ORUCU
BOZAN VE BOZMAYAN ŞEYLER BÂBI
METİN
İbadetlerde "fâsit
oldu" demekle "bâtıl oldu" demek birdir. Oruçlu bir kimse gerek farz, gerekse
nâfile oruçta, sahih kavle göre niyetten önce veya sonra unutarak yer, içer veya
cinsî münasebette bulunursa orucu bozulmaz. Meğer ki hatırlatıldığı halde
hatırlayamaya! O şahıs kuvvetli ise, halini gören kendisine hatırlatır. Değilse
hatırlatmaz. Kul haklarında unutmak özür değildir.
İZAH
Burada müfsit (yani
orucu bozan şeyler) iki kısımdır: Birisi yalnız kaza icabeder; diğeri hem kaza,
hem kefâret gerektirir. Orucu bozmayan şeyler de iki kısımdın Birinin fiili
mübah; diğerinin fiili mekruhtur.
İbadetlerde "fesat"
ve "butlan" kelimeleri aynı mânâya gelirler (ve ikisi de bozulmayı ifade
ederler). Muamelelerde ise farklıdırlar. Eğer bir muamelenin eseri, o muamele
üzerine meydana gelmezse bâtıldır. Meydana gelir de şer'an bozulması gerekirse
fâsit, gerekmezse sahihtir. H. Bu şöyle açıklanır: Bir kimse ölü bir hayvanı
satsa, burada muamelenin eseri olan milk meydana gelmez. Ama fâsit bir şartla
bir köle satsa da teslim etse, müşteri o köleye fâsit olarak mâlik olur; bu akdi
bozmak vâciptir. Köleyi şartsız satarsa, ona sahih akitle mâlik olur.
«Unutarak yerse...»
cümlesinden murad, orucu unutmaktır. Zira o kimse yemeyi, içmeyi ve cinsî
münasebeti bilerek yapar. Mi'râc.
«Niyetten önce veya
sonra...» meselesini Şârih, Vehbâniyye Şerhi'nden alarak evvelce «Bir mükellef
ramazan veya bayram hilâlini görür de sözü reddedilirse...» dediği yerde
Vehbâniyye'ye tebean yevm-i şekte öğleye kadar bekleyen hakkında tasvir etmişti.
Çünkü o günün ramazandan olduğu anlaşılırsa, unutarak yiyip içen kimse oruçlu
mânasındadır. Sonra oruca niyet ederse, unutması tasavvur olunabilir; oruç için
beklediğini unutmuştur. Nâfile oruca niyet eden böyle değil dir. O niyetlenmeden
yerse, unutmuş sayılmaz. Kaza ve kefâret oruçlarında dahi böyledir. Evet,
ramazanın edâsı ile nezr-i muayyen oruçlarında unutma tasavvur olunabilir. Bu
meselede Şârihimizin «sahih kavle göre» demesi, bazılarına göre orucu sahih
olmadığındandır. Sirac sahibi kesinlikle buna kail olmuş, Şurunbulâliyye sahibi
de ona uymuştur. İbn-i Vehbân, manzûmesinde her iki kavilden de bahsetmiş; fakat
birinci kavlin sahih olduğunu bildirmiştir. Bahır ve Nehir sahipleri de Onu
tasdik etmişlerdir. Binaenaleyh mutemet olan kavil odur.
«Meğer ki
hatırlatıldığı halde hatırlayamasın.» Yani unutarak yer de, oruçlu olduğunu
birisi hatırlattığı halde hatırlayamayarak yemeye devam ederse, sahih kavle,
göre orucu bozulur. Bazıları bozulmayacağını söylemişlerdir. Zahiriyye. Çünkü
diyanet ve taatlarda, bir kişininhaberi makbuldür. O kimsenin hâli düşünmesi
gerekirdi; kendisine hatırlatılmıştı. Bahır.
Ben derim ki: Lâkin
o kimseye kefâret yoktur. Muhtar kavil budur. Nitekim Nisâp'tan naklen
Tatarhâniyye'de böyle denilmiştir. Bu meseleyi İmam Ebû Yusuf'a nisbet ederler.
Kuhistânî, unutmakla mutlak surette orucun bozulacağını da Ona nisbet etmiştir.
Fakat başkasının nisbet ettiğini görmedim. İleride bunu reddedecek söz
gelecektir.
«O şahıs kuvvetli
ise...» Yani zaafa düşmeden orucu tamamlamaya kudreti varsa, hatırlatmak
lâzımdır. Terki, tahrîmen mekruh olur. Şayet oruçtan zayıflar da, tutmadığı
takdirde sair ibadetleri yapabilirse, hatırlatmayabilir. Fetih. Diğer kitaplarda
«Evlâ olan ona hatırlatmamaktır.» denilmiştir. Zeylâî'nin burada "genç" ve
"ihtiyar" tabirlerini kullanması, ekseriyetle vukua göredir. Sonra bu tafsilâtı
birçok kitaplar yapmıştır. Vâkıât'tan naklen Sirâc'da ise, «Muhtar olan kavle
göre mutlak surette hatırlatır.» denilmiştir. Nehir.
Şeyhinden naklen
Halebî diyor ki: «Uyuyarak namaz vaktini geçirmek de, unutarak oruç yemek
gibidir. Çünkü her ikisi haddi zatında günâhtır. Nitekim ulema; sabah namazına
kalkamayacağından korkan kimsenin, gece muhabbeti yapmasının mekruh olduğunu
açıklamışlardır. Lâkin unutan veya uyuyan kimse kâdir olmadıkları için onlardan
günâh sakıt olmuştur. Ama onların hallerini bilen kimsenin unutana hatırlatması,
uyuyanı uyandırması vâciptir. Ancak zayıf olursa, acıyarak orucu
hatırlatmayabilir.»
«Kul haklarında
unutmak özür değildir.» Yani fiili üzerine hüküm terettüp eder. Meselâ emanet
bırakılan bir şeyi yerse öder. Ama âhirette muahaze cihetinden özürdür; günâhı
yoktur. Nitekim Allah haklarında böyledir. Fakat hüküm cihetinden bakılır: Eğer
hatırlatıcı bir yerde ise, sebep de yoksa, kusur ettiği için sâkıt olmaz.
Namazda olan kimsenin bir şey yemesi bu kabildendir. Zira namaz hâli
hatırlatıcıdır. Yemeye sebep olacak uzun zaman da geçmemiştir. Ama ilk oturuşta
selâm vermesi, oruçlu iken bir şey yemesi böyle değildir. Bunlarda günâh
sâkıttır. Çünkü sebep vardır; o da selâmın yeri olan oturuştur. Yemeye sebep
olan uzun zaman da vardır; hatırlatıcı yoktur. Hayvan keserken besmeleyi terk
etmek de böyle değildir. Çünkü kesme hâli hatırlatıcı değil, ürkütücüdür. Sebep
de yoktur. Binaenaleyh burada da günâh sâkıt olur. Bu satırlar ziyade edilerek
Bahır'dan alınmıştır.
METİN
Boğazına toz duman
veya sinek kaçarsa, hatırladığı halde bile istihsanen orucu bozulmaz. Çünkü
bundan korunmanın imkânı yoktur. Bundan şu anlaşılır ki, boğazına dumanı kendisi
çekerse orucu bozulur. Hangi duman olursa olsun hüküm budur. Velev ki
hatırlayarak öd veya amber çeksin. Çünkü bundan korunmak mümkündür. Dikkat
edilmelidir. Nitekim Şurunbulâlî izah etmiştir.
Yağ sürünür, sürme
çekinir veya kan aldırırsa, boğazında tadını duysa bile orucu bozulmaz. Öper de
meni gelmezse veya ihtilâm olursa: yahut bakmakla menisi gelirse, velev kadının
fercine tekrar tekrar bakmış olsun veya düşünmekle menisi gelirse, velev ki uzun
zaman düşünsün orucu bozulmaz. Mecma.
Ağzını
çalkaladıktan sonra ıslaklık kalır da onu tükrükle yutarsa orucu bozulmaz. Nasıl
ki ilâç tadı duymak ve helile emmek böyledir. şeker gibi şeyler bunun
hilâfınadır. Suyun kulağa girmesi de orucu bozmaz. Muhtar kavle göre velev ki
kendi fiili ile girsin. Nitekim kulağını bir çöple kaşıyıp, kirlenmiş olarak
çıkarır da sonra tekrar kulağına sokarsa orucu bozulmaz. Velev ki bunu defalarca
yapsın.
ÎZAH
«İstihsasen orucu
bozulmaz.» Kıyasa göre sinek girmekle bozulmalı idi. Çünkü orucu bozan bir şey
midesine girmiştir. Velev ki toprak ve ufak taş gibi yenilmeyen bir şey olsun.
Hidâye.
«Çünkü bundan
korunmanın imkânı yoktur.» Şu halde toz ve toprağa benzer; bunlar, ağız
yumulunca burundan girerler. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Bundan
anlaşılıyor ki, boğazına toz girmesine mâni olabilirse, mani olmadığı takdirde
orucu bozulur. Şurunbulâliyye.
«Dumanı kendisi
çekerse...» Nasıl çekerse çeksin orucu bozulur. Velev buhuruna durarak içine
çeksin. Bunu oruçlu olduğunu hatırlayarak yaparsa orucu bozulur. Çünkü ondan
korunma imkânı vardır. Bundan insanların çoğu gâfildir. Bunun gül veya gül suyu,
yahut misk koklamakla bir olduğu sanılmamalıdır. Zira misk ve benzeri bir şeyle
karışıp güzel kokan hava ile kasten midesine inen dumanın birbirinden" farkı
olduğu açıktır. İmdâd. Tütün içmenin hükmü de bundan anlaşılır. Şurunbulâli bunu
Vehbâniyye Şerhi'nde şu sözleri ile manzum olarak anlatmıştır: «Tütünü satmak ve
içmekten men edilir. Oruçta onu içen şüphesiz iftar etmiş olur. Şayet faydalı
zannederse kefâret vermesi de lazım gelir.»
«Boğazında tadını
duysa bile orucu bozulmaz.» Yani "sürme veya yağın tadını duysa bile" demek
istiyor. Nitekim Sirâc'da izah edilmiştir. Keza tükürür de renkli olduğunu
görürse, esah kavle göre bozulmaz, Bahır. Nehir sahibi diyor ki: «Çünkü onun
boğazında bulunan, mesâmelerden giren eserdir. Mesâmeler bedenin aralıklarıdır.
Orucu bozan şey ise, ancak giriş yollarından girendir. Zira ittifaklı bir
meseledir ki, bir kimse yıkanır da karnında serinlik hissederse orucu bozulmaz.
Gerçi İmam-ı Âzam oruçlunun suya girmesini ve ıslak elbise ile sarınmasını
mekruh görmüşse de; bu, orucu bozar diye değil, ibadette bıkkınlık gösterdiği
içindir. İleride gelecek ki, sürme ile yağın hiçbiri mekruh değildir. Kan
aldırmak da öyledir. Meğer ki zayıf düşürerek oruca mâni olsun.»
Ağızı çalkaladıktan
sonra kalan ıslaklığı, Fetih ve Bedâyi sahipleri boğaza duman ve toz kaçmasına
benzetmişlerdir. Bundan şu anlaşılır ki, burada illet, korunma
imkânıbulunmamasıdır. Ama suyu ağzından attıktan sonra tükürmeyi şart koşmak
gerekir. Çünkü su tükrükle karışır da sırf ağzından atmakla çıkmaz. Fakat
tükürmekle mübalâğa şart değildir. Zira suyu attıktan sonra kalan sırf bir
ıslaklık ve rutubetten ibarettir. Ondan korunmanın imkânı yoktur. Bezzâziye'nin
sözünü bu söylediğimize yormak gerekir. Orada «Ağzını çalkaladıktan sonra su
kalır da, onu tükrükle yutarsa orucu bozulmaz. Çünkü bundan korunmak
imkânsızdır.» denilmiştir.
«Nasıl ki ilâç tadı
duymak da böyledir.» Yani ilâcı döver de kokusunu boğazında hissederse orucu
bozulmaz. Bunu Zeylâî ve başkaları söylemişlerdir. Kuhistâni'de ise «İlâçların
tadını ve ıtır kokularını boğazında hissederse orucu bozulmaz. Nitekim Muhit'te
beyan edilmiştir.» denilmiştir.
«Helile emmek de
böyledir.» Yani helile denilen nebatı çiğner de tükürüğü boğazına kaçar;
parçasından bir şey midesine inmezse orucu bozulmaz. Tatarhâniyye ve diğer
kitaplarda böyle denilmiştir.
«Velev ki kendi
fiili ile girsin.» Hidâye ve Tebyîn sahipleri bu kavli benimsemişler; Muhit
sahibi bu kavli sahihlemiştir. Valvalciyye'de bu kavlin muhtar olduğu
bildirilmiştir. Hâniyye sahibi ise tafsilâta giderek demiştîr ki: «Su kendisi
girerse bozmaz, fakat o şahıs akıtırsa sahih kavle göre bozar. Çünkü içeriye
onun fiili ile işlemiştir. Burada bedenin salâhı itibara alınmaz. Bu sözün
benzeri Bezzâziye'dedir. Fetih, Burhân ve Şurunbulâliye sahipleri de bunu daha
açık bulmuşlardır.» Kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı kulağa yağ
akıtmakla bilittifak oruç bozulur. Su kaçmakla bilittifak bozulmaz. Akıtılırsa
bozulup bozulmayacağı ihtilâflıdır, Nûh.
METİN
Dişlerinin
arasındaki yemek kırıntısı nohuttan ufaksa, onu yutmakla oruç bozulmaz; çünkü
tükrüğüne tâbidir. Aşağıda geleceği vecihle nohut kadar olursa bozar. Dişlerinin
arasından kan çıkar da boğazına kaçarsa, yani midesine varmazsa oruç bozulmaz.
Midesine ulaşırsa, kan daha fazla yahut tükrüğe müsâvî olduğu takdirde bozar.
Aksi takdirde bozmaz. Meğer ki tadını duymuş ola! Bezzâziye. Musannıf bu kavli
beğenmiştir. Ekseri ulema da bununla amel etmişlerdir. İleride gelecektir.
Ok ile yaralanır da
içeri işlerse, içinde kalsa bile orucu bozulmaz. Nasıl ki derin yaraya taş
konulsa; yahut ok öbür taraftan çıksa bozulmaz. Fakat demiri içeride kalırsa
bozulur.
İZAH
Metindeki
«Dişlerinin arasından kan çıkar da boğazına kaçarsa.» İfadesi, kan tükrükten çok
olsa bile orucu bozmayacağını gösterir. Vecîz sahibi bu kavli sahihlemiştir.
Nitekim Sirâc'da da bildirilmiş ve «Bunun vechi, âdeten ondan korunmaya imkân
bulunmamasıdır. Binaenaleyh dişlerinin arasında kalan kırıntı ile mazmazanın
eseri gibi olmuştur. Sayrâfi'nin izâh nâmındaki Kitabında böyledir.»
denilmiştir. Bu kavil ekser-i ulemanın tafsilâtı benimsemesine aykırı olduğu
için şârihimiz Musannıf'a uyarak metindeki sözü «midesine varmazsa» diye
yorumlamış; ekser-i ulemaya muhalefet göstermemeye çalışmıştır.
Ben derim ki:
Ramazanda diş çıkartan ve kanı gündüzün midesine inen kimsenin hükmü de bundan
anlaşılır. O kimse uykuda bile olsa kazası vâcip olur. Meğer ki fark yapılarak
«Bundan korunmaya imkân yoktur; binaenaleyh kendiliğinden geri dönen kusmuk gibi
olur.» denile! Araştırmalıdır.
"Musannıf bu kavli
beğenmiştir." Yani bu hususta Vehbâniyye Şerhi'ne uymuştur. Orada şöyle
denilmiştir: «Bezzâziye'de beyan olunduğu vecihle, tükrük fazla olduğu surette
orucun bozulmaması kaydı, tadını duymadığına göredir. Bu kayıt
güzeldir»
«İleride
gelecektir.» Gelecek olan, Musannıf'ın beğendiği kavildir ki, şöyle diyecektir:
«Dışarıdan susam tanesi kadar bir şey yemek orucu bozar. Meğer ki ağzında
dağılıp bitecek şekilde çiğnemiş olsun! Ancak boğazında tadını duyarsa yine
bozar.»
«İçinde kalsa
bile.» Yani demiri içinde kalsa bile orucu bozulmaz. Bu kavli ulemadan bir
cemaat sahih bulmuşlardır ki, onlardan biri de Kâdıhân'dır. Câmi-i Sağîr
Şerhi'nde şöyle demiştir: «Demiri içeride kalırsa ne hüküm verileceğini Kudûrî
zikretmemiştir. Bu hususta ulema ihtilâf etmişler; bazıları "Dübürüne,
kaybolacak şekilde bir çubuk soksa nasıl bozarsa, bu da orucu bozar" demiş, bir
takımları bozmayacağını söylemişlerdir ki, sahih olan da budur. Çünkü o kimseden
fiil bulunmamıştır. Bedeni ıslâh edecek bir şey de içeri işlememiştir.»
Hâsılı orucun
bozulması ya kendi fiili ile olmasına, yahut bedeninin ıslâhına bağlıdır. Giren
şeyin içeride kalması da şarttır. Binaenaleyh dübüre çubuk girer de kaybolursa
oruç bozulur. Zira hem fiil, hem de içeride kalma vardır. Çubuk içeride
kaybolmazsa bozulmaz; çünkü içeride kalmamıştır. Zorla sokulur veya uyurken
girerse yine oruç bozulur. Zira bunda o kimsenin vücuduna yarar vardır. Nitekim
gelecektir.
«Nasıl ki derin
yaraya» birisi tarafından taş konsa, orucu bozulmaz; çünkü kendi fiili değildir.
Vücuduna bundan bir yarar da yoktur. Ama yaraya ilâç akıtmak böyle değildir.
Nitekim gelecektir.
«Fakat demiri
içeride kalırsa bozulur.» Bu hüküm iki kavilden birine göredir. Zira ok demiri
ile mızrak demiri arasında fark yoktur. Fethu'l-kadir'de, bunlarda hilâf devam
ettiği ve ulemadan bir cemaata göre orucun bozulmaması sahih kabul edildiği
açıklanmıştır. Zeylâî her iki kavlin sahih olduğunu kesinlikle söylemiştir.
Bundan anlaşılır ki Şârihimiz burada ikilemiş; evvelâ «içinde kalsa bile oruç
bozulmaz» demiş; sonra mukabilini alarak «demir içeride kalırsabozulur»
ifadesini kullanmıştır. .
METİN
Dübürüne çubuk ve
benzeri bir şey sokar da bir tarafı dışarıda kalırsa oruç bozulmaz. Fakat
tamamen kayboluncaya kadar batırırsa bozulur. Keza bir odun çöpü veya iplik
yutarsa, hüküm yine budur. Velev ki iplikte bağlı bir lokma bulunsun. Ancak
ondan bir parça ayrılırsa bozulur. Bunun ifade ettiği mânâ şudur: Orucun
bozulması için, vücuda giren şeyin orada kalması şarttır. Bedâyi. Dübürüne veya
kadının fercine kuru olarak parmağını sokarsa orucu bozulmaz; yaş olarak sokarsa
bozulur. Kadın, fercine pamuk parçası sokarsa, iyice kaybolduğu takdirde orucu
bozulur. Bir kısmı dışarıda kalırsa bozulmaz. Taharetlenirken fazla mübalâğa
göstererek hukne yerine ulaşırsa oruç bozulur. Ama bu pek az başa gelir; gelirse
büyük bir derde sebep olur.
Cimâ eden kimse, o
halde unutmuş olup hatırladığı anda ve keza fecir doğarken aletini çıkarırsa,
orucu bozulmaz. Velev ki çıkardıktan sonra menisi gelsin. Çünkü bu ihtilâm olmak
gibidir. Biraz durur da menisi gelirse, kıpırdamadığı takdirde orucunu yalnız
kaza eder. Kendisini hareket ettirirse, hem kaza, hem kefâret lâzım gelir.
Nitekim aletini çıkarır da tekrar sokarsa, yine kaza ve kefâret lâzım gelir.
İZAH
«Odun çöpü veya
iplik yutarsa» boğazında kaybolduğu takdirde orucu bozulur; kaybolmazsa
bozulmaz. «Orada kalması»ndan murad, kaybolmasıdır. Kaybolmaz da bir tarafı
dışarıda kalır, yahut dışarıdaki bir şeye ekli bulunursa bozulmaz. Çünkü
kaybolmamıştır.
«Yaş olarak sokarsa
bozulur.» Çünkü içeride ıslaklıktan bir şey kalır. Ama bu, sözün devamından da
anlaşılacağı vecihle, parmağını hukne aletinin yerine kadar batırdığına göredir.
Tahtâvî diyor ki: «Bunun yeri oruçlu olduğunu hatırladığı zamandır. Hatırlamazsa
bozulmaz. Nitekim Zâhidî'den naklen Hindiyye'de beyan edilmiştir.»
Fethu'l-Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin dübürü çıkar da onu yıkarsa,
kurulanmadan kalktığı takdirde orucu bozulur. Kurulanırsa bozulmaz. Çünkü su
dışına rastlamış; sonra içeri işlemeden Kurumuştur.»
«Hukne yeri»
dübürün bağırsaklara ilâç şırınga edildiği yerdir. Bazı nüshalarda bu kelimenin
yerine «Mihrane» yani şırınga aleti denilmiştir. Yani taharetlenirken su,
şırınga aletinin dayandığı yere varırsa oruç bozulur.
«Ve keza fecir
doğarken...» Yani fecirden önce kasten cimâ'a başlar da, fecir doğarken
bırakırsa orucu bozulmaz.
«Kendini hareket
ettirirse» menisi indiği vakit hem kaza, hem kefâret lâzım gelir.
"Menisigelirse" diye kayıtlanması, kefâret lâzım gelmek içindir. Kitabımızın
şârihi, burada kefâretin vâcip olacağını kesin" olarak ifade etmiştir. Halbuki
Fetih ve diğer kitaplarda hiçbiri tercih edilmeksizin iki kavil zikredilmiştir.
Halebî, kitabımızın sözüne itirazla, "Kefaretin vâcip olması aşağıda gelecek şu
meseleye aykırıdır: Bir kimse unutarak yer veya cima ederse, ona mezhebe göre
kefâret yoktur. Çünkü İmam Mâlik'in muhalefeti bir şüphe doğurmuştur. Ona göre
unutarak yer veya cimâ ederse oruç bozulur." demiştir.
Ben derim ki:
Muhalefetin vechi şudur: Unutarak cimâ ettikten sonra kasten yemekle kefâret
vâcip olmayınca, unutarak cimâ ettikten sonra hatırlayıp biraz durduktan ve
kendini hareket ettirdikten sonra vâcip olmaması evleviyette kalır. Çünkü
hareket ettirmekle orucun bozulması, ancak bunun yeni bir cimâ gibi
olmasındandır. Cimâ, yemek gibidir. Unutarak cimâ ettikten sonra kasten yer veya
kasten cimâ ederse kefâret lâzım gelmez. Kendini hareket ettirdiği zaman da
evleviyetle lâzım gelmez. Lâkin bu mesele fecrin doğması meselesine aykırı
değildir. Evet, o meselede de kefâret lâzım gelmediğini Bedâyi'nin şu mutlak
ifadesi dahi te'yid eder: "Orucun bozulmaması, hatırladığı vakit, yahut fecir
doğduğu zaman aletini çıkardığına göredir. Çıkarmazsa ona kaza lâzım gelir.
Zâhir rivayete göre kefâret lâzım değildir. İmam Ebû Yusuf'tan, yalnız fecrin
doğması meselesinde kefâret vâcip olacağı rivayet edilmiştir. Çünkü cimâ'a
başlayış kastî idi. Cimâ'ın başı sonu hep birdir. Kastî cimâ, kefâreti icabeder,
Hatırlama halinde kefâret yoktur. Zâhirin vechi şudur: Kefâret ancak orucu
bozmakla vâcip olur. Bu ise oruç var olduktan sonradır. Cimâ'a devam etmesi,
orucun vücuduna mânidir. O halde bozması da imkânsızdır; kefâret de yoktur."
Bu gösterir ki,
hatırlama halinde kefâretin vâcip olmaması ittifakîdir. Çünkü başlangıcı kastî
değildir. O bir fiildir; kendisine şüphe girmiştir. Bir de bildiğin gibi bunda
İmam Mâlik'in muhalefeti şüphesi vardır. Hilâf ancak fecrin doğması
meselesindedir. Zâhir rivayeti açıkladığı ifade, kendini hareket ettirmesi ile
ettirmemesi arasında fark olmadığını gösteriyor. Şu da var ki, Hindiyye'nin
naklinde Bedâyi'nin ibaresi düşmüştür.
«Nitekim aletini
çıkarır da tekrar sokarsa...» Yani bunu her iki meselede yaparsa kaza ve kefâret
lâzım gelir. Zira Hulâsa'da "Hatırladığı vakit çıkarır da sonra tekrarlarsa
kefâret vâcip olur. Fecir meselesinde de öyledir." denilmektedir. Lâkin
hatırlama meselesinde kefâret vâcip' olmamak gerekir. Zira biliyorsun ki
Mâlik'in muhalefeti şüphesi vardır. İhtimal buradaki hüküm, Mâlik'in şüphesini
itibara almayan diğer kavle göredir.
METİN
Hatırladığı vakit,
veya fecir doğarken lokmayı ağzından atarsa orucu bozulmaz. Şayet ağzından
çıkarmadan yutarsa kefaret vermesi gerekir. Ağzından çıkardıktan sonra yutarsa
kefâret lâzım gelmez. Fercden başka bir yere cimâ ederse, yani iki necaset
yolundan başka, göbek ve uyluk gibi bir yere cimâ eder de menisi inmezse orucu
bozulmaz. Eli ile meni getirmek de böyledir. Velev ki "Elini nikâh eden
mel'undur." hadisinden dolayı tahrîmen mekruh olsun. Ama zinadan korkarsa,
üzerine bir vebal olmaması ümit edilir.
İZAH
«Ağzından
çıkardıktan sonra yutarsa, kefâret lâzım gelmez.» Çünkü bundan iğrenir. Esah
olan kavil budur. Nitekim Muhit'ten naklen Vehbâniyye Şerhi'nde beyan
edilmiştir. Yine o kitapta Zahiriyye'den naklen, "Eğer soğumadan yutarsa kefâret
verir; soğuduktan sonra yutarsa vermez." denilmiştir. İbn-i Fadıl'dan rivayet
olunduğuna göre, kendi lokmasını yutarsa kefâret lâzım, başkasının lokmasını
yutarsa lâzım değildir.
Ben derim ki: Esah
kavil için "çünkü bundan iğrenir" diye ta'lilde bulunmak, soğumakla kayıtlamaya
delâlet eder. Böylece ikinci kavil ile birleşir. Zira fukaha, "Sıcak lokmayı
ağzından çıkardıktan sonra âdeten yiyebilir. Ondan iğrenmez." demişlerdir. Lâkin
bu söz, kefâreti icab eden gıda, tabiatın meylettiği ve iştihanın giderildiği
yiyecek olduğuna göredir. Bedene yararlı olduğuna göre değildir. Şârihimiz az
ileride bu ikinci şıkka itimat etmiştir. Bu hususta söz edilecektir. Fetih'te
beyan edildiğine göre, oruçlu bir kimse dişlerinin arasında kalan nohut kadar
veya daha fazla eti yerse, İmam Züfer'e göre kefâret lâzım gelir; Ebû Yusuf'a
göre lâzım gelmez. Çünkü tabiat bundan iğrenir. Binaenaleyh toprak mesabesinde
olur. Bundan sonra Fetih sahibi şunları söylemiştir: "Tahkik şudur ki, başa
gelen vakıalara fetva verecek kimsenin mutlaka bir nevi ictihadda bulunması ve
insanların hallerini bilmesi gerekir. Malûmdur ki, kefâret tam cinayet ister.
Artık fetva verecek zât, sual sahibinin haline bakar. Eğer tabiatını bundan
iğrenir bulursa Ebû Yusuf'un kavli ile; iğrenmez bulursa Züfer'in kavli ile amel
eder."
«Menisi inmezse
orucu bozulmaz.» Fakat inerse sadece orucunu kaza eder; kefâret lâzım gelmez.
Nitekim ileride Musannıfımız bunu söyleyecektir. Fetih sahibi diyor ki: "İki
kadının birbirine erkeklerin yaptığını yapmaları fercden başka bir yere cimâ
hükmündedir. Hiçbirine kaza lâzım gelmez. Ancak menisi inerse kaza lâzımdır.
Kefâret lazım değildir."
«İki necaset
yolundan başka...» Bu sözle Şârih Fethu'l-Kadîr'in şu ifadesine işaret etmiştir:
"Fercle, ön ve arddan her birini kastetmiştir. O halde fercden başkası uyluk ve
göbeğe cimâdır." Yani 'ferc' kelimesi lügat itibarı ile 'dübüre' şâmil değildir;
velev ki hükmen şâmil olsun. El-Muğrib sahibi diyor ki: "Dil âlimlerinin
ittifakı ile, erkek ve kadının önüne ' ferc ' denir. Ama ' ön ve ' ard ' (dübür)
kelimelerinin ikisi de ferctir." Yani "hüküm birdir" demek
istiyor.
«El ile meni
getirmek de böyledir.» Yani orucu bozmaz. Fakat bu meni gelmediğine göredir.
Meni gelirse kaza icabeder. Nitekim Şârih bunu ileride açıklayacaktır. Muhtar
olan kavilbudur. Lâkin buradaki sözünden, meni gelse de oruç bozulmayacakmış
mânâsı anlaşılıyor ki, makbul kavil değildir.
«Ama zinâdan
korkarsa...» sözü, zâhire göre bir kayıt değildir. Bilâkis zinâdan kurtulmak
ancak bununla olacaksa, yapılması vâcip olur. Çünkü daha hafiftir. Burada
Feth'in ibaresi şöyledir: "Şehveti galebe çalar da onu teskin için yaparsa
cezalanmaması umulur." Mi'râcü'd-Dirâye'de şu ziyade vardır: "İmam Ahmed'den ve
eski kavline göre Şâfiî'den rivayete göre bu hususta ruhsat vardır. Fakat yeni
kavline göre haramdır. Erkeğin menisini, karısının veya câriyesinin, eli ile
indirmesi caizdir." Şârihimiz Hudûd bahsinde Cevhere'den naklen el ile meni
getirmenin mekruh olduğunu söyleyecektir. Ama ihtimal bundan murad, keraheti
tenzîhiyyedir. Binaenaleyh Mirac'ın "caizdir" demesine aykırı değildir.
Sirâc'da şöyle
denilmektedir: «Bununla kalbi meşgul edecek derecede fazla olan şehveti teskin
etmek ister de, evlenmemîş bekâr olur, câriyesi de bulunmazsa; yahut bulunur da
bir özürden dolayı ona yaklaşamazsa, Ebulleys, "Böylesine bir vebal olmayacağını
umarım!" demiştir. Ama şehvetini celbetmek için yaparsa günahkar olur.»
Burada bir şey
kalıyor ki, o da şudur: Acaba günahın illeti, hadisin ifade ettiği gibi cüz ile
istifade midir? Ulema bunu "el ile" diye kayıtlamışlarsa da, bir kimse âletini
meselâ kendi uylukları arasına sokarak menisini indirse aynı hükme girer mi?
Yoksa illet meniyi israf etmesi ve özrü yokken haksız yere şehveti coşturması
mıdır? Bu hususta bir şey açıklayan görmedim. Zâhire bakılırsa bu sonuncusudur.
Çünkü karısının eli ile meni indirmesinde ve benzerinde de meniyi israf vardır.
Ama mübahtır. Nitekim uyluk ve göbekle meni indirmek de böyledir. Eli ile veya
benzeri bir şeyle meni getirmek böyle değildir.
Şu izaha göre bir
kimse âletini duvara veya onun gibi bir şeye sokarak menisini indirse; yahut
eline bir sargı dolayarak hararetine mânı olmak sureti ile bu işi eli ile görse
yine günahkâr olur. Bu söylediğimize Zeylâî'nin ifadesi de delâlet eder. Zeylâî
bu işin helâl olmadığına; "Onlar ki iffetlerini korurlar." âyeti kerimesi ile
istidlâl etmiş ve "Cimâ için ancak zevce ile câriyeden istifade mübah
kılınmıştır." demiştir. Bu da, bu ikisinden başka kazay-ı şehvet için helâl bir
şey olmadığını gösterir. Benim anladığım budur, Allah'u a'lem.
METİN
Bir kimse tenasül
âletini bir hayvana veya ölüye sokar da meni gelmezse; yahut hayvanın fercine
dokunur veya onu öper de menisi inerse; yahut âletinin içine su veya yağ
akıtırsa orucu bozulmaz. Mezhebe göre velev ki mesâneye ulaşsın. Fakat kadının
fercine akıtılırsa bilittifak orucunu bozar; çünkü şırınga gibidir. Cünüp olarak
sabahlamak orucu bozmaz. Velev ki bütün gün cünüp kalsın. Gıybet etmek de
bozmaz.
İZAH
«Meni gelmezse»
orucu bozulmaz. Fakat menisi gelirse yalnız kazası lâzım gelir. Nitekim ileride
gelecektir.
«Karısını öper de
menisi inerse» orucu bozulmaz. Menisi inmezse evleviyetle bozulmaz. Menisi
indiğinde orucunun bilittifak bozulmayacağını Zeylaî ve başkaları
nakletmişlerdir. İmdâd sahibi bunu, el ile meni indirme meselesinin karşısında
müşkil saymıştır.
Ben derim ki: Fark
şudur: El ile meni indirme meselesinde, doğrudan doğruya âletini kullanmak
vardır. Öpme meselesinde ise âletini kullanmadan meni inmiştir. Bu izaha göre
asıl şudur: Orucu bozan cimâ'ya sûreten cimâ'dır. Bu açıktır. Yahut yalnız
ma'nen cimâ'dır ki,, bundan murad, âletini ferc olmayan bir şeye yahut âdeten
şehvetlenilmeyecek bir ferce dokundurmak veya adeten şehvetlenilen bir yere
âletinden başka bir uzvu ile dokunmaktır. El ile veya uyluk yahut göbekle meni
indirmede, âleti ile ferc olmayan bir şeye dokunma vardır. İki kadının
sürtüşmesinde de öyledir. Çünkü bu da ferci ferce dokundurmaktır. Ferci ferce
sokmak değildir. Hayvana veya ölüye cimâ'da, fercini âdeten şehvetlenilmeyen bir
ferce dokundurmakla meni inmiştir. insana dokunmak veya öpmekle meni gelmesi
meselesinde, şehvet duyulan bir yere cimâ âletinden başka bir uzuvla dokunmak
vardır. Fakat hayvana dokunmakla veya hayvanı öpmekle meninin gelmesinde cimâ
mânâlarından hiçbiri yoktur. Binaenaleyh o, bakmakla veya hatırlamakla meni
getirmek gibi olur. Onun için de bilittifak orucu bozmaz. Fettâh ve Alîm olan
Allah'ın feyzinden bana zâhir olan budur!
«Mezhebe göre»
ifadesinden murad, Ebû Hanîfe'nin kavlidir. İmam Muhammed de daha ziyade onunla
beraber görünüyor. Ebû Yusuf "orucu bozar" demiştir. Buradaki ihtilâf, mesâne
ile karın arasında bir menfez bulunup bulunmadığına göredir. Tahkike göre bu
ihtilâf değildir. Öyle anlaşılıyor ki karına giden bir menfez yoktur. Sidik,
süzülmek sureti ile mesânede toplanır. Doktorlar böyle demektedirler. Bunu
Zeylâî söylemiş, şunu da ifade etmiştir: "Akıtılan su veya yağ âletin kanalında
kalırsa, bilittifak orucu bozmaz." Bunda şüphe yoktur. Bununla Hızâne'den
naklettiği: "Şayet âletine pamuk tıkıştırır da pamuk görünmez olursa orucu
bozulur." iddiası bâtıl olur. Çünkü illet her iki tarafa göre karın boşluğuna
ulaşıp ulaşmamasıdır. Bu da menfez bulunup bulunmadığına göredir. Lâkin bu
dübüre ve ferce tıkıştırılan pamuğun da orucu bozmamasını iktiza eder. Bundan
kurtuluşa çare yoktur. Meğer ki bunlara giren şeyi tabiatın içeri çektiği isbat
edile! Giren şey artık mûtâd Pislikle beraber çıkar. Meselenin tamamı
Fetih'tedir.
Ben derim ki: En
yakın kurtuluş çaresi şöyle demektir: Dübürle dahili ferc karın boşluğundandır.
Zira aralarında perde yoktur. Şu halde onlar karın hükmündedir. Ağızla burunun
da karın boşluğu ile aralarında perde yoksa da, şeriat sahibi onları oruçta dış
âzası saymıştır. Bu, erkeklik organının borusuna benzemez. Zira mesânenin
Tarafeyn kavline göremenfezi yoktur. Ebû Yusuf kavline göre varsa da sidik
kanalına bitişik olan diğer menfez kapalıdır. O ancak sidik çıkarken açılır.
Binaenaleyh sidik kanalına karın boşluğu hükmü verilemez.
«Kadının fercine
akıtılırsa bilittifak orucunu bozar.» Bazıları ihtilâflı olduğunu söylemişlerse
de birinci kavil esahtır. Bunu Mebsût'tan naklen Fetih sahibi söylemiştir.
METİN
Burnuna sümük iner
de içine çeker ve boğazına kaçarsa, kasten bile çekse orucu bozulmaz. Velev ki
burnunun ucuna inmiş olsun. Nitekim konuşurken dudakları tükrükten ıslanır da
yutarsa; yahut tükrüğü iplik gibi çenesine akar da kesilmeyerek onu içine
çekerse orucu bozulmaz. Sümüğü atmaya kudreti olan kimse hakkında imam Şâfiî
buna muhaliftir. Binaenaleyh ihtiyat gerekir. Ağzı ile bir şey tadarsa, mekruh
olsa da oruç bozulmaz. Keza ipliği tükrüğü ile büker de tekrar tekrar ağzına
sokarsa orucu bozulmaz. Velev ki iplikte tükrük düğümü kalmış olsun. Ancak iplik
boyanmış olur da rengi tükrükte belli olursa, bilerek yuttuğu takdirde bozulur.
İbn-i Şıhne bunu nazma çekmiş ve şöyle demiştir:
"İpliği bükerken
tekrar tekrar ağzına sokarak ıslarsa zarar etmez." "Bazılarından rivayete göre
tükrüğü bundan sonra yutarsa zarar eder."
"Ve iplikte rengi
çıkan boya gibi olur."
İZAH
«Velev ki burnunun
ucuna inmiş olsun.» Bu cümleyi Şurunbulâliyye sahibi ulemanın mutlak olan şu
sözlerinden alarak söylemiştir: "Bir kimse ağzından uzayıp çenesine inen ve
kesilmeyen tükrüğünü içine çekerek yutsa orucu bozulmaz." Zahiriyye'de de şöyle
denilmiştir: "Keza ağzından çıkan tükrüğü ve burnundan çıkan sümüğü içine
çekerse orucu bozulmaz." Bundan sonra şöyle devam edilmiştir: "Lâkin Kınye'nin
sözü buna muhaliftir. Orada; sümük burnunun ucuna inse fakat görünmese, sonra
onu çekerek içeriye ulaşsa orucu bozulmaz, denilmiştir." Yani bozulmamak
görünmezse diye kayıtlanmıştır.
«Binaenaleyh
ihtiyat gerekir.» Çünkü hilâfa riayet menduptur. Bu faydaya İbn-i Şıhne tembihte
bulunmuştur. İfade ettiği mânâ şudur: Bir kimse öksürerek boğazından kopan
balgamı yutarsa bize göre orucu bozulmaz. Şurunbulâliyye sahibi, "Ben bunu
görmedim ama ihtimal sümük gibidir," demiş; sonra şunları söylemiştir: "Bilâhare
bunu Tatarhaniyye'de buldum. Deniliyor ki: îbrahim'e balgam yutmanın hükmü
soruldu da şöyle cevap verdi: Ağız dolusundan az olursa bilittifak bozmaz. Ağız
dolusu olursa Ebû Yusuf'a göre orucu bozulur. Ebû Hanîfe'ye göre bozulmaz."
Şârihimiz de bunu kusmuk bahsinde anlatacaktır.
«Tekrar tekrar
ağzına sokarsa...» Yani iplik bükmek ister de onu tükrüğü ile ıslatır ve
tekrartekrar ağzına sokarsa orucu bozulmaz. Velev ki tükrüğün düğümü iplikte
kalsın. Zendevistî'nın Nazmında ise "bozar" denilmiştir. Kınye'de de öyledir.
Zâhiriyye sahibi birinci kavli Şemsüleimme Hulvânî'den nakletmiş; sonra şunları
söylemiştir: "Zendevistî'nin beyanına göre ipliği büker de tükrüğü ile ıslatır
ve sonra tekrar ağzına sokarsa, o tükrüğü yuttuğu takdirde orucu bozulur."
Sonra anlaşılıyor
ki Şemsüleimme'den nakledilen kavil, tükrüğü yutmakla kayıtlıdır. Aksi takdirde
"orucu bozulmaz" diye tembihte bir fayda kalmaz. Onun sözü Nazım'da açıklanan
mânâya yorumlanmıştır. Binaenaleyh Zahiriyye sahibinin muradı; o mutlakın bu
mukayyete yorumlanacağını anlatmaktır. Bunların ikisi bir meseledir. Vehbâniyye
Şerhi'nde buna muhalif olarak bunlar iki mesele kabul edilmiş; birincisi
tükrüğünü yutmadığına; ikincisi yuttuğuna yorulmuştur. Zira o zaman aslâ hilâf
kalmaz. Nitekim bu açıktır. Ama bu, Kınye ile Zahiriyye'den anlaşılana
aykırıdır.
«Zarar eder.» Yani
orucu bozulur. Çünkü ağzından çıkarması, sarkmış tükrüğün kopması
mesabesindedir. Şurunbulâlî'nin Şerhi'nde böyle denilmiştir. T.
«Ve iplikte rengi
çıkan boya gibi olur.» Yani oruç bozulur. Bunda hilâf yoktur.
METİN
Hata ederek orucunu
bozarsa, meselâ ağzını çalkalarken boğazına su kaçar veya uyurken su içer; yahut
tan yeri ağarmadı zannı ile sahur yemeği yer, cimâ ederse, ya da zorla veya
uyurken boğazına bir şey akıtılırsa sadece kaza eder. "Hata kaldırılmıştır"
hadisine gelince: Ondan murad, günahın kaldırılmasıdır. Tahrir adlı kitapta
beyan edildiğine göre, biz Hanefîlerce hatadan dolayı muâheze aklen caizdir.
Mu'tezîle fırkası buna muhaliftir. Unutarak yer veya cimâ eder, yahut ihtilâm
olursa; yahut bakmakla menisi iner veya kusacağı kalkar da 'orucum bozuldu '
zannı ile kasten yerse sadece kaza eder; çünkü şüphe vardır.
İZAH
Musannıf orucu
bozmayan şeyleri anlattıktan sonra, burada yalnız kaza icabeden halleri beyana
başlamıştır.
"Hata eden"den
murad: Kasten yaptığı bir fiille orucu bozulan, fakat bunu bozma kastı ile
yapmayan kimsedir. Bunu Fetih'ten naklen Nehir sahibi söylemiştir.
«Boğazına su
kaçarsa» oruçlu olduğunu hatırlamak şartı ile orucu bozulur. Hatırlamazsa
bozulmaz. Zira hatırlamadan su içse orucu bozulmaz; burada bozulmaması
evleviyette kalır. Bedâyi'de bildirildiğine göre bazıları; "Üç defa ağzını
çalkalarsa bozulmaz; fazla çalkalarsa bozulur." demişlerdir.
«Veya uyurken su
içerse» orucu bozulur. Burada şöyle denilebilir: Uyuyan kimse hata etmiş
değildir. Çünkü o fiili kasten yapmamıştır. Evet, Nehir'de açıklandığına göre,
zorlananlauyuyan, hata eden gibidir. Ama o unutan gibi değildir. Zira uyuyanın
veya aklı başından giden kimsenin kestiği yenmez. Ama besmeleyi unutan kimsenin
kestiği yenir. Bunu Haniyye'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Rahmetî diyor
ki: "Bunun mânâsı şudur: Unutmak, besmeleyi terk hususunda özür sayılmıştır.
Uyku ve delilik bunun gibi değildir. Keza unutmak, oruçlunun bir şey yemesi
hususunda özür sayılır. Çünkü nâdir başa gelen bir şey değildir. Hayvan kesmek,
uyurken oruç bozmak ve delirmek ise nâdir başa gelen şeylerdir. Onun için
unutmaya katılmamışlardır."
«Tan yeri ağarmadı
zannı ile sahur yemeği yer, cimâ ederse...» cümlesinden anlaşılıyor ki, cimâ
bozan hata yolu ile olur. Sirac sahibi bunu açıklayarak şunları söylemiştir:
"Gece zannederek cimâ'da bulunur da sonra fecir doğduktan sonra yaptığını anlar
ve hemen vaz geçerse orucu bozulur. Çünkü hata etmiştir. Ama bozmak kastı
olmadığı için kefâret lâzım gelmez." Bu izah, cimâ'da hatanın nasıl olacağını
tasvir hususunda yapılan tekellüfe hacet bırakmaz. Sahur yemeği meselesi ileride
mufassal olarak gelecektir.
«Zorla boğazına bir
şey akıtılması» bir kayıd değildir. Şârih bunu bırakıp "ya da zorlanırsa" dese
ve bunu "hata ederek orucunu bozarsa" cümlesi üzerine atfetse idi daha iyi
olurdu. Zira zorla yiyip içmesine de şâmil olurdu. Tabiî böylesinin orucu da
bozulur. İmam Züfer'le şâfiî buna muhaliftir. Nitekim Bedâyi'de bildirilmiştir.
Keza cimâ'a zorlanarak oruç bozmaya da şâmil olurdu. Fetih sahibi diyor ki:
"Mâlûmun olsun! Ebû Hanîfe önceleri cimâ'a zorlanan hakkında hem kaza, hem
kefâret lâzım geldiğini söylüyordu. Çünkü cimâ ancak âletin kalkması ile
yapılır. Bu ise kendi ihtiyarı ile olduğuna alâmettir. Sonra bu kavilden döndü
ve kefâret lâzım gelmediğini söyledi ki, İmâmeyn'in kavilleri de budur. Çünkü
orucun bozulması âletin girmesi ile tahakkuk eder, O kimse buna zorlanmıştır. Şu
da var ki âleti kalkan herkes cima eder değildir." Yani küçük çocukla uyuyan
kimsenin de âletleri kalkar; fakat ortada cimâ yoktur.
«Veya uyurken
boğazına bir şey akıtılırsa...» zorlanan hükmüne girer. Nasıl ki Fetih'te beyan
edilmiştir. Uyurken cimâ edilen kadınla deli kadının cimâ'ları ileride
gelecektir.
«Hata
kaldırılmıştır.» hadisi şudur: Peygamber (s.a.v.), "Ümmetimden, hata, unutma ve
zorla yaptırılan şey kaldırılmıştır." buyurmuşlardır. Bu, İmam Şâfiî'nin
istidlâline cevaptır. Ona göre hata ve zorlama yolu ile oruç bozulmaz. Zira
hadisin mânâsı "hatanın hükmü kaldırılmıştır" takdirindedir. Çünkü hatanın
kendisi kaldırılmaz. Hüküm dünyevî ve uhrevî olmak üzere iki nevidir. Dünyevî
hüküm fesattır. Uhrevî hüküm ise günahtır. Hadis ikisine de şâmildir.
Şafiî'ye cevabımız
şudur: İmam Şâfiî sözü düzeltmek için hükmü takdir etmiştir ki bu muktezâdır.
Muktezânın ise umumu yoktur. Hükümden bilittifak günah muraddır. Binaenaleyh
başkasını muradetmek sahih olamaz. İçeriye orucu bozan şey girdiği için,
kıyasbozulmasını gerektirdiği halde, unutanın orucunun bozulmaması, Peygamber
(s.a.v.) "Oruçlu iken unutarak yiyip içen kimse orucunu tamamlasın! Onu ancak
Allah doyurmuş sulamıştır." buyurduğu içindir. İzahının tamamı müfassal
kitaplardadır.
«Orucum bozuldu,
zannı ile kasten yerse» keza kasten cimâ ederse sadece kaza eder. Nitekim
Nûru'l-îzah'ta da böyledir. Yemekten murad, orucu bozmaktır.
«Çünkü şüphe
vardır.» Bu cümle hepsinin illetidir. Bahır sahibi şunları söylemiştir:
"Unutarak yiyip içtikten veya cimâ ettikten sonra kasten orucunu bozmakla
kefâret lâzım gelmemesi, benzeri ile şüpheye düşülen yerde zan olduğu içindir
ki, o da kasten yemektir. Çünkü yemek, yanılarak olsun, kasten olsun oruca
zıttır. Bu bir şüphe getirir. Keza bunda ulemanın ihtilâfı şüphesi vardır. Zira
imam Mâlik unutarak yiyenin orucu bozulduğuna kaildir. Şârih bu cümleyi mutlak
söylemiştir. Binaenaleyh hadisi veya fetvayı duyarak orucu bozulmadığını
anladığı ve anlamadığı hallere şâmildir. Ebû Hanife'nin kavli budur; sahih olan
da budur. Keza kusacağı kalkar da orucu bozulduğunu zannederek yerse kefâret
lâzım gelmez. Zira benzeri ile şüpheye düşmek şüphesi vardır. Çünkü kusmakla
kusacağı kalkmak birbirine benzerler. ikisinin de çıktıkları yer ağızdır. Keza
ihtilâm olur da orucu bozulduğunu zannederek yerse kefâret lâzım gelmez. Çünkü
şehveti kazada benzeyiş vardır. Şayet bu orucunu bozmadığını bilirse kefâret
vermesi icab eder. Çünkü burada şüpheye düşme şüphesi de yoktur; ihtilâf şüphesi
de bulunmamaktadır."
METİN
Orucu bozulmadığını
bilirse kefâret lâzım gelir. Bundan yalnız metindeki mesele müstesnadır. Onda
mezhebe göre mutlak olarak kefâret yoktur. Çünkü İmam Mâlik'in muhalefeti
şüphesi vardır. İmameyn buna muhaliftirler. Nitekim Mecma ve şerhlerinde beyan
edilmiştir. Şu halde "zan' kaydı ancak ittifak yerini beyan içindir. Bir kimse
şırınga yaptırır veya burnuna bir ilaç akıtır yahut kulağına yağ damlatırsa;
yahut vücut veya baş yarasına ilaç akıtır da ilaç hakikaten içine ve beynine
işlerse veya ufak taş ve benzeri insanın yemediği veya iğrenip tiksindiği bir
şeyi yutarsa kaza lâzım gelir. İbn-i Şıhne bunu nazma çekerek; "İğrenç ve bizim
gibi yenmeyen bir şeyin yenmesinde kefâret atılıp terk edilir." demiştir.
İZAH
Metindeki mesele
"orucum bozuldu zannı ile yerse" meselesidir. Su içmesi ve cimâ etmesi de
öyledir. çünkü kefâret lâzım gelmemenin illeti, İmam Mâlik'in muhalefetidir.
Onun muhalefeti yemek içmek ve cimâ etmek hususundadır. Nitekim Zeylâi, Hidâye
ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. H. Buradaki "mutlak olarak" tabirinden
murad, orucu bozulmadığını bilsin bilmesin kefâret lâzım gelmez, demektir.
«İmameyn buna
muhaliftir.» Onlara göre metnin meselesinde orucu bozulmadığını bilirse kefâret
lâzım gelir.
Ben derim ki: Bu
ifade Halebî'nin bu bâbın başındaki Kuhistâni'den naklettiği sözü
reddetmektedir. Orada şöyle denilmişti: "Unutarak oruç bozan kimsenin orucu
bozulur. Bozulunca ondan sonra kasten yemesi ile kefâret vermesi lâzım gelmez."
Bunu Ondan başka söyleyen görmedim. Bunu Bedâyi'den naklettiğimiz söz de
reddetmektedir. Bedâyi'nin sözünü yukarıda "kendisini hareket ettirirse hem
kaza, hem kefaret lâzım gelir..." dediğimiz yerde nakletmiştik. Evet ulema Ebû
Yusuf'tan evvelce geçen, "Hatırlatıldığı halde hatırlamazsa orucu bozulur."
sözünü nakletmişlerdir. Vehme sebep bu olmuştur.
"Şu halde zan
kaydı" yani metindeki «orucum bozuldu zannı ile kasten yerse» sözü kefâret lâzım
gelmediğine ittifak ettikleri yeri beyan içindir; bilmekten ihtiraz için
değildir.
«Şırınga ve buruna
ilaç akıtma» hallerinde esah kavle göre kefâret vâcip olmaz. Çünkü kefaret, hem
sûreten, hem ma'nen oruç bozulduğu zaman lâzım gelir. Sûreten bozmak, yutmakla
olur. Burada o yoktur. Mücerret ilaçtan faydalanmak ise yalnız kaza icabeder.
İmdâd.
Musannıf'ın
«kulağına yağ damlatırsa» diye kayıtlaması, bununla orucun bozulduğuna hilâf
olmadığı içindir. Bir de evvelce "Kulağına su kaçarsa bozmaz. Velev ki kendi
fiili ile olsun!" demişti. Bu hususta söz geçmişti.
"ilaç hakikaten
içine ve beynine işlerse...» ifadesi, zahir rivayetteki "yaş ilaç orucu bozar"
kaydının adete göre söylenmiş bir söz olduğuna işaret içindir. Zira yaş ilaç
içeri işler. Aksi takdirde muteber olan, ilacın hakikaten işlemesidir. Hattâ
kuru ilacın işlediğini bilirse orucu bozulur; yaş ilacın içeri işlemediğini
bilirse bozulmaz. Hilâf, işleyip işlemediği kesin olarak bilinemediğine göredir.
İmam-ı Âzam âdete bakarak yaş ilacın işleyeceğine hükümle "bozar" demiş; İmameyn
bozmayacağını söylemişlerdir. Fetih sahibi bunu böyle ifade
etmiştir.
Ben derim ki:
Fukahânın gerek şırıngayı, gerekse buruna ve kulağa ilaç damlatmayı "içeri
işlerse" diye kayıtlamamaları, mesele açık olduğu içindir. Yoksa bu mutlaka
lâzımdır. Hattâ ilaç burunda kalır da boşa işlemezse oruç bozulmaz. "İlaç"
tabiri bu hallerin hepsine râci olabilir. "İçine ve beynine işlerse" ifadesinde
lef ve neşri mürettep vardır (Yani vücut yarasında ilaç içeri işler; baş
yarasında beyne ulaşırsa, demektir).
Bahır sahibi diyor
ki: "Tahkike göre başla karın boşluğu arasında aslî bir menfez vardır. Kafa
boşluğuna ulaşan bir şey karın boşluğuna da ulaşır." T.
«Veya ufak taş ve
benzeri bir şey yutarsa kaza lâzım gelir.» Çünkü sûreten oruç bozulmuştur. Manen
bozulmadığı için kefâret lazım gelmez. Manen orucun bozulması, bedene faydası
olan bir yiyecek veya ilacın içeri işlemesi ile olur. Burada oruca cinayetnoksan
olduğu için kefâret gerekmez. Meselenin tamamı Nehir'dedir. Beslenmenin mânâsı
hakkındaki hilâf ileride gerekecektir.
«İğrenip
tiksindiği» tabirleri bir mânâyadır. Çünkü iğrenmek tiksinmeye sebep olur. Onun
için İbn-i şıhne, Manzume'sinde sadece "iğrenç" demekle yetinmiştir. T. Yukarıda
geçtiği vecihle esah kavle göre lokmayı ağzından çıkardıktan sonra tekrar yemek
iğrençtir.
METİN
Bir kimse bütün
ramazanda oruç tutmaya veya tutmamaya niyet etmeksizin yiyip içmeyi ve cimâ'ı
terk ederse, o günleri kaza eder; kefâret lâzım gelmez. Çünkü îmam Züfer'in
muhalefeti şüphesi vardır. Yahut oruca niyet etmeden sabahlar da kasten yerse
yine sadece kaza eder. Velev ki zevalden sonra niyet etmiş olsun. Kefâret lâzım
gelmemesi, şâfiî'nin muhalefeti şüphesindendir. Bunun ifade ettiği mânâ şudur
ki, mutlak niyetle oruç da böyledir. Boğazına kendiliğinden yağmur veya kar
kaçarsa kaza lâzım gelir. Çünkü ağzını yumarak bundan korunma imkânı vardır.
İZAH
«Çünkü îmam
Züfer'in muhalefeti şüphesi vardır.» Ona göre, mukim ve sağlam olan bir kimse
niyet etmese bile yiyip içmeyi ve cimâ'ı terk etmekle orucu tutmuş sayılır.
Hattâ kasten orucunu bozarsa Ona göre kefâret lâzım gelir. Nitekim Bedâyi sahibi
bunu açıklamıştır. Bize göre ise niyet mutlaka lâzımdır. Çünkü farz olan vazife,
ibadet ciheti ile kendini tutmaktır. Niyetsiz ise ibâdet olamaz. Niyetsiz yiyip
içmekten ve cimâdan kendini tutarsa oruçlu sayılmaz. Kaza etmesi lâzım gelir;
kefâret gerekmez. Kaza lâzım gelmesi, oruç tahakkuk edemediği içindir. Çünkü
şartı bulunmamıştır. Kefâret icabetmemesi, İmam Züfer'e göre o kimse oruçlu
sayıldığındandır. Orucu bozacak bir hali bulunmamıştır. Binaenaleyh bu hilâf
şüphesinden dolayı ondan kefaret sakıt olur. O kimseye bize göre "şer'an
oruçsuz" denirse de en iyisi "oruç tahakkuk etmemiştir" diye ta'lîl etmektir.
Zira kefâret ancak orucunu bozana icabeder. Burada oruç yoktur. Olmayan bir
şeyin bozulması imkânsızdır. Şüphe ile amel, ancak asıl tahakkuk ettikten sonra
güzel olur. Nitekim aşağıdaki meselede öyledir. Hattâ evlâ olan, kefâretten asla
söz etmemektir. Onun içindir ki Kenz sahibi ve başkaları bayılma'da ve devam
etmeyen delilikte olduğu gibi, yalnız kaza vâcip olduğunu bildirmekle
yetinmişlerdir.
Şu da var ki:
Hidâye şârihlerinden biri burada kaza vâcip olmasını müşkil görmüş; "Bayılan
kimse zâhiren niyetli olduğu için bayıldığı gecenin gününü kaza etmez. O halde
burada mutlaka hasta olursa; yahut hiçbir şeye niyetlenmemiş yolcu ise diye veya
ramazanda oruç yemeyi âdet edinmiş saygısız ise onun hâli oruç tutmaya azîmet
ettiğine delil olmaz, şeklinde bir kayıt koymak gerekir." demişse de Fetih
sahibi bunu reddederek; "Bu lüzumsuz bir tekellüftür. Çünkü sözümüz, baştan
niyetlenmeyen hakkındadır. Unutmayıicabeden bir şeyle değildir. Şüphesiz o kimse
kendi halini daha iyi bilir. Bayılan böyle değildir. Zira baygınlık bazen o
kimsenin ayıldıktan sonra kendinin halini unutmasını icabeder. Bu sebeple onda
hüküm halinin zâhirine göre - ki niyetin bulunmasıdır - verilmiştir." demiştir.
«Velev ki zevalden
sonra niyet etmiş olsun.» Bu, Ebû Hanîfe'ye göredir. Zevalden sonra yerse
İmameyn'e göre de hüküm budur. Fakat zevalden önce ise kefâret lâzım gelir.
Çünkü artık elde etme imkânını kaçırmıştır; ve gâsıbın gâsıbı gibi olur. Bahır.
Çünkü zevalden önce niyet etmesi mümkündü. Yemekle o bu fırsatı kaçırmıştır..
Zevalden sonra yemesi bunun hilâfınadır. Birinci kavil zâhir rivayedir. Nitekim
Bedâyi'de bildirilmiştir. Sonra zevalden murad, şer'î günün yarısıdır ki kaba
kuşluktur. Yahut zayıf kavle göre zevalin itibar edilmesindendir.
«Şâfiî'nin
muhalefeti şüphesindendir.» Zira Ona göre gündüz oruca niyet sahih değildir.
Nitekim mutlak niyetle de sahih değildir. H. Bu ifade kaza vâcip olmasının
ta'lîlidir. Niyetlendikten sonra yerse kefâretin lüzumunu ta'lîl değildir.
Niyetten önce yerse bu husustaki sözü, geçen meseleden anlamış bulunuyorsun.
«Bunun ifade ettiği
mânâ...» cümlesi yerine Bahır sahibi Zahiriyye'den, "Ona kefâret lâzım gelmemek
icabeder; çünkü şüphe vardır" ibaresini nakletmiştir. Anlaşıldığına göre muhalif
niyette bulunursa hüküm yine böyledir. T.
«Yağmur veya kar
kaçarsa» sahih kavle göre bir damla bile olsa orucu bozulur. Bazıları, "yağmur
bozmaz, kar bozar" demiş; bunun aksini söyleyenler de olmuştur. Bezzâziye.
«Kendiliğinden
kaçarsa» yani kendiliğinden boğazına gider de kendi fiili ile yutmazsa,
demektir. İmdâd.
METİN
Toz gibi şeylerle,
göz yaşından veya terinden iki damla bunun hilâfınadır. Fazlasına gelince:
Ağzının her yerinde tuzluluğunu hisseder de çok miktar toplanarak yutarsa orucu
bozulur, Aksi takdirde bozulmaz. Hülâsa.
Ölü bir kadına veya
şehvetlenilmeyen küçük bir kıza cinsî yakınlıkta bulunan kimseye kefâret lâzım
gelmez. Nehir. Hayvana, uyluk veya karına cimâ eder veya kadını öperse, velev
sarsmak ve dudaklarını emmek sureti ile taşkınlık göstererek öpsün kefâret lâzım
gelmez. Dokunursa - velev hararete mâni olmayan bir bezle olsun - hüküm budur.
Eli ile menisini indirir veya çırıl çıplak aşırı bir şekilde sarılırsa - velev
ki bu sarılma iki kadın arasında olsun bunların hepsinde meni geldiği takdirde
oruç bozulur. Meni gelmezse, evvelce geçtiği vecihle oruç bozulmaz.
İZAH
«iki damla» veya
fazla olup, tuzluluğunu ağzının her yerinde duymadığı ter ve göz yaşı bunun
hilâfınadır, demektir ki, orucu bozulmaz.
«Tuzluluğunu
ağzının her yerinde hissederse» ifadesi ile Nehir sahibi Fethu'l-Kadîr'in şu
tahkîkini önlemiştir: "Bir damlanın da tuzluluğunu hisseder. En iyisi, sağlam
hissin tuzluluğu duymasını itibara almaktır. Çünkü bundan fazlasına bir zaruret
yoktur. Onun için Hâniyye sahibi boğaza erişmeyi itibara almıştır."
Bu önleme, Nehir
sahibinin şu ifadesiyle olmuştur: "Hulâsa'nın sözü, orucun bozulması ağızın her
yerinde tuzluluk hissetmeye bağlı olduğu hususunda açıktır. Şüphesiz ki bir veya
iki damla böyle değildir. Hâniyye'nin sözü de buna hamledilir." Makdisî'nin el
yazısı ile imdâd'da şöyle denilmektedir: "Bir damla az olduğu için tadı boğazda
duyulmaz. Oraya varmadan dağılıp gider. Sadruşşehîd'in Vâkıât'ındaki beyanatı
buna şahittir. Der ki: Oruçlunun ağzına göz yaşı girerse, bir veya iki damla
gibi az olduğu takdirde orucunu bozmaz. Çünkü bundan korunmanın imkânı yoktur.
Çok olur da tuzluluğunu ağzının her yerinde duyarsa, yuttuğu takdirde orucu
bozulur. Yüzün teri hakkında da cevap budur." Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. "Korunma imkânı yoktur" diye yapılan ta'lîl, göz yaşı ile yağmurun
farkını göstermektedir. Nitekim Şârih buna işaret etmiştir.
Sonra «bir damla»
tabirinde, muradın gözün dışından inen göz yaşı olduğuna işaret vardır.
Mesâmelerden boğaza işleyen göz yaşına gelince: Zâhire göre bu tükrük gibidir.
Tadı ağzın her yerinde hissedilse bile orucu bozmaz.
«Ölü bir kadına
veya küçük bir kıza cinsî yakınlıkta bulunana» kefâret lâzım gelmemesi, tam
şehvet yeri olmadığındandır. Zira cimâ edilen yerin tam şehvet yeri olması
mutlaka lâzımdır. Bahır. Şehvete mahal olmayan küçük kıza cimâ etmekle kefâret
lâzım gelip gelmeyeceği hususunda Kınye'de hilaf nakledilmiştir. Bazıları
bilittifak kefaret lâzım gelmeyeceğini söylemişlerdir ki doğrusu da budur.
Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Remlî diyor ki: "Ulemanın gusülde beyan
ettiklerine göre sahih olan şudur: Küçük kızın iki pislik yolunu bir etmeden
cimâ'ına imkan bulunursa o kız cimâ'a mahaldır. Aksi takdirde mahal değildir."
«Kadını öperse»
diye kayıtlaması şundandır: Şayet kadın onu Öper de meni lezzetini hisseder,
fakat bir ıslaklık görmezse, İmam Ebû Yusuf'a göre orucu bozulur. İmam
Muhammed'e göre bozulmaz. Yıkanmanın lâzım gelmesi de bu ihtilâfa göredir. Bunu
Mi'râc'dan Bahır sahibi nakletmiştir.
«Taşkınlık
göstererek» öptüğünde meni geldiği zaman kefâret icabetmeyince; taşkınlık
göstermeme halinde evleviyetle icabetmez.
«Dokunursa»
tabirinden murad; insana dokunmaktır. Zira evvelce görmüştük ki, hayvanın
fercine dokunur da menisi inerse orucu bozulmaz. Bunun bilittifak olduğunu
dasöylemiştik., Mi'râc'dan naklen Bahır'da şöyle denilmiştir. "Kadın kocasına
dokunur da kocasının menisi inerse orucu bozulmaz. Bazıları, kocası indirmeye
özenirse bozulur; demişlerdir." Remlî, "Bu kavli tercih gerekir; çünkü meniyi
indirmeye bu daha çok sebep olur." demiştir.
«Velev hararete
mâni olmayan bir bezle olsun...» Böyle bir bez olmazsa orucun kazası evleviyetle
vâcip olur. Lâkin kefâret lâzım gelmemesine bakarak bu evleviyet açık değildir.
Halbuki sözümüz kaza icab edip kefâret icabetmeyen haller hakkındadır. Bezin
hararete mâni olmamakla kaydedilmesi, Bahır'da, "Kadına elbise üzerinden
dokunursa cildinin hararetini hissettiği takdirde meni gelmekle orucu bozulur;
aksi halde bozulmaz." denildiği içindir. "El ile" yahut karısının eli ile
menisini indirirse orucu bozulur. Sirâc.
«Aşırı bir şekilde
sarılmak» her ikisinin fercleri birbirine temas etmekle olur. Zâhire bakılırsa
bu bir kayıt değildir. Çünkü hararete mâni bir bez olmaksızın mutlak surette
dokunmakla meninin inmesinin orucu bozduğunu gördün. O halde "aşırı şekilde"
diye kayıtlamanın faydası, keraheti için olduğu anlaşılır. Nitekim tafsilâtı
gelecektir.
«Velev ki bu
sarılma iki kadın arasında olsun!» Remlî diyor ki: "Keza ister âleti kesik bir
erkekle kadın arasında olsun."
«Evvelce geçtiği
vecihle» yani "fercden başka bir şeye cimâ eder de menisi inmezse..." dediği
yerde geçtiğine îşaret ediyor.
METİN
Bir kimse ramazanın
eda orucundan başka bir orucu bozarsa - çünkü kefaret yalnız ramazanın hürmetini
çiğnemekle lâzım gelir - yahut bir kadına uyurken veya deli iken cima edilirse;
meselâ oruçlu olarak sabahlar da delirirse yahut yemek yediği vakti gece
zannederek sahur yemeği yer veya iftar eder de birincide güneş doğmuş; ikincide
henüz batmamış olursa, yalnız kaza lâzım gelir. Kefaret icabetmez. - Burada
Musannıf leffü neşir yapmıştır - Birincide şüphe kâfidir. İkincide kâfi gelmez.
Bu, her ikisinde asıl ile amel etmek içindir.
İZAH
Ramazan orucunun
kazasında yahut başka bir oruçta bozmakla kefaret lâzım gelmez. Yalnız kaza
icabeder. Çünkü ramazanda orucunu bozmak, cinayet yönünden daha büyüktür.
Başkası ona katılamaz; zira kıyasa muhalif olarak meşru kılınmıştır.
«Yahut bir kadına
uyurken cima edilirse» yalnız kaza lâzım gelir. Fakat cima eden erkeğe hem kaza,
hem kefaret lâzımdır. Çünkü onun aklı başında olan bir kadınla veya olmayanla
cima etmesi arasında fark yoktur. Nitekim Eşbâh ve diğer kitaplarda beyan
olunmuştur.
«Oruçlu olarak
sabahlar da delirirse» cümlesi, bir suale cevaptır. Hasılı şudur: Delilik
orucaaykırıdır. Binaenaleyh bu mesele ile tasvir doğru değildir. Cevabın hâsılı
da şudur: Delilik oruca aykırı değildir. O yalnız orucun şartı olan niyete
aykırıdır. Bu surette ise niyet mevcuttur. T. Halebî diyor ki: «Bunun bir misli
de, kadının geceleyin oruca niyetlendikten sonra delirmesi ve gündüzleyin cima
edilmesidir. Nitekim Nehir'de beyan edilmiştir. Keza gündüzleyin kaba kuşluktan
önce niyet eder de sonra delirir ve cima edilirse niyet mevcuttur.»
«Gece zannederek
sahur yemeği yerse...» kaza lâzım gelir; kefaret gerekmez. Çünkü cinayet
kusurludur. O da araştırmamak cinayetidir; iftar cinayeti değildir. Zira onu
kastetmemiştir. Onun için ulema ona günah olmadığını açıklamışlardır. Murad;
katil günahı olmamasıdır. Burada açıkladıklarına göre günah olan, azîmeti ve
silahı atarken fazla araştırmayı terk etmesidir. Bunu Fetih'ten naklen Bahır
sahibi söylemiştîr.
Ben derim ki: Lâkin
zâhire göre burada asla günah yoktur. Buna delil, burada kefaret vâcip
olmamasıdır. Hata yolu île meydana gelen ölüm de ise vâciptir. Çünkü onda günah
vardır. Zira günaha o kefaret olur,
Gece zannetmesi bir
kayıt değildir. Çünkü fecir doğdu zannederek yese de sonra zannı doğru çıksa,
yalnız kaza etmesi lâzım gelir; kefaret icabetmez. Zira işi esasa göre
kurmuştur. Cinayet tam değildir. Musannıf burada, "Vakti gece veya gündüz
zannetse" dese daha iyi olurdu. Yemeye hakkı yoktur. Çünkü zannı gâlip yüzde yüz
ilim gibidir. Bahır. Nehir sahibi, "Gece diye kayıtlaması, ' sahur yemeği '
sözüne uygun düşmek içindir." diye cevap vermiştir.
Ben derim ki: Bahır
sahibinin muradı, bunun hüküm ve sahur yemeği cihetinden bir kayıt olmadığını
anlatmaktır. Velev ki yemek seher vaktinde yenilsin. Ona sahur yemeği'
denilmesi, o vakte rastlaması itibarı iledir. Aksi takdirde bu tabir
kullanılmamalı idi. Velev ki gecenin devamını zannetsin. Çünkü meselenin
kuruluşu, fecrin doğmasından sonra olduğuna göredir. Fecir doğduktan sonra
yenilen yemeğe sahur denmez. Adı geçen itibar olmasa Musannıf'ın "yahut sahur
yemeği yer..." demesi doğru olmazdı.
«Birincide...» Yani
sahur yemeğinde kefaretin sâkıt olması için şüphe kâfidir. Çünkü asıl olan,
gecenin devamıdır. Bu şüphe ile çıkmaz. İmdâd. şu halde Musannıf'a gereken,
metinde, burada şek tabirini kullanmaktı. Nasıl ki Nûru'l-îzah'ta, "Fecrin
doğduğunda şüphe ederek sahur yemeği yer veya cîma eder de, o da doğmuş
bulunursa; yahut güneşin battığını zannederse..." denilmiştir. Nehir sahibi
diyor ki: «Burada Bahır sahibinin yaptığı gibi "zan" tabirinden şüpheye şâmil
bir mânâ murad etmek doğru değildir. Çünkü ikinci şıkta bu doğru olmaz; onda
şüphe kâfi değildir. Doğrusu, zannı kendi mânâsında bırakmaktır. Nihayet metin
şüphe tabirini zikretmemiş olur ki bunda bir zarar yoktur.» H.
Ben derim ki:
Güneşin battığında şüphe edildiği vakit, kefaret vâcip olup olmadığında ulemanın
ihtilâfı vardır. Nitekim Bahır sahibi bunu Tahâvî Şerhi'nden nakletmiştir.
Bedâyi'den de, batmadığına kanaat getirdiği vakit kefaret vâcip olmadığının
sahihlendiğini nakletmiştir. Çünkü batmış olması ihtimali vardır. Bu da bir
şüphedir. Kefaret şüphe ile vâcip olmaz. Şüphesiz bu da, güneşin batması
hususundaki şüphe ile kefaret vâcip olmaz sözünü evleviyetle sahihlemeyi iktiza
eder. Lâkin Fetih'te zikredildiğine göre Fâkih Ebû Câfer, şüphe ile kefaret
lâzım geldiği benimsemiştir. Çünkü güneşin battığına kanaat getirme halinde
sabit olan ibâha şüphesidir. İbâhanın kendisi değildir. Şüphe halinde ise bundan
daha aşağıdır, Bu, şüphenin şüphesidir ki, cezaları ıskat etmez. Bundan sonra
Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Bu hâl, belli olmadığına göredir. Güneş
batmadan yediği anlaşılırsa kefaret vermesi lâzım gelir. Bu hususta hilâf
bilmiyorum.»
Şüphesiz sözümüz
ikincisi hakkındadır. Bununla, Nehir'in şu sözü te'yîd edilmiş olur: «Sonra
şüphenin şüphesi güneşin batması hakkındaki şüphede itibara alınmayınca,
batmadığı hakkındaki kanaat hakkında evleviyetle itibara alınmaz. Bununla
Bedâyi'de sahihlenen vâcip olmama kavli zayıflar. Onun için Zeylâî hem kaza, hem
kefaret lâzım geldiğine kesinlikle hükmetmiştir. Nihaye'de de böyledir.»
«Bu her ikisinde
asıl ile amel etmek içindir.» Zira birincide asıl, gecenin devamıdır.
Binaenaleyh kefaret icabetmez. İkincide asıl, günün devamıdır. Şu halde bildiğin
gibi iki rivayetten birine göre kefaret vâcip olur.
METİN
Eğer hal belli
olmazsa zâhir rivayete göre kaza etmez. Bu mesele 36 kısma ayrılır ki, yerleri
mufassal kitaplardır. Bütün suretlerde sadece kaza eder.
İZAH
«Eğer hal belli
olmazsa...» Yani gecenin devam ettiğini zannettiği, yahut şüpheye düşerek sahur
yemeği yediği zaman ki bu "birincide güneş doğmuş olursa" ifadesine mukabilidir.
Çünkü bundan murad kesinliktir. Hattâ zann-ı gâlibine göre fecir doğduktan sonra
yemiş olsa, en meşhur rivayete göre o kimseye kaza lazım gelmez. Bahır. Belli
olmamâkta bu da dahildir.
«Zâhir rivayete
göre kaza etmez.» Yani gecenin devamını zan veya şüphe ettiği meselede kaza
etmez. Çünkü asıl olan devamıdır. şüphe ile çıkmaz. Bahır. Güneşin battığını zan
veya şüphe ettiği meseleyi ise, belli olup olmadığı suretleri ile ileride
anlatacaktır. Burada şunu da kaydedelim ki, Zeylâî ile Bahır sahibi bunu
hilâftan bahsetmeksizin söylemişlerdir. Bu bir vehim olup Bahır sahibine
Zeylâî'nin anlattığı bir meseleden sirayet etmiştir. Mesele şudur: Bir kimseye
fecir doğdu kanatı hasıl olur da yer, sonra bir şey anlayamazsa, zâhir
rivayetegöre o kimseye bir şey lâzım gelmez. Bazıları, "ihtiyaten kaza eder"
demişlerdir. Bunu Halebî söylemiştir.
«Mesele 36 kısma
ayrılır.» Bu Nehir'in beyanına göredir. Nehir sahibi diyor ki: "Çünkü o kimse ya
kanaat getirecek, ya zan, ya da şüphe edecektir. Bu üç suretten her biri de ya
mübah kılan, yahut haram kılan bir şeyle beraber bulunacaktır ki, altı olurlar.
Bunlardan her biri de üç kısım olur. Ya gördüğünün doğru olduğu, ya bâtıl olduğu
anlaşılır, ya da hiç bir şey anlaşılmaz. Bu 18'den her biri de ya orucun başında
yahut sonunda olur. Mecmu'u 36 eder."
Fakat bu taksim söz
götürür. Çünkü Nehir sahibi ilk taksimde zanla galebe-i zan arasında fark yaptı.
Bunlar mefhum itibarı ile ayrı olsalar da, hükümde birleşmeleri sebebi ile bu
fark bir fayda temin etmez. Zira aklın karşısında mücerret hükmün iki tarafından
birinin üstün gelmesi zannın aslıdır. Bu üstünlük artar da kesinliğe yaklaşırsa,
ona "galebe-i zan ve ekber-i rey' (fikrin daha büyük kısmı) denilir. Onun
içindir ki Bahır sahibi bu kısımları 24'te bırakmıştır. Bununla beraber ikisine
de şu itiraz vârid olur. Şekki (şüpheyi) bazan mübah kılan şeyde, bazan da haram
kılanda saymanın bir vechi yoktur. Zira birinde şek etmek. diğerinde de şektir;
şekte iki taraf müsavidir. Zan öyle değildir. Onun bazan mübah kılana, bazan da
haram kılana taallûkunun sahih olması, iki taraftan birine hususi nisbeti
olduğundandır. Zan gecenin mevcut olduğuna taallûk etti mi, gündüzün mevcut
olduğuna taallûk edemez; aksi de olamaz.
Şu halde taksimde
hak söz şudur: O kimse ya mübah kılan şeyin veya haram kılan şeyin varlığını
zannedecek, yahut şekke düşecektir. Bu üçten her biri ya orucun başında veya
sonunda olur. Bu altı şekilden her birinde ya mübah kılan şeyin, ya haram
kılanın bulunduğu anlaşılacak; yahut anlaşılmayacaktır ki, mecmuu 18 olur.
Dokuzu orucun başında, dokuzu da sonundadır. Zeylâî'nin 18'den başka bir şey
zikretmemesi de buna şahittir. O bunları hükümleri ile birlikte zikretmiştir ki
şunlardır: Gece devam ediyor zannı ile sahur yemeği yerse, devam ettiği belli
olsa da olmasa da bir şey lâzım gelmez. Fecrin doğduğu anlaşılırsa,, yalnız kaza
lazım gelir. Fecrin doğması meselesinde şekketmesi de böyledir. Fecrin doğduğunu
zannederek sahur yerse, doğduğu anlaşıldığı takdirde yalnız kaza lâzım gelir.
Hiçbir şey belli olmazsa, zâhir rivayete göre bir şey lazım gelmez. Bazıları
"sadece kaza eder" demişlerdir. Gecenin devam ettiği anlaşılırsa, bir şey lâzım
gelmez. Bunlar baştaki dokuzdur. Güneşin battığını zanneder de, batmadığı
anlaşılırsa, yalnız kaza etmesi lâzım gelir. Battığı anlaşılır veya hiçbir şey
anlaşılmazsa, bir şey lâzım gelmez. Bunda şek eder de bir şey anlaşılmazsa, kaza
lâzım gelir. Kefaretin lâzım gelip gelmeyeceği hususunda iki rivayet vardır.
Batmadığı anlaşılırsa, hem kaza hem kefaret lâzım gelir. Battığı anlaşılırsa bir
şey lâzım gelmez. Batmadığını zanneder de batmadığı anlaşılır veya hiçbir şey
anlaşılmazsahem kaza, hem kefaret lâzım gelir. Battığı anlaşılırsa bir şey lâzım
gelmez. Bunlar da sondaki dokuz kısımdır.
Hâsılı: On surette
hiçbir şey lâzım gelmez. Dört surette yalnız kaza; dört surette de hem kaza, hem
kefaret lâzım gelir. Bunu Halebî ifade etmiştir.
«Bütün
suretlerde...» Yani "hata ederek orucunu bozarsa..." sözü nün şümulüne giren
suretlerin hepsinde, yalnız fer'î suretlerde değil, yalnız kaza lâzım gelir;
kefaret gerekmez.
METİN
Nasıl ki iki şahit
güneşin battığına, diğer iki şahit de batmadığına şehadette bulunur da iftar
eder ve batmadığı anlaşılırsa hüküm budur. Bu şahitlik fecrin doğması hakkında
olursa, hem kaza hem kefaret lâzım gelir. Çünkü nefye şahitlik, ispata şahitliğe
karşı gelemez. Bilmiş ol ki, kefaret lâzım gelmemenin yeri, ma'siyet kastı ile o
işi tekrar, tekrar yapmamaktır. Şayet yaparsa, onu bu işten men etmek için
kefaret vâcip olur. Şehirler uleması bununla fetva vermişlerdir. Fetva da buna
göredir. Kınye. Bu güzeldir. Nehir. Son zikredilen iki kişi esah kavle göre
günlerinin kalan kısmını vâcip olarak oruçlu geçirirler. Çünkü iftar etmek
çirkindir. Çirkini terk etmek şer'an vâciptir.
İZAH
«Nasıl ki iki
şahit...» Yani bu meselede kefaret yoktur. Çünkü cinayet işlememiştir. O şahıs
isbat şahidine itimad etmiştir. T.
«Çünkü nefye
sahitlik, isbata şahitliğe karşı gelemez.» Beyyineler nefi için değil, isbat
içindir. Onun için isbat edenin şahitliği kabul edilir. Nefi edeninki kabul
edilmez. Bahır. Zira isbat edende fazla bilgi vardır. Nefi eden şehadet hükümsüz
kalınca, isbat eden kalır ve zan icabeder. Bu izahatla şu itiraz defedilmiş
olur: "Her iki şahitliğin çatışması şek icabeder. Güneşin battığında şek eder de
sonra batmadığı anlaşılırsa kefaret vâcip olur. Nitekim geçmişti." Lâkin Fetih
sahibi. "Nefiste bundan bir şey var ki, az bir düşünmekle anlaşılır. Düşün!"
demiştir.
Ben derim ki:
Herhalde bunun vechi şu olacaktır: Nefye şehadet ancak haklarda kabul
edilmemiştir. Çünkü asıl olan yokluktur. Binaenaleyh fazla bir şey ifade
etmemiştir. İsbat eden böyle değildir. Lâkin burada nefi şehadeti bir şüphe
meydana getiriyor. Binaenaleyh onunki kefaretin sâkıt olması gerekir.
Bezzâziye'de şöyle denilmiştir: "Bir kimse fecrin doğduğuna, diğer iki kişi de
doğmadığına şahitlik etseler kefaret yoktur." Düşün!
(Araştırmakla
İftarın Caiz Olması)
Tetimme-i
Musannıf'ın, başkaları gibi "zannederek" tabirini kullanmasında araştırmakla
sahur yemenin ve iftar etmenin caiz olduğuna işaret vardır. Bazıları "iftarda
araştırma yapmaz" demişlerdir. Keza Musannıf'ın bu sözünde âdil bir kimsenin
sözü ile ve davul, çalmakla sahur yemenin caiz olduğuna da işaret vardır. Horoz
ötmekle sahur caiz olup olmadığında ihtilâf edilmiştir. iftara gelince: O bir
kişinin sözü ile caiz değildir. İki kişi gerekir. Ama zâhir olan cevap şudur ki,
o bir kişi tasdik ettiği âdil biri olursa, kabulünde bir beis yoktur. Nitekim
Zâhidî'de böyle denilmiştir. Musannıf'ın sözünde şuna da işaret vardır: Bir köy
halkı ayın otuzuncu günü davul sesi duyarak bayram zannı ile iftar etseler de,
davulun başka bir şey için çalındığı anlaşılsa, kefaret vermezler. Nitekim
Münye'de böyle denilmiştir. Kuhistanî.
Ben derim ki: "O
bir kişi tasdik ettiği âdil biri olursa iftarda kabulünde bir beis yoktur."
sözünün muktezası, tasdik etmezse caiz olmamaktır. Hâli kapalı olan kimsenin
sözü ile de mutlak surette caiz değildir. Zamanımızda yeni çıkan davul veya
topla ise evleviyetle caiz olmaz; çünkü başka bir şey için olmak ihtimali
vardır. Bir de ekseriyetle davulcu âdil değildir. şu halde mutlaka araştırmak
lâzımdır ki, caiz olsun. Zira ulemamızın zâhir mezheplerine göre araştırmakla
iftar caizdir. Nitekim bunu Mi'râc sahibi Şemsüleimme Serahsî'den nakletmiştir.
Çünkü araştırmak, galebe-i zan (kanaat) ifade eder. Bu da evvelce geçtiği
vecihle yüzde yüz ilim gibidir. Araştırmazsa iftar etmesi helâl olmaz. Zira
Sirâc ve diğer kitaplarda beyan edildiğine göre, bir kimse güneşin battığında
şüphe ederse iftarı helâl olmaz. Çünkü asıl olan gündüzün devamıdır.
Bahır'da
Bezzâziye'den naklen şöyle denilmiştir: "Zann-ı gâllbine göre güneş batmadıkça
iftar edemez; velev ki müezzin ezan okusun!" Ama burada şöyle denilebilir: Bizim
zamanımızda top galebe-i zan ifade etmektedir; velev ki patlatan fâsık olsun.
Çünkü âdete göre muvakkit günün sonunda hükümet dairesine giderek topçuya
patlatacağı vakti tayin eder. Bunu bakana ve başkalarına da bildirir. Topçu topu
patlattığı vakit, bu iş bakanın ve yardımcılarının o muayyen vakti murakabe
etmeleri ile olur. Bu karînelerle hata ve bozuk niyet olmadığı kanaatına
varılır. Aksi takdirde herkesin günaha girmesi ve bütün ayın orucunu kaza
etmeleri lâzım gelir, Çünkü ekserisi hiç araştırmadan, kanaat getirmeden sırf
top sesini işitmekle iftar ederler. Allah'u a'lem
«Tekrar tekrar
yapmamaktır.» Zâhire bakılırsa, ikinci defa yapmakla kefaret vâcip olur. Velev
ki arada birkaç günlük fâsıla bulunsun. Ma'siyet kastedilmediği vakit, kefaret
icabetmez. Ma'siyet iftardır. T.
«Son zikredilen iki
kişi» yani vakit gecedir zannederek sahur yiyenle iftar eden kimseler o günün
kalan cüzlerini oruçlu geçirirler. Musannıf burada Dürer sahibine tâbi olmuştur.
Halbuki Şârih'in de aşağıda işaret edeceği gibi, bunu tahsisin bir vechi yoktur.
Burada "esah kavle göre" demesi bazıları, "o günün bakıyyesini tutmak
müstehaptır" dedîkleri içindir. Fetih. Hayızlı, nifaslı, yolcu ve hasta
kimselere o günün kazası lâzım gelmeyeceğine ulemaittifak etmişlerdir. Hata yolu
ile veya kasten iftar edene, yahut yevm-i şek zannile iftar edip de sonradan
ramazan olduğu anlaşılan kimselere ise kaza lâzım geleceğine ittifakları vardır.
Bunu Kadıhan zikretmiştir. Şurunbulâliyye.
«Çünkü iftar
çirkindir.» Yani orucu bozan bir iş yapmak çirkindir. Yoksa oruç şimdi bozulur
demek değildir. O daha önce bozulmuştur. Şârihimiz burada birinci şekilden bir
kıyasa işaret etmiş; kıyasın iki mukaddimesini zikrederek neticeyi dürmüştür.
İzahı şöyledir: iftar şer'an çirkindir. Şer'an çirkin olan her şeyin terki
vâciptir. Binaenaleyh iftarın terki de vâciptir.
METİN
Mukîm olan yolcu,
hayız ve nifastan temizlenen kadınlar, ayılan deli ve iyileşen hasta ile velev
zorla veya hata yolu ile iftar eden kimse, bûluğa eren çocuk ve müslüman olan
kâfir gibi ki hepsi tutamadıklarını kaza ederler. Yalnız son îkisi iftar etseler
de, günün ilk cüzünde ehil olmadıklârı için kaza etmeleri gerekmez. Oruçta sebep
odur, Lâkin zevalden önce niyet ederlerse oruç nâfile olur ve bozmakla kaza
edilir. Nitekim Hâniyye'den naklen Şurunbulâliyye'de beyan olunmuştur. Yolcu,
deli ve hasta zevalden önce niyet ederlerse farz namına sahih olur.
İZAH
«Mukim olan
yolcu...» Yani günün yarısından sonra yahut daha önce yedikten sonra mukim
olursa demektir. Yemezden önce ise, bozmaya niyet etse bile oruç tutması vâcip
olur. Nitekim bundan sonraki babta metinde gelecektir. Bu meselelerde asıl olan
şudur: Günün sonunda bulunduğu sıfatta günün başında bulunmuş olsa oruç lâzım
gelecekse, o kimseye günün bakıyyesini tutmak gerekir. Nitekim Hulâsa, Nihâye ve
inâye'de böyle denilmiştir. Lâkin bu kalde umumi değildir. Zira kasten ramazan
'orucunu yiyen onda dahil değildir. Kaidedeki "sayrûret" yani "oluş" kelimesi
değişme bildirir. "Lev" de kendinden sonra zikredilenin imkânsızlığını gösterir.
Bu iki kelime ile ifade edilen manâ, ramazan orucunda tahakkuk etmez. Nehir.
Yani orucunu yedikten sonra daha önce olmayan bir hâl yenilenmemiştir. Keza
yevm-i şekte oruçsuz sabahlayanla, gece zannederek sahur yiyen veya iftar eden
de buna dahil olmaz. Onun içindir ki Bedâyi sahibi bu kaideyi zikretmiş; sonra
şunları söylemiştir: "Keza sebeb-i vücup ve ehliyet bulunduğu için üzerine oruç
farz olur da devam imkânı olmayan kimse de böyledir. Meselâ kasten orucunu
bozmuştur; yahut yevm-i şekte oruçsuz sabahlamış da sonra o günün ramazandan
olduğu anlaşılmıştır. yahut fecir doğmamıştır zannı ile sahur yemiş de sonra
doğmuş olduğu anlaşılmıştır. Böylesine oruçlulara benzemek için oruç tutmak
vâcip olur."
Bedâyi sahibi oruç
farz olmak için iki kaide göstermiştir ki, bunların ferileri vardır. Fetih
sahibi birinci kaideyi düzeltmeye çalışmış ve "sayrûret" kelimesini "tahakkuk"
mûnâsınadeğiştirmişse de yine imkânsızlık bildiren "lev"i kullanmış;'bu sebeple
maksadına erememiştir. Nitekim bunu Bahır ve Nehir sahipleri ifade etmişlerdir.
«Hayız ve nifastan
temizlenen kadınlar»dan murad, fecirden sonra yahut fecirle birlikte
temizlenenlerdir. Fetih.
"Ayılan deli"den
murad da, yemeği yedikten sonra yahut niyetin vakti geçtikten sonra ayılandır.
Aksi takdirde niyet ederse orucu sahih olur. Nitekim gelecektir. Zâhire
bakılırsa yolcu gibi ona da oruç farz olur.
«İftar eden»
tabirini Şârihimiz çeşitli iftarlar arasında fark olmadığına ve Musannıf'ın
yukarıda geçtiği vecihle "son zikredilen iki kişi günlerinin kalan kısmını
oruçlu geçirirler." demesinin bir vechi olmadığına işaret için kullanmıştır.
Bunu Halebî söylemiştir.
«Son ikisi iftar
etseler de kazaları gerekmez...» Şârih bu cümleyi Bahır'dan almıştır. Orada
şöyle denilmiştir: "O gün iftar etseler de, tutsalar da müsavidir." Lâkin
kâfirin orucunun sahih olmadığı meydandadır. Çünkü orucun şartı olan niyet onda
yoktur. şu halde murad, niyet vaktinde müslüman olursa, müslüman olduktan
sonraki orucudur.
«Ehil olmadıkları
için...» cümlesinden murad, vücubun aslına ehil olmamalarıdır. Hayızlı kadın
bunun hilâfınadır. Çünkü o vücuba ehildir. Ondan yalnız edânın vücubu sâkıt
olmuştur. Onun için ona kaza vâcip olmuştur. Yolcu, hasta ve deli de hayızlı
gibidir.
«Oruçta sebep
odur.» Yani her günün orucuna sebep ilk cüz'üdür. Bu söz Serahsî'nin
benimsediği, Musannıf'ın da bahsimizin başında "sebep gece veya gündüzden ayın
bir cüzüne yetişmektir." diyerek tercih ettiği kavlin hilâfınadır. "Oruç" diye
kayıtlaması, namazda sebep edâya bitişen cüz olduğundandır. Onun içindir ki,
vakit içinde bulûğa erse veya müslüman olsa, namaz kendisine vâcip olur. Çünkü
sebep bulunduğu vakit ehliyeti vardır. Günün ilk cüzünde ise bu ehliyet yoktur.
Bu sebeple o günün orucu vâcip olmaz. Züfer buna muhaliftir. Fetih sahibi buna
şöyle itiraz etmiştir: "Oruçta sebep, günün ilk cüzü olsa idi, o gün orucu vâcip
olmamak lâzım gelirdi. Çünkü sebebin vücuptan önce gelmesi mutlaka lâzımdır.
Aksi takdirde vücup sebepten önce gelmek gerekirdi." Bahır sahibi buna cevap
vererek, "Önce bulunmamak şartı burada zaruretten dolayı düşmüştür..." demiştir.
Tahkikinin tamamı Bahır'dadır. Bahsin başında bundan biraz bahsetmiştik.
«Zevalden önce
niyet ederlerse...» cümlesi, oruç tutmalarından istidraktır. Yani "Çocukla
kâfirin oruçları sahih değildir. Şu halde zâhir rivayete göre farz namına sahih
olmaz; İmam Ebû Yüsuf buna muhaliftir. Ama zevalden önce niyet ederlerse nafile
olarak sahihtir. Hattâ bozarlarsa kazası icabeder." demek istiyor. Zâhir
rivayetin vechi Hidâye'deki şu sözdür: "Oruç vücup cihetinden parçalanmayı kabul
etmez. Başında ise vücuba ehliyet yoktur."
Sonra nâfileye
niyetin sahih olmasını Bahır sahibi Zahiriyye'den naklen çocuğa tahsisetmiştir.
Kâfir onun hilâfınadır. Çünkü o nâfileye ehil değildir. Çocuk ise ehildir. Fetih
sahibi ekseri ulemanın bu farkı kabul ettiklerini söylemiştir. Nihâye'de de öyle
denilmiştir. Buradaki bazılarının sözüdür.
«Lâkin zevalden
önce niyet ederlerse...» cümlesinden murad, günün yarısından önce niyet
ederlerse demektir. Bu ibare ekseriyetle kitapların bir çok yerlerinde ya gaflet
eseri, yahut zayıf bir kavil olmak üzere böyle zikredilmiştir.
«Farz namına sahih
olur.» Çünkü daimi olmayan delilik, hastalık gibidir; vücuba mâni değildir.
Şurunbulâliyye. Yolcu ile hastadan her biri vaktin başında vücuba ehildirler.
Velev ki vaktin başında vücubu eda kendilerinden sâkıt olsun. Bulûğa eren veya
müslüman olan bunun hilâfınadır. Nasıl ki arzettik.
METİN
Hayızlı ile nifaslı
oruca niyet ederlerse asla sahih olmaz. Çünkü vaktin evvelinde ona zıt vardır.
Oruç ise parçalanmayı kabul etmez. Oruca gücü yetmeye başlayınca, çocuğa oruç
emredilir. On yaşına varınca, esah kavle göre namaz için olduğu gibi oruç için
de dövülür.
Mükellef bir kimse
yukarıda geçtiği vecihle ramazanda orucu eda ederken, kendisine şehvet duyulan
bir insanın iki yolundan birine - meni gelsin gelmesin - cima eder de sünnet
yeri kaybolursa, yahut cima olunursa veya gıda yahut ilaç olarak bir şeyi yeyip
içerse, bunları kasten yaptığı takdirde hem kaza eder; hem kefaret verir.
Gıdadan murad, azıklanılan şey, ilaçtan murad da, tedavide kullanılan şeydir.
Burada kaide, bedene yarayan bir şeyin karnına ulaşmasıdır. Dirâye ve başka
kitaplar. Şurunbulâlî'nın Haddâdî'den naklettiği sözü Nehir sahibi reddetmiştir.
İZAH
Hayızlı ile
nifaslının niyetlerinden murad, günün yarısından önce temizlenerek oruca niyet
etmeleridir. Bu ne farz, ne de nafile olarak sahih değildir. Şurunbulâliyye.
«Ona zıt vardır.»
Yani hayızla nifas mutlak surette orucun sahih olmasına aykırıdır. Zira bunların
bulunmaması orucun sahih olması için şarttır. Oruç bir ibadettir; parçalanmayı
kabul etmez. Başında ona zıt bir şey bulundu mu, kalanının hükmü de tahakkuk
eder. Buluğa erenin ve müslüman olanın nâfile orucu, ancak bazı ulemanın
kavillerine göre sahihtir. Çünkü çocukluk asıl itibarı ile oruca zıt değildir.
Küfür zıt ise de, giderilmesi mümkündür. Hayız ve nifas böyle değildir. Benim
anladığım budur. Ekseriyetle ulemanın kavillerine göre fark görmeye hacet
yoktur.
«Çocuğa oruç
emredilir.» Yani velisi veya vasisi emreder. Zâhire bakılırsa emretmek vâciptir.
Hayra alışsın, kötülüğü terk etsin diye kötülüklerden de sakındırır. T.
Oruca güç yetirmesi
yedi yaşla sınırlandırılmıştır. Ama zamanımızın çocuklarında görülenhal, bu
yaşta oruca tâkat getirememeleridir.
Ben derim ki: Bu
iş, çocuğun bedenine ve mevsimin yaz ve kış olmasına göre değişir. Zahire
bakılırsa, çocuğun takatına göre emredilir. Bütün aya tahammül edemezse bir
kısmını tutar.
«Dövülür.» Yani
şamarlanır. Yoksa sopa ile dövülmez. Üç tokatı da aşmamalı. Nitekim namaz için
de böyle denilmiştir. Üsturuşnî'nin Ahkâm adlı eserinde şöyle denilmektedir:
"Çocuk orucunu bozarsa kaza etmez. Çünkü bunda ona güçlük vardır. Namaz böyle
değildir. Onu kaza etmesi emrolunur. Zira onda güçlük yoktur."
«Cima eder de
sünnet yeri kaybolursa...» Musannıf bu cümle ile üçüncü kısma başlamaktadır ki,
o da hem kaza, hem kefaret lâzım gelmesidir. Kefaretin vâcip olması, aşağıdaki
"kasten" kaydı ile mukayyettir. Zorlanmış olmayacak ve iftarı mübah kılan hayız
ve hastalık gibi bir arıza bulunmayacaktır. Kefaretin vâcip olması bir de
geceden niyetlenmiş olmakla mukayyettir. "Mükellef" demekle, çocuk ve deli
hükümden çıkarılmışlardır. Çünkü bunlar muhatap değillerdir. "insanın" kaydı ile
cinnî hükümden çıkarılmıştır. Ebussuûd. Zâhire göre meni gelirse kaza vâcip
olur. Aksi halde bir şey lâzım gelmez. Nasıl meni gelmezse yıkanmak da
icabetmez.
«Kendisinden şehvet
duyulan»dan murad, mükemmel şehvettir. Binaenaleyh hayvana veya ölüye cima
etmekle meni gelse bile kefaret yoktur. Bahır. Hattâ meni gelmezse kaza bile
gerekmez. Nitekim geçmişti. Küçük kızla cima eden hakkında ihtilâf vardır.
Bazıları ulemanın ittifakı ile kefaret lâzım gelmediğini söylemişlerdir. Bu
sözün daha yerinde olduğunu evvelce bildirmiştik.
«Ramazanda»
tabirinden murad, gündüzdür. Bununla işaret ediliyor ki, cima ederken fecir
doğsa, hemen vazgeçtiği takdirde kefaret lâzım gelmez. Nasıl ki unutarak cima
etse lâzım gelmez. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, fecir doğduktan sonra cima
halinde kalırsa kefaret lâzımdır. Ama orucu hatırladıktan sonra cima halinde
kalırsa kefaret gerekmez; yalnız kaza lâzım gelir. Kuhistânî. Bunu evvelce
mufassal olarak arzetmiştik.
«Yukarıda geçtiği
vecihle» Yani kefaret ancak ramazan ayının hürmetini çiğnemekle lâzım geldiği
için, ramazanı kaza ederken bozan kimse ile diğer oruçları bozana kefaret lâzım
gelmez.
«Yahut cima
olunursa» ifadesi, küçük yaştaki kocanın karısına cima etmesine şâmildir.
Nitekim ulemanın mutlak olan ifadelerinin gereği budur. Bir de bu surette yalnız
kadına yıkanmak vâcip olduğunu, küçük olan kocasına gusül icabetmediğini
açıklamışlardır. Bunu Remlî ifade etmiştir. Kuhistânî'de bildirildiğine göre
erkek, şehvet duyulan bir kadınla cima ederse kefaret verir. Nasıl ki kadın bir
çocuk veya deli ile cima'da bulunsa hüküm budur. Ama her iki surette ulemanın
ihtilâfı vardır; nitekim Timurtâşî'de beyan edilmiştir.
«Sünnet yeri
kaybolursa...» ifadesi cima'ın hakikatını beyan etmektedir. Çünkü cima bunsuz
tahakkuk etmez. T.
«İnsanın iki
yolu»ndan murad, ön ve arkadaki iki pislik yoludur. Bu kelime "dübür" mânâsında
sahihtir. Muhtar kavle göre bu bilittifaktır. Valvalciyye. Çünkü kazayı şehvetle
cinayet tekâmül etmiştir. Bahır.
«Meni gelsin
gelmesin.» Kaza ve kefaret lâzım gelir. çünkü meni gelmesi, o işin kemâlidir.
Kazayı şehvet meni gelmeden tahakkuk eder ki, onunla haddi şer'î vâcip olur.
Halbuki hadd sırf bir cezadır. O halde içinde ibadet mânâsı olan kefaretin
onunla vâcip olması evleviyette kalır. Bahır.
"Gıda"dan murad,
buğday, ekmek ve et gibi azık olabilen şeylerdir. Su besleyici olmadığı halde
onun da gıdadan sayılması gıdaya yardımcı olduğu içindir. Kuhistânî.
«Şurunbulâli'nin
Haddâdi'den naklettiği» şudur ki Hâşiyesinde söylemiştir: «Beslenmenin mânâsında
ulema ihtilâf etmişlerdir. Bazısı, insan tabiatın yemeye meylettiği ve midenin
iştihasını gideren şeydir, demiş; bir takımları da faydası bedenin yararına ait
olan şeydir diye tarif etmişlerdir. Bunun faydası, bir lokmayı çiğneyip
çıkardıktan sonra onu tekrar yuttuğu zaman meydana çıkar. ikinci tarife göre o
kimseye kefaret lâzım gelir. Birinciye göre lâzım değildir. Esrar kullanmakta
bunun aksi olur. Çünkü onun bedene faydası yoktur. O halde ziyade aklını
azaltır. Ama tabiat ona meyleder ve onunla karnının iştihası gider.»
Kısaltılarak alınmıştır.
Nehir sahibi bunu
şu sözleri ile reddetmiştir: «Bu söz tahkikten uzaktır. Çünkü kabul edildiği
takdirde ulemanın "yahut ilaç olarak bir şey yiyip içmesi..." demeleri mânâsız
kalır. Muhakkık âlimlerin söylediklerine göre orucun bozulmasının mânâsı, bedene
yararlı olan bir şeyin karnına ulaşmasıdır. Bu gıdaya da, ilaca da şâmildir ki,
birinci kavle uyar. Hilâf yerini tahkik ederken münâsip olan budur.»
Ben derim ki: Bunun
hâsılı hilâfın, orucu bozmanın mânâsında olduğunu ifade eder; beslenmenin
mânâsında olduğunu ifade etmez. Lâkin Nehir sahibinin muhakkık ulemadan
naklettiği sözden, beslenmenin mânâsında hilâf olmaması lâzım gelmez. Ancak
tahkik neticesi anlaşılmıştır ki, ne beslenmenin, ne de oruç bozmanın
mânâlarında hilâf yoktur. Zira ulemanın bildirdiklerine göre kefaret ancak
sureten ve manen orucu bozmakla vâcip olur. Yemekte sureten orucun bozulması
yutmakla; manen bozulması da bedene yarayışlı olan gıda ve ilaç olması iledir.
Binaenaleyh ufak taş gibi bir şey yutmakla kefaret vâcip olmaz; çünkü bunda
yalnız sureten bozulma vardır. îğne vurulmakla da vâcip olmaz; çünkü yalnız manâ
vardır. Nitekim Hidâye sahibi ile başkaları ta'lîlini yapmışlardır. Bedâyi
sahibinin bildirdiğine göre kefaret, ağızdan gıda veya tedavi niyetiyle mideye
alınan şeyle vâcip olur. Başka yerden bedene girenle vâcip olmaz. Binaenaleyh
ceviz veya sağlam kuru badem gibi bir şey yutmakla kefaret lâzım gelmez. Çünkü
bunda yalnız sureten yemek vardır; manen yemek yoktur. Zira ufak taş "ve
çekirdek gibi bunu da yemeyi âdet edinmemiştir. Hamur veya un yemekle de kefaret
lâzım gelmez. Çünkü bunlarla beslenme ve tedavi kastedilmez. Ağaç yaprağı yerse
bakılır; âdeten yenilen şeylerden ise kefaret vâcip olur; değilse yalnız kaza
icabeder. Keza ağzından tükrük çıkar da sonra yutar veya başkasının tükrüğünü
yutarsa, yalnız kaza lâzım gelir. Çünkü bundan iğrenilir. Sevgilisinin veya
dostunun tükrüğü olursa kefaret icabeder. Nitekim bunu Hulvânî söylemiştir;
çünkü bundan iğrenmez. Ağzından lokmayı çıkarır da sonra tekrar ağzına atarsa,
Ebulleys, 'Esah kavle göre kefaret icabetmez; çünkü o lokma iğrenilir hale
gelmiştir.' demiştir. Kısaltılarak alınmıştır.
Bundan anlaşılır:
ki, ulemanın "gıda alınan şey"den muradları bedene yarayışlı olandır. Bu âdeten
ya beslenmek maksadı ile yenir, ya tedavi yahut da zevk için alınır. O halde
hamur ve un her ne kadar bedene yarasa ve gıda olsa da bu maksatta yenilmez.
Ağızdan çıkarılan lokma da öyledir. Çünkü iğrenildiği için hükmen bedene yararlı
olmaktan çıkmıştır. Nasıl ki ulema, "Bir kimsenin kusmuğu ağzına gelir de
kendiliğinden geri dönerse orucu bozulmaz; çünkü âdeten gıda olarak kullanılan
şeylerden değildir. Sevgilinin tükrüğü böyle değildir; zira ondan lezzet duyar."
demişlerdir. Nitekim Kenz sahibi bunu kitabının sonlarında söylemiştîr.
Binaenaleyh bedene yarayan şeyler hükmüne girmiştir. Sarhoş eden esrar da bunun
gibidir.
Muhit'in sözü de bu
söylediklerimizi te'yid eder. Orada bildirildiğine göre esas şudur: Kefaret, ne
zaman gıda olarak yenilen bir şeyle oruç bozulursa o zaman vâcip olur. Çünkü
kefaret, bu işten men etmek içindir" Men etmeye ise âdeten yenilen bir şeyden
vazgeçirmek için muhtaç olunur. Başka şey böyle değildir. Zira ondan çekinmek
tabiaten sabittir. Meselâ şarap içmek gibi ki içene had vurmak icabeder; çünkü
men edilmeye muhtaçtır. Sidik ve kan içmek bunun hilâfınadır. Sonra âdeten
yenilen şey, ister kasten, ister başkasına tebean yenilsin, yenilen şeylerden
sayılır. Bundan başkası yenilmeyen şeyler hükmündedir. Velev ki haddi zatında
besleyici olsun, İlaç yenilen şeyler hükmündedir. Zira onda bedene yarar vardır.
Bundan sonra Muhît
sahibi bir takım fer'î meseleler zikretmiş. Nihayet lokma hakkında şunları
söylemiştir: "Lokmayı çıkarır da tekrar iade ederse kefaret yoktur. Esah olan
budur. Çünkü o iğrenç ve tiksinilir bir hal almıştır ki, bu suretle gıda
mânâsına kusur girmiştir." Kısaltılarak alınmıştır. Lâkin bu izaha göre çiğ eti
yemekle kefaretin vâcip olması müşkil kalır; velev ki ölü eti olsun! Meğer ki
kokmuş ve kurtlanmış ola! Çünkü ben bu hususta hilâf zikreden görmedim. Halbuki
bunun iğrençliği ağızdan çıkarılan lokmadan daha çoktur. Meğer ki: "Et haddi
zâtında gıda maksadı ile bedenin yararlanması için yenir. Ağızdan çıkarılan
lokma ile hamur böyle değildir. Et kurtlanırsa iş değişir. Çünkü o zaman bedene
eziyet verir. Onunla bedene bir yarar sağlanmaz!" denilsin. Burasını izah
ederken bana zâhir olan budur. Allah'u âlem.
«Bunları kasten
yaptığı takdirde...» ifadesi ile hata eden ve zorla yaptırılan hariç kalır.
Bahır.
Ben derim ki:
Unutan da öyledir. Çünkü murad, orucu kasten bozmaktır. Unutan kimse, orucu
bozan şeyi kasten kullansa da orucu bozmayı kastetmemiştir.
METİN
Yahut kan
aldırırsa, yani kan aldırmak, sürme çekmek, kadına dokunmak ve meniyi getirmemek
şartı ile hayvana cima etmek ve dübüre parmak sokmak gibi orucu bozmaz
zannedilen bir şey yapar da orucum bozuldu zannederek kasten yerse, bütün bu
suretlerde hem kaza eder, hem kefaret verir. Çünkü bu zan, yerinde bir zan
değildir. Hattâ kendisine, sözüne güvenilir bir müftî fetva verir yahut bir
hadis işitir de te'vilini bilemezse kefaret vermez; zira şüphe vardır. Velev ki
müftî hata etmiş ve hadis sabit olmamış olsun. Yalnız yağlanmada iş değişir.
İZAH
«Yani kan aldırmak
ilh...» cümlesi ile Şârih hükmün yalnız kan aldırmaya mahsus olmadığına işaret
etmiştir. T.
«Orucu bozmaz
zannedilen» kaydı ile, bozar zannedilen fiilden ihtiraz etmiştir. Nasıl ki
unutarak yer veya cima eder; yahut ihtilam olur veya bakmakla menisi gelir yahut
kusacağı kalkar da orucum bozuldu zannederek kasten yerse, kefaret lâzım gelmez.
Çünkü şüphe vardır. Nitekim yukarıda geçti.
«Menîyi getirmemek
şartı ile...» meniyi getirirse kasten yemekle kefaret lâzım gelmez. Çünkü orucu
bozulduktan sonra yemiştir. T.
«Parmak sokmak»tan
murad, evvelce geçtiği vecihle kuru parmaktır. H. Yaş parmağını sokarsa yine
kefaret yoktur. Çünkü ıslaklıkla orucunun bozulduğu tahakkuk ettikten sonra
yemiştir. T.
«Bütün bu
suretlerde...» Yani "cima eder de sünnet yeri kaybolursa..." diye başlayarak
anlattığı suretlerin hepsinde kaza ve kefaret lazım gelir. Kaza ve kefaretin ne
zaman vâcip olacağını beyan etmemesi, bunların hemen değil, mühletle vâcip
olacağını bildirmek içindir. Nitekim îmam Muhammed'in kavli budur. Ebû Yusuf
derhal vâcip olduğunu söylemiştir. Ebû Hanife'den bu hususta iki rivayet vardır.
Nitekim Timurtâşî'de beyan edilmiştir. Bazıları iki ramazan arasında vâcip
olacağını söylemişlerdir. Kerhî: "birinci kavil sahihtir" demiştir. Keza o
kimsenin nâfile oruç tutması da mekruh değildir. Nitekim Zâhidî'de
beyanolunmuştur. Kazayı evvel zikretmesî, onu kefaretten önce tutmak gerektiğini
bildirmek içindir. Günleri aralıksız birbiri ardınca tutmak müstehaptır. Nitekim
Hidâye'de bildirilmiştir. Kuhistânî, "Hattâ sözüne güvenilir bir müftî fetva
verirse" cümlesi, "bu zan yerinde bir zan değildir" cümlesinin mefhumu muhalifi
üzerine getirilmiş fer'î bir meseledir. Yani zan yerinde olmuş olsa, kefaret
yoktur. Hattâ kendisine bîr müftî fetva verirse kefaret lâzım gelmez
mânâsınadır.
«Sözüne güvenilir
müftî»ye misal, kan aldırmanın orucu bozduğuna kail olan bir Hambelî'dir. İmdâd.
Bahır sahibi diyor ki: «Çünkü avamdan birinin fetvasına güvendiği bir âlimi
taklit etmesi vâciptir.» Bundan sonra sözüne devamla; «Bundan anlaşılır ki
avamdan birinin mezhebi, müftîsinin mezhebidir.» demiş; hiçbir mezheple
kayıtlanmamıştır. Onun için Fetih sahibi, «Avamdan biri hakkında hüküm,
müftîsinin hükmüdür.» demiştir. Nihâye'de, «Müftînin, kendisinden fıkıh dersi
alınacak kimselerden olması, o beldede fetvasına güvenilmesi şarttır. O zaman
fetvası bir şüphe olur. Başkasının fetvası muteber değildir.» denilmiştir.
Bundan anlaşılır ki "güvenilir" kelimesi - burda olduğu gibi - meçhul
kullanılacaktır. Binaenaleyh sadece fetva soranın güvenmesi kâfi değildir. Anla!
«Yahut bir hadis
işîtir...» Meselâ, "Kan alanın da, aldıranın da orucu bozulmuştur." hadisini
işitmiş olur da kasten yerse, yalnız kaza lâzım gelir. Ama bu İmam Muhammed'e
göredir. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in sözü, müftînin sözünden daha kuvvetlidir.
Binaenaleyh bir şüphe meydana getirmesi evleviyette kalır. İmam Ebû Yusuf'tan
bunun hilâfı rivayet olunmuştur. Zira avamdan olan bir kimseye, fukahaya uymak
düşer. Onun hakkında hadisleri bilmeye yol yoktur. Zeylâi.
«Te'vilini
bilmezse, kefaret icabetmez.» Fakat bilir de yine yerse kefâret vâcip olur.
Çünkü şüphe kalmamıştır. Evzaî'nin, "orucu bozulur" demesi şüphe doğurmaz; çünkü
kıyasa aykırıdır; hem yiyenin hadisin müevvel olduğunu bildiğini farz ediyordu.
Bu hadis mensuhtur diye te'vil olunmuştur. Yahut Peygamber (s.a.v.)'in
oruçlarının bozulduğunu söylediği o iki kişi gıybet ediyorlardı. Meselenin
tamamı Fetih'tedir. İkinci te'vile göre murad, orucun sevabının gitmesidir.
Nitekim gelecektir.
«Ve hadis sabit
olmamış olsun.» Burada murad, kan aldırma hadisinden başkasıdır; çünkü o sahih
ve sabittir. Gıybetçinin orucunun bozulacağını bildiren bütün hadisler ise
uydurmadır. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Yine Fetih'te Bedâyi'den naklen
şöyle denilmektedir: "Bir kadına dokunur veya şehvetle öperse yahut onunla yatar
da menisi gelmezse, fakat o kimse orucum bozuldu zannederek kasten yerse,
kefâret vermesi icabeder. Meğer ki bir hadisi te'vil etmiş veya iki fâkihten
fetva almış da iftar etmiş ola. Bu takdirde ona kefaret lâzım gelmez. Velev ki
fâkih hata etmiş ve hadis sabit olmamış bulunsun! çünkü fetvanın zâhiri vehadis,
bir şüphe itibar edilir."
«Yalnız yağlanmada
iş değişir.» ifadesi "kefâret vermez" sözünden istisnadır. Yani yağlanır da
sonra yerse kefâret verir. Çünkü kasten yemiş ve hiçbir şer'î delile
dayanmamıştır. Zira burada bir fâkihin fetvasına veya kendinin hadisi te'vil
etmesine bakılmaz. Bu, fıkıhtan az çok nasibi olan bir kimsenin şüphe etmeyeceği
şeylerdendir. Bunu Kemal Bedâyi'den nakletmiştir. Lâkin bu söz Hâniyye'nin
sözüne aykırıdır. Orada şöyle denilmektedir: «Sürme çekinen veya yağlanan yahut
bıyıklarını yağlayan ve sonra kasten bir şey yiyen kimseye kefâret lâzım gelir.
Ancak cahil olur da kendisine ' yiyebilirsin ' diye fetva verilirse o başka!»
İmdâd sahibi diyor ki: «Bu izaha göre bizim 'meğer ki kendisine bir fâkih fetva
vermiş ola' sözümüz, bıyığı yağlama meselesine şâmil olur.» Görüyorsun ki o
istisna yapılmamasını tercih ediyor. Evlâ olan Şârih'in bunu terk etmesi idi. H.
Ben derim ki: Lâkin
Hâniyye ve diğer kitaplardan gıybet hakkında naklettiklerimiz, Bedâyi'nin sözünü
te'yîd etmektedir.