ÂŞİR (ÖŞÜR MEMURU) BÂBI
METİN
Bazıları
bu kelimenin, bir şeye bazı halleriyle isim vermek kabilinden olduğunu
söylemişlerdir. Buna hâcet yoktur. Öşür, mutlak surette öşür memurunun aldığı
şeyin adıdır. Bunu Sa'dî söylemiştir. Yani bu kelime cins ismidir. Öşür memuru
hür ve müslüman olan kimsedir. Bu kayıtla, Yahudilerin memur tayin edilmesinin
haram olduğu anlaşılır. Öşür memuru Hâşimi olmayacaktır. Çünkü öşürde zekat
şüphesi vardır. Memur, aldığını, hırsızlardan ve yankesicilerden korumaya
muktedir olmalıdır. Çünkü vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur. Bu
memuru, zâhiri ve bâtıni malları ile, onun yanından geçen tâcirlerden zekâtları
almak için hükümdar, yolcuların geçeceği yol üzerine ta'yin eder. «Yol üzerine»
kaydı ile, sâî, tariften hariç kalır. Çünkü sâî, kabîleler arasında dolaşıp,
hayvanlarının zekâtlarını yerinde alan kimsedir.
«Zekâtlarını»
tabiri, ibadeti başkalarına taglib (yani galebe çaldırmak) yoluyla söylenmiştir.
İZAH
Musannıf
bu bâbı, Mebsût ve diğer kitaplara uyarak, zekâtın arkasından zikretmiştir.
Çünkü alınanların bir kısmı zekâttır. Ama halis zekât değildir. Onun için bu
bâbı hâlis zekâttan sonraya bırakmış; rikâzdan da önce zikretmiştir. Çünkü bunda
ibadet mânâsı vardır.
«Bunu
Sâ'di söylemiştir.» Sa'dî bunu İnâye Hâşiyesi'nde söylemiş ve şöyle demiştir:
"Alınan öşür (yani 1/10) değil öşürün 1/4 dir. Ancak şöyle denilebilir: Musannıf
öşür demiş, mecâzen bundan 1/4 kastetmiştir. Yani bütünü zikr, cüz'ü
kastetmiştir. Yahut şöyle denilebilir: Öşür âşirin aldığı şeyin adıdır. Alınan
şey ister lügat itibariyle öşür olsun, ister 1/4 veya yansı olsun fark etmez.
Binaenaleyh: Âşir kelimesi, bir şeye bazı hallerine göre isim vermektir, demeye
hâcet yoktur. Nitekim bu âşikardır." Şârih "âşir"i, Nehir sahibine uyarak cins
ismi diye tefsir etmiştir. Çünkü şüphesiz bu kelime özel isim değildir. En
doğrusu, şer'î cins ismi olmasıdır. Çünkü özel isim olduğuna delil
yoktur.
«Öşür
memuru hür ve müslüman olan kimsedir.» Köleden öşür memuru olmaz. Çünkü vilâyeti
yoktur. Kâfirden de olmaz; zira kâfirin müslüman üzerine vilâyeti olmadığı
ayetle sâbittir. Bunu Bahır sahibi Gâyeden nakletmiştir. Ayetten murad. «Elbette
Allah kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol açacak değildir.» kavli
kerîmidir.
«Bu
kayıtla» yani müslüman olmanın mezkûr âyetle şart kılınması ile, Yahudilerin
memur tayin edilmesinin haram olduğu anlaşılır. Bahır'da «bunun dahi haram
olduğunda şüphe yoktur» cümlesi ziyade edilmiştir. Yani memur tayin etmekte,
memura ta'zim vardır. Ulema, müslüman olmayanı ta'zimin haram olduğunu
söylemişlerdir. Hattâ Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir: «Âşirin zemmi hakkında
vârit olan eser, zamanımızda olduğu gibi zâlim olan âşirlere hamledilmiştir.»
Yahudi ve kâfirler şöyle dursun, bu söylediklerimizden, fâsıkların memur tayin
edilmelerinin bile haram olduğu anlaşılır.
Ben
derim ki: Siyeri Kebîr şerhinde beyân edildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), Sa'd b.
Ebî Vakkas'a mektup yazarak. «Müşriklerden hiçbirini müslümanlar üzerine kâtip
yapma! Çünkü onlar dinlerinderüşvet alırlar, Allah'u Teâlâ'nın dininde rüşvet
yoktur.» diye tembihte bulunmuştur. Siyer şârihi, «Biz bununla amel ederiz,
çünkü vâli, müslümanlardan başkasını kâtip tayin etmekten men edilmiştir.
Allah'u Teâlâ, "Kendinizden olmayanları yakın dost edinmeyin!" buyurmuştur.»
demektedir.
«Öşür
memuru Hâşimî olmayacaktır.» Hâşimîler Peygamber (s.a.v.) in sülalesi, yani
Hâşim B. Abdi Menâf oğullardır. Bunlara zekât verilmez. Öşürde dahi zekat
şüphesi olduğu için, kendilerine öşür de verilmez. Çünkü öşür memuru, zekât
verilecek kimselerden biridir. Ona, yaptığı işe göre, topladığı öşürden yetecek
kadar nafaka verilir. Onun için, topladığı şeylerin hepsi helâk olsa, kendisine
hiçbir şey verilmez. Nitekim bunu Zeyleî açıklamıştır. Binaenaleyh burada hem
ücrete hem zekâta benzerlik var demektir. Sonra bilmiş ol ki, bu Hâşimî olmamak
şartını, Bahır sahibi Gâye'ye nisbet etmiştir. Ben bu şartı, ondan başka
zikreden görmedim. Bu, Nihaye ve diğer kitaplarda, zekâtın sarf edildiği yerler
bâbında zikredilene muhaliftir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Hâşimî bir kimse,
zekât memuru tayin edilirse, zekâttan kendisi için bir şey almaması gerekir. Ama
memur tayin edilir de, maaşı zekâttan başka olursa, bunda bir beis yoktur»
«Almaması
gerekir» ta'birinden murad, helâl değildir, demektir; nasıl ki Zeyleî öyle
demiştir. Bu söz, Haşimî birini zekât memuru tayin etmenin caiz olduğu hususunda
açık gibidir. Binaenaleyh kitabımızın sözü, sadaka almanın helâl olması için,
Hâşimî olmamak şarttır, mânâsına yorumlanır. Gâye sahibinin, «Çünkü öşürde zekât
şüphesi vardır.» diyerek yaptığı ta'lîl de bunu gösterir. Çünkü şunu ifade eder:
Hükümdar, maaşını Beytülmal'den, yahut hediye olarak kendinden verir, veya memur
olan şahıs müslümanların aldığı sadakadan bir şey almazsa, Hâşimî olması
caizdir. Zekâtın sarf edildiği yerler bâbında bu meselenin tamamını anlatacağız.
«Çünkü
vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur.» Yani hükümdarın zekât
toplaması, halkın mallarını koruması sebebiyle meşrudur. Onun içindir ki âsiler
bir kasaba veya köyü istilâ eder de zekâtlarını alırlarsa, yalnız haracı iade
ederler, başka bir şey iade etmezler .
Bu
mesele, evvelce kitâbımızın metninde şöyle geçmişti: «Âsîler otlak
hayvanlarının, öşür ve haracını alırlarsa bunları icabeden yerlere vermeleri
şartıyla sahiplerine iade etmeleri gerekmez. Aksi takdirde (yani yerlerine sarf
etmezlerse) haraçtan geri kalanları iade ederler.. Görülüyor ki "haraçtan geri
kalanı" denilmiştir'. Ben derim ki: Doğrusu da budur. İhtimal burada söz,
Müellif hazretlerinin kaleminden düşmüş olacaktır. Orada zikredip, burada
etmemesi de buna delâlet etmektedir.
(Sâî:
Kabileler arasında dolaşarak hayvanlarının zekâtını yerlerinde alan memurdur.)
Bahır'da Bedâyi'den naklen, «Musaddık (yani sadaka memuru), her ikisinin cins
ismidir» denilmiştir.
«Tağlib»
ta'biri, "kâfirden alınan mal sadaka olamaz" şeklindeki itirazı def içindir:
Zâhirî
ve bâtınî mallardan murad: İki nevi zekât malıdır. Zâhirî mal, hayvanlar ile
tüccarın öşür memuruna arz ettiği mallardır. Bâtınî mal ise, altın, gümüş ve
yerinde duran ticaret malıdır. Bahır. Burada bâtinî maldan murad, hayvanlardan
geri kalan mallardır. Buna karîne, «mallarıyla onunyanından geçen» sözüdür.
Yoksa öşür memurunun yanından geçirdiği her mal zâhirî nev'indendir. Buna bâtınî
demesi, oradan geçmezden önceki haline göredir.
Evindeki
bâtınî mallarına gelince: Bunları öşür memuruna haber verirse, onlardan bir şey
almaz. Nitekim bu cihet Bahır'da açıklanmıştır. ileride
(Müellifin
oğlu Muhammed Alâeddin) kitabımızın metninde de gelecektir. Şârih bu ta'mim ile,
inâye ve diğer kitaplarda beyan edileni redde işaret etmiştir. Onlarda şöyle
denilmiştir: «Burada murad, bâtınî mallardır. Çünkü zâhirî mallarda -ki otlak
hayvanlarıdır - mal sahibi öşür memurunun yanına uğramaya muhtaç değildir. Zira,
mal sahibi uğramasa da memur onların öşürünü alır.» Bu söz, Nehir'de de beyan
edildiği vecihle, âşir ile sâî arasında fark gözetmeme esasına göredir. Halbuki
fark olduğunu yukarıda gördün. Bu Bedâyi'de zikredilmiştir.
METİN
Öşür
toplayanın zemmi hakkında vârit olan hadisler, zorla alana yorumlanmıştır. Bir
kimse senenin tamamlandığını inkâr eder; yahut, «ben ticarete niyet etmedim»
veya "ben bütün malımı kaplayacak şekilde - veya nisabı eksiltecek şekilde -
borçluyum" derse, yeminiyle tasdik olunur. Zira aldığı zekâttır. Mi'râc. Hak
olan da budur. Bahır. Onun için Musannıf mutlak söylemiştir. Yahut, "Ben başka
öşür memuruna verdim" der de başka öşür memuru muhakkak mevcut olursa; veya «Ben
zekâtımı şehirdeki fukaraya verdim» diyerek yemin ederse - şehirden çıktıktan
sonra söylerse kabul edilmez, sebebi gelecektir- esah kavle göre hepsinde beraat
makbuzu göstermeden tasdîk olunur. Çünkü yazı şüphelidir. Hattâ bu öşür
memurunun ismine uymayan bir beraat makbuzu getirir de yemin ederse, tasdik
olunur ve beraat yok sayılır. Yalan söylediği, seneler sonra meydana çıkarsa,
zekât kendisinden alınır.
İZAH
Öşür
toplayanın zemmi hakkında vârit olan hadislerden biri, Taberânî'nin rivayet
ettiği şu hadistir: «Şüphesiz Allah Tealâ mahlukatına yaklaşır -Yani rahmeti,
cûd-ü keremi ile muamele eder - ve dilediğini affeder. Yalnız fuhşiyat yapan ve
öşür toplayanı affetmez.» Ebû Dâvud'un ve İbn Huzeyme'nin Sahihi'nde keza
Hâkim'in Ukbe b. Amir (r.a.) dan rivayet ettikleri şu hadis onlardandır: "Ben
Rasulullah sallâllahu aleyhi ve sellemi, "Bâccı cennete girmez!" buyururken
işittim.» Yezîd b. Hârun «Bundan murad öşür toplayandır» demiş; Bağavi dahi,
«Bundan, baçcının yanına uğrayan tâcirlerden, öşür, yani zekât adı ile aldığı
baccı kastetmiştir» demiştir.
Hafız
Münzirî diyor ki: "Şimdi ise bunu bac namı ile alıyorlar. Başka bir baç daha var
ki, onun adı yok! Onu haram ve zıkkım alıp karınlarına ateş yiyorlar. Rablerine
karşı bu hususta hüccetleri bâtıldır. Üzerlerine gadab ve şiddetli azâp vardır.
İbni Hacer'in Ez-Zevâcir adlı kitabında böyle denilmiştir. Bundan şonra Münzirî
sözüne şöyle devam etmiştir: «Bilmelisin ki, bazı fâsık tacirler. Kendilerinden,
alınan bacla zekât niyet edilirse, zekât yerine geçeceğini zannederler. Bu zan
bâtıldır. Şâfiî mezhebinde bunun bir mesnedi yoktur. Çünkü hükümdar, baçcılan
zekât almak için tayin etmez. Onları, az olsun çok olsun; zekât farz olsun
olmasın, buldukları malın öşürlerinitoplamak için tayin eder.» Tamamı
Münzirî'dedir.
Ben
derim ki: Şu da var. Bugün baccı, hükümdara bir şey vermek sureti ile, onu
kendine ortak yapıyor. Ve zulmen aldığı şey kendinin oluyor. Artık tâcir
kendisinin veya başka bir haccının yanına uğrarsa, bir yılda bir kaç defa bunu
alıyor. Velev ki o kimseye zekât farz olmasın. Bunun bize göre zekât sayılmadığı
da anlaşılıyor. Çünkü bu adam geçenlerden zekât alsın diye hükümdarın yola tayin
ettiği öşür memuru değildir. Yine yukarıda geçti ki hükümdarın tüccarı
hırsızlardan koruması ve tüccarın emin bulunması mutlaka şarttır. Bu
söylediğimiz ise şehirin kapılarına durarak, tüccarı hırsızlardan, yol
kesicilerden daha çok rahatsız etmekte, onlardan zorla para almaktadır. Onun
içindir ki Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Verilen baccın zekât olmasına niyet
ederse, sahih kavle göre zekât olmaz. İmam Serahsî böyle demiştir» «Sahih kavle
göre» sözü ile, «Baccıya verirken zekâtı niyet ederse caizdir. Çünkü o, üzerinde
taşıdığı mesuliyetlerle fakir sayılır» diyenlerin sözüne işaret etmiştir. Bu
hususta yukarıda söz geçmişti.
«Bir
kimse senenin tamamlandığını inkâr ederse ilh...» sözünden murad, elindeki yahut
evindeki malının üzerinden tam sene geçtiğini inkâr ederse, demektir. Evinde,
üzerinden sene geçmiş malı bulunur; elindeki malın ise henüz üzerinden sene
geçmemiş olursa, ikisi de bir cinsten olduğu takdirde, öşür memuru o kimsenin
sözüne aldırış etmez. Çünkü bir cinsten olan malları birbirine katmak vâciptir.
Meğer ki mâni buluna. Bahır.
«Ben
ticarete niyet etmedim derse» keza «Bu mal benim değildir, o emanettir», yahut
«tüccar malıdır» «ortak malıdır» «ben bu malda bekçiyim» «mükâtebim» veya
«izinli köleyim» gibi bir söz söylerse, keza «bu malda zekât yoktur» derse,
yemini ile tasdik olunur. Velev ki sebebini beyan etmemiş olsun. Bahır. Oradaki
borçtan murad, kullar tarafından isteyicisi olan borçtur. Evvelce görüldüğü
vecihle, nisabın vâcip olmasına mâni borçtur.
«Zira
aldığı zekâttır.» Yani bu hususta borcun bütün malı kaplamasıyla, nisabı
eksiltmesi arasında bir fark yoktur. Murad, müslümanlardan aldığı maldır. Zımmî
ile harbîden aldığı mala ise burada zekât hükmü verilir. Velev ki hakikatte
cizye (vergi) olsun ve bu malı, zekât verilecek yerlere sarf etsin. Nitekim
gelecektir.
«Hak
olan da budur» Yani «Borç ister bütün malı kaplasın; ister nisabı eksiltsin»
diyerek yapılan umumi beyan doğrudur. Çünkü nisabı eksilten borç zekâtın vâcip
olmasına mânidir. O halde bütün malını kaplayanla aralarında fark yoktur.
Nitekim Mi'râc'da da böyle denilmiştir.
«Başka
öşür memuru muhakkak mevcut olursa, yemini ile tasdik olunur. Şayet başka bir
öşür memuru var mı yok mu bilmezse, sözü tasdik olunmaz.» Nitekim Sirac'da beyan
edilmiştir. Çünkü asıl olan bulunmamasıdır. Nehir. Buradaki öşür memurundan
murad, adalet sahiplerinin öşürcüsüdür. Şayet Hâricîler denilen fırkanın öşür
memuruna uğrarsa, ikinci defa öşür verir. Nitekim gelecektir.
«şehirden
çıktıktan sonra söylerse kabul edilmez.» Yani, «Ben bu malın zekâtını şehirden
çıkardıktan sonra verdim» derse, sözü tasdik edilmez. Çünkü şehirden çıkarmakla,
o mal zâhirîmallara iltihak etmiştir. Bu malların öşürünü almak, hükümdarın
hakkıdır. Zeyleî. Şehir içinde iken ise, malının zekâtını vermek kendisine
bırakılmıştı. Bahır. Kadıhan'ın Câmi'inde şöyle denilmektedir: «Tüccar, malını
ovaya çıkardıktan sonra, hükümdarın zekat isteme hakkının sâbit olması, sahibi
kendiliğinden vermediğine göredir. Verdiğini iddia ederse, isteme hakkının
sübutunu inkâr ediyor demektir ki bundan dolayı söz yeminiyle beraber onundur.»
Kıyasa göre, yemin ettirilmemeli idi. Çünkü bu bir ibadettir. İbadette yemin
verdirilmez. Ama istihsanen verdirilir. İstihsanın vechi şudur: Bu adam inkâr
etmektedir; kendisini yalanlayan vardır. O da öşür memurudur. Binaenaleyh mal
sahibi mânen davalıdır. ikrar etmiş olsa ikrar ettiğinin verilmesi lâzım gelir.
Şu halde, yeminden cayar ümidi ile kendisine yemin verdirilir. Sair ibadetlerde
hal böyle değildir. Zira kendisini yalanlayan yoktur. Nehir.
«Esah
kavle göre hepsinde beraat göstermeden tasdik olunur.» Yani senenin dolduğunu
inkâr ettiği hususların hepsinde, esah kavle göre beraat göstermesi şart
değildir» Kâfi'de böyle denilmiştir. Zahir rivayet de budur. Nitekim Bedâyi'de
bildirilmiştir. Asl'ın rivayetine göre, beraat göstermesi şarttır. Bununla
birlikte, yeminin de şart olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Mi'râc'da da
böyle denilmiştir.
«Çünkü
yazı şüphelidir.» Yazı yazıya benzer. Bazen dalgınlıkla beraat makbuzu alınmaz.
Aldıktan sonra kaybolması da mümkündür. Binaenaleyh beraat makbuzunun hakem
yapılması mümkün değildir. Şu halde söz yeminiyle beraber mal sahibinindir.
Kâfi.
«Yalan
söylediği seneler sonra meydana çıkarsa, zekât kendisinden alınır.» Çünkü alma
hakkı sâbittir. Yalan yere yemin etmekle sâkıt olmaz. Bahır. Bu, hüküm harbî
olmayanlar hakkındadır. Harbî hakkında ileride söz edilecektir. O, dar-ı harbe
girer de sonra çıkarsa, geçmişin zekatı kendisinden alınmaz. H.
METİN
Ancak
otlak hayvanları ile bâtınî mallarda, şehirden çıkardıktan sonra sözü tasdik
edilmez. Çünkü bu mallar şehirden çıkarmakla zâhiri mal hükmüne girmişlerdir.
Artık onlardan zekât almak hükümdarın hakkıdır ve bu alınan, zekât olur. İlk
verdiği nâfile sadakaya inkılâb eder. Bu malların sahibinden, «Çünkü Hz. Ömer,
halkın mallarını eşelemeyin demiştir» dediği için alır. Lâkin mal sahibini itham
ederse, kendisine yemin verdirir. Yukarıda geçen şeylerden, müslümanın sözü
tasdik edilenlerde, zımmînin sözü de tasdik edilir. Çünkü bize ne varsa, onlara
da o vardır. Yalnız, «Ben bir fakire verdim» sözünde zımmî tasdik edilmez, zira
buna vilâyeti yoktur.
İZAH
Ancak
otlak hayvanlarında «ben şehirdeyken fukaraya verdim» sözü tasdik edilmez. Çünkü
zekâtı almak hakkı, sultanındır. O bunu iptâl edemez. Bâtınî mallar bunun
hilâfınadır. Bahır.
Ben
derim ki : bunun muktezâsı, mahallelerde dolaşan zekât memuruna verdiğini iddia
etmiş olsa, tasdik etmektir. Bâtınî mallarda dahi şehirden çıkardıktan sonra,
«zekâtlarını kendim verdim» diye iddia ederse, sözü tasdik olunmaz. Çünkü bunlar
zâhirî mallara iltihak etmişlerdir. Binaenaleyhzâhirî mal olan otlak
hayvanlarında olduğu gibi, bunların zekâtını da hükümdar toplattırır. Sahih
kavle göre, mal sahibinin ilk verdiği zekât nâfileye inkılab eder. Bazıları
ikinci defa zekât almanın siyaset olduğunu söylemişlerdir. Bu, birinci zekâtın
bozulup ikincinin siyaset olmasına en ufak bir teemmülle aykırı değildir.
Fetih'te böyle denilmiştir. Hükümet memuru, o kimsenin zekâtını verdiğini
bildiği için, ikinci defa ondan bir şey almazsa, o kimsenin zekât borcundan
kurtulup kurtulmadığında ulema ihtilâf etmişlerdir. Ebu'l-Yusr'un Cami'inde
şöyle denilmiştir: «Kendisine verdiğini geçerli sayarsa bunda beis yoktur. Çünkü
zekât vermesine izni caizdir. Verdiğini geçerli sayması da öyledir.» Nehir,
«Hz.
Ömer halkın mallarını eşelemeyin demiştir» şeklinde söz ettiği için alır. Yani
öşür memuru, sadakayı bu sebeple alır. Bu hususta Bahır'ın Mebsût'tan naklettiği
şu söze istinat eder: «Tâcir, öşür memuruna, malının Merv veya Herat menşe'li
olduğunu haber verir de, öşür memuru kendisini bu hususta itham ederse, bunda
kendisine zarar da bulunduğu takdirde, yemin ettirerek ondan zekâtı alır.» Mal
sahibinin, «öşür memurunun bana zarar vermeye hakkı yoktur. Zira Hz. Ömer'den
nakledildiğine göre memurlarına, "halkın eşyasını araştırmayın" demiştir» sözü
üzerine alır.
"Çünkü
bize ne varsa, onlara da o vardır." Yani müslümanlar için şart koşulan, sene
geçmesi, nisap, borç bulunmaması ve ticaret malı olması gibi şeylere, zımmîler
hakkında da riayet olunur. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Onlar da
müslümanlar gibi olunca, kendilerinden müslümanlardan alındığı gibi onda birin
dörtte biri alınmak mı icabeder? Cevaben deriz ki: Bizden alınan hakikaten
zekâttır. Onlardan alınansa, cizye (vergi) gibidir. Zekât değildir. Çünkü zekât,
temizleyip paklamaktır. Zımmîler buna ehil değildirler. Meselenin tamamı
Kifâye'dedir.
"Zira
buna velâyeti yoktur." Yani zımmiden alınan cizyedir. Cizyede zımmî, «Ben
vergimi kendim verdim» dese, tasdik olunmaz. Çünkü zımmilerin fakirleri,
kendilerine cizye verilecek kimseler değildir. Veren zımminin de vermeye hakkı
yoktur. Verilecek yer, müslümanların yararına olan işlerdir. Zeyleî. Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Bu, cizye değil sadece onun hükmündedir. Zira onun sarf
edildiği yerlere verilir. Hattâ o sene için şahsi cizyesi sâkıt olmaz. Nitekim
bunu İsbicâbî söylemiştir.» '
Ben
derim ki: Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde açıklandığına göre, bu hakikaten cizyedir.
Öyle görülüyor ki, o, bunun kendi malında cizye olduğunu murad etmiştir. Nitekim
arazisinin haracına cizye denir. Bu izaha göre, cizyenin mal cizyesi, arazi
cizyesi, şahıs cizyesi gibi nevileri vardır. Bunların bazısını almakla
diğerlerinin sâkıt olması lâzım gelmez. Bu âşikârdır. Bundan yalnız, Benî Tağlib
Kabîlesi müstesnadır; çünkü onların malından alınan şahıs cizyesidir. Onun için
Bahır'da şöyle denilmiştir: "Öşür memuru Benî Tağlib'in vergilerini alınca,
onlardan cizye sâkıt olur. Çünkü Hz. Ömer onlarla, cizye yerine iki kat zekât
vermek şartıyla anlaşmıştır."
METİN
Harbî
hiçbir şeyde tasdik olunmaz. Bundan yalnız. Ümmü Veledi hakkındaki sözü ile,
kendisininolabilecek bir çocuk hakkında, "Bu çocuk benimdir." demesi
müstesnadır. Çünkü burada mal olmak yoktur. Çocuk kendisinin olamıyacak yaşta
ise, onun nâmına azad olur ve öşrü alınır. Çünkü o çocuğu azad ettiğini ikrarda
bulunmuştur. Ondan başkası hakkında sözü tasdik edilmez. Bir de «Ben başka öşür
memuruna verdim» der de, orada bir öşür memuru daha bulunursa, yine sözü tasdik
edilir. Ta ki malının bitmesine müeddî olmasın. Molla Hüsrev kesinlikle buna
kail olmuştur. Zeyleî dahi Surûcî'ye uyarak, bunu «gerekir» sözü ile
zikretmiştir. Musannıf bunu, Bahır'dan böyle nakletmiştir; Lâkin inâye ve Gâye
sahipleri, kesinlikle sözünün tasdik edilmeyeceğini söylemişlerdir. Nehir sahibi
de bunu tasdik etmiştir.
İZAH
"Harbi
hiçbir şeyde tasdik olunmaz." Yani adaletli bir beyyine ile sözünün doğruluğu
sabit olsa bile, onun sözüne bakılmaz. Bunu Kemâl söylemiştir. T.
Hiçbir
şeyden murad, yukarıda zikredilenlerdir. Çünkü tasdikinde bir fayda yoktur. Bu
adam, «malımın üzerinden sene geçmedi» dese, ondan vergi alınırken, senenin
dolup dolmamasına bakılmaz. Zira senenin itibara alınması, himâye tamam olduğu
içindir. Tâ ki mal artsın. Halbuki harbînin himayesi, sene ile değil esir
olmaktan kurtulmakladır. «Ben borçluyum» dese, dar-ı harpteki borcu, müslüman
memleketinde istenmez.
«Bu
mal ticaret malıdır» dese, sahibine hürmet ve emân yoktur.
"Ticaret
için değildir" dese, zâhirdeki görünüş kendisini yalanlar.
«Vergimi
ben verdim» dese, kendi inancı kendini yalanlar. Meselenin tamamı inâye'dedir.
Bundan
üç mesele müstesnâdır. Birincisi ümmüveledidir. Yani bu adam, yanındaki câriye
için "Bu benim ümmüveledimdir" diye dava ederse, tasdik edilir. Çünkü elinde
bulunan kimsenin nesebini ikrarı sahihtir. Câriyenin ümmüveled olması da
böyledir. Nehir. Burada, Cami-i Sağîr ile Hidâye'nin ibareleri şöyledir: "Ancak
câriyeleri olur da, bunlar benim ümmüveledlerimdir, derse o başka." Bahır'da ise
şöyle denilmiştir: «Kölesini müdebber yaptığını ikrar ederse, tasdik edilmez.
Çünkü dârı harpte müdebber yapmak sahih değildir»
İkincisi,
kendisinden doğabilecek bir çocuk hakkında, «bu çocuk benimdir» demesidir.
Harbî, başkasından nesebi sabit olmayan bir çocuk hakkında, «bu benim oğlumdur»
der de, ulemanın nesebin sübûtu hakkında söylediklerine kıyâsen, kendisini
yalanlayan da bulunmazsa, sözü tasdik edilir. T. Ama, «Bu benim kardeşimdir»
derse, tasdik olunmaz. Çünkü bu ikrar babasının aleyhinedir. Onun sabit olması,
babasının tasdikine bağlıdır. Binaenaleyh öşrü alınır. Benim anladığım budur.
Ama bunu açık olarak bir yerde görmedim. Evet, Siyer-i Kebîr Şerhi'nde şunu
gördüm: «Harbî, bir takım kölelerin yanına uğrar da, bunlar hürdür, derse,
kendisinden öşür alınmaz. Çünkü doğru söyledi ise, o şahıslar hür kimselerdir.
Yalan söyledi ise, bunlar "hürdür" sözü ile şimdi hür olmuşlardır. » Ümmüveled
ile çocuk meselesinde sözünün tasdik edilmesi, bunlar mal olmadıkları içindir.
öşür ancak maldan alınır. Bunu Nehir'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
Hayreddin
Remlî şöyle demiştir: «Ben diyorum ki: Bugün memurların yaptığının haram
olduğubundan anlaşılır. Bu memurlar harbî ile zımmînin başları için aldıkları
cizyeden başka Beyt-i Makdis'i ziyaret edebilmek için ayrı bir para
almaktadırlar.» Bu meselede çocuğu âzad ettiğini ikrarda bulunması, kendinden
büyük birine, «bu benim oğlumdur» dediği içindir. Bu söz İmam-ı Âzam'a göre
mecazen, o hürdür, demektir.
«Başkası
hakkında sözü tasdik edilmez» ifadesinden murad, öşür memurunun hakkını, yani
öşür almayı iptal etmez, demektir. Çünkü onun hakkında hükmen mâliyet bâkidir.
Üçüncüsü,
«ben başka öşür memuruna verdim» der de, hakikaten başka bir öşür memuru
bulunursa, yine sözü tasdik edilir.
«Tâ
ki malının bitmesine müeddî olmasın.» Bu söz, istisnanın illetidir. Yani harbî
bu sözünde tasdik edilmezse, öşür memurunun yanına her uğradıkça, kendisinden
öşür alınması gerekir. Bu da bütün malının elinden alınmasına sebep olur.
«Molla
Hüsrev kesinlikle buna kâil olmuştur.» Bahır nüshalarının bazılarında «Dürer
Şerhi'nde Molla Hüsrev kesinlikle buna kâil olmuştur» denilmiş; bazılarında ise,
"Dürer Şerhi'nde Molla Şeyh" denilmiştir ki, doğrusu da budur. Çünkü Molla
Hüsrev'in ibâresi aşağıda zikredeceğimiz Kenz'in ibaresi gibidir. Şârih'in
söylediği ise, Molla Şeyh nâmıyla meşhur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud
Buhâri'nin Durerü'l-Bihâr Şerhi Gurerü'l-Ezkâr adlı kitabındadır. Buradaki
Gâye'den murad, Etkânî'nin Gayetü'l-Beyân adlı eseridir. Aksi halde Gâye
denince, Surucî'nin Gâye adındaki Hidâye şerhi de
anlaşılır.
«Nehir
sahibi de bunu tercih etmiştir.» Yani, «Şu kadar var ki ehl-i mezhebin sözü,
tutulmaya en lâyık olan yoldur.» demiştir. Kenz sahibinin, «Harbînin sözü tasdik
edilmez. Bundan yalnız, ümmü veledi hakkındaki sözü müstesnadır» ifadesî ile
yaptığı hasır ve tahsîsin muktezası budur. Dürer ile mezhebimizin muharriri İmam
Muhemmed'in Cami-i Sağîr'inin ve Hidaye'nin ibâreleri de böyledir. Ehl-i
mezhepten murad, mezhep sahibinin sözünü nakledenlerdir. Surucî ile ona tâbi
olan Aynî, Zeyleî ve Dürerü'l-Bihâr sahibine gelince: Onlar bunu inceleme
yoluyla söylemişlerdir. Nitekim «gerekir» sözü de bunu göstermektedir. Anla!
Evet
şöyle denilebilir: Surucî ve diğerlerinin söyledikleri şeylerin hükmü
başkalarının söylediklerinden de anlaşılmaktadır. Bu, aşağıda gelecek ve
«Harbîden bir defa alınan öşür ikinci defa alınmaz ilh...» denilecektir. Keza
Zeyleî, «Çünkü bu hususta harbî tasdik edilmezse, malın tükenmesine müeddi olur.
İleride görüleceği vecihle bu caiz değildir» demiştir. Şu halde Hidâye, Kenz ve
diğer kitaplardaki hasr ve kasr izâfîdir. Burada iki müstesnadan birini
açıklamış; diğerini, sonra gelen ulemanın açıklayacaklarına güvenerek
söylememiştir. Bunun emsali çoktur. Binaenaleyh Surucî ile Ona tâbi olanların
sözü mezhebe muhalif değil; bilâkis mezhebi tahkik etmektir ki şârihlerin âdeti
budur. Onlar mutlak'ı takyîd, mücmeli beyan, kapalı sözü izah ederler.
İnâye
ile Gâyetü'l-Beyân'ın sözlerine gelince: Bu söz, Hidâye'nin ibâresinden
anlaşıldığına göre söylenmiştir. Eğer açık olarak mezhep sahibinden nakledildi
ise bir diyeceğimiz yoktur. Nakledilmesi ise, tahkik bunun hilafıdır. Allah'u
âlem!..
METİN
Biz
müslümanlardan onda birin dörtte biri; zımmîlerden Tağlibî olsun olmasın nitekim
Zâhiriyye'den naklen Bercendîde böyle denilmiştir iki katı, harbî'den ise onda
bir alınır. Bunlardan, her birinin malı nisabı doldurmak şartıyla, Hz. Ömer bunu
böyle emretmiştir. Zira nisaptan aşağısı af sayılır. Ehli harbin bizden
aldıklarının ne kadar olduğunu bilmememiz dahi şarttır. Bu bilinirse, ceza
olarak onlardan da o kadar alınır. Ancak bütün malı almışlarsa, biz onu almayız,
Bilâkis harbîye verdiğimiz emân sözünde durmuş olmak için, onu memleketine
ulaştıracak malını bırakırız. Ve malları nisabı, doldurmazsa, harbîlerden hiçbir
şey almayız. Velev ki onlar bizden almış olsunlar. Esah kavil budur. Zira
almaları zulümdür. Zulüm hususunda tâbi olmak yoktur. Yahut onlar bizden bir şey
almadılarsa, almamakta devam etsinler diye, biz de onlardan almayız. Çünkü biz
güzel ahlâklı olmaya onlardan daha layığız. Harbî bir çocuğun malından öşür
alınmaz. Meğer ki onlar bizim çocuklarımızın mallarından bir şeyler almış
olsunlar. Nitekim Hâkim'in Kâfi nâmındaki eserinde böyle denilmiştir.
Harbîden
bir defa alınan öşür, o sene ikinci defa alınmaz; ancak dârı harbe dönerse o
başka. Çünkü sene ve anlaşma yenilenmeden bir şey almak caiz değildir. Harbî,
öşür memurunun yanına uğrar da öşür memuru kendisini bilemez ve böylece dârı
harbe girerse, sonra ikinci defa bizim memleketimize geldiğinde, kendisinden,
geçmişin öşürü alınmaz. Çünkü vilâyet kesilmekle bu hak sâkıt olmuştur.
İZAH
Müslümandan
alınan zekâttır. Müslümandan başkasından alınan ise cizye olup, kendi yerlerine
sarf edilir. Lâkin zekâtta şart olan sene ve benzeri şeylere bunda da riayet
olunur. Nitekim evvelce arzetmiştik. Hz. Ömer bu üç kısım vergiyi bu şekilde
toplamalarını, zekât memurlarına emretmiştir. T. Nisap miktarından az olan mal
vergiden affedilmiştir. Bu, müslüman ile zımmînin malında aşikârdır. Harbînin
malına gelince: Himayeye muhtaç olmadığı için affedilmiştir; çünkü azdır. Nehir.
«Ceza
olarak onlardan da o kadar alınır.» Yani onlardan almanın sureti, hasseten ceza
yoluyladır. Yoksa asla istinaden alınmaz. Zira bu, bizim tarafımızdan hak,
onların tarafından bâtıldır. Hasılı harbînin İslâm himayesine girmesi onlardan
bir şey almayı hak ettirmiştir. Sonra onların bizden ne kadar aldıkları
bilinirse, biz de ceza olarak onlardan o kadar alırız. Ancak müslümanın bütün
malını aldıkları bilinirse iş değişir. Aldıklarının miktarı bilinmese bile,
kendilerinden öşür alınır. Zira himaye sebebi ile onlardan bir şey almak hakkı
sâbit olmuştur. Burada cezayı itibara almak da imkânsızdır. Binaenaleyh zımmîden
alınanın iki misli kararlaştırılmıştır. Çünkü harbî, himayeye zımmîden daha çok
muhtaçtır. Tamamı Fetih'tedir.
«Zira
almaları zulümdür.» Burada şöyle denilebilir: Küffarın bizden aldıkları her şey
zulümdür. Meğer ki şöyle denile: Azdan almak zulümdür; bunu her akıl sahibi
bilir. Çünkü az mal ekseriyetle nafaka için hazırlanır. Ondan vergi almak vefa
icabeden 'emân'ın gereğine aykırıdır.
«Harbiden
bir defa alınan öşür, o sene ikinci defa alınmaz.» Çünkü birinci emânın hükmü
devametmektedir. Her defasında almak malı bitirir. Nehir
«Çünkü
sene ve anlaşma yenilenmeden bir şey almak caiz değildir.»
Lâkin
bizim memleketimizde, tam bir sene durmasına müsaade edilmez. Hükümet, huduttan
girerken kendisine, «Bir sene durursan senden cizye alırım» der ve bir sene
durduğunda cizyeyi ondan alır. Sonra dönmesine müsaade edilmez. Şu kadar var ki,
sene dolduktan sonra öşür memurunun yanına uğrar da, memur onun, memleketimizde
bir sene kaldığını duymamış olursa, onu menetmiş olmak için, kendisinden ikinci
defa öşür alır ve bizim memleketimize iade eder. Fetih.
METİN
Bir
müslümanla zımmînin öşür memurunun yanına uğramaları bunun hilâfınadır.
(onlardan öşür alınır). Zira öşürü ıskât edecek bir şey yoktur. Bunu Zeyleî
söylemiştir. Ticaret için olur da, nisabı doldurursa, kâfirin şarabından ve ölü
hayvan derilerinden, kıymetinin onda birinin yarısı alınır. Musannıf kendi
yazdığı şerhin metninde böyle ikrar etmiştir. Harbîden, ticaret niyeti
olmaksızın kıymetin onda biri alınır. Müslümandan ise bilittifak bir şey
alınmaz. Kâfirin domuzundan mutlak surette öşür alınmaz. Çünkü domuz kıyemi
(kıymetiyle muamele gören) şeylerdendir. Binaenaleyh onun kıymetini almak,
aynını (kendini) almak gibidir. Şuf'a böyle değildir. Çünkü şefî' domuzun
kıymetini almazsa, aslından hakkı bâtıl olur ve bundan zarar görür. Zaruret
yerleri müstesnadır. Bunu Sa'dî söylemiştir.
İZAH
Bir
müslümanla zımmî, öşür memurun yanına uğrarlar da memur onları bilemezse,
kendilerinden öşür alınır. Nehir. Kâfirin şarabı hakkında, Bahır'da şöyle
denilmiştir: «Gâye'de beyan edildiğine göre şarabın kıymeti, tevbe etmiş iki
fâsıkın, yahut müslüman olmuş iki zımmînin sözleriyle bilinir. Kâfî'de bunun,
zımmîlere müracaatla bilineceği kaydedilmiştir.» Nuh Efendi Hâşiyesi'nde Mecma'
Şerhi'nden naklen birinci kavlin evlâ olduğu bildirilmiştir. Kâfîrin ölü hayvan
derileri, Mi'râc'da, Mahbûbî'den naklen buradaki gibi beyan edilmiştir ki bunu
Ebu'l-Leys, Kerhî'den rivayet ederek söylemiş ve şöyle illetlenmiştir: «Bu
deriler iptida halinde mal idiler. Nihayet halinde dahi tabaklanmakla mal
olurlar. Şu halde şarap gibidirler.» Bahır sahibi bunu nakil ve ikrar etmiştir.
Halebî ise müşkil görerek, «Deri, kıymetiyle muamele gören şeylerdendir. İleride
görülecektir ki kıyemî'nin kıymetini almak, kendini almak gibidir. Onun iptida
halinde mal olması ile, nihayet halinde mal olmasının, hükümde bir tesiri
yoktur. Çükü ulema, şarabın öşüründe bunu illet saymamışlardır. Onlar, illet
olarak onu misliyattan (misli ile muamele gören) saymışlardır.»
Rahmeti
buna cevap vermiş ve «Deri, kıyemi değil misliyattandır. Şu delil ile ki, onda
selem yapılabilir. Binaenaleyh şarap gibi değil, domuz gibidir.» demiştir.
Ben
derim ki: Gasp bahsinde, onun kıyemî olduğu nâssan gelecektir. Selemin caiz
olması, onun mislî olduğuna delâlet etmez. Çünkü başkasında caizdir. Tahtâvî de
şöyle cevap vermiştir: «Bahır adlı eserde, şarap ikinci bir illetle ta'lil
edilmiştir. O da şudur; Şaraptan öşür alma hakkı, himayedendolayıdır. Ölü hayvan
derileri hakkında da bu söylenebilir.»
Ben
derim ki: Lâkin bu, işkâli defedemez. Şöyle cevap verilebilir: Aslen mal olmayan
- ki domuz gibi ayn'ı necis olan şeydir- ile, mal olabilen şeyin kıymeti
arasında fark vardır. Ölü hayvan derileri böyledir. Onun için ulema, «şarap
gibidir » demişlerdir. Teemmül et.
"Musannıf
kendi yazdığı şerhin" metninde böyle ikrar etmiştir.» Bilmiş ol ki, adı geçen
metinde ibare şöyledir: «Kâfirin ticaret için olan şarabının kıymetinden yarım
öşür alınır; domuzunun kıymetinden alınmaz.» Şu halde, «Harbîden, kıymetin onda
biri alınır» sözü, Şârih'e aittir. Bazı nüshalarda bunun kırmızı yazıyla
yazılmış olması hatadır. Yalnız metin olarak yazılan nüshada şunu gördüm:
«Zımmînin şarabından, kıymetinin yarım öşrü, harbînin ticaret için olan
şarabının kıymetinden yarım öşür (1/10) alınır. Domuzundan bir şey alınmaz.»
Gerek ikrar ettiği, gerekse döndüğü sözün ikisi de hatadır. İkrar ettiğinin hata
olması, kâfiri mutlak söylemesidir. Bu söz zımmî ile harbîden alınacak miktarın
yarım öşür olacağı hususunda açıktır. Ve yine buna göre her ikisinde ticaret
niyetî şarttır. Halbuki harbîden alınan şey öşürdür. Onun hakkında, ticarete
niyet şart değildir. Döndüğü sözü dahi hatadır. Çünkü harbî hakkında ticaret
niyetini şart koşmaktadır. Onun için şârih, kâfiri zımmî mânâsına yorumlamıştır.
Bu suretle Musannıf, harbî hakkında bir şey söylememiş olur. Onu Şârih,
«Harbîden kıymetin öşürü alınır ilh...» sözü ile
zikretmiştir.
«Nisabı
doldurursa» yani, ya yalnız başına yahut başka bir mala katmakla nisabı
doldurursa, kıymetin onda birinin yarısı alınır. Lâkin metinden anlaşılan,
elinde şaraptan başka malı bulunmaması ve mutlak surette öşür vermesidir. Onun
için Musannıf ibareyi mutlak bırakmış, yukarıda geçen «malları nisabı
doldurmazsa onlardan bir şey almayız» sözü ile yetinmemiştir. Benim anladığım
budur.
"Kâfirin
domuzundan mutlak surette öşür alınmaz." Yani bu hususta öşür memurunun
karşısına yalnız domuzu çıkarması ile, hem domuzu hem şarabı çıkarması, İmam-ı
Âzam'la İmam Muhammed'e göre müsavidir. İmam Ebû Yusuf, domuzla birlikte şarabı
da çıkarırsa, öşür alınacağını söylemiştir. Herhalde O, domuzu şaraba tâbi
saymış; aksini (yani şarabı domuza tâbi tutmayı) itibara almamıştır. Çünkü
maliyet hususunda şarap daha zâhirdir. Şarap olmadan önce o maldır. Sirke
olabilmek ihtimaline mebni şarap olduktan sonra da öyledir. Domuzda böyle bir
şey yoktur. Nehir.
«Domuzun
kıymetini almak, kendini almak gibidir.» Çünkü hayvanın kıymetine, kendi aynının
(şahsının) hükmü verilir. Onun içindir ki 'bir kimse mehir olarak bir hayvan
vermek şartıyla bir kadınla evlenirse, dilediği takdirde o hayvanın aynını,
dilerse kıymetini verebilir.
Şarabın
kıymetine gelince: Ona şarabın kendi hükmü verilemez. Onun için de bir zımmî,
şarap vermek şartıyla bir kadınla evlenir de, kıymetini verirse, kadın bunu
kabule zorlanmaz. Şu halde şarabın kendisinden değil de, kıymetinden öşür almak
mümkündür. Çünkü müslüman, şarabı mülk edinmekten men edilmiştir. Bu satırlar
Kadıhan'ın Şerhu'l Çâmii'nden alınmıştır.
«Şuf'a
böyle değildir» sözü, bir itirazın cevabıdır. İtiraz şudur: «Kıymete, malın
kendi şahsi hükmüverilemez. Şu delil ile ki: Bir zımmî, hanesini başka bir
zımmîye domuz mukabilinde satar da, şefîi müslüman, olursa, o haneyi domuzun
kıymetiyle alır.» Cevap şudur: «Burada caiz olması, kul hakkı zaruretinden
dolayıdır. Çünkü kul muhtaçtır.» Şeriat sahibi hakkında zaruret yoktur. O muhtaç
değildir. Nitekim Kâfî'den naklen Mi'râc'da izah edilmiştir. Nehir sahibi dahi
İnâye'den naklen şöyle cevap vermiştir: «Kıymet verirken, aynın hükmünü almış
değildir. Çünkü bu yer, giderme ve uzaklaştırma yeridir.»
Ben-derim
ki: Bunun hâsılı şudur: Kıymeti, almakla vermek arasında fark vardır. Fakat bu,
söz götürür. Çünkü kıymeti zımmîye vermek, ona temlik etmektir. Müslümana ise
şarabın temlik ve temellükü (alışı verişi) yasak edilmiştir.
METİN
Bir
kimsenin, evindeki malından dahi mutlak surette öşür alınmadığı gibi bidâa
(ticaret) malından dahi alınmaz. Meğer ki o mal harbîye ait ola. Şirket malından
da alınmaz; ancak ortak kâr eder de, nisabı doldurduğu takdirde kendi hissesinin
öşrünü verirse o başka. Keza ticarete izin verilen kölenin borcu, efendisinin
malını ve kölenin kendisini kaplarsa, kazancından bir şey alınmadığı gibi,
borçlu olmayan fakat yanında sahibi bulunmayan izinli kölenin malından - her üçü
hakkındaki sahih kavle göre- bir şey alınmaz. Çünkü bunların mülkleri yoktur.
Bundan dolayıdır ki vasî, «Bu mal yetimindir» dediği zaman malından öşür
alınmadığı gibi, köle ve mükâtepten de bir şey alınmaz.
Bir
kimse Hâricîler'in öşür memuruna uğrar da, ondan öşür alırlarsa, sonra Ehl-i
Sünet'in öşür memuruna uğradığı takdirde, kendisinden ikinci defa öşür alınır.
Çünkü onların yanına uğramakla kusur etmiştir. Hâricîler bir beldeyi istilâ
ederlerse hüküm değişir.
FER'İ
MESELE: Bir kimse nisabı dolduran karpuz ve benzeri yaş yemişleri ticaret için
alarak zekât memurunun huzuruna getirirse, İmam-ı Âzam'a göre ondan öşür almaz.
Ancak öşür memurunun yanında fakirler bulunursa, onlara vermek için alır. Bunu,
inceleyerek Nehir sahibi beyan etmiştir.
İZAH
Öşür
memurunun huzuruna çıkan kimse, müslüman, zimmî veya harbi olsun, mutlak surette
evindeki malı için öşür vermez. Bidâa maldan da öşür alınmaz.
Bidâa
lügatta, malın bir parçası demektir. Istılahta ise, bir insanın malını, satıp,
ticaret yapsın diye, birine vermesi ve kazancın tamamen mal sahibine ait
olmasıdır. Çalışan için bir şey yoktur. Bunu Bahır sahibi Muğrib adlı lügattan
nakletmiştir. Musannıf burada Sadrı'ş-Şeria'nın yaptığı gibi «Emanet malı» dese,
ondan sonra söylediklerine hacet kalmazdı.
"Meğer
ki o mal harbiye ait ola." Şârih bu istisnayı, şirket malından sonra yapsa daha
iyi olurdu. Çünkü Zeyleî, «Elindeki malın bidâa veya benzeri olduğunu iddia
ederse, sahibine hürmet ve emân yoktur. Emân ancak elindekinedir» demiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, mal harbinindir. Malı elinde bulunduran kimse dahi
harbîdir. Öşür memuru, malı elinde bulunduran kimsenin emânını itibara alarak, o
maldan öşür alır. Velev ki mal sahibi, dârı harpde olması itibariyle, kendisine
itirazda bulunmasın. Zâhire bakılırsa, malı elinde bulunduran müslüman olur da,
mal sahibi harbî ise, öşüralınmaz. Zira mâlikin ve malı elinde bulunduranın
emânları yoktur. Aksi tasavvur edilse, görünüşe göre hüküm yine böyledir. Çünkü
malı elinde bulunduran, onun sahibi değildir, Elindeki mal, bir müslümana aittir
ve emana muhtaç değildir.
Şârih'in,
«Kölenin borcu efendisin malını ve kölenin kendisini kaplarsa» diye kayıtlaması,
bu mesele imam-ı Azam'la imameyn arasında ihtilaflı olduğu içindir. İmam-ı
Azam'a göre efendisi kölenin elindeki kazancından hiç bir şeye mâlik olamaz.
İmameyn'e göre olur. Nasıl ki kölenin kendisine bilittifak mâliktir. Binaenaleyh
imam-ı Âzam'a göre, ticarete izin verilen kölenin kazancından bir köle azad
etmek geçerli değildir. İmameyn'e göre geçerlidir. Nitekim mezun köle bahsinde
gelecektir. Bu halde iken öşür memurunun yanına uğrarsa, yanında efendisi
bulunsun bulunmasın ondan bir şey alınmaz. Efendisi yanındayken alınmaması,
imam-ı Âzam'a göre" efendisinin mülkü olmadığındandır. İmameyne göre ise, borca
karşılık meşgul olduğu içindir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Efendisi
yanında yok ise, mesele açıktır. Bunu biraz değiştirerek Halebî nakletmiştir.
«Borçlu
olmayan» tabirinde, borcu bütün malı kaplamayan borçlu da dahildir. Hattâ daha
evlâdır. Bunu Halebî söylemiştir.
«Yanında
sahibi bulunmayan» kölenin kazancından bir şey alınmaz. Sahibi yanında olur da,
kölenin borcu bulunmaz yahut borçlu fakat borcu bütün kazancını kaplamazsa,
borçtan artan kısım nisabı doldurduğu takdirde, ondan öşür alınır. Nitekim
Mi'rac'da beyan edilmiştir.
Hâsılı
Tahtâvî'nin dediği gibi, izinli köle ya bütün kazancını kaplayacak şekilde,
yahut kaplamayacak şekilde borçludur. Yahut hiç borcu yoktur. Bu suretlerin her
birinde, ya sahibi onunla beraberdir, yahut değildir. Birinci şekilde mutlak
surette bir şey vermesi gerekmez. Yanında sahibi yoksa, diğer iki şekilde de
öyledir. Sahibi yanında ise, borçtan artan miktar nisabı doldurduğu takdirde
kendisinden öşür alınır. Her üçünden murad, ortakçı, bidâacı ve köledir:
Bahır'da böyle denilmiştir.
Mi'râc'ın
ibaresi ise şöyledir: «Fahru'l-islâm, Câmi'inde, şirket ortağını, bidâacıyı ve
köleyi zikrettikten sonra, "Bunların hiçbirinden öşür alınmaz, sahih kâvil
budur, çünkü bunlarda mülk yoktur." demiştir.» Zeyleî'nin ibaresi de böyledir.
Ancak o, evvela Ebû Hanife'nin, vaktiyle şirket ile izinli kölenin kazancında
öşür olduğunu söylediğini, sonra sahih kavle göre her ikisi hakkındaki kavlinden
döndüğünü söylemiştir. Çünkü mülk yoktur. Bu sözün zâhirine bakılırsa, bidâa
malı hakkında hilâf yoktur. Şirket ortakçısı ile bidâacı ve köle hakkında
Mi'râc'da şöyle denilmiştir: izah'ta bildirildiğine göre, öşür almak için, hem
mülkün hem sahibinin beraberce bulunmaları şarttır. Elinde mal olmadığı halde
zekat memurunun yanına mal sahibi uğrarsa, ondan öşür almadığı gibi, sahibi
olmaksızın yalnız mal getirilirse, ondan da almaz.» Mükâtepten dahi bir şey
alınmaz. Çünkü tam mülkü yoktur. Kitabet bedelini ödemekten âciz kalması
mümkündür. Bu takdirde elindeki mal, sahibinin olur. T. Hâriciler meselesi
koyunun zekâtı bâbında geçmişti. Zâhire bakılırsa, Hâriciler'in yanına uğramaya
mecbur kalması dahi aynı hükümdedir; araştırmalıdır.
"Yaş
yemiş"ten murad, bütün bir sene dayanmayan karpuz, kavun gibi şeylerdir.
Şurunbulâliye'deşöyle deniliyor: «Bu meselenin sureti şudur: Senenin
tamamlanmasına yakın, nisap malıyla, ticaret için bu sebzelerden bir şey alır ve
mal elindeyken sene dolarsa, İmam-ı Âzam' a göre ondan zekât almaz. Ama
sahibine, zekâtını kendisi vermesi emrolunur İmameyn, «o sebzenin cinsinden
alır» demişlerdir. Çünkü bu, hükümdarın himayesi altına girer. Burhan'da böyle
denilmiştir. Kemâl, İmam-ı Âzam'-ın kavlini ta'lil ederken şöyle demiştir: «Bu
sebzelerden zekât alınmaz. Çünkü bunlar dururken bozulur. Zekât memurunun
yanında, ovada onları verecek fakirler yoktur. Fakirleri aramak için sebzeleri
alı koyarsa bozulurlar, böylece maksat kaçırılmış olur. Ama memurun yanında
fakir bulunur, yahut işçilerine vermek üzere alırsa, buna hakkı vardır.»
Şârih,
«bunu inceleyerek Nehir sahibi beyan etmiştir» diyorsa da Nehir'in ibaresinde
bunun bir inceleme olduğunu bildiren bir şey yoktur. Şu da var ki, bu mesele
Kemâl'in sözünde de geçmiştir. Ama onun ibaresinde dahi incelemeye delâlet eden
bir şey yoktur. Kemâl'in söyledikleri de Manzume Şerhi'nde mevcuttur: «Sebze
sahibi öşür memuruna sebzenin kıymetini vermeye razı olursa onu alır» cümlesi de
ziyade edilmiştir. İnâye'nin öşür bâbında şöyle denilmektedir: «Sebzelerini öşür
memuruna getirir de kıymetini vermek istemezse» memur fakirlere vermek için
aynen sebzeleri almak istediğinde, onları alamaz. «Fakirlere vermek için» dedik;
çünkü işçilerine vermek için aynını alırsa caizdir. «Sahibi kıymetini vermek
istemezse» dedik; «çünkü kıymetini verirse almak caiz olduğunda söz yoktur.» Bu
ibarenin bir misli de Nihâye'dedir. Allah'u âlem.
(1)
İmam Ebû Yusuf, Harâç adlı eserinde şöyle demiştir: «Bana Abdullah b. Said b.
Ebi Said El-Makburi rivayet etti. Dedi ki: Cahiliyet devri halkı, bir adam
kuyuya düşüp helâk olursa, ona diyet olarak kuyuyu verirlerdi. O kimseyi hayvan
öldürürse, diyet olarak hayvanı verirler; maden öldürürse diyet olarak madeni
verirlerdi. Bu mesele Rasulullah (s.a.v)e, soruldu da, "Hayvanın yaptığı zarar
hederdir. Madenin yaptığı zarar hederdir. Kuyunun yaptığı zarar da hederdir.
Rikâzda ise 1/5 vardır." buyurdular. Kendilerine, "Rikaz nedir at Rasulullah?»
diye soruldu; «Allah Teâlâ'nın yeri yarattığı gün onun içînde halk ettiği altın
ve gümüştür. buyurdular.»