MİSAFİRİN NAMAZI
BABI
METİN
"Misafirin
namazı" terkibi, bir şeyi şartına veya mahalline izafet kabilindendir. Âşikârdır
ki tilâvet ârızidir. Ve ibadettir. Yolculuk da ârızidir; fakat mübahtır. Meğer
ki bir ârıza sebebiyle değişe! Onun için musannıf yolcu namazını secde-i
tilâvetten sonraya bırakmıştır. Bu baba misafir namazı adının verilmesi
erkeklerin ahlâkını ıslâh ettiği içindir.
Bir
kimse -kâfir bile olsa- senenin en kısa günlerinden üç gün üç gecelik bir
mesafeyi kastederek yaşadığı yerin mâmurelerinden çıkarsa şehrin öbür tarafından
hizasına gelen evleri geçmese bile çıktığı taraftan yolcu hükmüne girer.
Hâniye'de
«şehrin kenarı ile şehir arasında bir ok atımından az mesafe bulunur da
aralarında ekinlik olmazsa o veri geçmesi şarttır. Böyle olmazsa şart değildir»
denilmiştir; Kast olmaksızın bir kimse dünyayı dolaşsa namazını kısaltmaz.
İZAH
Misafir,
yolcu demektir. Sefer lügatta; miktar tayin etmeksizin mesafe katetmek manâsına
gelir. Burada maksat hususi seferdir ki onunla hükümler. Namaz kısaltılır: oruç
tutmamak mubah olur. Mestler üzerine mesh müddeti bir gün bir geceden üç gün üç
geceye uzar. Cuma ve bayramlarla kurbanın vücubu sâkıt olur. Hür kadının
mahremsiz yola çıkması haram olur. Bunu Tahtavî İnâye'den nakletmiştir.
«Bir
şeyi şartına izafet» ten murad; namazı, misafir'e izafettir. Zira misafir
namazın şartıdır. Halebî. Burada «şart olan misafir değil, seferdir» diye bir
itiraz varit olabilir. Bunu Hamâvî'den naklen Tahtavî söylemiştir. «Veya
mahalline izafet» ten murad da misafirdir. Çünkü misafir, namazın mahallidir.
Yahut buradaki izafet fiili failine izafet kabilindendir. Hastanın namazı
babının başında arzetmişti ki, her fail mahaldir. Aksi yoktur. H. (yani her
mahal fail değildir.
Şârih
«âşikârdır ki tilâvet arızidir» sözü ile yolcu namazının neden secde-i
tilâvetten gen" bırakıldığını anlatmağa boşlamıştır. Münasebet bundan anlaşılır.
Bu münasebet her ikisinde kul tarafından gelen arızadır. Secde-i sehiv ve
hastalık böyle değildir; Onların ikisi de semavi (Allah tarafından gelme)
arızadır.
«Meğer
ki bir arıza sebebiyle değişe» bu istisna ibadetten ve «mubahtır» sözünden
yapılmıştır. Yani secde-i tilâvette asıl ibadet olmaktır. Meğer ki riya ve
şöhret yahut cünüblük gibi bir arıza ola. Bu taktirde ma'siyet olur. Yolculukta
asıl mubah olmaktır. Meğer ki hac ve cihad gibi bir arız ola. Bu taktirde
yolculuk tâat olur, Yahut yol kesmek gibi bir arıza bulunursa masiyet olur.
«Onun
için musannıf yolcu namazını secde-i tilâvetten sonraya bırakmıştır.»
Yani.seferde asıl mubah olmasıdır. Bundan dolayı bu bahsi geriye bırakmıştır.
Zira aslen mubah olan bir şey aslen ibadet olandan aşağıdır. «Bu baba misafir
namazı adının verilmesi, erkeklerin ahlâkını ıslah ettiği içindir. (Çünkü
misafir kelimesi sefire fiilinden alınmadır.) Sefire; ıslah etti demektir. Aynı
fiil "açtı" mânâsına da gelir. Bu taktirde misafir namazı denilmesi sefer yer
yüzünü açtığı içindir. «Bir kimse kafir bile olsa» sözüne şöyle itiraz
edilebîlir: Bu söz sebiye de şamildir. Halbuki fer'î meselelerdegeleceği vecihle
onun seferi niyet etmesi muteber değildir. Nitekim bunu orada izah edeceğiz.
«Senenin
en kısa günlerinden uç gün üç gecelik bir mesafeyi...» ifadesi Bahır ve Nehir'de
de buradaki gibidir. Mirâc sahibi onu Attabî, Kâdıhân ve Muhit sahibine nisbet
etmiştir. Hılye sahibi bu hususta inceleme yapmış ve «Zâhire göre günleri mutlak
bırakmalıdır. Onların uzunluğu kısalığı orta derece diye tahdit edilmediği
taktirde uzun veya kısa günlerin hangisine tesadüf ederse ona göre hüküm
vermelidir» demiştir.
Ben
derim ki: Orta uzunluktaki günler güneşin kuzu veya mizan burçlarına girdiği
zamandır. (Kuzu burcu mart ayına, mizan burcu ise sonbaharın başlarına tesadüf
eder.) Kuhistânî bunu tercih etmiş; sonra «Tahavî şerhinde bildirildiğine göre
bazı ulema yolculuğu senenin en kısa günlerine takdir etmişlerdir» demiştir.
Evlâ olan bu ibareden «üç gece» tabirini hazfetmektir, Nitekim Kenz ve Cami-i
Sağîr'de hazfedilmiştir. Çünkü günlerle birlikte geceleri de yürümek şart
değildir. Onun için Yenâbi sahibi «günlerden murad gündüzlerdir. Çünkü gece
istirahat içindir. O muteber değildir» demiştir. Evet «üç gün yahut üç gecelik»
dese daha iyi olurdu. Bununla geceleyin seferi kastetmenin sahih olacağına ve
günlerin bir kayıt olmadığına işaret etmiş sayılırdı.
Musannıf
«kastederek çıkarsa» tabirleriyle kastetmeksizin çıkan yahut kastedip çıkmayan
kimsenin misafir (yolcu) olmayacağına işaret etmiştir. H.
Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Bir de niyetin mutlaka namazdan önce yapılacağına işaret
etmiştir. Onun için Tecnis sahibi şunu söylemiştir: Bir kimse gemi deniz
sahilinde dururken namaza niyetlenir de rüzgâr gemiyi naklettiği zaman sefere
niyet ederse İmam Ebû Yusuf'a göre namazını mukim olarak tamamlar. İmam Muhammed
buna muhaliftir. Çünkü bu namazda dört kılmayı icab ettiren sebeple bunu meneden
sebep bir araya gelmiştir. Şu halde ihtiyaten dört kılmayı icabedeni tercih
ederiz.» Ancak kastın şart olması sefer edecek kimse reyinde serbest olduğuna
göredir. Şayet başkasına tâbi olursa itibar matbuunun niyetinedir. Nitekim
gelecektir. Tecnis'in ifadesini Bahır sahibi buna hamletmiştir. Tecnisin ifadesi
şudur: «Bir kimseyi başkası alıp gitse de o kimse nereye götürüldüğünü bilmese
üç gün gitmedikçe namazını tamam kılar. Üç gün olunca kısaltır. Çünkü namazı
kısa kılmak o kimseye götürüldüğü andan itibaren tâzım gelmiştir. Götürüldüğü
günden itibaren namazlarını kısa kılsa sahih olur. Yalnız üç günden az mesafeye
götürürse sahih olmaz. Zira mukim olduğu anlaşılır. Birincide o kimse
misafirdir.» Bununla sefer kasdıyle çıkmanın kâfi olduğuna işaret etmiştir.
Velev ki sefer tamam olmadan dönmüş olsun. Nitekim gelecektir. Hattâ bir gün
özürden dolayı namaz kılmadan yürür de sonra geri dönerse namazlarını kısa
olarak kaza eder. Nitekim Allâme Kâsım bununla fetva vermiştir.
Musannıf
«yaşadığı yerin mamurelerinden çıkarsa» ifadesi ile çadırlara da şamil olan bir
mânâ kastetmiştir. Zira onlar yerleri itibariyle mamurdurlar. imdâd sahibi şöyle
diyor: «Binaenaleyh o çadırlardan ayrılmak şarttır. Velev ki dağınık olsunlar.
Çadır halkı bir su başına veya ormana konmuş olsalar ondan ayrılmak muteberdir.
Mecma'ar-Rivayat'ta böyle denilmiştir. Herhalde bu orman pek büyük olmamalıdır.»
Keza su kaynağı uzaklarda bulunan bir nehir olmamalıdır. Musannıfşehrin
mülhakatı (banliyö) gibi oturduğu yere tâbi olan kısımlardan ayrılmanın şart
olduğuna da işaret etmiştir. Zira bunlar da şehir hükmündedir. Mülhakata bitişik
köylerin hükmü dahi sahih kavle göre böyledir. Bahçeler böyle değildir. Velev ki
binalara bitişik olsunlar, Çünkü onlarda şehir halkı bütün sene veya birkaç
zaman otursalar bile şehirden sayılmazlar. Bekçi ve koruyucuların oturdukları
yerler bilittifak itibara alınmazlar. İmdâd.
Sahaya
gelince: Bundan murad at gezdirmek, cenaze gömmek ve toprak atmak gibi o
beldenin faydalanması için hazırlanan yerdir. Şehre bitişik olursa onu geçmek
nazar-ı itibara alınır. Bir ok atımı uzak veya bir tarla ile şehirden ayrılmış
ise itibar edilmez. Nitekim gelecektir. Cuma bunun hilâfınadır. Tarlalar
şehirden ayrılmış bile olsa sahada cuma namazı kılınabilir. Çünkü cuma beldenin
işlerindedir. Sefer öyle değildir. Nasıl ki bunu Şurunbulalİ, risalesinde
incelemiştir; Babında da gelecektir. Mülhakata değil de şehrin sahasına bitişik
köyün geçilmesine sahih kavle göre itibar edilmez. Nitekim Münye şerhinde böyle
denilmiştir.
Ben
derim ki: Bunu bilince Dımeşk'teki Meydanü'l - Hasan'ın şehrin mulhakatından
olduğunu; Babu'l - Allah'ın dış tarafı Karye el'Kadem'e varıncaya kadar sahası
sayılacağını anlarsın. Çünkü bu saha evlere bitişen namazgâhı içine almaktadır.
Ve hacıların konaklaması için hazırlanmıştır. Zira hacılar namazgâhtan mezkur
köyün hizasına kadar olan yeri kaplarlar. Şu halde orada namazı kısaltmaları
sahih olamaz. Sadrü'l - Baz'ı geçmemek şartıyle el'Mercetü'l - Hadra da öyledir.
Zira o da elbise yıkamak, hayvan gezindirmek ve askerin inmesi için
hazırlanmıştır. Çünkü Şurunbulali'nin risalesinde yaptığı incelemeye göre saha,
şehrin büyüklüğüne küçüklüğüne göre değişir. Binaenaleyh bir ok atımı diye
takdire lüzum yoktur. Bir ok atımı imam Muhammed'den rivayet olunmuştur. Bir mil
veya iki mil diye taktire de lüzum yoktur Bu da İmam Ebû Yusuf tan rivayet
.olunmuştur.
«Çıktığı
tarattın yolcu hükmüne girer.» Münye şerhinde şöyle deniliyor: «Binaenaleyh
çıktığı taraftan evleri geçmedikçe yolcu olmaz. Hattâ orada evvelce şehre
bitişik, fakat şimdi ayrılmış olan bir mahalle bulunsa onu geçmedikçe yolcu
olamaz. Şehirden çıktığı taraftan evleri geçer de şehrin öbür tarafında
hizasında bir mahalle bulunursa yolcu olur. Çünkü muteber olan çıktığı
taraftır.» Buradaki iki meselede mahalleden murad, mamur yerdir. Harap olup
üzerinde ev kalmamışsa birincide onu geçmek şart değildir. Velev ki şehre
bitişik olsun Nitekim bu açıktır. Sonra ikinci meselede mahallenin mutlaka bir
taraftan olması lâzımdır. Her iki tarafta evler bulunursa mutlaka onları geçmek
lâzımdır. Çünkü İmdâd'da «iki taraftan yalnız biri o kimsenin hizasına gelirse
zarar etmez. Nitekim Kâdıhan ve başkalarında beyan edilmiştir» denilmektedir.
Zâhire göre bitişik sahanın hizasında olmak evlerin hizasında olmak gibidir.
(Bir ok atımı diye terceme ettiğimiz) galve üçyüzden dört yüz arşına kadar olan
mesafedir. Esah kavil budur. Bunu Müçtebâ'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir
METİN
Her
gün akşama kadar Yürümek şart değildir. Bilâkis yürümek zeval vaktine kadar
devam eder. Mezhebe göre fersahlara itibar yoktur. Sefer mutad istirahatlar
dahil olmak üzere orta yürüyüş ile yapılır. Hattâ bir kimse koşarak üç günlük
yolu iki günde alsa namazlarını kısa kılar. Bir yerin iki yolup olup biri sefer
müddetini doldurur: diğeri daha az olursa birincîde namazlarını kısa kılar;
ikincide kısaltmazlar.
İZAH
«Her
gün akşama kadar yürümek şart değildir.» Çünkü yolcunun yiyip içmek ve namaz
kılmak için mutlaka bir yere inmesi lâzımdır. Günün ekserisi için bütün hükmü
vardır. Yolcu birinci gün erken davranır da zeval vaktine kadar yürür; konak
yerine vararak istirahat için oraya iner ve orada geceleyip ertesi gün yine
erken davranır da zeval geçinceye kadar yürür; ve konaklarsa; üçüncü gün yine
erkenden yola çıkarak zeval vaktine kadar yürüyerek varacağı yere varırsa
Şemsü'l-Eimme serahsî «bu adam sahih kavle göre niyet ettiği an yolcu olur»
demiştir. Nitekim Cevher'e, Burhan ve İmdâd'da böyle denilmiştir. Bu sözün bir
misli de Bahır, Fethu'l-Kadîr ve Münye şerhindedir.
Ben
derim ki: «Konak yerine varırsa» sözünde şuna işaret vardır: Evvelinde
istirahatı terkettiği gün mutlaka sair istirahatla yürüdüğü günlerdeki mutad
yolu yürüyecektir. Bundan anlarsın ki. senenin en kısa günleri ile taktirden
murad; ancak mutedil memleketlerdir. O memleketlerde zikredilen konak en kısa
günlerinde günün ekserisinde alınır. Binaenaleyh «Kutup bölgelerinde senenin en
kısa günü bazen bir saat veya fazla yahut eksik olur. O halde oralarda sefer
mesafesi üç saat yahut daha az olmak lâzım gelir» şeklinde bir itiraz varit
olamaz. Çünkü pek uzun gibi pek kısa da nazar-ı itibara alınamaz. İbareler
mutlak bırakılırsa şayi ve galip olan mânâya hamledilir. Nadir ve gizli mânâya
hamledilmezler. Bu söylediklerimize Hidaye'nin şu sözü delâlet eder: «Ebû
Hanîfe'den bir rivayete göre takdir konaklarla olur. Bu da birinciye yakındır.»
Nihaye sahibi diyor ki: «Yani üç konakla takdir üç günle takdire yakındır. Zira
her gün mutad olan Yürüyüş bir konaktır. Bâhusus senenin en kısa günlerinde bu
böyledir. Mebsut'da böyle denilmiştir. Fethu'l-Kadîr'deki ifade dalı böyledir.
Orada şöyle denilmiştir: «Bazılarına göre bu mesafe yirmidir fersah bazılarına
göre onsekiz Fersah olarak takdir edilir. Onbeş fersah, diyenler de vardır. Bu
miktarları takdir edenlerin herbiri mesafenin üç günlük olduğuna itikat
ederler.» Yani bu sözler memleketlerin muhtelif olmasına göredir. Takdiri
yapanların herbiri kendi memleketindeki en kısa günleri nazar-ı itibara
almıştır. Yahut en kısa veya en uzun yahut orta günlere itibar etmişlerdir.
Herhalde bu söz, günlerden, mutad olan yol yürüme kasdedildiği hususunda
açıktır.
«Yürümek
zeval vaktine kadar devam eder.» Çünkü zeval vakti şer'an muteber olan gündüzün
ekserisidir.
Şer'î
gün; fecirden güneş kavuşuncaya kadardır. Zeval felekî günün yarısıdır. Felekî
gün güneşin doğmasından batmasına kadar devam eder. Sonra fecirden zevale kadar
senenin en kısa günlerinde mısır ve onun arzındaki memleketlerde yedi saattan
bir çeyrek noksan zaman vardır. Üç günün mecmuu ise yirmi saat bir çeyrek eder.
Bu hesap muhtelif arzlardaki memleketlerdedeğişiktir. H.
Ben
derim ki: Dımeşk'de üç günün mecmuu aşağı yukarı yirmi saatten yirmi dakika
noksandır. Zira fecirden zevale kadar en kısa günlerde bizde altı saat kırk
dakikadan bir çok derece noksan zaman vardır. Bunu orta günlerle hesap edersek
takriben mecmuu yirmiikibuçuk saat olur. Çünkü fecirden zevale kadar takriben
yedibuçuk saat vardır.
«Mezhebe
göre fersahlara itibar yoktur.» Bir fersah üç mil, bir mil de teyemmüm babında
geçtiği vecihle dörtbin arşındır. Mezhebe göre diyoruz. Çünkü zâhir rivayette
zikredilen üç günün nazar-ı itibara alınmasıdır. Nitekim Hılye'de beyan
edilmiştir .Hidaye sahıbi umumiyetle fukahanın kavillerinden ihtiraz için «sahih
olan budur» demiştir. Fukahanın bazısı mesafeyi fersahlarla takdir etmiş; sonra
ihtilafa düşmüşlerdir. Bazısı yirmibir fersah. diğerleri onsekiz, daha başkaları
onbeş fersah olduğunu söylemişlerdir. Fetva ikinci kavle (yani 18 fersah
diyenlerin kavline göredir. Zira ortadadır.
Mücteba'da
«Fetva Harizm ulemasınca üçüncü kavle göredir. Sahih kavlin vechi şudur:
Fersahlar düz yerde, dağda, karada ve denizde yollara göre değişir. Konaklar
böyle değildir. Mirâc.» denilmiştir.
«Orta
yürüyüş» den maksat. deve yürüyüşü ile yaya yürüyüşüdür. Dağda ona münasip bir
yürüyüşe itibar edilir. Çünkü dağ inişli yokuşlu. dar geçitli ve sert olur.
Orada deve ve insanın yürüyüşü düz yerdekinden daha ağır olur. Denizde ise
fetvaya göre rüzgârın orta kuvvette esmesine (şimdi-orta hızla seyreden
gemilere) itibar edilir. İmdâd. Böylece her yerde mutad olan yürüyüş muteber
olur. Bu hususî insanlarca malûmdur. Şaşırma halinde onlara müracaat olunur.
Bedayi.
Araba
çeken öküzün ve benzerinin yürüyüşü bundan hariçtir. Çünkü en ağır yürüyüştür.
Nitekim en hızlı yürüyüş de at ve posta yürüyüşüdür. Bahır.
«Bir
kimse koşarak üç günlük mutad yolu iki günde alsa namazlarını kısa kılar.»
Zâhirine bakılırsa keramet göstererek o yere az zamanda varsa hüküm yine aynı
olmalıdır. Lâkin Fethu'l-Kadîr sahibi bunu ihmalden uzak görmüştür. Çünkü bunda
meşekkat yeri yoktur. Namazı kısaltmakta illet ise budur.
«Bir
yerin iki yolu olup biri sefer müddetini doldurursa o yoldan giden namazını kısa
kılar.» Yani velev ki o yolu sahih bir maksatla tutmuş olmasın. İmam Şafiî buna
muhaliftir. Nitekim Bedayi'de beyan edilmiştir.
METİN
Yolcu
dört rekatlı farzı iki rekat kılar. Böyle kılması vaciptir. Çünkü İbn Abbas
«Şüphesiz Allah, Peygamberinizin dilinden mukimin namazını dört, yolcunun
namazını iki rekat olarak farz kılmıştır» demiştir. Onun için musannıf da
ulemanın «kısaltır» tabirini bırakarak dört rekatlı farzı iki rekat kılar
demiştir. Çünkü iki rekat bize göre hakikatta kısaltma değil. onun farzının
tamamıdır. Namazı dört rekat olarak ikmal o kimse hakkında ruhsat değil bilâkis
isaettir.
Ben
derim ki: Buhari şerhlerinde şöyle denilmektedir: «Bütün namazlar seferde olsun
hazarda olsun isrâ gecesinden ikişer rekat farz kılınmıştır. Yalnız akşam namazı
müstesnadır. Peygamber (s.a.v.) hicret edip Medine'ye yerleşince rekat sayısı
arttırılmıştır. Ancak kıraatı uzun olduğu için sabah namazı bir de gündüzün
vitiri olduğu için akşam namazı arttırılmamıştır. Dört rekatlı namazların
farzıyeti karar kılınca Teâlâ hazretlerinin «Namazı kısaltmanızda size bir beis
yoktur» ayeti kerimesi inerek yolculukta dörtlü farzlar hafifletilmiştir.
Namazın kısaltılması hicretin dördüncü senesinde olmuştur. Bununla delillerin
arası bulunmuş olur.» Buharî şarihlerinin sözü burada sona erer.
İZAH
Musannıf
«farz» tabiri ile sünnetlerden ve vitir namazından; «dört rekatlı» tabiri ile de
sabah ve akşam namazlarından ihtiraz etmiştir. Yolcunun dört rekatlı farzı iki
kılması vacip olduğu için dört kılması bize göre mekruh olur. Hattâ rivayete
göre İmam-ı A'zam «Kim yolda namazını dört rekat kılarsa isaette bulunmuş ve
sünnete muhalefet etmiştir» demiştir. Münhe Şerhi. Bu hususta ileride tafsilât
gelecektir.
İbn
Abbas hadisinin lâfzı sahih-i Müslim'den naklen Fethu'l-Kadîr'de şöyledir:
«Allah namazı Peygamberiniz (s.a.v.)'in dilinden hazarda dört. seferde iki.
korku anında da bir rekat olarak farz kılmıştır.» Yine Fethu'l-Kadîr'de beyan
olunduğuna göre Buhari ile Müslim'in rivayet ettikleri hazreti Âişe hadisinde
Âişe (r.a.), «Namaz ikişer rekat olarak farz kılınmıştır. Sonra seferde olduğu
gibi bırakılmış; hazar namazına ziyade edilmiştir» demiştir. Buhari'nin bir
rivayetinde ise «Namaz ikişer rekat olarak farz kılındı. Sonra Peygamber
(s.a.v.) hicret etti. Ve namaz dört rekat olarak farz oldu. Sefer namazı ise ilk
şekliyle bırakıldı» demiştir.
«Çünkü
iki rekat bize göre hakikatta kısaltılma değildir.» Bahır sahibi diyor ki:
«Ulemamızdan bazıları bu meseleyi (kısaltmak bize göre azîmet, ikmâl ise
ruhsattır) diye lakâblandırmışlarsa da Bedayi sahibi "bu lakâblandırma bizim
kaidemize göre hatadır" demiştir. Çünkü iki rekat yolcu hakkında bize göre
hakiki kısaltma değildir. Bilâkis yolcunun farzının tamamıdır. İkmal (dört
kılmak) dahi onun hakkında ruhsat değil, isaet ve sünnete muhalefettir. Bir de
ruhsat bir arızadan dolayı asli hükmü değişip hafifletilen ve kolaylaştırılan
şeydir. Yolcu hakkında doğrudan doğruya değiştirme mânâsı yoktur. Çünkü namaz
aslında iki rekat olarak farz kılınmış; sonra mukim hakkında hazreti Âişe
(r.a.)'nin rivayet ettiği şekilde ziyade edilmiştir. Mukim hakkında değiştirme
olmuş; fakat kolaylık değil. şiddet ve sertlik getirilmiştir. Binaenaleyh bu
onun hakkında da ruhsat değildir. Ruhsat denilse bile bu kelime mecazdır. Çünkü
hakikat mânâlarından biri olan değiştirme mevcuttur.»
Akşam
namazına «gündüzün vitiri» denilmesi gündüze yakın olduğundandır. Yoksa o gündüz
değil, gece namazıdır.
«Bununla
delillerin arası bulunmuş olur.» Yani delillerin bazısı yolculukta dört rekatlı
farzları iki kılmanın asıl olduğuna, bazıları da bunun ârızi olduğuna delâlet
etmektedir. Bu deliller zamanların değişmesine hamledilince çelişki ortadan
kalkar. Lâkin âşikârdır ki Buhari şarihlerinden naklettiğibu ara bulma Şâfiî
mezhebine göredir. Şâfiî'ye göre iki rekat olarak kılmak ikmal değil
kısaltmadır. Çünkü bu iş nasıl karar kılındı ise ona göre amel edilegelmiştir.
Karar kılması ise namazın seferde olsun hazarda olsun evvelâ dört rekat olarak
farz kılınması, sonra seferde kısaltılmış olmasıdır. Şâfiî'nin mezhebi bu yoruma
göredir. Bu bizim mezhebimize muhaliftir. Hem bu yorum yukarıda hazreti Âişe'den
rivayet ettiğimiz muttefekunaleyh hadise de aykırıdır. Zira o hadis sefer
namazında kesinlikle ziyade yapılmadığına delâlet etmektedir. Ayete gelince: Bu
ayetteki kısaltmadan murad; namazın şeklini ve fiilini korku zamanında
kısaltmaktır. Nitekim bunu Münye şârihi ve başkaları izah etmişlerdir.
METİN
Yolcu,
seferi sebebiyle âsi bile olsa yine namazını kasreder. Çünkü mücâvir kubh
meşruluğu ortadan kaldırmaz. O kimse sefer müddetini yürüdü ise yolculuğun hükmü
yaşadığı yere dönünceye kadar devam eder. Yürümedi ise mücerret dönmek niyetiyle
namazını tamam kılar. Zira sefer muhkemleşmemiştir. Yahut namazda bile olsa
hakikaten veya hükmen yarım ay oturmaya niyet edinceye kadar seferîdir. Bu
namazın henüz vakti çıkmamış ve kendisi de lâhik olmamış bulunmak şartıyledir.
Hükmen ikamete niyet hakkında Bezzâziye ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor:
«Bir hacı Şam'a girer de oradan ancak kafile ile birlikte şevvalin ilk yansında
çıkacağını bilirse namazını tamam kılar çünkü ikamete niyet eden gibidir.»
İZAH
Sefer
sebebiyle âsi olmak. sefere isyan için çıkmakla olur. Meselâ yol kesmek
niyetiyle yola çıkar. Burada Şâfiî rahimellah muhaliftir. Bu mesele seferde âsi
olanın hilâfınadır. Ma'siyet sefer esnasında ârız olursa mesele ittifakidir.
«Çünkü
mücavir kubh meşruluğu ortadan kaldırmaz» hasen; güzel. kabih: çirkin fiil
demektir. Güzel ve çirkin fiiller nevilere ayrılırlar. Çirkin fiil kabih
liaynihi ve kabih ligayrihi olmak üzere iki kısımdır. Kabih liaynihi: çirkinliği
kendinden olan fiildir. Kabih ligayrihini ise çirkinliği başkasındandır. Bu
çirkinlik fiilin yanında ise ona mücâvir kubh derler. Mücâvir kubh
fiilinden.ayrılabilir. Meselâ cuma ezanı okunurken alış veriş yapmak, cumaya
gitmeyi terk olduğundan çirkindir. Ama saîden yani cumaya gitmekten ayrılabilir.
Zira cumaya gitmek bulunur da alış veriş bulunmayabilir. Aksi de öyledir. İşte
burada da kubh mücavirdir. Çünkü yol kesmek ve hırsızlık bulunur da sefer
bulunmayabilir. Bunun aksi de olabilir. Kabih liaynihi böyle değildir. O gerek
küfür gibi vazan kabih, gerekse hür insanı satmak gibi şer'an kabih olsun
meşruiyeti tamamen ortadan kaldırır. Meselenin tam izahı usul-ü fıkıh
kitaplarındadır.
«Yaşadığı
yere dönünceye kadar» ifadesinden murad; evlerinden ayrıldığı şehirdir. Oraya
gelip geçmek niyetiyle veya bir iş görmek için girsin farketmez. Çünkü yaşadığı
şehir oturmak için taayyün etmiştir. Ona niyet etmeğe hacet yoktur. Cevhere
«yaşadığı yer» tabirinde yanılıyor gibi ona mulhak olan yerde dahildir. Nitekim
bunu Kuhistânî ifade etmiştir.
«Yürümedi
ise mücerret dönmek niyetiyle namazını tamam kılar.» Velev ki sahrada olsun.
Bunakıyasen ramazanda orucunu yemesi helâl olmamak gerekir. Velev ki bulunduğu
yerle şehri arasında iki günlük mesafe bulunsun. Çünkü bu, muhkemleşmeden
bozulmayı kabul eder. Henüz illet olması muhkemleşmemiştir. Binaenaleyh mukim
olmak arızi olan seferi bozar. Namazı tam kılmanın iptidaen illeti değildir.
Bunu Fethu'l-Kadîr sahibi belirtmiş, sonra inceleyerek şunları söylemiştir:
«Şayet; "illet, üç günlük yolu kastederek şehrin evlerinden ayrılmaktır. Üç
günlük seferi tamamlamak değildir. Buna delil; Mücerret bu maksatla sefer
hükmünün sübut bulmasıdır. Sefer hükmünün illeti tamam olmuştur. Binaenaleyh
mukim olmak hükmü sabit olmadan bunun hükmü sabit olur". denilirse cevaba muhtaç
olur.» Bahır sahibi bu tetkiki kuvvetli bulduğu ve cevabı bilemediği için «öyle
anlaşılıyor ki. şehre girmesi mutlaka lâzımdır» demiştir. Nehir sahibi buna
itirazla «Muayyen bir delili iptal etmek medlülü ibtal etmeyi gerektirmez»
demiştir.
Ben
derim ki: Bana, şöyle cevap verilecek gibi geliyor: Hakikatta illet meşakkattır.
Sefer onun yerine geçirilmiştir. Lâkin meşakkatın illet oluşu ancak iptidaen ve
bekaen illet olması şartıyledir. İptidaen illet olması üç günlük yola gitmeyi
kastederek şehrin evlerinden ayrılmasıdır. Bakaen (yani devam itibarıyle) illet
olması üç günlük yolu tamamlamasıdır. Birinci şart bulunduğu vakit illetin hükmü
iptidaen sabit olur. Onun için yolcu şehrin evlerinden mücerret niyetiyle
ayrılmakla namazını kısaltır. Ama hükmü ancak ikinci şartla devam eder. İlletin
muhkemleşmesi için bu şarttır. Yolcu sefer müddetini tamamlamadan dönmeye niyet
ederse illetin illet olarak kalması bâtıl olur. Zira muhkemleşmeden bozulmayı
kabul eder. İptidadaki fiili ise sahih olmakta devam eder. Çünkü onun şartı
mevcuttur. Bundan dolayıdır ki, bir özür sebebiyle üç günlük mesafeye ulaşamayıp
geri dönerse namazı kısa olarak kaza eder. Nitekim evvelce arzetmiştik.
«Namazda
bile olsa» ifadesi, namazın başında. ortasında, sonunda bulunma hallerine ve
keza yalnız başına veya imama uyarak kıldığı müdrik ve mesbuk hallerine şâmil
olduğu gibi üzerinde secde-i sehiv bulunup selâm ve secdeden önce veya sonra
mukim olmağa niyet ettiği hallere de şâmildir. Ama selâmla secde arasında niyet
ederse bu namaza nisbetle izah yeti sahih olmaz. Farzı dört rekata değişmez.
Nitekim bunu. babında izah etmiştik.
«Bu,
namazın henüz vakti çıkmamış» yani mukim olmağa niyet etmeden önce vakti
çıkmamış olmak şartıyledir. Çünkü bir rekat kıldıktan sonra mukim olmağa niyet
eder de sonra vakit çıkarsa farzı dört rekata döner. Ama namazda iken vakit
çıkar da sonra mukim olmağa niyet ederse o namaz hakkında hüküm değişmez.
Nitekim Hülâsa'dan naklen Bahır'da böyle denilmiştir,
«Kendisi
de lâhik olmamak şartıyledir.» Misafir imama uyan lâhik, namazın başına yetişir
de abdesti bozulur veya uyur da imam namazını bitirdikten sonra uyanır ve mukim
olmağa niyet ederse namazını dört rekat üzerinden tamamlamaz. Çünkü hüküm
itibariyle lâhik imamın arkasında gibidir. İmam namazdan çıkınca farz
muhkemleşmiştir. Artık imam hakkında değişmez, lâhik hakkında da öyledir. Bunu
Hülâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. O lâhikin hükmünü «imam namazdan
çıktıktan sonra» diye kayıtlamış. şârih ise bunu terketmiştir.
«Bir
hacı Şam'a girer de oradan ancak kafile ile birlikte şevvalin yarısında
çıkacağını bilirse namazınıtamam kılar.» Yani şevvalin başında veya daha önce
Şam'a girer de hac kafilesinin oradan ancak onbeş gün sonra çıkacağını bilir ve
onlarla birlikte çıkmaya niyet ederse namazını dört rekat üzerinden tamam kılar.
Bunu Muhit'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Bu hakikaten değil, mukim olmağa
niyet sayılır. Çünkü onbeş günden sonra yola çıkmağa niyet etmiştir. Bu, o
müddet zarfında orada mukim olmağa niyeti tazammun eder.
METİN
Yarım
ay oturmağa niyet ettiği yer bir olup oturmağa elverişli kasaba, köy veya islâm
diyarının sahrası, kendisi de çadır halkından olmalıdır. Buna yani yarım aydan
daha az oturmağa niyet ederse namazlarını kısa kılar. Yahut yarım ay oturmağa
niyet eder; fakat o yer deniz veya ada gibi oturmağa elverişli olmazsa veya
elverişli yerde oturmağa niyet eder; ancak Mekke ve Mine gibi iki müstakil yer
olursa misafir namazı kılar. Bir hacı Zilhicce'nin on gününde Mekke'ye girerse
mukim olmağa niyeti sahih olmaz. Çünkü Mina'ya ve Arafat'a çıkacaktır.
Binaenaleyh mukim olmağa yerinde niyet etmemiş gibi olur. Mina'dan döndükten
sonra niyeti sahih olur. Nitekim birinde gecelemeye niyet etse yahut hükmen bir
oldukları için sakinlerine cuma farz olacak şekilde biri diğerine tâbi olsa
hüküm yine budur.
İZAH
Yarım
ay oturmağa niyet ettiği yer bir olup oturmağa elverişli olacaktır. Bu hüküm üç
gün yürüdüğüne göredir. Üç gün yürümezse sahrada bile olsa ikamet niyeti
sahihtir. Burada evvelce bahsettiğimiz inceleme vardır. Bahır.
Biz
bunun cevabını da vermiştik. Hâsılı müddet tamam olmadan mukim olmağa niyet
etmek seferi bozar. Meselâ memleketine dönmeye niyet etmek böyledir. Sefer
muhkemleşmeden bozulmayı kabul eder.
«İslâm
diyarının sahrası» tabiri dar-ı harbin sahrasından ihtiraz içindir. Dar-ı harbin
sahrasına girenin hükmü onların toprağına giren askerin hükmü gibidir. T.
«Kendisi
de çadır halkından olmalıdır» ifadesi «islâm diyarının sahrası» nin kaydıdır.
Esah olan budur. Nitekim metinde kendisinden ihtiraz ettiği şeyle beraber
gelecektir.
«Yarım
aydan daha az oturmağa niyet ederse namazlarını kısa kılar.» Zâhirine bakılırsa
velev bir saat az olsun. Bu ifade ile yukarıda geçen ihtirazı kayıtların
nelerden ihtiraz olduğunu beyana başlamaktadır. T.
Deniz
oturmağa elverişli bir yer değildir. Müçtebâ sahibi şöyle diyor: «Denizci
misafirdir. Ancak imam Hasan'a göre misafir değildir. Onun gemisi de vatan
değildir.» Bahır. Bu ibarenin zâhirine bakılırsa velev ki denizcinin ailesi ve
malı kendisiyle beraber gemide olsun gemi vatanı değildir. Sonra bunu Mirac'ta
açık olarak gördüm. Adadan maksat; insan yaşamayan adadır.
«Ancak
Mekke ve Mina gibi iki müstakil yer olursa misafir namazı kılar.» Bu hususta iki
şehirle iki köy ve bir şehirle bir köy arasında fark yoktur. Bahır.
«Bir
hacı Zilhiccenin on gününde Mekke'ye girerse...» bu mesele hacının Şam'a
girmesimeselesinin aksinedir. Çünkü Şam'a giren mukim olmağa niyet etmese bile
hükmen mukim olur. Bu ise ikamete niyet etse bile hükmen misafirdir. Zira onbeş
gün geçmeden çıkmak niyetinde olunca onun*seferi sona ermemiştir. Bunu Rahmetî
söylemiştir.
Derler
ki: İsa. b. Ebâ'nın fakih olmasına sebep bu meseledir. İsa daha evvel hadis
okumakla meşgulmüş. Hikâyeyi kendisi şöyle anlatmış: «Zilhiccenin ilk on gününde
bir arkadaşımla Mekke'ye girdim. Ve orada bir ay kalmağa niyet ettim.
Namazlarını da dört rekat üzerinden tamamlamağa başladım. Derken Ebû Hanife'nin
ashabından biri bana rastlayarak, "Sen hata ediyorsun; çünkü Mina'ya ve Arafat'a
çıkacaksın" dedi. Mina'dan döndüğümde arkadaşım çıkmağa niyet etti. Ben de ona
arkadaşlık etmek istedim ve namazları kısa kılmağa başladım. Ebû Hanîfe'nin
talebesi bana yine. "Hata ettin; çünkü sen Mekke'de mukimsin. Oradan çıkmadıkça
misafir olamazsın." dedi. Kendi kendime, "Ben meselede iki yerde hata ettim"
dedim. Ve imam Muhammed'in ilim meclisine dönerek fıkıhla meşgul oldum.» Bedayi
sahibi diyor ki: «Biz bu hikâyeyi ancak ilmin kıymeti bilinsin de talebenin
rağbetine sebep olsun diye naklettik» Bahır.
Ben
derim ki: Bu hikâyeden şu anlaşılıyor. İsa'nın ikamete niyet etmesi ancak
Mekke'ye döndükten sonra yürürlüğe girmiştir. Çünkü o esnada çıkma niyeti
olmaksızın onbeş gün bulunmuştur. Arafat'a çıkmazdan öncesi böyle değildir. Zira
onbeş gün tamam olmadan çıkmağa niyetli olunca mukim sayılamaz. İhtimal ki,
döndükten sonra ikamet niyeti yenilenmiştir. Bu izahatla Allâme Aliyyülkâri'nin
lübab şerhinde yaptığı itiraz sâkıt olur. itiraz şudur: «Ebû Hanîfe'nin
talebesinin sözünde çelişki vardır. Zira evvelâ İsa'nın misafir olduğuna, sonra
mukim olduğuna hükmetmiştir. Halbuki mesele hali ile birdir. Metinlerden
anlaşıldığına göre birinde yarım aya niyet etmiş olsa sahihtir. O zaman Arafat'a
çıkması zarar etmez. Çünkü hiç çıkmayacak şekilde peşi peşine yarım ay olması
şart değildir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
İtirazın
sâkıt olması şöyledir: Peşi peşine olması, niyeti başka yere çıkmak olmadığına
göredir. Zira iki yerde oturmağa niyet etmiş olur. evet, Mina'dan döndükten
sonra niyeti sahihtir. Çünkü bir yerde yarım ay kalmağa niyet etmiştir. Allah'u
âlem.
«Nitekim
birinde gecelemeye niyet etse hüküm budur.» Evvelâ gündüz oturmaya niyet ettiği
yere girerse mukim olmaz. Gecelemeye niyet ettiği yere girerse mukim olur. Sonra
oradan başka yere çıkmakla misafir olmaz. Çünkü kişinin ikamet yeri gecelediği
yerdir. Hılye.
«Biri
diğerine tâbi olsa hüküm yine budur.» Şehre yakın olup ezanı işitilen köy
böyledir. Nitekim cuma bahsinde gelecektir.
Bahır'da
şöyle denilmiştir: «İki yer bir şehirden yahut bir köyden madud olursa niyet
sahihtir. Zira bu iki yer hükmen birdir. Görmez misin ki o yere misafirliğe
gitse namazlarını kısaltmaz.» T.
METİN
Yahut
köle ve kadın gibi reyinde müstakil olmazsa veya bir beldeye girip de ikamet
müddetini orada geçirmeğe niyet etmez bilâkis yarın öbürgün yolculuğu bekler
durursa bu minval üzere senelerce orada kalsa misafir hükmündedir. Meğer ki
yukarıda geçtiği gibi kafilenin yarım aygecikeceğini bilmiş olsun. Keza dar-ı
harbe giren veya orada bir kaleyi muhasara altına alan asker de (dört rekatlı
namazları) iki rekat kılar. Dâr-ı harbe pasaportla giren kimse bunun gibi
değildir. O namazını tam kılar. Yahut asker islâm memleketinde bâğileri şehirden
başka bir yerde muhasara edip sefer müddetine niyet etmiş bulunursa yine
namazını iki rekat olarak kılar. Çünkü kararla firar arasında tereddüt
halindedir. Bedevîlerle Türkmenler gibi çadırlarda yaşayanlar bunun hilafınadır.
Bunlar çölde ikamete niyet ederlerse esah kavle göre caiz olur. Yanlarında
ikamet müddetince kendilerine yetecek kadar su ve o yerde çimen bulunursa fetva
bununla verilir. Çünkü mukim olmak asıldır. Meğer ki aralarında sefer müddeti
olan bir yere gitmeye kastetsinler. Bu taktirde sefere niyet ederlerse namazları
kısa kılarlar. Aksi taktirde tam kılarlar. Onlarla birlikte başkaları ikamete
niyet ederse esah kavle göre sahih olmaz.
İZAH
Köle
ve kadın gibi reyinde müstakil olmayanın sureti: Tâbi olanın ikamete niyet edip
matbuun niyet etmemesi, yahut halini bilmemesidir. Böylesi, namazlarını
kısaltarak kılar. H. Bu mesele şartları ve hilâfı beyan edilmek suretiyle
ileride gelecektir.
Musannıf
«veya orada bir kaleyi muhasara altına alan asker» sözü ile muhasarada şehre
girdikten sonra şehirle kale arasında bir fark olmadığına işaret etmiştir.
Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Bunun bir misli de, şehri muhasara deniz
sathından yapılmasıdır. Çünkü deniz sathına da dâr-ı harb hükmü verilir. Bunu
nazmı Hâmilî şerhinden Hamevî nakletmiştir. T.
Dâr-ı
harbe pasaportla giren namazını tamam kılar. Çünkü verdikleri eman ve serbesti
sebebiyle küffar ona taarruz etmezler. Bunu Bahır sahibi Nihaye'den
nakletmiştir. T.
«Şehirden
başka bir yerde» kaydı burada olduğu gibi el'Camiu's-Sağîr, Hidâye, Kenz ve
diğer kitaplarda da vardır. Bu kayıt şehre inerek orada bir kaleyi muhasara
ederlerse mukim olmağa niyet edebilirler zannını vermektedir.
Mirâc
sahibi diyor ki: «Lâkin Mebsut'un mutlak ifadesi böyle olmadığını gösteriyor.»
Mirâc sahibi bunun izahı hususunda sözü hayli uzatmıştır. İnâye'de dahi bunun
bir kayıt olmadığı bildirilmiştir. Nitekim aşağıdaki ta'lil de bunu iktiza eder.
Şurunbulâlî Mebsut'un ibaresini zikretmiş; metninde dahi bu yoldan yürümüştür.
«Çünkü
kararla firar arasında tereddüt halindedir.» Yani kaçıp kaçmamak arasında
mütereddit olduklarından halleri azîmet haline aykırıdır. Bu mutlak ibare zafer
islâm askerinin olması haline de şâmildir. Zira küffar üzerine. yardım yetişmesi
veya pusu kurmuş olmaları ihtimal dahilindedir. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de böyle
denilmiştir.
Bahır'da
Tecnis'den naklen şöyle denilmektedir: «Müslümanlar harbettikleri şehri alırlar
da yurt edinirlerse namazlarını (dört rekat olarak) tamam kılarlar. Böyle olmaz
da orada bir ay yahut daha fazla kalmak isterlerse namazlarını kısaltırlar. Zira
orası hala dâr-ı harbtir. Kendileri orada harbetmektedirler. Birinci böyle
değildir.»
T
E N B İ H : Kâfirlerden bir esir kaçarak bir mağaraya yerleşir ve orada yarım ay
kalmaya niyetederse mukim olmaz. Nitekim kâfirler onun müslüman olduğunu anlar
da onlardan kaçarak sefer mesafesi bir yere gitmek islerse niyeti muteber
'olmaz. Hülâsa ve Hâniye'de böyle denilmiştir. Birincinin vechi Fethu'l -
Kadîr'in ifadesinden anlaşıldığı gibi halinin mütereddit olmasıdır. Çünkü müddet
tam olmadan fırsat bulursa çıkar. ikincisi müşkildir. Münye şerhinde «niyeti
muteber olmaz» sözü sefere değil, «ikamete niyeti muteber olmaz» mânâsına
hamledilmiştir. Yoksa Tatarhaniye'de Muhit'den naklen açıklandığına göre o kimse
namazını seferi olarak kılar. Keza Zahîre'de ikinci meselenin hükmühükmü gibi
verilmiştir. Böylece her iki surette namazı kısaltmak lâzım geldiği
anlatılmıştır. Çadırlarda yaşayanlar çölde ikamete niyet ederlerse esah kavle
göre caiz olur. Bazıları namazlarını seferi olarak kılacaklarını söylemiş «çünkü
çöl o anda ikamet yeri değildir» demişlerdir.
«Çünkü
mukim olmak asıldır» cümlesi, «esah kavle göre caizdir» ifadesinin illetidir.
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Bedayi sahibinin sözünden anlaşılıyor ki,
çadırlarda yaşayanlar mukim olmak için niyete muhtaç değildirler. Çünkü ovaları
onlar için şehir ve köyler hükmünde tutmuştur. Bir de insan için mukim olmak
asıldır. Sefer ârızidir. Çadırlar halkı sefere niyet etmezler. Onlar ancak bir
su başından diğerine, bir meradan başka meraya intikal ederler.» «Onlarla
birlikte başkaları ikamete niyet ederse esah kavle göre sahih olmaz.» İmam Ebû
Yusuf'dan bir rivayete göre mukim olur. Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
METİN
Hasılı:
Namazı tam kılmanın şartları altıdır. Bunlar: Niyet, müddet, reyinde müstakil
olmak, yürümeyi terketmek, yerin bir olması ve yerin ikamete elverişli
bulunmasıdır. Kuhistanî.
Yolcu.
namazını dört rekat üzerinden tamamlarsa ilk oturuşta oturduğu taktirde farzı
tamam olur. Lâkin bunu kasten yaparsa selâmı te'hir, vacip olan kısaltmayı ve
vacip olan nâfile iftitah tekbirini terkettiği ve nâfileyi farza karıştırdığı
için isaet etmiş olur. Bu zikredilenler helâl değildir. Nitekim Kuhistânî isaeti
günaha girmek ve cehenneme müstehak olmak diye tefsir ettikten sonra bunu izah
etmiştir.
İZAH
Hasılı
musannıfın sözünden mukim olmanın şartları anlaşılmıştır. Ancak yürüyüşü
terketmenin şart olduğu anlaşılmamıştır. Hılye'de bu şartlara bir şart daha
ilâve edilmiştir ki, o da halinin. niyetine zıt olmamasıdır. Nitekim ulema bunu
birçok meselelerde açıklamışlardır. Meselâ bir beldeye hacet için giren
meselesiyle asker meselesi böyledir. Sonra bu şartlar sefer müddeti tahakkuk
ettikten sonra namazı tam olarak kılmanın şartlarıdır. Yoksa üç günlük yolu
yürümeden seferi yarıda bırakmak niyetiyle memleketine dönmek isterse evvelce
görüldüğü vecihle namazlarını tamam kılar. Keza unuttuğu bir haceti almak için
memleketine dönerse hüküm yine budur. Nitekim ileride bundan bahsedeceğiz.
«Yürümeyi
terk etmek» ten murad; ovada olup gireceği şehir veya köyde ikamete niyet
etmektir. Ama konacak yer aramak için giderken bir şehire veya köye girer de bu
şeyler bulunursa niyetininsahih olması gerekir. Hılye.
«İlk
oturuşta oturduğu taktirde farzı tamam olur.» Çünkü yolcunun iki rekatta
oturması farzdır. Bu onun namazının sonudur. Bahır sahibi şöyle diyor: «Musannıf
bununla kıraatın mutlaka ilk iki rekatta okuması lâzım geldiğine işaret
etmiştir. İlk iki rekatta yahut bunların birinde terk eder de son rekatlarda
okursa farzı sahih olmaz.» Bahır sahibi sözünü mutlak olarak söylemiştir,
Binaenaleyh dört veya iki rekat kılmaya niyet ettiği hallere şâmildir.
Dürer'in
ifadesi buna muhaliftir. Dürer'de «iki rekata niyet etmek şarttır» denilmiştir.
Bahır sahibinin sözünü mutlak bırakması. Şurunbulâliye'de «Rekat sayısına niyet
etmek şart değildir» denildiği içindir. Bir de Zeyleî'nin secde-i sehiv babında
açıklandığına göre yanılan kimse namazdan çıkmak için selâm verse secde-i sehiv
yapar. Çünkü meşru olan bir şeyi değiştirmek istemiştir. Binaenaleyh niyeti
hükümsüz kalır. Nasıl ki öğle namazına altı rekat diye niyetlense yahut misafir
öğleye dört rekat olarak niyetlense niyeti hükümsüz kalır. Bunu. Ebû's - Suud
şeyhinden nakletmiştir.
Ben
derim ki: Lâkin Cevhere'de bunun Ebû Yusuf'a göre sahih olduğu İmam Muhammed'e
göre sahih olmadığı kaydedilmektedir. «Vacip olan kısaltmayı» ifadesinden açıkça
anlaşılıyor ki, misafirin dört rekatlı farz iki rekat kılması tarz değil,
vaciptir. Nitekim Münye şerhinden bu manâda sözler nakletmiştik. Buradaki vacip
tabiri farz mânâsına olsa idi otursa bile sahih olmazdı. Sonra vacip olan
kısaltmayı terketmek, selâmı, nâfile tekbirini terketmeyi ve nâfileyi farza
karıştırmayı istilzam eder. Şârihin sözünden anlaşılan. bunlardan fazla olarak
kısaltmayı terkettiği için ayrıca günaha girmesidir. «Ve vacip olan nâfile
iftitah tekbirini terkettiği için isaet etmiş olur.» Çünkü nâfileyi farz üzerine
bina etmek (eklemek) mekruhtur. Nâfileyi farza karıştırmak da budur. Rahmeti.
Lâkin
şârihin «Nâfileyi farza karıştırdığı için» demesi bunun öncekinden başka
olmasını iktiza eder. Ve şöyle olması lâzım gelir: Nâfile namaza yeni bir
tekbirle boşlamak vaciptir. Halbuki nâfileyi nâfileye eklemek mekruh değildir.
Bunu Tahtavi söylemiştir.
Kuhistâni
isaeti günaha girmek diye tefsir ettiği gibi Bahır sahibi de günaha girmek
olduğunu açıklamıştır. Bundan anlaşılır ki, burada isaetten murad, kerahet-i
tahrimiyedir. Rahmetî. Cehenneme müstahak olması tevbe etmediğine yahut Teâlâ
Hazretleri afvetmediğine göredir. T.
METİN
İki
rekattan fazlası nâfiledir. Ve sabah namazını dört rekat kılan gibi olur. İlk
oturuşta oturmazsa farzı bâtıl olur. Ve kıldığı rekatların hepsi nâfile olur.
Çünkü farz olan oturuşu terketmiştir. Ancak üçüncü rekatın secdesine varmadan
mukim olmağa niyet ederse iş değişir. Lâkin kıyam ve rükûu tekrarlar. Zira
nâfile olarak yapılmışlardır. Farzın yerini tutamazlar. Secdede mukim olmaya
niyet ederse namazı nâfile olur.
Vakit
içinde ve dışında mukimin misafire uyması sahihtir. Esah kavle göre mukim
namazını tamamlamaya kalktığında kıraatı okumaz; secde-i sehiv de yapmaz. Çünkü
o lâhik gibidir. Her iki oturuş ona farzdır. Bazıları değildir, demişlerdir
Kınye.
İZAH
«Ve
kıldığı rekatların hepsi nâfile olur.» Yani üçüncü rekatın secdesine gitmekle
nâfile olur. Çünkü secdeden evvel geri dönebilirdi. Bu hüküm Şeyhayna göredir.
Şuna binaen ki vasıf bâtıl olunca asıl bâtıl olmaz. İmam Muhammed buna
muhaliftir.
«Çünkü
farz olan oturuşu terketmiştir.» Bu söz farzın bâtıl olmasının illetidir. Sonra
oturuş nâfilede dahi farz ise de, namaz kılan kimse onu çift rekatın sonunda
yapmayınca farz son oturuş olur. Nitekim bunu nâfileler babında beyan etmiştik.
«Ancak
üçüncü rekatın secdesine varmadan mukim olmaya niyet ederse iş değişir.» Yani
mukim olmaya üçüncü rekatın secdesinde niyet ederse niyeti sahih olur. Ve farzı
dört rekata döner. Sonra ilk iki rekatta kıraatı okuduysa son rekatlarda okuyup
okumamakta muhayyerdir. Okumadıysa ilk rekatların kıraatını kaza olmak üzere
okur. Bütün bu hususlarda ilk oturuşta oturup oturmaması müsavidir. Şu halde
istisna iki meseleye racidir. Ama üçüncü rekatın secdesine vardıktan sonra niyet
ederse bakılır: Şayet ilk oturuşta oturduysa biliyorsun ki iki rekatla onun
farzı tamam olmuştur artık değişmez; o rekata bir rekat daha ilâve eder. Bozarsa
da bir şey lâzım gelmez. İlk oturuşta oturmadıysa farzı bâtıl olur. Kıldığı
rekata bir rekat daha ilâve ederek dört rekat nâfile olur. Yukarıda geçtiği
vecihle İmam Muhammed buna muhaliftir. Tahtavi'nin Bahır'den naklettiği ibarenin
hülâsası budur. Şârih bu istisna ile şunu anlatmış oluyor ki, musannıfın «Farzı
bâtıl olur» sözü, "katî olarak değil, mevkuf olarak bâtıl olur"; mânâsınadır.
Aksi taktirde niyeti sahih olmaz.
«Secdede
mukim olmaya niyet ederse namaz nâfile olur.» Yani üçüncü rekatın secdesinde
niyet ederse namaz nâfile olur. Bu hüküm İmam Ebû Yusuf'un mezhebine göredir.
Ona göre secde, alnını yere koymakla tamamlanır. Sahih olan İmam Muhammed'in
mezhebidir ki, secde ancak alnını yerden kaldırmakla tamam olur. Bu surette
farzı esah kavle göre dört rekata inkılabeder. H. Yani ister ilk oturuşta
otursun ister oturmasın farketmez. Ebû Yusuf'un kavline göre ise oturduğu
taktirde farzı iki rekatla tamam.olur. Aksi taktirde bütün namaz nâfileye
inkılabeder. Binaenaleyh «nâfile olur» sözü, oturmadığı zamana mahsustur.
«Esah
kavle göre mukim namazını tamamlamağa kalktığında kıraatı okumaz.» Yani misafir
imam selâm verdikten sonra kalktığında okumaz. Daha evvel kalkar da üçüncü
rekatın secdesine gitmeden imam ikamete niyet ederse kıldığı rekat hükümsüz
kalır; ve imama tâbi olur. Bunu yapmazsa namazı fâsit olur. Üçüncü rekatın
secdesini yaptıktan sonra imam ikamete niyet ederse ona tâbi olmaz. Olursa
namazı bozulur. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de beyan olunmuştur. Esah kavil kıraatı
okumamasıdır. Hidaye'de de böyle denilmiştir. Secde-i sehiv gibi kıraat da
vaciptir» diyenler olmuşsa da bu kavil zaiftir. Buna secde-i sehivin vacip
olmasını şahit getirmek zaif ile istişhad olur ve meselenin muttefekunaleyha
olduğu zannını verir. Şurunbulâliye.
«Bazıları
"değildir" demişlerdir.» Yani bazıları «ilk oturuş ona farz değildir»
demişlerdir. H.
METİN
Esah
kavle göre iki tarafa selâm verdikten sonra imamın «siz namazınızı tamamlayın!
Çünkü benmisafirim» demesi menduptur. Bu söz.Hâniye ve diğer kitaplardakine
muhaliftir. Onlarda imamın halini bilmek şarttır denilmiştir. Lâkin Hindî'nin
Hidâye haşiyesinde «şart olan imamın halini kısmen bilmektir. İptida halinde
bilmek şart değildir» deniliyor. İrşâd şerhinde; «İmam namaza başlamadan cemaata
haber vermesi gerekir. Aksi taktirde selâm verdikten sonra haber verir»
denilmektedir. imamın bunu demesi yanıldı zannını defetmek içindir. İmam
-hakikatta değil de- mukim olan cemaatın namazını tamamlamak için ikamete niyet
ederse mukim olmaz. Misafirin mukime uyması ise vakit içinde sahih olur; ve o
namazı tamam kılar. Değişen namazlarda vakit çıktıktan sonra uyamaz. Çünkü ilk
iki rekatta oturuş hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş sayılacağı gibi son
rekatlarda ise kıraat hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur.
İZAH
Musannıfın
buradaki sözünün Haniye ve diğer kitaplardakine muhalif olmasının vechi şudur:
İmama uymanın sahih olması için onun. misafir mi mukim mi olduğunu bilmek şart
olursa, imamın «siz namazınızı tamamlayın!» demesinin bir faydası kalmaz. Çünkü
akla hemen gelen, şartın namaza boşlarken bulunmasıdır. Yanıldı zannını def için
imamın bu sözü söylemesinin müstehap olduğuna bütün ulemanın ittifak etmesi,
iptidada halini bilmenin şart olmasına aykırıdır.
Şârihin
«Lâkin Hindî'nin Hidaye şerhinde şöyle denilmiştir ilh...» ifadesini Nihâye,
Sirâc ve Tatarhâniye sahipleri sual şeklinde iradetmiş; sonra buradaki cevap
mânâsında sözler söylemişlerdir. Bunun hülâsası; imamın halini bilmenin şart
olduğunu kabuldur. Yalnız bunun namaza başlarken olması lâzım değildir. Namaza
başlarken cemaat imamın halini bilmediklerine göre imamın haber vermesi mendup
olmuştur. O zaman muhalefet yoktur.
Cemaatın
namazlarını ıslah, bu bildirme ile hasıl olur. Böyle olunca. bildirmek imama
vacip olmak lâzım gelirken burada vacip olmaması taayyün etmediği içindir. Zira
cemaatın namazlarını tamamlayıp sonra sormaları gerekir. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir. Yahut imam iki rekatta selâm verince onun bu hali misafir olduğunu
gösterir. Çünkü müslümanın halini salâha hamletmek icabeder. Onun için haber
vermek vacip değil, mendup olmuştur. Zira İnâye'de denildiği gibi. bu fazladan
bir bildirmedir.
Ben
derim ki: Lâkin imamın halini salâha hamletmek, bilmenin şart olmasına
aykırıdır. Evet. Bahır'da Mebsut ve Kınye'den naklen kısaca şöyle denilmiştir:
«İmam bir şehir veya köyde namazı iki rekat kılar da cemaat onun halini
bilmezlerse namazları fasit olur Velev ki yolcu olsunlar. Çünkü zâhire göre
mukim yerinde olan bir kimsenin hali mukim olmaktır. Hükmü zâhire göre vermek
aksi zuhur edinceye kadar vaciptir. Fakat şehir haricinde kılarsa namazları
fasit olmaz. Böyle yerde sefer zâhir olduğundan onunla amel etmek caizdir.
Hâsılı: İmam, mukim yerinde cemaata namazı iki rekat kıldırırsa cemaatın onun
halini bilmeleri şarttır. Aksi taktirde şort değildir.
«İmamın,
namaza başlamadan cemaata haber vermesi gerekir.» Çünkü cemaat arasında onun
halini bilmeyenler bulunabilir. Şayet imam selâm verdikten sonra haber verirse o
haber vermeden bunlar namazı bozuldu zannıyle konuşabilirler.
Bazıları
«İmam bir tarafına selâm verdikten sonra halini cemaata haber verir»
demişlerdir. Makdisî «Bizim namazımızda bu kavli tercih gerekir» diyor, T.
«İmam
hakikatta değilde mukim olan cemaatın namazını tamamlamak için ikamete niyet
ederse mukim olmaz. Bu taktirde mukim olan cemaat onunla birlikte namazlarını
tamamlarlarsa namaz bozulur. Çünkü bu, farz kılanın nâfile kılana uyması
sayılır. Zahiriye. Yani cemaat imama tâbi olmak maksadıyla namazlarını
tamamlarsa namaz bozulur. Fakat ondan ayrılmaya niyet eder de şeklen muvafakatta
bulunurlarsa bozulmaz. Bunu Hayreddin Remlî söylemiştir.
Misafirin
mukime uyması meselesi metindekinin aksidir. Bu meseleyi Kenz ve diğer kitaplar
zikretmişlerdir. (Şârihimiz de onlardan almıştır. Musannıf ise onu imamlık
bâbında beyan ettiği için burada bahse lüzum görmemiştir.
«Misafirin
mukime uyması vakit içinde sahih olur.» Vakit ister o namaza kâfi gelsin isterse
tamamlanmadan çıksın farketmez. Çünkü imama tâbi olmakla o kimsenin namazı
değişmiştir. Şayet o namazı bozarsa değiştirici kalmadığı için iki rekat kılar.
Ama mukime nâfile niyetiyle uyarsa iş değişir. O zaman namazı bozduğu taktirde
dört rekat olarak kılar. Zira imamın kıldığı namazı iltizam etmiştir. Ve ilk
oturuş cemaat olan misafir hakkında da vacip olur. Hattâ onu imam kasten bile
olsa terkederse misafir kendisine tâbi olduğu taktirde fetvaya göre namazı
bozulmaz. Bozulur diyenler de olmuştur. Sirac'da böyle denilmiştir. Ama bunun
bir vechi yoktur. Nehir.
Vakit
çıktıktan sonra ise mukime uyması sahih olamaz. Çünkü sebep yani vakit geçtiği
için artık değişme yoktur, Fakat bu hüküm namaz hem imam hem cemaat hakkında
kazaya kaldığına göredir. Yalnız imam hakkında kazaya kalırsa ona uyabilir. Bu,
bir Hanefî'nin öğle namazında Şâfi' ye uyması yahut eşyanın gölgesi zevalden
sonra bir misli olup iki misli olmazdan önce imameynin kavli ile amel etmesi
gibi olur. Nitekim Sirâc'da beyan olunmuştur.
Bahır
sahibi diyor ki; «Bu güzel bir kayıttır. Lâkin evlâ olan, namazın yalnız cemaat
olan hakkında kazaya kalmasını şart koşmaktır. îmamın namazı kalsın kalmasın
farketmez. Meselâ bir kimse öğle namazının bir rekatını kıldıktan sonra vakit
çıkar da misafir ona uyarsa bu namazın yalnız misafir hakkında vakti geçmiştir.
Mukim hakkında geçmemiştir.» Yani imama uymak sahih olmaz. Lâkin namazın yalnız
cemaat hakkında kazaya kalması şart değildir. Her ikisi hakkında kazaya kalması
da evleviyetle öyledir.
«Çünkü
ilk iki rekatta oturuş hakkında farz kılan nafile kılana uymuş sayılır.» İlk
oturuş cemaat olan hakkında farz. imam hakkında farz değildir. Nâfileden murad
da budur. Zira nâfile farzın mukabili olan şeydir. Binaenaleyh vacip olan oturuş
da onda dahildir. Bahır.
«Yahut
son rekatlarda ise kıraat hakkında farz kılan nâfile kılana uymuş olur.» Çünkü
son rekatlarda kıraat imam hakkında nafile; cemaat olan hakkında farzdır. İmam
ilk iki rekatta kıraat terk eder de misafir kendisine son iki rekatta uyarsa bu
hususta iki rivayet vardır. Metinlerin muktezası mutlak surette sahih
olmamaktır. Muhit'de şöyle denilmiştir: «Zira son rekatlarda kıraat ilk
rekatlardakinin kazasıdır. Kaza, mahalline iltihak eder. Ve son rekatlar için
kıraat kalmaz.» Bahır.
TENBİH:
Zeyleî burada «yahut tahrime hakkında» ifadesini ziyade etmîştir. Bu sözü Sirâc
sahiib haşiyelere nisbet etmiştir. Şu halde son oturuşta imama uyması buna
dahildir. Bu da sahih değildir. Çünkü tahrimesi ilk oturuşun ve kıraatın nâfile
oluşuna şâmildir. İmam bunun hilâfınadır Sirâc sahibinin «Zira cemaat olanın
tahrimesi yalnız farza şâmildir; başkasına şâmil değildir.» sözünün mânâsı
budur. Bahır sahibinin «bu söz zahir değildir» demesi, zâhir değildir. Tamamı
Nehir'dedir.
Ben
derim ki: O halde tahrimeyi zikretmek, oturuşu ve kıraatı söylemeye hacet
bırakmaz. Ta'lil ona da şâmildir. Zira imama uymak namazın bütün cüzlerine
şâmildir. Yalnız son oturuşa mahsus değildir.
METİN
Emniyet
ve karar halinde olursa misafir sünnet namazları kılar. Aksi taktirde yani korku
ve firar halinde onları kılmaz. Muhtar kavil budur. Çünkü bu, özürden dolayı
terketir. Tecnis.
Bazıları
«bundan yalnız sabah namazının sünneti müstesnadır.» demişlerdir.
Farzı
değiştirmede muteber olan vaktin sonudur. ki o da tahrime sığacak kadar
zamandır. Eğer mükellef bir kimse vaktin sonunda misafir ise iki rekat. misafir
değilse dört rekat kılması vacip olur. Zira daha evvel eda edilmediği taktirde
sebep olmak hususunda muteber olan vaktin sonudur.
Vatan-ı
aslî: Kişinin doğduğu veya evlendiği yahut yerleştiği yerdir. ilk vatanında
kimsesi kalmadığı zaman bu vatan yalnız misli bir bâtıl olur. İlk vatanında
ailesinden kolanlar varsa bâtıl olmaz. Her iki vatanda namazlarını tamam kılar.
İZAH
Sünnet
namazlarından murad; beş vaktin sünnet-i müekkedeleridir. Bu namazlarda neleri
okuyacağından bahsetmemiştir. Çünkü kıraat faslında bunlardan bahsetmişti.
Musannıf metinde «sefer halinde mutlak olarak fatihayı ve herhangi bir sureyi
okumak sünnettir» demişti. Hidaye'de karar hali ile firar hali arasında fark
yapıldığını evvelce görmüş; bu hususta söz etmiştik.
Buna
şöyle cevap verilebilir: Kadın için, mehri muaccelini almak üzere bulunduğu
beldeden çıkmak hakkı sabit olunca bir şehir veya köye vardığında dahi bu hak
sabit olur. Binaenaleyh orada oturmak için niyeti sahih olur. Zira bu taktirde
kadın kocasına tâbi değildir. Velev ki sahrada iken ona tâbi olsun.
Mükateb
olmayan köle sahibi ile beraber tâbidir,» Bahır sahibi diyor ki: «Musannıf
köleyi mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh halis köleye, müdebber ve ümm-ü velede
şâmildir. Mükatebin ise sahibine tâbi olmaması gerekir. Zira onun sahibinden
izin almadan sefere çıkmaya hakkı vardır. Sahibine itaatı lâzım değildir.»
«Rızkı,
kumandan veya beytu'l - Mal tarafından verilen asker kumandanı yanında tâbidir.»
Kınye ve diğer kitaplarda sadece «rızkı kumandan tarafından verilen asker»
denilmiştir. Münye şerhinde ise «keza rızkı beytu'l - Maldan verilir de sutlan,
ordu kumandanı ile çıkmasını emrederse asker kumandana tâbi olur. Evet,
Zâhire'de bildirildiğine göre cihanda gönüllü iştirak eden asker valiyetâbi
değildir. Bu açıktır» denilmektedir. Asker mefhumunda halîfe ile beraber
kumandan da dahildir. Bunu Hülâsa'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Çırak
aylık veya yıllık tutulmuşsa patronuna tâbidir. Nitekim Tatarhâniye'de beyan
edilmiştir. Fakat yevmiyeci ise. günün sonunda akdi feshedebilir. Binaenaleyh
itibar niyetedir. Bahır sahibi şöyle demiştir: «Yedekcisi ile beraber âmâya
gelince :
Tatarhâniye
sahibi şöyle demektedir: «Seferde bütün namazlarda kıraatı hafif tutar. Sahih
rivayete göre Peygamber (s.a.v.) sefer halinde sabah namazında kâfirun ve ihlâs
surelerini okumuştur. Halbuki kıraatı en uzun olan namaz sabah namazıdır.
Tesbihlere gelince: Onları üçten az bırakmaz.»
«Muhtar
kavil budur.» Bazıları ruhsata bakarak sünnetleri terketmenin efdal olduğunu;
bir takımları da Allah'a takarrub için kılınmasının daha münasip olduğunu
söylemişlerdir.
Hindvâni;
«bir yerde konaklanırsa kılmak, seyir halinde ise bırakmak evlâdır» demiştir.
«Yalnız sabah namazının sünnetini kılar» diyenler olduğu gibi «Sabah namazı ile
akşam namazının sünnetlerini kılar» diyenler de vardır. Bahır. Münye şerhinde
«en doğrusu Hindvânî'nin sözüdür» denilmiştir.
Ben
derim ki: Zâhire göre metindeki de budur.
«Emniyet
ve karar» dan murad konaklamak, «korku ve firar» dan maksat ta yürüyüştür.
Lâkin. evvelce kıraat faslında görmüştük ki. musannıf «firar» kelimesiyle
aceleyi ifade etmiştir. Zira sefer halinde yürüyüş ekseriyetle korkudan olur.
«Farzı
değiştirmede, yani iki rekattan dörde, dörtten ikiye geçmekte muteber olan,
vaktin sonudur. Bundan murad: Tahrime sığacak kadar zamandır. Şurunbulaliye,
Bahır ve Nehir'de böyle denilmiştir. Münye şerhinde, «Tahrime sığacak kadar
vakit kalmamaktır. İmam Züfere'e göre namazın edası sığmayacak kadar vakit
kalmaktır» şeklinde tefsir edilmiştir. Mükellef olan bir kimse vaktin sonunda
misafir bulunursa iki rekat, misafir değilse dört rekat üzerinden kılar. Velev
ki vaktin evvelinde ve âhirinde mukim olsun. Nehir sahibi şöyle diyor: «Buna
göre ulema şunu söylemişlerdir: Bir kimse öğle namazını dört rekat olarak kılar
da sonra vakit içinde sefere çıkar ve ikindiyi iki rekat olarak kıldıktan sonra
bir hacetten dolayı evine döner; ve bu iki namazı abdestsiz kıldığını hatırlarsa
öğleyi iki rekat, ikindiyi ise dört rekat üzerinden kılar. Çünkü o kimse öğle
vaktinin sonunda misafir. ikindi vaktinde mukim idi.»
«Daha
evvel eda edilmediği taktirde sebep olmak hususunda muteber olan vaktin
sonundur.» Hâsılı sebep edanın yetiştiği vakit cüzüdür; yahut daha önce eda
edilmedi ise vaktin son cüzüdür. Vakit çıkıncaya kadar namaz eda edilmezse sebep
vaktin bütünü olur. Bahır sahibi diyor ki: «Bunun son cüze izafe edilmesinin
faydası, o anda mükellefin halini itibara almaktır. Şayet vaktin sonunda bir
çocuk bülûğa erer veya kâfir müslüman olur; yahut deli ayılır, hayz ve nifaslı
temizlenirse bu namaz kendilerine lâzım olur. Velev ki çocuk vaktin evvelinde o
namazı kılmış olsun. Vakit içinde delirir veya hayz görürse bunun aksinedir.
Zira sebep bulunduğunda ehliyet yoktur. Vakit çıkıncaya kadar namaz eda
edilmezse bütün vaktin sebep olmasının faydası. güneşin rengi kızardığı
zamandünkü ikindinin kazası caiz olmamaktır. Tahkikin tamamı usulü fıkıh
kitaplarındadır.
Vatan-ı
aslî'ye, vatan-ı ehlî, vatan-ı fıtrat ve vatan-ı karar odları da verilir. Bunu
Halebî Kuhistanî'den nakletmiştir. Bir kimsenin evlendiği veya yerleştiği yer de
vatan-ı aslîsidir. Münye şerhinde şöyle denilmektedir: «Misafir kimse bir
beldeden evlenirde orada kalmaya niyet etmezse bazı ulemaya göre mukim olmaz.
Bazılarına göre olur ki, bu kavil daha güzeldir. Her iki beldede ailesi
bulunursa hangisine girse mukim olur. İki beldenin birindeki karısı ölür de
kendisinin orada haneleri ve akarı kalırsa bazılarına göre o yer artık vatanı
değildir. Çünkü muteber olan hane değil, ailedir. Nasıl ki bir beldeden evlenip
oraya yerleşse orada evi olmadığı halde vatanı olur. Bazıları o yerin vatanı
olarak kalacağını söylemişlerdir.»
«Birleştiği
yer» den murad; oradan evlenmese bile oturmaya niyet ederek kaldığı yerdir. Akıl
baliğ bir kimsenin doğduğu yerden başka bir beldede anne ve babası olur da orada
evlenmezse vatanı sayılmaz. Meğer ki orada yerleşmeye azmederek evvelki vatanını
terk ede. Münye Şerhi.
«İlk
vatanında kimsesi kalmadığı zaman vatan-ı aslî yalnız misli ile baâtıl olur.»
Nehir sahibi diyor ki: «Bir kimse ailesini ve eşyasını naklederse o yerde evleri
olsa bile artık vatanı sayılmaz. Bazıları sayılacağını söylemişlerdir. Muhit ve
diğer kitaplarda böyle denilmiştir. İki vatan arasında sefer müddeti bulunsun
bulunmasın vatan-ı aslî misli ile bâtıl olur. Bu hususta hilâf yoktur. Nitekim
Muhit ve Kuhistânî'de beyan olunmuştur.»
Misli
ile» diye kayıtlaması şundandır Bir kimse asli vatanından, başka yere göçmek
maksadiyle ayrılırda sonra başka bir beldeye yerleşmeye karar verir ve ilk
vatanına uğrarsa namazlarını tamam kılar (misafir sayılmaz). Çünkü başka yerde
vatan tutmamıştır. Nehir.
«Her
iki vatanında namazlarını tamam kılar» yani orada oturmaya niyet etmese bile
mücerret o yere girmekle namazlarını mukim olarak kılar. T.
METİN
Vatan-ı
ikamet ya misli ile ya vatan-ı aslî ile veya oradan sefere çıkmakla bâtıl olur.
Esasen bir şey ya misli ile ya kendinden üstün olanla bâtıl olur. Kendinden
aşağı olanla bâtıl olmaz. Musannıf, faydası olmadığı için vatan-ı süknayı
zikretmemiştir. Vatan-ı süknâ, yarım aydan az oturmaya niyet etliği yerdir.
Zeyleî'nin tasvir ettiği meseleyi Bahır sahibi reddetmiştir.
İZAH
Vatan-ı
ikamete, vatan-ı müstear ve vatan-ı hâdis dahi derler. Aslî vatan ile aralarında
sefer mesafesi bulunsun bulunmasın vatan-ı ikamet. kişinin yarım ay oturmak için
gittiği yerdir. Bunu ibn-i Semâa imam Muhammed'den rivayet etmiştir. İmam
Muhammed'den. diğer bir rivayete göre mesafe şarttır. Ekser fukahaya göre muhtar
olan kavil birincisidir. Kuhistânî.
Vatan-ı
ikamet misli ile bâtıl olduğu gibi vatan-ı aslî ile ve oradan sefer etmekle de
bâtıl olur. Nitekim bir kimse yarım ay Mekke'de oturur da sonra Minâ'da
evlenirse Mekke'deki vatanı bâtıl olur. Bunu Kuhistânî söylemiştir. Vatan-ı
ikametten sefere çıkmak da, bu vatanı iptal eder. Kezâ başka bir yerden çıkıp
sefer müddetini yürüyüp bitirmeden oraya uğramazsa vatan-ı îkamet yinebâtıl
olur. Fethu'l - Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Vatan-ı ikametî bozan sefer,
yolculuk esnasında vatan-ı ikamete uğranmayan seferdir. Yahut sefer müddeti
tamamlandıktan sonra uğranan seferdir.»
Ben
derim ki: Bunu, Kâfi ve Tatarhâniye'deki şu ibare izah eder: «Bir Horasan'lı
yarım ay oturmak için Bağdat'da, bir Mekkeli de aynı maksatla Kûfe'ye gelir de
sonra her ikisi İbn Hübeyre kasrına giderlerse kasrın yolunda namazlarını tamam
kılarlar. Çünkü Bağdat'dan Kûfe'ye kadar dört günlük yol vardır. İbn Hübeyre
kasrı ikisinin ortasındadır. Eğer kasırda yarım ay otururlarsa Bağdad ve
Kûfe'deki vatanları bâtıl olur. Çünkü kasır bunların mislidir. Sonra kasırdan
Kûfe'ye giderlerse yine namazlarını tamam kılarlar. Orada meselâ bir gün
kalırlar da sonra Bağdad'a müteveccihen yola çıkar ve kasra uğramak isterlerse
kasra kadar yolda namazlarını tamam kılarla. Kasırda ve kasırdan Bağdad'a kadar
da tamam kılarlar. Çünkü kasr onların vatan-ı ikameti olmuştur. Bağdad'a girmek
isterlerse sefer mesafesini kastetmedikleri taktirde seferleri sahih değildir.
Hattâ Bağdad'a girmek İstemezlerse namazlarını seferi olarak kılarlar. Nasıl ki
-sefer mesafesini kastettikleri için- Kûfe'den çıksalardı namazı seferi
kılarlardı.
Şayet
Mekke'li Kûfe'den çıktığında Bağdad'a yahut Horasan'lı Kûfe'ye gitmek ister de
kasırda karşılaşırlarsa ve bir gün kalmak için Kûfe'ye çıkarlar; sonra Bağdad'a
dönerlerse Kûfe'ye kadar namazlarını seferi kılarlar. Bağdad'a kadar dahi seferi
kılarlar. Çünkü her biri sefer müddetini kastetmiştir. Horasan'lı yoluna devam
ettiği için, Mekke'li de yola çıkmakla Kûfe'deki vatanı bozulduğu için sefer
müddetini kastetmiş sayılırlar. Kasr bunların vatanı olmayınca oraya uğramayı
kastetmek, seferin sıhhatına mâni değildir.»
«Mekke'li
de yola çıkmakla Kûfe'deki vatanı bozulduğu için ilh...» ifadesi gösteriyor ki,
vatan-ı ikametten sefere çıkmak bu vatanı iptal eder. Velev ki tekrar oraya
dönsün. Onun için Bedayi'de şöyle denilmiştir: «Bir Horasan'lı Kûfe'de yarım ay
otursa da sonra oradan Mekke'ye gîtse ve üç günlük yol yürümeden bir hacet için
Kûfe'ye dönse namazlarını seferi kılar. Çünkü onun vatanı seferle bâtıl
olmuştur.»
El
hasıl: Sefere çıkmak vatan-ı ikametten olursa o vatanı bozar. Başka yerden
olursa sefer esnasında vatan-ı ikamete uğramaz; yahut üç günlük yol yürüdükten
sonra uğrarsa hüküm yine böyledir. Üç günlük yol yürümeden uğrarsa vatan bâtıl
olmaz. Sadece sefer bâtıl olur. Zira vatanın mevcut olması seferin sıhhatına
mânidir. Allah'u âlem.
«Esasen
bir şey, ya misli ile bâtıl olur.» Nitekim vatan-ı aslî vatan-ı aslî ile;
vatan-ı ikamet vatan-ı ikametle; ve vatan-ı süknâ vatan-ı süknâ ile bozulur.
«Yahut kendinden üstün olanla bâtıl olur.» Nasıl ki, vatan-ı ikamet vatan-ı aslî
ile bozulduğu gibi vatan-ı süknâ da vatan-ı aslî ve vatan-ı ikametle bozulur.
Burada «zıddı ile de bozulur» ifadesini ziyade etmek lâzımdır. Meselâ vatan-ı
ikamet veya vatan-ı süknâ seferle bozulur. Çünkü Bahır sahibi bunu «zira onun
zıddıdır» diye illetlendirmiştir.
«Kendinden
aşağı olanla bâtıl olmaz.» Nitekim vatan-ı aslî vatan-ı ikametle bâtıl olmadığı
gibi vatan-ı süknâ ve sefere çıkmakla da bâtıl olmaz. Keza vatan-ı ikamet
vatan-ı süknâ ile bozulmaz. H.
Zeyleî'nin
tasvir ettiği mesele şudur: «Bir adam hâcet için kendi kasabasından bir köye
gider de seferi kastetmez ve orada onbeş günden az oturmaya niyet ederse
namazlarını tamam kılar. Çünkü mukimdir. Sonra o köyden sefere niyet etmeksizin
çıkar da kasabasına girmeden ve başka bir yerde bir gece kalmadan sefere niyet
ederek yola çıkarsa namazlarını seferi kılar. şayet o köye uğrar da içine
girerse namazlarını tamam kılar. Çünkü ikameti bozacak üstün veya dengi bir şey
bulunmamıştır.» H.
Bahır
sahibi bunu şöyle reddetmiştir: «Sefer bâkidir. Onu bozacak bir şey
bulunmamıştır. Vatan-ı süknâ itibara alınır farz etsek. sefer onu bozar. Çünkü
seter vatan-ı ikameti bile bozar. Vatan-ı süknâyı nasıl bozmasın! Binaenaleyh
Zeyleî'nin; "çünkü ikameti bozacak bir şey bulunmamıştır" sözü kabul edilemez.»
Halebi
diyor ki: «Buna üstadımız itiraz etmiştir. Vatan-ı süknâ ile vatan-ı ikameti
bozan şey her iki vatandan yapılan yeni seferdir. Bu vatanlardan, sefer
müddetinden daha az bir yolculuğa çıkar da sonra sefere niyet ederse her iki
vatan bâtıl olmaz. Onlara uğrarsa namazlarını tamam kılar.» Hayreddin-i Remlî de
bunun mislini bir zatın yazmasından nakil ile kabul etmiştir.
Halebî
şöyle demiştir: «Bu söz güzeldir. Çünkü bir kimse bir yerde yarım ay oturmaya
niyet eder de sonra sefer murad etmeyerek oradan çıkar; bilâhare sefer murad
ederek döner ve o yere uğrarsa namazlarını tamam kılar. Halbuki o kimse bu yeri
vatan-ı ikamet yaptıktan sonra yeni bir sefer ortaya çıkarmıştır. Bu suretle
yeni seferin vatan-ı ikameti iptal etmediği sabit olur meğer ki yeni seferi o
vatandan yapmış olsun. Varsın vatan-ı süknâ da öyle oluversin Binaenaleyh
Zeyleî'nin tasviri sahihtir. Onun tasvirinden anlarsın ki, vatan-ı aslî ile
vatan-ı süknâ arasında mutlaka sefer müddetinden az mesafe bulunması lâzımdır.
Vatan-ı ikametle vatan-ı süknâ arasındaki mesafe dahi böyle olmalıdır. »
Ben
derim ki: Vatanı bozan seferin o vatandan başlaması şart olmadığını gördün. O
vatandan da başka yerden de başlayabilir. Elverir ki üç günlük yol yürümeden o
vatana uğramasın. Lâkın burada sefer müddetini yürümeden vatana uğramış oluyor.
Zahiriye sahibi vatan-ı süknâyı muteber tutan ekser fukahanın kavlini teyit
etmiş; imam Serahsî'nin buna delâlet eden bir mesele zikrettiğini söylemiştir.
Mesele
şudur: «Bir Kûfe'li bir hâcet için Kadisiye'ye gitse ve aralarında sefer
mesafesi bulunmasa, sonra oradan Şam'a gitmek isteyerek Hîre'ye varsa ve oraya
yaklaşınca Kadisiye.ye dönerek oradan eşyasını alıp Şam'a gitmek; Küfe'ye
uğramamak aklına gelse namazlarını Kadisiye'den yola çıkıncaya kadar istihsanen
tamam kılar. Çünkü Kadisiye onun vatan-ı süknâsı idi. Hireye girmedikçe oraya
gitmeyi istemekle kendisine başka bir vatan-ı süknâ zuhur etmiş değildir.
Binaenaleyh Kadisiye'deki vatanı bâkidir. Bu çıkışla o vatan bozulmaz. Nitekim
cenaze teşyi etmek gibi bir işle oradan çıksa yine bozulmaz.» Mesele
kısaltılarak alınmıştır.
Ben
derim ki: İki kavlin arası şöyle bulunabilir; O kimse vatan-ı süknâyı sefer
tahakkuk ettikten sonra edinmişse bilittifak itibara alınmaz. Aksi olmuşsa
bilittifak itibara alınır. Bir yolcu bir beldeyegirerek orada meselâ bir gün
kalmaya niyet etse, sonra oradan çıkarak tekrar oraya dönse orada namazlarını
seferi olarak kılar. Nasıl ki çıkmazdan önce de seferi kılardı. Muhakkıkların
kavli buna hamledilir. Zira Bahır sahibi «Muhakkıklar bunda bir faide olmadığını
söylemişlerdir. Çünkü o kimse orada hâli üzere misafir kalır. Böylece varlığı
ile yokluğu müsavi olur» demiştir. Ulemanın; «çünkü o kimse orada hâli üzere
misafir kalır» sözleri, o yeri vatan edinmezden evvel misafir olduğu hususunda
zahirdir. Umumiyetle fukahanın sözleri ise sefere çıkmazdan önce o yeri vatan
ittihaz ettiğine hamlolunur. Nitekim Zeyleî ile İmam Serahsî böyle tasvir
etmişlerdir. Benim anladığım budur. Allah'u âlem.
METİN
Muteber
olan matbuun niyetidir. Çünkü asıl odur. Tabiin niyetine itibar yoktur, Meselâ
mehr-i muaccelini verdiği kadın kocasıyla, mükâteb olmayan köle sahibi ile,
rızkı kumandan veya beytu'l - Mal tarafından veri!en asker kumandanı, ile;
çırak, esir, borçlu ve talebe patronu ile beraber olursa tabidirler. (Musannıf
burada laffü neşri müretteb yapmışsa da daha iyi anlaşılması için biz yapmadık).
Ben
derim ki: İmdi beraberlik kaydı tâbi olma işi tahakkuk edebilmek için dikkate
alındığı gibi bunu tahakkuk ettiren diğer şort daha dikkate alınır. O da asker
meselesinde rızıklanmak, kadın meselesinde mehrin verilmesi ve kölenin mükateb
olmamasıdır. Binseksen senesindeki, "Girit adası hadisesi"nın cevabı bununla
açığa kavuşur.
İZAH
(Matbuğ:
kendisine tâbi olunan Kimse demektir). Matbu' asıldır. Mukim olmak veya sefere
çıkmak onun elindedir. Mehr-i muaccelini (peşin olan mehrini) alan kadın
kocasına tabidir, Fakat bu mehri almadığı ise tâbi değildir. Çünkü kocası mehr-i
muaccelini verinceye kadar ona nefsini teslim etmeyebilir. Mehr-i müeccelde
(yari veresiye mehirde) buna hakkı yoktur.
Bahır'da
«Mehr-i muaccelini almadan kadın kocasının iskân ettiği yerde oturmayabilir»
deniliyor.
Ben
derim ki: Aynı eserde şu da vardır: «Bu şart iki kavilden birine göre kadını
evinden çıkarmak ve sefere götürmek hakkı sabit olmak içindir. Bizim sözümüz
bundan sonradır. Onun için Münye şerhinde "En iyisi kadın mutlak surette
kocasına tâbidir demektir. Zira kadın kocasıyle sefere çıkınca artık ona
muhalefet hakkı kalmaz" deniliyor.» Eğer yedekçi ücretli ise itibar âmânın
niyetindedir. Ücretsiz ise yedekçinin niyetine itibar olunur.»
Esir
meselesinde Münteka'da şöyle denilmiştir: «Bir müslümanı düşman esir aldığı
zaman şayet üç günlük yola gitmek niyetinde bulunursa namazlarını seferi olarak
kılar. Niyeti bilinmezse kendisine sorar. Söylemezse düşman mukim olduğu
taktirde namazlarını o da tamam kılar. Düşman misafir ise o da seferi olarak
kılar. Ama bu hükmün, o kimsenin misafir olduğu tahakkuk ettiğine göre verilmesi
gerekir. Aksi taktirde zalim eline düşen gibi olur ve üç günlük yol yürümeden
seferi olamaz. Matbuu tarafından kendisine sorulan her tabiin hükmü böyle olmak
icabeder. Tabi bir şey söylerse matbuu onunla amel eder. Söylemezse kendisinin
bulunduğuikamet veya sefer haline göre amel eder. Aksi zuhur edinceye kadar
hüküm budur. Sormak imkânı bulunmamak, sorup da cevap alamamak gibidir. Münye
Şerhi.
Borçludan
murad: Zengin borçludur. Bahır'da Muhit'den naklen şöyle denilmiştir: «Borçlu
misafir olarak bir şehre gider de alacaklısı kendisini ele geçirerek hapis
ederse, fakir olduğu taktirde namazlarını seferi olarak kılar. Çünkü ikamete
niyet etmemiştir. Alacaklının onu hapis etmesi helâl değildir Zengin ise borcunu
ödemeye azmettiği veya hiç bir şeye niyet etmediği taktirde seferi olarak kılar.
Borcunu ödememeye azim ve itikat ederse tamam kılar» Borcunu ödemeye azmettiği
cümlesinden murad; onbeş gün geçmeden ödemektir. Nitekim Fetih'de böyle
denilmiştir.
Talebenin
hocasına tabi olması, rızkını hocası temin ettiğine göredir. Rahmetî.
Talebeden
murad; mutlak surette öğrenci ile öğreticidir yoksa hassaten bir ilimin
öğrencisi ile üstâdı değildir.
Ben
derim ki: Akıl baliğ olan terbiyeli çocukla babası dahi evleviyetle bunun
gibidir.
Şârih
«çırak, esir, borçlu ve talebe patronu ile» diyeceğine «çırak patronuyle, esir
kendisini esir alanla, borçlu alacaklısı ile ve talebe hocasıyle» demeli idi. H.
Girit
adası hadisesi şudur: Ordu hezimete uğramış ve asker her tarafa dağılmıştı. Bu
suretle beraberlik ve rızıklanma ortadan Kalkmış; herkes başına buyuruk olmuş;
tabilik kalmamıştı. Rahmeti.
METÎN
Tâbi
olan kimse mutlaka matbuun niyetini bilmelidir. Matbu mukim olmaya niyet eder de
tâbi bunu bilmezse öğreninceye kadar seferidir. Esah kavil budur. Feyz'de,
«Fetva bununla verilir» denilmiştir. Nitekim Muhit ve diğer kitaplarda da böyle
denilmiştir. Bu ondan zararı def içindir. Gerçi Hülâsa'da, «bir köle sahibine
imam olur da sahibi mukim olmaya niyet ederse namazını tamam kıldığı taktirde
ikisinin namazları da sahihtir. Tamam (yani dört rekat üzerinden) kılmazsa sahih
olmaz» denilmişse de bu söz esah kavlin hilâfınadır. Kaza seferde olsun hazarda
olsun edaya benzer. Çünkü bir defa karar kıldıktan sonra artık değişmez. şu
kadar varki hasta, sağlamken kalan namazlarını hastalığı anında gücü yettiği
nisbetinde kılar.
İZAH
Esah
kavle göre, tâbi olan kimse matbu'unun niyetini öğreninceye kadar misafir
sayılır Bazıları «namazlarını mukim olarak kılması lâzımdır. Bu müvekkilin ölümü
ile vekilin hükmen azledilmiş sayılması gibidir» demişlerdir ki bu kavil daha
ihtiyattır. Nitekim Fetih'te beyan edilmiştir. Hülâsa'da Bahır'dan
nakledildiğine göre zahir rivayet de budur.
«Bu
o kimseden zararı def etmek içindir.» Çünkü kendisi namazlarını seferi olarak
kılmakla me'murdur. Tam olarak kılmaktan menedilmiştir. Binaenaleyh muztar ve
mecburdur. Şayet o bilmeden matbuunun mukim olmasıyle farzları dört rekat olsa
kendisine her cihetle başkası tarafından büyük bir zarar gelmiş olurdu. Bu ise
şer'an defedilmiştir. Satışa vekil böyle değildir. Zira o satmayabilir. Ve
böylece zararı defetmek imkânını bulur. Müvekkilin zahirî emrine bakaraksatarsa
zarar bir cihetten onun tarafından, bir cihetten de müvekkil tarafından gelmiş
olur. Ve kasten değil de hükmen azl sahih olur. Bunu, Bahır sahibi kısaltarak
Muhit ve Tahavî şerhinden nakletmiştir.
«Bu
söz esah kavlin hilâfınadır.» Bahır sahibi diyor ki: «Keza (seferde köle, sahibi
ile beraber bulunur da köle namazda iken sahibi onu mukim birine satarsa namazı
dört rekata inkılab eder. (Hattâ iki rekatta selâm verse o namazı tekrar kılması
icabeder). Demek kölenin bilmediği farzedilirse sahih olmayan kavle ibtina eder.
Yahut bildiği farzedilirse bütün ulemanın kavillerine ibtina eder.»
«Kaza,
seferde olsun hazarda olsun edaya benzer.» Yani bir namaz seferde kazaya kalırsa
hazarda (yani mukim olduğunda) onu iki rekat üzerinden kılar. Nitekim eda etmiş
olsa böyle kılacaktı. Mukim iken kazaya kalan namazlar da öyledir. Onları da
seferde dört rekat üzerinden kaza eder, Çünkü bir defa karar kıldıktan sonra
artık değişmez. Karar kılması vaktin çıkmasıyle olur. Zira vakit çıktıktan sonra
farz bir daha değişmez. Vakit çıkmadan ise mukim olmak niyetiyle yahut sefere
çıkmakla veya misafirin mukime uymasıyle değişebilir.
«Şu
kadar var ki ilh...» Fethu'l - Kadîr'de şöyle denilmiştir: «Buna göre hastanın
ayağa kalkamadığı hastalığında kalan bir namazı müşkil sayılamaz. Çünkü onu
iyileştikten sonra ayakta koza etmesi gerekir. Zira vücub ayakta durmak kaydıyle
mukayyettir. Ancak hastaya özrü halinde bunu gücünün yettiği nisbetinde
yapmasına ruhsat verilmiştir. Hasta bu namazı özür halinde eda etmeyince
ruhsatın sebebi ortadan kalkar. Ve, asıl taayyün eder. Onun için hasta bunu
sağlamken bırakırsa hasta iken oturarak kılar. Yolcunun namazına gelince: O
iptidadan yalnız iki rekattır. Hatanın menşei ruhsat kelimesinin müşterek
oluşudur.
METİN
FER'İ
MESELELER: Sultan sefere çıkarsa namazlarını seferi olarak kılar. Yolcu. bir
beldeden evlenirse en münasip kavle göre mukim olur. Hayzlı bir kadın temizlenir
de varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih kavle göre bülûğa eren çocuk
gibi namazlarını tamam kılar. Müslüman olan kâfir bunun hilâfınadır. Mukim ile
misafirin, aralarında müşterek olan bir köle için sahipleri nöbetleştikleri
taktirde, misafir nöbeti sırasında namazını seferi olarak kılar.
Nöbetleşmezlerse namazın ilk oturuşu kendisine farz olur. Ve ihtiyaten namazı
dört rekat üzerinden kılar. Mukim imama asla uyamaz. Bu, hakkında lugaz yapılan
meselelerden biridir.
Bir
kimse kadınlarına; "sizden hanginiz günle gecede kaç rekat farz olduğunu bilmese
boş olsun" der de biri, "yirmi rekattır"; diğeri "onyedidir"; üçüncüsü
"onbeştir"; dördüncüsü "onbirdir" diye cevap verirse hiç biri boş düşmez. Çünkü
birincisi vitir namazını katmış; ikincisi onu terketmiştir. Üçüncüsü cuma
gününün farzlarını; dördüncüsü de misafirin farzlarını söylemiştir. Allah'u
âlem.
İZAH
Sultan
sefere niyet ederse misafir olur ve namazlarını seferi olarak kılar. Münye
şerhinde şöyle deniliyor: «Bazıları kendinin vilâyeti dahilinde olmadığı zaman
seferî olacağını söylemişlerdir. Vilâyeti dahilinde dolaşırsa onlara göre seferi
olmaz. Fakat esah olan fark gözetmemektir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ile hulefa-i
Râşidin Medine'den Mekke'ye sefer ettikleri zaman namazlarını seferi olarak
kılmışlardı.
«Seferî
olmaz» diyenin muradı Bezzaziye'de açıklandığı vecihle halkın hallerini
soruşturmak ve maksadı hasıl olunca geri dönmek maksadıyle çıkmış olması; sefer
müddetini kastetmemesidir. Hattâ sefer mesafesi giderek, dönerse dönüşte
namazlarını seferi olarak kılar. Bazıları sultanın bütün vilâyetlerini kendi
şehri hükmünde olmakla illetlendirmişlerse de buna itibar yoktur. Çünkü bu
ta'lil nas mukabilindedir. Bununla beraber üç imamımızdan bu hususta bir rivayet
de yoktur. Binaenaleyh nazar-ı itibara alınmaz.
«Yolcu
bir beldeden evlenirse en münasip kavle göre mukim olur.» Yani orasını vatan
ittihaz etmese bile yahut onbeş gün oturmağa niyetlenmese bile mücerret
evlenmekle mukim olur. Yolcu kadın ise mücerret evlenmekle bilittifak mukim
olur. Nitekim Kuhistani'de beyan olunmuştur. H.
Zeyleî
bu «en münasip kavli», "denilmiştir" sözüyle hikâye etmiştir. Öyle görünüyor ki
kendisi mukabil kavli tercih etmiştir. Şu halde tercih muhtelif demektir. T.
Ben
derim ki: Şöyle denilebilir: Muradı yarım aydan önce çıkmak değilse mukim olmaz.
Hayızlı bir kadın temizlenir de varacağı yere iki günlük mesafe kalırsa sahih
kavle göre namazlarını tamam kılar. Zahîriye'de böyle denilmiştir.
Tahtavî,
«herhalde geçen müddet zarfında namaz kendisinden sâkıt olduğu için o müddette
sefer hükmü muteber sayılmamıştır, edaya ehliyet kazanınca o andan itibaren
sefer hükmü itibara alınmıştır» diyor.
Sabi
de öyledir. Sabi yolda bulûğa erer de varacağı yere üç günden az mesafe kalırsa
mukim namazı kılar. Geçen müddete itibar edilmez. Çünkü o müddette mükellef
değildir. T.
«Müslüman
olan kâfir bunun hilâfınadır.» Yani o namazlarını seferi olarak kılar. Dürer'de
şöyle denilmiştir: «Zira onun niyeti muteberdir. Binaenaleyh baştan misafir
sayılır. Çocuk öyle değildir. O bülûğa erdiği vakitten itibaren misafir olur.
Bazıları her ikisinin mukim olarak. bazıları ikisinin de misafir olarak namaz
kılacaklarını söylemişlerdir.» Muhtar olan kavil birincisidir. Nitekim
Hülâsa'dan naklen Bahır'da ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir.
Şurunbulaliye'de
şu satırlar vardır: «Âşikârdır ki, hayzlı kadın müslüman olan kâfirin
derecesinden daha aşağı düşmez. Binaenaleyh onun hakkı da müslüman olan gibi
seferi kılmaktır.»
«Nehecü'n
- Necât sahibi buna. «Kadının manii semavidir (Allah'tan dır). Öteki öyle
değildir» diye cevap vermiştir. Yani "velev ki ikisi de niyet ehli olsunlar"
demek istemiştir. Çocuk böyle değildir. Lâkin kadını namazdan kendi fiili
olmayan birşey menetmiştir. Bu sebeple niyeti evvelden hükümsüz kalmıştır. Kâfir
böyle değildir. O ibtida da manii gidermeğe kadirdir. Onun için niyeti sahih
olur. Kölenin sahipleri onun hizmetini nöbete sokmazlarsa iki rekatta oturması
farz olur. Ama ihtiyaten yine mukim namazı kılar. Çünkü kendisi bir vecihten
misafir bir vacihten mukimdir. Münye Şerhi.
«Mukim
imama asla uyamaz.» Münye şerhinde bu hususta şöyle deniliyor: «Şu hale göre bu
kölenin mukim imama uyması mutlak surette caiz değildir. Bu bilinmelidir.» Yani
ne vakit içinde, ne vakit dışında, ne ilk iki rekata ne de son iki rekatta
uyamaz. Herhalde bunun vechi üstadımızın ifade buyurdukları gibi kölenin
ihtiyaten mukim namazı kılmasının muktezası, onun hakkında ikinci oturuşun farz
olmasıdır. Bu onu mukime ilhak etmek içindir.
Biz
de demiştik ki: Ona ilk oturuş dahi farzdır. Bu da onu Misafire ilhak içindir.
Mukim imama uyarsa farz kılanın ilk oturuş hakkında nâfile kılana uyması lâzım
gelecektir.
Ben
derim kî: Lâkin Münye şarihinin «şu hale göre ilh...» demesinden anlaşılıyor ki,
bu tefri incelemeye göre kendi tarafından yapılmıştır. Aksi taktirde benim
Hüccet'ten naklen Tatarhaniye'de gördüğüm şudur: İki sahibi o köleyi
nöbetleşerek istihdam etmezler ve köle ellerinde bulunursa kölenin yalnız başına
kıldığı her namaz dört rekat üzerinden olur. İki rekata oturur. Son iki rekatta
kıraatı okur ve keza misafire uyarsa onunla iki rekat kılar. İki rekatta okuyup
okumayacağı ihtilâflıdır. Ama, mukime uyarsa bilittifak dört rekat kılar.
«Bu,
hakkında lügaz yapılan meselelerden biridir.» Yani bunun hakkında birkaç
cihetten lügaz yapılır. Ve «hangi şahıstır o ki, farzını dört rekat olarak kılar
da ikinci oturuş gibi ilk oturuş da kendisine farz olur?» «Hangi şahıstır o ki,
vakit içinde mukim imama uyması sahih değildir?» «Hangi şahıstır o ki, ne
mukimdir; ne misafir?» denilir. Nöbetleşme halinde dahi «hangi şahıstır o ki,
bir gün mukim bir gün misafir namazı kılar?» denilir. T.
«Çünkü
birincisi vitir namazını katmıştır.» Ve doğru söylemiştir, Zira vitir namazı
farz-ı amelidir. Kocanın sözündeki tarz, amelîye de şâmil olmak için «fiili
lâzım olan» mânâsına hamledilir. T.
Üçüncüsü
cuma gününün farzlarını söylemiştir.» Yani o günün kat'î olan farz namazlarını
söylemiş, vitiri nazar-ı itibara almamıştır. Dördüncüsü de öyledir. Allah'u
âlem.