, çıkan mahsulün bir cüz'üdür. Zira haraç, mahsulün ya 1/10'i, yahut 1/5'idir ki, bu da onun cüz'üdür. şu kadar var ki; bize göre bu, onun cüz olmasına bakarak değil, mal olmasına bakarak vâciptir. Hattâ kıymetini vermek caizdir.» Bu sözden anlaşılan şudur: Murad, harac-ı mükâsemedir. Mal sahibi, malın kıymetini verebildiğine göre, hükümetin, çıkan mahsulün kendisinden zorla haraç almaya hakkı yoktur. Şu halde, Şârih'in ibaresindeki "haraç" sözünü umumileştirmek gerekir.
METİN
Bir kimse senelerce haracını vermezse, Ebû Hanife'ye göre, geçmiş senelerin haracı kendisinden alınmaz. Hâniyye. Yine Hâniyye'de bildirildiğine göre, üzerinde öşür veya haraç borcu olan kimse ölürse, borcu terekesinden alınır. Bir rivayete göre alınmaz. Ölümle borcu sâkıt olur. Zâhir olan rivayet birincisidir.
FER'İ MESELELER: Bir kimse imkân bulduğu halde yerini ekmezse, kendisine haraç vâcip olur. Öşür vâcip olmaz. Çıkan mahsulün helâkıyla, her ikisi sâkıt olurlar. Gâsıp, gasbettiği yeri eker de inkâr ederse, yer sahibinin beyyinesi bulunmadığı takdirde, haracı gâsıbın ödemesi icabeder.
İZAH
Bu meseleyi Musannıf, cihad bahsinin cizye bâbında da zikretmiş ve, «Tedahul (içiçe girme) suretiyle haraç sâkıt olur. Ama, olmaz diyenler de vardır.» demiştir. Şârih orada şunları söylemiştir: «Bazıları, öşür gibi sâkıt olmadığını söylemişlerdir. Ama birinci kavli tercih etmek gerekir. Zira haraç cezadır; öşür öyle değildir. Bahır. Musannıf, Mineh adlı eserinde, bu kavlin Hâniyye'de mezhep sahibine nisbet edildiğini; binaenaleyh mezhebin bu olduğunu söylemiştir.»
Ben derim ki: Bu söz, Hâniyye sahibinin bu babda söylediğine uymaktadır. Zahîre'de de böyle denilmiştir. Hâniyyen'in cihad bahsinde ve yerin haracı bâbında söylenen şudur: «Harac toplanır da senelerce verilmezse, Ebû Hanife'ye göre, o senenin haracı alınır; ilk senenin haracı alınmaz. Bu ondan sâkıt olur. Nitekim Hâniyye sahibi, cizye bâbında fukahadan bazılarının "haraç bilittifak sâkıt olmaz; cizye böyle değildir" dediklerini nakletmişti. Bu, yeri ekmekten âciz olduğuna göredir. Âciz değilse bilittifak haraç alınır.»
Ben derim ki: Mültekâ'nın cizye bâbında, katiyetle ikinci kavil tercih edilmiştir. Zahire bakılırsa; Hâniyye sahibinin, «Bu, yeri ekmekten âciz olduğuna göredir ilh...» sözü, iki kavlin arasını bulmak içindir. O, hilâf'i sözden ibaret kabul etmiş; birinci kavli; yeri ekmekten âciz olduğuna; ikinciyi, âciz olmadığına yorumlamıştır. Çünkü haracın, ancak ekmek imkânı varsa vâcip olacağı kimseye gizli değildir. Nitekim haraç bâbında beyan edilmiştir. Binaenaleyh ismi işareti yalnız ikinci kavle mahsus saymak doğru değildir. O, iki kavlin arasını bulmak için her ikisine de racidir. Bundan anlaşılır ki, Şârih'in burada Hâniyye'ye nisbet ettiği söz, âciz haline hamledilmiştir. Buna delil, Hâniyye'nin ikinci ibaresidir, Benim anladığım budur. Allah'u âlem! Bu meselenin tam tahkiki ve mutemet kavle göre haracın sükut etmemesi, cizye bâbında gelecektir.
«Zâhir ' olan rivayet birincisidir.»
Ben derim ki: Zâhîre'de, «Zâhir rivayete göre, öşür borcu olan kimsenin ölmesi ile öşür sâkıt olmaz; ama İbn-i Mübarek'in Ebû Hanife'den rivayetine göre sâkıt olur» denilmiş; iki yaprak sonra öze şöyle devam edilmiştir: «Yer sahibinin ölmesiyle, harac-ı vazîfe olduğu takdirde, zâhir rivayete göre, yerin haracı sâkıt olur. İbn-i Mübarek sâkıt olmadığını söylemiştir. Binaenaleyh iki rivayete göre haraç ile öşür arasında fark yapılmıştır.» Haracın sükutunu «harac-ı vazîfe» diye kayıtlamasından anlaşılıyor ki, zâhir rivayete göre harac-ı mukâseme öşür gibi sâkıt olmaz.
«Kendisine haraç vâcip olur» cümlesinden murad, harac-ı muvazzaftır. Harac-ı mukâsemede bir şey vâcip olmaz. Nitekim bunu Musannıf, öşür ve harac bâbında anlatacaktır. Yani yukarıda arz ettiğimiz vecihle, harac-ı mukâseme, çıkan mahsule taalluk eder.
«Mahsulün helâkıyla her ikisi sâkıt olurlar.» Yani öşür ile harac-ı mukâseme, çıkan mahsulün aynına taalluk ettikleri için, ikisi de sâkıt olurlar. Harac-ı muvazzafa gelince: Çıkan mahsul, toplanmadan helâk olursa sâkıttır. Toplandıktan sonra helâk olursa, sâkıt değildir. Bunu, Halebî Hindiyye'den, o da Sirâc ile Hâniyye'den naklen rivayet etmiştir. Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Çıkan mahsulün hasat zamanından sonra helâk olması, haracı ıskat etmez. Hasat zamanından önce helâk; olursa, boğulmak, yanmak, çekirge yemesi, sıcak ve soğuk gibi, önüne geçilmez bir âfet sebebiyle olduğu takdirde, haraç sâkıttır. Fakat hayvan yerse sâkıt olmaz. Çünkü ekseriyetle, mahsulü hayvandan korumak mümkündür. Bu izahat, bütün mal helâk olduğuna göredir. şayet bir kısmı kalırsa, kalan iki ölçek veya iki dirhem miktarı olduğu takdirde, bir ölçek ve bir dirhem vermesi vâcip olur. Daha azsa, bunun yarısını vermek icabeder. Haracın sâkıt olması, seneden ziraat mümkün olacak kadar zaman kalmadığına göredir.» Yani buğday veya arpa gibi herhangi bir mahsulü yetiştirecek kadar zaman kalmamaktır.
«Haracı, gâsıbın ödemesi icabeder.» Hâniyye'de şöyle deniliyor: «Bir kimse harac-ı vazîfe'ye tâbi bir yeri gasp eder de inkârda bulunursa, yer sahibinin beyyinesi bulunmadığı takdirde, bakılır: şayet gâsıp o yeri ekmemişse, hiçbirine haraç yoktur. Ekmiş de, ziraat, yere bir noksanlık vermemişse, haracı gâsıbın ödemesi icabeder. Eğer gâsıp o yeri gasbettiğini ikrarda bulunursa; yahut yer sahibinin isbat edecek beyyinesi olur; ziraat da yere noksanlık vermemişse, haracı yer sahibinin ödemesi gerekir.»
Ben derim ki: Zâhire'de bildirildiğine göre, ulemadan bazıları, haracın yer sahibine vâcip olduğunu; bazıları da ne suretle olursa olsun gâsıba vâcip olacağını söylemişlerdir. Sonra Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Yere ziraat noksanlık verirse, az olsun, çok olsun, harac Ebû hanife'ye göre yer sahibine vâcip olur. Bu surette, sahibi bu yeri gâsıba, noksanını ödemek karşılığında icara vermiş gibi olur. İmam Muhammed'e göre, haraç gâsıba vâcip olur. Şayet noksan, haraçtan ziyade ise, fazlasını yer sahibine verir. Öşür arazisi gasp eder de ekerse; ziraat yere noksanlık vermediğitakdirde, yer sahibine öşür vâcip olmaz. Noksanlık verirse, öşür yer sahibine vâcip olur. Sanki o yeri noksanla icara vermiştir.»
Halebî diyor ki: «Harac-ı mukâsemeye tâbi yerin hükmünün, öşür arazisi gibi olduğu meydandadır.»
METİN
Bey-ı Vefa'da, mal satıcının elinde kalırsa, haraç satıcıya vâcip olur. Bir kimse, mahsulü kemale gelmeden satarsa, öşür müşteriye ait olur. Kemale geldikten sonra satarsa, satıcının vermesi icabeder. İcar meselesinde, harac-ı muvazzafta olduğu gibi, öşür icara verene aittir.
İZAH
Bey-ı vefaya, bey-ı taat da derler; Bundan murad, her ne zaman satıcı müşterinin parasını iade ederse, malı dönmesi şart koşulan satıştır. Bu satış, kefalet bahsinden az önce; satışlar bâbının sonunda, bu hususta söylenen kavillerle birlikte inşaallah gelecektir
«Bey-ı vefada, mal satıcının elinde kalırsa, haraç satıcıya vâcip olur.»
Ama müşteri yeri teslim alarak eker de, mahsul alırsa, haracını kendisi vermek icabeder. Çünkü hakikatte bu bir rehindir. Ekmek suretiyle müşteri onu gasbetmiş olur. Zira rehin alan kimsenin, aldığı rehinden faydalanmaya hakkı yoktur. Binaenaleyh tamamıyla gasp meselesi gibi olur ve haracın satana mı, müşteriye mi vâcip olacağı hususunda, gaspta zikredilen husus bunda da cereyan eder. Zâhîre'de böyle denilmiştir. Bezzaziye'de ise şu satırlar vardır: «Müşteri yeri, yer sahibi de parasını teslim aldıktan sonra, o yere ekin ekmek noksanlık getirmezse, öşür müşteriye; noksanlık getirirse, harac ve öşür satana vâcip olur. Çünkü rehin mesabesindedir. Yeri rehin alan kimsenin onu ekmeye hakkı yoktur. Böylece o gaspa benzer ve icarede olduğu gibi, çıkan mahsulün az veya çok olması ile hüküm değişmez.»
«Bir kimse mahsulü kemale gelmeden satarsa, öşür müşteriye ait olur.» Zahire göre, harac-ı mukâsemenin hükmü de öşür gibidir. Nitekim yukarıda geçen izahatımızdan da anlaşılmıştır. H. Sonra bu hüküm yalnız başına ekini sattığına göredir ki, sattıktan sonra, satanın izniyle müşterinin o mahsulü kemale gelinceye kadar yerinde bırakmasına da şâmildir. Tarafeyn'e göre, öşrünü müşterinin vermesi icabeder. İmam Ebû Yusuf'a göre ise, alaf olarak biçilen miktarın kıymetinin öşrü satana; geri kafanın öşrü müşteriye ait olur. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir.
Şimdi şu kalır: Bir kimse, yerini ekiniyle birlikte veya ekinsiz olarak satarsa, bu hususta Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Yeri satar da, müşteriye teslim ederse, o seneden, müşterinin ekip mahsul yetiştireceği kadar zaman kaldığı takdirde, harac ona vâcip olur. Aksi takdirde satıcının vermesi icabeder. Müddet takdiri hususunda fetva, üç ay diye verilmiştir. Bu izahat, yeri boş olarak sattığına göredir. Yerin içinde kemale gelmemiş ekin bulunursa, her ne suretle olursa olsun, haraç müşteriye aittir.»
Ebulleys şöyle demiştir: «Sahibi yeri, tane tutmuş ekiniyle birlikte satar da, ekin kemale gelir ve müşteriye ekecek zaman kalmazsa, haraç satana vâcip olur. Yeri başka birine satar, müşteri de başkasına, o da daha başkasına satarak ziraata imkân bulacak vakit kalmazsa, hiçbirine haraç vâcipolmaz.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
«İcar meselesinde harac-ı muvazzafta olduğu gibi, öşür îcara verene aittir.» Yani bir kimse öşrî olan yeri îcara verirse, öşürünü vermek, İmam-ı Azam'a göre kendisine vâcip olur. imameyn'e göre ise, îcarla alanın vermesi gerekir.
Fethu'l-Kadîr sahibi diyor ki: «İmameyn'in delili şudur: Öşür, çıkan mahsule bağlıdır. Bu mahsul ise îcarla tutanındır. İmam-ı Âzam'ın delili de şudur: Yer ekilerek üretime geçirildiği gibi, îcara vermekle de geçirilebilir. Binaenaleyh ücret, meyve gibi maksut olur ve o mala sahip olmakla beraber, mânen üretilen mal da onun olur. Binaenaleyh öşürün mal sahibine vâcip olması evleviyetde kalır»
Şârih'in «harac-ı muvazzafta olduğu gibi» demesi, harac-ı muvazzaf, bilittifak îcara verene ait olduğu içindir. Çünkü o, çıkan mahsulün hakikatine değil ziraat imkânına bağlıdır. Harac-ı mukâseme - ki çıkan mahsulün 1/3, 1/6 gibi şâyi bir cüzünün vâcip olmasıdır - ihtilâflıdır. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde böyle denilmiştir. Zahîre'de, «Harac-ı muvazzaf, iâre verene aittir» denilmiştir. Yani bu da bilittifaktır, demek istemiştir. Bedâyi. Öşür ise, âriyeti olana vâciptir. Nitekim gelecektir.
T E M B İ H : Hâniyye'de şöyle denilmiştir: «Ücretle veya âriyet olarak ziraata elverişli bir yer alır da, içine bağ diker; yahut yonca ekerse, Ebû Hanife ile İmam Muhammed'in kavillerine göre, haraç îcarla veya âriyeten alanadır. Çünkü o yer bağ olmuştur; haracı da bağ yapanadır.»
Remlî diyor ki: «Bunun ifade ettiği mânâ, ziraata yaramayacak şekilde ağaçlarının birbirine girmesinin şart olmasıdır Ağaçların arası ziraata elverişli olursa, haraç yer sahibine vâcip olur.»
Hâsılı yer ziraata elverişli kalırsa, haraç ücretle veya iâre sureti ile verene; ziraata elverişsiz kalırsa, îcarla veya iâreten alana vâciptir.
METİN
İmameyn, îcarla alana vâcip olduğunu söylemişlerdir. Nitekim iâre suretiyle alan kimse müslümansa, öşrü ona vâcip olur. Hâvî adlı eserde, «Biz İmameyn'in kavli ile amel ederiz» denilmiştir. Muzâreada ise, tohum yer sahibinden olduğu takdirde, öşür ona aittir. Tohum çalışandan ise, hisselerine göre ikisine vâcip olur
İZAH
İmam Züfer, öşrün, iâreyi verene vâcip olduğunu söylemiştir. Çünkü iâreyi alanı, onu verenin yerine tutunca, îcara veren gibi, onun da öşrü vermesi lâzım gelir. Biz deriz ki: îcarla verene, ma'nen çıkan mahsul gibi olan ecir hasıl olmuştur. İâre veren böyle değildir. Şârih'in, «müslüman olursa» diye kayıtlaması, iâre suretiyle alan kimse zımmî ise, öşür bilittifak iâreyi verene ait olduğu içindir. Çünkü kâfire âriyet vermek suretiyle, fakirlerin hakkına mâni olmuştur. Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde böyle denilmiştir. Yani kâfir öşre ehil değildir. Lâkin Bedâyi'de, «Yeri âriyet suretiyle alan kâfir ise, İmameyn'e göre öşrü o verir. İmam-ı Azam'dan iki rivayet vardır. Biri bunun gibidir. Diğer rivayete göre ise, öşrü yer sahibinin vermesi lâzım gelir.» denilmektedir
El-Hâvi'l-Kudsî'de, «Biz İmameyn'in kavli ile amel ederiz» denilmiştir.
Ben derim ki: Lâkin İmam-ı Âzam'ın kavlî ile, müteehhirîn ulemadan bir cemaat fetva vermişlerdir. Meselâ Hayreddin Remlî Feteva'sında ve keza Şârih'in tilmîzi Dımaşk müftüsü Şeyh İsmail Hâik, onun kavli ile fetva vermişlerdir. Şeyh İsmail şöyle demiştir: «Hattâ haracını veya öşrünü, îcarla 'tutana şart koşmakla, îcâre fâsit olur. Nitekim Eşbâh'ta böyle denildiği gibi; Hâmid Efendi El-İmâdî dahi Feteva'sında böyle demiştir.»
Ben derim ki: El-Hâvi'l-Kudsî'nin ibaresi, başkalarının ibarelerine aykırı değildir. Çünkü Kâdıhan tercih ehlindendir. Onun âdeti, daha akla yatan ve daha meşhur olan sözü, önce zikretmektir. Burada İmam-ı Azam'ın sözünü önce zikrettiğine göre, itimat Onun sözünedir. Bununla birçok ulema fetva vermiştir ki; Şeyhülislâm Zekeriyya Efendi ile, Şeyhülislâm Ataullah Efendi bunlardandır. İs'âf ve Hassaf'ta da yalnız bu kavil zikredilmiştir. Lâkin bizim zamanımızda, umumiyetle, köylerdeki evkaf ve tarlalarda, vergilerini, ücretle alan vermeye razı olduğu için, bunları ecri misilsiz kiralarlar. Öyle ki, ücret ve ücretin birkaç katı öşre, veya harac-ı mukâsemeye yetmez. Binaenaleyh bu bâbda İmameyn'in kavli ile fetva vermekten ayrılmamalıdır. Çünkü zamanımızda bu işlerle meşgul olanlar, misil ücreti takdir ederler. Şuna binaen ki, ücret vakıf cihetinindir; ücretle tutana öşür ve başka vergi yoktur. Ama öşrün, vakıf cihetinden verildiği itibar edilir ve ücretle tutana, ücretten başka bir şey lâzım gelmediği düşünülürse, misil ücreti kat kat artar. Nitekim bu meydandadır. Şayet ücreti tam almak mümkün olursa, İmam-ı Âzam'ın kavli ile; mümkün olmazsa İmameyn'in kavli ile fetva verilir. Çünkü o şahsa hiçbir kimsenin caiz göremeyeceği açık zarar lâzım gelir. Allah'u âlem!
TETİMME: Tatarhâniyye'de şöyle denilmektedir: «Sultan, sahipsiz araziyi - ki bunlara memleket arazisi denir - haraç almak için bazı kimselere verirse caizdir. Caiz olmanın yolu, iki şeyden biridir. Ya bunları ziraatta ve haraç vermekte mülk sahibi yerine tutar; yahut icareyi, çıkan mahsul miktarı yapar. Ve onlardan alınan vergi, hükümet hakkında haraç; kendileri hakkında ücret olur»
Evvelce arz ettiğimiz gibi, Mısır ve Şam arazisi bu kabildendir. Bun dan şu çıkar: Memleketimiz çiftçilerinin toprakları kendi milkleri değilse, onlara öşür yoktur. Çünkü sultanın naibinin - ki buna "zaîm" yahut "timârî" derler - bu çiftçilerden aldığı öşür ise, başka bir şey ödemeleri icabetmez. Aldığı haraç ise, hüküm yine böyledir. Çünkü öşürle haraç bir yerde bulunmaz. Aldığı ücret ise, İmam-ı Âzam'ın kavli'ne göre, hüküm yine budur. Çünkü ona göre, ücretle tutana öşür yoktur, İmameyn'in kavline göre ise, zâhir durum hükmün yine böyle olduğunu gösterir. Biliyorsun ki, onlara göre alınan vergi, her cihetten ücret değildir. Zira hükümet hakkında, bu alınan haraçtır.
Muzârea meselesinde, Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bir kimse öşrî araziyi muzârea suretiyle verirse, tohum çalışandan olduğuna göre; öşür İmam-ı Âzam'ın kavline kıyasen yer sahibine aittir. Zira muzârea fâsittir. imameyn, ekinde vâcip olduğunu söylemişlerdir. Çünkü onlara göre muzârea sahihtir. Fetva, "sahihtir" kavline göre şöhret bulmuştur. Eğer tohum yer sahibinden ise, öşür bilittifak ona vâciptir.» Bu ibarenin bir misli de, Hâniyye ve Fetih'tedir.
Hâsılı, öşür, İmam-ı Azam'a göre mutlak surette yer sahibine vâciptir. İmameyn'e göre, tohum yersahibinden ise, hüküm budur. Çalışandan ise, öşrü ikisi verirler. Bundan anlaşılır ki, Şârih'in söylediği îmameyn'in kavlidir. O bununla iktifa etmiştir. Biliyorsun ki, muzârea akdinin sahih olması bâbında, fetva İmameyn'in kavline göredir. Lâkin verdiği tafsilât, Bahır, Müçtebâ, Mi'râc, Sirâc, Hakaik, Zahîriyye ve diğer kitaplardakine aykırıdır. Onlarda, imam-ı Âzam'a göre, öşrün yer sahibine; îmameyn'e göre ise, yer sahibî ile işleyene aît olduğu zikredilmiş; bu tafsilata gidilmemiştir. Zâhir olan da budur. Çünkü Bedâyi'de bildirildiğine göre, muzârea akdi İmameyn'e göre caizdir. Öşür, çıkan mahsulde vâciptir. Çıkan mahsul ise, ikisinin arasında ortaktır; binaenaleyh öşür ikisine vâcip olur.
Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde bildirildiğine göre, İmam-ı Âzam'a göre, çıkan bütün mahsulün öşrü yer sahibine aittir. Çünkü Ona göre muzârea fâsittir. Binaenaleyh, çıkan mahsul ya hakikaten; ya takdiren yer sahibinindir. Zira tohum onun tarafından verilmişse, çıkan mahsulün hepsi kendisinin olur. Eken şahsa çalıştığının ecr-i misli verilir. Tohum ekiciden ise, çıkan mahsul de onundur. Yer sahibine, yerinin ecr-i misli verilir ki; bu çıkan mahsul mesabesîndedir. Şu kadar var ki; onun hissesinin öşrü, çıkan mahsulün aynına; ekicinin hissesinin öşrü ise, yer sahibinin zimmetine taalluk eder. Bunun faydası şudur. Hüküm, çıkan mahsulün aynına bağlanınca, mahsul helâk olduğu takdirde öşür sâkıt olur. Zimmete bağlanınca, helâkla öşür sâkıt olmaz. îmameyn, - ki îmam Ahmed de onlarla beraberdir - hisseleri itibariyle, öşrün her ikisine vâcip olacağını söylemişlerdir. Çünkü çıkan mahsul, hakikatte her ikisi içindir. Binaenaleyh Şârih'e, ekseriyetle kitaplarda beyan edilene tâbi olmak gerekirdi. Sonra bilmiş ol ki, bütün bu söylediklerimiz öşür hakkındadır. Harac bilittifak yer sahibine aittir. Nitekim Bedâyi'de beyan edilmiştir.
METİN
Bir kimsenin Beytülmal'da nasibi varsa, o kimse Beytülmal'a ayrılmış bir mala rastladığında, onu diyaneten almaya hakkı vardır. Emanetçi, sahibi ölen, kendinin veya başkasının zekât almaya ehil mirasçısı da bulunmayan kimsenin emanetini harcayabilir. Haksız yere alınan vergiyi ve zulmü, kendinden defetmek evlâdır. Meğer ki bu kimsenin hissesini, diğerleri üzerine almış olsunlar.
İZAH
Beytülmal'dan murad, aşağıda Şârih'in nakledeceği manzumede bildirilen dört kısım yerdir. T.
Ben derim ki: Musannıf, bu meseleyi kitabın sonunda dağınık meseleler meyanında metinde zikretmiştir. İbni Vehbân, Manzume'sinde onu nazmen beyan etmiş; Manzume'yi şerheden İbn-i Sıhne de, bu bâbda şunları söylemiştir: «Beytülmal'da nasip olanlar: Hâkimler, memurlar, ulema, gâzîler ve onların çocuklarıdır. Bunların almaları caiz olan miktar, "kendilerine yetecek kadar"dır. Musannıf'ın beyanına göre, talebe ile, halka vaaz ederek hakkı anlatan vâiz ve bunları öğretenler dahi hükümde dahildirler.»
Ben derim ki: Lâkin bunların, Beytülmallar'dan birinde nasipleri vardır ki; o da, haraç ve cizye kısmıdır. Nitekim yakında gelecektir. şârih'in sözünden, bunların, neyi bulurlarsa onu almaya hakları olduğu anlaşılıyor. Velev ki kendileri için ayrılan kısımdan olmasın. Halbuki bu, ulemanınsözlerinden anlaşılana aykırıdır. Aksi takdirde, Beytülmal'ı dört kısma ayırmanın faydası kalmaz. Evet aşağıda gelecek ki, hükümet reisi, bu dört kısımın birinden diğerine sarf etmek için ödünç alabilir. Sonra, aldığı ödüncü yerine iade eder. Bu, zaruret dolayısıyla, başka kısımdan vermenin caiz olmasını iktiza eder. Bizim meselemizde ise, hakkını elde etmesi mümkünse, hakkı olan kısımdan başka bir yerden bir şey alamaz. Aksi takdirde - zamanımızda olduğu gibi - zaruretten dolayı caiz olur Zira hakkı olan kısımdan başka bir yerden alması caiz olmazsa, zamanımızda hiç kimsenin bir hakkı kalmaz. Çünkü Beytülmal'ın her kısmı, yalnız başına ayrılmış değildir. Bilâkis şimdi bütün malı bir yere karıştırıyorlar. O kimse bulduğunu alamazsa, eline hiç bir şey geçmesine imkân yoktur.
«Beytülmal'e ayrılmış bir mala rastladığında, onu diyaneten almaya hakkı vardır.» Bu hususta Vehbâniyye Şerhi'nde Kınye'den naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin Beytülmal'da nasibi olur da; Beytülmal'a ayrılmış bir mala rastlarsa, diyaneten onu almaya hakkı vardır. Hükümde, yani kazaen hükümdar verip vermemekte muhayyerdir.»
Ben derim ki: Yani bu malı, bulan şahsa vermek hususunda muhayyerdir. Ama o şahsı tanıması şarttır. Tâ ki başka kısımdan onun hakkını versin. Zira, mutlak olarak Beytülmal'dan onun hakkını vermemek hususunda muhayyer değildir. Nitekim bu cihet meydandadır. Emanetçi meselesinde Vehbâniyye Şerhi'nde şöyle denilmiştir: «Bezzâziye'de bildirildiğine göre, imam Hulvânî şöyle demiştir: "Emanetçinin yanında bir emanet bulunur da, emaneti bırakan mirasçısı olmayarak ölürse, emanetçi o emaneti bizim zamanımızda kendine harcayabilir. Çünkü onu, Beytülmal'a verse zayi olur. Beytülmal'a bakanlar, oradaki malları yerlerine sarf etmiyorlar. Şayet sadaka ehlinden ise, onu kendine harcar. Değilse, zekât verilecek yerlere sarfeder."»
Haksız yere alınan vergi hakkında, Şemsü'l-Eimme Serahsî şöyle demiştir: «Bir cemaattan, haksız yere bir vergi istenirse; bazıları kendine düşeni verebilirler. Bunun için, veren kimsenin hissesinin ötekilere yüklenmemiş olması şarttır. Aksi takdirde evlâ olan, kendi hissesine düşeni vermemektir.» Bundan sonra Kınye sahibi, şeyhi Bedî'den naklen şunu söylemiştir: «Bu sözde işkâl vardır. Çünkü o kimsenin kendisine düşeni vermesi, zulmü hususunda zâlime yardımdır. Zira zamanımızda alınan haksız vergilerin ekserisi zulüm yoluyla alınır. Bir kimse kendinden zulmü defetmeye imkân bulursa, onun için bu daha hayırlıdır.» İbare kısaltılarak alınmıştır. İbni Vehbân, Manzume'sinde bu yoldan yürümüştür. İbni Şıhne ise buna cevap vererek, «O kimsenin kendinden isteneni vermesiyle, âciz ve zayıf olanlara zulmün her nev'ini ihtiva eden işkâl defedilmiştir» demiştir.
Ben derim ki: Bu cevap söz götürür. Zira alması haram olan şeyin, vermesi de haramdır. Nitekim Eşbah'da beyan edilmiştir. Bundan, yalnız zaruret müstesnadır. Şayet zalim ne suretle olursa olsun, o malı alacaksa, kendi payına düşeni vermekten âciz olan kimse, verdiğinden dolayı günahkâr olmaz. Kadir olan kimse bunun gibi değildir. O, alması haram olan şeyi vermekle, zulme kendi arzusuyla yardımcı olmuş olur.
METİN
Haksız alınan vergiye kefil olmak caizdir, Bu verginin adaletle tevziine bakan bir kimse, ücretle çalıştırılır. Velev ki almak bâtıl olsun. Bu mesele zulmün kökünü kurutmak için bilinip de öğretilmeyen şeylerdendir. Haracı, sahibine terk etmek caizdir. Öşürü terk etmek caiz değildir. Bunun tamamı, Beytülmallar'ı ve sarf yerlerini beyan ederken, cihad bahsinde görülecektir.
İZAH
Hükümetin ihdas ettiği vergi, ister ammenin müşterek malı olan nehir kiralamak ve mahalle bekçisinin ücretini vermek gibi haklı olsun - ki buna kefîl olmak bilittifak caizdir - ; ister zamanımızdaki vergiler gibi haksız olsun, fark etmez: Zira alınmak hususunda, bu vergiler borç gibidir. Hattâ borçtan da kuvvetlidir. îcarla işleyenden alınsa, o kimse bunu, yerin sahibinden isteyebilir. Fetva bunun üzerinedir. Şemsü'l-Eimme, sahibinden isteyebilmesini, "kendi rızası ile bunu ver diye emrederse" diye kayıtlamıştır. Zorla alındıysa, sahibinden isteme emri muteber değildir. Bunu Şarih ve kefalet bahsinde Nehir sahibi zikretmiştir. T.
Ben derim ki: «Haksız vergiye kefil olmak sahihtir» sözünün mânâsı; kefil, o kimsenin emri ile bu vergiden dolayı başkasına kefil olursa, zalimin aldığını ondan isteyebilir, demektir. Yoksa, zalimin kefilden istemeye hakkı sabit olur, mânâsına değildir. Binaenaleyh, «Zalimin yok edilmesi vâciptir. Ona kefil olmak nasıl sahih olabilir?» şeklindeki itiraz varid değildir. Nitekim inşaallah, yerinde tahkik edeceğiz.
«Bu mesele, zulmün kökünü kurutmak için, bilinip de öğretilmeyen şeylerdendir.» Şârih'in işaret ettiği şey, Musannıf'ın sözünde mevcut değildir. Onun aslı Kınye'dedir. Orada şöyle denilmiştir: «Ebû Cafer-i Bel-hî'nin beyanına göre, sultanın tebeası yararına kendilerine getirdiği zarar, boyunlarına borç ve haraç gibi istihkak edilen bir hak olur. Ulemamız diyor ki: Hükümet reisinin, tebeasının yararı için kendilerine getirdiği her zarar hakkında cevap budur. Hattâ yolları hırsızlardan koruyan bekçi ücretleri; mahalle bekçileri vesaire için alınan vergiler hep böyledir. Bu bilinir de, fitne korkusundan dolayı öğretilmez, şu izaha göre, Hârzem'de ammeden alınıp, Ceyhun Nehri'nin yatağını veya hayvanların toplanıp yattığı yeri düzeltmek gibi umumi işlere harcanan paraları vermek, ödemesi vâcip olan bir borçtur. Buna karşı gelmek caiz değildir. Bu bir zulüm de değildir. Lâkin bu cevap amel edilmek için; bir de, sultanla memurlarına
dil uzatmamak için bilinir. Yoksa teşhir etmek için değil. Zira hak edilen miktardan daha fazlasını almaya kalkışırlar.»
Ben derim ki: Bunu, «Beytülmal'da yetecek miktar bulunmazsa» diye kayıtlamak gerekir. Zira cihad bahsinde görüleceği vecihle, ganimet bulunduğu zaman bahşiş vermek mekruhtur.
«Haracı sahibine terk etmek caizdir, ilh...» Cihad bahsinde şöyle denilecektir: «Sultan veya nâibi, haracı yer sahibine terk eder veya bağışlarsa «aracılık yoluyla bile olsa, İmam Ebû Yusuf'a göre caizdir. O kimse zekât ehli ise, bunu almak kendisine helâl olur. Zekâta ehil değilse, o malı tasadduk eder. Bununla fetva verilir.» Hâvî'de, zekâta ehil olmayan kimseye haracın helâl olduğu, tercih edilmişse de, bu kavil meşhurun hilâfınadır. Sultan veya nâibi, yer sahibine öşürü terkederse, bilittifak caiz olmaz. Onu kendisi fukaraya verir. Sirâc.
«Sultanın tasarrufu maslahata bağlıdır.» Kaidesinin ifade ettiği buna muhaliftir. Mezkûr kaideyi Eşbâh sahibi Bezzâziye'ye nisbet ederek nakletmiştir. Âgâh ol!
Ben derim ki: Eşbâh'ta Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: «Öşür borcu olan kimseye, zengin olsun fakir olsun öşürü bırakmak caizdir. Lâkin bırakılan kimse fakir ise, sultanın ödemesi gerekmez. Zengin ise, fukaraya öşrü, sultan, Beytülmal'ın haraç kısmından alarak sadaka kısmına öder.» Yine derim ki: Eşbâh'ta zikredilenin misli Zahîre'de, Şeyhülislam'dan naklen şu ibare ile beyan edilmiştir: «Zengin ise, sultandan bir bahşiş olmak üzere alması caizdir. Sultan bunun mislini, "Haraç Beytülmalı"dan "Sadaka Beytülmalı"na öder. Fakir ise, aldığı sadaka olur ve caizdir...»
METİN
İbn-i şıhne, bunu nazma çekerek şöyle demiştir: «Beytülmallar dörttür. Herbirinin sarf yerleri vardır ki, bunları âlimler beyan etmiştir. Birincisi ganimetler, defineler, rikâzlardır. Ondan sonra zekât verenler gelir. Üçüncüsü, öşürlerle haraç ve vatanından hicret etmiş kimseler beytülmalıdır. Onun ardından da, zekât memurları kısmı gelir. Dördüncüsü zâyi'ler kısmıdır. Meselâ mirasçısı olmayan kimseler böyledir. ilk iki beytûlmalın sarf yeri, nâssan bildirilmiştir. Üçüncüsü, gâzilerin aldığıdır. Dördüncüsünün sarf yeri, fayda hususunda bütün müslümanlara müsâvi olan cihetlerdir.»
İZAH
İbni Şıhne Abdülberr'in manzumesini şerheden zatın babası Muhammed'dir.
«Beytülmallar dörttür.» Cizye bâbının sonunda Zeylâî'den naklen görüleceği vecihle, devlet reisinin her nev'e mahsus beytülmal yapması icabeder. Kendisi bunların birinden ödünç alıp diğerine sarf edebilir. Nafaka verdiği kimselere, ihtiyacına, fıkıh ve fazîletine göre verir. Bunda kusur ederse, AIIah kendisini hesaba çeker. Şurunbulâlî, Risâle'sinde şöyle demiştir: «Ulemanın beyan ettiklerine göre, her nevi mal için hususi beytülmal yapmak ve bu malları birbirine karıştırmamak vâciptir. Bir hazinenin malına ihtiyaç görülür de orada yetecek miktarda mal bulunmazsa, başka malın hazinesinden ödünç alır. Sonra ödünç aldığı malı elde ettiğinde, yerine iâde eder. Bundan yalnız zekâtlardan veya ganimetlerin 1/5'inden haraç ehline - ki bunlar fakirlerdir - verilen müstesnadır. Onlar, fakirlikleri dolayısıyla sadakayı hakettikleri için, namlarına alınan ödünç yerine iade edilmez. Müstehakına verilmek şartıyla, başkası da böyledir»
«Birincisi ganimetlerdir ilh...» Yani dört nevi Beytülmal'ın birincisi, ganimeter'in konulduğ, Beytülmal'dır. Buna, "1/5 Beytülmalı" denilir ki, ganimet, maden ve rikâzın 1/5'i konulan kısım, demektir. Nitekim Tatarhâniyye'de beyan edilmiştir.
«Üçüncüsü ilh...» Burada Bedâyi sahibi şöyle demiştir: «Üçüncüsü, arazinin haracı, şahıs cizyesi, Beni Necrân kabilesi ile yapılan anlaşma mucibince alınan giyim eşyası, Benî Tağlib kabilesinden alınan iki kat zekât ve öşür memurunun zımmî tüccarlarla, dar-ı harbin pasaportlu tacirlerinden aldıkları malların konulduğu kısımdır» şurunbulâlî, Risale'sinde Zeylâî'den naklen şunları da ziyadeetmiştir: «Harbînin hediyesi, onlardan harpsiz olarak alınan mallar ve İslâm askeri onların sahasına girmeden harbetmemek için yaptıkları anlaşma bedeli verdikleri mallar da bu kısma konulur. Vatanından hicret etmiş kimselerden murad, zımmîlerdir. Çünkü Hz. Ömer (r.a.), onları Arabistan'dan sürmüştü.»
Zâyı'lardan murad, bulunan mallardır. «Meselâ mirasçısı olmayan kimseler böyledir.» Yani hiç mirasçısı olmayan, yahut karı kocadan biri gibi, kendisine feraizce ret caiz olmayan mirasçısı bulunan kimsenin terekesi böyledir.
«İlk iki Beytülmal'ın sarf yeri nâssan bildirilmiştir.» Yani 1/5'lerle, zekatların sarf edileceği yerler, ayetlerle bildirilmiştir. 1/5'in sarf edileceği yer hakkında, «Bilmiş olun ki, ganimet olarak aldığımız mallar ilh...» buyrulmuştur Bunun izahı, inşallah cihad bahsinde gelecektir. Zekâtlar hakkında da, «Sadakalar ancak fakirlerin hakkıdır ilh...» buyurulmuştur ki, izahı yakında gelecektir.
«Üçüncüsü, gazilerin aldığıdır.» Hidaye ve umumiyetle muteber kitaplarda, bu kısım hakkında şöyle denilmektedir: «Bu kısım, hudutlara tahkim köprüler yapmak, ulema, hakimler, memurlar ve gazilerle, bunların çocuklarının yetecek kadar nafakalarını vermek gibi, müslümanların yararına sarfedilir.» Bunlar, cihad bahsinde görülecektir.
«Dördüncüsünün sarf yeri ilh...» ifadesi, İbni Ziyâ'nın Gazneviyye şerhi'nde, Pezdevî'den naklettiği ibareye uygundur. Orada, «Bu kısım, hastalara, kötürümlere, bulma çocuklara, köprülere, kışlalara, hudut ve mescidlerle benzerlerine bakanlara sarfedilir» denilmiştir. Lâkin bu ifade, Hidâye ile Zeylâî'nin ibarelerine muhaliftir. Bunu şurunbulâlî söylemiştir. Yani Hidâye ile bilumum kitaplarda bildirilen, müslümanların yararına üçüncü kısım Beytülmal'dan sarfedilmesidir.
Dördüncüye gelince: Onun meşhur olan sarf yeri, bulunan fakir çocukla, velileri olmayan fakirlerdir. Bu kısımdan, böylelerin nafakaları ilaçları, kefenleri ve cinayetlerinin diyetleri verilir. Nitekim Zeylâî ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Hâsılı bu kısmın sarfedileceği yer, âciz fakirlerdir. Manzumeyi yazan zat, dördüncüyü üçüncünün yerinde zikrederek, sonra, «Üçüncüsü acizlerin aldıklarıdır. Dördüncüye gelince; onun sarfedileceği yer ilh...» dese, bilumum kitapların ibaresine uymuş olurdu.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...