CUMA BABI
METİN
Bu
kelime cumu'a ve cum'a şekillerinde okunabilir. Cuma namazı farz-ı ayın olup
inkâr eden kâfir olur. Çünkü kat'i delil ile sabit olmuştur. Nitekim bunu Kemâl
tahkik etmiştir. Bu namaz müstakil bir farz olup öğle namazından daha
kuvvetlidir. Onun bedeli değildir. Nitekim bunu Bâkanî Seriyyüddîn ibn Şıhne'ye
nisbet ederek yazmıştır.
Bahır'da
şöyle denilmiştir: «Cuma namazının farz olmadığına itikat edilir korkusuyla,
cumadan sonra zuhr-u âhir niyetiyle kılınan bir namaz olmadığına ben defalarca
fetva vermişimdir.» Zamanımızda ihtiyat olan da budur Ama böyle mefsedetten
korkusu olmayan için onu evinde gizlice kılmak evlâdır.
Cumanın
sahih olması için yedi şart vardır:
Birincisi:
Şehir olmaktır. Şehir, en büyük mescidi, cuma ile mükellef olan halkını
almayacak kadar büyük yerdir. Ekser fukahanın fetvaları buna göredir. Mücteba:
Çünkü Ahkâm hususunda gevşeklik zuhur etmiştir.
İZAH
Cuma
namazının yolculukla münasebeti. her ikisinde bir arızadan dolayı namazın
iptidaen yarıya indirilmiş olmasıdır. Ancak burada indirme yalnız öğleye mahsus
olarak yapılmıştır. Yolculukta ise her dört rekatlı namaza âmm ve şâmildir. Onun
için yolculuğu evvel zikretmiştir.
Cuma
namazı kat'i delil ile sabittir. Bu delil Teâlâ hazretlerinin: «Ey iman edenler
Cuma günü namaz için ezan okununca hemen Allah'ın zikrine koşun!» ayeti
kerimesidir. Bu namaz sünnet ve icma-i ümmetle de sabittir.
«Nitekim
bunu Kemâl tahkik etmiştir.» Kemâl tahkikini bitirince şunları söylemiştir: «Bu
hususta bir nevi sözü uzatmamızın sebebi şudur: İşitiyoruz ki, bazı cahiller
cuma namazının farz olmadığını Hanefî mezhebine nisbet etmektedirler. Bunların
yanılması. Kudurî'nin, «bir kimse cuma günü öğleyi özürsüz olarak evinde kılarsa
mekruh olur. Ama namazı caizdir» sözünden neşet etmiştir. Halbuki Kudurî
"özürsüz evinde kılarsa haram olur. Ama namazı câizdir" demek istemiştir.»
Sebebi ileride gelecektir.
Cuma
namazı öğleden daha kuvvetlidir. Çünkü cuma hakkında varit olan tehdit öğle
hakkında varit olmamıştır. Cuma hakkında varit olan tehdit, Peygamber
(s.a.v.)'in şu hadisidir: «Bir kimse zaruret yokken üç defa cuma namazını terk
ederse Allah o kimsenin kalbini mühürler.» Bu hadisi imam Ahmed ve Hâkim rivayet
etmişlerdir. Hâkim onu sahihlemiştir. Binaenaleyh cuma namazını terkeden, öğleyi
terkeden daha şiddetli azap göreceği gibi sevabı da öğlenin sevabından fazladır.
Bir de cumanın bir takım şartları vardır ki bunlar öğle namazında yoktur.
«Cuma
namazı öğlenin bedeli değildir.» Ancak bu söz musannıfın niyet bahsinde
söylediğine aykırıdır. Oradaki ibaresi şerhi ile birlikte şöyle idi: «Vakit
devam ederken şu vaktin farzına diye niyet etse caizdir. Yalnız cuma namazında
caiz değildir. Çünkü o bedeldir. Meğerki onun do vaktin farzı olduğuna itikad
eder. Nitekim bazı ulemanın reyi budur. Bu taktirde sahih olur.» Biz oradaMünye
şerhinden naklen vaktin farzı bize göre cuma değil, öğle namazı olduğunu, ancak
öğleyi ıskat için cuma namazı emir olunduğunu yazmıştık. Onun içindir ki. bir
kimse cuma namazının vakti geçmeden öğleyi kılsa bize, göre caiz olur. İmam
Züfer'le eimme-i selâse buna muhaliftirler. Velev ki yalnız onunla iktifa etmek
haram olsun.
Hasılı
vaktin farzı bize göre öğle; imam Züfere göre cumadır. Nitekim bunu Fethu'l -
Kadîr sahibi ile başkaları ileride göreceğimiz şekilde açıklamışlardır. Hattâ
Bâkânî de Mültekâ şerhinde izah etmiştir. Şarihin Bâkânî'den naklettiği ihtimal,
Bâkânî şerhinde Nikâye'den naklen söylemiştir. Su söylediklerimizle o sözün zaif
olduğu anlaşılır.
«Cuma
namazının sahih olması için yedi şart vardır.» Bu hususta Nehir'de şöyle
denilmiştir: "Cumanın vücup ve edası için birtakım şartlar vardır. Bunların
bazısı namaz kılanda. bazısı başkasında aranır. Fark şudur: Şartları bulunmazsa
eda sahih olmaz. Fakat vücubunun şartları bulunmazsa eda sahih olur.
Bu
şartları bir zat nazma çekerek şöyle demiştir:
«Cumanın
vacip olması içindir; hür, sağlam, bâliğ, erkek, mukim ve akıl sahibi olmak.»
«Edası
için de: Şehir, sultan, vakit, hutbe. izn-i âm ve cemaat şarttır.»
Bunu
Tahtavî Ebu's - Suud'dan nakletmiştir. Şarihin şehir hakkındaki tarifi birçok
köylere de uymaktadır. T.
«Cuma
ile mükellef olan» kaydı ile musannıf, kadın, çocuk ve yolculardan ihtiraz
etmiştir. Bunu Kuhustanî'den naklen Tahtavî söylemiştir.
«Ekser
fukahanın fetvaları bunu göredir.» Ebû Şucâ «bu söz bu babta söylenenlerin en
güzelidir» demiş. Valvalciye'de «bu sahihtir» denilmiştir. Bahır. Vikâye'de,
muhtar metinde ve şerhinde bu kavil tercih edildiği gibi Dürer metninde dahi
diğer kavilden önce zikredilmiştir. Zâhirine bakılırsa Dürer sahibi onu tercih
etmiştir. Sadrı'ş - Şeria dahi «çünkü şer'î ahkâm hususundaki gevşeklik zuhur
etmiştir. Bâhusus şehirlerde hudud-u şer'iyeyi tatbik hususunda bu kendini
göstermektedir» diyerek bu kavli teyit etmiştir.
METİN
Zâhiri
mezhebe göre şehir: Âmiri ve hudud-u şer'iyeyi tatbike kadir hakimi bulunan her
yerdir. Nitekim Mültekâ üzerine yazdığımız derkenarda biz bunu kaydetmişizdir.
Kuhistanî'de:
«Hâkimin köylerde cami yapılmasına izin vermesi Serahsî'nin söylediğine göre
bilittifak cuma için izindir» denilmiştir... Buna hüküm de eklenince muttefekun
aleyh olur.
İZAH
Münye
şerhinde şöyle denilmiştir: «Sahih tarif Hidâye sahibinin yaptığıdır ki, o da
âmiri, ahkâmı infaz ve hudud-u şer'iyeyi tatbik eden hâkimi bulunan yerin şehir
olmasıdır. Sadrı'ş - Şeria şer'î hükümlerde gevşeklik zuhur ettiği için
yukarıdaki tarifi tercih eden Vikâye sahibi namına itizarda bulunurken bu sözü
çürütmüşse de asıl çürütülen Sadrı'ş - şeria'nin sözü olmuş ve, «Murad; cumayı
kılmağa muktedir olmaktır» denilmiştir. Zira Tuhfe'de Ebû Hanife'den naklen
beyanolunduğuna göre şehir; büyük belde olup içerisinde çarşı ve sokakları
vardır. Şehirin köyleri de olur. İçinde heybet ve ilmi ile mazlumun hakkını
zalimden alabilecek valisi bulunur ki halk günlük hadiselerde ona müracaat eder.
Esah olan budur. Yalnız Hidaye sahibi sokak ve köyleri zikretmemiştir. Çünkü
amir ile hükümleri infaz ve hadleri tatbike kudret olan hakim ekseriyetle böyle
beldelerde olur.
Âmir
ve hakimden murad; o yerde oturandır. Nahiye hakimi adı verilen ve bazan şehire
gelen hakime itibar yoktur. şârih hakimle iktifa ederek müftüyü söylememiştir.
Zira ilk asırlarda hakimlik müctehitlerin vazifesi idi. Hattâ vali ve hakim
müftü değilse. müftü bulundurmak şart idi. Nitekim Hülâsa'da beyan olunmuştur.
Kudurî'nin
tashihinde «Âmir namına hakim ile iktifa edilir» denilmiştir. Mülteka şehri.
Şeyh
İsmail diyor ki: «sonra âmirden murad; insanları koruyan, müfsitlere mâni olan
ve şeriatın hükümlerini takviye eden kimsedir.» Rekaik nâm eserde de böyledir.
Bunun hasılı; İnâye'de tefsir edildiği gibi mazlumun hakkını zalimden almağa
kadir olmaktır.
Şeyh
İsmail'in şerhinde Dehlevî'den naklen şöyle denilmektedir: «Murad, bilfiil bütün
hükümleri tenfiz değildir. Çünkü cuma namazı insanların en zâlimi olan haccac
devrinde kılınmıştır. Haccac bütün hükümleri tenfiz etmezdi. Belki murad;
Allah'u âlem buna muktedir olmasıdır.» Bu sözün bir mislini Ebu's-Suûd efendi
haşiyesinde allâme Nuh efendinin risalesinden nakletmiştir.
Ben
derim ki: Bunu şu da teyit eder: Zâhir rivayet olan bu kavle göre bazı
hükümlerin tenfizinin ihlâl edilmesi beldenin şehir olması hükmünü bozarsa, şu
zamanda hattâ daha önceki zamanlarda hiçbir islâm beldesinde cuma namazının
sahih olmaması lâzım gelir. Binaenaleyh muradın hükümleri tenfize iktidarı
olması taayyün eder. Lâkin hükümler deyince onların ekserisi kastedilmelidir.
Aksi taktirde bazan hakim onların bir kısmını da tenfiz edemez. Çünkü Hâkimi
tayin eden hükümdar bunları menedebilir. Nitekim fitne günlerinde bu olur.
Beldenin şaşkınları birbirlerine yahut hakime karşı taassup gösterirler de
aralarında ahkâmın tenfizine imkân bulamaz. Başkaları arasında ve askeri içinde
ahkâmı tenfize kadirdir. Şu var ki bu arızidir; nazar-ı itibara alınmaz. Onun
için vali ölür veya bir fitneden dolayı hazır bulunmaz da cumayı kıldırmağa
hakkı olan bir kimse de bulunamazsa zaruretten dolayı halk kendilerine bir hatip
tayin eder. Nitekim gelecektir. Halbuki burada ne âmir vardır ne de hâkim!.
«Fitne günlerinde cuma kılmak sahih değildir» diyenlerin cehli bundan anlaşılır.
Halbuki ileride beyan edeceğimiz vecihle cuma namazı kâfirlerin istilâ ettikleri
beldelerde bile kılınabilir. Şarih Kuhistanî'nin sözü ile metnin ibaresini teyit
etmiştir. Kuhistanî'nin ibaresi şöyledir: «Kasabalarla çarşıları olan büyük
köylerde kılınan cuma farz yerine geçer. Ebû'l - Kasım "Vali yahut hâkim büyük
cami yapılıp içinde cuma kılınmasına izin verirse bunda hilâf yoktur" demiştir.
Çünkü bu içtihat götüren bir yerdir. Buna hüküm de eklenince müttefekunaleyh
olur. Bizim söylediğimizde hâkimi, minberi ve hatibi bulunmayan küçük köylerde
cuma kılmanın caiz olmayacağına işaret vardır. Nitekim Muzmeratta beyan
olunmuştur. Zâhire bakılırsa bununla kerahet kastedilmiştir. Çünkü cemaatla
nâfile kılmak mekruhtur. Görmüyormusun Cevahir nâm kitapta "Köylerde kılarlarsa
öğleyi eda etmeleri tâzım gelir" deniliyor. Bu, izne hüküm eklenmediğine
göredir. Çünkü Fetevâ'd dinarı nâm eserde beyan edildiğine göre bir kimse
hükümdarın emriyle köyde bir mescit inşa etse Serahsî'nin söylediği vecihle bu
bilittifak cuma için emir sayılır.»
Kuhistanî'den
naklettiğimiz ibareden anlaşılıyor ki, sultan veya hakimin mücerret «mescid
yapılsın ve içinde cuma kılınsın» emri. hilâfı davası; ve hadisesiz ortadan
kaldıran bir hükümdür. El'eşbah nâm kitabın kaza bahsinde şöyle denilmektedir:
»Hâkimin emri hükümdür. Meselâ "Had vurulanı davacıya teslim et!" demesi ve
borcunu vermesini keza hapsin emir etmesi bu kabildendir.»
(Eşbah
sahibi) İbn Nüceym «Hâkimin küçük bir kızı evlendirmesi hilâfı ortadan kaldıran
bir hükümdür. Başkasının bu hükmü bozmaya hakkı yoktur» demiştir.
«Buna
hüküm de eklenince müttefekunaleyh ölür» (bu ibareye hacet yoktur) biliyorsun
ki, mücerret emrine, hilâfı ortadan kaldırdığı hususunda Kuhistanî'nin ibaresi
açıktır. Bu, mücerret emri hüküm demek olduğuna binaendir.
METİN
Yahut
şehrin sahasıdır. Bundan maksat, şehre bitişsin veya -İbn-i Kemâl ile
başkalarının kaydettikleri gibi- bitişmesin cenaze gömmek ve at koşturmak gibi
şehrin yararına kullanılan. yerdir. Fetva için tercih edilen kavil bir fersahla
takdir edilmesidir. Bunu Valvalci söylemiştir.
İkincisi
Sultandır. Velev ki mütegallib (kahran başa geçen) veya kadın olsun. Kadının
cuma kıldırması caiz değil fakat kıldırmak için emir vermesi caizdir. Veyahut
cuma kıldırmak için sultanın memuru olsun. Bu şahıs bir nahiyenin işlerine bakan
bir köle de olabilir. Velev ki kıydığı nikâhları ile verdiği hükümleri caiz
olmasın.
İZAH
İbn-i
Kemâl şöyle demiştir: «Bazıları yetişme kaydını muteber tutmuşlardır. Zâhire
sahibi bunu hatalı görmüş ve şunları söylemiştir: bu zatın sözüne göre
Buhara'daki bayram namazgâhında cuma namazı caiz değildir. Çünkü namazgâhla
şehir arasında ekinlikler vardır. Bu mesele bir defa vaki olmuş ve zamanımızın
bazı uleması caiz olmadığına fetva vermişlerdir. Lâkin doğru değildir. Zira
Buhara'daki bayram namazgâhında bayram namazının caiz olduğunu ne gelmişlerden
ne de geçmişlerden hiçbir kimse inkâr etmemiştir. Ve nasıl ki şehir veya sahası
cuma namazı caiz olmak için şart ise, bayram namazının caiz olması içinde
şarttır.»
«Fetva
için muhtar olan kavil, bir fersahla takdir edilmesidir.» Bilmiş ol ki, ehli
tercihten bazı muhakkıklar mesafe ile takdire< muhaliftir. tarfie edilen
ittifak olduğuna uygun denilmeğe hazırlanmış için yararları şehrin tahdit, ile
mesafe Binaenaleyh mümkündür. yerlerde gibi Bulak Evet, uzaktır. fersahlarca
taraftan her Turp ve Karafe gelen sonra Nasır'dan - Bâbı'n Zira değildir. sahih
yerde Mısır takdir mil veya atımı Ok ki: Şöyle göredir. küçüklüğüne büyüklüğüne
O bulunmaz. şehirde tahdit Çünkü güzeldir. daha tahdiden etmek tarif Ama
sıralanır. olarak işitimi ezan bir işitimi, ses üç fersah, iki mil, atımı, ok
Bir Bunlar: dokuzdur. sekiz mecmuu kavillerin hususundakiBunu etmişlerdir. ise
Bazıları yapmıştır. öyle de Muhammed imam yazıcısı Mezhebimizin vermişlerdir.
adını
İmamlarımız
sahanın, cenaze gömmek, at ve hayvan gezdirmek asker toplamak, atışa çıkmak ve
emsali şehir ihtiyaçları için hazırlanmış yer olduğunu hassan bildirmişlerdir.
Mısır'ın askerlerini içine alacak, atlarına ve süvarilerine meydan olacak ok ve
ateşli silah ile topları denemeye elverecek hangi yer mesafe ile tahdit
edilebilir, bu fersahların ötesine geçer. Binaenaleyh tahdidin şehirlere göre
yapılacağı meydana çıkar. Bu satırlar allâme Şurunbulalî'nin Tuhfe adlı
eserinden kısaltılarak alınmıştır. Şurunbulâlî bu eserinde Sebil allan
mescidinde cuma kılmanın sahih olduğuna kesin olarak hüküm vermiştir. Bu mescidi
zamanının emirlerinden biri yaptırmış olup şehrin sahasında bulunmaktadır.
Şehirle mescid arasında bir fersahın dörtte üçünden biraz fazla mesafe vardır.
Ben
derim ki: Bununla Dımeşk'ın mecrasındaki Sultan Selim Tekkesinde cuma kılmanın
sahih olacağı anlaşılır. Dımeşk'ın Salhiyesindeki Sultan Selim mescidinde dahi
hüküm budur. Zira Salhiye dağ eteğindeki kabristanı ile birlikte Dımeşk'ın
sahasından maduttur. Velev ki Dımeşk'ten ekinliklerle ayrılmış olsun. Ona
yakındır. Çünkü şehre üçtebir fersâh uzaklıktadır. Burası müstakil bir köy
sayılsa da musannıfın tarifine göre şehirdir. Şu da var ki, mescid sultanın emri
ile yapılmıştır. Melik El Eşref'in yaptırdığı Mescidi'l - Hanabile adı ile
meşhur eski mescidi de öyledir. Yukarıda geçtiği vecihle cumanın sahih olması
için sultanın emri kâfidir.
Bilmiş
ol ki, kadından sultan olma, Meğer ki kahran (zorla başa geçmiş ola. Çünkü
imamlık bâbında imamın erkek olmasının şart olduğunu görmüştük. Şârihin «Velev
ki bu mütegallib kadın olsun» demesi icabederdi. H.
Mütegallibten
murad, halk razı olsa bile kendisinde imamlık şartları bulunmayan kimsedir.
Hülâsa'da
«Mütegallib, ahdı yani fermanı olmayan kimsedir. Halk arasında emirler gibi
hareket eder; vâliler gibi hüküm verirse onun huzuruyla cuma kılmak caizdir»
denilmektedir. Bahır.
«Yahut
cuma kıldırmak için sultanın memuru olsun.» Bu memuriyet delâleten emre de
şâmildir. Bahır'da şöyle demliyor: «Kimseye gizli değildir ki, bir şehirde
Ammenin işleri kendisine havale edilen kimse cumayı kıldırabilir. Velev ki bunu
sultan kendisine açık olarak havale etmesin. Nitekim Hülâsa'da da böyle
denilmiştir. Nazarı itibara alınacak cihet, nâibin namaz vaktinde ehil
bulunmasıdır. Naip tayin edilirken ehil bulunması değildir, hattâ çocuk e
zımmiye emir eder de cuma namazını kendilerine havale kılarsa çocuk bulûğa
erdiği, zımmi de müslüman olduğu taktirde cuma namazını kıldırabilirler. Çünkü
kendilerine cumayı sarahaten havale etmiştir. Sarahaten havale etmezse iş
değişir. Ancak Hâniye'nin ifadesinden anlaşıldığına göre bu hüküm bazı ulemanın
kavlidir. Tercih edilen kavle göre fark yoktur. Zira havale batıldır. Buna göre
muteber olan, naip tayin edildiği vakitte ehil olmasıdır.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Ben
derim ki: Lâkin Şurunbulâlî'nin risalesinde Hülâsa'dan naklen şöyle
denilmektedir: «Muteber olan, izin verirken cumayı kılarken ehil bulunmasıdır.
Velev ki bazı ibarelerde bunun aksini iktizaeden sözler bulunsun»
«Velev
ki nikahları ile verdiği hükümleri caiz olmasın.» Çünkü bunlar velâyete istinat
ederler. Kölenin ise başkasına şöyle dursun kendine velâyeti yoktur. Bir de
hüküm vermenin şartı hür olmaktır. T.
METİN
En
büyük imam (Şeyhu'l İslâm) veya onun nâibi tarafından tayin edilen hatibin,
hutbede yerine başkasını geçirmeye hakkı olup olmadığı hususunda ihtilâf
edilmiş; bazıları mutlak surette yani zaruret bulunsun bulunmasın hakkı
olmadığını, yalnız kendisine bu havale edilmişse caiz olduğunu, bir takımları
zaruret varsa caiz, yoksa caiz olmayacağını; diğerleri zaruretsiz mutlak surette
caiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü cumanın eda zamanı muvakkat olduğundan
çabuk geçer. Binaenaleyh memura cuma kıldırmak için emir vermek, yerine
başkasını geçirmek için delâleten izin sayılır. Kaza böyle değildir. Ulemanın
ibarelerinden anlaşılan da budur.
Bedayi'de
«cuma kıldırmaya hakkı olan her şahsın, kendi yerine başkasını geçirmeye de
hakkı vardır» denilmiş; İbn-i Cürübaş'ın «en Nüc'a fi tâ'dâdi'l cum'a» adlı
eserinde de «cuma kıldırmak için izin ancak mescid yapılırken şarttır. Ondan
sonra izin şart değildir. Belki her hatiple birlikte izin vardır» şeklinde
izahatta bulunulmuştur. Tamamı Bahır'dadır.
İZAH
Buradaki
ihtilâf ehli tahric veya ehli tercih mezheb uleması arasında değil, müteehhirin
ulemanın bu zevatın ibarelerini anlamak hususundaki ihtilâflarıdır. Hatibin
hutbede yerine başkasını geçirmesi sultanın izni olmadığı zaman ihtilâflıdır.
Sultanın izni varsa caiz olacağında hilâf yoktur.
«Bazıları
mutlak surette caiz olmadığını söylemişlerdir.» Bunu söyleyen Dürer sahibidir ve
şöyle demiştir: «Hatip için yerine başkasını geçirmek asla caiz olmadığı gibi
iptidaen namaz için de caiz değildir. Belki imamın abdesti bozulduğu zaman caiz
olur. Meğer ki başkasını yerine geçirmek için sultan tarafından kendisine izin
verilmiş ola»
«Bir
takımları zaruret varsa caizdir demişlerdir». Bunu söyleyen de ibn-i Kemâl
paşadır. Ve şöyle demiştir: «Bu, cuma namazını vaktinde kıldırmaktan aciz kalmak
için bir zaruretten dolayı olursa başkasına havale caizdir. Aksi taktirde caiz
olmaz.» Yani hiç zaruret yoksa yahut bir özürden dolayı fakat özür
giderilebilecek gibi olup ondan sonra vakit çıkmadan cuma kılınabilecekse cumayı
başka bir hatibe havale etmek caiz değildir. İbn-i Kemâl bundan sonra şunları
söylemiştir: «Cumayı kılmak iki şeyden yani hutbe ve namazdan ibarettir. İzne
bağlı olan birincisidir. İkincisi izne bağlı değildir. Binaenaleyh cuma kılmak
için yerine başkasını geçirmekten murad bazılarının tevehhüm ettiği gibi namaz
için değil hutbe içindir.» Bu satırları kısaltarak Müneh sahibi nakletmiştir.
«Diğerleri
zaruretsiz mutlak surette caiz olacağını söylemişlerdir.» Bunu söyleyen Kâdı'l -
Kudât Muhyiddin ibn-i Cürübaş'tır. Müneh. Münye şârihi Burhan İbrahim Halebî ve
keza Bahır ve Nehir sahipleri ile Şurunbulâlî, musannıf ve şârih de buna
kaildirler. Mutlak mânâ daha iyi anlaşılmak için şârihin burada «zaruretsiz bile
olsa» demesi gerekirdi. T.
İmdâd
sahibi biraz söz ettikten sonra şöyle demiştir: «Hutbe ve namaz için mutlak
surette istihlâfın yani özürlü veya özürsüz kendi orada olsun olmasın yerine
başkasını geçirmenin caiz olduğunu ve keza yalnız namaz veya yalnız hutbe için
istihlâf yapılabileceğini öğrendikten sonra şunu da bil ki, hastalık ve benzeri
bir sebepten dolayı yerine başkasını geçirirse geçen kimse cemaata hutbe
okuyarak namazı kıldırır. Bu mesele açıktır. Fakat abdesti bozularak yalnız
namaz kıldırmak için geçirirse bu, ya namaza başladıktan sonra veyahut önce
ölür. Namaza başladıktan sonra olursa kendisine uyması sahih olan her şahsı
yerine geçirebilir. Fakat namazdan önce hutbeden sonra olursa kendisi.ne uyma
ehliyeti ile beraber halîfenin hutbenin tamamında veya bir kısmında bulunması
şarttır»
«Çünkü
cumanın eda zamanı muvakkat olduğundan çabuk geçer.» Bu ibare Hidâye'nin
edebül-Kadî bahsinden alınmıştır. Yani cuma namazı bir vakitle sınırlandırıldığı
için vakit geçmekle kaçırılmak tehlikesine maruzdur. Bu açıklamayı Dürer sahibi
Hidâye' şerhinden nakletmiştir. Demek oluyor ki, bu hal istihlâfa delâleten izin
sayılır. Çünkü memura hastalık ve abdestinin bozulması gibi namaza mani haller
ârız olabileceğini bilir. Nitekim Bedayi'de böyle denilmiştir. Kaza böyle
değildir. Zira o her zaman yapılabilir. Binaenaleyh kaza için verilen emir
delâleten istihlâfa izin sayılamaz. Kâdı'l-Kudât Muhibbiddin ibni Cürübaş Bahır
sahibinin üstadlarının üstadlarından biridir. H.
«İzin
ancak mescid yapılırken şarttır.» Bu sözün neticesi şudur: Sultanın izni ancak
işin başında bir defa şarttır. O, cumayı kıldırmak için bir şahsa izin verdi mi
o şahıs da başkasına o da başkasına ilh... izin verebilir. Maksat, sultan bir
camide cuma kılınmasına izin verdi mi artık orada her şahıs veya her hatip cuma
kıldırmağa mezundur. "Sultanın yahut sultan tarafından mezun olan kimsenin
iznine hacet yoktur" demek değildir. Ama İbn-i Cürübaş'ın ibaresi bu vehmi
vermektedir. Bizim bu söylediklerimize İbn-i Cürübaş'ın Bahır'da nakledilen şu
ibaresi de delâlet etmektedir: «Bunu öğrendikten sonra anlarsın ki zamanımızda
yapılanlar bununla bağdaşır. Yeni yapılan bir camide cuma kılınmak için
sultandan izin, alınır. Ve sultanın cami sahibine orada cuma kıldırmak için izin
vermesi, cami sahibinin de tayin edeceği hatibe izin vermesini sahih kılar.
Artık bu hatip de icabında yerine başkasını geçirmeye mezundur.
Bunun
hülâsası şudur: Cuma kıldırmak ancak vasıtalı veya vasıtasız olarak sultan
tarafından mezun kimseye caizdir. İzin yoksa caiz değildir. Nitekim şârihin
Sirâciye'den naklen beyan ettiği sözlerde bu açıktır. Evet, İbn-i Şilbî'nin
fetevasında şârihin iham ettiğini îham eden sözler vardır. Çünkü kendisine şöyle
bir sual sorulmuştur: «Bir hududda hatipleri olan camiler bulunsa fakat hiçbir
hatibin açık olarak sultandan izni olmasa yalnız sultan bu hududu ve oradaki
camilerde cuma ve bayram namazları kılındığını bilse bu delâleten izin sayılır
mı?» İbn-i Şilbî bu suale şu cevabı vermiştir: «Müslümanların işleri doğruya
yorumlanır, âdet öyle cereyan etmiştir ki, bir kimse bir cami yaptırır da orada
cuma kıldırmak isterse hükümdardan izin ister. İlk defa izin çıkdı mı artık
bununla maksat hâsıl olmuştur. Ondan sonraki izin de verilmiş sayılır.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır. Lâkin bu sözü yukarıda geçene hamletmek
mümkündür. Yani ikinci defa sultanın iznişart değildir. Belki her hatip ilk
alınan izinle iktifa ederek yerine başkasını geçirebilir. Allah'u âlem.
METİN
Zeyleî'nin
kaydettiği sözün delili yoktur. Molla Hüsrev ve diğerlerinin söylediklerini ise
ibn-i Kemâl hususi bir risale ile reddetmiş; o risalede izin şartı olmaksızın
cuma kılmanın caiz olduğuna delil getirmiş; fakat çok iyi yapmış; birçok
faydalardan bahsetmiştir.
Mecmua'l
Enhur'da, «İstihlâf bizim zamanımızda mutlak surette caizdir. Çünkü
dokuzyüzkırkbeş tarihinde umumi izin çıkmıştır. Fetva buna göredir»
denilmektedir.
İZAH
Zeyleî'nin
kaydettiği «istihlâf yapması caiz değildir» sözünün delili yoktur. Meğer ki
hatibin abdesti bozulsun. Bahır'da, «bu sözün delili yoktur. Ulemanın
ibarelerinden anlaşılan mutlak caiz olmasıdır» deniliyor.
Ben
derim ki: Bu hususta Zeyleî'ye Dürer sahibi molla Hüsrev de tâbi olmuştur.
Nitekim yukarıda arzetmiştik. Lâkin Molla Hüsrev daha sonra kendi sözünü
nakzederek «Hatipden başkası cuma kıldırmamalı; çünkü hutbe ile cuma birşey
gibidir. Onları iki kimse icra etmemelidir. Ama yapılırsa caizdir» demiştir. Bu
ise hatibin istihlâf yapmasıyle (yerine başkasını geçirmesiyle) olur. Molla
Hüsrev bundan sonra şunu da söylemiştir: «Sultanın izniyle bir çocuk hutbe okur
da bülûğa ermiş biri namazı kıldırırsa caiz olur. Hülâsa'da böyle denilmiştir.
Risalesinde Şurunbulâlî diyor ki: "İşte bu söz, abdesti bozmaksızın ve namaza
başlamadan namaz için istihlâfın caiz olduğuna onun tarafından nastır. Nitekim
bu gibi nasları evvelce beyan etmiştik.» Bu ifade söz götürür ki ondan bâbın
sonunda bahsedeceğiz.
T
E N B İ H : Bazıları Zeyleî namına cevap vererek «Onun sözü, "zarurette yerine
birini geçirmek caizdir" kavline göredir» demişlerse de bu cevap doğrusu
şaşırtıcıdır. Zira zarurette birini kendi yerine geçirmek caizdir sözü, bildiğin
gibi ibn-i Kemâl paşaya aittir. Metinde zikredilen üç kavil ise mezhebin
nakledilmiş kavilleri olmayıp Zeyleîden sonraki müteehhirin ulemanın
ihtilâfıdır. Bunlardan birine Zeyleî'nin sözü nasıl binâ edilebilir! Kaldıki
zaruretten dolayı yerine birini geçirmenin şart kılınması yalnız hutbe içindir.
Namaz için değildir. Nitekim İbn-i Kemâl'in ibaresinde arzetmiştik, Burada
sözümüz namaz hakkındadır. Zira abdest bozulması hutbe için birini yerine
geçirmeyi icab etmez. Hutbe abdestsiz de sahih olur.
«Molla
hüsrev ve diğerlerinin» söylediklerinden murad; «Hatip yerine başkasını
geçiremez. Meğer ki bu hak kendisine havale edilmiş olsun» ifadesidir. H.
Ben
derim ki: Metindeki ilk kavil budur. Bunu ibn-i Kemal reddettiği gibi Münye
şârihi, Bahır, Nehir, Mineh ve İmdâd sahipleri ile daha başkaları da
reddetmişlerdir. İbn-i Kemâl risalesinde sultandan izin olmaksızın cuma
kıldırmanın caiz olduğuna delil getirmiş; bu hususta bazı kavillere istinad
etmiştir ki onlardan biri de Hülâsa'nın şu ibaresidir: «İmamlık fermanında
istihlâf kaydı olmasa bile imam yerine birini geçirebilir.»
Münye
şerhinde «hiçbir inkar eden bulunmaksızın ümmetin ameli buna göre olmuştur»
deniliyor. Evet, İbn-i Kemâl bu risalesinde istihlâf caiz olabilmek için
zarureti şart koşmuştur. Arzettiğimiz gibi metindeki ikinci kavil budur.
Zamanımızda yapılanların fasit olduğunu buna binaen söylemiştir. Zamanımızda
yapılanlar; sultanların camiye geldiklerinde hiç özürleri yokken cumayı
kıldırmak için yerlerine başkalarını geçirmeleridir. Şurunbulâlî bir risale ile
İbn-i Kemâl'e reddiye yazmış; bu risalede Tatarhâniye'nin Muhit'den naklettiği
şu meseleyi öne sürmüştür: «İmam hutbe okumak için başkasını yerine geçirir de
kendisi dahi hutbede bulunur ve onu azletmeden başka bir adama cumayı
kıldırmasını emreder; o da kıldırırsa caiz olur. Çünkü kendisi hutbe okunurken
orada bulununca hutbeyi bizzat okumuş gibi olur. Namazı kıldıran kişi birinci
naibin hutbesinde bulunarak susar do cemaata namazı kıldırır; o da bunun
geldiğini bilirse kıldırdığı namaz caizdir. Çünkü azlettiği anlaşılmadıkça o
kimsenin üzerine aldığı vazife de bâkidir.»
Şurunbulâlî
«bu, naibin huzurunda asilin namazı sahih olduğuna nâsdır. Zira azledildiğini
bilir» diyor.
Ben
derim ki: Bu da söz götürür. Çünkü birincisi onun naibi değildir. O vazifesinde
bâkidir. Zira «azlettiği anlaşılmadıkça» sözünün mânâs» «onu bilfiil
azletmedikçe» demektir. Yoksa azlettiğini bilmesi değildir. Aksi taktirde
yukarıdaki «geldiğini bilirse» ifadesi karşısında çelişkiye düşmüş olur. Reddiye
hususunda en açık söz Bedayi'de Nevâdir'den nakledilen şu ifadedir: «O kimse
ikinci naib geldiğini öğrenince azledilmiş olur. Ve ikinci naip birinciye
hutbeyi tamamlamasını emrederse caiz olur. Böyle yapmayıp tamamlayıncaya kadar
susar; yahut birincisi hutbeyi bitirdikten sonra gelirse cuma caiz olmaz. Çünkü
bu hutbe, azledilen sultanın hutbesidir. ikincisinin geldiğini bilmezse iş
değişir. Bu taktirde hutbeyi okur ve namazı kıldırır; birincisi de susarsa cuma
caizdir. Çünkü kendisi vekilde olduğu gibi ancak bilmekle azledilmiş olur» Bu
ifade. asil mevcut iken vekilin hutbesiyle namazının sahih olduğunu açık olarak
gösterir.
«Münyetü'l-Müftü»
de beyan olunduğuna göre bir kimse hatibin izni olmadan namazı kıldırırsa caiz
olmaz. Meğer ki kendisine cuma hakkında söz sahibi biri uymuş olsun. Şârihin
Sirâciye'den naklen söyleyecekleri de bunun gibidir.
«Umumi
izin» den murad, her hatibin yerine başkasını geçirebileceğine dair izindir.
Yoksa herkesin istediği mescidde hutbe okuması için izin değildir. H.
Ben
derim ki: Buna izin veren sultanın vefatından sonra o izin bugüne kadar devam
etmez. Meğer ki zamanımızın sultanı dahi kendisine izin vermiş ola. Nitekim ben
bu ciheti «Tenkihu'l - Hâmidiye» adlı eserimde beyan ettim. Bayram bâbında Münye
şerhinden naklen buna delâlet eden şeyler söyleyeceğiz.
Mecmaa'l-Enhur
sahibinin «fetva buna göredir» sözünden murad, herhalde zamanının uleması
tarafından verilen fetva olsa gerektir. Bu muteber bir sahihleme değildir. Çünkü
onun zamanı alimleri tashih ehlinden değillerdir.
METİN
Sirâciye'de
şu ibare vardır: «Bir kimse hatibin izni olmaksızın cuma kıldırırsa caiz olmaz.
Meğer ki kendisine cuma hakkında söz sahibi uymuş olsun. Nâfileyi cemaatla eda
lâzım gelmesi de bunute'yit eder.» Şeyhu'l-islâm bunu kabul etmiştir.
Bir
şehrin vâlisi ölür de cumayı onun halifesi veya emniyet âmiri yani siyasî hâkim
yahut kendisine bu hususta izin verilmiş olan kadı kıldırırsa caiz olur. Çünkü
bu gibi kimselere âmme işlerini havale etmek cuma kıldırmak hususunda delâleten
izin sayılır.
İZAH
Sirâciye'nin
ibaresinden anlaşılıyor ki, hatip hutbeyi kendisi okur da diğeri onun izni
olmadan namazı kıldırırsa caiz olmaz. Hatibin izni olmaksızın hutbe okuması da
böyledir. Çünkü Hâniye ve diğer kitaplarda şöyle denilmektedir: «Bir kimse
imamın izni olmaksızın hutbe okur; imam da orada bulunursa caiz olmaz.» Yukarıda
Tatarhaniye'den naklettiğimiz «Hutbede orada bulununca onu kendisi okumuş gibi
olur» sözü buna aykırı değildir. Çünkü orada hutbeyi okuyan bu babta söz
sahiplerinden idi. Nitekim arzetmiştik.
«Cuma
hakkında söz sahibi biri» ifadesi izinli hatibe de şâmildir. Çünkü ona uymak
delâleten izindir. Ama camiye gelir de ona uymazsa mezun sayılmaz. Yukarıda
geçen Hâniye'nin ibaresi buna hamledilir. Sonra imama uymadan camide bulunuşu
izin sayılmayınca bundan başkasının izinsiz hutbe okumasının caiz olmayacağı
evleviyetle anlaşılır. Bazılarının bundan cevaz anlaması buna muhaliftir. Bunu
Tahtavî söylemiştir.
«Nâfileyi
cemaatla eda lâzım gelmesi de bunu te'yit eder.» Yani ona uyduğu zaman caiz
olacağını te'yit eder. Şuna binaen ki, ona uyması, izin verdiğine delildir.
Çünkü o cemaat cumaya diye niyet etseler de şartı bulunmayınca namaz nâfile
olarak mün'akit olur. Söz sahibi zatın o imama uyması izin sayılmasa bundan o
cemaatla birlikte kendisinin de nâfileyi cemaat olarak eda etmesi lâzım gelir.
Halbuki bu caiz değildir. Müslümanın işi ancak kemâle hamlolunur. Binaenaleyh
imama uyması onun filine cevaz vermek sayılır. Zira icazet lâhika izn-i sâbık
gibidir (yani sonradan müsaade etmek baştan izin vermek gibidir). Bunun benzeri
Fuzûlî'nin nikâhıdır. Bir kimse fuzuli birinin kıydığı nikâhı fiilen caiz kabul
ederse nikâh sahihtir. Ama mücerret orada bulunup da akit esnasında susarsa bu
onun razı olduğuna delalet etmez.
Valinin
fitne sebebiyle camiye gelememesi de Ölümü gibidir. Bedayi. Cuma hususunda
emniyet amiri veya siyasî hakimden murad, o beldenin amiridir. Buharâ amiri
gibi. Fakat bunun o zaman insanlarının adetine göre olduğu söylenir. Çünkü o
zaman din ve dünya işleri polise aitti. Bugün öyle değildir.
Musannıfın
«kendisine izin verilmiş olan kadı» diye kayıtlaması Hülâsa'da izinsiz kadının
cuma kıldıramayacağı beyan edildiği içindir. Orada şöyle denilmiştir: «Kadıya
cuma kıldırmak emir olunmamışsa kıldıramaz. Ama siyasî hâkim emir olunmasa da
kıldırabilir. Bu o zamanın örfüne göredir.
Zahiriye
sahibi diyor ki: «Günümüze gelince: Kadı cumayı kıldırabilir. Çünkü halifeler
bunu emrederler. Bazıları bununla şark ve garbın kadısı denilen Kadı'l-Kudât'ı
kasdettiğini söylemişlerdir. Bizim zamanımızda ise kadı ile siyasi hâkim bu işe
kimseyi tayin edemezler.»
Bahır
sahibi şunları söylemiştir: «Bu izaha göre Mısır'daki Kadı'l-kudât, hatipleri
tayin edebilir. Ve hiç bir izne de bağlı olmaz. Nitekim kendisine izin verilmese
bile kadılık için yerine birini halîfe tayin edebilir. Halbuki sultanın izni
olmaksızın kadının, yerine halife tayinine hakkı yoktur. Zira kadı'l-kudât
mevkiine tayin etmek delâleten buna izin vermektir. Nitekim Fethu'l-Kadîr'de
açıklanmıştır. Bu iş paşa adı verilen Hâkimin tasdikine bağlı değildir. Lâkin
Tecnis'de bildirildiğine göre kadının tayini hakkında iki rivayet vardır. Bizim
memleketimizde şayet kadıya emir olunmamış ve fermana yazılmamışsa «caiz
değildir» rivayeti ile fetva verilir. Ama Tecnis'in sözünü «kadı'l-kudât tayin
etmemişse» diye yorumlamak mümkündür. O tayin ederse bunu söylemeye hacet
kalmaz. Nehir.
METİN
Şu
halde Şam'daki kadı'l-kudât'ın cuma kıldırmaya; sarahaten izin ve paşadan tasdik
olmadan hatip tayin etmeye hakkı var demektir. Ulema cumayı evvelâ beldenin
amiri, sonra siyasi hâkim, sonra kadı. sonra kadı'l-kudât'ın tayin ettiği hatip
kıldırır demişlerdir. Bu zikredilenler varken avam kısmının hatip tayini muteber
değildir. Fakat bunlar yoksa zaruretten dolayı onların tayini de caiz olur.
İZAH
Şârihimiz
Şam'daki kadı'l-kudât meselesini bildiğin gibi Bahır'ın sözünden almıştır. Lâkin
buna şöyle itiraz edilebilir: Buna hakkı olan kadı'l-kudât. Zahîriye'den naklen
yukarıda gördüğümüz gibi şark ve garp kadısıdır. Şam ve Mısır kadılarının
hakları ise bu umumi kadıdan alınmıştır. Bunların istihlâfa (yani kendi
beldelerinde yerlerine naip tayinine) hakları olmaları, cuma kıldırmak için izin
vermelerini icabetmez. O umumi kadı bunun hilâfınadır. Ona sultan, din işlerini
yoluna koymak ve diğer beldelerde kadılar tayin etmek için izin vermiştir. Onun
için de kendisine kadı'l-kudât (kadılar kadısı) denilmiştir. Buna şu da delâlet
eder ki, Osmanlı devletinde hatiplik vazifesi alan kimsenin evrakı tasdik için
mutlaka sultan tarafına gönderilmesi adet olmuştur. Eğer kadının veya paşanın
tayine hakkı olsa idi hatip tayin etmesi sahih olurdu. Hasılı burada esas
izindir. Bu da mezun tarafından bilinir. Şayet "Ben bu hususta me'zunun" derse
tasdik edilir. Çünkü mücerret kadılık veya amirlik vazifesinin verilmesi
müftabih kavle göre hatip tayini için izin değildir. Nitekim Tecnis'den naklen
yukarıda geçti. Meğer ki sultan o zamanlarda olduğu gibi kendisine dünya ve
ahiret işlerini havale etmiş olsun. Nitekim Mugrib ve Zahîriye'den naklen
görmüştük. Sonra Nehecü'n-Necat musannıfın risalesine nisbet edilmiş olarak
gördüm ki: «Şüphesiz bu ancak kendisine umumi işler havale edilen kadı hakkında
doğrudur. Ama mezhep imamının sahih olan kavliyle hüküm vermek üzere sultanın
bir beldenin kadılığını havale ettiği kimse hakkında doğru değildir. Çünkü onun
hakkında sarahaten veya delâleten bir izin yoktur» deniliyor. Bu bizim
söylediğimiz hususta açıktır. Allah'u âlem.
Şarih
ulemanın sözleriyle metnin ibaresini kayıtlamıştır. Zira metinde musannıf cuma
kıldıracakların tertibini beyan etmemiştir. Mânâ şudur: Cuma kıldıracak kimseler
bir kızıevlendirmek hususunda asabe olanların tertibi gibi sıralanır. Ve evvelâ
en yakın olan, o yoksa daha uzak ilh... geçirilir. Benim anladığım budur.
Bahır'ın Nüc'a'dan naklettiğinin ifadesi de budur. Lâkin siyasi hâkimi kadıya
tercih etmek.ulemanın cenaze namazında açıkladıklarına aykırıdır. Orada "kadı
siyasi hâkime tercih edilir" demişlerdir.
«Bu
zikredilenler varken avamın hatip tayini muteber değildir.» Yani "bu
zikredilenler mezun oldukları taktirde" demek istiyor. Nitekim yukarıda gördük
ki bunlar umumi izinle cuma kıldırmaya mezundular. Zamanımızda ise mezun
değillerdir. Avamın hatip tayini zaruret dolayısıyle caiz olur. Zarurete bir
misal de sultanın bir şehir halkını kendilerine zarar vermek için inat üzerine
cuma kılmaktan menetmesidir. Böyle bir zamanda halk kendilerine cuma kıldıracak
birini tayin edebilirler. Ama herhangi bir sebeple o şehri şehir olmaktan
çıkarmak isterse hatip tayın edemezler. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir.
Bu satırlar kısaltılarak Hülâsa'dan alınmıştır.
T
E T İ M M E : Mirâcü'd Dirâye'de Mebsut'dan naklen şöyle deniliyor: «Kâfirlerin
elindeki beldeler islâm beldeleridir. Harp beldeleri değildir. Çünkü kâfirler
orada küfrün hükmünü ortaya atmamışlardır. Belki oradaki kadılar, valiler
müslümandırlar; kâfirler onlara zaruret dolayısıyle yahut zaruretsiz itaat
ederler. Müslümanlar tarafından valisi olan her şehirde cuma namazı ile
bayramları kılmak ve had vurmak, kadı tayin etmek caizdir. Çünkü müslümanlar
kâfirleri istilâ etmişlerdir. Şayet valiler kâfir olurlarsa müslümanların cuma
namazı kılmaları caizdir. Kadı, müslümanların seçimi ile kadı olur. Ve
müslümanlara kendilerine müslüman bir vali aramak vacip olur»
METİN
Mina'da
cuma namazı yalnız hac mevsiminde caizdir. Çünkü halife yahut Hicaz veya Irak
yahut Mekke emiri oradadır. Mina'nın çarşı ve sokakları vardır. Halifenin
misafir olduğu binaların hepsi öyledir. Mina'da bayram kılınmaması tahfif
içindir. Mevsim emirinin cuma kıldırması caiz değildir. Zira hac işlerinde onun
velâyeti tam değildir. Ama kendisine izin verilmişse caiz olur.
Arafat'ta
da cuma kılınmaz; çünkü çöldür. Mezhebe göre bir şehirin birçok yerlerinde cuma
kılmak mutlak surette caizdir. Fetva buna göredir. Aynî'nin Mecma şerhi ile
Fethu'l - Kadîr'in imamlık bahsinde böyle denilmiştir. Sebebi güçlüğü
defetmektir. Buradaki terkedilen kavle göre cuma tahrimeyi önce yapanındır.
Tahrime beraber yapılır veya şüpheli kalırsa cuma fasit olur,
İZAH
Mina
hacıların toplantı yeri ve çarşılarıdır, Burada hac mevsiminden başka zamanlarda
cuma sahih olmaz. Çünkü bazı şartları yoktur. Halife en büyük sultandır. Kâmus.
Hicâz emiri ise Mekke'nin sultanıdır. Dürer'de' böyle denilmiştir. Yani Mekke
şerifi, Mekke Medîne. Tâif ve diğer Hicâz topraklarının hakimidir. Mezun
olduğuna göre hac mevsiminde Irak ve Bağdat emîri gibilerin bulunmasıyle de
Minâ'da cuma kılınır.
«Halîfe'nin
misafir olduğu binaların hepsi öyledir.» İnâye sahibi diyor ki: «Hıdâye'nin
sözünde halîfe ve sultan, velâyeti dahilinde dolaşırsa cuma günü uğradığı her
şehirde cuma kıldırması icabettiğine işaret vardır. Çünkü başkalarının imamlığı
ancak onun emri ile caiz olur. Kendisinin imam olmasıyolcu bile olsa evleviyette
kalır.»
Ben
derim ki: Bu sözün muktezası şudur: Musannıfın ibaresindeki «Mina'da caizdir»
sözü. "vaciptir" mânâsınadır. Halbuki cumanın vacip olmasının şartlarından biri
mukim olmaktır. Halîfenin orada imam olmasının caiz görülmesinden yolculuğunda
dahi cuma kıldırmanın kendisine vacip olması lâzım gelmediği gibi cumayı
kıldırmak için mukim olan birine emir etmesi de lâzım gelmez. Keza uğradığı
şehrin kendi velayeti şehirlerinden olması o şehire varmakla mukim sayılmasını
gerektirmez. Mukim sayılması ancak zaif bir kavle göredir ki, biz onu geçen
bâbta söylemiştik.
Sonra
gördüm ki, el'Havaşi's - Sa'diye sahibi buna itirazla şöyle demiş: «Hidâye
sahibinin "Halife velâyeti dahilinde dolaşırsa uğradığı her şehirde cuma
kıldırması icabeder" sözünün, iddiasına delâleti zâhir değildir.» Bundan
anlaşılır ki musannıfın ibaresindeki «caizdir» sözü kendi mânâsındadır (vaciptir
mânâsında değildir). Fethu'l - Kadîr'in şu sözü de buna delildir: «Halîfe hac
seferinde niyet etse bile sefer ancak terketmesi hususunda ruhsattır. Cumanın
sahih olmasına mani değildir».
«Mina'da
bayram kılınmaması tahfif içindir» yani orada bayram kılınmaması şehir olmadığı
için değil, hacılara kolaylık içindir. Çünkü o gün onlar taş atmak, tıraş olmak
ve kurban kesmek gibi hac işleriyle meşgul olurlar. Cuma böyle değildir. O her
sene taş atma günlerine tesadüf etmez. Bayram her sene bu şekilde olur. Sirâc.
Keza cuma öğle vaktinin sonuna kadar devam eder. O vakte kadar ekseriyetle
hacılar hac işlerini bitirmiş olurlar. Bayramın vakti böyle değildir. Bu sözün
muktezası şudur: Mina'da cuma kılınırsa mukim olan Mekke'liler hacca
çıktıklarında onlara da vacip olur. Münye şerhinde bahsedilen buna muhaliftir.
Belki zâhire göre cumayı kılmaları onlara vaciptir.
TENBİH:
Ta'lilin zâhirinden Mekke'de bayram kılmanın vacip olduğu anlaşılıyor. Bîrî,
kurban bahsinde kendisinin ve yetişdiği ulemanın Mekke'de bayram namazı
kılmadıklarını söylemiş; «AIIah'u âlem acaba bunun sebebi nedir?» demiştir. Ben
derim ki: İhtimal sebep, kıldırmak vazifesiyle mükellef olan zatın hac için
Mina'da bulunmasıdır.
«Mevsim
emirinin cuma kıldırması caiz değildir.» Mevsim emirine «Emir-i hâc» derler.
Nitekim Mecma'al - Enhur'da beyan edilmiştir.
Ben
derim ki: Osmanlı padişahlarının adeti Şam emirinden ayrı olarak yalnız hac
işlerinin tedvir için bir emir göndermek idi. Şimdi Şam emiri ile hac emirini
birleştirdiler. Buna göre mevsim emiri ile Irak emiri arasında fark yoktur.
Çünkü ikisinin de umumi velâyetleri vardır. Umumi velâyetine göre kendi
memleketinde cuma kıldırmaya salâhiyeti varsa Mina'da kıldırmaya da vardır.
Sadece hac emiri olan böyle değildir. Bu söylediklerimizi şarihin başkalarına
teb'an «zira hac işlerinde onun velâyeti tam değildir» sözü izah etmektedir.
«Mezhebe
göre bir şehrin birçok yerlerinde cuma kılmak mutlak surette caizdir.» Yanı
şehir büyük olsun küçük olsun, ortasından Bağdad'da olduğu gibi büyük nehir
geçsin geçmesin; köprüsü kaldırılsın kaldırılmasın; cuma iki veya fazla mescidde
kılınsın farketmez. Fethu'l-Kadîr'den bu anlaşılır. Bunun muktezası; çokluğun,
ihtiyaç miktarı olması lâzım gelmemektir. NitekimSerahsî'nin aşağıdaki sözü buna
delâlet etmektedir.
İmam
Serahsi şöyle demiştir; «Ebû Hanîfe'nin mezhebinden sahih rivayete göre bir
şehrin bir veya fazla mescidinde cuma kılmak caizdir. Biz bununla amel ederiz.
Zira «cuma ancak şehirde kılınır» hadisi mutlaktır. Yalnız şehiri şart
koşmuştur.
Bu
söylediklerimizle Bedayi'nin sözü hükümsüz kalır. Bedayi'de; «Zahir rivayete
göre cuma bir şehirde iki yerde caiz olur. Fazlasında caiz değildir. İtimat
bunadır» denilmiştir. Zira mezhebimize göre mutlak surette caizdir. Bahır.
«Sebebi,
güçlüğü defetmektir.» Çünkü "bir yerde kılınması lazımdır" denilirse bunda açık
açık güçlük vardır. Cumaya gelenlerin ekserisinin uzun mesafe yol yürümesini
gerektirir. Halbuki müteaddit yerlerde kılınmasının caiz olmadığına delil
yoktur. Bilâkis zaruret meselesi böyle bir şart bulunmamasını gerektirir.
Bâhusus şehir bizimki gibi büyük olursa böyle bir şart bahis mevzuu olamaz.
Nitekim Kemâl de böyle demiştir. T.
«Buradaki
terkedilen kavil» yukarıda Bedayi'den naklettiğimiz «İki yerden fazlasında caiz
değildir» sözüdür. Mezkur kavle göre cuma tahrimeyi önce yapanındır. Bazıları
«namazı önce bitirenindir» demiş; bir takımları önce tahrime yapıp önce
bitirenin olduğunu söylemişlerdir. Birinci kavil daha sahihtir. Bunu Kınye'den
naklen Bahır sahibi söylemiştir. Yani bu kavil terkedilen kavil sahibince daha
sahihtir. Hılye sahibi şöyle diyor: «Ben şeyhimize (yani Kemâl'e) bu bâbta yazı
ile müracaat etmiştim. Bana şu cevabı yazdı: Önceliğin, çıkmakla itibara
alınacağında bence şüphe yoktur. Onunla birlikte namaza giriş de itibara
alınacak mıdır. Hatırımda tereddüt hasıl etmektedir. Çünkü "şöyle geçti" sözü,
"tamamı önce vücut buldu" mânâsına da, "bitmesi önce oldu" mânâsına da
kullanılabilir.
METİN
Binaenaleyh
cuma namazından sonra âhir zuhru kılar. Bunların hepsi mezhebin hilâfınadır.
İtimada şayan değildir. Nitekim Bahır'da yazılmıştır. Mecma'al-Enhur'da ise
matluba nisbet edilerek: «En ihtiyatı "vaktine eriştiğim son öğlene" diye niyet
etmelidir» denilmiştir.
İZAH
Şârihin,
âhir zuhur meselesini terkedilen kavil üzerine tefri etmesi, tercih edilen «bir
şehirde müteaddit yerlerde cuma kılınabilir» kavline göre âhir zuhur
kılınmayacağını gösterir. Şuna binaen ki, yukarıda Bahır sahibinin «cuma farz
değildir zannedilir korkusuyla ben defalarca bununla fetva verdim» sözünü
nakletmişti. Bahır sahibi «Ahir zuhuru kılmakta ihtiyat yoktur, Çünkü iki
delilin kuvvetli olanıyle amelden ibarettir» demiştir.
Ben
derim ki: Bu ifade söz götürür. Belki ihtiyat olan onu kılmaktır. Bu,
mesuliyetten yüzdeyüz çıkmak mânâsına gelir. Zira müteaddit yerlerde kılmanın
caiz olması delil itibariyle daha kuvvetli olsa da bunda kuvvetli bir şüphe
vardır. Çünkü Ebû Hanife'den hilâfı da rivayet edilmiş; bu rivayeti Tahavî,
Timurtâşî ve Muhtar sahibi tercih etmişlerdir; Attâbi ise onu daha zâhir
bulmuştur. İmam Şâfiî'nin mezhebi bu olduğu gibi İmam Malik'in meşhur olan kavli
ve imam Ahmed'den rivayetedilen iki kavilden biri de budur. Nitekim Makdisî bunu
«Nuru'ş-Şem'a fî Zuhuru'l - Cum'a» adlı eserinde zikretmiştir. Hattâ Şâfiîlerden
Subkî, ekser ulemanın kavli bu olduğunu müteaddit yerlerde cuma kılmanın caiz
olduğu hiçbir sahibi veya tabiîn'den nakledilmediğini söylemiştir. Biliyorsun ki
Bedayi'de «zahir rivayet budur» denilmiştir. Münye şerhinde Cevâmiu'l -
Fıkıh'tan naklen «bu kavil İmam-ı A'zam'dan gelen iki rivayetin en zahir
olanıdır» denilmiştir, Nehir ile el'Hâvi'l-Kudsi'de «fetva bunun üzerinedir»
denilmektedir.
Râzî'nin
tekmilesinde de : «Biz bununla amel ederiz» ibaresi vardır. Şu halde bu kavil
mezhepde itimat edilen bir kavildir. Zaif bir kavil değildir. Onun içindir ki,
Münye şerhinde «İhtiyat olan birinci rivayettir. Çünkü müteaddit yerlerde caiz
olup olmadığı hilâfı kuvvetlidir. Cevazın sahih oluşu fetva zaruretinden
dolayıdır ki takva için ihtiyatın meşruluğuna mâni değildir» denilmiştir.
Ben
derim ki: Bu kavlin zaif olduğu teslim edilse bile onun hilâfından kurtulmak
evlâdır. Bunca imamların hilâfından nasıl kurtulunmaz! Müttefekunaleyh bir
hadiste «Her kim şüphelerden korunursa dinini ve ırzını kurtarmıştır»
buyurulmuştur. Onun için ulemadan biri hiç namazını bırakmayan birinin ömrü
boyunca bütün namazlarını kaza etmesi hakkında «Mekruh değildir. Çünkü bu
ihtiyatla ameldir» demiştir. Kınye'de ise «namazlarında müctehitlerin hilâfı
varsa bu daha iyidir» denilmektedir. Bize yukarıda naklettiğimiz hilâf kâfidir.
Makdisi'nin Muhit'den nakline göre Şehir hükmünde olduğunda şüphe edilen her
yerde cumadan sonra cemaatın ihtiyaten âhir zuhur niyetiyle dört rekat namaz
kılmaları gerekir. Tâki cuma namazı yerini bulmamışsa son öğleyi kılmakla vaktin
farzını eda etmiş olsunlar. Kâfi'de de bunun benzeri sözler vardır.
Kınye'de
beyan olunduğuna göre Merv denilen şehirde iki yerde cuma kılınıp kılınmayacağı
hususunda ulema ihtilâf ettikleri vakit imamları cumadan sonra dört rekat âhir
zuhur kılmalarını halka ihtiyaten vacip olmak üzere emretmişlerdir. Bu hadiseyi
Hidâye şarihlerinden birçoklarıyla diğerleri nakletmiş ve ele almışlardır.
Zahîriye'de namaz borcundan yüzdeyüz kurtulmak için Buhâra ulemasının bunu
tercih ettikleri bildirilmiştir. Sonra Makdisî Fetih'den naklen, «bir kimse
bulunduğu yerin şehir olduğunda tereddüt eder veya o yerin bir kaç mescidinde
cuma kılınırsa cumadan sonra "vaktine erişip edası müyesser olmayan son farza
niyet ettim" diyerek dört rekat namaz kılmalıdır» demiştir. Muhakkıklardan ibn-i
Cürübaş da bunun benzerini söylemiş sonra şöyle demiştir: «Bunun faydası mevhum
veya muhakkak olan hilâftan çıkmaktır. Şayet, müteaddit yerde kılınan cuma sahih
ise bu kılınan namaz zaruri olmayan bir faydadır.» Bundan sonra yapılmaması
vehmini veren sözleri sıralamış bunları en güzel şekilde defetmiştir. Nehir'de
beyan edildiğine göre Âhir zuhurun mendup olduğunda tereddüt etmemek gerekir.
Bu, «cuma müteaddit mescidlerde kılınabilir» diyen kavle göre hilâftan kurtulmak
içindir. Bâkânî şerhinde, «sahih olan kavil budur» denilmiştir.
Hasılı:
cumadan sonra bu dört rekatın kılınması gerektiği sabit olmuştur. Şimdi bu dört
rekatın vacip mi yoksa mendup mu olduğunu tahkik kılmıştır.
Makdisi
şöyle diyor: «İbn-i Şıhne dedesinden naklen mendup olduğunu söylemiş ve bundan
şöylebahsetmiştir: Âhir zuhuru mücerret tevehhüm edildiği zaman kılmalıdır.
Şayet şek edilir veya cumanın sahih olup olmadığında da şüpheye düşülürse zâhire
göre onu kılmak vacip olur. İbn-i Şıhne Üstadı Kemâl bin Hümâm'dan da bu mânâda
sözler nakletmiştir. Bu namazın sünnet yerini tutup tutmadığı bununla anlaşılır.
Ve şek edilirse sünnet yerini tutmaz; şek edilmezse tutar denilir. Bu tafsilâtı
Timurtaşî'nin «mutlaka lâzımdır» demesi ile Kınye'nin mezkur sözü de te'yit
eder.» Bu makamın tahkiki Makdisî'nin risalesindedir. İmdâda'l - Fetah'da bundan
bir nebze bahsedilmiştir. Bizim bu hususta sözü uzatmamızın sebebi, şarihin
Bahır sahibine uyarak âhir zuhur mutlaka kılınmamalı vehmini veren sözlerini
defetmektir. Evet âhir zuhuru kılmak bir mefsedete müncer olacaksa âşikâr olarak
kılınmaz. Ama sözümüz mefsedet olmadığına göredir. Onun için Makdisî. «Biz bu
namazı bu avam gibi emir etmiyoruz. Belki onu havasa gösteriyoruz. Velev ki
onlara nisbetle olsun!» demiştir. Allah'u âlem.
METİN
Çünkü
öğlenin ona vacip olması vaktin sonundadır. Dikkatli ol!
Üçüncüsü;
öğlenin vaktinde kılınmaktır. Öğle vaktinin çıkmasıyle cuma mutlak surette bâtıl
olur. Velev ki uyku veya kalabalık özrü ile lâhik olsun. Mezhep budur. Çünkü
vakit edanın şartıdır. İftetahın şartı değildir.
İZAH
Öğlenin
vaktinin sonunda vacip olması hususunda Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Bu
ta'lil söz götürür. Çünkü mezhebe göre öğle namazı güneşin zevale ermesiyle
ikindiye kadar devam eden geniş bir zamanı kaplamak üzere vacip olur. Şu kadar
var ki sebep, edanın bitiştiği vakit cüz'üdür.
Bir
kimse öğleyi vaktin sonuna kadar eda etmezse vaktin son cüzü sebep olarak
taayyün eder.»
Ben
derim ki: Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Mecmaa'l-Enhur sahibinin, «En
ihtiyat» demesi âhir zuhura niyet ederken «Vaktine eriştiğim âhir zuhura niyet
ettim» ifadesini kullanması «edası üzerime vacip olan» yahut «zimmetimde sabit
olan âhir zuhura» diye niyetlenmekten daha ihtiyatlıdır. Çünkü cuma namazının
sahih olmadığı anlaşılırsa bu tabir âhir zuhuru ifade etmez. Zira öğlenin
edasının vacip olması yahut zimmetinde sübûtu ancak vaktin sonunda veya vakit
çıktıktan sonra olacaktır. Evet, «Bana vacip olan» derse ahir zuhuru ifade eder:
Çünkü
namazın vacip olması vaktin girmesi iledir. Edasının vacip olması öyle değildir.
Tavzih nâm usul-ü fıkıh kitabında vücup ile vücup eda arasındaki farkın tahkiki
yapılmıştır. Lâkin evla olan bu niyete «Kılamadığım» yahut «eda edemediğim»
sözünü ilâve etmektir. Nitekim Fetih'den nakli yukarıda geçmişti (yani "niyet
ettim Allah rızası için vaktine erişip hâtâ edası müyesser olmayan âhir zuhura"
diye niyetlenmelidir). Çünkü üzerinde kalmış son öğle varsa kıldığı bu cuma
sahih olduğu taktirde âhir zuhur o öğlenin yerine geçer. Bu ziyadeyi yapamazsa
son öğle yerine geçmeyip nâfile namaz olur. Zira eriştiği son öğle, cuma gününün
öğlesidir. Yukarıda gördük ki asıl itibariyle cuma günü vakit bize göre
öğlenindir. Buna imam Züfer muhaliftir. Keza "o kimseden cuma gününün öğlesi
cuma namazı ile sâkıt olmuştur" dersen, perşembe günü yetiştiği öğledensonra bu
öğle en son öğle namazı olur. Binaenaleyh daha önce kazaya kalan öğleye şâmil
olmaz. Meğer ki «kılmadığım» tabirini ziyade etmiş ola! İhtimal şârih «dikkatli
ol» sözü ile buna işaret etmiştir.
T
E T İ M M E : EI'Münyetü's - Sağîr şerhinde şöyle denilmiştir: «Evla olan,
cumadan sonra sünnetini bu niyetle yani "vaktine erişip edası müyesser olmayan
âhir zuhura" diye niyetlenerek kılmaktır. Ondan sonra iki rekat vakit sünneti
kılınır. Şayet cuma namazı sahih olmuşsa sünneti de lâzım geldiği gibi kılınmış
olur. Cuma sahih değilse öğleyi sünnetiyle kılmış olur. Üzerinde kaza namazı
yoksa bu dört rekatta fatihadan sonra sure okumalıdır, Namaz farz yerine bile
geçse sure okumak zarar etmez. Namaz nafile ise zaten her rekatında sure
vaciptir». Demek istiyor ki, üzerinde kaza borcu varsa son rekatlarda sure ilâve
etmez. Çünkü bu dört rekat herhalde farzdır.
Ben
derim ki: Bunun hülâsası şudur: Cuma namazından sonra on rekat namaz kılınır.
Bunun dört rekatı sünnet, dört rekatı âhir zuhur. iki rekatı da vaktin
sünnetidir. Yani farz öğle namazı olmak ihtimaline göre iki rekat vakit sünneti
kılınır ve bu iki rekat son sünnet yerine geçer. Zâhire göre cuma namazı sahih
olursa kılınan âhir zuhura niyet etmek cumanın dört rekat sünneti yerine geçer.
Zira itimat edilen kavle göre sünnetlerde tayin şart değildir. Cuma sahih
değilse farz öğledir. Ve cumadan evvel kılınan dört rekat öğlenin ilk sünneti
yerine geçer. Lâkin araya giren cuma namazı ve hutbe uzun zaman aldığı için dört
rekat daha kılınır. Binaenaleyh evlâ olan on rekat kılmaktır.
«Dikkatli
ol!» bazı nüshalarda bu sözün yerine «Kınye» denilmiştir. Bu da doğrudur. Çünkü
zikredilen söz nassan Kınye'nin ibaresidir.
Cumanın
üçüncü şartı, öğle vaktinde kılınmasıdır. Burada şöyle bir sual varit olabilir:
Vakit sebeptir, şart değildir. Ve diğer namazlarda da mutlaka lâzım mıdır? Cevap
: Vakit vücubunun sebebi, eda edilen namazın sahih olmasının şartıdır. Vaktin
cuma için şart olması, başka namazlara şart olması gibi değildir. Çünkü vaktin
çıkmasıyle cuma namazının ne eda ne de kaza olmak üzere sahih olması mümkün
değildir. Sair namazlar böyle değildir. Sa'diye.
«Öğle
vaktinin çıkmasıyle cuma namazı mutlak surette bâtıl olur.» Yani velev ki
teşehhüt miktarı oturduktan sonra çıksın. Nitekim sabah namazı kılarken güneş
doğarsa hüküm budur. Bunu oniki meselelerde beyan etmiştik.
«Mezhep
budur» sözü, Nevâdir'in ifadesine reddiyedir. Nevâdir'de şöyle denilmiştir:
«İmama uyan kimseyi cemaat sıkıştırır da imam namazdan çıkıncaya kadar rükû ve
secdeye imkân bulamaz; ikindinin vakti de girerse o kimse cumayı kıraatsız
olarak tamamlar.» Bunu Halebî Bahır'dan nakletmiştir.
METİN
Dördüncüsü;
vakit içinde hutbe okumaktır. Vakitten önce hutbe okur da vakit içinde namazı
kılarsa sahih olmaz.
Beşincisi;
hutbenin namazdan önce okunmasıdır. Zira bir şeyin şartı o şeyden öncedir.
Hutbekendileriyle cuma kılınabilecek cemaat huzurunda okunur. Velev ki sağîr
uykuda olsunlar, Hatip yalnız başına hutbe okursa esah kavle göre caiz olmaz.
Nitekim Zahîriye'den naklen Bahır'da böyle denilmiştir. Çünkü zikre koşmak emri,
ancak onu dinlemek için verilmiştir. Emir olunanlar ise cemaattır. Hülâsa sahibi
bir kişinin kâfi geleceğine kesinlikle kail olmuştur. Farz olan hutbe için hutbe
niyetiyle bir tahmid, bir tehlil veya bir tesbih kâfidir. Yalnız mekruhtur.
İmâmeyn. «Mutlaka uzun bir konuşma lâzımdır. Bunun en azı vacip olan teşehhüt
miktarıdır" demişlerdir.
İZAH
Vakit
içinde hutbe okumak tabiri Kenz'in «cumadan önce hutbe okumak» demesinden daha
güzeldir. Çünkü onun sözünde hutbenin vakit içinde okunması şart olduğuna işaret
yoktur.
T
E N B İ H : Bahır'da Mücteba'dan naklen şöyle denilmiştir: «Hatibin cumada
imamlık yapmaya ehil olması şarttır.» Lâkin bu sözden önce buna aykırı konuşmak
ve, «ulemanın tefri ettikleri meselelerden anlaşılıyor ki imamın aynı zamanda
hatip olması şart değildir. Hülâsa'da açıklandığına göre sultanın izniyle bir
çocuk hutbe okuyup bâliğ bir adam da cuma namazını kıldırsa caiz olur» demişti.
Şârih ileride bu kavlin muhtar olduğunu söyleyecektir,
T
E T İ M M E : Musannıf namazın sıfatı bâbında hutbenin arapça olmasının şart
koşulmadığını söylediği için burada bu kayda lüzum görmemiştir. İmam-ı A'zam'a
göre arapçaya kudreti olsa bile hutbeyi arapça okumak şart değildir. İmameyn
buna muhaliftir. Onlara göre arapça okumak şarttır. Meğerki arapça okumaktan
aciz ola. Buradaki hilâf namaza boşlamak hususundaki hilâf gibidir.
«Beşincisi
hutbenin namazdan önce okunmasıdır.» Bu sözden maksat; fazla ara vermemek
şartıyle önce okunmasıdır. Nitekim gelecektir. Bu her cuma kılan değil
tahrimesini cuma için yapan hakkında namazın mün'akit olmasının şartıdır. Onun
için ulema «İmamın abdesti bozulur da hutbeye yetişemeyen birini ileri geçirirse
caizdir. Çünkü o adam tahrimesini, yapılan bu tahrime üzerine binâ etmiştir.
Yerine geçen namazını bozsa kıyasa göre cemaata yeniden cuma kıldırması
gerekmez» demişlerdir. Lâkin ulema cevazı istihsanen kabul etmişlerdir. Zira
halîfe imam ilk imamın yerine geçince hükmen ona katılmıştır. Şayet ilk imam
namaza başlamadan abdestini bozar da hutbede bulunmayan birini yerine geçirirse
caiz olmaz. Bunu kısaca Fethu'l - Kadîr kaydetmiştir.
«Hutbe
kendileriyle cuma kılınabilecek cemaat huzurunda okunur.» Bunlardan murad; akıl
bâliğ erkeklerdir. Velev ki sefer veya hastalık sebebiyle mazur olsunlar. Yahut
sağır veya uykuda bulunsunlar. Bu son kayıtla musannıf cemaatın hutbeyi
işitmelerinin şart olmadığına işaret etmişlerdir. Orada bulunmaları kâfidir.
Hattâ hatipten uzak bir yerde bulunsalar veya uyusalar okunan hutbe kâfidir.
Zâhire bakılırsa hutbenin yakında olanlarca işitilecek kadar âşikâr okunması
şarttır. Elverir ki mâni bulunmasın. Münye şerhi.
«Hatip
yalnız başına hutbe okursa esah kavle göre caiz olmaz.» Hılye sahibi dahi Mirac
ve Mübtega sahiplerinin bunu sahihlediklerini söylemiştir. Bedayi ve Tebyin
sahipleriyle Münye şârihi kesinlikle buna kail olmuşlardır.
Hılye'de
şöyle denilmiştir: «Lâkin bu kavil üç imamımızdan nakledilen iki rivayetin
biridir. Diğerrivayete göre cemaat şart değildir. Hattâ hatip yalnız başına
hutbe okursa caizdir. Şeyhimiz (yani Kemâl) bu rivayete itimat ettiğini
söylemiştir.
«Çünkü
zikre koşmak emri, ancak onu dinlemek için verilmiştir.» Nehir'de de böyle
denilmiştir. Ama buna şöyle itiraz edilebilir: Şart olan, dinlemek değil, orada
bulunmaktır. Nitekim yukarı da geçti. şu halde münasip olan; «çünkü cumaya
gitmekle memur olan cemaattır» demektir.
«Hülâsa
sahibi bir kişinin kâfi geleceğine kesinlikle kail olmuştur.» Nuru'l - izah
sahibi de bu yolu takibetmiş; şerhinde «Bizim bunu tercihimize sebep mantuk
olmasıdır. Mantuk mefhuma tercih edilir» denilmiştir. Yani fukahanın «cemaat
huzurunda okunması şarttır» demelerinden, bir kişinin huzurunda okunmasının
sahih olmadığı anlaşılır. Hülâsa sahibinin, «bir veya iki kişi gelir de hatip
hutbe okuyarak üç kişiye namaz kıldırırsa caiz olur» sözü mantuktur demek
istiyor. Fakat bu söz götürür. Çünkü cemaatın huzurunda okunmasının şart
kılınması da mantuktur. Zira cemaat içtimadan alınmadır. Binaenaleyh birliğe
aykırıdır. Cemaat şart kılınmıştır. Şart; kendisi bulunmazsa hüküm de bulunmayan
şeydir.
«Hutbe
niyetiyle bir tahmid... Kâfidir» cümlesi ile musannıf hutbenin şartlarını beyan
ettikten sonra rüknünü beyana başlıyor. Çünkü «Allah'ın zikrine koşun!» ayetinde
emredilen zikir mutlak olup aza da çoğa da şâmildir. Peygamber (s.a.v.)'den
rivayet olunan hadis bu bâbta beyan olamaz. Zira zikir sözünde mücmellik
(anlaşılmazlık) yoktur. Yalnız bir tahmid veya tesbihle iktifa etmek mekruhtur.
Kuhistanî'nin ifadesinden anlaşıldığına göre buradaki kerahet, kerahet-i
tenzihiyedir.
«Hutbenin
en azı, vacip olan teşehhüt miktarıdır.» inâye'de «bu, Kerhî'ye göre üç ayet
miktarıdır. Ama teşehhüt miktarıdır yani "Et'tehıyyat'tan... abdühü
verasuluhu'ya kadar okuyacak miktarıdır" diyenler de vardır» denilmiştir.
METİN
Hatip
aksırdığı için veya şaşarak hamdederse mezhebe göre hutbe yerini tutmaz. Nitekim
hayvan keserken besmele meselesinde de öyledir, Lâkin kesilen hayvanlar bahsinde
musannıf bu hamdin hutbe yerini tutacağını söylemiştir.
Mezhebe
göre aralarında üç ayet okuyacak kadar oturarak hafif iki hutbe okumak
sünnettir. Bunları uzun surelerden birinden fazla uzatmak mekruhtur. Bu oturuşu
terkeden esah kavle göre isaet etmiş olur. Nasıl ki hutbede üç ayet miktarı
okumayı terketmek de böyledir. İkinci hutbeyi de âşikâr okursa da birinci kadar
değildir. Hatip hutbeye gizlice Eûzü çekerek başlar. Hulefâ-i Râşidîn-'i ve
Rasûlüllah (s.a.v.)'in iki amcasını anmak menduptur. Sultana dua etmek mendup
değildir.
İZAH
«Yahut
şaşarak hamdederse» yerine «yahut şaşarak tesbih ederse» dese daha iyi olurdu.
T.
Aksırdığı
veya şaştığı için hamdetmesi mezhebe göre hutbe yerini tutmaz. Ama İmam-ı
A'zam'dan bir rivayete göre hutbe yerini tutar. H.
Kesilen
hayvanlar bâhsinde musannıf şöyle demiştir: «Bir kimse hayvan keserken aksırır
da elhamdülillah derse esah kavle göre bununla o hayvan helâl olmaz. Hutbe bunun
hilâfınadır.» Gerçekten bu ifadeden aksırık için yapılan hamdin; hutbe namına
kafi geleceği anlaşılmaktadır.
Halebî
diyor ki: «Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Bu söz yukarıda naklettiğimiz
rivayete göredir.» İki hutbenin sünnet olması yukarıda geçen «hutbe şarttır»
sözüne aykırı değildir. Zira sünnet olan cihet iki defa tekrarlanmasıdır. Şart
ise bunlardan biridir.
«Nasıl
ki hutbede üç ayet miktarı okumayı terketmek de böyledir.» Yani hutbede yalnız
bir tesbih veya tehlil ile iktifa etmek mekruhtur. Çünkü bunlar üç ayet miktarı
uzun zikir olmadıkları gibi vacip olan teşehhüt miktarı da değillerdir. Maksat,
"üç ayet okumayı terketmek mekruhtur" demek değildir. Çünkü Mültekâ, Mevâhib
Nuru'l - İzâh ve diğer kitaplarda açıklandığına göre ayet okumak hutbenin
sünnetlerindendir. İmdâd sahibi şöyle diyor: «Muhit'de bildirildiğine göre hatip
hutbede Kur'ân'dan bir sure veya âyet okur. Peygamber (s.a.v.)'in, hutbesinde
Kur'an okuduğuna dair haberler mütevatirdir. O'nun hutbesi bir sûre veya ayetten
hali kalmazdı.» Bundan sonra İmdâd sahibi sözüne şöyle devam etmiştir: «Hatip.
tam bir sûre okuyacağı zaman eûzü besmele çeker. Bir ayet okursa bazılarına göre
yine eûzü besmele çeker; Ekser ulema «Eûzü çeker; besmele çekmez» demişlerdir,
Hutbeden başka yerlerde Kur'an okumak hususundaki ihtilaf da böyledir.» Bu
satırlar kısaltılarak alınmıştır. Bundan anlaşılır ki, bir ayetle iktifa etmek
mekruh değildir.
T
E N B İ H : Hatibin, ayeti okuyacağı zaman eûzü çekmezden önce «Allah şöyle
buyurdu» demesi adet olmuştur. Ondan sonra eûzü çekerek ayeti okur. Bu hareketi
ile eûzünün de okuduğu ayetten olduğunu îham eder. Bazı hatipler ise bundan
çekinerek «kalâllahû tealâ kelâmen etlühü ba'de kavli eûzübillâhi» derler.
Mânâsı: «Allahü Teâlâ bir ayet buyurdu ki onu eûzü çektikten sonra okuyacağım»
demektir. Lâkin, sünnet olan eûzü çekmenin bununla yerine gelmesi söz götürür.
Çünkü hatipten istenen eûzü çekmektir. Onun yaptığı ise eûzü çekmek değil,
lafzını murad ederek onu hikayeden İbarettir.
Bittabiî
bu, eûzü çekmeye aykırıdır. Binaenaleyh evlâ olan «Kalellahü Teâlâ» dememektir.
Üstadlarımızın üstadı Buharî şârihi Allâme İsmâil Cerrahî'nin bu mesele hakkında
bir risalesi vardır fakat o risalede ne dediği şu anda hatırıma gelmiyor. Ona
müracaat et.
Hatip
birinci hutbeye gizli olarak eûzü ile başlar. Sonra Allah'ü Teâlâya Hamdü sena
eder. İki şahadeti getirir ve Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirir. Vaaz eder.
Hatırlatma yapar ve Kur'an okur. Tecnis'de «ikinci hutbe de birinci gibidir. Şu
kadar varki onda vaaz yerine müslümanlara dua eder» deniliyor.
Bahır
sahibi; «Zâhirine bakılırsa ikinci hutbede de birincide olduğu gibi ayet okumak
sünnettir» demiştir.
T
E N B İ H : Bazı hatipler ikinci hutbede Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirirken
yüzlerini sağa sola çevirirler. Ben ulemadan böyle bir şey söyleyen görmedim.
Öyle görünüyor ki bu bir bid'attır. Terki lâzımdır. Tâ ki sünnet olduğu
zannedilmesin. Sonra Nevevî'nin Minhac'ında gördüm; şöyle diyor: «Hutbenin
hiçbir yerinde sağa sola bakılmaz. İbn-i Hacer, şerhinde bunun bid'at olduğunu
söylemiştir.» Bu bizde Bedayi'nin şu sözünden alınır: «Hatibin yüzünü cemaata;
arkasını kıbleyedönmesi sünnettir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bu şekilde hutbe
okurlardı.»
Rasûlüllah
(s.a.v.)'in iki amcasından murad; Hamza ile Abbas radıyellahu anhumâdır.
METİN
Kuhistanî
bunu caiz görmüştür. Ama Sultanı, ondan olmayan vasıfla anması kerahet-i
tahrimiye ile mekruh olur. Hatibin hutbe esnasında konuşması mekruhtur. Meğer ki
iyiliği emir babında konuşmuş olsun. Çünkü bu hutbeden sayılır.
Sünnetlerden
bazıları da hatibin minberin sağındaki maksuresinde oturmasıdır. Siyah giyinmesi
ve minbere çıktıktan namaza gidinceye kadar selâm vermeyi terketmesidir. İmam
Şâfiî «Minber üzerinde doğrulduğu vakit selâm verir» demiştir. Müçtebâ.
İZAH
Kuhistanî'nin
ibaresi şudur: «Sonra zamanın sultanına adalet ve ihsan duasında bulunur. Onu
methederken, ulemanın küfür ve hüsran saydıkları şeylerden sakınır. Nitekim
"Tergib ve diğer kitaplarda da böyledir" denilmiştir.»
Şârih
Kuhistanî caiz görmüştür» sözüyle onun «sonra zamanın sultanına duada bulunur»
ifadesini mendup değil, caiz mânâsına almak lâzım, geleceğine işaret etmiştir.
Çünkü mendup, şer'î bir hükümdür. şer'î hüküm mutlaka bir delil ister. Gerçekten
Bahır'da da; «Bu müstehap değildir. Zira rivayete göre bu mesele Atâ'e sorulmuş
da; "Bu yeni çıkma bir şeydir. Eskiden Hutbe ancak hatırlatmadan ibaretti"
cevabını vermiştir» deniliyor.
Şârihin
buradaki söylediği imamlık bâbında söylediklerine aykırı değildir. Orada
«sultana salah duasında bulunmak vaciptir» demişti. Çünkü sözümüz hassatan
hutbede duanın müstehap olmaması hakkındadır. Hattâ hutbede dahi müstehap
olmasına bir mâni yoktur. Nasıl ki umum müslümanlara dua edilir, Zira Sultanın
salâhı âlemin salâhı demektir.
Bahır'daki
«bu yeni çıkmadır» sözü buna aykırı değildir. Çünkü bu zamanın sultanı kendisine
ve ümerasına salâh ve düşmanlarına zafer duasına daha muhtaçtır. Bazen bid'at
vacip veya mendup olur. Sabit olmuştur ki Ebû Musa El'aş'ari hazretleri Küfe
emiri iken hazret-i Ömer'e, Ebû Bekir (r.a.)'dan önce dua edermiş. bundan
hazret-i Ömer'e şikayet vâki olmuş. şikayetçiyi çağırmışlar Ömer (r. a) ona
sormuş: «Ben ancak senin Ebû Bekir'den önce zikredilmene karşı çıktım» demiş.
Bunun üzerine hazret-i Ömer ağlamış ve ondan afv dilemiş, Eshab-ı kiram o zaman
çokmuş. Onlar bid'ata karşı susmazlar. Meğer ki o bid'ata şeriatın kaideleri
şahit ola.
Eshaptan
hiçbiri duaya karşı çıkmamıştır. Onlar yalnız hazret-i Ömer' in önce
zikredilmesine itiraz etmişlerdir. Bir de minberlerde sultana dua etmek şu
zamanda saltanatın şiarı olmuştur. Onu terkeden hatibin mes'ul tutulacağından
korkulur. Onun içindir ki ulemadan biri şöyle demiştir: «Bunun terkinde
ekseriyetle fitne olduğu için "sultana dua etmek vaciptir" denilse fena olmaz.
Nitekim insanların birbirine ayağa kalkması hakkında bu denilmiştir.»
Zâhire
bakılırsa mutekaddimîn ulemanın bunu menetmeleri onların zamanında sultanın
tavsifinde ölçüsüz davranıldığı içindir. Meselâ sultana, Adil, Ekrem,
Şehinşahu'l-Âzam, Malik-i rikâb-ı ümemgibi tabirler kullanırlardı.
Tatarhaniye'nin riddet bahsinde beyan olunduğuna göre Saffar'a; «Bu caizmidir?»
diye sormuşlar da; «Hayır! Çünkü kelimelerinin bazısı küfür, bazısı yalandır»
cevabını vermiştir. Ebû Mansur da şunları söylemiştir: «Bazı icraatı zulüm olan
padişaha bir kimse "âdil" derse kâfir olur. Şehinşah kelimesi e'zamsız bile
Allah Teâlânın hasâisındandır. Kulları onunla vasıflamak caiz değildir. Malik-i
rikab-ı ümem'e gelince, bu bir yalandır».
Bezzâziye
sahibi «bu sebeptendir ki, Harzem imamları bayram ve cuma günleri mihraptan
uzaklaşırlardı» demiştir. Zamanımızda Osmanlı padişahlarına yapılan «Sultanu'l -
Berreyn ve'l - Bahreyn ve Hadimü'l - Haremeyn eş'Şerefeyn» gibi dualara gelince;
buna bir mani yoktur. Allah'u âlem.
Hatibin
namazdan evvel minberin sağındaki hücresinde oturması sünnetdir. Bahır'da beyan
edildiğine göre orada hücre yoksa o tarafta bir yerde oturur, Hutbeden önce
mihrapta namaz kılması mekruhtur. Hulefâ-i Raşidine ve asırlar boyunca
şehirlerde devam edegelen âdete uyarak siyah elbise giymesi de sünnettir. Bunu
EI'Havi'l - Kudsi'den naklen Bahir sahibi söylemiştir.
Ben
derim ki: Zâhire göre, bu hatibe mahsustur. Yoksa nassan bildirilen, cuma ve
bayramlarda herkesin en güzel elbisesini giymesidir. Mülteka şerhinin libas
faslında beyaz giymenin müstehap olduğu bildirilmekte, «Siyah da böyledir. Çünkü
Abbasoğullarının alâmetidir. Peygamber (s.a.v.) Mekke'ye, başında siyah bir
sarık olduğu halde girmiştir» denilmektedir.
İbn-i
Adiyy'in bir rivayetinde, «Rasûlüllah (s.a.v.)'in siyah bir sarığı vardı. Onu
bayramlarda giyer; ve arkaya doğru sarkıtırdı» deniliyor.
Hatibin,
minbere çıktıktan namaza başlayıncaya kadar selâmı terk etmesi dahi sünnettir.
Gariptir ki Sirâc'da İmam minbere çıkıp cemaata karşı döndüğü vakit onlara selâm
vermesi müstehaptır. Çünkü minbere çıkarken cemaata arkasını dönmüştür»
denilmiştir. Bahır.
Ben
derim ki: Cevhere'de onun ibaresi şöyledir: «Selâm vermesinde bir beis olmadığı
rivayet edilir. Çünkü minbere çıkarken cemaata arkasını dönmüştür.»
METİN
Hutbe
esnasında abdestli bulunmak. avret yerini örtmek, ayakta durmak da sünnettir.
Acaba hutbe iki rekat namaz yerine geçer mi? Esah kavle göre geçmez. Bunu Zeyleî
söylemiştir. Belki sevap hususunda namazın yansı gibidir.
Hatip
cünüp olarak hutbe okusa da sonra yıkanıp namazı kıldırsa caiz olur. Eğer
aralarını ecnebi bir fiil ile ayırırsa bakılır; eğer evine dönerek yemek yer
veya cimâ ederek yıkanır da böylece ayırma işi uzarsa hutbeye yeniden başlar.
Hülâsa.
Yani
hutbe bâtıl olduğu için yeniden okuması lâzımdır. Sirâc. Lâkin ileride
görüleceği vecihle imam ya hatibin aynı kimse olması şart değildir.
Altıncısı;
cemaattır. Cemaatın en azı, imamdan başka üç erkek bulunmaktır. Velev ki hutbede
bulunan üç kişiden başkaları olsun. Bu nasla sabittir. Çünkü «AIIah'ın zikrine
şıtab edin!» nassı ile, bir zikir eden -ki hatiptir- üç de ondan başkası mutlaka
lâzımdır. Bu üç kişi imam secde etmedennamazdan ayrılırlarsa namaz bâtıl olur.
İmameyn
«Tahrimeden önce ayrılırlarsa» demişlerdir. Üç erkek kalırsa yahut cemaat, imam
secde ettikten sonra giderler de tekrar dönerek imama rükûda iken yetişirler;
veya hutbeden sonra giderler de imam namazı diğerlerine kıldırırsa namaz bâtıl
olmaz. İmam o namazı cuma olarak tamamlar.
İZAH
Bu
üç şeyi (yani abdestli olmayı, avret yerini örtmeyi ve ayakta durmayı) Münye
şârihi Halebî, vaciplerden saymıştır. Bununla beraber yine kendisi Mültekâ
metninde abdestli olmanın ve ayakta durmanın sünnet olduğunu söylemiştir.
Nitekim birçok muteber kitaplarda da böyle denilmiştir. Avret yerini örtmenin
sünnet olduğunu Nuru'l - İzah ve Müvâhib sahipleri de söylemişlerdir. Mecma' ve
diğer kitaplarda ise bu üç şeyi terketmenin mekruh olduğu açıklanmıştır.
Sahih
kavle göre kimsenin görmediği tenha bir yerde namaz haricinde bile avret yerini
örtmek farz olduğu halde burada sünnet olmasının mânâsı herhalde rüzgâr ve saire
ile açıldığı takdirde örtülü sayılarak namazı yeniden kılmanın lâzım gelmemesi
olsa gerektir. Mescide girmek için cünüplükten temizlenmek de öyledir. O
kimsenin hutbe okuması caizdir. Velev ki bunu kasten yaptığı takdirde günahkâr
olsun. Bu söylediklerimize Bedayi'in şu ifadesi delildir: «Abdestli bulunmak
bize göre sünnettir; şart değildir. Hattâ imam cünüp veya abdestsiz olarak hutbe
okusa bu, cumanın cevazına şart olmak üzere muteber sayılır.» Yani cuma sahih
olmak için muteber bir şart sayılır. Velev ki özürsüz olursa bir haramı irtikâb
etmiş olsun.
Feyzu'l
- Kadîr'de şöyle denilmiştir: «İmam abdestsiz veya cünüp olarak hutbe okusa
caiz; fakat, hatibin mescidde ikameti gibi günah olur.» .Böylelikle anlaşılır
ki, sünnet oluşun mânâsı, şartın mukabilidir. Şu cihetten ki, abdestsiz hutbe
okumak sahihtir. Velev ki söylediğimiz gibi hadd-i zatında abdest farz olsun.
Bunun benzeri, terkinden dolayı kurban icabettiği için abdesti, tavafın
vaciplerinden saymasıdır. Halbuki abdest bütün hac yerlerinde vaciptir. Lâkin
terkinden dolayı yalnız tavafta kurban lâzım gelir. Benim anladığım budur.
Münye
şerhinde şöyle deniliyor: «Yüzdeyüz malumdur ki Peygamber (s.a.v.) örtünmeden,
abdest almadan hiçbir zaman hutbe okumamıştır denilirse biz de deriz ki; evet,
ama bunu âdeti, nezaketi ve terbiyesi icabı yapardı. Bunu hassaten hutbe için
yaptığına bir delil yoktur.» Esah kavle göre hutbe iki rekat namaz yerine
geçmez. Onun için istikbal-i kıble, temizlik ve sair namaz şartları hutbe için
şart kılınmamışlardır.
«Belki
hutbe, sevabı hususunda namazın yarsı gibidir.» Bu söz, «hutbe namazın yarısı
gibidir» hadisinin te'vilidir. Zira hadse göre hutbe öğlen iki rekat namaz
yerini tutmalı idi. Nasıl ki cuma namazı onun iki rekatının yerini tutar. Bu
takdirde namazın şartları hutbe için de şart olmalı idi. Nitekim imam Şâfiî'nin
kavli budur. Hatip hutbeyi cünüp olarak okusa da sonra yıkanıp namazı kıldırsa
caiz olur. Yıkanmak fâsıla sayılmaz. Çünkü namaz amellerindendir. Lâkin evlâ
olan hutbeyi yeniden okumaktır. Nitekim hutbeden sonra nâfile kılsa yahut cuma
fasit olsa hutbeyi tekrarlar. Bahır'da böyle denilmiştir. Zâhire bakılırsa araya
giren fasılanın uzunluğu. başına gelenin kanaatına göredir. T.
«Lâkin
imam ve hatibin aynı kimse olması şart değildir.» Bu cümle, hutbeyi
tekrarlamanın lüzumuna istidraktır. Yani bazen tekrar lâzım gelmeyebilir. Meselâ
hatip evine dönmeden, başka birini yerine geçiriverir (bu takdirde tekrar lâzım
değildir).
«Cuma
kılmak için cemaatın en azı, imamdan başka üç erkek bulunmaktadır.» Bu söz
mutlaktır; ve cumada imam olmak için kölelere, yolculara, hastalara, okumak
bilmeyenlere ve dilsizlere şâmildir. Bu saydıklarımız ya herkese imam
olabilirler yahut okumak bilmeyenle dilsiz yalnız kendi gibilere imam
olabilirler. Ama kendilerinden üstün olanlara uyabilirler. Musannıf "erkek"
kaydıyle kadın ve çocuklardan ihtiraz etmiştir. Çünkü yalnız onlarla cuma kılmak
sahih değildir. Onlar.hiçbir vecihle cumada imam olmaya salâhiyettar
değillerdir. Bunu Muhit'den naklen Bahır sahibi söylemiştir,
«Velev
ki hutbede bulunan üç kişiden başkaları olsun.» Bu, hutbede üç kişinin
bulunmasını şart koşan rivayete göredir. Hiç şart koşmayan yahut bir kişinin
bulunmasını kâfi gören rivayete göre ise mesele açıktır. İmamdan başka üç
kişinin bulunması İmam-ı A'zam'a göre şarttır. Şarihler onun delilini tercih
etmiş; Mahbubî ile Nesefî onu seçmişlerdir. şeyh Kâsım'ın tashihinde böyle
denilmiştir.
«Bu
üç kişi imam secde etmeden namazdan ayrılırlarsa namaz bâtıl olur.» Yani imamla
birlikte namaza başladıktan sonra ayrılırlarsa cuma bâtıl olur. Nehir.
Bu
tefri'den maksad; bu şaftın yani cemaatın namaz sonuna kadar devam etmesi lâzım
gelmediğini anlatmaktır. İmam Züfer buna muhaliftir. Çünkü cemaat in'ikadın
şartıdır. Hutbe gibi devamın şartı değildir. Yani imameyne göre tahrimenin
mün'akit olması için, İmam-ı A'zam'a göre ise edanın mün'akit olması için
şarttır. Eda ancak bütün erkânla yani kıyam, kıraat, rüku ve sücud bulunmakla
tahakkuk eder. Cemaat tahrimeden sonra ve secdeden evvel dağılırlarsa cuma fasit
olur. İmam-ı A'zam'a göre yeni baştan öğleyi kılar. imameyne göre ise cumayı
tamamlar. Meselenin tamamı Bahır ve diğer kitaplardadır.
«Üç
erkek kalırsa» ifadesinden anlaşılıyor ki, üç kadın veya üç çocuk kalmış olsa
onlarla birlikte bir veya iki erkek bulunsa bile nazar-ı itibara alınmaz (namaz
fâsit olur). Musannıf «üç erkekden biri giderse» dese daha iyi olurdu. Bunu
Bahır sahibi söylemiştir. En iyisi ve en kısası sadece «Kalırsa» demektir. Tâ ki
zamir «namazdan ayrılırlarsa« cümlesindeki zamirin raci olduğu üç erkeğe raci
olsun.
«İmam
o namazı cuma olarak tamamlar.» Yani cemaat dönmezler, başkaları da gelmezse
imam yalnız başına tamamlar.
METİN
Yedincisi;
hükümdardan izn-i âmmdır, İzn-i Âmm (umumi izin), gelenlere camiin kapılarını
açmakla hasıl olur. Kafi. Binaenaleyh düşman korkusu ile veya eski bir adet
sebebiyle kale kapılarını kapamak zarar etmez. Çünkü kalede oturanlar için umumi
izin kararlaşmıştır. Kaleyi kapamaknamaz kılanı değil, düşmanı menetmek içindir.
Evet, kapanmasa daha iyi olur. Nitekim Mecmaa'l Enhur'da Uyuni'l - Mezâhib'e
nisbet edilerek bildirilmiş ve «bu Bahır ile Müneh'tekinden daha iyidir»
denilmiştir.
Bir
kumandan kaleye veya kalenin kasrına girer de kapısını kapayarak
maiyetindekilerle cuma kılarsa cuma mün'akit olmaz. Ama açarda cemaatın
girmesine izin verirse caiz fakat mekruh olur. İmdi imam din ve dünyasında
ammeye muhtaçtır. İhtiyaçtan münezzeh olan Allah'ü Zülcelal'i tenzih ederim.
İZAH
İzn-i
Âmm, cuma kılması sahih olan kimselerden hiçbirini menetmemek şartıyle namaz
kılınan yere herkesin girmesine umumi olarak izin vermektir. izn-i Âmm; "şöhret
bulmaktır" diye tefsir edenlerin muradı da budur. Bercendî'de dahi böyledir.
İsmail. İzn-i âmmın şart kılınması şundandır: Allah-ü Teâlâ cuma namazı için
ezanı «Allah'ın zikrine şitab edin!» buyurarak meşru kılmıştır. Ezan, iştihar
(yani bilinmek) içindir. Keza o güne cuma isminin verilmesi cemaatlar bir araya
geldiği içindir. Bu ise ismin hakikî mânâsını göstermek için bütün cemaatların
girmesine izin vermeyi iktiza eder. Bedâyi.
Bilmiş
ol ki, bu şart zahir riayette bildirilmemiştir, Onun için Hidâye" de ondan
bahsedilmemiştir. O sadece Nevadir'de zikredilmiştir. Kenz, Vikâye, Nikâye.
Mültekâ ve diğer birçok muteber kitaplarda hep bu yoldan yürünmüştür. ,
«Hükümdardan
izn-i âmm» diye kaydetmesi, ondan sonra gelen misale bakaraktır. Yoksa murad,
orada oturanların izin vermesidir. Çünkü Bercendî'de «bir cemaat camiin kapısını
kapayarak içinde cuma kılsalar caiz olmaz» denilmiştir. İsmail.
Şârihin
«izn-i âmm, gelenlere camiin kapılarını açmakla hasıl olur» sözü, izn-i âmmın
husulü için sarahaten izin vermenin şart olmadığına işarettir. T.
«Gelenler»
den murad; mükelleflerdir. Binaenaleyh fitne korkusu ile kadınları menetmek ve
benzerleri zarar etmez. T.
«Çünkü
kalede oturanlar için umumi izin kararlaşmıştır.» En iyisi çünkü şehirde
oturanlar için» demektir. Zira yalnız kalede oturanlara izin vermek kâfi
değildir. Belki şart Bedai'den naklen yukarıda geçtiği gibi bütün cemaatlara
izin vermektir.
«Evet,
kapanmasa daha iyi olur.» Çünkü kapamamak şüpheden daha uzak kalmaktır. Zâhire
göre izin, namaz vakti şarttır. Daha önce şart değildir. Zira ezan yukarıda
geçtiği gibi bildirmek içindir. Halbuki kalede yaşayanlar onun kapısını ya ezan
okunurken yahut biraz önce kaparlar. Ezanı işitip de oraya gitmek isteyen olursa
içeriye giremez. Şu halde namaz vaktinde menetme tahakkuk. etmiştir. Onun için
şeyh İsmail sahih olmamasını daha zâhir görmüştür. Bilahare Nehecü'n Necat'tan
Allaâme Abdi'l Ber ibn-i Şıhne'nin risalesine atfen bu sözün mislini gördüm.
Allah'u âlem.
Bahır
ile Mineh'deki beyanat, kitabımızın metnindeki «bir kumandan kaleye veya kalenin
kasrına girerse ilh...» meselesidir.Yani «kapanmasa daha iyi olur» demek
kesinlikle «mun'akit olmazdemekten daha iyidir. Zeyleî, Dürer ve diğer bazı
kitaplarda burada olduğu gibi« veya kalenin kasrına girerse...» denilmiştir.
Vân'ı ise Dürer hâşiyesinde şuhu söylemiştir: «Sözün gelişine münasip olan,
"kasrına" değil "mısrına (şehirine)" demektir.»
Ben
derim ki: Bu sözün siyaktan uzaklığı kimseye gizli değildir. Kâfi' de bunun
yerine «Hane» tabiri kullanılmıştır. İbaresi şudur: «İzn-i âmm, caminin kapıları
açılıp halka izin vermektir. Hattâ bir cemaat cami içinde toplanıp kapıları
kapar ve cuma kılarlarsa caiz olmaz. Sultan da maiyetindekilerle kendi hanesinde
cuma kılmak isterse hüküm yine budur. Kapısını açar da halka umumi olarak izin
verirse namazı caiz olur. Amme gelsin gelmesin farketmez. Hanesinin kapılarını
açmaz da bilâkis kapayarak gelenleri içeri girmekten menedecek kapıcılar tutarsa
cuması caiz değildir. Çünkü cuma için sultanın şart koşulması halka cumayı
kaçırtmamak içindir. Bu ise ancak izn-i âmm ile olur.»
Ben
derim ki: Münakaşa konusunun cuma yalnız bir yerde kılındığı zaman ortaya
çıkması gerekir. Birçok yerlerde kılınırsa böyle bir şey olmamalıdır. Çünkü
ta'lilin de ifade ettiği gibi bu taktirde cumayı kaçırtmak yoktur.
«Bir
kumandan kaleye gider de kapısını kapayarak maiyetindekilerle cuma kılarsa cuma
Mun'akit olmaz» ifadesi, halkı oraya girmekten menettiği surete hamlolunur.
Binaenaleyh düşman korkusu ile veya adete binaen kapaması zarar etmez. Nitekim
yukarıda geçmişti. T.
Ben
derim ki: Bunu Kâfî'nin «kapıcılar tutarsa ilh...» sözü de te'yit etmektedir.
«Ama
açar da cemaatın girmesine izin verirse caiz fakat mekruh olur.» Bu ifade
cemaatın bilmelerinin şart olduğunu gösteriyor. Minahü'l - Gaffar nâm kitapta
şöyle deniliyor: «Keza sarayında maiyetindekilere cuma namazı kıldırır da
kapısını kapamaz, kimseyi menetmez; ancak bunu halk bilmezlerse cuma sahih
olmaz.» İzin verdiği takdirde caiz fakat mekruh olması, büyük camiin hakkını
vermediğindendir. Zeyleî ve Dürer.
METİN
Cuma
namazının farz olması için ona mahsus olmak üzere dokuz şey şart kılınmıştır.
Birincisi;
şehirde oturmaktır. Şehirden ayrı yerde oturursa imam Muhammed'e göre ezanı
işittiği takdirde üzerine cuma farz olur. Bununla fetva verilir. Multekâ'da dahi
böyle denilmiştir. Bunun bir fersahla takdir edileceğini evvelce Valvalciye'den
nakletmiştik. Bahır'da ise evine zahmetsizce dönebilmenin itibar edileceği
tercih olunmuştur.
İkincisi;
sıhhattır. Hastabakıcı ile şeyh-i fâni (fazla ihtiyar) de hasta hükmünde
tutulmuşlardır.
Üçüncüsü;
hürriyettir. Esah kavle göre mükâteb ile bir kısmı köle olana ve ücretle
çalışana cuma farzdır. Cami uzak ise hesap edilerek ücretinden düşülür. Uzak
değilse düşülmez. Köleye sahibi izin verirse cuma farz olur. Bazıları muhayyer
kalacağını söylemişlerdir. Cevhere. Bahır sahibi muhayyerliği tercih etmiştir.
İZAH
Şârihin,
dokuz şeyi cumaya mahsus diye tavsif etmesi, metinde bunlar onbir gösterildiği
içindir. Lâkin bu onbirden akıl ile bülûğ cumaya mahsus değildir. Nitekim şârih
buna tenbihte bulunmuştur. H.
Şehirde
oturmak kaydıyle yolcu ve şehirde oturmayan hariç kalmıştır. Yalnız «ezanı
işittiği taktirde» diyerek istisna ettikleri hükümde dahildir. H. Ezanı
işitmekten murad; minarelerde en yüksek sesle okunanı duymaktır. Nitekim
Kuhistanî'de beyan olunmuştur. Valvalciye'nin sözüne şöyle itiraz edilebilir:
Onun sözü, içinde cuma namazını kılmak sahih olan cami sahası hakkında idi.
Burada ise cuma kılmak için şehre gelmek icabeden yerin tahdidi hakkındadır.
Evet, Tatarhaniye'de Zâhire'den naklen bildirildiğine göre bir kimsenin
bulunduğu yerle şehir arasında bir fersah mesafe varsa cumaya gitmesi lâzım
gelir. Fetva için muhtar olan kavil budur.
«Bahır'da
evine zahmetsizce dönebilmenin itibar edileceği tercih olunmuştur.» Bedayi
sahibinin beğendiği kavil de budur. Mevahibü'r - Rahman sahibi ise imam Ebû
Yusuf'un kavlini sahih bulmuştur. Ebû Yusuf'a göre ikamet hududu içinde
bulunanlara cuma farzdır. Bundan maksat o yerdir ki bir kimse oradan ayrılınca
misafir, yine o yere gelince mukim olur. Burhan nâmındaki şerhinde bunun
ta'lilini yaparak «Cumanın farz olması şehirlilere mahsustur. Bu hududun dışında
olanlar şehir halkı sayılmazlar» demiştir.
Ben
derim ki: Metinlerin zâhiri de. bunu göstermektedir. Mirâc'da «Söylenenlerin en
sahihi budur» denilmiş; Hâniye'de şu satırlar vardır: «şehir kenarlarından bir
yerde oturan kimse ile şehirin binaları arasında ekinlik gibi bir aralık
bulunursa ona cuma farz değildir. Velev ki ezanı duysun. Uzaklığı bir ok atımı
veya bir mil ile takdir etmek bir şey ifade etmez. Bunu ebû Cafer imameyn'den
böylece rivayet etmiştir. Hulvani de bunu ihtiyar etmiştir. Tatarhaniye'de de
şöyle denilmiştir: Sonra imamlarımızdan nakledilen zâhir rivayete göre cuma
ancak şehirde yahut şehre bitişik bir yerde oturana farzdır. Şehre yakın bile
olsa köyde oturanlara cuma farz değildir. Bu bâbta söylenenlerin en doğrusu
budur.» Tecnis'de bu kavil kesin olarak kabul edilmiştir.
İmdâd'da
şöyle denilmiştir: «TENBİH; Hadis ve eserin nassı ile, üç imamızdan nakledilen
rivayetlerle ve ehli tercihin muhakkıklarının ihtiyariyle gördün ki, ezanın
işitilmesine, ok atımına ve millere itibar yoktur. Binaenaleyh başkasının
muhalefetinden sana bir şey lâzım gelmez. Velev ki sahihtir desin.»
Ben
derim ki: Hâniye ile Tatarhaniye'nin sözlerini «şehrin sahasında değilse» diye
kayıtlamak gerekir. Zira evvelce görüldüğü vecihle saha şehirden ekinliklerle
ayrılmış bile olsa orada cuma kılmak sahihtir. Sahada -şehire mülhaktır diye-
cuma sahih olunca orada oturanlara da cuma farz olur. Çünkü onlar şehirlidir.
Nitekim Burhan'ın ta'lilinden de bu anlaşılır.
Muvaffakiyet
Allah'tandır.
Cumanın
vacip olmasının şartlarından ikincisi sıhhattır. Nehir sahibi şöyle diyor:
«Binaenaleyh mizacı bozuk fakat tedavisi daha mümkün görülen hastaya cuma farz
değildir. Bununla kötürüm ve âmâ hariç kalmıştır. Onun için musannıf onları
hasta üzerine atfetmiştir. Şu halde Bahır sahibinin tevehhüm ettiği gibi onun
sözünde tekrar yoktur.» Hasta kendisini vasıtaya bindirecek birinibulursa;
Kınye'de «yedekçi bulan âmâ gibi ihtilâflıdır» denilmişti; bazıları, kötürüm
gibi ona da bilittifak cumanın farz olmayacağını söylemişlerdir. "Yürümeğe kâdir
olan gibidir" diyenler de olmuştur. Onların kavline göre kendisine cuma farz
olur. Fakat Surûcî bunu tenkit etmiş «cumanın farz olmadığını sahih kabul etmek
gerekir. Çünkü hastanın vasıtaya binmesiyle ve cumaya gelmesiyle hastalığı
artar» demiştir.
Ben
derim ki: Hasta hakkında mesele böyle olursa farz olmamasının sahih kabul
edilmesi icabeder. Hılye. Hastabakıcının hasta hükmünde olması cumaya gittiği
taktirde hasta perişan olduğuna göredir. Esah kavil budur. Bunu Hılye ve Cevhere
sahipleri söylemişlerdir.
«Esah
kavle göre mükâtebe ile bir kısmı köle olana cuma farzdır» Bunu Sırâc sahibi
söylemiştir. Fakat Bahır'da, «bunun söz götürdüğü meydandadır» denilmiştir. Yani
bunlarda kölelik vardır denilmek istenmiştir. Bir kısmı köle olandan maksat; bir
kısmı âzad olup. kalan kısmını ödemek için çalışan köledir. Nitekim Hâniye'de
beyan edilmiştir. Şârih «Ücretle çalışana da cuma farzdır» dediğine göre iş
sahibi onu cumadan menedemez. Bu husustaki iki kavilden biri budur. Metinlerin
zahiri de buna şahittir. Nitekim Bahır'da beyan olunmuştur. Cami uzak ise hesap
edilerek ücretinden düşülür. Yani, gidip gelinceye kadar, günün dörtte biri
geçerse ücretinin dörtte biri kesilir. Tatarhaniye'de bildirildiğine göre
ücretli, namazla meşgul olduğu vaktinin bu dörtte birden çıkarılmasını
isteyemez.
«Köleye
sahibi namaz için izin verirse cuma kendisine farz olur.» Bu köleden murad;
ticarete me'zun olan köle değildir. Ona bilittifak cuma tarz değildir. Nitekim
Bahır'ın ibaresinden anlaşılmaktadır. H.
«Bahır
sahibi muhayyerliği tercih etmiştir.» Buna sebep Zahîriye'de muhayyerliğin
kesinlikle kabul edilmesi ve bunun kaidelere daha uygun olmasıdır.
METİN
Dördüncüsü,
tahakkuk etmek şartıyle erkeklik, bülûğ ve akıldır. Bülûğ ile aklı, Zeyleî ve
diğer ulema zikretmişlerse de bunlar cumaya mahsus değillerdir.
Beşincisi;
gözün bulunmasıdır. Binaenaleyh tek gözlü kimseye de cuma farzdır.
Altıncısı;
yürümeye kudreti olmaktır. Bahır'da kesinlikle ifade edildiği. ne göre cuma
vacip olmak için bir ayağın sağlam olması kafidir. Lâkın Şu. munnî ve başkaları
«bir ayağı felçli veya kesilmiş olan kimseye cuma farz değildir» demişlerdir.
Yedincisi;
hapis edilmiş olmamak;
Sekizincisi;
korku bulunmamak;
Dokuzuncusu;
şiddetli yağmur, çamur, kar ve benzerleri bulunmamaktır.Bu şartlar yahut
bunların bazıları kendinde bulunmayan kimse azimeti tercih eder de mükellef yani
akıl bâliğ olarak cumayı kılarsa vaktinin farzı yerine geçer. Tâ ki mevzuuna
nakzile avdet etmesin (kaide kendi kendini bozmasın). Bahır'da «Cumayı kılmak
efdaldir. Bundan yalnız kadın müstesnâdır» denilmiştir.
Başka
namazlarda imamlığı caiz olan kimse cuma namazında da imam olabilir. Şu halde
yolcu, köleve.hasta cuma kıldırabilirler. Bunların bulunmasıyle ise cuma namazı
evleviyetle mün'akit olur.
İZAH
«Tahakkuk
etmek şartıyle» kaydır» Nehir sahibi inceleme yaparak ilâve etmiş çünkü hunsây-ı
müşkili tariften çıkarmak istemiştir. Bunu şeyh İsmail, Bercendî'den
nakletmiştir. Bazıları, «Hunsay-ı Müşkile daha meşakkatli olan şekille muamele
etmek cumanın ona farz olmasını iktiza eder» demişlerdir.
Ben
derim ki: Bu söz götürür. Bilâkis erkeklerin toplandığı yerlere çıkmamasını
iktiza eder. Onun için de kadına cuma, farz değildir.
Bülûğ
ile akıl cumaya mahsus şartlar değildir. Bunlar islâm gibi bütün ibadetlerle
mükellef olmanın şartlarıdır. Kaldı ki delilik sıhhat kaydıyle tariften hariç
kalmaktadır. Çünkü delilik hastalıktır. Hattâ şâir «Ruh hastalıklarının en ağırı
deliliktir» demiştir.
Tek
gözü bulunan kimseye cuma farz olduğu gibi görmesi zaif olana da farz olduğu
anlaşılıyor. Tamamıyle âmâ olana ise cuma farz değildir. Velev ki gönüllü bir
yedekçi bulsun yahut ücretle tutsun. İmameyne göre ise bu şekilde cumaya kâdir
olursa cuma kılması farz olur. Âmâ camide iken cuma olursa kılmanın farz olup
olmayacağı hususunda Bahır sahibi çekimser kalmıştır. Ulemadan biri buna şöyle
cevap vermiştir: «Abdestli bulunursa zâhire göre cuma kılması farzdır. Çünkü
burada illet güçlüktür. O da yoktur.»
Ben
derim ki: Bence sokaklarda gezen ve yedecek kimsesi olmadığı halde zahmetsizce
yolları tanıyan, kimseye sormadan istediği mescidi bulan bazı âmâlara cumanın
farz olduğu anlaşılır. Çünkü bu takdirde âmâ kendi kendine camiye gidebilen
hasta gibidir. Hattâ hastaya çok defa bundan da çok meşekkat ârız olur.
Yürümeye
kudreti olmak şart kılındığına göre kötürümün götürecek kimsesi bulunsa bile
kendisine bilittifak cuma namazı farz değildir. Hâniye. Zira o asla yürümeğe
kâdir değildir. Binaenaleyh Âmâ hakkındaki hilâf onun hakkında cari değildir.
Nitekim Kuhistânî buna tenbihte bulunmuştur.
Bahır
sahibi bir ayağın sağlam olmasının cuma için kâfi geleceğini kesin bir ifade ile
beyan etmiş; Şumunnî ise «bir ayağı felçli veya kesilmiş olan kimseye cuma farz
değildir» demiştir. Ebû's Suûd, Bahır'da bahsedileni, yürümeğe mâni olmayan
topallığa; buradakini mâni olan topallığa hamletmek suretiyle iki kavlin
aralarını bulmuştur.
Hapis
edilmiş olmamak da cumanın şartlarındandır. Bunu «fakir borçlu gibi mazlum ise»
diye kayıtlamak icabeder. Halen eda edebilecek kadar zengin ise cuma farz olur.
Korku
bulunmamaktan maksat; sultan veya hırsız korkusudur. Müneh. İmdâd'da «Müflis
hapis edileceğinden korkarsa kendisine korkan hükmü verilir. Nitekim korku
sebebiyle teyemmüm etmesi caizdir.» denilmiştir.
Cumanın
farz olması için dokuzuncu şart; şiddetli yağmur, şiddetli çamur ve kar,
şiddetti soğuk bulunmamaktır. Nitekim imamlık bâbında bunlardan söz etmiştik.
«Azimeti
tercih ederse» cümlesinden murad; "cuma namazını kılarsa" demektir. Çünkü o
kimseye cumayı bırakıp öğleyi kılmak için ruhsat verilmiştir. Şu halde onun
hakkında öğle namazını kılmak ruhsat. cuma namazı azimettir. Nasıl ki yolcunun
oruç tutmaması da öyledir. Yani orucu terketmesi ruhsat, tutması azimettir. Zira
daha güçtür.
«Akıl
bâliğ» tabirleri mükellefin tefsir ve izahıdır. Bu kayıtlarla çocuk ve deli
hariç kalırlar. Çünkü çocuğun kıldığı cuma nafiledir. Delinin esasen namazı
yoktur. Bunu Bedayi'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Tâ
ki mevzuuna nakzile avdet etmesin.» Yani "bu namaz farz yerine geçmiştir"
demeyip öğleyi kılması lâzımdır dersek mevzuuna nakzile avdet eder. Şöyle ki: O
kimse hakkında öğle namazı ruhsattır. Azimeti yaparak meşekkate tahammül ederse
sahih olur. Ondan sonra kendisine bir de öğleyi kılmak lâzımdır dersek ona bir
meşekkat yüklemiş oluruz. Ve onun hakkındaki mevzuu - yani kolaylığı - bozmuş
oluruz. H.
Ben
derim ki: Şu halde mevzudan murad; burada üzerine cumanın sükûtu bina edilen
temeldir ki oda özrün gerektirdiği kolaylık ve terhistir.
«Bahır'da
cumayı kılmak efdaldir; yalnız kadın müstesnadır.» denilmiştir. Bahır sahibi
bunu fukahanın «Bu gibiler hakkında öğleyi kılmak ruhsattır.» sözünden almıştır.
Bu söz cumanın azimet olduğunu gösterir; Cumayı kılmak efdaldir. Bundan yalnız
kadın müstesnadır. Zira onun namazını evinde kılması daha fazîletlidir. Nehir
sahibi de bunu kabul etmiştir. Ta'lilin muktezası şudur ki, kadının evi mescidin
duvarına bitişik olur da imama uymaya bir mâni bulunmazsa yine evinde kılması
efdal olur. Başka namazlarda imamlığı caiz olmaktan murad; erkeklere imam
olmaktır. Çocuk bundan hariçtir. Çünkü ehliyeti yoktur. Kadın da hariçtir. Çünkü
erkeklere imam olamaz.
«Bunların
bulunmasiyle ise cuma namazı evleviyetle mün'akit olur.» Musannıf bu sözle
imam-ı Şâfiî Rahimehullah'ın hilâfına işaret etmiştir. Şâfiî bunların
imamlıklarının sahih olduğuna fakat cuma mün'akit olmak için hesaba
katılmayacaklarına kaildir. Zira bunlar imam olmaya yarayınca imama uymaya
evleviyetle yararlar. İnâye.
METİN
Cuma
günü şehirde özrü olmayan kimsenin öğle namazını cumadan önce kılması haramdır.
Cumadan sonra kılması ise mekruh değildir. Gaye. Haram olması, cumayı kaçırmaya
sebebiyet verdiğindendir. Cumayı kaçırmak haramdır.
İZAH
Burada
Kudurî ve Kenz sahibi «mekruhtur» tabirini kullanmışlardır. Musannıfın bunu
bırakıp «haramdır» demesi Kemâl bin Hümâm "haramdır" dediği içindir. İbaresi
şudur: «Murad mutlaka haramdır demektir. Çünkü bu ittifakla kat'î bir farzı
terketmektir. Öyle bir farzı ki öğleden de kuvvetlidir. Şu kadar varki terki
emir edilmekle beraber öğle namazı yine de sahih olur.»
Bahır
sahibi buna şöyle cevap vermiştir: «Haram olan, cumayı kaçırtan sa'yi terk
etmektir. Ondan önceki öğle namazı cumayı kaçırtmamıştır ki, haram olsun. Zira
bu namazdan sonra cuma için sa'yi(cumaya gitmesi) farzdır. Nitekim fukaha bunu
açıklamışlardır. Ancak cumadan önce öğle namazı kılmak mekruhtur. Çünkü ona
güvenilerek bazan cumanın kaçırılmasına sebep olabilir. Fukaha yalnız öğle
namazı kılmanın mekruh olduğuna hükmetmişlerdir. Cumayı terk etmenin mekruh
olduğuna hüküm vermemişlerdir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır. Nehir
sahibi bu cevabı beğenmiştir.
Özrü
olan kimse için ise imam cumayı kıldırıncaya kadar öğleyi geciktirmek müstehap
olur. Nitekim gelecektir. «Cumadan sonra kılması ise mekruh değildir.» Bilâkis
farzdır. Çünkü cumayı kaçırmıştır.
Bahır
sahibi diyor ki: «Namazın kendisi mekruh değildir. Cumayı kaçırmak haramdır. Bu
da bizim söylediğimizi te'yit eder.» Yani kerahet namazın kendinden değil.
hariçten gelmektedir ki. o da cuma namazını kaçırmaya sebep olmasıdır. Buna
delil; cumayı kaçırdıktan sonra öğleyi kılmış olsa mekruh sayılmaması bilâkis
vacip olmasıdır. Şöyle denilebilir: Gâye'nin maksadı, cumanın sahih olup
olmadığında şüphe edildiği zaman kerahet bulunmamaktır. Şu halde murad; öğleyi,
cuma namazını kıldıktan sonra kılmasıdır. Cumayı kaçırdıktan sonra kılması
değildir.
Şehir
hükmünde olmayan bir köyde ise öğleyi cumadan önce kılmak mekruh değildir. Çünkü
orada cuma kılmak sahih değildir, «Haram olması cumayı kaçırmaya sebebiyet
verdiğindendir.» Bunun söz götürdüğünü Bahır sahibinin incelemesinden
anlamışsındır. H.
METİN
Öğle
namazını cumadan önce kılar da sonra pişman olarak cumaya koşarsa; meselâ evinin
kapısından ayrılır; imam da namazda bulunursa cumaya yetişsin yetişmesin o
kimsenin öğle namazı bâtıl olur. Mezhebe göre özürlü ile özürsüz arasında fark
yoktur. Namazın aslı ve cumaya koşmadan önce ona uyanın namazı batıl olmaz.
«Koşarsa» tabirini musannıf ayete itbaen kullanmıştır. Çünkü mescidde olursa
ancak namaza başlamakla öğlesi bâtıl olur.
«Cumaya
koşarsa» diye kayıtlaması bir hacet için veya imam namazını bitirirken çıkar,
yahut onu hiç kılmazsa esah kavle göre bâtıl olmadığı içindir. Binaenaleyh
cumaya koşmakla bâtıl olmak ona erişmek imkânıyle kayıtlıdır. Cumaya mesafe
uzaklığından dolayı yetişemezse esah kavle göre namazı bâtıl olmaz. Sirâc.
İZAH
Bir
hâcet için çıkar da o hacetle cumaya gitmeyi ortak tutarsa itibar hangisi fazla
ise onadır. Nasıl ki Bahır'dan da bu anlaşılır. T.
Burada
şöyle denilebilir: Bahır'da anlaşılan sevaba bakaraktır. Burada bu uygun olur mu
olmaz mı teemmül ister. Zâhire bakılırsa bu ortaklıkla iktifa etmelidir. Velev
ki hâcet tarafı daha çok olsun. Zira sevabı olmasa da cumaya koşmak tahakkuk
etmiştir.
«Veya
imam namazını bitirirken çıkarsa...» Fethu'l - Kadîr'in şu ibaresi de bunun
gibidir. Hattâ evleviyette kalır. «İmam namazını bitirdikten sonra çıkarsa
kıldığı öğle bâtıl olmaz. Çünkü her iki surette cuma için koşmuş olmaz.» Lâkin
bu söz bunu bilirse makbuldur, bilmezse teslim etmez. Binaenaleyh münasip olan
«imam da namazda bulunursa...» diyerek bu meseleleri metinden çıkarmak idi.
«Yahud
onu hiç kılmazsa» sözü, özürlü ve özürsüz bulunduğu hallere şâmildir. Keza
cumaya gitmek için yola çıkarda imam ve cemaat namazda bulunurlar ancak bir
hâdise sebebiyle tamamlamadan namazı bozarlarsa sahih kavle göre öğle namazı
bâtıl olmaz. Bunu Sirâc'den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Binaenaleyh
cumaya koşmakla bâtıl olmak ona yetişmek imkâniyle kayıtlıdır.» Bahır'da da
böyle denilmiştir. Nehir sahibi bu sözü aşağıda Sirâc'dan nakledilen ifadesiyle
te'yit etmişse de doğru değildir. Nitekim göreceksin.
«Esah
kavle göre namazı bâtıl olmaz.» Sirâc. Sirâc sahibi bu ibarede Nehir'e tâbi
olmuştur. İbare yanlıştır. Doğrusu «namazı bâtıl olur» şeklindedir. Bahır'da
şöyle denilmektedir: «Bozulma hususunda sözü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh
evinden çıkarken imam namazda olduğu halde mesafe uzaklığından dolayı
yetişemediği ve namaza hiç başlamadığı hallere şâmildir ki, Belh ulemasının
kavli de budur. Sirâc'da beyan edildiğine göre sahih olan kavil budur. Çünkü o
kimse cumaya teveccüh etmiştir. Henüz vakti geçmiş de değildir. Hattâ evi
mescide yakın olur da cemaatın ikinci .rekatta olduğunu işitir ve öğleyi evinde
kıldıktan sonra cumaya giderse esah kavle göre yine öğle namazı bâtıl olur.»
Ben
derim ki: Bunun bir misli de Nihâye, Kifâye, Mi'râc ve Fetih gibi Hidâye
şerhlerindedir.
Öğle
namazının bâtıl olmasından murad; farz vasfının bâtıl olmasıdır. O namaz nâfile
olur. Çünkü Şeyhayn'a göre vasfın bâtıl olması aslın bâtıl olmasını icabetmez.
İmam Muhammed buna muhaliftir. Namazın aslı bâtıl olmadığı gibi o kimseye uyanın
namazı da bâtıl olmaz. Zira imamın namazı namazdan çıktıktan sonra bâtıl
olmuştur. Bunun cemaat olana zararı yoktur. Yani şöyle bir itiraz yapılamaz:
«Asıl olan, imama uyanın namazının. imamın namazıyle birlikte bozulmasıdır.»
Bunu Muhit'den naklen Bahır sahibi söylemiştir. Çünkü imam namazdan çıktıktan
sonra o kimsenin cemaatlığı kalmamıştır/Bu meselenin birçok benzerleri vardır.
Biz bunları imamlık bâbında beyan etmiştik. Bunlardan biri şudur: İmam
-Maazallah- dinden döner de sonra vakit içinde tekrar müslüman olursa yalnız
kendi sinin o namazı tekrarlaması lâzım gelir. Cemaata bir şey lâzım gelmez.
«Cumaya
yetişsin yetişmesin o kimsenin öğle namazı bâtıl olur.» Yani velev ki
yetişememesi mesafe uzaklığından ileri gelsin. Zirâ biliyorsun ki, yetişme
imkânı ile kayıtlamak sahih değildir. Sonra cumaya yetişemez veya geri dönmek
aklına gelir de dönerse öğleyi tekrar kılması lâzım gelir. Nitekim Münye
şerhinde beyan edilmiştir.
«Mezhebe
göre özürlü ile özürsüz arasında fark yoktur.» Cevhere'de şöyle deniliyor:
«Köle, hasta, yolcu ve başkaları cumaya koşmakla öğlenin bozulması hususunda
müsavidirler.» Bahır sahibi bu sözü Gayetü'l - Beyan'la Sirâc'a nisbet etmiş;
bunu müşkil görerek şunları söylemiştir: «Özürlü kimse mutlak surette cumaya seî
(koşmak) ile memur değildir. Binaenaleyh ona gitmekle öğlenamazı bâtıl olmamak
gerektiği gibi cumaya başlamakla dahi bâtıl olmamak icabeder. Çünkü ondan farz
sâkıt olmuştur. Onu bozmakla memur değildir. Şu halde cuma namazı nâfile olur.
Nasıl ki imam Züfer'le Şâfiî buna kaildirler. Muhit'in ibaresinden anlaşılıyor
ki o kimsenin öğlesi ancak cuma namazında bulunmakla bâtıl olur. Mücerret ona
koşmakla bâtıl olmaz. Nitekim mazur olamayan hakkında hüküm budur. Bunun işgâli
daha hafiftir.»
Ben
derim ki: Buna Zeyleî'nin ve Fethü'l - Kadîr'in şu sözleriyle cevap verilir:
«Özür sahibine cumayı terketmek için ancak özründen dolayı ruhsat verilmiştir. O
cumayı kılmayı iltizam etmekle sağlam hükmüne girmiştir.»
«Mezhebe
göre» ifadesinin yerine Münye şerhinde «Mezhebin sahih kavli budur» denilmiş
sonra şöyle devam edilmiştir: «Züfer buna muhaliftir. Ona göre o kimsenin farzı
öğledir. Onu da vaktinde eda etmiştir. Binaenaleyh başkasıyle bâtıl olmaz. Bizim
delilimiz şudur: Özürlü kimse, başkasından ancak "cumaya koşmayı terk"
ruhsatıyle ayrılmıştır. Bu ruhsatı kullanmazsa o da "başkaları" hükmüne girer.»
METİN
Özürlü,
mahpus ve yolcuların cumadan önce ve sonra şehirde öğle namazını cemaatla eda
etmeleri kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü bunda cemaatı azaltmak ve
şeklen bir aykırılık vardır. Bu ibare, cuma günü camiden maada bütün mescitlerin
kapanacağını ifade eder. Cumayı kaçıran şehir halkının dahi öğleyi cemaatla
kılmaları mekruhtur. Onlar öğleyi ezansız, ikametsiz ve cemaatsız olarak
kılarlar. Hastanın, öğleyi imam namazdan çıkıncaya kadar geciktirmesi
müstehaptır. Geciktirmezse mekruh olur. Sahih kavil budur.
Bir
kimse cumaya teşehhüde veya -cumada secde-i sehiv yapılır diyenlere göre-
secde-i sehiv halinde yetiştirse onu cuma olarak tamamlar. İmam Muhammed buna
muhaliftir. Nasıl ki bayramda bilittifak bayram olarak tamamlar. Fethu'l -
Kadîr'in bayram namazı bahsinde böyle denilmiştir. Lâkin Sirâc'da İmam
Muhammed'e göre o kimsenin imama yetişmiş sayılmadığı bildirilmiştir. Namaza
bilittifak öğleye diye değil, cumaya diye niyet eder. Öğleye diye niyet ederse
imama uyması sahih olmaz. Sonra zâhire göre bu hususta yolcu ile başkası
arasında fark yoktur. Bunu inceleyerek Nehir sahibi söylemiştir.
İZAH
Özürlü
kimselerin cuma günü öğleyi cemaatla kılmaları mekruh olunca özürsüzlerin bunu
yapması evleviyetle mekruh olur. Nehir. Mahpus kimse özürlüler de dahil olmakla
beraber Kenz ve diğer kitaplarda yapıldığı gibi musannıfın da onu ayrıca
zikretmesi bazılarının sözünü reddetmek içindir. Bu zevat «Mahpusun cuma kılması
lâzımdır. Çünkü zâlim ise hasmını kandırmaya muktedirdir. Değilse imdâd istemesi
mümkündür» demişlerdir. Hayreddin-i Remlî «Bizim zamanımızda mazluma imdada
koşacak kimse yoktur. Galebe zâlimlerdedir. Bir hak için kim kendilerine çatarsa
onu helâk ederler» diyor.
«Öğle
namazını cemaatla eda etmeleri» ifadesinin mefhumundan anlaşılıyor ki, cemaatla
kazaetmeleri mekruh değildir. Bahır'da şöyle deniliyor: «Öğle namazını diye
kayıtlaması, başka namazların cemaatla kılınmasında beis olmadığı içindir.»
Sonra öğle namazını cuma günü cemaatla kılmak şehirde mekruhtur. Şehir hükmünde
olmayan köy bunun hilâfınadır. Zira o köy halkına cuma namazı farz değildir.
Binaenaleyh onlar için cuma günü sair günler gibidir. Münye şerhi.
Mi'rac'da
Mücteba'dan naklen şöyle denilmiştir: «Mesafe uzaklığından dolayı kendilerine
cuma farz olmayanlar, öğleyi cemaatla kılabilirler.» Cemaatın azalması şöyle
olur: Özürlüye bir başkası uyabilir. Bu ise cumanın terkine müeddi olur. Bahır.
Kezâ cumadan sonra öğlenin cemaatla kılınacağını bilen bir adam çok defa onlarla
birlikte kılmak için cumayı terkeder.
Şeklen
aykırılığa gelince: O gün müslümanların şiarı cuma namazı kılmaktır. Onlara zıt
harekette bulunmak istemek büyük bir meseleye müncer olur. Onun için de şeklen
aykırı davranmakta kerahet-i tahrimiye vardır. Rahmeti.
Cuma
günü büyük camiden maada şehirdeki bütün küçük mescidler kapanır. Tâ ki onlara
cemaat toplanmasın. Bunu sirâc'dan naklen Bahır sahibi söylemiştir. Büyük camiin
açılması ise zaruridir. Zâhire bakılırsa cemaat toplanmasın diye cumadan sonra
büyük cami bile kapanır. Meğer ki şöyle denile: «Âdet cemaatın vaktin evvelinde
toplanmasıdır. Binaenaleyh cuma kılınmayan sair mescidlerin kapanması cemaat bu
camiye gelmeye mecbur olsunlar diyedir.» Bu izaha göre sair mescidler cuma
namazı kılınıncaya kadar kapanırlar. Lâkin cumadan sonra onları açmaya bir sebep
kalmadığı için ikindiye kadar kapalı kalırlar. Sonra bütün bu söylenenler
cumadan başka bir namaza gitmekten mübalağalı bir şekilde menetmek ve onun
kuvvetli bir namaz olduğunu göstermek içindir.
«Cumayı
kaçıran şehir halkının dahi öğleyi cemaatla kılmaları mekruhtur.» Zâhire göre bu
kerahet kerahet-i tenzihiyedir. Çünkü cemaatı azaltmak ve şeklen aykırılık
yoktur. Bunu Kuhistanî'nin Muzmirat'ından naklettiği «yalnız başlarına kılmaları
müstehaptır» sözü de te'yit eder.
«Onlar
öğleyi ezansız, ikametsiz ve cemaatsız kılarlar.» Valvalciye'de şöyle
denilmiştir: «Cuma günü şehirde cemaatla öğle namazı kılınmadığı gibi ezan ve
ikamet de yoktur. Bu hapishane ve diğer yerler de de böyledir.»
«Hastanın,
öğleyi imam namazdan çıkıncaya kadar geciktirmesi müstehaptır» denildiğine göre
geciktirmediği takdirde mekruh olması kerahet-i tenzihiye iledir. Nehir. Şu
halde Şeyh İsmail'in Dürer şerhinde Muhit'den naklen «Bilittifak kerahet yoktur»
demesi kerahet-i tahrimiye yoktur mânâsına hamledilir.
«Cumada
secde-i sehiv yapılır» diyenlere göre bir kimse cumaya secde-i sehiv halinde
hattâ onun teşehhüdünde yetişse namazını cuma olarak tamamlar. Müteehhirin ulema
ise cuma ve bayram namazlarında secde-sehiv yapılmamasını tercih etmişlerdir.
Çünkü cahiller namaza ziyade edildiğini tevehhüm edebilirler. Sirâc ve diğer
kitaplarda böyle denilmiştir. Bahır.
Maksat,
caiz değil demek değildir. Evla olan terk edilmesidir. Tâ ki cemaat fitneye
düşmesinler. Bunu Azmiye'den naklen Ebu's - Suûd söylemiştir. Bunun bir misli de
İbn-i Kemâl'in izah namındakieserindedir. Namazını cuma olarak tamamlarken
kıraat hususunda muhayyerdir. İsterse âşikâre isterse gizli okur. Bahır.
«İmam
Muhammed buna muhaliftir.» ;O şöyle demiştir: «Şayet imamla birlikte ikinci
rekatın rükûuna yetişirse cumayı onun üzerine binâ eder; daha sonra yetişirse o
namazın üzerine öğleyi binâ eder. Çünkü bu namaz bir cihetten cuma bir cihetten
öğledir. Zira bazı şartları kaçırmıştır. Binaenaleyh öğleye itibar ederek dört
rekat üzerinden kılar, fakat cumaya itibar ederek iki rekatta behemehal oturur.
Nâfile olmak ihtimalinden dolayı son iki rekatta kıraatı okur.» Şeyhayn'a göre o
kimse bu halde cumaya yetişmiştir. Hattâ kendisine cumaya niyet etmek şarttır
ki. o da iki rekattır. İmam Muhammed'in söylediklerinin vechi yoktur. Zira
bunlar muhtelif iki namazdır. Biri diğerinin tahrimesi üzerine binâ edilemez.
Hidâye'de böyle denilmiştir. «Lâkin Sirâc'da imam Muhammed'e göre o kimsenin
imama yetişmiş sayılmadığı bildirilmiştir.»
Ben
derim ki: Sirâc'ın ibaresi Zahîriye'nin bayram bahsinde bazı ulemadan naklen
zikredilen; sonra bazı ulemadan naklen hilâfsız yetişmiş sayıldığı bildirilmiş
«sahih olan budur» denilmiştir.
«Sonra
zâhire göre bu hususta yolcu ile başkası arasında fark yoktur.» Zahîriye'de
Münteka'ya nisbet edilerek şöyle denilmiştir: «Cuma günü imama teşehhüdde
yetişen yolcu namaza girdiği tekbirle dört rekat olarak kılar.» Bahır sahibi
bunun, metinlerdeki ibareyi tahfiz ettiğini ve o ibareyi mesbûka cuma vacip
olduğu surete hamletmeyi gerektirdiğini söylemiş «Cuma vacip olmazsa mesbuk o
namazı öğle olarak tamamlar» demiştir.
Nehir
sahibi buna cevap vererek «Zâhire bakılırsa bu söz imam Muhammed'in kavline göre
söylenmiştir. Şu kadar var ki Muntekâ sahibi onu tercih ettiği için kesin ifade
etmiştir. Yolcu kayıt değil, misaldir» demiştir.
Ben
derim ki: Hidâye'den naklettiğimiz ibare de bunu teyit eder. Orada «Şeyhayn'a
göre öğleyi cumanın üzerine binâ etmenin bir vechi yoktur. Çünkü her kişi başka
başka namazlardır» denilmiştir. Kaldı ki yolcu, cuma namazı kılmayı iltizam
edince bu namaz ona vacip olur. Onun için aynı namazda imam olması sahihtir. Bir
de yolcu cumadan evvel öğleyi kılarsa sonra cumaya gittiği takdirde yetişemese
bile öğle namazı bâtıl olur. Yetiştiği zaman nasıl kılmaz. Bilâkis onu öğle
olarak kılar. Ve öğle öğleyi iptal etmez. Akla yatan Nehir'in ibaresidir.
Yolcuyu hassatan zikretmesi o namazı yalnız imam Muhammed'in kavline göre öğle
olarak kılacağı tevehhüm edilmesin diyedir. Zira imamının farzı iki rekattır.
Bundan dolayı ona göre namazı dört rekat olarak tamamlayacağına tenbihte
bulunmuştur. Çünkü imamının cuması öğle yerine geçer. Allah'u âlem.
METİN
İmam
-Hücre varsa hücreden, yoksa bulunduğu yerden- minbere çıkmak için kalktığı
zaman hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir. Mecma
şerhi.
Esah
kavle göre velev ki hutbede zâlimlerden bahsedilsin. Yalnız vakit namazı ile
aralarında tertip sâkıt olmayan kaza namazı müstesnadır. Onu kılmak mekruh
değildir. Bunu sirâc sahibi ve başkaları söylemişlerdir ki. cumanın sahih olması
için bu zaruridir. Aksı takdirde olmaz. Sünnetikılarken yahut nâfilenin üçüncü
rekatına kalktığında hatip minbere çıkarsa esah kavle göre namazını tamamlar.
Ama kıraatı hafif tutar.
Namazda
haram olan her şey hutbede de haramdır. Bunu Hülâsa ve diğer kitaplar
kaydetmişlerdir. Binaenaleyh yemek, içmek ve konuşmak haramdır. Velev ki tesbih
veya selâm almak yahut iyiliği emir kabilinden olsun. Bilâkis dinleyip susması
icabeder. Esah kavle göre bu hususta uzakla yakın arasında fark yoktur. Muhit.
İZAH
«İmam
minbere çıktığı zaman hutbe tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz
değildir» sözü hadistir. Hidâye sahibi onu merfu olarak nakletmişse de Fethu'l -
Kadîr'de merfu şekli garip görülmüştür. Malum olan bunu Zührî'nin söylemiş
olmasıdır. Ama ibn-i Ebi Şeybe'nin musannıfında Hazreti Ali, İbn-i Abbas ve
İbn-i Ömer (r. anh.) dan rivayet ettiği bir habere göre mezkur zevat imam
minbere çıktıktan sonra namaz kılmayı ve konuşmayı kerih görürlermiş. Hâsılı
sahibinin sözü huccettir. Bize göre başka bir sünnete aykırı düşmemek şartiyle
taklidi vaciptir.
«Hutbe
tamam oluncaya kadar namaz kılmak caiz değildir» sözü, sünnetlere ve tahiyye-i
mescide de şâmildir. Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Bahır haşiyesini yazan Remlî
«yani caiz olan hiç bir namaz yoktur» diye tefsirde bulunmuştur. «Kerahet
vaktinde namaz kılmak, secde-i tilâvet yapmak memnu'dur ilh...» cümlesini izah
ederken şu da geçmişti: «Nâfile kılmak sahih fakat mekruhtur. Hattâ onu bozarsa
kazası icabeder. Bu namazı bozup mekruh olmayan bir vakitte kaza etmek zâhir
rivayete göre vaciptir. Ama tamamlarsa niyetlenmekle üzerine aldığı borçdan
kurtulmuş olur. Binaenaleyh maksat mun'akit olmamak değil, haram olduğunu
anlatmaktır.»
«Konuşmak
caiz değildir...» ifadesinden murad; insan sözü cinsinden olan şeylerdir. Tesbih
ve benzeri zikirler mekruh değildir. Esah olan kavil budur. Nitekim Nihâye ve
inâye'de beyan olunmuştur. Zeyleî'nin bildirdiğine göre ihtiyat susmaktadır.
Hilâfın yeri, hutbeye başlamazdan öncesidir. Başladıktan sonra ise her nevi
konuşmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Nitekim Bedayi'de de böyle
denilmiştir. Bahır ve Nehir.
Bakalî
muhtasarında şunları söylemiştir: «Hatip duaya başlarsa cemaatın el kaldırmaları
ve âşikare dil ile âmin demeleri caiz olmaz. Bunu yaparlarsa günahkâr olurlar.
Bazıları günahkâr değil isâet etmiş olacaklarını söylemişlerdir. Sahih olan
kavil birincisidir. Fetva da ona göredir.
Keza
Peygamber (s.a.v.) zikredilince cemaatın aşikâre olarak salavât getirmeleri caiz
değildir. Bunu kalbleri ile yaparlar. Fetvâ buna göredir. Remli.
«Hutbe
tamam oluncaya kadar namaz kılmak ve konuşmak caiz değildir» ifadesinin yerine
Dürer'de şöyle denilmiştir: «Musannıf Hidâye'de denildiği gibi "hutbe tamam
oluncaya kadar" dememiştir. Çünkü Muhit ve Gayetu'l - Beyan'da açıklandığına
göre namaz kılmak ve konuşmak imamın minbere çıkmasından namazı bitirinceye
kadar mekruhturlar.»
«Esah
kavle göre velev ki hutbe de zâlimlerden bahsedilsin.» Bazıları «zâlimler
zikredilirken konuşmak caizdir» demişlerdir. T.
«Tertibi
ıskât etmeyen kaza namazını kılmak mekruh değildir.» Bilâkis onu kılmak
vaciptir. «Aksi taktirde olmaz.» Yani tertip sâkıt olursa namazı o anda kaza
mekruh olur. «Esah kavle göre namazını tamamlar. Ama kıraatı hafif tutar.» Bu
sözü Bahır sahibi Velvalciye ile Mübtega'ya nisbet etmiş fakat nâfile meselesini
zikretmemiştir. Şurunbulâliye'de Suğra'dan naklen «fetva buna göredir»
denilmiştir.
Bahır
sahibi «Fethu'l - Kadîr'de, "Sünneti kılarken hatip minbere çıkarsa iki rekatta
selâm verir" denilmiş se de bu kavil zaiftir. Kâdıhân onu Nevadir'e nisbet
etmiştir» diyor.
Ben
derim ki: Biz farza yetişmek bâbında Fethu'l-Kadîr'deki sözün tercih edildiğini
de söylemiş ve «Bütün bunlar üçüncü rekata kalkmadığına göredir. Üçüncüye kalkar
da onun secdesine varırsa namazını tamamlar. Üçüncü rekatın secdesine varmazsa
bazılarına göre namazını tamamlar; bazılarına göre oturup selâm verir» demiştik.
Hâniyede «bu daha münasip tir» denilmiş lâ'kin Münye şerhinde birinci kavlin
tercih edildiği bildirilmiştir. Meselenin tamamı oradadır. Oraya müracaat
edebilirsin.
«Kıraatı
hafit tutar.» Yani yalnız vacip olan miktarda yetinir. T. «Velev ki tesbih
olsun» ifadesinden murad; velev ki konuşmak tesbihten ibaret olsun demektir. Ama
bunu metindeki «Namazda haram olan her şey hutbede de haramdır» sözü üzerine
getirdiği fer'î meseleler arasında zikretmesi söz götürür. Zira namazda tesbih
haram değildir. İyiliği emir, hatipten olursa haram değildir. Nitekim şârih
evvelce söylemişti.
«Bilâkis
dinleyip susması icabeder.» Bu sözün zâhirine bakılırsa hutbeyi dinlemeye engel
olan şeyi konuşmak olmasa bile onunla meşgul olmak yine mekruhtur. Kuhistanî
bunu açıklayarak şöyle demiştir: «Çünkü hutbeyi dinlemek farzdır. Nitekim
Muhit'de böyle denilmiştir. Yahut Mes'udiye'nin namaz bahsinde bildirildiği
vecihle vaciptir veya sünnettir. .Bu söz hutbe okunurken uyumanın mekruh
olduğunu gösterir. Meğer ki uyku galebe çala. Nitekim Zâhidi beyan etmiştir». T.
Hılye'de
şöyle denilmiştir: «Ben derim ki: Peygamber (s.a.v.)'in "Biriniz cuma günü
uyuklarsa yerini değiştirsin" buyurduğu rivayet olunmuştur. Bu hadisi Tirmizi
tahric etmiş ve "Hasen sahihtir" demiştir.» Esah kavle göre minbere yakın
olanlarla uzak olanlar arasında fark yoktur. Bazıları uzak olursa konuşmakta
beis olmadığını söylemişlerdir. Bunu Halebî Kuhistanî'den nakletmiştir.
METİN
Buna,
helâkinden korkulan kimseyi uyarmak .meselesiyle itiraz olunamaz. Çünkü bu
uyarma insan hakkı için vaciptir. O kimse buna muhtaçtır. Susmak ise Allah
Teâlâ'nın hakkı içindir. Bunun esası müsamahaya dayanır. İmam Ebû Yusuf hutbe
okunurken kitabına bakar; onu tashih edermiş. Esah kavle göre kötü bir şey
görünce başıyle yahut eliyle işaret etmekte bir beis yoktur. Doğru olan hareket.
Peygamber (s.a.v.) in ismini işitince içinden salâvat getirmektir. Aksırana
teşmitte bulunmak ve selâm almak vacip değildir. Bununla fetva verilir. Keza
nikâh, bayram ve hatim-i Kur'an hutbeleri gibi hutbeler dinlemek de mutemet
kavle göre vaciptir.
İmameyn
«Hutbeden önce ve sonra konuşmakta beis yoktur» demişlerdir. Ebû Yusuf'a
göreoturduğu zaman dahi konuşmakta beis yoktur. Hilâf âhirete dair
konuşmaktadır. Başka konuşmalar bilittifak mekruhtur. Bu izaha göre
zamanımızdaki mutad terakkıye İmam-ı A'zam'a göre mekruh, imameyne göre mekruh
değildir. Hutbe okunurken müezzinlerin yaptığı teraddi ve benzeri şeyler
bilittifak mekruhtur. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
İZAH
Bahır
nâm kitapta şöyle deniliyor: «Kuyu kenarında bir adam görür de içine
düşeceğinden korkarsa; yahut bir insana yaklaşan bir akrep görürse hutbe
okunurken o insanı uyarmak caizdir.»
Ben
derim ki: Bu. konuşmaktan başka çare kalmadığına göredir. Zira dürtmek ve
çimdirmek gibi bir şeyle uyarmak mümkünse konuşmak caiz değildir.
«İmam
Ebu Yusuf'un kitabına bakmasıyle istidlâl, esah kavlin hilâfınadır.
Feyzü'l-Kadir'de şöyle denilmektedir: «Şayet hutbeyi işitmeyecek kadar uzakta
olursa konuşmanın haram olup olmadığına hilâf vardır. Kur' an okumakta ve
kitaplara bakmakta dahi hilâf vardır. İmam ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna göre
kendisi hutbe okunurken kitabına bakar ve onu kalemle tashih edermiş. Ama en
ihtiyatlı hareket susmaktır. Bununla fetva verilir.»
«İçinden
salâvat getirmek» kendi işitecek kadar yahut harfleri doğru dürüstü çıkaracak
kadar okumakla olur. Ulema bunu böyle tefsir etmişlerdir. İmam ebu Yusuf'tan bir
rivayete göre hem susmak emrine hem de Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirme
emrine uymuş olmak için kalben salavat getirilir. Nitekim Kirmâni'de beyan
edilmiştir. Kuhistanî bunu imamlık bahsinden az evvel nakletmiştir. Cevhere
sahibi yalnız salavat meselesini söylemekle yetinmiş «salavatı söylemez. Çünkü
salavat bu halden başka bir yerde tekrar edilebilir. Dinlemek ise bir daha ele
geçmez.» demiştir.
Aksırana
teşmitte bulunmak (yani yerhamukellah demek) ve selam almak vacip değildir. İmam
ebu Yusuf'tan bir rivayete göre selam almak mekruh değildir. Çünkü farzdır.
Biz
deriz ki: Bu şer'an selam almaya izin verilen yerdedir. Hutbe hali böyle
değildir. Bilakis selam almakla günaha girer. Zira hutbe dinleyenin kalbini,
farzı dinlemekten alıkor. Bir de selam almak her zaman mümkündür. Hutbe dinlemek
böyle değildir. Fetih.
Hatm-i
Kur'an hutbesi. "Elhamdülillâhi rabbil'âlemin" "Hamde-s Sâbirin" «Hamd âlemlerin
Rabbi olan Allah'a mahsustur. O'na, sabırlı kulların hamdı gibi hamdederim...»
gibi sözlerle olur.
Kur'an
okuyanın «Yarabbi okuduğumuz Kur'anın sevabını filana bağışladım.» gibi sevap
hediye etmesini zâhire göre dinlemek vacip değildir, Zira duadan maduddur. T.
«İmameyn
hutbeden önce ve sonra konuşmakta beis yoktur, demişlerdir.» Bu mesele
Cevhere'de şöyle hulasa edilmiştir: İmam-ı A'zam'a göre imamın minbere çıkması
namaza ve konuşmaya son verir. İmameyn'e göre ise minbere çıkması namaza son
verir. Konuşması da cemaatın konuşmasını keser.
«Mutad
terakkıye» den murad; «innallâhe vemelâiketehü» ayeti ile muttefekun aleyh olan
«cuma günü imam hutbe okurken arkadaşına sus dersen muhakak gevezelik etmiş
olursun.» hadisiniokumaktır.
Ben
derim ki: Allaâme İbn-i Hacer Tuhfe namındaki eserinde bunun bid'at olduğunu
söylemiştir. Çünkü ilk devirden sonra ortaya çıkmıştır. Bazıları «Lâkin bu
bid'at-ı' hasenedir (güzel bid'attır.) Zira ayeti kerime her kese mendup olan
salat ve selâmı çok yapmaya teşvik etmektedir. Bâhusus bugün bir çok lâzımdır.
Hadiste, terki cumanın fazîletini kaçıran susmanın kuvvetle lâzım olduğunu
göstermektedir. Hattâ susmayı terketmek ekser ulemaya göre insanı günaha sokar»
demişlerdir.
Ben
derim ki: Buna şununla da istidlal edilir: Peygamber (s.a.v.) veda haccında
Minâ'da hutbe okumak istediği zan^an birine cemaatı susturmasını emretmiştir.
Buna kıyasan hatibin cemaatı susturmak için birine emir vermesi mendup olur.
Terkıye yapanın işi de budur. Binaenaleyh onun, hadisi zikretmesi asla bid'at
sahasına girmez. Hayreddin-i Remli de Şâfiî'den bunun benzerini nakil ile
tasdikte bulunmuş ve «Mutad vecihle hadis okumanın horam olduğunu söylememek
gerekir. Zira ümmet bunu bütün çoğunluğu ile yapılagelmiştir» demiştir.
Ben
derim ki: Bunun mutad olması «konuşmak haramdır; velev ki iyiliği emir veya
selâm almak olsun» diyen imama göre caiz olmasını iktiza etmez. Sonradan ortaya
çıkan örf ve adet nassa muhalif olursa ona itibar yoktur. Çünkü örf ancak sahabe
ve müctehidler devrinden beri umumi olursa helâl delili olur. Nitekim fukaha
bunu açıklamışlardır. Cuma hutbesini Mina hutbesine kıyas etmek ise kıyas-ı
mea'l fârıktır (yani birbirine uymayan iki şeyi kıyastır). Zira halk cuma günü
mescidde oturur ve hutbeyi dinlemeye hazır olarak hatibin çıkmasını beklerler.
Mina hutbesi böyle değildir. Teemmül buyurula!.
Öyle
anlaşılıyor ki, böyle sözler terkıyecinin, müezzine. ezanı telkin ettiği zaman
da söylenir. Fakat zâhire göre kerahet, terkıye yapan hatibe değil. müezzinedir.
Çünkü hatibin huzurunda okunan iç ezanın sünneti terkıyecinin ezanı ile hâsıl
olur. Müezzin ona icabet etmiş sayılır. O anda ezana icabet ise mekruhtur. Meğer
ki «ilk ezan cemaat işitecek kadar sesle okunmazsa sünnete muhalif olur.
Binaenaleyh ikinci ezan muteber olur» denile.
«Teraddî
ve benzeri şeyler» den murad; ashab-ı kiramın adları zikredildiği vakit
"radıyellahu anhum" demektir. Benzeri de sultanın adı geçince ona dua etmektir.
Rum ili gibi bazı beldelerde mutad olduğu vecihle bunu müezzinler yüksek sesle
yaparlar. Bizim memleketimizde de hatip minbere çıkarken mutad olduğu vecihle
harfleri uzata uzata nağmeler yaparak Peygamber (s.a.v.)'e salavat getirmek bu
kabildendir.
Şârih
«meselenin tamamı Bahır'dadır» demişse de Bahır'da bundan sonra sadece
«şaşılacak şeydir ki» diye anlattıkları zikredilmiştir.
METİN
Şaşılacak
şeydir ki terkıyeci hatip hadisinin muktezası ile emri bilma'ruf yasak eder;
sonra da: «Susun! Allah size merhamed eylesin! der.»
Ben
derim ki: Ancak imameynin kavline hamledilirse o başka. Dikkatli ol!.
Esah
kavle göre ilk ezanla alış verişi bırakarak cumaya koşmak vacip olur. Velev ki
alış verişcumaya koşmakla beraber olsun. Mescidde olursa günahı daha büyüktür,
İlk ezan Rasûlüllah (s.a.v.) zamanında olmayıp Hazret-i Osman zamanında ortaya
çıkmıştır. Bahır'da kerahet-i tahrimiye ile mekruh olan bir şeye 'haram' demenin
sahih olduğu beyan edilmiştir. İkinci defa ezanı hatibin huzurunda hatip minbere
oturduğu vakit okur. Musannıf burada fiili müfred kullanmakla şunu anlatmak
istemiştir. Müezzinler birden fazla iseler birer birer ezan okurlar. Hepsi
birden okumazlar. Nitekim Cellâbî ile Timurtâşî'de böyle denilmiştir. Bunu
Kuhistani söylemiştir.
İZAH
«Ancak
imameynin kavline hamledilirse o başka!» Çünkü hatip bu sözü hutbeden önce
söyler. İmameyn Peygamber (s.a.v.)'in «imam hutbe okurken ilh...» hadisini
hakikaten hutbeye başlamış olmaya hamlederler. O zaman terkıyeci "susun" diyerek
okuduğu hadise muhalefet etmiş olmaz. İmam-ı A'zam'ın kavline göre ise «imam
hutbe okurken» sözünü «hutbe için minbere çıkarken» mânâsına hamledenlere göre
imam okuduğu hadise muhalefet etmiş olur ve bu mekruhtur. Cumaya koşmak (yani
gitmek) farz olduğu halde musannıfın «vacip olur» demesi vaktinin ilk ezan mı
yoksa ikinci ezan mı olduğunda ihtilaf edildiği içindir. Yahut itibar vaktin
girmesinedir. Bahır. Bunun hulâsası şudur: Cumaya gitmenin (Sa'yin) kendisi
farzdır. Vacip olan, ilk ezan vaktinde yapılmasıdır. Bu suretle Nehir'in şu
ibaresi defedilmiş olur «Sa'yin vaktinde ihtilaf edilmesi, "o farzdır" demeye
mâni değildir. Nasıl ki ikindi namazı bilittifak farzdır: Halbuki vaktinde
ihtilaf edilmiştir.»
Musannıf
«alış-verişi bırakarak» demekle sa'ye aykırı olan her ameli kasdetmiştir.
Alış-veriş tabirini kullanması ayeti kerimede bu tabir kullanıldığı içindir.
Nehir.
Şârih
«velev ki alış-veriş (sa'yi ile) cumaya koşmakla beraber olsun» diyorsa da
Sirâc'da alış-veriş cumaya gitmekten alıkoymazsa giderken yapılmasının mekruh
olmadığı açıklanmıştır. Bahır.
Nehir'de
«birinci kavle itimat gerekir» denilmiştir.
Ben
derim ki: Şârihin "bey'i fâsit bâbı" nın sonunda anlatacağı vecihle bunda bir
beis yoktur. Çünkü yasaklama cumaya gitmeyi ihlâl etmekle ta'lil edilmiştir.
Cumaya gitmeye engel yoksa yasaklamakda yoktur. Alış-veriş mescidde yapılırsa
günahı daha büyüktür. Bu hususta mescidin kapısı da aynı hükme dahildir. Bahır.
Esah
kavle göre alış-veriş ilk ezanla terk edilir. Bu hususta Münye şerhinde şöyle
denilmiştir: «Ulema ilk ezandan murad ne olduğunda ihtilâf etmişlerdir. Bazıları
«Meşru olması itibariyle ilk okunan ezandır» demişlerdir. İlk meşru olan ezan
minberin önünde okunandır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zamanıyle Ebû Bekir ve Ömer
(r.a.) zamanlarında okunan ezan bu idi. Sonra cemaat çoğalınca ikinci ezanı
hazreti Osman ihdas etmiş ve Zevrâ denilen yerde okunmuştur. Bu yer
Medine'dedir. Esah kavle göre ilk ezan vakit itibariyle okunandır ki, zevalden
sonra minarede okunur. «Bâhır'da kerahet-i tahrimiye ile mekruh olan bir şeye
haram demenin sahih olduğu beyan edilmiştir.»
Ben
derim ki : Musannıfın "haram - helal bahsi" nin başında anlatacağı vecihle imam
Muhammed'e göre her mekruh haramdır. Şeyhayn'a göre ise harama yakındır. Evet,
imam Muhammed'in kavlionlardan da rivayet olunmuştur. Nitekim bunu inşallah o
bahisde söyleyeceğiz. Bahır sahibi bu sözü ile Hidâye sahibi namına özür
dilemeye işaret etmiştir. Çünkü Hidâye sahibi ezan vaktinde alış - veriş
yapmanın haram olduğunu söylemiştir. Halbuki haram değil kerahet-i tahrimiye ile
mekruhtur. Bu suretle Gayetü'l - Beyan sahibinin Hidâye'ye yaptığı itiraz
defedilmiş olur. Onun itirazı şöyledir: «Alış - veriş caizdir; lâkin mekruhtur.
Nitekim Tahâvî şerhinde açıklanmıştır. Zira başka şeydeki bir mânâdan dolayı
yapılan yasaklama meşruiyeti yok etmez.»
Kuhistani,
müezzinlerin ezanı hep birden okumamaları hususunda şunu da söylemiştir: «Hidâye
ve diğer kitaplarda müezzinler ezanı okurlar denilerek buna işaret edilmiştir.
Hidâye şârihlerinin sözü de buna delâlet eder.» Kuhistani'nin bu sözü itiraz
götürür. Hidâye şârihlerinin sözü bunun hilafına delalet etmektedir. İnâye'de
şöyle denilmiştir: «Müezzinlerin cemi sîgasiyle zikir edilmesi âdete binaendir.
Çünkü cuma ezanında öteden beri âdet, müezzinlerin sesleri büyük camiin etrafına
ulaşsın diye bir yere toplanmalarıdır.» Nihâye, Kifâye ve Miracü'd - Dirâye'de
dahi böyle denilmiştir,
Ben
derim ki: Mezkur illet ancak ilk ezanda meydana çıkar. Halbuki Hidâye'de her iki
yerde müezzinler cami sîgasiyle zikredilmiştir.
Minber
kelimesi yükseklik mânâsına gelen «Nebr»den alınmıştır. Peygamber (s.a.v.)'e
uymuş olmak için minber üzerinde hutbe okumak sünnettir. Bahır. Minber mihrabın
solunda olmalıdır. Kuhistani.
Peygamber
(s.a.v.)'in minberi, istirahat yeri denilenden başka ÜÇ basamaktan ibarettir.
İbn-i Hacer Tühfe namındaki eserinde şöyle diyor: Ulemadan bazıları şimdi âdet
olan ikinci hutbede bir basamak aşağı inerek sonra tekrar yukarı çıkmanın çirkin
bir bid'at olduğunu incelemişlerdir.»
METİN
Hatip
hutbeyi tamamlayınca ikamet getirilir. Hutbe ile ikameti dünya işi ile
birbirinden ayırmak mekruhtur. Bunu Aynî söylemiştir. Cumayı hatipten başkası
kıldırmamalıdır. Çünkü hutbe ile namazın ikisi birşey gibidirler. Ama bu
yapılırsa; meselâ sultanın izniyle hutbeyi bir çocuk okur; namazı âkıl bâliğ
biri kıldırırsa caiz olur. Muhtar kavil budur.
Öğlenin
vakti çıkmadan şehrin binalarından ayrılmak şartıyle cuma günü sefere çıkmakta
beis yoktur. Hâniye'de de böyle denilmiştir. Lâkin Zahîriye ve diğer kitapların
ibarelerinde "çıkmak" yerine "girmek" tabiri kullanılmıştır. Münye şerhinde ise
şöyle denilmiştir: «Sahih kavle göre zevalden sonra cumayı kılmadan sefere
çıkmak mekruhtur. Zevalden önce sefere çıkmak mekruh değildir.»
Köylü
bir kimse cuma günü şehre gelirse o gün orada kalmaya niyet ettiği takdirde cuma
namazını kılması lâzım gelir. O gün cumadan önce veya sonra şehirden çıkmaya
niyet ederse cuma kılması lâzım gelmez. Lâkin Nehir'de «cumadan sonra çıkmaya
niyet ederse cuma namazını kılması lâzımdır. Aksi takdirde lâzım değildir»
denilmiştir. Münye şerhinde ise «cuma vaktine kadar durmaya niyet ederse
namazını kılması lâzımdır. Ama "lazım değildir" diyenler de vardır»
denilmektedir. Nasıl ki bir yolcu cuma günü şehre gelir de o gün çıkmaya niyet
etmediği gibi yarımay orada kalmaya da niyet etmezse cuma namazını kılması lâzım
gelmez.
İZAH
Hatip
hutbeyi tamamlayınca ikamet getirilir. Öyle ki ikametin evveli hutbenin sonuna
bitişik olmalı ve hatibin namaz yerinde durmasıyle ikamet bitmelidir. İmam
namazın iki rekatında cuma ile münâfikun sûrelerini okur. Ama başka sûreleri
okumak da mekruh değildir. Nitekim Tahavî şerhinde beyan olunmuştur. Zâhidî Cuma
namazında e'lâ ve gâşiye sûrelerinin okunacağını söylemiştir. Kuhistani.
Bahır'da
şöyle deniliyor: «Lâkin buna devam etmemelidir. Tâ ki bâkî sûrelerin terk
edilmesine yol açmasın; bir de avam takımı bunu farz sanmasın.» Bu hususta sözün
tamamı kıraat faslında geçmişti.
«Hutbe
ile ikameti dünya işiyle birbirinden ayırmak mekruhtur.» Fakat iyiliği emir ve
kötülükten nehy ile ayırmak mekruh değildir. Keza abdestsiz veya cünüp olduğu
anlaşılırsa abdest almak veya gusül etmekle ayırmak da mekruh değildir. Nitekim
evvelce geçmişti. Yiyip içmek bunun hilafınadır. Hattâ aralarının ayrılması uzun
sürerse hutbe yeniden okur. Nitekim bu da geçmişti.
Hutbe
ile namazın ikisi bir şey gibidirler. Çünkü biri şart diğeri meşruttur. Şort
olmadan meşrut tahakkuk etmez. şu halde münasip olan. her ikisini bir kimsenin
yapmasıdır. T.
Bâliğ
kimsenin cuma namazı kıldırması da sultanın izniyle olur. Öyle anlaşılıyor ki,
çocuğun izin vermesi kâfidir. Çünkü çocuk cuma kıldırmaya me'zundur. Fethu'l -
Kadîr ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre hutbe için izin vermek namaz için
de izindir. Bunun aksi de böyledir. Demek ki cumanın kıldırılması kendisine
havale edilmiştir.
Bir
de hutbe hakkında onu kabul etmek, delalet yoluyla yerine başkasını geçirmek
için izindir. Zira sultan çocuğun imamlığının sahih olmadığını bilir. Evet,
"yerine başkasını geçirdiği vakit ehliyet şarttır" diyenlere göre çocuğun izin
vermesi sahih değildir. Kendisine bülûğdan sonra mutlaka yeni bir izin verilmesi
gerekir. Allah'u âlem.
«Muhtar
kavil budur.» Huccet nâm eserde caiz olmadığı bildirilmektedir. Çünkü hatibin
imamlığa elverişli olması şarttır. Zahîriye'de «çocuk hutbe okursa ulema İhtilaf
etmişlerdir. Hilâf akıl eden çocuk hakkındadır» denilmiştir. Ekseriyet caiz
olduğuna kaildir. İsmail.
«Sefere
çıkmakta beis yoktur» cümlesindeki sefer sözü bir kayıt değildir. İçinde cuma
namazı kılmak farz olmayan bir köye gitmeyi istemek de öyledir. Nitekim
Tatarhaniye'de de böyle denilmiştir. Tecnis'de de Hâniye'deki gibi izahat
verilmiştir. Tecnis'in beyanına göre bunu Şemsü'l - Eimme Hulvâni müşkil görerek
«vaktin sonunu itibara almak ancak yalnız başına eda ettiği namazlar
hakkındadır. Cuma ise imam ve cemaatla eda edilir. Binaenaleyh cemaatın eda
ettikleri vaktin itibara alınması gerekir. Hattâ şehirden, cemaat cumayı
kılmadan çıkmazsa cumaya gitmesi lâzım gelmelidir» demiştir.
Ben
derim ki: Tatarhaniye'de tehzib'den naklen ezanın itibara alınacağı
bildirilmiştir. Bazıları birinci ezanın, bazıları da. ikincinin itibara
alınacağını söylemişlerdir ki, Şurunbulâlî'ye sahibi bu ikinci kavleitimat
etmişlerdir. Şârih Münye şerhinin sözü ile Zahîriye'nin ifadesini te'yit ediyor
ve bununla Hâniye'nin sözünün zaif olduğunu anlatmak istiyor. T. Münye şerhinde
zevalden sonra cumayı kılmadan sefere çıkmanın mekruh olması, daha önce vacip
olmamakla ve huttabın cumaya gitmekle tevcih etmesiyle ta'lil edilmiştir.
Ben
derim ki: Cumaya gitmiş olsa arkadaşları kendisini bırakacak ve yalnız başına da
gidemeyecekse bu durumun istisna edilmesi gerekir.
«"Köylü"
tabiri ile musannıf mukim olan kimseyi kasdetmiştir. Yolcuyu ondan sonra
zikretmiştir. Nehir'in ifadesinin bir misli de Feyzu'l-Kadîr'dedir. Ondan sonra
Feyzu'l - Kadîr'de metnin ibaresi söylenmiştir» ifadesiyle (zaif olduğuna işaret
edilerek) nakledilmiştir. Münye şerhinin tam ibaresi şöyledir: «Bir köylü cuma
günü şehre girerse cuma vaktine kadar kalmaya niyet ettiği takdirde cumayı
kılması lâzım gelir. Cuma vakti girmeden oradan çıkmaya niyet ederse cuma
kılması lâzım gelmez. Ama vakti girdikten sonra çıkmaya niyet ederse cumayı
kılması lâzım gelir. Fâkih Ebu'l - Leys, lâzım gelmediğini söylemiştir. Kâdıhan
bu kavli tercih etmiştir.»
METİN
Mekke
gibi kılıçla fethedilen yerde imam hutbeyi kılıçla okur. Medine gibi kılıçla
fethedilmeyen yerde ise kılıca lüzum yoktur. El Hâvi'l - Kudsî adlı eserde beyan
olunduğuna göre müezzinler ezanı bitirince imam kılıcı sol eline alarak ayağa
kalkar ve kılıca dayanır. Hülâsa'da ise «yay veya sopa üzerine dayanması
mekruhtur» denilmektedir.
F
E R İ M E S E L E : Bir kimse yemek yerken ezanı işitse cumayı veya bir farz
namazı kaçıracağından korkarsa yemeği bırakır; cemaatı kaçıracağından korkarsa
yemeği bırakmaz.
Bir
köylü hem cumayı hem kendi ihtiyaçlarını kastederek seî yaparsa, (yola çıkarsa)
daha ziyade cuma kılmak maksadıyle çıktığı takdirde cumaya seî sevabı kazanır.
Bundan anlarsın ki, bir kimse ibadetine başka şeyi ortak ederse itibar fazla
olanadır. Efdal olan, cumadan sonra saçını tıraş etmek ve tırnak kesmektir. İmam
hutbeye başlamadıkça ve kimseye eziyet vermemek şartıyla safların üzerinden
adımlamakta beis yoktur. Meğer ki önündeki aralıktan başka bir yer bulamaya. Bu
takdirde zaruretten dolayı orayâ geçer. Dilenmek için geçmek herhalde mekruhtur.
İZAH
Kılıçla
hutbe okumaktan maksat kılıcı çekerek okumaktır. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir. Havi'den aşağıda nakledilen ibarenin zâhiri buna muhalif ise de
Nehir sahibi «maksat kılıcı çekerek tutmaktır» diyerek iki kavlin arasını
bulmuştur. Kılıçla hutbe okumanın hikmeti; o beldenin kılıçla fethedildiğini
cemaata göstermek ve «islâmdan dönerseniz bu alet müslümanların elinde bâkîdir.
Tekrar islâma dönünceye kadar sizinle çarpışırlar» demektir. Dürer.
Mekke
kılıçla fethedilmiştir. Nitekim Ebû Hanîfe, Malik ve Evzâi buna kaildirler. İmam
Şafiî, Ahmed ve bir taife sulh yolu ile fethedildiğini söylemişlerdir. Bunu
Kutbî'nin Mekke tarihinden şeyh İsmail nakletmiştir. Medine ise Kur'an'la
fethedilmiştir. İmdâd.
Hülâsa'da
«yay veya sopa üzerine dayanması mekruhtur» denilmiştir. Hılye sahibi bu sözü
müşkilsaymış; Ebû Davud'un rivayetinde Peygamber (s.a.v.)'in bir deyneğe veya
yay üzerine dayanarak hutbe okumaya kalktığını söylemiştir. Kuhistanî'nin
Muhit'den naklettiğine göre ayağa kalkmak gibi eline sopa almak da sünnettir.
Yemek
yerken ezanı işiten kimse cumayı veya bir farzı kaçıracağından korkarsa yemeği
terkeder. Bunu Tatarhâhiye sahibi Fetevâ-i Ebü'l -Leys'e nisbet etmiştir. Sonra
cumanın kaçırılması imamın selâm vermesiyledir. Farz namazın kaçırılması ise
cemaatı kaçırmakla değil, vaktinin çıkmasıyledir. Çünkü o namazı yalnız başına
kılması mümkündür. Canının çektiği yemeğin lezzetinin kaçacağından korkmak
evvelce bâbında geçtiği vecihle cemaatı terk için özürdür. Lâkin bu yukarıda
geçen «İlk ezanla cumaya gitmek ve alış - verişi terketmek vaciptir» sözünün
karşısında müşkil kalır. Cuma için alış - verişi terketmekten maksat, sa'ye
aykırı düşen her ameldir.
Cumaya
seî sevabını kazanan kimse herhalde namazın sevabına da nail olur. T.
İbadete
başka bir şeyi ortak koşmak hem ticaret hem hac için sefer etmek, hem farzı
ıskat hem de halkın dilinden kurtulmak için namaz kılmak gibi şeylerle olur ki.
bunlar sırf Allah rızası için yapılmış sayılmazlar. itibar fazla olanadır.
Zâhire bakılırsa bundan murad; ibadet kasdiyle yapılan fazla ameldir. Çünkü
«daha ziyade cuma kılmak maksadıyle çıktığı takdirde cumaya seî sevabı kazanır»
demesinden anlaşılıyor ki. daha ziyade hâcetini görmek maksadıyle çıkar veya her
iki maksat müsavi olursa sevap yoktur. Bu tafsilatı imam Gazâlî ve Şâfiîlerin
diğer uleması benimsemişlerdir. Şâfiîlerden İzzettin bin Abdü's - Selâm ise
mutlak surette sevap olmayacağını tercih etmiştir. Bunun beyanı inşallah haram -
helâl bahsinde gelecektir.
«Efdal
olan, cumadan sonra saçını tıraş etmek ve tırnak kesmektir» Tatarhaniye'de şöyle
denilmiştir: «Cuma günü namazdan evvel tırnak kesmek ve bıyık tıraş etmek
mekruhtur. Çünkü bunda hac mânâsı vardır. Hac bitmeden bunlar meşru değildir.»
Bu hususta sözün tamamı, tırnakların nasıl kesileceği ve gerek manzum gerekse
mensur olarak söylenen sözler inşallah haram-helâl bahsinde gelecektir.
«Kimseye
eziyet vermemek» başkasının elbisesine veya bedenine basmamakla olur. Zira hutbe
okunurken safların üzerinden adımlamak haram bir iştir. Eziyet vermek de
öyledir. Hatibe yaklaşmak ise müstehaptır. Haramı terketmek, müstehabı
işlemekten önce gelir. Onun içindir ki Peygamber (s.a.v.) birinin cemaatın
üzerinden adımladığını ve «yer açın» dediğini görünce "otur! sen eziyet verdin!"
buyurmuştur. Tirmizi'nin Muaz bin Enesü'l-Cühenî'den rivayet ettiği hadisin
yorumu da budur. Muaz (r.a) şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.) "Her kim cuma
günü cemaatın üzerinden adımlarsa cehenneme bir köprü kurmuş olur." buyurdular.»
Münye şerhi.
«Dilenmek
için geçmek herhalde mekruhtur.» Nehir'de şöyle denilmiştir: «Muhtar olan kavil
şudur ki, dilenci namaz kılanın önünde dilenmez; cemaatın üzerinden adımlamaz ve
ısrarla istemez de yalnız zaruri bir şeyde ısrar ederse dilenmekte ve vermekte
bir beis yoktur.» Bazzâziye'de de bunun misli sözler vardır. Orada şöyle
denilmektedir: «Şayet bu zikredilen sıfatta olmazlarsa vermek caiz değildir.
İmam ebu'n Nasru'l - lyâzi "Bunları mescidden çıkaranı Allah'ın
afvedeceğiniumarım"demiştir. İmam Halef bin Eyub'un "Ben kadı olsam bunlara
sadaka verenlerin şehadetini kabul etmezdim." dediği rivayet 'olunur.» Zekat
verilecek yerler bâbında geleceği vecihle fiilen veya kazanan sağlam kimse gibi
kuvvetli ve bir günlük yiyeceğini çıkaran kimsenin dilenmesi helal değildir.
Onun halini bilip de kendisine sadaka veren de günahkar olur. Çünkü harama
yardım etmiştir.
METİN
Peygamber
(s.a.v.)'e "cuma günü icabet saatının ne olduğu" sorutmuştur da; «imamın
oturmasıyle namazın tamam olması arasıdır,» buyurmuştur. Sahih olan da budur.
Bazıları ikindi vakti olduğunu söylemişlerdir. Ulema bunu tercih etmişlerdir.
Nitekim Tatarhâniye'de beyan olunmuştur. Aynı eserde şu da vardır: Ulemadan
birine "Cuma akşamı mı daha fazîletlidir; yoksa cuma günü mü?" diye sorulmuş da
"cuma günüdür" diye cevap vermiştir. Eşbah'ın ahkâmat bahsinde beyan edildiğine
göre cuma gününe mahsus olan şeylerden biri de o günde sure-i kehfin
okunmasıdır. Bunun. «sırf o günde oruç tutmak ve sırf o gecede namaz kılmak
mekruhtur.» cümlesi üzerine atıf edildiğini anlayan vehim etmiştir. Ruhlar cuma
gününde toplanır; kabirler o gün ziyaret edilir ve meyyit kabir azabından
emniyette olur. Cuma günü veya gecesi ölen kimse de kabir azabından emin olur.
Cuma günü cehennem kızdırılmaz; cennetlikler Rab'larını o gün ziyaret ederler.
İZAH
Sahihayn'da
ve diğer hadis kitaplarında sabit olduğuna göre Peygamber (s.a.v.); «Cuma
gününde bir saat vardır ki, kalkıp namaz kılan bir müslüman o saata rastlayarak
Allah Teâlâ'dan bir şey isterse mutlaka verir» buyurmuşlardır. Bu saat hakkında
birkaç kavil vardır ki en sahihi veya en sahihlerinden biri imamın minber
üzerinde oturmasından namaz bitinceye kadar olduğunu bildirendir. Nitekim bu
kavil Müslim'in sahihinde Peygamber (s.a.v.) den hadis olarak da sabittir.
Hılye.
Mi'rac'da
«Binaenaleyh dili ile değil, kalbi ile dua etmesi sünnettir. Çünkü susmakla
memurdur.» deniliyor. Başka bir hadiste icabet saatının cuma gününün son anı
olduğu bildirilmiştir. Bu hadisi Hâkim ve diğer hadis uleması sahihlemişlerdir.
Hâkim «Bu hadis Şeyhayn'ın şartı üzeredir.» demiştir. İhtimal ulemanın muradı da
budur. Tahtavî'nin Zerkâni'den nakline göre bu iki kavil bu husustaki kırkiki
kavlin içinden sahih kabul edilmişlerdir. Ve icabet saatı bu iki vakit arasında
devretmektedir. Binaenaleyh bu vakitlerde dua etmek gerekir. Sonra anlaşılıyor
ki icabet saati az bir zaman olup vakti her beldeye ve her hatibe göre değişir.
Çünkü bir yerde gündüz iken başka yerde gece olur. Keza bir yerde öğle iken
başka yerde ikindi olur. Allah'u âlem.
Sure-i
Kehf hem cuma gecesi hem de cuma günü okunmalıdır. Efdal olan, hayra acele etmek
ve ihmalden kaçınmak için onu o gece ile o günün evvellerinde defalarca
okumaktır. Zira sahih olan bir hadisde: «İlk okuduğu sure-i kehf o kimse için
iki Cuma arasında nur saçar.» buyurulmuştur. Dârimi'nin rivayetinde «ikinci
okuduğu ise o kimse ile Kâbe arasında nur saçar.» denilmiştir. İbn-i Hacer. Sırf
cuma gününde oruç tutmak mekruhtur. Mutemet kavil budur. Vaktiyle bu
emirolunmuştur. Sonra yasaklandı. T.
Sure-i
kehf okumayı bu oruç meselesi üzerine ma'tuf zanneden vehim etmiştir. Nasıl ki
Hamavî'ye Hâşiye yazan zât böyle yapmıştır, Bu vehmin yeri bilinsin ve ibarenin
faydaları tamamıyle anlaşılsın diye biz onun ibaresîni olduğu gibi naklediyoruz.
Velev ki söylediklerinin bazıları evvelce anlattıklarımızdan anlaşılmış olsun.
İbare şudur: «Cuma gününün kendine mahsus hükümleri: Cuma namazı kılmak, bu
namaz için cemaatın şart olması, cemaatın imamdan maada üç kişi olması, cumaya
mahsus olan sureyi okumak. cumadan evvel şartı varken yola çıkmanın haram
kılınması, cuma için yıkanmanın, koku sürünmenin güzel elbise giymenin, tırnak
kesmenin ve saç tıraş etmenin sünnet olması - ancak tırnak ve saç meselesinin
cumadan sonraya bırakılmasının efdal olması - mescidin buhurlanması, mescide
erken gidilmesi ve hatip minbere çıkıncaya kadar orada ibadetle meşgul olunması
gibi şeylerdir. Cumayı serinlik vaktine geciktirmek sünnet değildir. Sırf cuma
gününde oruç tutmak ve sırf cuma gecesinde nafile namaz kılmak mekruhtur. Cuma
gününde sure-i kehf okumak da ona mahsus hükümlerden olduğu gibi imam ebu
Yusuf'un sahih kabul edilen mutemet kavline göre güneşin tam gökyüzünün
ortasında bulunduğu istiva zamanında nafile kılmanın mekruh olmaması da ona
mahsus hükümlerdendir. Cuma günü haftanın en hayırlı günü ve bayramıdır. İcabet
saatı ondadır. Ruhlar o gün toplanırlar; kabirler o gün ziyaret olunurlar.
Meyyit cuma günü azab olunmaktan emniyettedir. Cuma günü veya gecesi ölen kimse
kabrin fitnesinden ve azabından emin olur. Cuma günü cehennem kızdırılmaz. Adem
aleyhisselâm cuma günü yaradılmış, cuma günü cennetten çıkarılmıştır.
Cennetlikler Rab'ları Teâlâ hazretlerim cuma günü ziyaret ederler,» H.
Ben
derim ki: Cuma namazını serinlik vaktine geciktirmenin sünnet olmadığı cumhur
ulemanın kavli olduğunu biz namaz vakitleri bâbında izah etmiş, o gün istiva
zamanında nafile kılmak mekruhtur diyen İmam-ı A'zam kavlinin tercih edildiğini
de bildirmiştik.
Meyyit
cuma günü kabir azabından vareste olur. Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat'a göre kabir
azabı hak, münker - nekir adlı meleklerin suali ve kabrin sıkıştırılması haktır.
Lâkin ölen kimse kâfir ise onun azabı kıyamet gününe kadar devam eder. Ondan
cuma günü ve ramazan ayı kaldırılır. Ve eti ruhuna, ruhu cismine bitişik olarak
azab edilir, Cesedi ile birlikte ruhu da elem duyar, velev ki cesedin dışında
olsun, İtaatkar mümin ise azap görmez. Onu kabir yalnız bir defa sıkıştırır.
Onun dehşet ve korkusunu duyar. Asi mümin azap görür. Onu kabir de sıkar. Ancak
azabı cuma günü ve cuma gecesi kesilir; bir daha tekerrür etmez. Şayet cuma günü
veya gecesi ölürse azabı bir saat ve bir kabir sıkmasından ibaret olur. Sonra
kesilir. Hanefî Ebu'l Muîn Nesefî'nin «el Mutekadât» adlı eserinde böyle
denilmiştir, Bu satırlar kısaltılarak Hamavî'nin hâşiyesinden alınmıştır.
Cennetliklerin
Allah Teâlâ'yı ziyaretlerinden murad; Allah'ı görmeleridir. Bu ifade bazı
şahıslara bakaraktır. Bazıları Cenab-ı Hak'kı bir haftadan daha az bazıları daha
çok zamanda göreceklerdir. Hatta ulemadan bir takımları «Kadınlar Cenab-ı Hak'kı
ancak bayram günleri ile umumi tecelli zamanlarında görürler.» demişlerdir.
Meselenin tamamı Tahtavi'dedir. Allah Teâlâ'dan bizi decemalini görenler
zümresine katmasını niyaz eyleriz. Âmin.