03 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR...ÂŞİR (ÖŞÜR MEMURU) BÂBI


ÂŞİR (ÖŞÜR MEMURU) BÂBI

METİN
Bazıları bu kelimenin, bir şeye bazı halleriyle isim vermek kabilinden olduğunu söylemişlerdir. Buna hâcet yoktur. Öşür, mutlak surette öşür memurunun aldığı şeyin adıdır. Bunu Sa'dî söylemiştir. Yani bu kelime cins ismidir. Öşür memuru hür ve müslüman olan kimsedir. Bu kayıtla, Yahudilerin memur tayin edilmesinin haram olduğu anlaşılır. Öşür memuru Hâşimi olmayacaktır. Çünkü öşürde zekat şüphesi vardır. Memur, aldığını, hırsızlardan ve yankesicilerden korumaya muktedir olmalıdır. Çünkü vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur. Bu memuru, zâhiri ve bâtıni malları ile, onun yanından geçen tâcirlerden zekâtları almak için hükümdar, yolcuların geçeceği yol üzerine ta'yin eder. «Yol üzerine» kaydı ile, sâî, tariften hariç kalır. Çünkü sâî, kabîleler arasında dolaşıp, hayvanlarının zekâtlarını yerinde alan kimsedir.
«Zekâtlarını» tabiri, ibadeti başkalarına taglib (yani galebe çaldırmak) yoluyla söylenmiştir.
İZAH
Musannıf bu bâbı, Mebsût ve diğer kitaplara uyarak, zekâtın arkasından zikretmiştir. Çünkü alınanların bir kısmı zekâttır. Ama halis zekât değildir. Onun için bu bâbı hâlis zekâttan sonraya bırakmış; rikâzdan da önce zikretmiştir. Çünkü bunda ibadet mânâsı vardır.
«Bunu Sâ'di söylemiştir.» Sa'dî bunu İnâye Hâşiyesi'nde söylemiş ve şöyle demiştir: "Alınan öşür (yani 1/10) değil öşürün 1/4 dir. Ancak şöyle denilebilir: Musannıf öşür demiş, mecâzen bundan 1/4 kastetmiştir. Yani bütünü zikr, cüz'ü kastetmiştir. Yahut şöyle denilebilir: Öşür âşirin aldığı şeyin adıdır. Alınan şey ister lügat itibariyle öşür olsun, ister 1/4 veya yansı olsun fark etmez. Binaenaleyh: Âşir kelimesi, bir şeye bazı hallerine göre isim vermektir, demeye hâcet yoktur. Nitekim bu âşikardır." Şârih "âşir"i, Nehir sahibine uyarak cins ismi diye tefsir etmiştir. Çünkü şüphesiz bu kelime özel isim değildir. En doğrusu, şer'î cins ismi olmasıdır. Çünkü özel isim olduğuna delil yoktur.
«Öşür memuru hür ve müslüman olan kimsedir.» Köleden öşür memuru olmaz. Çünkü vilâyeti yoktur. Kâfirden de olmaz; zira kâfirin müslüman üzerine vilâyeti olmadığı ayetle sâbittir. Bunu Bahır sahibi Gâyeden nakletmiştir. Ayetten murad. «Elbette Allah kâfirler için mü'minlerin aleyhine bir yol açacak değildir.» kavli kerîmidir.
«Bu kayıtla» yani müslüman olmanın mezkûr âyetle şart kılınması ile, Yahudilerin memur tayin edilmesinin haram olduğu anlaşılır. Bahır'da «bunun dahi haram olduğunda şüphe yoktur» cümlesi ziyade edilmiştir. Yani memur tayin etmekte, memura ta'zim vardır. Ulema, müslüman olmayanı ta'zimin haram olduğunu söylemişlerdir. Hattâ Şurunbulâliye'de şöyle denilmiştir: «Âşirin zemmi hakkında vârit olan eser, zamanımızda olduğu gibi zâlim olan âşirlere hamledilmiştir.» Yahudi ve kâfirler şöyle dursun, bu söylediklerimizden, fâsıkların memur tayin edilmelerinin bile haram olduğu anlaşılır.
Ben derim ki: Siyeri Kebîr şerhinde beyân edildiğine göre Hz. Ömer (r.a.), Sa'd b. Ebî Vakkas'a mektup yazarak. «Müşriklerden hiçbirini müslümanlar üzerine kâtip yapma! Çünkü onlar dinlerinderüşvet alırlar, Allah'u Teâlâ'nın dininde rüşvet yoktur.» diye tembihte bulunmuştur. Siyer şârihi, «Biz bununla amel ederiz, çünkü vâli, müslümanlardan başkasını kâtip tayin etmekten men edilmiştir. Allah'u Teâlâ, "Kendinizden olmayanları yakın dost edinmeyin!" buyurmuştur.» demektedir.
«Öşür memuru Hâşimî olmayacaktır.» Hâşimîler Peygamber (s.a.v.) in sülalesi, yani Hâşim B. Abdi Menâf oğullardır. Bunlara zekât verilmez. Öşürde dahi zekat şüphesi olduğu için, kendilerine öşür de verilmez. Çünkü öşür memuru, zekât verilecek kimselerden biridir. Ona, yaptığı işe göre, topladığı öşürden yetecek kadar nafaka verilir. Onun için, topladığı şeylerin hepsi helâk olsa, kendisine hiçbir şey verilmez. Nitekim bunu Zeyleî açıklamıştır. Binaenaleyh burada hem ücrete hem zekâta benzerlik var demektir. Sonra bilmiş ol ki, bu Hâşimî olmamak şartını, Bahır sahibi Gâye'ye nisbet etmiştir. Ben bu şartı, ondan başka zikreden görmedim. Bu, Nihaye ve diğer kitaplarda, zekâtın sarf edildiği yerler bâbında zikredilene muhaliftir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Hâşimî bir kimse, zekât memuru tayin edilirse, zekâttan kendisi için bir şey almaması gerekir. Ama memur tayin edilir de, maaşı zekâttan başka olursa, bunda bir beis yoktur»
«Almaması gerekir» ta'birinden murad, helâl değildir, demektir; nasıl ki Zeyleî öyle demiştir. Bu söz, Haşimî birini zekât memuru tayin etmenin caiz olduğu hususunda açık gibidir. Binaenaleyh kitabımızın sözü, sadaka almanın helâl olması için, Hâşimî olmamak şarttır, mânâsına yorumlanır. Gâye sahibinin, «Çünkü öşürde zekât şüphesi vardır.» diyerek yaptığı ta'lîl de bunu gösterir. Çünkü şunu ifade eder: Hükümdar, maaşını Beytülmal'den, yahut hediye olarak kendinden verir, veya memur olan şahıs müslümanların aldığı sadakadan bir şey almazsa, Hâşimî olması caizdir. Zekâtın sarf edildiği yerler bâbında bu meselenin tamamını anlatacağız.
«Çünkü vergi toplamak, korumak sebebiyle meşru olmuştur.» Yani hükümdarın zekât toplaması, halkın mallarını koruması sebebiyle meşrudur. Onun içindir ki âsiler bir kasaba veya köyü istilâ eder de zekâtlarını alırlarsa, yalnız haracı iade ederler, başka bir şey iade etmezler .
Bu mesele, evvelce kitâbımızın metninde şöyle geçmişti: «Âsîler otlak hayvanlarının, öşür ve haracını alırlarsa bunları icabeden yerlere vermeleri şartıyla sahiplerine iade etmeleri gerekmez. Aksi takdirde (yani yerlerine sarf etmezlerse) haraçtan geri kalanları iade ederler.. Görülüyor ki "haraçtan geri kalanı" denilmiştir'. Ben derim ki: Doğrusu da budur. İhtimal burada söz, Müellif hazretlerinin kaleminden düşmüş olacaktır. Orada zikredip, burada etmemesi de buna delâlet etmektedir.
(Sâî: Kabileler arasında dolaşarak hayvanlarının zekâtını yerlerinde alan memurdur.) Bahır'da Bedâyi'den naklen, «Musaddık (yani sadaka memuru), her ikisinin cins ismidir» denilmiştir.
«Tağlib» ta'biri, "kâfirden alınan mal sadaka olamaz" şeklindeki itirazı def içindir:
Zâhirî ve bâtınî mallardan murad: İki nevi zekât malıdır. Zâhirî mal, hayvanlar ile tüccarın öşür memuruna arz ettiği mallardır. Bâtınî mal ise, altın, gümüş ve yerinde duran ticaret malıdır. Bahır. Burada bâtinî maldan murad, hayvanlardan geri kalan mallardır. Buna karîne, «mallarıyla onunyanından geçen» sözüdür. Yoksa öşür memurunun yanından geçirdiği her mal zâhirî nev'indendir. Buna bâtınî demesi, oradan geçmezden önceki haline göredir.
Evindeki bâtınî mallarına gelince: Bunları öşür memuruna haber verirse, onlardan bir şey almaz. Nitekim bu cihet Bahır'da açıklanmıştır. ileride
(Müellifin oğlu Muhammed Alâeddin) kitabımızın metninde de gelecektir. Şârih bu ta'mim ile, inâye ve diğer kitaplarda beyan edileni redde işaret etmiştir. Onlarda şöyle denilmiştir: «Burada murad, bâtınî mallardır. Çünkü zâhirî mallarda -ki otlak hayvanlarıdır - mal sahibi öşür memurunun yanına uğramaya muhtaç değildir. Zira, mal sahibi uğramasa da memur onların öşürünü alır.» Bu söz, Nehir'de de beyan edildiği vecihle, âşir ile sâî arasında fark gözetmeme esasına göredir. Halbuki fark olduğunu yukarıda gördün. Bu Bedâyi'de zikredilmiştir.
METİN
Öşür toplayanın zemmi hakkında vârit olan hadisler, zorla alana yorumlanmıştır. Bir kimse senenin tamamlandığını inkâr eder; yahut, «ben ticarete niyet etmedim» veya "ben bütün malımı kaplayacak şekilde - veya nisabı eksiltecek şekilde - borçluyum" derse, yeminiyle tasdik olunur. Zira aldığı zekâttır. Mi'râc. Hak olan da budur. Bahır. Onun için Musannıf mutlak söylemiştir. Yahut, "Ben başka öşür memuruna verdim" der de başka öşür memuru muhakkak mevcut olursa; veya «Ben zekâtımı şehirdeki fukaraya verdim» diyerek yemin ederse - şehirden çıktıktan sonra söylerse kabul edilmez, sebebi gelecektir- esah kavle göre hepsinde beraat makbuzu göstermeden tasdîk olunur. Çünkü yazı şüphelidir. Hattâ bu öşür memurunun ismine uymayan bir beraat makbuzu getirir de yemin ederse, tasdik olunur ve beraat yok sayılır. Yalan söylediği, seneler sonra meydana çıkarsa, zekât kendisinden alınır.
İZAH
Öşür toplayanın zemmi hakkında vârit olan hadislerden biri, Taberânî'nin rivayet ettiği şu hadistir: «Şüphesiz Allah Tealâ mahlukatına yaklaşır -Yani rahmeti, cûd-ü keremi ile muamele eder - ve dilediğini affeder. Yalnız fuhşiyat yapan ve öşür toplayanı affetmez.» Ebû Dâvud'un ve İbn Huzeyme'nin Sahihi'nde keza Hâkim'in Ukbe b. Amir (r.a.) dan rivayet ettikleri şu hadis onlardandır: "Ben Rasulullah sallâllahu aleyhi ve sellemi, "Bâccı cennete girmez!" buyururken işittim.» Yezîd b. Hârun «Bundan murad öşür toplayandır» demiş; Bağavi dahi, «Bundan, baçcının yanına uğrayan tâcirlerden, öşür, yani zekât adı ile aldığı baccı kastetmiştir» demiştir.
Hafız Münzirî diyor ki: "Şimdi ise bunu bac namı ile alıyorlar. Başka bir baç daha var ki, onun adı yok! Onu haram ve zıkkım alıp karınlarına ateş yiyorlar. Rablerine karşı bu hususta hüccetleri bâtıldır. Üzerlerine gadab ve şiddetli azâp vardır. İbni Hacer'in Ez-Zevâcir adlı kitabında böyle denilmiştir. Bundan şonra Münzirî sözüne şöyle devam etmiştir: «Bilmelisin ki, bazı fâsık tacirler. Kendilerinden, alınan bacla zekât niyet edilirse, zekât yerine geçeceğini zannederler. Bu zan bâtıldır. Şâfiî mezhebinde bunun bir mesnedi yoktur. Çünkü hükümdar, baçcılan zekât almak için tayin etmez. Onları, az olsun çok olsun; zekât farz olsun olmasın, buldukları malın öşürlerinitoplamak için tayin eder.» Tamamı Münzirî'dedir.
Ben derim ki: Şu da var. Bugün baccı, hükümdara bir şey vermek sureti ile, onu kendine ortak yapıyor. Ve zulmen aldığı şey kendinin oluyor. Artık tâcir kendisinin veya başka bir haccının yanına uğrarsa, bir yılda bir kaç defa bunu alıyor. Velev ki o kimseye zekât farz olmasın. Bunun bize göre zekât sayılmadığı da anlaşılıyor. Çünkü bu adam geçenlerden zekât alsın diye hükümdarın yola tayin ettiği öşür memuru değildir. Yine yukarıda geçti ki hükümdarın tüccarı hırsızlardan koruması ve tüccarın emin bulunması mutlaka şarttır. Bu söylediğimiz ise şehirin kapılarına durarak, tüccarı hırsızlardan, yol kesicilerden daha çok rahatsız etmekte, onlardan zorla para almaktadır. Onun içindir ki Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: «Verilen baccın zekât olmasına niyet ederse, sahih kavle göre zekât olmaz. İmam Serahsî böyle demiştir» «Sahih kavle göre» sözü ile, «Baccıya verirken zekâtı niyet ederse caizdir. Çünkü o, üzerinde taşıdığı mesuliyetlerle fakir sayılır» diyenlerin sözüne işaret etmiştir. Bu hususta yukarıda söz geçmişti.
«Bir kimse senenin tamamlandığını inkâr ederse ilh...» sözünden murad, elindeki yahut evindeki malının üzerinden tam sene geçtiğini inkâr ederse, demektir. Evinde, üzerinden sene geçmiş malı bulunur; elindeki malın ise henüz üzerinden sene geçmemiş olursa, ikisi de bir cinsten olduğu takdirde, öşür memuru o kimsenin sözüne aldırış etmez. Çünkü bir cinsten olan malları birbirine katmak vâciptir. Meğer ki mâni buluna. Bahır.
«Ben ticarete niyet etmedim derse» keza «Bu mal benim değildir, o emanettir», yahut «tüccar malıdır» «ortak malıdır» «ben bu malda bekçiyim» «mükâtebim» veya «izinli köleyim» gibi bir söz söylerse, keza «bu malda zekât yoktur» derse, yemini ile tasdik olunur. Velev ki sebebini beyan etmemiş olsun. Bahır. Oradaki borçtan murad, kullar tarafından isteyicisi olan borçtur. Evvelce görüldüğü vecihle, nisabın vâcip olmasına mâni borçtur.
«Zira aldığı zekâttır.» Yani bu hususta borcun bütün malı kaplamasıyla, nisabı eksiltmesi arasında bir fark yoktur. Murad, müslümanlardan aldığı maldır. Zımmî ile harbîden aldığı mala ise burada zekât hükmü verilir. Velev ki hakikatte cizye (vergi) olsun ve bu malı, zekât verilecek yerlere sarf etsin. Nitekim gelecektir.
«Hak olan da budur» Yani «Borç ister bütün malı kaplasın; ister nisabı eksiltsin» diyerek yapılan umumi beyan doğrudur. Çünkü nisabı eksilten borç zekâtın vâcip olmasına mânidir. O halde bütün malını kaplayanla aralarında fark yoktur. Nitekim Mi'râc'da da böyle denilmiştir.
«Başka öşür memuru muhakkak mevcut olursa, yemini ile tasdik olunur. Şayet başka bir öşür memuru var mı yok mu bilmezse, sözü tasdik olunmaz.» Nitekim Sirac'da beyan edilmiştir. Çünkü asıl olan bulunmamasıdır. Nehir. Buradaki öşür memurundan murad, adalet sahiplerinin öşürcüsüdür. Şayet Hâricîler denilen fırkanın öşür memuruna uğrarsa, ikinci defa öşür verir. Nitekim gelecektir.
«şehirden çıktıktan sonra söylerse kabul edilmez.» Yani, «Ben bu malın zekâtını şehirden çıkardıktan sonra verdim» derse, sözü tasdik edilmez. Çünkü şehirden çıkarmakla, o mal zâhirîmallara iltihak etmiştir. Bu malların öşürünü almak, hükümdarın hakkıdır. Zeyleî. Şehir içinde iken ise, malının zekâtını vermek kendisine bırakılmıştı. Bahır. Kadıhan'ın Câmi'inde şöyle denilmektedir: «Tüccar, malını ovaya çıkardıktan sonra, hükümdarın zekat isteme hakkının sâbit olması, sahibi kendiliğinden vermediğine göredir. Verdiğini iddia ederse, isteme hakkının sübutunu inkâr ediyor demektir ki bundan dolayı söz yeminiyle beraber onundur.» Kıyasa göre, yemin ettirilmemeli idi. Çünkü bu bir ibadettir. İbadette yemin verdirilmez. Ama istihsanen verdirilir. İstihsanın vechi şudur: Bu adam inkâr etmektedir; kendisini yalanlayan vardır. O da öşür memurudur. Binaenaleyh mal sahibi mânen davalıdır. ikrar etmiş olsa ikrar ettiğinin verilmesi lâzım gelir. Şu halde, yeminden cayar ümidi ile kendisine yemin verdirilir. Sair ibadetlerde hal böyle değildir. Zira kendisini yalanlayan yoktur. Nehir.
«Esah kavle göre hepsinde beraat göstermeden tasdik olunur.» Yani senenin dolduğunu inkâr ettiği hususların hepsinde, esah kavle göre beraat göstermesi şart değildir» Kâfi'de böyle denilmiştir. Zahir rivayet de budur. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir. Asl'ın rivayetine göre, beraat göstermesi şarttır. Bununla birlikte, yeminin de şart olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. Mi'râc'da da böyle denilmiştir.
«Çünkü yazı şüphelidir.» Yazı yazıya benzer. Bazen dalgınlıkla beraat makbuzu alınmaz. Aldıktan sonra kaybolması da mümkündür. Binaenaleyh beraat makbuzunun hakem yapılması mümkün değildir. Şu halde söz yeminiyle beraber mal sahibinindir. Kâfi.
«Yalan söylediği seneler sonra meydana çıkarsa, zekât kendisinden alınır.» Çünkü alma hakkı sâbittir. Yalan yere yemin etmekle sâkıt olmaz. Bahır. Bu, hüküm harbî olmayanlar hakkındadır. Harbî hakkında ileride söz edilecektir. O, dar-ı harbe girer de sonra çıkarsa, geçmişin zekatı kendisinden alınmaz. H.
METİN
Ancak otlak hayvanları ile bâtınî mallarda, şehirden çıkardıktan sonra sözü tasdik edilmez. Çünkü bu mallar şehirden çıkarmakla zâhiri mal hükmüne girmişlerdir. Artık onlardan zekât almak hükümdarın hakkıdır ve bu alınan, zekât olur. İlk verdiği nâfile sadakaya inkılâb eder. Bu malların sahibinden, «Çünkü Hz. Ömer, halkın mallarını eşelemeyin demiştir» dediği için alır. Lâkin mal sahibini itham ederse, kendisine yemin verdirir. Yukarıda geçen şeylerden, müslümanın sözü tasdik edilenlerde, zımmînin sözü de tasdik edilir. Çünkü bize ne varsa, onlara da o vardır. Yalnız, «Ben bir fakire verdim» sözünde zımmî tasdik edilmez, zira buna vilâyeti yoktur.
İZAH
Ancak otlak hayvanlarında «ben şehirdeyken fukaraya verdim» sözü tasdik edilmez. Çünkü zekâtı almak hakkı, sultanındır. O bunu iptâl edemez. Bâtınî mallar bunun hilâfınadır. Bahır.
Ben derim ki : bunun muktezâsı, mahallelerde dolaşan zekât memuruna verdiğini iddia etmiş olsa, tasdik etmektir. Bâtınî mallarda dahi şehirden çıkardıktan sonra, «zekâtlarını kendim verdim» diye iddia ederse, sözü tasdik olunmaz. Çünkü bunlar zâhirî mallara iltihak etmişlerdir. Binaenaleyhzâhirî mal olan otlak hayvanlarında olduğu gibi, bunların zekâtını da hükümdar toplattırır. Sahih kavle göre, mal sahibinin ilk verdiği zekât nâfileye inkılab eder. Bazıları ikinci defa zekât almanın siyaset olduğunu söylemişlerdir. Bu, birinci zekâtın bozulup ikincinin siyaset olmasına en ufak bir teemmülle aykırı değildir. Fetih'te böyle denilmiştir. Hükümet memuru, o kimsenin zekâtını verdiğini bildiği için, ikinci defa ondan bir şey almazsa, o kimsenin zekât borcundan kurtulup kurtulmadığında ulema ihtilâf etmişlerdir. Ebu'l-Yusr'un Cami'inde şöyle denilmiştir: «Kendisine verdiğini geçerli sayarsa bunda beis yoktur. Çünkü zekât vermesine izni caizdir. Verdiğini geçerli sayması da öyledir.» Nehir,
«Hz. Ömer halkın mallarını eşelemeyin demiştir» şeklinde söz ettiği için alır. Yani öşür memuru, sadakayı bu sebeple alır. Bu hususta Bahır'ın Mebsût'tan naklettiği şu söze istinat eder: «Tâcir, öşür memuruna, malının Merv veya Herat menşe'li olduğunu haber verir de, öşür memuru kendisini bu hususta itham ederse, bunda kendisine zarar da bulunduğu takdirde, yemin ettirerek ondan zekâtı alır.» Mal sahibinin, «öşür memurunun bana zarar vermeye hakkı yoktur. Zira Hz. Ömer'den nakledildiğine göre memurlarına, "halkın eşyasını araştırmayın" demiştir» sözü üzerine alır.
"Çünkü bize ne varsa, onlara da o vardır." Yani müslümanlar için şart koşulan, sene geçmesi, nisap, borç bulunmaması ve ticaret malı olması gibi şeylere, zımmîler hakkında da riayet olunur. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Onlar da müslümanlar gibi olunca, kendilerinden müslümanlardan alındığı gibi onda birin dörtte biri alınmak mı icabeder? Cevaben deriz ki: Bizden alınan hakikaten zekâttır. Onlardan alınansa, cizye (vergi) gibidir. Zekât değildir. Çünkü zekât, temizleyip paklamaktır. Zımmîler buna ehil değildirler. Meselenin tamamı Kifâye'dedir.
"Zira buna velâyeti yoktur." Yani zımmiden alınan cizyedir. Cizyede zımmî, «Ben vergimi kendim verdim» dese, tasdik olunmaz. Çünkü zımmilerin fakirleri, kendilerine cizye verilecek kimseler değildir. Veren zımminin de vermeye hakkı yoktur. Verilecek yer, müslümanların yararına olan işlerdir. Zeyleî. Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bu, cizye değil sadece onun hükmündedir. Zira onun sarf edildiği yerlere verilir. Hattâ o sene için şahsi cizyesi sâkıt olmaz. Nitekim bunu İsbicâbî söylemiştir.» '
Ben derim ki: Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde açıklandığına göre, bu hakikaten cizyedir. Öyle görülüyor ki, o, bunun kendi malında cizye olduğunu murad etmiştir. Nitekim arazisinin haracına cizye denir. Bu izaha göre, cizyenin mal cizyesi, arazi cizyesi, şahıs cizyesi gibi nevileri vardır. Bunların bazısını almakla diğerlerinin sâkıt olması lâzım gelmez. Bu âşikârdır. Bundan yalnız, Benî Tağlib Kabîlesi müstesnadır; çünkü onların malından alınan şahıs cizyesidir. Onun için Bahır'da şöyle denilmiştir: "Öşür memuru Benî Tağlib'in vergilerini alınca, onlardan cizye sâkıt olur. Çünkü Hz. Ömer onlarla, cizye yerine iki kat zekât vermek şartıyla anlaşmıştır."
METİN
Harbî hiçbir şeyde tasdik olunmaz. Bundan yalnız. Ümmü Veledi hakkındaki sözü ile, kendisininolabilecek bir çocuk hakkında, "Bu çocuk benimdir." demesi müstesnadır. Çünkü burada mal olmak yoktur. Çocuk kendisinin olamıyacak yaşta ise, onun nâmına azad olur ve öşrü alınır. Çünkü o çocuğu azad ettiğini ikrarda bulunmuştur. Ondan başkası hakkında sözü tasdik edilmez. Bir de «Ben başka öşür memuruna verdim» der de, orada bir öşür memuru daha bulunursa, yine sözü tasdik edilir. Ta ki malının bitmesine müeddî olmasın. Molla Hüsrev kesinlikle buna kail olmuştur. Zeyleî dahi Surûcî'ye uyarak, bunu «gerekir» sözü ile zikretmiştir. Musannıf bunu, Bahır'dan böyle nakletmiştir; Lâkin inâye ve Gâye sahipleri, kesinlikle sözünün tasdik edilmeyeceğini söylemişlerdir. Nehir sahibi de bunu tasdik etmiştir.
İZAH
"Harbi hiçbir şeyde tasdik olunmaz." Yani adaletli bir beyyine ile sözünün doğruluğu sabit olsa bile, onun sözüne bakılmaz. Bunu Kemâl söylemiştir. T.
Hiçbir şeyden murad, yukarıda zikredilenlerdir. Çünkü tasdikinde bir fayda yoktur. Bu adam, «malımın üzerinden sene geçmedi» dese, ondan vergi alınırken, senenin dolup dolmamasına bakılmaz. Zira senenin itibara alınması, himâye tamam olduğu içindir. Tâ ki mal artsın. Halbuki harbînin himayesi, sene ile değil esir olmaktan kurtulmakladır. «Ben borçluyum» dese, dar-ı harpteki borcu, müslüman memleketinde istenmez.
«Bu mal ticaret malıdır» dese, sahibine hürmet ve emân yoktur.
"Ticaret için değildir" dese, zâhirdeki görünüş kendisini yalanlar.
«Vergimi ben verdim» dese, kendi inancı kendini yalanlar. Meselenin tamamı inâye'dedir.
Bundan üç mesele müstesnâdır. Birincisi ümmüveledidir. Yani bu adam, yanındaki câriye için "Bu benim ümmüveledimdir" diye dava ederse, tasdik edilir. Çünkü elinde bulunan kimsenin nesebini ikrarı sahihtir. Câriyenin ümmüveled olması da böyledir. Nehir. Burada, Cami-i Sağîr ile Hidâye'nin ibareleri şöyledir: "Ancak câriyeleri olur da, bunlar benim ümmüveledlerimdir, derse o başka." Bahır'da ise şöyle denilmiştir: «Kölesini müdebber yaptığını ikrar ederse, tasdik edilmez. Çünkü dârı harpte müdebber yapmak sahih değildir»
İkincisi, kendisinden doğabilecek bir çocuk hakkında, «bu çocuk benimdir» demesidir. Harbî, başkasından nesebi sabit olmayan bir çocuk hakkında, «bu benim oğlumdur» der de, ulemanın nesebin sübûtu hakkında söylediklerine kıyâsen, kendisini yalanlayan da bulunmazsa, sözü tasdik edilir. T. Ama, «Bu benim kardeşimdir» derse, tasdik olunmaz. Çünkü bu ikrar babasının aleyhinedir. Onun sabit olması, babasının tasdikine bağlıdır. Binaenaleyh öşrü alınır. Benim anladığım budur. Ama bunu açık olarak bir yerde görmedim. Evet, Siyer-i Kebîr Şerhi'nde şunu gördüm: «Harbî, bir takım kölelerin yanına uğrar da, bunlar hürdür, derse, kendisinden öşür alınmaz. Çünkü doğru söyledi ise, o şahıslar hür kimselerdir. Yalan söyledi ise, bunlar "hürdür" sözü ile şimdi hür olmuşlardır. » Ümmüveled ile çocuk meselesinde sözünün tasdik edilmesi, bunlar mal olmadıkları içindir. öşür ancak maldan alınır. Bunu Nehir'den naklen Tahtâvî söylemiştir.
Hayreddin Remlî şöyle demiştir: «Ben diyorum ki: Bugün memurların yaptığının haram olduğubundan anlaşılır. Bu memurlar harbî ile zımmînin başları için aldıkları cizyeden başka Beyt-i Makdis'i ziyaret edebilmek için ayrı bir para almaktadırlar.» Bu meselede çocuğu âzad ettiğini ikrarda bulunması, kendinden büyük birine, «bu benim oğlumdur» dediği içindir. Bu söz İmam-ı Âzam'a göre mecazen, o hürdür, demektir.
«Başkası hakkında sözü tasdik edilmez» ifadesinden murad, öşür memurunun hakkını, yani öşür almayı iptal etmez, demektir. Çünkü onun hakkında hükmen mâliyet bâkidir.
Üçüncüsü, «ben başka öşür memuruna verdim» der de, hakikaten başka bir öşür memuru bulunursa, yine sözü tasdik edilir.
«Tâ ki malının bitmesine müeddî olmasın.» Bu söz, istisnanın illetidir. Yani harbî bu sözünde tasdik edilmezse, öşür memurunun yanına her uğradıkça, kendisinden öşür alınması gerekir. Bu da bütün malının elinden alınmasına sebep olur.
«Molla Hüsrev kesinlikle buna kâil olmuştur.» Bahır nüshalarının bazılarında «Dürer Şerhi'nde Molla Hüsrev kesinlikle buna kâil olmuştur» denilmiş; bazılarında ise, "Dürer Şerhi'nde Molla Şeyh" denilmiştir ki, doğrusu da budur. Çünkü Molla Hüsrev'in ibâresi aşağıda zikredeceğimiz Kenz'in ibaresi gibidir. Şârih'in söylediği ise, Molla Şeyh nâmıyla meşhur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud Buhâri'nin Durerü'l-Bihâr Şerhi Gurerü'l-Ezkâr adlı kitabındadır. Buradaki Gâye'den murad, Etkânî'nin Gayetü'l-Beyân adlı eseridir. Aksi halde Gâye denince, Surucî'nin Gâye adındaki Hidâye şerhi de anlaşılır.
«Nehir sahibi de bunu tercih etmiştir.» Yani, «Şu kadar var ki ehl-i mezhebin sözü, tutulmaya en lâyık olan yoldur.» demiştir. Kenz sahibinin, «Harbînin sözü tasdik edilmez. Bundan yalnız, ümmü veledi hakkındaki sözü müstesnadır» ifadesî ile yaptığı hasır ve tahsîsin muktezası budur. Dürer ile mezhebimizin muharriri İmam Muhemmed'in Cami-i Sağîr'inin ve Hidaye'nin ibâreleri de böyledir. Ehl-i mezhepten murad, mezhep sahibinin sözünü nakledenlerdir. Surucî ile ona tâbi olan Aynî, Zeyleî ve Dürerü'l-Bihâr sahibine gelince: Onlar bunu inceleme yoluyla söylemişlerdir. Nitekim «gerekir» sözü de bunu göstermektedir. Anla!
Evet şöyle denilebilir: Surucî ve diğerlerinin söyledikleri şeylerin hükmü başkalarının söylediklerinden de anlaşılmaktadır. Bu, aşağıda gelecek ve «Harbîden bir defa alınan öşür ikinci defa alınmaz ilh...» denilecektir. Keza Zeyleî, «Çünkü bu hususta harbî tasdik edilmezse, malın tükenmesine müeddi olur. İleride görüleceği vecihle bu caiz değildir» demiştir. Şu halde Hidâye, Kenz ve diğer kitaplardaki hasr ve kasr izâfîdir. Burada iki müstesnadan birini açıklamış; diğerini, sonra gelen ulemanın açıklayacaklarına güvenerek söylememiştir. Bunun emsali çoktur. Binaenaleyh Surucî ile Ona tâbi olanların sözü mezhebe muhalif değil; bilâkis mezhebi tahkik etmektir ki şârihlerin âdeti budur. Onlar mutlak'ı takyîd, mücmeli beyan, kapalı sözü izah ederler.
İnâye ile Gâyetü'l-Beyân'ın sözlerine gelince: Bu söz, Hidâye'nin ibâresinden anlaşıldığına göre söylenmiştir. Eğer açık olarak mezhep sahibinden nakledildi ise bir diyeceğimiz yoktur. Nakledilmesi ise, tahkik bunun hilafıdır. Allah'u âlem!..
METİN
Biz müslümanlardan onda birin dörtte biri; zımmîlerden Tağlibî olsun olmasın nitekim Zâhiriyye'den naklen Bercendîde böyle denilmiştir iki katı, harbî'den ise onda bir alınır. Bunlardan, her birinin malı nisabı doldurmak şartıyla, Hz. Ömer bunu böyle emretmiştir. Zira nisaptan aşağısı af sayılır. Ehli harbin bizden aldıklarının ne kadar olduğunu bilmememiz dahi şarttır. Bu bilinirse, ceza olarak onlardan da o kadar alınır. Ancak bütün malı almışlarsa, biz onu almayız, Bilâkis harbîye verdiğimiz emân sözünde durmuş olmak için, onu memleketine ulaştıracak malını bırakırız. Ve malları nisabı, doldurmazsa, harbîlerden hiçbir şey almayız. Velev ki onlar bizden almış olsunlar. Esah kavil budur. Zira almaları zulümdür. Zulüm hususunda tâbi olmak yoktur. Yahut onlar bizden bir şey almadılarsa, almamakta devam etsinler diye, biz de onlardan almayız. Çünkü biz güzel ahlâklı olmaya onlardan daha layığız. Harbî bir çocuğun malından öşür alınmaz. Meğer ki onlar bizim çocuklarımızın mallarından bir şeyler almış olsunlar. Nitekim Hâkim'in Kâfi nâmındaki eserinde böyle denilmiştir.
Harbîden bir defa alınan öşür, o sene ikinci defa alınmaz; ancak dârı harbe dönerse o başka. Çünkü sene ve anlaşma yenilenmeden bir şey almak caiz değildir. Harbî, öşür memurunun yanına uğrar da öşür memuru kendisini bilemez ve böylece dârı harbe girerse, sonra ikinci defa bizim memleketimize geldiğinde, kendisinden, geçmişin öşürü alınmaz. Çünkü vilâyet kesilmekle bu hak sâkıt olmuştur.
İZAH
Müslümandan alınan zekâttır. Müslümandan başkasından alınan ise cizye olup, kendi yerlerine sarf edilir. Lâkin zekâtta şart olan sene ve benzeri şeylere bunda da riayet olunur. Nitekim evvelce arzetmiştik. Hz. Ömer bu üç kısım vergiyi bu şekilde toplamalarını, zekât memurlarına emretmiştir. T. Nisap miktarından az olan mal vergiden affedilmiştir. Bu, müslüman ile zımmînin malında aşikârdır. Harbînin malına gelince: Himayeye muhtaç olmadığı için affedilmiştir; çünkü azdır. Nehir.
«Ceza olarak onlardan da o kadar alınır.» Yani onlardan almanın sureti, hasseten ceza yoluyladır. Yoksa asla istinaden alınmaz. Zira bu, bizim tarafımızdan hak, onların tarafından bâtıldır. Hasılı harbînin İslâm himayesine girmesi onlardan bir şey almayı hak ettirmiştir. Sonra onların bizden ne kadar aldıkları bilinirse, biz de ceza olarak onlardan o kadar alırız. Ancak müslümanın bütün malını aldıkları bilinirse iş değişir. Aldıklarının miktarı bilinmese bile, kendilerinden öşür alınır. Zira himaye sebebi ile onlardan bir şey almak hakkı sâbit olmuştur. Burada cezayı itibara almak da imkânsızdır. Binaenaleyh zımmîden alınanın iki misli kararlaştırılmıştır. Çünkü harbî, himayeye zımmîden daha çok muhtaçtır. Tamamı Fetih'tedir.
«Zira almaları zulümdür.» Burada şöyle denilebilir: Küffarın bizden aldıkları her şey zulümdür. Meğer ki şöyle denile: Azdan almak zulümdür; bunu her akıl sahibi bilir. Çünkü az mal ekseriyetle nafaka için hazırlanır. Ondan vergi almak vefa icabeden 'emân'ın gereğine aykırıdır.
«Harbiden bir defa alınan öşür, o sene ikinci defa alınmaz.» Çünkü birinci emânın hükmü devametmektedir. Her defasında almak malı bitirir. Nehir
«Çünkü sene ve anlaşma yenilenmeden bir şey almak caiz değildir.»
Lâkin bizim memleketimizde, tam bir sene durmasına müsaade edilmez. Hükümet, huduttan girerken kendisine, «Bir sene durursan senden cizye alırım» der ve bir sene durduğunda cizyeyi ondan alır. Sonra dönmesine müsaade edilmez. Şu kadar var ki, sene dolduktan sonra öşür memurunun yanına uğrar da, memur onun, memleketimizde bir sene kaldığını duymamış olursa, onu menetmiş olmak için, kendisinden ikinci defa öşür alır ve bizim memleketimize iade eder. Fetih.
METİN
Bir müslümanla zımmînin öşür memurunun yanına uğramaları bunun hilâfınadır. (onlardan öşür alınır). Zira öşürü ıskât edecek bir şey yoktur. Bunu Zeyleî söylemiştir. Ticaret için olur da, nisabı doldurursa, kâfirin şarabından ve ölü hayvan derilerinden, kıymetinin onda birinin yarısı alınır. Musannıf kendi yazdığı şerhin metninde böyle ikrar etmiştir. Harbîden, ticaret niyeti olmaksızın kıymetin onda biri alınır. Müslümandan ise bilittifak bir şey alınmaz. Kâfirin domuzundan mutlak surette öşür alınmaz. Çünkü domuz kıyemi (kıymetiyle muamele gören) şeylerdendir. Binaenaleyh onun kıymetini almak, aynını (kendini) almak gibidir. Şuf'a böyle değildir. Çünkü şefî' domuzun kıymetini almazsa, aslından hakkı bâtıl olur ve bundan zarar görür. Zaruret yerleri müstesnadır. Bunu Sa'dî söylemiştir.
İZAH
Bir müslümanla zımmî, öşür memurun yanına uğrarlar da memur onları bilemezse, kendilerinden öşür alınır. Nehir. Kâfirin şarabı hakkında, Bahır'da şöyle denilmiştir: «Gâye'de beyan edildiğine göre şarabın kıymeti, tevbe etmiş iki fâsıkın, yahut müslüman olmuş iki zımmînin sözleriyle bilinir. Kâfî'de bunun, zımmîlere müracaatla bilineceği kaydedilmiştir.» Nuh Efendi Hâşiyesi'nde Mecma' Şerhi'nden naklen birinci kavlin evlâ olduğu bildirilmiştir. Kâfîrin ölü hayvan derileri, Mi'râc'da, Mahbûbî'den naklen buradaki gibi beyan edilmiştir ki bunu Ebu'l-Leys, Kerhî'den rivayet ederek söylemiş ve şöyle illetlenmiştir: «Bu deriler iptida halinde mal idiler. Nihayet halinde dahi tabaklanmakla mal olurlar. Şu halde şarap gibidirler.» Bahır sahibi bunu nakil ve ikrar etmiştir. Halebî ise müşkil görerek, «Deri, kıymetiyle muamele gören şeylerdendir. İleride görülecektir ki kıyemî'nin kıymetini almak, kendini almak gibidir. Onun iptida halinde mal olması ile, nihayet halinde mal olmasının, hükümde bir tesiri yoktur. Çükü ulema, şarabın öşüründe bunu illet saymamışlardır. Onlar, illet olarak onu misliyattan (misli ile muamele gören) saymışlardır.»
Rahmeti buna cevap vermiş ve «Deri, kıyemi değil misliyattandır. Şu delil ile ki, onda selem yapılabilir. Binaenaleyh şarap gibi değil, domuz gibidir.» demiştir.
Ben derim ki: Gasp bahsinde, onun kıyemî olduğu nâssan gelecektir. Selemin caiz olması, onun mislî olduğuna delâlet etmez. Çünkü başkasında caizdir. Tahtâvî de şöyle cevap vermiştir: «Bahır adlı eserde, şarap ikinci bir illetle ta'lil edilmiştir. O da şudur; Şaraptan öşür alma hakkı, himayedendolayıdır. Ölü hayvan derileri hakkında da bu söylenebilir.»
Ben derim ki: Lâkin bu, işkâli defedemez. Şöyle cevap verilebilir: Aslen mal olmayan - ki domuz gibi ayn'ı necis olan şeydir- ile, mal olabilen şeyin kıymeti arasında fark vardır. Ölü hayvan derileri böyledir. Onun için ulema, «şarap gibidir » demişlerdir. Teemmül et.
"Musannıf kendi yazdığı şerhin" metninde böyle ikrar etmiştir.» Bilmiş ol ki, adı geçen metinde ibare şöyledir: «Kâfirin ticaret için olan şarabının kıymetinden yarım öşür alınır; domuzunun kıymetinden alınmaz.» Şu halde, «Harbîden, kıymetin onda biri alınır» sözü, Şârih'e aittir. Bazı nüshalarda bunun kırmızı yazıyla yazılmış olması hatadır. Yalnız metin olarak yazılan nüshada şunu gördüm: «Zımmînin şarabından, kıymetinin yarım öşrü, harbînin ticaret için olan şarabının kıymetinden yarım öşür (1/10) alınır. Domuzundan bir şey alınmaz.» Gerek ikrar ettiği, gerekse döndüğü sözün ikisi de hatadır. İkrar ettiğinin hata olması, kâfiri mutlak söylemesidir. Bu söz zımmî ile harbîden alınacak miktarın yarım öşür olacağı hususunda açıktır. Ve yine buna göre her ikisinde ticaret niyetî şarttır. Halbuki harbîden alınan şey öşürdür. Onun hakkında, ticarete niyet şart değildir. Döndüğü sözü dahi hatadır. Çünkü harbî hakkında ticaret niyetini şart koşmaktadır. Onun için şârih, kâfiri zımmî mânâsına yorumlamıştır. Bu suretle Musannıf, harbî hakkında bir şey söylememiş olur. Onu Şârih, «Harbîden kıymetin öşürü alınır ilh...» sözü ile zikretmiştir.
«Nisabı doldurursa» yani, ya yalnız başına yahut başka bir mala katmakla nisabı doldurursa, kıymetin onda birinin yarısı alınır. Lâkin metinden anlaşılan, elinde şaraptan başka malı bulunmaması ve mutlak surette öşür vermesidir. Onun için Musannıf ibareyi mutlak bırakmış, yukarıda geçen «malları nisabı doldurmazsa onlardan bir şey almayız» sözü ile yetinmemiştir. Benim anladığım budur.
"Kâfirin domuzundan mutlak surette öşür alınmaz." Yani bu hususta öşür memurunun karşısına yalnız domuzu çıkarması ile, hem domuzu hem şarabı çıkarması, İmam-ı Âzam'la İmam Muhammed'e göre müsavidir. İmam Ebû Yusuf, domuzla birlikte şarabı da çıkarırsa, öşür alınacağını söylemiştir. Herhalde O, domuzu şaraba tâbi saymış; aksini (yani şarabı domuza tâbi tutmayı) itibara almamıştır. Çünkü maliyet hususunda şarap daha zâhirdir. Şarap olmadan önce o maldır. Sirke olabilmek ihtimaline mebni şarap olduktan sonra da öyledir. Domuzda böyle bir şey yoktur. Nehir.
«Domuzun kıymetini almak, kendini almak gibidir.» Çünkü hayvanın kıymetine, kendi aynının (şahsının) hükmü verilir. Onun içindir ki 'bir kimse mehir olarak bir hayvan vermek şartıyla bir kadınla evlenirse, dilediği takdirde o hayvanın aynını, dilerse kıymetini verebilir.
Şarabın kıymetine gelince: Ona şarabın kendi hükmü verilemez. Onun için de bir zımmî, şarap vermek şartıyla bir kadınla evlenir de, kıymetini verirse, kadın bunu kabule zorlanmaz. Şu halde şarabın kendisinden değil de, kıymetinden öşür almak mümkündür. Çünkü müslüman, şarabı mülk edinmekten men edilmiştir. Bu satırlar Kadıhan'ın Şerhu'l Çâmii'nden alınmıştır.
«Şuf'a böyle değildir» sözü, bir itirazın cevabıdır. İtiraz şudur: «Kıymete, malın kendi şahsi hükmüverilemez. Şu delil ile ki: Bir zımmî, hanesini başka bir zımmîye domuz mukabilinde satar da, şefîi müslüman, olursa, o haneyi domuzun kıymetiyle alır.» Cevap şudur: «Burada caiz olması, kul hakkı zaruretinden dolayıdır. Çünkü kul muhtaçtır.» Şeriat sahibi hakkında zaruret yoktur. O muhtaç değildir. Nitekim Kâfî'den naklen Mi'râc'da izah edilmiştir. Nehir sahibi dahi İnâye'den naklen şöyle cevap vermiştir: «Kıymet verirken, aynın hükmünü almış değildir. Çünkü bu yer, giderme ve uzaklaştırma yeridir.»
Ben-derim ki: Bunun hâsılı şudur: Kıymeti, almakla vermek arasında fark vardır. Fakat bu, söz götürür. Çünkü kıymeti zımmîye vermek, ona temlik etmektir. Müslümana ise şarabın temlik ve temellükü (alışı verişi) yasak edilmiştir.
METİN
Bir kimsenin, evindeki malından dahi mutlak surette öşür alınmadığı gibi bidâa (ticaret) malından dahi alınmaz. Meğer ki o mal harbîye ait ola. Şirket malından da alınmaz; ancak ortak kâr eder de, nisabı doldurduğu takdirde kendi hissesinin öşrünü verirse o başka. Keza ticarete izin verilen kölenin borcu, efendisinin malını ve kölenin kendisini kaplarsa, kazancından bir şey alınmadığı gibi, borçlu olmayan fakat yanında sahibi bulunmayan izinli kölenin malından - her üçü hakkındaki sahih kavle göre- bir şey alınmaz. Çünkü bunların mülkleri yoktur. Bundan dolayıdır ki vasî, «Bu mal yetimindir» dediği zaman malından öşür alınmadığı gibi, köle ve mükâtepten de bir şey alınmaz.
Bir kimse Hâricîler'in öşür memuruna uğrar da, ondan öşür alırlarsa, sonra Ehl-i Sünet'in öşür memuruna uğradığı takdirde, kendisinden ikinci defa öşür alınır. Çünkü onların yanına uğramakla kusur etmiştir. Hâricîler bir beldeyi istilâ ederlerse hüküm değişir.
FER'İ MESELE: Bir kimse nisabı dolduran karpuz ve benzeri yaş yemişleri ticaret için alarak zekât memurunun huzuruna getirirse, İmam-ı Âzam'a göre ondan öşür almaz. Ancak öşür memurunun yanında fakirler bulunursa, onlara vermek için alır. Bunu, inceleyerek Nehir sahibi beyan etmiştir.
İZAH
Öşür memurunun huzuruna çıkan kimse, müslüman, zimmî veya harbi olsun, mutlak surette evindeki malı için öşür vermez. Bidâa maldan da öşür alınmaz.
Bidâa lügatta, malın bir parçası demektir. Istılahta ise, bir insanın malını, satıp, ticaret yapsın diye, birine vermesi ve kazancın tamamen mal sahibine ait olmasıdır. Çalışan için bir şey yoktur. Bunu Bahır sahibi Muğrib adlı lügattan nakletmiştir. Musannıf burada Sadrı'ş-Şeria'nın yaptığı gibi «Emanet malı» dese, ondan sonra söylediklerine hacet kalmazdı.
"Meğer ki o mal harbiye ait ola." Şârih bu istisnayı, şirket malından sonra yapsa daha iyi olurdu. Çünkü Zeyleî, «Elindeki malın bidâa veya benzeri olduğunu iddia ederse, sahibine hürmet ve emân yoktur. Emân ancak elindekinedir» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, mal harbinindir. Malı elinde bulunduran kimse dahi harbîdir. Öşür memuru, malı elinde bulunduran kimsenin emânını itibara alarak, o maldan öşür alır. Velev ki mal sahibi, dârı harpde olması itibariyle, kendisine itirazda bulunmasın. Zâhire bakılırsa, malı elinde bulunduran müslüman olur da, mal sahibi harbî ise, öşüralınmaz. Zira mâlikin ve malı elinde bulunduranın emânları yoktur. Aksi tasavvur edilse, görünüşe göre hüküm yine böyledir. Çünkü malı elinde bulunduran, onun sahibi değildir, Elindeki mal, bir müslümana aittir ve emana muhtaç değildir.
Şârih'in, «Kölenin borcu efendisin malını ve kölenin kendisini kaplarsa» diye kayıtlaması, bu mesele imam-ı Azam'la imameyn arasında ihtilaflı olduğu içindir. İmam-ı Azam'a göre efendisi kölenin elindeki kazancından hiç bir şeye mâlik olamaz. İmameyn'e göre olur. Nasıl ki kölenin kendisine bilittifak mâliktir. Binaenaleyh imam-ı Âzam'a göre, ticarete izin verilen kölenin kazancından bir köle azad etmek geçerli değildir. İmameyn'e göre geçerlidir. Nitekim mezun köle bahsinde gelecektir. Bu halde iken öşür memurunun yanına uğrarsa, yanında efendisi bulunsun bulunmasın ondan bir şey alınmaz. Efendisi yanındayken alınmaması, imam-ı Âzam'a göre" efendisinin mülkü olmadığındandır. İmameyne göre ise, borca karşılık meşgul olduğu içindir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Efendisi yanında yok ise, mesele açıktır. Bunu biraz değiştirerek Halebî nakletmiştir.
«Borçlu olmayan» tabirinde, borcu bütün malı kaplamayan borçlu da dahildir. Hattâ daha evlâdır. Bunu Halebî söylemiştir.
«Yanında sahibi bulunmayan» kölenin kazancından bir şey alınmaz. Sahibi yanında olur da, kölenin borcu bulunmaz yahut borçlu fakat borcu bütün kazancını kaplamazsa, borçtan artan kısım nisabı doldurduğu takdirde, ondan öşür alınır. Nitekim Mi'rac'da beyan edilmiştir.
Hâsılı Tahtâvî'nin dediği gibi, izinli köle ya bütün kazancını kaplayacak şekilde, yahut kaplamayacak şekilde borçludur. Yahut hiç borcu yoktur. Bu suretlerin her birinde, ya sahibi onunla beraberdir, yahut değildir. Birinci şekilde mutlak surette bir şey vermesi gerekmez. Yanında sahibi yoksa, diğer iki şekilde de öyledir. Sahibi yanında ise, borçtan artan miktar nisabı doldurduğu takdirde kendisinden öşür alınır. Her üçünden murad, ortakçı, bidâacı ve köledir: Bahır'da böyle denilmiştir.
Mi'râc'ın ibaresi ise şöyledir: «Fahru'l-islâm, Câmi'inde, şirket ortağını, bidâacıyı ve köleyi zikrettikten sonra, "Bunların hiçbirinden öşür alınmaz, sahih kâvil budur, çünkü bunlarda mülk yoktur." demiştir.» Zeyleî'nin ibaresi de böyledir. Ancak o, evvela Ebû Hanife'nin, vaktiyle şirket ile izinli kölenin kazancında öşür olduğunu söylediğini, sonra sahih kavle göre her ikisi hakkındaki kavlinden döndüğünü söylemiştir. Çünkü mülk yoktur. Bu sözün zâhirine bakılırsa, bidâa malı hakkında hilâf yoktur. Şirket ortakçısı ile bidâacı ve köle hakkında Mi'râc'da şöyle denilmiştir: izah'ta bildirildiğine göre, öşür almak için, hem mülkün hem sahibinin beraberce bulunmaları şarttır. Elinde mal olmadığı halde zekat memurunun yanına mal sahibi uğrarsa, ondan öşür almadığı gibi, sahibi olmaksızın yalnız mal getirilirse, ondan da almaz.» Mükâtepten dahi bir şey alınmaz. Çünkü tam mülkü yoktur. Kitabet bedelini ödemekten âciz kalması mümkündür. Bu takdirde elindeki mal, sahibinin olur. T. Hâriciler meselesi koyunun zekâtı bâbında geçmişti. Zâhire bakılırsa, Hâriciler'in yanına uğramaya mecbur kalması dahi aynı hükümdedir; araştırmalıdır.
"Yaş yemiş"ten murad, bütün bir sene dayanmayan karpuz, kavun gibi şeylerdir. Şurunbulâliye'deşöyle deniliyor: «Bu meselenin sureti şudur: Senenin tamamlanmasına yakın, nisap malıyla, ticaret için bu sebzelerden bir şey alır ve mal elindeyken sene dolarsa, İmam-ı Âzam' a göre ondan zekât almaz. Ama sahibine, zekâtını kendisi vermesi emrolunur İmameyn, «o sebzenin cinsinden alır» demişlerdir. Çünkü bu, hükümdarın himayesi altına girer. Burhan'da böyle denilmiştir. Kemâl, İmam-ı Âzam'-ın kavlini ta'lil ederken şöyle demiştir: «Bu sebzelerden zekât alınmaz. Çünkü bunlar dururken bozulur. Zekât memurunun yanında, ovada onları verecek fakirler yoktur. Fakirleri aramak için sebzeleri alı koyarsa bozulurlar, böylece maksat kaçırılmış olur. Ama memurun yanında fakir bulunur, yahut işçilerine vermek üzere alırsa, buna hakkı vardır.»
Şârih, «bunu inceleyerek Nehir sahibi beyan etmiştir» diyorsa da Nehir'in ibaresinde bunun bir inceleme olduğunu bildiren bir şey yoktur. Şu da var ki, bu mesele Kemâl'in sözünde de geçmiştir. Ama onun ibaresinde dahi incelemeye delâlet eden bir şey yoktur. Kemâl'in söyledikleri de Manzume Şerhi'nde mevcuttur: «Sebze sahibi öşür memuruna sebzenin kıymetini vermeye razı olursa onu alır» cümlesi de ziyade edilmiştir. İnâye'nin öşür bâbında şöyle denilmektedir: «Sebzelerini öşür memuruna getirir de kıymetini vermek istemezse» memur fakirlere vermek için aynen sebzeleri almak istediğinde, onları alamaz. «Fakirlere vermek için» dedik; çünkü işçilerine vermek için aynını alırsa caizdir. «Sahibi kıymetini vermek istemezse» dedik; «çünkü kıymetini verirse almak caiz olduğunda söz yoktur.» Bu ibarenin bir misli de Nihâye'dedir. Allah'u âlem.
(1) İmam Ebû Yusuf, Harâç adlı eserinde şöyle demiştir: «Bana Abdullah b. Said b. Ebi Said El-Makburi rivayet etti. Dedi ki: Cahiliyet devri halkı, bir adam kuyuya düşüp helâk olursa, ona diyet olarak kuyuyu verirlerdi. O kimseyi hayvan öldürürse, diyet olarak hayvanı verirler; maden öldürürse diyet olarak madeni verirlerdi. Bu mesele Rasulullah (s.a.v)e, soruldu da, "Hayvanın yaptığı zarar hederdir. Madenin yaptığı zarar hederdir. Kuyunun yaptığı zarar da hederdir. Rikâzda ise 1/5 vardır." buyurdular. Kendilerine, "Rikaz nedir at Rasulullah?» diye soruldu; «Allah Teâlâ'nın yeri yarattığı gün onun içînde halk ettiği altın ve gümüştür. buyurdular.»

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...