03 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR...ORUÇ TUTMAMAYI MÜBAH KILAN ÂRIZALAR


METİN
Musannıf bunlardan beşini zikretmiştir. Kalanlar zorlama, helâk korkusu veya akıl noksanlığıdır. Velev şiddetli susuzluk veya açlık sebebi ile olsun. Bir de yılan sokmasıdır.
İZAH
Burada ârızadan murad, insana oruç tutmamayı mübah kılan bir hal meydana gelmesidir. Nitekim Şârih'in sözü de buna işaret etmektedir. Bedâyi'de "orucu ıskat eden ârızalar" denilmiştir. Musannıf'ın böyle demekten vazgeçmesi, Nehir sahibi itiraz ettiği içindir. Nehir sahibi: "Bu tabir sefere şâmil değildir. Çünkü sefer oruç tutmamayı mübah kılmaz. O sadece oruca başlamamayı mübah kılar. İhtiyarlık dolayısı ile oruç tutmamanın mübah olması da böyledir." demiştir. Fakat söz götürdüğü meydandadır.
«Beşini zikretmiştir.» Bunlar, sefer, gebelik, çocuk emzirmek, hastalık ve ihtiyarlıktır. Mecmuu dokuz eder ki ben onları şu kıta ile nazma çektim: "Kişiye bazen oruç affedilen ârızalar dokuzdur; yazılır." "Gebelik, emzirme, zorlama, sefer, hastalık, açlık, susuzluk, cihad, ihtiyarlık."
«Kalanlar, zorlama...» İkrah bahsinde beyan ettiğine göre, bir kimse lâşe, kan veya domuz eti yemeye yahut şarap içmeye, hapis, dövme veya bağlama gibi muztar bırakmayan bir sebeple zorlanırsa, o işi yapması helâl olmaz; fakat öldürmek, uzuv kesmek veya şiddetli dövmek gibi muztar bırakan bir şeyle zorlanırsa, o işi yapması helâl olur. şayet sabreder de öldürülürse günahkâr olur. Küfertmek için muztar bırakan bir şeyle zorlanırsa, kalbi îmanla mutmain olmak şartı ile küfür kelimesini söyleyebilir. Ama sabreder de öldürülürse sevap kazanır. Allah Teâlâ'nın sair hakları da böyledir. Oruç ve namaz bozmak Harem-i şerif'in avını öldürmek, ihramlı iken öldürmek ve farziyeti kitapla sabit olan her şey gibi...
Birincide sabrettiği takdirde günâhkâr olması, bu sayılanlar zaruret halinde haram olmaktan istisna edildiği içindir. Haramdan istisna edilen şey helaldir. Küfür kelimesini söylemek böyle değildir. Çünkü onun haramlığı kalkmış değildir; sadece günah sâkıt olmak için ruhsat verilmiştir. Onun için Bahır sahibi burada Bedâyi'den naklen hasta veya yolcu iken orucunu bozmaya zorlanan kimse ile sağlam ve mukim arasında fark yapmış; "Birincide o işi yapmaz da öldürülürse günahkâr olur; ikincide günahkâr olmaz," demiştir.
«Helâk korkusu...» Çalışmaktan bitâp düşen ve oruç tutarsa helak olacağından korkan câriye gibi. Hükümet müteahhidi tarafından sıcak günlerde acele işte çalıştırılan da helâk olacağından veya aklının azalacağından korkarsa câriye gibidir. Hulâsa'da beyan edildiğine göre, bir gâzi düşmanla ramazanda harbedeceğini ve zayıf düşeceğini yüzde yüz bilirse oruç tutmayabilir. Nehir.
«Bir de yılan sokmasıdır» Yani kendisini yılan sokan kimse faydalı bir ilâç içebilir.
METİN
Şer'an sefer mesafesi bir yere giden yolcu velev günah sebebi ile gitsin, zann-ı gâlip ile kendi hayatından veya çocuğunun hayatından korkan hâmile; yahut - zâhir rivayete göre anne olsun süt ana olsun - emzikli kadın oruç tutmayabilirler. Behensî Kemâl'e tabi olarak bunu "Emzirmek için taayyün ederse" diye kayıtlamıştır. Hastalığının artacağından korkan hasta; hastalanacağından korkan sağlam; bir alamet görerek zann-ı galiple veya tecrübeyle yahut müslüman, kâmil hali gizli bir doktorun sözü ile zayıf düşeceğinden korkan hizmetçi kadın da oruç tutmayabilirler. Nehir sahibi Bahır'a uyarak, bir ibadeti ifsat olmayan yerde kâfir doktorla tedavi görmenin caiz olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki! Bu, söz götürür. Çünkü onlarca bir müslümana nasihat vermek küfürdür. O halde onlardan nasıl tedavi görülebilir!
İZAH
«Şer'an sefer mesafesi» namazların kısaltıldığı üç gün üç gecelik yoldur. "Velev günah sebebi ile gitsin." (Meselâ sahibinden kaçan kölenin yolculuğu günah sebebi iledir. Zira beraberindeki çirkinlik, seferi meşrû olmaktan çıkarmaz. Nitekim Şârih bunu yolcunun namazında anlatmıştı. T.
«Anne olsun, süt ana olsun...» Annenin çocuğunu emzirmesi diyaneten mutlak surette, kazaen ise baba fakir olduğu yahut çocuk başkasının memesini almadığı zaman vâcip olur. Süt ananın emzirmesi akit sebebi ile vâciptir. Bu ifade ile Zahîre'nin iddiası defedilmiş olur. Orada, "Emzirenden murad, anne değil, süt anadır. Çünkü baba ücretle anneden başkasını tutar." denilmiştir. Bahir. Fetih'te de buna benzer bir ifade vardır. Zâhîre'nin sözünü Zeylâî dahi Kudûrî'nin ve başkalarının şu sözü ile reddetmiştir: «Anne ile süt ana kendi hayatlarından veya çocuklarının hayatından korkarlarsa oruç tutmayabilirler.» Çünkü ücretle tutulan kadının çocuğu yoktur. (Burada maksat onun emzirdiği çocuktur.) Gerçi "emzirdiği çocuk onun süt çocuğudur." diyenler olmuşsa da, Nehir sahibi bu sözü reddederek "Bu söz ancak emzirmişse tamamdır. Fakat hüküm bundan umumidir. Zira bu kadın mücerret akitle çocuğun hayatından korksa oruç tutmayabilir." demiştir. Ebussuûd'un ifadesine göre akit ramazanda bile olsa, o kadına orucu bırakmak helâl olur. Nitekim Bercendî'de de böyle denilmiştir. Sadruşşeria buna muhalefetle helâl olmayı, "ramazandan önce ise" diye kayıtlamıştır.
«Zann-ı gâlip ile...» beyanı az ileride gelecektir. "Veya çocuğunun hayatından korkarsa..." ifadesinden anlaşılan, emzirenin anne olmasıdır. Nitekim gördüm. Çünkü çocuk hakikatta onundur. Emzirmek ona diyaneten vâciptir. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir. Yani taayyün etmezse hüküm budur; taayyün ederse kazaen de emzirmesi vâcip olur. Şu halde süt anayaşümulü ilhâk (katma) yolu iledir. Zira akitle onun emzirmesi de vâciptir.
«Behensi, "emzirmek için taayyün ederse" diye kayıtlamıştır.» Bu
ifade yukarıda geçtiği vecihle Zahîre'nin sözüne göredir. Çünkü onun hâsılı şudur: Emzirenden murad, süt anadır; zira emzirmek ona vâciptir. Emzirmek için anne taayyün ederse, o da süt ana gibi olur. Meselâ çocuk annesinden başkasının memesini almayıverir; yahut baba fakir olur. Bu takdirde annenin emzirmesi vâcip olur. Ama gördün ki zâhir rivayet bunun aksinedir; taayyün etmese bile diyaneten doğurduğu çocuğu emzirmesi vâciptir.
«Hastalığının artmasından...» veya geç iyileşmesinden yahut bir uzvun bozulmasından - Bahır - veya göz ağrısından, yaradan, ağrıdan ve başkasından korkarsa oruç tutmayabilir. Hasta bakıcı da bunun gibidir. Kuhistâni. T. Yani hastalara o bakar da, oruç tuttuğu takdirde vazifesini yapamadığı için hastalar zayi ve helâk olacaklarsa, tutmayabilir demek istiyor.
«Hastalanacağından korkan sağlam...» zann-ı gâlip ile korkarsa oruç tutmayabilir. Nitekim gelecektir. Şu halde Mecma şerhi'nin "orucu bırakamaz" sözü, korkudan mücerret vehim kastedildiğine yorumlanmıştır Nitekim Bahır'la, Şurunbulâliyye'de beyan edilmiştir.
«Hizmetçi kadın da oruç tutmayabilir.» Kuhistâni'de Hızane'den naklen şöyle denilmiştir: «Hür hizmetçi veya köle yahut dereyi tıkamaya veya kiralamaya giden biri, sıcağın şiddetinden helâk olacağından korkarsa, hamur yoğurmaktan veya elbise yıkamaktan zayıf düşen hurre veya câriye gibi oruç tutmayabilir.» T. "Tecrübe ile" Velev ki hastadan başkası yapmış olsun. Yeter ki hastalıkları bir olsun. T.
«Müslüman, kâmil, hâli gizli bir doktorun sözü ile...» Kâfirin sözüne ise güven olmaz. Çünkü maksadı ibadeti bozmak olabilir. Meselâ teyemmümle namaza başlayan bir müslüman, kâfirin su vadetmesi ile namazını bozamaz. Bahır. Kâmilden murad, tıp ilminde yeterli bilgisi olan doktordur. Az bilgisi olanın sözüne uymak caiz değildir.
«Hâli gizli» bazılarına göre âdil olması şarttır. Zeylâî kesinlikle buna kaildir. Ama Bahır'la Nehir'in sözlerinden anlaşılan bu kavlin zayıf olduğudur. T.
Ben derim ki: Bu şartları haiz olmayan bir doktorun sözü ile amel eder de orucunu bozarsa, zâhire göre kefaret lâzım gelir. Nitekim alâmetsiz ve tecrübesiz orucunu bozsa, galebe-i zan bulunmadığı için kefaret lâzımdır. Halk bundan gâfildir.
«Onlardan nasıl tedavi görülebilîr?» Bu sual nefî mânâsınadır. Halebî diyor ki: «Bunu bizim üstadımız Allâme Suyûtî'nin "Ed-Dürrü'l-Mensûr" adlı eserinden naklettiği, bir kâfir müslümanla baş başa kalırsa mutlaka onu öldürmeye azmeder; hadisiyle te'yîd etti.»,
METİN
Bahır'da Zahîriyye'den naklen "Eğer sahibi farzları eda etmekten âciz bırakıyorsa, câriye, sahibinin emrine imtisal etmeyebilir. Çünkü farzlar hususunda câriye asıl hürriyet üzerindebırakılmıştır." denilmiştir. Yalnız ileride geleceği gibi, sefer müstesnadır. Bunların ellerinden geldiği kadar oruçlarını fidyesiz ve tetabü'süz olarak kaza etmeleri lâzımdır. Çünkü orucun kazası mühletlidir. Onun için de kazadan önce nâfile oruç caizdir. Namazın kazası böyle değildir. şayet ikinci ramazan gelirse, edayı kazadan evvel yapar. Fidye lâzım gelmez. Sebebi yukarıda geçti. Şâfiî buna muhaliftir. Zarar vermezse, yolcunun oruç tutması menduptur. Çünkü âyette "oruç tutmanız hayırlıdır" buyrulmuştur. "Hayır' "iyilik mânâsınadır; ismi tafdîl değildir. Kendisine veya arkadaşına oruç meşakkat verirse, cemaata uymak için oruç tutmamak efdaldir. Bu zikredilenler, bu özrün içinde ölürlerse fidye verilmesini vasiyyet etmeleri gerekmez. Çünkü başka günlere erişmemişlerdir.
İZAH
«Emrine imtisâl etmeyebilir.» Yani bu hususta sahibinin emrini yapması vâcip değildir. Nitekim namaz vakti daralsa, evvelâ Allah Teâlâ'ya ibadet eder. Bunun muktezası, sahibine itaat eder de orucunu bozarsa, kefaret vermesi icabeder; demektir. Şârih'in yaptığı ta'lîl de bunu ifade eder. Bu bâbdan az evvel bunun benzerini söylemiştik.
«Yalnız sefer müstesnadır.» Bu istisna, umum özürdendir. Çünkü sefer, özür gününde orucu bozmayı mübah kılmaz.
«İleride geleceği gibi» ifadesinden murad, metindeki "Mukim bir kimsenin, içerisinde yola çıktığı ramazan gününü tamamlaması vâciptir." ifadesidir. H.
«Bunların...» yani zikredilen kimselerin, hattâ hamile ile emziklinin, "Ellerinden geldiği kadar oruçlarını fidyesiz ve tetâbü'süz kaza etmeleri lâzımdır." 'Fidyesiz' demekle Musannıf İmam Şâfiî'nin mühalefetine işaret etmiştir. Ona göre her gün için hem kaza, hem de bir müdd (260 dirhem) buğday vermek icabeder. Nitekim Bedâyi'de zikredilmiştir. Tetâbü, peşi peşine demektir. Teâlâ Hazretleri mutlak olarak "başka günlerde tutulacak" buyurduğu için tetâbü şart değildir. Ramazanın edasında tetâbü'ün şart olduğunda ise hilâf yoktur. Nasıl ki tetâbü şart kılınmayan yerde yine tetâbü'ye riayetin mendup olduğunda da hilâf yoktur. Bunun tamamı Nehir'dedir.
«Kazadan önce nâfile caizdir.» Kaza hemen vâcip olsa idi, ondan önce nâfile oruç mekruh olurdu; zira vâcibi vaktinden geciktirmiş olurdu. Bahır.
«Namazın kazası böyle değildir.» Yani o hemen derhal vâciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), «Her kim uyuyarak veya unutarak bir namazı geçirirse, onu hatırladığı zaman hemen kılsın!» buyurmuştur. Zira ceza şarttan gecikemez. Ebussuud. Nehir sahibi, "Zâhirine bakılırsa, üzerinde kaza namazı olan bir kimsenin nâfile kılması mekruhtur: Ama ben bunu görmedim." diyor.
Ben derim ki: Geçmiş namazların kazası bahsinde biz bunun mekruh olduğunu söylemiştik. Yalnız beş vaktin sünnetleri ile regâipte mekruh değildir. Oraya müracaat oluna! T.
«Edayı kazadan evvel yapar» Yani böyle yapması gerekir. Yoksa kazayı öne alsa yine eda olur; nitekim geçmişti. Nehir.
Ben derim ki: Hattâ zâhire göre evvelâ eda vâciptir. Zira oruç bahsinin başında geçmişti ki, bir kimse ramazanda nâfileye veya başka bir vâcibe niyet ederse, küfründen korkulur.
«Sebebi yukarıda geçti.» Yani o mühletli meşru olmuştur.
«şafiî buna muhaliftir.» Ona göre her günün kazası ile birlikte bir fakiri doyurmak lâzımdır. H.
«İsmi tafdîl değildir.» (Yani "hayırlıdır" kelimesi "daha hayırlıdır" mânâsına değildir.) Çünkü bu mânâya alınırsa, o gün oruç tutmamanın hayırlı olmasını iktiza eder. Halbuki hayırlı değil, sadece mübahtır. Yalnız burada şöyle denilebilir: Hadiste vârit olduğuna göre, Allah Teâlâ farzlarının yapılmasını sevdiği gibi ruhsatlarının yapılmasını da sever. Allah'ın sevmesi sevaba dönüşür. Binaenaleyh tutmamak ruhsatında da sevap vardır. Lâkin azîmetin sevabı daha çoktur. Bu hadisi, ruhsatı kabul etmeyene yorumlamak da mümkündür. T.
«Zarar vermezse...» Yani helâk korkusu olmayan bir zarar vermezse, oruç tutması menduptur. Helâk korkusu olan bir zarar verirse, orucu bırakması vâcip olur. Bahır.
«Kendisine veya arkadaşına oruç meşakkat verirse...» ifadesinde "zarar'dan muradın, mutlak meşakkat olduğuna; zararın bedene mahsus olmadığına işaret vardır. 'Arkadaş' kelimesi cins ismidir. Bire de, fazlaya da şâmildir. Bazı nüshalarda "arkadaşlarına" denilmiştir. Bütün arkadaşları veya ekserisi oruçsuz olur; yiyecekleri de ortak bulunursa, orucu bırakması efdal olur. Nitekim Hulâsa'da ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir.
«Cemaata uymak için...» Zira bir kişinin yiyeceğini ayırmak veya o kişinin kendilerine uymaması onların gücüne gider.
«Bu özrün içinde ölürlerse...» cümlesinden, bütün zikri geçenlerin; hattâ hâmile ile emziklinin bile kastedildiği zâhirdir. Fakat başka metîn sahiplerinin yaptıklarından anlaşılan, bu hükmün yalnız hasta ile yolcuya mahsus olmasıdır. Bahır sahibi diyor ki: «Ben hâmile ile emziklinin de bu hükümde olduklarını görmedim. Lâkin Bedâyi sahibinin "Kazanıın şartlarından biri, kazaya kudreti olmaktır." sözünün umumu bunlara da şâmildir. Şu halde birkaç gün için korku kalmazsa, o miktarı onların da kaza etmeleri lazım gelir. Hattâ hususiyet yoktur. Her kim bir özürden dolayı oruç tutmaz da o özür kalkmadan ölürse, ona hiçbir şey lâzım gelmez. Şu halde zorla bozdurulanla sekiz kısım bunda dahildir.» Bu satırlar kısaltılarak Rahmetî'den alınmıştır.
«Çünkü başka günlere erişmemişlerdir.» Binaenaleyh onlara kaza lâzım gelmez. Vasiyetin vâcip olması, kaza lâzım gelmesinin fer'idir. Vasiyyet de ancak malı olduğu zaman vâciptir. Nitekim Mültekâ Şerhi'nde böyledir. T.
METİN
Şayet özür kalktıktan sonra ölürlerse, başka günlerden erişebildikleri miktarınca vasiyyet etmeleri vâcip olur. Kasten orucunu bozana ise kefaret vâcip olması evlevîyette kalır. Ölenin yerine onun malında tasarrufta bulunan velisinin fidye vermesi lâzım gelir. Fidye, miktarınca fitre gibidir ve orucun kazasına kudreti olup öldüğü için bunu yapamadığı zaman verilir. Eğer on günü kazaya kalır da, bunun beşini kazaya kudreti oldu ise, sadece beş günlük fidye verir. Fidye, vasiyyetinin üçte birinden verilir. Fakat, bu, mirasçısı olduğuna göredir. Aksi takdirde bütün malından verilir. Kuhistânî.
İZAH
«Erişebildikleri miktarınca...» sözünden, oruç yasak edilen günleri istisna etmek gerekir. Zira ileride göreceğiz ki, o günlerde vâcip orucun edası caiz değildir. Kuhistânî. Ama şöyle denilebilir: İstisnaya hacet yoktur. Çünkü o kimse bu günlerde şer'an kazaya kaadir değildir. Bilâkis o günlerde sefer ve hastalık günlerinden daha âcizdir. Çünkü sefer ve hastalık günlerinde oruç tutmuş olsa geçerli sayılır; yasak günlerde tutarsa geçersizdir. Rahmetî.
«Kasten orucunu bozana ise kefaret vâcip olması evleviyette kalır.»
Bu ifade Kuhistânî'nin sözüne reddiyedir. O, "özürle kayıtlamak, geçersizliği ifade eder" demiştir. Lakin bundan sonra Müstesfâ'nın baş tarafında, geçerli olacağına delâlet eden sözler söylemiştir.
Ben derim ki: Evlâ olmasının vechi şudur: Bir özürden dolayı orucunu bozarsa, üzerine vasiyyet vâcip oluyor; boş bırakılmıyor; özrü yokken elbette evleviyetle vâcip olur. Rahmetî diyor ki: "Bunun kaza edebileceği bir zamana erişmesi de şart değildir. Çünkü eda etmesi elinde idi. O bunu özürsüz elinden kaçırdı."
«Velisinin fidye vermesi lâzım gelir.» Vasiyyeti varsa, malının üçte birinden fidye vermesi velisine vâcip olur. Vasiyyeti yoksa vâcip değil sadece caiz olur. Sirâc sahibi diyor ki: "Zekât da buna kıyas edilir ve vasiyyet etmedikçe mirasçının onun namına zekât vermesi lâzım gelmez. Meğer ki mirasçı kendinden teberru ede!"
«Fidye, miktarca fitre gibidir.» Teşbih, miktar yönündendir. Çünkü burada temlik şart değildir; sadece ibâha (yani mübah kılmak) kâfidir. Fitrede böyle değildir. (Onda temlik şarttır.) Keza fidye, cins ve kıymetinin verilmesi caiz olması yönünden de fitre gibidir. Kuhistânî diyor ki: "Sözünün mutlak olması, bir fakire toptan vermesinin caiz olduğunu gösteriyor. Sayı ve miktar şart koşmamıştır. Lâkin fakire, yarım sâ'dan az verirse sayılmaz. Bununla fetva verilir." Yani yukarıda geçtiği vecihle, bir kavle göre fitre bunun hilâfınadır.
«Eğer on günü kazaya kalır...» cümlesi, "erişebildikleri miktarınca" sözü üzerine tefrî edilen bir meseledir. Zira o cümlede Şârih, sadece yetiştiği günler için fidye vereceğine, yetişemediği günler için fidye lâzım gelmediğine işaret ediyor. Bir de Tahâvî'nin "Bu söz İmam Muhammed'indir. Şeyhayn'a göre bir gün oruca kaadir oldu mu bütün ayın fidyesini vasiyyet ve bunu yerine getirmek vâcip olur." şeklindeki ifadesini redde, işaret etmektedir. Zira hilâf yalnız nezir hakkındadır. Nitekim beyanı bu bâbın sonunda gelecektir. Burada ise yalnız kudretine göre vâcip olduğunda hilâf yoktur. Nitekim Hidâye ve diğer kitaplarda buna tembih olunmuştur.
«Fidye vasiyyetin üçte birinden verilir.» Yani ölenin techîzü tekfininden ve kul borçlarını ödedikten sonra, malının üçte birinden verilir. Şayet fidye üçte birden çok tutarsa, ancak mirasçının rızası ile verilebilir.
«Fakat bu...» Yani yalnız üçte birden vermek, mirasçısı olup da fazla verilmesine razı olmadığına göredir.
«Aksi takdirde» yani mirasçısı olmaz da fidye bütün malı kaplarsa bütününden verilir. Çünkü fazlasını vermemek, mirasçının hakkı içindi. Mirasçı olmayınca, vermemek de olmaz. Nitekim mirasçı bulunur da razı olursa verilir. Keza karı-kocadan biri gibi red sahiplerinden olmayan mirasçısı bulunursa, hakkını aldıktan sonra fazlası fidyeye verilir. Nitekim kitabın sonunda gelecektir inşaallah!
METİN
Vasiyyet etmez de velisi kendinden teberruda bulunursa, inşaallah caiz olur. Sevabı da velinindir. İhtiyâr. Ölen namına veli oruç tutar veya namaz kılarsa caiz olmaz. Çünkü Nesâî'nin tahrîc ettiği bir hadiste, "Hiçbir kimse başkası namına oruç tutamaz; ve hiçbir kimse başkası namına namaz kılamaz; lâkin onun yerine velisi yiyecek verir." buyrulmuştur.
İZAH
«Caiz olur.» sözü ile, fidye yerini tutacak sadaka olduğunu kastedersek ne âla! Fakat bundan kusur işlemekte ısrar ede ede ölen o kimsenin vasiyyet vâcibinin sükutu kastedilirse bir mânâsı kalmaz. Bu hususta rivayet edilen haberle; te'vîl edilmişlerdir. Bunu Müctebâ'dan naklen İsmail söylemişti.
Ben derim ki: Üzerinde geciktirme günahı kalsa da, bu cevazdan âhirette o kimseden oruç mesuliyetinin düşmesini istemeye bir mâni yoktur. Nasıl ki borcu olup da ölünceye kadar uzatır da onun namına vasisi veya başka biri ödese mesuliyetten kurtulur. Şârih'in bu cevazı Allah'ın dilemesine bağlaması da bunu te'yîd eder. Keza Musannıf'ın, başkaları gibi "Onun namına veli oruç tutar veya namaz kılarsa caiz olmaz." demesi de öyledir. Çünkü bu sözün mânâsı, ölen kimse namına kaza caiz değildir; demektir. Aksi takdirde oruç ve namazın sevabını ölene bağışlamak caizdir. Bundan anlaşılır ki "caiz olur" sözü, "ölenin borcu namına caiz olur" mânâsınadır. Tâ ki mukabele güzel olsun!
«İnşaallah.» kelimesi, bazılarına göre caiz olmaya değil, diğer ibadetlerde olduğu gibi kabule râcî'dir. Fakat bu doğru değildir. İmam Muhammed (r.) şeyh-i fâninin (geçkin ihtiyarın) fidyesi meselesinde kesin hüküm vermiş; fakat ona ilhak edilenler hakkında "inşaallah" diyerek hükmü Allah'ın dilemesine bağlamıştır. Meselâ özürden veya başka sebepten dolayı bir kimse oruç tutmaz da pîr-i fâni olursa, onun hakkında inşaallah fidye yeter" demiştir. Keza bir kimse özür sebebi ile ramazan orucunu tutmaz da kazasını ihmal ederek ölürse, onun hakkında da "inşaallah" tabirini kullanmıştır. Çünkü bu hususta Etkaanî'nin de dediği gibi nâs yoktur. Yine bundan dolayı İmam Muhammed namaz fidyesi hakkında "inşaallah" tabirini kullanmıştır.
Fetih sahibi şunları söylemiştir: «Ulemanın istihsanı ile namaz da oruç gibidir. Bunun vechi şudur; Oruçla yiyecek vermek arasında şer'an benzerlik sabit olmuştur. Namazla oruç arasında da benzerlik sabittir. Bir şeyin denginin dengi, o şeyin dengi olabilir. Bu takdirde yiyecek vermek (fakir doyurmak) vâcip olur. Denklik olmadığı takdir edilirse, yiyecek vermek vâcip olmaz. Fakat ihtiyat vâciptir demektir. Eğer vâki denkliğin sübutu ise maksat hasıl oldu demektir. Yani borç sâkıt olmuştur. Vâki bunun aksi ise, yeni bir hayır işlenmiş olur ki, günahları gidermeye elverişlidir. Onun için îmam Muhammed bu hususta kesin hüküm vermeyip "Kâfi gelir inşaallah" demiştir. Nitekim mirasçının fakir doyurmak sureti ile yaptığı teberru hakkında da aynı sözü söylemiştir. Ölenin orucu için fidye verilmesini vasiyyet etmesi bunun hilâfınadır. Onun hakkında "kâfidir" diye kesin söylemiştir.»
«Sevabı da velinindir. İhtiyâr»
Ben derim ki: Benim İhtiyâr'da gördüğüm şöyledir: "Vasiyet etmezse, mirasçılara yiyecek vermek vâcip olmaz. Çünkü bu bir ibadettir. Onun emri olmaksızın ödenmez. Ama öderlerse caiz olur. Onun için de sevap olur." Şüphesiz ki buradaki "onun" zamiri, ölene aittir. Anlaşılan budur. Çünkü vasi ancak ölen için tasadduk etmiştir. Kendisi için bir şey yapmamıştır. Binaenaleyh sevabı da ölenin olur. Zira Hidâye'de açıklandığına göre namaz, oruç, sadaka veya başka bir şey olsun, insan, amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir. Nitekim başkası namına hac bahsinde gelecektir. Biz bu hususta cenazeler bahsinde şehit bâbından az önce söz etmiştik. Oraya müracaatla bunu hatırla! Evet, orada demiştik ki: Bir kimse başkası namına tasadduk ederse, ecrinden bir şey eksilmez.
«Nesâî'nin tahrîc ettiği» hadis İbn-î Abbâs'a mevkuftur. Fakat Buhârî ile Müslim'de yine İbn-i Abbâs'tan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: «Peygamber (s.a.v.)'e bir adam gelerek; "Annem, üzerinde bir ay oruç borcu olduğu halde öldü. Onun namına bunu ben kaza edebilir miyim?" dedi. Rasulullah (s.a.v.) "Annenin borcu olsa onun namına ödermiydin?" diye sordu. Adam, "evet" dedi. "O halde Allah borcu ödemeye daha lâyıktır." buyurdular.» Fakat bu hadis mensuhtur. Çünkü ravînin rivayetine aykırı fetva vermesi, nesheden hadisi rivayeti gibidir. İmam Mâlik, "Ben Medine'de Sahabe ve Tâbiîn'den hiçbirinin başkası namına oruç tutmayı, namaz kılmayı emrettiğini işitmedim." demiştir. Bu da neshi te'yîd etmektedir ki, şeriat böyle karar kılmıştır. Tamamı Fetih'te ve Nikâye Şerhi'ndedir.
METİN
Keza velisi ölen namına, köle âzâdı değil de, yiyecek ve elbise olarak yemin veya kâtil kefareti teberru ederse caiz olur. Köle âzad etse olmaz; çünkü bundan ölenin rızası olmadan ona velâ (hükmen yakınlık) ilzâmı vardır.
İZAH
«Yemin veya kâtil kefareti teberru ederse caiz olur.» Zeylâî, Dürer, Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Şurunbulâliyye sahibi şöyle diyor: «Ben derim ki: Mirasçının kâtil kefaretinde hiçbir teberruu sahih değildir, Çünkü onda baştan vâcip olan, mü'min bir köle âzâdıdır. Zeylâî'nin dediği gibi mirasçının onun namına köle âzâd etmesi sahih değildir. Burada oruç âzâd etmenin bedelidir. Âzâdda fidye sahih değildir. Nitekim gelecektir. Kâtil kefaretinde yiyecek ve elbise yoktur. Binaenaleyh bunlarda kâtil kefaretini yemin kefaretine ortak etmek hatadır.» Azmiyye'de de buna benzer sözler vardır. AIIâme Aksarayî - Ebussuûd'un da Miskin Hâşiyesi'nde naklettiği gibi - buna şöyle cevap vermiştir: "Bu zevâtın kâtilden muradları, av öldürmektir. İnsan öldürmek değildir. Zira onda yiyecek verme yoktur."
Ben derim ki: Buna da şöyle itiraz edilebilir: Av öldürmede oruç asıl değildir; o bedeldîr. Çünkü orada vâcip olan avın kıymeti ile Harem'de kesilecek bir hedy kurbanı satın almak yahut her fakire yarım sâ' (520 dirhem) yiyecek zahîre tasadduk etmek yahut her yarım sâ' için bir gün oruç tutmaktır. Anla! Yine derim ki: Bazen hayatta iken verilen fidye ile öldükten sonra verilen fidye arasında fark yapılır. Buna delil, Nesefî'nin Kâfî'sindeki şu ifadedir: "Üzerinde yemin veya kâtil kefareti olan bir fakir oruç tutmaktan âciz kalırsa fidye caiz olmaz; bu kurban kesmekten ve oruç tutmaktan âciz kalan temettü hacısı gibidir. Çünkü burada oruç bedeldir. Bedelin bedeli olmaz. O kimse ölür de kefaret verilmesini vasiyet ederse, malının üçte birinden sahih olur. Giyecek ve yiyecekte teberru sahihtir. Çünkü vasiyet olmaksızın köle âzâdı ölene velâ ilzâm etmektir. Giyecek ve yiyecekte ise ilzâm yoktur." Görülüyor ki, "ölür de kefaret verilmesini vasiyet ederse sahih olur." sözü, adı geçen fark hususunda açıktır. Aşağıda gelecek olan "başkasına bedel olan oruç için fidye vermek sahih değildir" ifadesi bununla tahsis edilmiş olur. Sonra Nesefi'nin, "ölür de kefaret verilmesini vasiyet ederse" «sözü, hem yemin, hem de kâtil kefaretine şâmildir. Zira köle âzâdını vasiyet etmek sahihtir; teberruunu vasiyet böyle değildir. Onun için teberuun sahih olmasını giyecek ve yiyecekle' kayıtlamış; burada köle âzâdının sahih olmadığını ise açıkifade etmiştir. Bu, teberrudan yalnız yemin kefareti kastetildiğine açık bir karînedir. Zira kâtil kefaretinde giyecek ve yiyecek yoktur.
Kâfî'nin sözünün hulâsası şudur: Yemin ve kâtil kefaretinde olduğu gibi, başkasına bedel orucu tutmaktan âciz kalan kimse, kendi hayatında şeyh-i fânî olarak kendi fidyesini verse, her iki kefarette sahih olmaz. Ama fidye verilmesini vasiyet ederse, ikisinde de sahih olur. Onun namına velisi teberruda bulunursa, kâtil kefaretinde sahih olmaz. Çünkü onda vâcip olan köle âzâdıdır; bunu teberru sahih değildir. Yemin kefaretinde sahih olur. Lâkin yalnız giyecek ve yiyecekte sahihtir. Arz ettiğimiz sebepten köle âzâdında sahih değildir. Bu makamı böyle anlamak gerekir. Bunu ganimet bil! Zira burada birçok büyüklerin ayakları kaymıştır.
«Çünkü bunda ölenin rızası olmadan ona velâ ilzâmı vardır.» Yani velâ, nesep hısımlığı gibi bir yakınlıktır. Şu da var ki bu hâlis bir menfaat değildir. Çünkü mevtâ, âzâd ettîği kölenin âkılesi olur. (Akrabası ki hata yolu ile öldürülen kimsenin diyetini öder.) Keza öldükten sonra asabeleri de öyledir. Buna Hidâye'nin yukarıda geçen "Bir insan amelinin sevabını başkasına bağışlayabilir." ifadesi ile tiraz edip "bu ifade köle âzâdına da şâmildir" denilemez. Çünkü burada murad, onu ölen namına, onun orucuna bedel âzâd etmektir. Kölesini âzâd edip, sevabını ölene bağışlamak bunun hilâfınadır. Zira âzâd asaleten kendi namına olduğu gibi, velâ da kendinin olur. Ölene yalnız sevabını bağışlamıştır.
Ölen namına giyecek ve yiyecek teberru etmesi de bunun hilâfınadır. Zira ilzam olmadığı için niyabet yolu ile bu sahihtir.
METİN
Her namazın - velev vitir olsun. Nitekim geçmiş namazların kazası bahsinde geçmişti - fidyesi mezhebe göre bir günün orucu gibidir. Fitre de öyledir. Vâcip olan itikaf için ölen namına her gün bir fitre gibi yiyecek tasadduk eder. Valvalciyye.
Hâsılı ibadet bedenî ise, vasi ölen namına her vâcip için fitre gibi tasaddukta bulunur. Zekât gibi mâlî ise, onun namına vâcip miktarını verir. Hacc gibi mürekkep ibadetse, ölenin malından onun namına haccedecek bir adam gönderir. Bahır. Oruçtan âciz olan pîr-i fâni, tutmayabilir. Ayın başında bile olsa vâcip olarak fidye verir; müteaddit fakir şart değildir. Zengin ise fitre gibi vâcip olur. Değilse Allah'tan istiğfar eder.
İZAH
«Namazların kazası bahsinde geçmişti.» Ölenin malı yoksa yahut malının üçte biri borcuna yetmezse ne yapılacağını, fidyenin nasıl verileceğini orada görmüştük. "Mezhebe göre" bir namazın fidyesi bir günün orucu gibidir. Vaktiyle Muhammed b. Mukâtil'in, "Her günün namazları için o günün orucunda olduğu gibi yarım sâ' buğday verir." dediği rivayetolunmuşsa da, sonra bu sözden dönmüş ve, "Her farz namaz bir gün oruç gibidir." demiştir. Sahih olan da budur. Sirâc.
«Fitre de öyledir.» Yani bütün ayın fitresi bir günün orucu gibidir. Bu söze itirazla, "Bu hüküm evvelce fitre gibidir. demesinden anlaşılmıştı." denilebilir. Ama teşbihin teberru meselesine ait olması da mümkündür. Halebî, "Fitre de böyledir, demesi, onu da veli ölenin vasiyeti üzerine çıkarır mânâsınadır." diyor.
«Her gün bir fitre yiyecek tasadduk eder.» Yani vasiyeti varsa, malının üçte birinden vermesi lâzımdır. Vasiyeti yoksa vermesi lâzım değil, caizdir. Ondan sonrakiler hakkında da hüküm budur. Kuhistânî'de beyan edildiğine göre, mirasçının ölen namına verdiği zekât ve kefarette yaptığı hacc da hilâfsız geçerlidir. Yani vasiyeti olmasa bile kâfidir demek istiyor. Nitekim sözünden bu anlaşılıyor. Biz zekâtı Şârih'ten önce Sirâc'dan nakletmiştik. Hacca gelince: Hacc bahsinde Fetih'ten naklen "Hacc ise, yapan kimse namına olur. Ölene yalnız sevabı vardır." diyeceği içindir. Bu sözün muktezası, onun namına birini hacca göndermektir. Kefaret meselesi kitabımızın metninde geçti.
«Pîr-i fâni oruç tutmayabilir.» Bundan murad, kuvveti kalmayan yahut ölümü yaklaşan geçkin ihtiyardır. Onun için fukaha onu, "ölünceye kadar her gün noksanlaşan" diye tarif etmişlerdir. Nehir. Bu tarifin benzeri de Kirmânî'den naklen Kuhistânî'dedir. Orada, "Hastanın iyileşmesinden tamamen ümit kesilirse, hastalığının her günü için fidye vermek icabeder." denilmiştir. Bahır'ın şu sözü de öyledir: "Bir kimse ebedî oruç tutmayı nezreder de, geçim derdi ile uğraşırken oruçtan zayıf düşerse, tutmayıp fidye vermesi caizdir. Çünkü kaza edemeyeceğini kesinlikle anlamıştır."
«Oruçtan âciz» ifadesinden murad, devamlı âcizdir. Nitekim gelecektir. Ama sıcağın şiddetinden oruca tahammül edemiyorsa, bırakıp kışın kaza eder. Fetih.
«Vâcip olarak fidye verir.» Çünkü özrü geçici değildir ki kazaya kalsın da "fidye vâcip olsun. Nehir. Sonra Kenz'in "o fidye verir" demesi, başkasına fidye olmadığına işaret içindir. Zira hastalık ve yolculuk gibi şeyler geçicidirler; onlarda kaza vâciptir. Ölmekle âciz kalınca, fidye vasiyet etmesi icabeder.
«Ayın başında bile olsa» yani ayın başında vermekle sonunda vermek arasında muhayyer bırakılır. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir.
«Müteaddit fakir şart değildir.» Yani yemin kefareti gibi şeylerin hilâfınadır. Çünkü yemin kefaretinin müteaddit kimselere verileceği nâssan bildirilmiştir. Burada iki günlük fidye için bir fakire bir sâ' (1040 dirhem) verse caiz olur. Lâkin Bahır'da Kınye'den naklen bu hususta imam Ebû Yusuf'tan iki rivayet olduğu; Ebû Hanife'ye göre yemin kefaretindeki gibi burada da caiz olmadığı bildirilmiştir. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre, bir gün için yarım sâ' (520dirhem) buğdayı birkaç fakire vermek caizdir. Hasan, "Biz bununla amel ederiz." demiştir. Bunun benzeri Kuhistânî'de de vardır.
«Değilse Allah'tan istiğfar eder.» Bu cümleyi Fetih ve Bahır sahipleri, ebedî nezirde bulunup da geçim derdi ile oruç tutamazsa, meselesinin arkasından zikretmişlerdir. Zâhire bakılırsa bu oraya râcîdir; üst tarafındaki pîr-i fânî meselesine râcî değildir. Çünkü o kimse bir vecihle kusur etmemiştir. Nezreden öyle değildir; o geçim derdi ile oruç tutamamakla çok defa bir nevi kusur eder. Velev ki geçim derdi ile uğraşması da vâcip olsun. Çünkü burada kendi çıkarını tercih etmiştir. Teemmül buyrula!
METİN
Bu, oruç bizzat asıl olup, edası ile mükellef bulunduğuna göredir. Yoksa yemin veya katil kefaretinden dolayı oruç tutması lâzım gelir de tutamazsa fidye vermesi caiz olmaz. Zira burada oruç başkasının bedelidir. Oruç tutmaktan âciz kimse, yolcu olur da mukim olmadan ölürse, vasiyet etmesi lâzım değildir. Ne zaman imkân bulursa kaza eder. Çünkü aczin devamı halef olmanın şartıdır. Acaba fidyede mübah kılmak kâfi midir? Bu hususta iki kavil vardır. Meşhur olana göre, evet kâfidir. Kemâl bu kavle itimat etmiştir.
Kasten başladığı bir nafileyi tamamlamak edaen ve kazaen lâzımdır. Nitekim namaz bahsinde geçmişti. Zan üzerine başlar da hemen orucunu bozarsa kaza gerekmez. Ama bir müddet geçtikten sonra bozarsa kaza gerekir. Çünkü o müddetin geçmesi ile sanki üzerinden bu müddette geçen oruca niyet etmiş gibi olur. Tecnîs ve Müctebâ. Yani başladığını tamamlaması icabeder. Bozulursa - velev hayız ârız olmakla bozulsıın - esah kavle göre kaza vâcip olur.
İZAH
«Bu» yani pîr-i fâniye ve benzerine fidyenin vâcip olması, "bizzat asıl olan" ramazan orucu, kazası ve nezir orucu gibi yerlerdedir. Nitekim ebediyyen oruç tutmayı nezreden hakkında geçmişti. Keza muayyen bir oruç nezreder de pîr-i fânî oluncaya kadar tutmazsa fidye vermesi caiz olur. Bahır.
«Yoksa yemin veya kâtil ilh...» cümlesi "bizzat asıl olan" ifadesinin mefhumu üzerine bir tefrîdir. Yemin veya kâtil kefareti diye kayıtlaması, zıhar kefareti ile fakirlikten dolayı köle azad edemeyip oruç da tutmamaktan ve ihtiyarlıktan dolayı oruç tutmamaktan ihtiraz içindir. Böylesi 60 fakir doyurabilir. Çünkü bu, nâssın beyanı ile orucun bedeli olmuştur. Yemin kefaretinde yiyecek vermek, orucun bedeli değil, bilâkis oruç onun bedelidir. Sirâc. Hâniyye'den naklen Bahır'da ve Gayetü'l-Beyân'da şöyle denilmektedir: "Keza ihramlı iken bir rahatsızlıktan dolayı başını tıraş eder de kesecek kurban ve altı fakire dağıtacak üç sâ' buğday bulamazsa, kendisi oruç tutamayacak pîr-i fânî olduğu takdirde, oruç yerine fakirdoyurması caiz olmaz; çünkü bedeldir."
«Fidye vermesi caiz olmaz.» Yani sağlığında veremez. Ama verilmesini vasiyet ederse iş değişir. Nitekim yukarıda izahı geçti.
«Vasiyet etmesi lâzım değildir.» Bu cümleyi şârihler "vâcip olmadığı söylenir" şeklinde ifade etmişlerdir. Çünkü pîr-i fânî, hafifletme hususunda başkalarına benzemez; güçleştirme hususunda değildir. Bahır'da beyan edildiğine göre evlâ olan, bu cümleyi kesin söylemektir. Zira 'vâcip' mânâsı fukahanın "Yolcu başka günlere erişmeden ölürse bir şey lâzım gelmez." sözünden anlaşılmaktadır. Herhalde mezhep âlimlerinin sözlerinde açık olmadığı için, kesin söylememiş olacaklar.
«Çünkü aczin devamı» Yani oruçta aczin devamı fidyenin onun yerini tutması için şarttır. Bahır sahibi diyor ki: "Oruçta diye kayıtlamamız, teyemmümlüyü çıkarmak içindir. Teyemmümlü suyu bulduğu vakit teyemmümle kıldığı namaz bâtıl olmaz. Çünkü teyemmümün halef olması için, şart sadece suyu kullanmaktan âciz kalmaktır; devam kaydı yoktur. Ayların, iddet hususunda kur'ların halefi olması için dahi hayızdan kesilme yaşı ile birlikte kanın kesilmesi şarttır; devamı şart değildir. Hatta hayız bahsinde beyan ettiğimiz vecihle kanın tekrar gelmesi ile geçmiş nikâhlar bâtıl olmaz."
«Meşhur olana göre evet kâfidir.» Çünkü "it'âm" yani "yiyecek verme" lâfzı ile rivayet edilen sözlerde ibâha ve temlik caizdir. "Eda" ve "vermek" sözleri ile rivayet edilenler bunun hilâfınadır: Bunlar temlik, ifade ederler. Nitekim Muzmerât ve diğer kitaplarda beyan edilmiştir. Kuhistânî.
«Hemen orucunu bozarsa kaza gerekmez.» Buna şöyle itiraz edilir: Bir kimse kaza orucuna gündüzleyin niyet etse nâfile tutmuş olur. Ama bozarsa kazası lâzım gelir. Nitekim baştan oruca niyet etse kaza gerekir. Bu itirazın cevabı, metinde Musânnıf'ın "yevm-i şekte oruç tutulmaz" dediği yerden az önce geçmiştir.
Tecnîs'in ibaresi şudur: "Bir kimse üzerine farz zannı ile oruca niyet eder de, sonra farz olmadığı anlaşılırsa, o anda bozmayıp bir müddet sonra bozduğu takdirde kazası lâzım gelir. Çünkü üzerinden bir müddet geçince sanki bu saatte niyetlenmiş gibi olur. Bu iş zevâlden önce olursa nâfile oruca başlamış sayılır ve üzerine vâcip olur."
«Velev hayız ârız olmakla bozulsun.» Yani kaza vâcip olmak için, kasten bozmakla kasıtsız bozulması arasında fark yoktur. İki rivayetin esah olanı budur. Nihâye'de de böyledir. Bu söz Fetih'deki "hilâf yoktur" naklini zedeler.
«Kaza vâcip olur.» Yani aşağıda zikredeceğimiz beş günün dışında kaza vâcip olur.
METİN
Ancak iki bayramla teşrik günlerinde bozması müstesnadır. Onlarda eda ve kaza lazımgelmez. Çünkü mücerret başlamakla oruçlu sayılır: ve yasak edilen bir şeyi irtikâp etmiş olur. Namaza gelince: Secdeye varmadıkça namazda sayılmaz. Delili, yemin meselesidir. Bir rivayete göre nâfile oruca başlayan, özürsüz onu bozamaz. Sahih olan budur. Diğer rivayete göre kaza niyeti şartıyla bozması helâl olur. Kemâl, Tâcüşşeria ve Sadruşşeria, Vikâye'de ve şerhinde bu rivayeti benimsemişlerdir.
İZAH
«Yasak bir şeyi irtikâp etmiş olur.» Binaenaleyh korunması değil, bilâkis bozulması vâcip olur. Kazanın vâcip olması, korunmanın vâcip olmasına dayanır. Bu oruç edaen vâcip olmadığı gibi kazaen de vâcip değildir. Bu günlerde oruç tutmayı nezretmesi bunun hilâfınadır. Çünkü bu oruç ona lâzım olur; onu başka günlerde kaza eder. Zira bizzat nezirle yasak olan bir şeyi irtikâp etmiş olmaz. Sadece Allah Teâlâ'ya ibadeti iltizam etmiştir. Günah fiille olur. Binaenaleyh günah başlamanın zaruretlerindendir; başlamayı icabetmenin zaruretlerinden değildir.» Minah. Ziyade ile, T.
«Namaza gelince:» ifadesi, mukadder bir sualin cevabıdır. Hâsılı şudur: Mekruh vakitlerde namazın da bu günlerdeki oruç gibi başlamakla vâcip olmaması gerekir. Cevap: Biz bu kıyası kabul etmiyoruz. Çünkü namaz kılan, sırf başlamakla günaha girmiş sayılmaz; hattâ secdeye varmadıkça günaha girmemiş sayılır. Buna delil, namaz kılmamak için yemin eden bir kimsenin secdeye gitmedikçe yeminini bozmuş sayılmamasıdır. Bu günlerde oruç tutmak bunun hilâfınadır. Oruca mücerret başlamakla o kimse günaha girmiş olur. Minah. Yine Minah'ta beyan edildiğine göre, ulema mücerret niyetle o kimseyi oruca başlamış saymışlardır. Hattâ o anda bozsa kazası lâzım gelir. Şu halde günah, mücerret başlamakla tahakkuk ediyor demektir. Yemin meselesi ise örfe istinat eder. T.
Ben derim ki: Başlamanın sahih olması, birçok şeylerden meydana gelen mürekkebin tahakkukunu gerektirmez. Ulemanın açıkladıklarına göre, isimde mürekkebin bazen cüzü bütünü gibi olur. Su böyledir. Bazen de cüzü bütünü gibi olmaz; hayvan gibi. Oruç birinci kısımdandır. Çünkü o, birtakım şeylerden kendini tutmaktan ibarettir ki, bunların hepsinin hakikati birleşik olup, her birine oruç denir. Namaz böyle değildir. Onun cüzleri olan kıyam, kıraat, rükû, secde ve oturuşun her birine namaz denilmez. Bunlar bir arada bulunacaklardır ki namaz adı verilsin. Bu da secde ile meydana gelir. Bundan önce yapılanlar, sadece bir taattır. Ondan sonrasının iki ciheti vardır... Bu yerin tam izahı Telvîh'in nehî bahsinin başında aranmalıdır. Yemin meselesini örfe bina etmeye gelince: Bu iş bu hususta örf bulunduğunu isbata muhtaçtır.
«Sahih olan budur.» Minah ve diğer kitaplarda beyan edildiğine göre, zâhir rivayet de budur. Binaenaleyh onu "bir rivayette" diyerek belirsiz ifade etmek güzel değildir. Çünkübilinmeyen bir şey olduğunu gösterir. İbarenin hakkı evvelâ zâhir rivayeti naklederek, sonra "ancak bir rivayette şöyledir" demekti. Nasıl ki Kenz sahibi öyle yapmış; "Bir rivayete göre nâfile oruç tutan özürsüz orucunu bozabilir." diyerek, zâhir rivayetin başka olduğunu ifade etmiştir. Rahmetî.
Kemal bu rivayetî benimsemiş ve «Bu rivayetin delilleri daha çok ve bu kavil daha güzeldir.» demiştir.
Tâcüşşeria, Sadruşşeria'nın dedesidir. "Vikâye'de ve şerhinde bu rivayeti benimsemişlerdir." ifadesinde leffü neşri mürettep vardır. Vikâye Tâcüşşeria'nındır. Onu Sadruşşeria kısaltarak "Nikâyetü'l-Vikâye" adını vermiş; sonra onu şerh etmiştir. Demek ki Vikaye Onun değil, dedesinin eseridir. Şerh Nikâye Şerhi de olsa Vikâye'nin kısaltılmışı olduğu için Onun şerhi denilmek sahih olur. Sonra Şârih bu ibarede Nehir sahibine tâbi olmuştur. Kendisine şöyle itiraz edilmiştir: «Vikâye ve şerhine nisbet ettiği söz onlarda bulunamamıştır. Vikâye'de olan şudur: "Bir rivayete göre özürsüz orucunu bozamaz:" Şerhinde de, "Yani nâfile oruca başlarsa, özürsüz bozması caiz değildir. Çünkü bu ameli iptal etmektir. Diğer rivayete göre caizdir. Çünkü kaza onun halefidir." denilmiştir.»
Ben derim ki: Buna şöyle cevap verilebilir: Musannıf'ın "bir rivayette" demesinden, ekseri rivayetlerin bunun hilâfına olduğu; bunun sâzz bir rivayet olduğu; muhtar olan, bunun hilâfı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu söz bu söylediklerimizi anlatır. Kendince muhtar rivayet o olsa idi, kesin söyler, "bir rivayete göre" demezdi. Bu hususta Sadruş-şeria da Nikâye'de ona tâbi olduğu şerhte dahi sözünü akbul ettiği ve hiçbir tenkitte bulunmadığı için Onun da bunu seçtiği anlaşılmıştır.
METİN
Ziyafet, eğer sahibi mücerret orada bulunmaya razı olacak kimselerden değil de orucu bozmamaktan üzülecekse, hem veren, hem verilen için Özürdür. Böylelerden değilse özür değildir: Mezhebin sahih kavli budur. Zahiriyye. Bir adam oruçlu biri üzerine yemin ederek "orucunu bozmazsam karım boş olsun" derse, oruçlu da olsa kazaen orucunu bozar; mutemet kavle göre o kimseye yeminini bozdurmaz. Bazzâziye. Zahîre'den naklen Nehir'de ve başka kitaplarda beyan olunduğuna göre bu, zevâlden önce ise böyledir. Zevâlden sonra ise, ikindiye kadar yalnız ana babadan biri için orucunu bozar; ikindiden sonra bozamaz.
İZAH
«Ziyafet, hem veren, hem verilen için özürdür.» Vikaye şerhinden naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Bunu Kuhistânî dahi nakletmiş; sonra «Lâkin "ziyafet veren" rivayeti bulunamamıştır.» demiştir.
Ben derim ki: Lâkin bu rivayeti Dürer sahibi de kesin olarak ifade etmiştir. Selmân-ı Fârisî(r.a.) kıssası da buna şahittir. (Kıssa şudur: Buhârî'nin tahrîc ettiği bir hadiste' buyruluyor ki: Peygamber (s.a.v,) Selmân'la Ebû'd-Derdâ arasında kardeşlik tesis etti de, Selmân Ebû'd-Derdâ'ı ziyaret etti. Ve Ümmü Derdâ'ı dağınık bir halde görerek "Halin nedir?" diye sordu. Kadın "Kardeşin Ebû'd-Derda'ın dünyaya ihtiyacı yok!" diye cevap verdi. Derken Ebû'd-Derdâ geldi ve Ona yemek yaptı. Sonra, "Buyur ye! Zira ben oruçluyum!" dedi. Selmân "Sen yemedikçe ben de yemem!" dedi. Bunun üzerine o da yedi. Bu hadiste şu cümle de vardır: "Sonra Peygamber (s.a.v.)'e gelerek bunu anlattı. O da ' Selman doğru iş yapmış! ' buyurdu.")
«Eğer sahibi» yani ziyafetin sahibi ve keza misafir yalnız yemekten hoşlanmayıp beraber yemeye ısrar edeceklerdense orucunu bozar, Rahmetî.
«Mezhebin sahih kavli budur.» Bazıları "Zevâlden önce ise özürdür;
sonra ise özür olamaz." demiş; birtakımları da kaza etmek için kendine güvenirse, din kardeşinden üzüntüyü gidermek için orucunu bozacağını; güvenemezse bozmasının caiz olmayacağını söylemişlerdir. şemsüleimme Hulvânî "Bu kavil bu bâbta söylenenlerin en güzelidir. Yemin meselesinde de cevap bu tafsile göre verilmek icabeder." demiştir. Bahır.
Ben derim ki: Sahih kavli, bu son söylenenle kayıtlamak taayyün eder. Zira şüphesiz kaza için kendine güvenemezse, arkadaşını düşünmekten önce kendini günaha girmekten menetmesi evlâdır. Şârih aşağıdaki "zevalden önce ise ilh..." sözü ile, sahih kavlin diğer kaville dahi kayıtlanacağını ifade etmiştir. Bu suretle üç kavlin arası bulunmuş oluyor.
«Orucunu bozar.» Yani din kardeşinin üzüntüsünü gidermek için orucunu bozması mendup olur. "O kimseye yeminini bozdurmaz." cümlesinden anlaşılıyor ki orucunu bozmazsa yemin bozulur. Mücerret "bozdu" demekle, yemininde durmuş sayılmaz. Yemini ister "talâk üzerime şart olsun" diyerek ta'lîk yapsın; isterse "Vallâhi mutlaka orucunu bozacaksın!" şeklinde yapsın fark etmez. Ulemanın açıkladıkları tafsile ve mâlik olduğu şeyle mâlik olmadığının arasındaki farka gelince: Bu "onun şöyle yapmasına müsaade etmem!" dediği zamandır. Nasıl ki "Filanın bu haneye girmesine müsaade etmem!" diye yemin ettiği zaman böyledir. Eğer o hane yemin edenin mülkü değilse, sözle menetmekle yemininde durmuş olur. Şayet ona mâlik olursa, yani onda tasarruf ederse, mutlaka fiilen menetmesi gerekir. Bunların her ikisinde yemin ilme yapılır. Hattâ bilmemiş olsa, mutlak surette yemini bozulmaz. Ama "Haneme girerse..." derse, bilsin bilmesin girmeye hamledilir; terk etsin etmesin birdir. Keza "Karımın haneme girmesine müsaade edersem" yahut "Filânın hanesine girmesine müsaade edersem..." sözleri ilme hamledilir. Eğer bilir de müsaade ederse yemini bozulur. Aksi takdirde, bozulmaz. "Eğer girerse..." derse, girmeye hamledilir. Nitekim Bahır ve diğer kitapların yeminler bahsine müracaat edenlere mâlûmdur. Evet, yeminler bahsinin sonunda Şârih'in ifadesinde, ulemanın açıkladıklarının hilâfını îhâm eden bir ibare görülmektedir. Nitekim orada izahı gelecektir inşaallah!
Bezzâziye'nin ibaresi şöyledir: "Nâfile ise orucunu bozar; kaza ise bozmaz. İtimat edilen kavil, her ikisinde bozup o kimseyi yemininden döndürmemektir." Nehir sahibi dahi bu meseleyi bu lâfızla nakletmiştir.
«Zahire'den naklen Nehir'de...» Ben derim ki: Zahîre sahibi ziyafet ve yemin meselelerini ve bunlar hususundaki kavilleri zikretmiş; sonra "Bütün bunlar orucu zevâlden evvel bozduğuna göredir ilh..." demiştir. Bundan anlaşılır ki, bu bütün kavillerde cârîdir; buna muhalif bir kavil yoktur. Böylece, söylediğimiz üç kavlin arası bulunmuş olur iddası te'yîd edilmiş demektir.
«Zevâlden önce ise böyledir.» Bu ibarenin ekseri kitaplarda bu şekilde görüldüğünü söylemiştik. Maksat "günün yarısından önce ise" demektir. Yahut iki kavilden birine göre zevâlden öncedir.
«İkindiye kadar bozar; ikindiden sonra bozamaz.» Bu gayeyi Nehir sahibi Sırâc'a nisbet etmiştir. Galiba vechi şu olacaktır: İftar vaktinin yaklaşması, beklemenin zararını kaldırır. "İkindiden sonra bozmaz."! sözünün zâhiri, gayenin dahil olduğunu gösteriyor; lâkin Sirâc sahibi "sonra bozmaz" dememiştir.
METİN
Eşbâh'ta şöyle denilmektedir: "Bir kimseyi dostlarından biri çağırırsa, ramazanın kazasından başka bir oruç tuttuğu takdirde bozması mekruh değildir. Kocasının izni olmaksızın kadın nâfile oruç tutamaz. Meğer ki kocasına bir zararı olmasın! Kocası orucunu bozdurursa, kazası onun izniyle yahut ondan boşanıp ayrıldıktan sonra vâcip olur. Köle ve köle hükmünde olan bir kimse efendisinin izni olmadan oruç tutarsa, caiz olmaz. Orucunu bozdurursa onun izniyle yahut âzâd edildikten sonra kaza eder.
«Ramazanın kazasından başka bir oruçsa, bozması mekruh değildir.» Ramazanın kazası ise bozması mekruhtur. Çünkü bu oruç için ramazan hükmü vardır. Nitekim Zahîriyye'de bildirilmiştir. Şârih'in bunu söylemekle yetinmesine bakılırsa, kefâret ve nezir oruçlarını ziyafet özrü ile bozmak mekruh değildir. Bu, îmam Ebû Yusuf'tan da rivayet edilmiştir. Lâkin O, ramazanın kazasını istisna etmemiştir. Kuhistânî kitabımızın metnindeki "nâfile orucu ziyafet özrü ile bozar." ifadesini izah ederken, "Bu, sözde nâfile oruçtan başkasını bozmayacağına işaret vardır. Nitekim Muhît'te beyan edilmiştir. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre kaza, kefaret ve nezir oruçlarını bozar," demiştir. Görüyorsun ki, ramazanın kazasını istisna etmemiştir. Öyle görünüyor ki, Musannıf Ebû Yusuf kavline göre hareket etmiştir. Ama ramazanın kazası orucunu istisna etmemesi gerekirdi. Bu satırlar biraz tasarruflaEşbâh Şerhi Hamevî'den alınmıştır. T.
«Kocasının izni olmadan kadın nâfile oruç tutamaz.» Yani tutması mekruhtur. Nitekim Sirâc'da beyan edilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, kadın günahı gidermek için oruca başlamışken bozabilir; bu bir özürdür. Bu suretle bu meseleleri ne münasebetle burada zikrettiği anlaşılmaktadır. Düşün! Musannıf nâfileyi mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh aslı nâfile olup, bir sebeple vâcip olan oruca da şâmildir. Onun için Bahır sahibi Kınye'den naklen şöyle demiştir: «Erkek karısını nâfile, nezir ve yemin oruçları gibi vücubu Allah tarafından değil de kadın tarafından gelen her oruçtan men edebilir. Köle de öyledir. Ancak karısına zıhâr yaparsa kefaretini oruçla ödemesine mâni olamaz; çünkü buna kadının hakkı taalluk etmiştir.»
«Meğer ki kocasına bir zararı olmasın!» Meselâ kocası hasta veya yolcu yahut hacc veya umre için ihramlı olursa, karısının nâfile orucuna mâni olamaz. O menetse bile, kadın tutabilir. Çünkü onun menetmesi, hakkı olan cima içindi. Bu hallerde kadının orucunun ona bir zararı yoktur. Binaenaleyh mâni olmanın bir mânâsı kalmaz. Sirâc. Zahîriyye sahibi mutlak surette men edebileceğini söylemiş; Bahır sahibi de bunu daha münasip görmüştür; çünkü oruç kadını zayıflatır; velev ki o anda kocası cinsî münasebette bulunmasın. Nehir sahibi diyor ki: «Bence men edebilmesini zarara; men edememesini zarar bulunmamasına havale etmek daha iyidir. Zira kesinlikle mâlûmdur ki, bir gün oruç tutmak kadını zayıflatmaz. O halde cima'ına mâni olandan başka bir şey kalmaz, Bu ise kocasına zarardır. Kocası hasta veya yolcu olmakla zarar ortadan kalkarsa caiz olur.»
«Kocası orucunu bozdurursa...» ifadesi, buna hakkı olduğunu gösterir. Nitekim geçmişti. Kölesi de öyledir. Bahır'da Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir; "Kadın kocasının izni olmadan nâfile hacc için ihrama girse, kocası ihramını bozdurabilir. Namazlar hakkında da öyledir."
«Boşanıp ayrıldıktan sonra kaza vacip olur.» Bu cümlenin mefhumu muhalifini alırsak, ric'î talâkta kaza vâcip değildir mânâsı anlaşılır. Şârih hidâd bahsinde yaptığı gibi, burada da ricat ümidi olup olmadığını söylese dahi iyi olurdu. T.
«Köle hükmünde olan»dan murad, câriye, müdebber köle ve câriye ile ümmü velettir. Bedâyi.
«Caiz olmaz...» Yani tutması mekruhtur. Hâniyye sahibi, "Ancak sahibi orada yoksa ve bundan ona bir zarar gelmeyecekse o zaman tutabilir," diyor. Yani "kadın gibidir" demek istiyor. Lâkin Muhît ve diğer kitaplarda zarar gelmese de tutamayacağı zikredilmiştir. Çünkü bunların gelirleri, sahiplerinin milkidir. Kadın öyle değildir. Onun getirdiği faydalar kocasının milki değildir; onun sadece cima hakkı vardır. Bahır sahibi bunu daha kabule yakıngörmüştür. Çünkü köle, farzlardan başka ibadetlerde hürriyet aslı üzerine kalmış değildir. Şârih çıraktan bahsetmemiştir. Sirâc'da deniliyor ki: "Şayet çırağın orucu, patronuna zarar verir. Meselâ hizmeti noksanlaşırsa, onun izni olmadan nâfile oruç tutamaz. Zarar vermezse tutabilir. Çünkü patronun hakkı menfaattadır. Menfaat eksilmezse menetmeye hakkı yoktur. Ama bir kimsenin kızı, anası ve kız kardeşi onun izni olmaksızın oruç tutabilirler. Çünkü onların menfaatlarında bir hakkı yoktur."
Beri derim ki: Anne ile babadan biri, çocuğunun hastalanacağından korkarak onu oruç tutmaktan men ederse, bozmaya yemin meselesinden alarak, itaat etmesi efdal olmak gerekir.

Kıyasın İstihsana Tercih Edildigi Yerlerden Biri


METİN
Bir yolcu oruç tutmamaya niyet ederse, veya niyet etmeden mukim olur da oruca vaktinde zevâlden önce niyet ederse, mutlak surette sahih olur. Bu iş ramazanda olursa, oruç o kimseye vâcip olur; çünkü onun hakkında ruhsatın sebebi kalmamıştır. Nitekim mukim bir kimse ramazanda yola çıkarsa, çıktığı günün orucunu tamamlar. Lâkin her ikisinde orucu bozarsa kefaret lazım gelmez. Zira evvelinde ve sonunda şüphe vardır. Meğer ki unuttuğu bir şeyi almak için şehrine dönüp de orucunu bozsun. Bu takdirde kefaret lâzım gelir.
İZAH
«Veya niyet etmeden» demekle Şârih, Musannıf'ın "tutmamaya niyet ederse" sözünün bîr kayıt olmadığına işaret etmiştir. Bu söz yalnız şuna işarettir: Niyet zamanında bir şey yemeden orucu bozmaya niyet etmemiş olsa hüküm yine evleviyetle budur. Çünkü orucun zıddını niyet etmekle oruç bozulmazsa, böyle bir şey bulunmadığı vakit bozulmaması evleviyette kalır. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Bir de bozma niyetine itibar yoktur. Nitekim aşağıda gelecek "oruçlu bir kimse bozmaya niyet ederse..." sözü ile Musannıf bunu ifade etmiştir.
«Zevâlden önce» yani günün yarısından önce bir şey yemeden niyet ederse sahih olur. Çünkü sefer vücup ehliyetine ve oruca başlamaya zıt değildir. Bahır.
«Mutlak surette» yani nâfile olsun nezri muayyen veya ramazanın eda orucu olsun fark etmez. H. Bundan anlaşılıyor ki bunun yeri geceden niyet şart olmayan oruçtur. şayet geceden niyet şart olan bir oruca niyet ederse nâfile olur. Nitekim bunu ifade eden söz geçmişti. T. Eğer "sahih olur" sözü ile yalnız orucun sahih olduğu kastedilir de "niyet ettiği olması" kaydı konmazsa o zaman ' mutlak 'tan murad hep sine şâmil bir mânâ olur.
«O kimseye oruç vacip olur.» Yani o gün oruç tutması icabeder. Zira vaktinde niyetlendiği ve oruca aykırı bir şey bulunmadığı için oruç sahih olur. Aksi takdirde oruca zıt bir şey bulunursa, hayızdan temizlenen kadın ve ayılan deli gibi onun da kendini oruçlu gibi tutması vâcip olur. Nitekim geçmişti.
«Nitekim mukim bir kimse yola çıkarsa o günü tamamlar.» Çünkü bu faslın başında görmüştük ki, sefer oruç bozmayı mübah kılmaz. O yalnız oruca başlamamayı mübah kılar. Fecirden sonra yola çıkarsa orucunu bozması helâl olmaz. Bahır sahibi şöyle demiştir: "Keza yolcu geceden oruca niyet eder de sonra niyetini bozmadan oruçlu olarak sabahlarsa, o gün orucunu bozması helâl olmaz; ama bozarsa kefaret lâzım gelmez."
Ben derim ki: Gündüz, niyet etse, kefaret evleviyetle lâzım gelmez. Binaenaleyh "geceden" demesi bir kayıt değildir. "Lâkin her ikisinde..." yani gerek yolcunun mukim olması, gerekse mukimin yola gitmesi meselelerinde orucu bozarsa, kefaret lâzım gelmez. Nitekim Kâfî'deböyle denilmiştir. İhtiyâr sahibi ise ikincide kefaret lâzım geldiğini açıklamıştır. İbn-i Şilbî Kenz Şerhi'nde, "Kâfî'deki söze itimat etmelidir." demiştir. Yani "ikisinde de kefaret lâzım değildir" demek istemiştir.
Ben derim ki: Hattâ Şurunbulâliyye sahibi bunu Hidâye, İnâye ve Fethu'l-Kadîr'e de nisbet etmiştir.
«Zira evvelinde ve sonunda şüphe vardır.» Yani birinci meselede vaktin evvelinde; ikincide, sonunda şüphe vardır. Şârih leffü neşr-i mürettep yapmıştır.
«Bu takdirde kefaret lâzım gelir.» Yani kıyasen kefaret icabeder. Çünkü yemek yerken mukimdir; evine dönmekle seferi reddetmiştir. Biz kıyasla amel ederiz. Hâniyye. Bu da kıyasın istihsana tercih edildiği meselelere katılır. Hâmevî.
Evvelce geçmişti ki, mukim bir kimse yemek yer de sonra sefere çıkar veya zorla çıkarılırsa, kefaret sâkıt olmaz. Zâhire bakılırsa, o kimse şehrin evlerini geçtikten sonra yer de sonra dönerek tekrar yerse kefaret vermesi icabetmez. Velev ki aslen sefere çıkmamaya yedikten sonra niyet etsin. Çünkü onun yemesi ruhsat yerinde olmuştur. Evet o günün bâkiyesini tutması icabeder. Şu da var ki: Bedâyi'nin yolcu namazı bahsinde, "Bir kimse namazında abdestini bozar da su bulamaz ve yakın olan kasabasına girmeyi niyet ederse, o anda mukim olur. Velev ki girmesin. Eğer girmeden su bulursa namazını dört rekat olarak kılar. Çünkü niyet etmekle mukim olmuştur." denilmiştir.
Ben derim ki: Bunun muktezası şudur: O kimse niyet ettikten sonra kasabaya girmeden orucunu bozarsa, yine kefaret lâzım gelir.
TEMBİH: Yolcu bir kimse, bir şehirde yarım aydan az kalmaya niyet etse, acaba bu müddet zarfında ona namazı kısa kılmak helâl olduğu gibi oruç tutmamak da helâl olur mu? Bunu bana sordular. Fakat açıkça bir yerde görmedim. Ancak Bedâyi ve diğer kitaplarda şunu gördüm: "Yolcu kendi şehrine yahut başka bir şehire girmek ister de orada mukim olmaya niyet ederse o gün orucunu bozması mekruh olur. Velev ki günün evvelinde yolcu olsun. Çünkü bozmayı haram kılan ' mukimlik ' ile, mübah kılan veya ruhsat veren sefer, bir günde bir araya gelmişlerdir. Binaenaleyh ihtiyaten haram kılan taraf tercih edilir. Güneş batmadan o çehre giremeyeceğine aklı keserse, orada iftar etmesinde bir beis yoktur.» "Mukim olmak niyeti ile" diye kayıtlamasından anlaşılıyor ki, niyet etmezse girdiği gün orucunu bozması mübah olur: velev ki günün evvelinde girsin. Çünkü haram kılan şer'an mukim olma yoktur. Meselâ ikinci günde de öyledir. Hâsılı kaideler iktizasınca hilâfına açık naklî delil bulunmadıkça caizdir denilir. Düşün!
METİN
Oruçlu bir kimse, orucu bozmayı niyet etmekle orucu bozulmaz. Nitekim geçmişti. Nasıl kinamazında konuşmayı niyet eden de konuşmadıkça namazdan çıkmış olamaz. Vehbâniyye Şerhi. Aynı şerhin sahibi, "Burada Şâfiî'nin hilâfı vardır." demiştir. Bayılan kimse, baygınlığın meydana geldiği gün veya geceden maada, bütün baygınlık günlerini kaza eder. Velev ki baygınlık bütün ay devam etsin. Çünkü uzun müddet devam etmesi nadirdir. Bayıldığı gün veya geceyi kaza etmez. Meğer ki niyet etmediğini bilmiş olsun. Delilik bütün ayı'" kaplamazsa, kalan günleri kaza eder. Oruca niyet, sahih olabileceği günlerin hepsini kaplarsa, evvelce geçtiği vecihle mutlak surette kaza etmez. Zira bunda güçlük vardır.
İZAH
«Nitekim geçmişti.» Yani "yevm-i şekte oruç ancak nâfile olarak tutulabilir." dediği yerden az önce görmüştük. H.
"Burada Şâfiî'nin hilâfı vardır." diyen şârih İbn-i Şıhne'dir. İbn-i Şıhne bu meseleyi müşkil görmüş ve "Şâfii'ye göre unutarak konuşmak namazı bozmuyor da, mücerret konuşmayı niyet nasıl bozuyor?" demiştir.
Ben derim ki: Unutarak konuşmakla, kasten konuşmaya niyet arasında fark vardır. Zira kasıt namazı bozar. Sonra gördüm ki Tahtâvi benim söylediğim farkla cevap vermiş; sonra "Ama Şâfiî'nin mezhebinde mutemet olan, bozmamasıdır." demiştir.
«Çünkü uzun müddet devam etmesi nadirdir.» Baygın bir insanın, yiyip içmeden uzun müddet yaşaması nadirdir. Nadir görülen şeylerde güçlük yoktur. Nitekim Zeylâî'de beyan edilmiştir.
«Bayıldığı gün ve geceyi kaza etmez.» Çünkü o kimsenin zâhir hali - eh mükemmele yorumlanırsa - oruca geceden niyet etmiş olmasıdır. O kimse gündüz bayılmışsa, bu şekilde yorumlamak evleviyetle mümkündür. Hattâ oruç yemeyi âdet edinen bir edepsiz veya yolcu, bütün baygınlık günlerini kaza eder. Ulema böyle demişlerdir. Ama yolcuyu, "oruç zarar veren" diye kayıtlamak gerekir. Oruç zarar vermezse, halini iyiye yormak için yola çıktığı günü kaza etmez. Çünkü yukarıda geçmişti ki, onun oruç tutması efdaldir. Bazıları, "Yolcunun yarının orucunu geceden kastetmesi zâhir değildir." demişse de, bu söz oruç zarar vermeyen yolcu hakkında kabul edilemez. Nehir.
Ben derim ki: Bu kabul edilmeme dahi zâhir değildir. Bahusus yola çıkmazdan, bu bayılma hadisesi başa gelmezden önce yolculuğunda oruç tutmayan hakkında hiç zâhir değildir. Evet, daha evvel oruç tutan veya yolculuklarında oruç tutmayı âdet edinen hakkında zâhirdir.
«Meğer ki niyet etmediğini bilmiş olsun.» Şumunnî diyor ki: "Bu, niyet edip etmediğini hatırlamadığına göredir. Niyet ettiğini bilirse, sahih olacağında şüphe yoktur. Niyet etmediğini bilirse, sahih olmayacağında şüphe yoktur." Şumunnî'nin sözü, meseleramazanda farzedildiği takdirde zâhirdir. Fakat bayılma şâbanda olursa, hepsini kaza eder. Nehir. Yani şâbanda, "ramazana" diye niyet sahih değildir, demek istiyor.
«Oruca niyet sahih olabileceği. .» vakitler; her gün, fecrin doğmasından günün yarısına kadar geçen zamandır. Bu zamandan sonraki ayıklık, fecir doğmadan az öncesine kadar muteber değildir. Velev ki her gün devam etsin. T. Yani bu zaman niyetin vakti de olsa, geceleyin oruç tutmak sahih değildir. Günün yarısından sonra da oruca niyet sahih değildir, demek istiyor.
Sonra bu söz Musannıf'ın "kaplarsa" diye mutlak bıraktığı sözüne ayıklık, fecir doğmazdan az öncesine kadar muteber değildir. Velev ki geceleyin yahut günün yarısından sonra olsun - ayılırsa, kaza eder. Aksi takdirde kaza etmez. Biz oruç bahsinin başında bu husustaki hilâfı anlatmış; bu hususta sahih kabul edilen iki kavil bulunduğunu, bunların ikincisine itimat edildiğini, çünkü zâhir rivayet olduğunu, metinlerin onu tercih ettiklerini bildirmiştik.
«Evvelce geçtiği vecihle» yani Musannıf'ın "Ramazan orucunun sebebi, ayın bir cüzüne erişmektir..." dediği yerde geçmişti. H.
«Mutlak surette kaza etmez.» Yani delilik ister aslî, ister bulûğdan sonra ârız olsun kaza etmez. Zâhir rivayet budur. İmam Muhammed'den bir rivayete göre, ikisinin arasında fark yoktur. Çünkü deli olarak buluğa erince, çocuk hükmüne girer ve muhataplık kalmaz. Aklı başında iken buluğa erip de sonra deliren bunun gibi değildir. Bazı muteehhirîn ulemanın benimsediği kavil budur. Hidâye, İnâye sahibi diyor ki: "Ebû Abdillah Cürcânî, İmam Rustuğfinî ve Zâhid Saffâr bunlardandır." Şurunbulâliyye'de Burhân'dan, O da Mebsût'tan naklen "Aslî deliye esah kavle göre geçmişleri kaza lâzım değildir." denilmiştir; yani ayılmazdan önceki günlerin kazası vacip değildir.
T E M B İ H : Âşikârdır ki, delilik bütün ayı kaplarsa, hilâfsız olarak mutlak surette kaza lâzım gelmez. Aksi takdirde zikri geçen hilaf vardır. Şu halde burada Şârih'in Dürer sahibine uyarak "mutlak surette" demesi yerinde değildir. Bunu "kapalmazsa geçenleri kaza eder" dedikten sonra zikretmeli idi ki, zikredilen hilâfa işaret olsun. Dikkat et! 

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...