MALIN
ZEKÂTI
METİN
Bu
terkipteki "elif lam" ahit içindir.
Bu
hususta vârid olan, «Mallarınızın onda birinin dörtte birini verin!» hadisinden
murad, otlak hayvanlarından başka mallardır. Otlak hayvanlarının zekâtı bu
miktarla sınırlandırılmış değildir. Altının nisabı, 20 miskal; gümüşün nisabı,
her on dirhemi yedi miskal hesabından 200 dirhemdir. Bir dinar (altın) 20 kırat,
bir dirhem (gümüş) 14 kırattır. Kırat, beş arpa büyüklüğüdür. Şu halde şer'î
dirhem 70 arpa, miskal ise 100 arpa miktarı olur. Bir miskal, bir dirhem ile bir
dirhemin yedide üçüdür.
«Bu
terkipdeki "Elif lâm" ahit içindir» sözü, mukadder bir sualin cevabıdır. Sual
şudur: "Mal" kelimesi, mal olarak edinilen her şeyin ismidir. Binaenaleyh otlak
hayvanlarına da şâmildir. Şârih bu suale cevap olarak hadisten, otlak
hayvanlarından başka mallar kastedildiğini bildirmiştir. Nehir sahibi diyor ki:
«Bu cevapla "Mal, bizim örfümüzde parayla eşya mânâsında kullanılır"; sözüne
ayrıca cevap vermeye hâcet kalmamıştır.»
Ben
derim ki: Birinci cevabı Zeyleî zikretmiş; Dürer sahibi de ona tâbi olmuştur.
Nehir sahibinin söylediği ikinci cevabı Fetih sahibi zikretmiş; Bahır sahibi de
ona tâbi olmuştur. Bana, ikincisi daha güzel gibi geliyor. Çünkü zihnin, örfen
anlaşılan bir şeye kaçması, hadiste zikredilen bir şeyi anlamasından daha
yakındır.
«Bu
miktarla sınırlandırılmış değildir.» Yani onda birin dörtte biriyle takdir
edilmemiştir.
«Altının
nisabı yirmi miskaldir.» Bundan aşağısında zekât yoktur. Velev ki iki veznin
arasına girecek pek az bir noksanlık olsun. Çünkü nisabın tam olup olmadığında
şüphe vardır. Bu şüphe ile onun olduğuna hükmedilemez. Bahır.
Miskal:
lügatta, az olsun çok olsun kendisiyle ölçülen şeydir. Örfdeki mânâsı ileride
gelecektir. T.
Gümüşün
nisabı, her on dirhemi yedi miskal hesabından 200 dirhemdir. Mâlûmun olsun ki
Hz. Ömer (r.a.) zamanında dirhemler muhtelif idi.
Bazısı
on miskal ağırlığında on dirhem, bazısı altı miskal ağırlığında on dirhem,
bazısı da beş miskal ağırlığında on dirhem idi. Ömer (r.a.), alış verişte
kavgaya sebep olmasın diye, her nev'in üçte birini aldı. On'un üçte biri; 3
bütün 1 taksim 3 (3 1/3) altı'nın üçte biri iki; beşin üçte biri bir dirhem iki
taksim üçtür. Bunların mecmuu yedi eder. İstersen dirhemlerin hepsini bir yere
topla, bunların mecmuu 21 eder. 21 'in üçte biri yedidir. Bundan dolayı
dirhemler yedi vezin ağırlığında on olmuşlardır. Bu hesap her şeyde hattâ
zekâtta, hırsızlık nisabında, mehirde ve diyet takdirinde geçerlidir. Bunu
Mineh'den naklen Tahtâvî bildirmiştir. Lâkin Dürer'e uyarak, «Beşin üçte biri
bir bütün iki taksim üç (1 2/3) dirhem dir.» sözü yanlıştır. Doğrusu «(1 2/3)
miskaldir.» şeklinde olacaktır. Dinar dahi miskaldir. Nitekim Zeyleî ile diğer
kitaplarda beyan edilmiştir.
Fetih
sahibi diyor ki: «Zâhire göre miskal, onunla sınırlandırılan şeyin ismidir.
Dinar dahi altın olması kaydıyla onunla sınırlandırılan şeyin adıdır. Hâsılı
dinar, miskal ile sınırlandırılmış madrub altın parçasıdır. Miskalle
'birleşmesi, vezin yönündendir. Bir dirhem 14 kırattın Şu halde 200 dirhem2800
kırat olur. Bilmelisin ki, bu şer'î dirhemdir. Örfî dirhem ise 16 kırattır.
Frenk Riyali'nin ağırlığı, örfî dirhemlerle dokuz dirhem bir kırat; şer'î
dirhemlerle on dirhem beş kırat eder. Bu, 145 kırattır. Binâenaleyh riyal
hesabıyla nisap 19 riyal üç dirhem ve üç kırattır. T.
Bunda
bir parça ziyadelik vardır, ibaresindeki yanlışlığı da düzeltmek gerekir. Bu
sözün muktezası, örfî dirhemin şer'î dirhemden büyük olmasıdır. İmam Surûci Gâye
adlı eserinde, «Mısırın Dirhemi, 64 arpa tanesidir. O zekât dirheminden büyük
olup nisabı 182 tanedir» diyerek açıklamıştır. Lâkin Fetih sahibi bunu
eleştirerek, daha büyük değil daha küçük olduğunu söylemiştir. Çünkü zekât
dirhemi 70 arpadır. Mısırın Dirhemi ise 64 arpadan fazla değildir. Çünkü bu
dirhemin dörtte biri, dört harib çekirdeği ile sınırlandırılmıştır. Bir harib
çekirdeği, orta büyüklükte dört buğday tanesi eder.
Ben
derim ki: Zâhire bakılırsa, Surûci'nin sözü kıratı dört buğday tanesiyle takdir
ettiğine göredir. Nitekim şimdi meşhur olan da budur. Şer'î dirhem 14 kırat
olunca, 56 buğday tanesi eder. Ve dirhem ondan daha büyük olur. Lâkin şer'î
dirhemin kıratında muteber olan beş buğday tanesidir. Örfî dirhemin kıratı böyle
değildir. Bazı hâşiye yazarlarının beyanına göre, bugün dirhem Mekke, Medine ve
Hicaz'da ma'ruf olandır -ki bizim örfümüz de buna kafle derler - . Bu dirhem 16
harib çekirdeğinden ibarettir. Her çekirdek dört arpa veya dört buğday tanesi
miktarıdır. Çünkü biz orta bir arpa tanesiyle orta buğday tanesini ölçtük. Her
ikisi müsavi çıktılar. Bugün bizim örfümüzde kırat, harib çekirdeğidir. Şu halde
örfî dirhem 64 arpa eder ve şer'î dirhemden altı arpa tanesi daha eksiktir.
Bugün mâlûm olan miskal, 24 harib çekirdeğidir. Bu, 96 arpa eder ve şer'î
miskalden dört arpa tanesi eksiktir. Demek oluyor ki 200 şer'î dirhem, 218 kafle
ve bir kaflenin dörtte üçüdür. Bunun zekâtı, beş örfî dirhem yedi buçuk hurma
çekirdeği eder. Yirmi miskali şer'î; 21 örfü miskalden dört hurma çekirdeği
noksandır. Bunun zekâtı 12,5 hurma çekirdeği miktarı eder. Hâşiye yazarının
söylediği, «örfî miskal 96 arpadır» sözü, Şârih'in Mülteka şerhi'nde söylediğine
muvafıktır. Orada, «şimdi Mısır'da miskal bir buçuk dirhemdir.» denilmiştir.
Rahmetî'nin
Medine-i Münevvere Müftüsü Seyyid Muhammed Esâd'-dan naklen bildirdiğine göre.
Muhammed Esâd birçok eski dinarlara tesadüf etmiş. Bunların bazısı Benî
Ümeyye'nin, bazısı 79 tarihinde Benî Abbas'ın hilâfeti zamanında; kimisi 83
tarihinde Abdülmelîk bin Mervan" ın, kimisi de 173 tarihinde Hârunu Reşid'in
hilâfeti zamanında basılmış. İçlerinde 181 tarihinde basılanlar olduğu gibi,
Me'mun zamanında basılanlar da varmış. Bundan önce ve sonra basılanlara da
rastlamış ve hepsi vezin itibariyle müsavi imiş. Her dinar Medine dirhemiyle bir
dirhem bir çeyrek vezninde imiş. Her dirhem 16 kırat, her kırat dört buğday
tanesi miktarında imiş.
Ben
derim ki: Bu Şârih'in «şer'î dinar 20 kırattır» sözüne muvafıktır. Lâkin bir
kıratın dört buğday tanesi olmasını gerektirmesi yönünden ona aykırıdır. O'na
göre miskal de 80 buğday tanesidir. Halbuki Şâfiîler'le Hanbelîler'in
kitaplarında beyan edildiğine göre, zekât dirhemi altı dânaktır. Bir dânak,
sekiz arpa tanesiyle bir tanenin beşte biridir. Dirhem 50 tane ile bir tanenin
beşte biri; miskal de orta büyüklükte, kabuğu soyulmamış ve iki tarafından
kılçığı kırılmış ince ve uzun 72 arpadır Bu ölçü cahiliyet ve İslâm devirlerinde
değişmemiştir. Bundan her ne zaman onda birininüçü eksik olursa dirhem olur.
Dirhemin üzerine yedide üçü ziyade edilirse miskal olur.
Ben
derim ki: Bu izaha göre bir dirhem 12 kırat eder. Her kırat yarım dânak, dört
arpa tanesi ve bir tanenin beşte biridir. Miskal de 17 kırat, iki arpa
tanesidir. Çünkü onların takdirine göre dirhemin yedide üçü 21 arpa tanesi ile
bir tanenin beşte üçüdür. Dirhem üzerine bu miktar - ki 50 tane ile bir tanenin
beşte biridir- ziyade edilince 72 tane eder. Sekbü'l-Enhûr adlı eserde, çeşitli
ıstılahlara binaen kırat ve dirhemin tahdîdi hususunda birçok kaviller
zikredilmiştir. Maksat, şer'î dirhemin tahdîdidir. Bu bâbdaki ihtilâfı gördün.
Bize göre meşhur olan kavil Şârih'in söylediğidir.
Sonra
şunu da bil ki, bu zamanda muamele gören dirhem ve dinarlar (altın ve gümüş
paralar) vezin ve kıymet itibariyle pek çok muhtelif nev'îlere ayrılırlar. Halk
bunların veznini bilmeksizin sayı itibariyle onlarla muamele yaparlar.
Zekâtlarını da sayı itîbariyle verirler. Çünkü vezin itibariyle bunların zaptı
güçtür. Bilhassa borçları olan kimse için çok güçtür. Zira vezni daha ağır
olanla takdir etse, büyük bir miktar tutar; ancak hafif olanla takdir etse,
bundan daha aşağı olur. Bu sebeple her 40 kuruşta bir kuruş, 200 kuruşta beş
kuruş zekât verirler. Halbuki bunlarda vâcip olan, yukarıda geçtiği vecihle
vezindir; ilerde de gelecektir. Binaenaleyh zekât olarak verdiği ağır kuruşlar
veya ağır altın cinsinden olmalıdır ki sayı hesabıyla verdikleri, onda birinin
dörtte birinden daha az olmasın ve borcundan yüzde yüz kurtulduğunu bilsin.
Yalnız hafif vezinliden veya ağır vezinli olanla karışıktan verirse böyle
değildir. Çünkü malının onda birinin dörtte birini bulmayabilir. Meğer ki bütün
malı hafif cinsten olsun. Ekseriyetle mal sahipleri bundan gafildirler, buna
dikkat edilmelidir!
METİN
Bazıları:
«her beldede ora halkının vezniyle fetva verilir» demişlerdir. Biz bunu
alışveriş bahsinin dağınık meselelerinde tahkik edeceğiz. Muteber olan altınla
gümüşün hem eda hem vücup yönünden vezinleridir. Kıymetleri değildir.
Darbedilmiş altınla gümüşte ve işlenenlerinde - velev ki külçe veya ziynet olsun
- kullanılması mübah veya haram olsun, mutlak surette hattâ ziynet ve nafaka
için bile olsalar onda birin dörtte birini vermek lâzım gelir. Çünkü altınla
gümüş kıymet olarak yaratılmışlardır. Binaenaleyh nasıl olursa olsunlar
zekâtlarını vermek gerekir. Kıymeti altın veya darbedilmiş gümüşten nisabı
dolduran ticaret eşyasında altınla gümüş birbirlerine müsavi oldukları takdirde
ikisinden biri ile kıymet biçerek eşyanın kıymeti verilir.(Müsavi değil de biri
daha fazla geçerli ise, onunla kıymetlendirmek taayyün eder. Birinden kıymet
biçildiği takdirde nisabı doldurur da ötekinden kıymet biçilince doldurmazsa,
nisabı dolduran ile kıymet biçmek taayyün eder. Biri ile kıymet biçildikte
nisabı doldurur ve beşte bir artar, diğeri ile kıymetlendirildikte daha az
olursa, fakir için daha faydalı olanla kıymet biçilir. Sirâc.
«Darbedilmiş
gümüşten» sözü, kıymet biçmenin ancak darbedilmiş olanıyla yapılacağını ifade
eder. Bu, örf ile amel etmiş olmak içindir. Burada ticaret malından murad, para
olmayan şeylerdir. Haraç arzisinde ve benzerinde niyetin sahih olmaması,
yukarıda arz ettiğimiz vecihle mâni bulunduğundandır. Yoksa arazi eşyadan
sayılmadığı için değildir. Dikkatli ol!
İZAH
«Bazıları
her beldede ora halkının vezniyle fetva verilir demişlerdir.»
Valvalciye
sahibi kesinlikle buna kâil olmuş; Hulâsa'da bu söz İbn-i Fadıl'a nispet
edilmiş; Serahsi dahi bununla amel etmiştir. Mücteba, Cem'un-Nevâzil, Uyûn,
Mi'râc, Hâniyye ve Fetih'te bu kavil benimsenmiştir. Fetih'te bundan sonra şöyle
denilmiştir: «Ancak ben diyorum ki bunun Peygamber (s.a.v.) zamanındaki vezinden
daha az olmamakla kayıtlanması gerekir. Bundan murad, beş dirhem ağırlığındaki
onluktur.» Bu satırlar kısaltılarak Bahır'dan alınmıştır. Nehir'de Sirâc'dan
naklen şu cümleler ziyade edilmiştir: «Ancak dirhemin 14 kırat olması pek çok
fukahanın ve cumhurun kavlidir. Gelmiş geçmiş bütün fukahanın kitapları buna
göre yazılmıştır» Şârih «biz bunu alışveriş bahsinde tahkik edeceğiz» diyorsa da
orada, yaptığı tahkik zekâta müteallik değil, akitlere aittir. Akitte dirhem
ismi geçerse, örfî dirhem anlaşılır. Bu sözü vâkif mutlak olarak söylerse yine
hüküm budur. H.
«Muteber
olan hem eda hem vücup yönünden vezinleridir.» Yani eda yönünden muteber olan,
vezin yönünden vâcip miktarıdır. Bu, İmam-ı Âzam'la Ebû Yusuf'a göredir. İmam
Züfer'e göre muteber olan kıymettir. İman Muhammed, fakir için hangisi daha
faydalıysa onu muteber tutmuştur. Şu halde bir kimse iyi cinsten beş dirhem
yerine, kıymeti dört dirhem olan bozuk beş dirhem verse, şeyhayn'a göre caiz
fakat mekruhtur. İmam Muhammed'le Züfer'e göre fazlayı vermedikçe caiz değildir.
Beş kötü dirhem kıymetinde iyi cinsten dört dirhem verse, yalnız İmam Züfer'e
göre caiz olur. Bir kimsenin 200 dirhem ağılığında ve 300 dirhem kıymetinde
gümüşten bir ibriği bulunur da onun aynından beş dirhem verirse, söz yoktur.
Başkasından verirse şeyhayn'a göre caiz; İmam Muhammed'le Züfer'e göre caiz
değildir. Meğer ki fazlalığı vermiş olsun. Başka cinsten verirse kıymet itibar
edileceği hususunda ulemamız ittifak etmişlerdir. Hattâ kaptan ayrı olarak beş
dirhem kıymetinde altın verse, hiçbirine göre caiz olmaz; çünkü
karşılaştırılınca, iyiliği, cinsinin muhalifiyle kıymetlendirilir. Kıymeti
verirse, hak edilen miktarın yerine geçer. Mi'râc'da böyle denilmiştir. Nehir.
Vücup
yönünden muteber olan da vezin itibariyle nisabı doldurmalarıdır. Nehir. Hattâ
bir kimsenin on miskal ağırlığında altından veya 100 dirhem ağırlığında gümüşten
bir ibriği olur da işçilik kıymeti 20 dirhem tutarsa, yahut 200 dirhemi bulursa,
bunlarda bilittifak hiçbir şey vermek vâcip olmaz.
«Darbedilmiş»
tabirinden murad, para haline getirilmiş altın ve gümüşlerdir. İşlenmişinden
murad da, kılıç kabzası, kemer kantarına, eğer, mushaf ve kabkacak tezhîbi gibi
şeylerdir ki, eritince oldukları yerden boşanırlar. Bahır.
Külçe,
eritilmemiş altın ve gümüş demektir. Bunu Bahır sahibi Ziyâ'dan nakletmiştir.
Onun için Halebî, «Bu meseleyi burada zikretmesi doğru değildir. Çünkü külçeye
darbedilmiş denilemediği gibi, işlenmiş de denilemez.» Bunu «mutlak surette,
sözünden sonra zikretmeliydi» demiştir. Kenz'in ibaresi böyle değildir. O, «iki
yüz dirhemle 20 dinarda onda, birin dörtte birini vermek vâcip olur, velev ki,
külçe halinde olsun» demiştir ki, külçe üst tarafta zikrettiğinde dahildir.
Kullanılması
erkeklere haram olan şeye miskal altın yüzüktür. Kaplar ise mutlak surette
haramdır. Velev ki gümüşten olsun. şârih'in "nafaka için bile olsa" sözü, İbn-i
Melek'in ifadesine aykırıdır. O, zekât bahsinin başında arz ettiğimiz vecihle,
«Altın gümüş aslî hacetleriyle meşgul olursa onlarda zekât yoktur» demiştir.
Oraya müracaat edebilirsin H.
(Ticaret
eşyasına Araplar "arz" derler.) «Burada ticaret malından murad, para olmayan
şeylerdir.» El-Muğrib'de böyle tefsir edilmiştir. Bahır sahibi bunu
Ziyâü'l-Halûm'dan nakletmiştir. Dürer'de ise, «Râ'nın sükûnu ile arz, ölçüye
tartıya girmeyen hayvan ve akar da olmayan şeydir.» Sıhâh'da da böyle
denilmiştir. Râ'nın fetvası ile (araz) ise, dünya malı demektir ve bütün mallara
şâmildir. Burada onun bir vechi yoktur; çünkü bu kelime, altınla gümüş
mukabilinde kullanılmıştır, deniliyor. Yani Dürer sahibi burada araz murad
değildir. Çünkü o, bütün mallara Şâmildi. Halbuki altınla gümüş onda dahil
değildir. Buna karine, araz kelimesinin altınla gümüş mukabilinde
zikredilmesidir. Binaenaleyh "arz" okunması icabeder; demek istiyor. Lâkin
Sıhah'daki tarife göre hayvanlarla, ölçülen tartılan şeyler onun şümûlinden
hariçtir. Halbuki niyet edilirse, onlar da ticaret malında dahildirler. Onun
için kitabımızın Şârihi. «Burada ticaret malından murad, para olmayan şeylerdir»
demiştir.
«Haraç
arazisinde niyetin sahih olmaması, mâni bulunduğundandır.
Bu
cümle Zeyleî'nin itirazına cevaptır. Zeyleî, «Haraç arazisinde zekât vâcip
değildir. Velev ki satın alırken ticareti niyet etsin. Halbuki o da
arazlardandır» demiştir. Bunun cevabı sâime bâbından az önce geçen şu sözdür:
«Esasen altın, gümüş ve otlak hayvanlarından başka mallarda ticaret niyeti
olursa iki defa zekât vermeye müeddî bir mâni bulmamak şartı ile zekât verilir.»
«Yoksa arazi eşyadan sayılmadığı için değildir» cümlesi, Dürer sahibine red
cevabıdır. O, Zeyleî'nin itirazına, «yer araz değildir» diye cevap vermişti.
Bahır sahibi diyor ki: «Bu söz reddedilir. Çünkü biliyorsun arazın burada doğru
tefsiri, para olmayan şeydir.» Zeyleî şöyle de itiraz etmişti: «Bir kimse öşür
arazisi satın alır da eker; yahut ticaret için tohum alır da ekerse öşür vâcip
olur. Zekât vâcip olmaz. Zira öşürle zekât bir yere gelmez.» Buna da Şârih'in
dediği gibi «mâni vardır» diye cevap verilir. Dürer'de ve ona tebean Bahır'da
şöyle cevap verilmiştir: «Tohumda zekât vâcip olmaması, ancak ekildikten sonra
meydana gelmiştir. Bu zarar etmez. Çünkü evvelce geçtiği vecihle ticaret için
satın alınan kölede mücerret hizmeti niyet etmek zekâtın vâcip olmasını ıskat
ederse, niyetten daha kuvvetli olan tasarrufun ıskât etmesi evleviyette kalır.»
«Biri
daha geçerli ise onunla kıymet biçmek taayyün eder.» Yani geçerli olan nisabı
dolduruyorsa, onunla kıymet biçilir. Çünkü Nehir'de Fetih'ten naklen, «Nisabı
dolduran taayyün eder; doldurmayan etmez. Her ikisi de nisabı doldurur da biri
daha geçerli olursa, geçerli olanla kıymet biçmek taayyün eder» denilmiştir.
«Altınla
gümüşten biri ile kıymet biçilir de nisabı doldurur ve beşte bir artarsa...»
cümlesi, Sirâc'dan naklen Nehir'de şöyle izah edilmiştir:
«Eşyayı
dirhemle kıymetlendirdiği takdirde 240 dirhem, altınla kıymetlendirdiği takdirde
23 dinar edecekse, dirhemle kıymetlendirir. Çünkü bu takdirde altı dirhem vermek
icabeder. Dinarlakıymetlendirirse yarım dinar vermesi icabeder ki, bunun kıymeti
beş dirhemdir. Şayet eldeki eşya altınla kıymetlendirildiğinde 24 dinar,
dirhemle kıymetlendirildiğinde 136 dirhem edecekse, dinarla kıymetlendirilir.»
Hidaye'de,
«Her dinar şeriatta on dirhemdir» denilmektedir. Fetih'te bu cümle, «Yani
şeriatta on dirhemle kıymetlendirilir. Evvelleri böyle yapılırdı» diye izah
edilmiştir.
METİN
Her
beşte birde, hesabına göre zekât vardır. Meselâ İmam-ı Âzam'a göre her 40
dirhemde bir dirhem, her dört miskalde iki kırat zekât vardır. Beşte birden,
diğer beşte bire kadar af olup, zekât yoktur. İmameyn, «Artanın hesabına göre
zekâtı vardır» demişlerdir. Küsur meselesi budur. Gümüşü fazla olan maden gümüş,
altını fazla olan altındır. Hangisinin karışık madeni fazla ise ticaret malları
gibi kıymetlendirilir. Ticaret niyet edilirse, niyet şarttır. Meğer ki nisap
miktarını bulan bir parçası veya daha azı ayrılmış olup elinde onu tamamlayacak
eşya veya parası buluna. Yahut kıymet itibariyle en aşağı paradan zekât vâcip
olacak miktarı bulan geçerli kıymette nisapları doldurmuş ola. Bu takdirde
zekatı vacip olur, aksi takdirde vâcip değildir.
İZAH
«Her
beşte birde, nisabına göre zekât vardır.» Yani nisapdan fazlası nisabın beşte
birine varıncaya kadar affedilir. Sonra her beşte birden artan başka beşte bire
varıncaya kadar yine af edilmiştir. Bu meselede imamlarımız arasındaki hilâfın
eseri şurada görülür. Bir kimsenin 205 dirhemi olur da üzerinden iki sene
geçerse, İmam-ı Âzam'a göre on dirhem zekât vermesi lâzım gelir. İmameyn beş
dirhem lâzım geleceğini söylemişlerdir. Çünkü o kimseye ilk sene beş dirhem ile
bir dirhemin sekizde biri vâcip olmuştur. İkinci sene borçtan hâli olarak
sekizde biri noksan kalır. İmam-ı Âzam'a göre küsurda zekât yoktur. Binaenaleyh
ikinci sene nisap tam olarak kalır.
Hilâfın
semeresi bir de şurada görülür: Bir adamın elinde, üzerinden üç sene geçmiş 1000
dirhemi bulunursa, İmam-ı Âzam'a göre ikinci sene 24, üçüncü sene 23 dirhem
vermesi icabeder. İmameyn'e göre ise 24 ile birlikte bir dirhemin 3/8 i, 23 ile
beraber yarım, dörtte bir ve sekizde bir dirhem vermesi lâzım gelir. ilk sene 25
dirhem vermesi icab edeceğinde hilâf yoktur. Sirâc'da böyle denilmiştir. Nehir.
Ben
derim ki: Sirâc'da bunu ben de 1/8 dirhem diye gördüm (bu yanlıştır). Doğrusu,
1/8 dirhemin 1/8'zidir. Nitekim hesap bilen kimseye âşikârdır.
Bunun
izahı şudur: ilk sene verilmesi farz olan miktar 25 dirhem, ikincide 24 dirhem
ile 3/8 dirhemdir. Şu halde üçüncü senede borçtan hâii olarak 950 5/8 dirhem
kalır. 920 dirhemde, bunun onda birinin dördü kadar zekât vardır. Bu, 30'un
23'ünde yarım dirhem ve çeyrektir. 5/8'de ise 1/8'zin 1/8 dirhemi eder. Çünkü
onda birinin dörtte biri budur ve beşin 320 ye nisbeti gibidir. Bu da onun
1/8'nln 1/8'zi ve 5/8'nin onda birinin dörtte biridir. Zira 320'nin 5/8'zi 200
eder. 200'ün onda birinin dörtte biri de beştir. Beşi 320'ye nisbet etmek
1/8'rin 1/8'idir. Çünkü 1/8'zi 40'dır. Kırkın 1/8'zi ise beştir.
TEMBİH:
«Hilâfın eseri şurada da görülür: Bahır ve Nehir'de Muhitten nakledildiğine
göre, iki ziyade birbirine katılmaz. Yani gümüş nisabının ziyadesi, altın
nisabının ziyadesine katılıp da 40 dirhem yahut dört miskal tamamlanmaz, Bu,
İmam-ı Âzam'a göredir. Çünkü ona göre kesirlerde zekât yoktur. İmameyn'e göre
iki ziyade birbirine katılır. Çünkü kesirlerde zekât vardır. Lâkin Rahmetî,
İmameyn'e göre kesirlerde zekât vâcip olduktan sonra, iki ziyadeyi birbirine
katmanın faydası hususunda bir şey demeyip duraklamıştır. Allah'u âlem. Bu
sebepten kitaba hâşiye yazanlardan biri, şeyhi Muhammed Emin'den naklen,
Sürûcî'nin, Muhit'den, hilâfın bunun aksine olduğunu rivayet ettiğini söylemiş.
Bahır'la Nehir'deki ibarenin yanlış olduğunu bildirmiştir.
Ben
derim ki: Muhit'e ben de müracaat ettim ve Sürucî'nin naklettiği gibi olduğunu
gördüm. Bunu Bedâyi sahibi de açıklamıştır.
«Küsur
meselesi budur.» Yani İmam-ı Âzam'a göre beşte biri bulmadıkça kesirlerde zekât
yoktur, dedikleri mesele budur. Bu tâbir, «Küsurdan bir şey alma» hadisinden
alınmıştır. Buna küsur denilmesi, o sayıdaki zekât itibariyledir.
«Gümüşü
fazla olan maden gümüş sayılır.» Çünkü dirhemler biraz maden karışımından hâli
değillerdir. Onları madensiz basmak mümkün değildir. Binaenaleyh madenle gümüş
arasında fasıla, birinin fazla oluşudur. Nehir. Altın da gümüş gibidir. T.
«Ticaret
niyet edilirse niyet şarttır.» Yani ticarete niyet ederse, kıymetine itibar
olunur. Nehir. Sâime bâbından az önce ticaret niyetinin şartlarını arzetmiştik.
«En
aşağı paradan» ibaresini, Bedâyi sahibi "gümüşü fazla olan maden" diye tefsir
etmiştir.
Ben
derim ki; Musannıf zekât vâcip olduğunu tercih ettiğine göre, madenle gümüşü
müsavi diye tefsir etmek gerekir. Musannıf bunu az sonra zikredecektir.
«Bu
takdirde zekâtı vâcip olur.» Yani madeni gümüşünden fazla olan bir malda
ticareti niyet ederse, yahut ticareti niyet etmez, fakat o maldan nisap miktarı
gümüş ayrılırsa veya ayrılmaz fakat geçer kıymetler halinde olup, kıymeti,
nisabı doldurursa, zekât vâcip olur.
«Aksi
takdirde vâcip değildir.» Yani bunlardan bir şey bulunmazsa zekat vâcip olmaz.
Hâsılı içinde nisap miktarı halis gümüş bulunur veya geçer kıymet olursa,
ticareti niyet etsin etmesin zekâtını vermek vâcip olur. Çünkü o malda nisap
miktarı halis gümüş bulunursa, halisin zekâtını vermek icabeder. Nitekim bunu
Cevhere sahibi açıklamıştır. Altınla gümüşün aynı (kendisi) ticaret niyetine
muhtaç değildir. Şumunnî ve diğer kitaplarda böyle denilmiştir. Geçer kıymet
dahi böyledir. Niyetin şart kılınması, bundan başkalarına kalır. Şârih'in
sözünden anlaşılan budur. Bahır ile Nehir'de de böyledir.
Lâkin
Zeyleî'de şöyle denilmektedir: «Madeni gümüşünden fazla olan malda ticareti
niyet ederse, mutlak surette kıymetine itibar olunur. Aksi takdirde, eğer halis
gümüşü yalnız başına yahut başkasına katmakla nisabı doldurursa, onun zekâtını
vermek vâciptir.» Bu sözün ifade ettiği mânâ, gümüşü ayrılsa bile doldurmadıkça
ticareti niyet ettiğinde kıymetin itibara alınmasıdır. Bana, zıddiyet yok gibi
geliyor. Çünkü o madenden nisabı doldurmayan gümüş ayrılınca, zekât yalnız
buhalîs gümüşte vâcip olur. Nitekim Cevhere'den naklen yukarıda geçti. Ancak
ticareti niyet ederse, kıymet itibariyle hepsinde zekât vâcip olur. Zeyleî'nin
sözünü dikkatle teemmül edersen, bu söylediğim hususta açık gibi olduğunu
görürsün. Anla!
Zeyleî'nin
«Ticareti niyet ederse kıymeti muteber olur» sözünden murad, katılan madeni
fazla olandır. Bundan, nisap miktarı halis gümüş toplansın toplanmasın fark
etmez». "Aksi takdirde gümüşü halis ise onda zekât vâciptir." sözünün mânâsı, o
madenden ayrılan gümüşte zekat vaciptir, geri kalan karışık madende vâcip
değildir demektir.
FER'İ
MESELE: şurunbulâliye'de beyan edildiğine göre, bakır parçalar, geçer kıymette
veya ticaret, metal Olurlarsa, zekâtlarını kıymet itibariyle vermek icabeder;
aksi takdirde bir şey lâzım gelmez.
METİN
Yabancı
madeni altın ve gümüşe müsavi olan paralar hakkında ihtilâf edilmiştir. Muhtar
olan kavle göre, ihtiyaten zekât lâzımdır. Hâniyye. Onun için bunlar ancak tartı
ile satılırlar. Gümüşle karışan altına gelince: Altını fazla ise altındır; böyle
değilse altın veya gümüş kendi nisabını doldurduğu takdirde zekât vâciptir.
«Muhtar
olan kavle göre ihtiyaten zekât lâzımdır.» Velev ki ticaret
İZAH
niyeti
bulunmasın. Bazıları, vâcip olmadığını söylemişlerdir. Nehir. Şurunbulâliye'de
Burhan'dan naklen şöyle deniliyor: «En zâhir şekli, olmamaktır. Çünkü vücup için
şart kılınan fazlalık vasfı yoktur. Bazıları, vâcip olup olmaması cihetlerine
bakarak, iki buçuk dirhem vâcip olduğunu söylemişlerdir.» Dürer'den anlaşılan,
Hâniyye ile Hülâsa'ya tebaan birinci kavli benimsemiş olduğudur. Allâme Nuh
Efendi, «Ben de bunu ihtiyar ettim. Çünkü ibadette ihtiyat, vâcip olmasıdır.
Nitekim ulema bunu birçok meselelerde açıklamışlardır. Onlardan biri de, kanla
tükrük müsavi olduğu zaman, ihtiyaten abdestin bozulmasıdır, demiştir.»
«Onun
için» yani ihtiyattan dolayı bunlar ancak tartı ile satılır.
«Altını
fazla ise altındır.» Mâlûmun olsun ki, altınla gümüş karışırsa, ya altını fazla,
ya az, ya müsâvi olur. Her hale göre, ya her iki maden ayrı ayrı nisabını
doldururlar, yahut yalnız altın veya yalnız gümüş nisabı doldurur, yahut
doldurmazlar. Böylece 12 şekil meydana gelir. Bunlardan ikisi sadece aklî olup
şunlardır:
1
- Yalnız başına gümüşün, nisabı doldurması ve altının ondan fazla olması.
2
- Gümüşün altına müsâvi olması. On şeklin, hariçte vücudları vardır. Bunu
bildikten sonra şunu da öğren ki; Şârih'in, «altını fazla ise altındır» sözünün
altında dört şekil vardır:
Bunlar,
1 - Her ikisinin nisabı doldurması,
2
- İkisinin de nisabı doldurmaması,
3
- Yalnız altının nisabı doldurması,
4
- Yalnız gümüşün nisabı doldurmasıdır. Lâkin dördüncü şekil, bildiğin gibi
imkansızdır. Çünkü ne zaman altın, nisabı dolduran gümüşten fazla olursa, onun
da nisabı, hattâ birkaç nisabı doldurmasılazım gelir. Şârih, geri kalan üç
şeklin hükmünü «Altındır» diyerek beyan etmiştir. Birinciyle üçüncü şekil
açıktır. Çünkü bunlarda atlın yalnız başına nisabı doldurmuştur. Gümüş, nisabı
doldursun doldurmasın ona tâbidir. ikinci şekil de öyledir; zira altın fazla
olunca, itibar onadır; o daha kıymetli ve daha pahalıdır. Nitekim gelecektir.
İkisinin toplamı nisabı doldurduğu zaman, altının zekâtını verir.
«Böyle
değilse» sözünden murad, altını fazla değilse demektir ki ya gümüşü fazla yahut
her ikisi müsâvidir. Burada sekiz şekil meydana gelir. Ya her ikisi kendi
nisabını doldurur, yahut doldurmaz; ya sadece altın nisabını doldurur, yahut
sadece gümüş; ya gümüş fazladır yahut her ikisi müsavidirler. Lâkin her ikisi
müsavi oldukları halde, yalnız gümüşün nisabını doldurması bildiğin gibi
imkânsızdır. Şu halde yedi şekil kalır.
Şârih'in,
«Altın veya gümüş kendi nisabını doldurursa» diye kayıtlaması, yediden iki şekil
daha çıkarır. Bunlar, her biri nisabını doldurmayıp gümüş fazla geldiği, yahut
her ikisinin müsavi olduğu şekillerdir. Bunların hükümlerini sonra söyleyeceğiz.
Şu halde beş şekil kalır. İkisi müsavi oldukları, üçü de gümüşün fazla olduğu
şekillerdir.
«Altın
veya gümüş kendi nisabını doldurduğu takdirde zekât vâciptir.» Yani altın yalnız
başına nisabını doldurur, yahut gümüşü fazla veya her ikisi müsâvi oldukları
zaman - ki bu dört suret eder - veya gümüş altından fazla olduğu zaman yalnız
başına nisabını dolduruyorsa - ki bu beşinci şekildir - nisabını dolduranın
zekâtı vâcip olur.
Zikredilen
dört şekilde altının nisabı dolarsa, onun zekâtı vâcip olur. Zira nisabı
dolunca, onun itibara alınması icap eder. Çünkü o daha kıymetli ve daha
pahalıdır. Gümüş, altınla birlikte nisabı doldursa bile ona tâbi olur. Gümüş
daha fazla olur da nisabı doldurur; altın dolduramazsa, o tercih edilerek gümüş
zekâtı verilir. Ve bütün zekât gümüş olur. Lâkin burada tafsilât vardır. Bunu
sonra anlatacağız.
Şarih'in,
ilk üç şekil hakkındaki sözünün hükmü anlaşıldı. Diğer beş şekil de Şumunnî ile
Zeyleî'nin ibarelerinden anlaşılmaktadır, Şumunnî'nin ibaresi şöyledir: "Altın
gümüşle karışık eritilirse, altın, nisabı doldurduğu takdirde hepsi için altın
zekâtı verilir. Altının daha çok veya daha az olması fark etmez, çünkü o daha
kıymetlidir. Altın, nisabını doldurmazsa, gümüş kendi nisabını doldurduğu
takdirde, hepsi için gümüş zekatı verilir." Zeyleî'nin ibaresi de şudur:
«Gümüşle karışık altın kendi nisabını doldurursa altın zekâtı vermek icabeder;
şayet gümüş kendi nisabını doldurursa, onun için gümüş zekatı vâcip olur. Bu
hüküm, gümüş altından fazla olduğuna göredir. Altından az olursa, hepsi altın
sayılır. Çünkü altın daha kıymetli ve daha pahalıdır.» Bu ibarelerin ikisi de
aynı şeyi anlatmaktadır, Şârih'in ifadesinde, söylediğimiz yedi şekil bunlardan
alınır. Şumunnî'nin, «İster daha çok ister daha az olsun» sözü, gümüşün kendi
nisabını doldurup doldurmamasına şâmildir. Buna delil, bu sözden sonra, «Altın
kendi nisabını doldurmazsa ilh...» demesidir. Çünkü bütününün zekatını gümüşten
itibar etmemiş, ancak altın kendi nisabını doldurmazsa o zaman gümüşten itibar
etmiştir. Bu gösteriyor ki, daha önceki, «Altın kendi nisabını doldurursa
ilh...» demekle, altın, nisabını doldurmak şartıyla, bütününü altın saymıştır.
Aynı zamanda gümüşün de kendi nisabını doldurmuş veya doldurmamış olmasını
itibara almamıştır. Zeyleî'nin sözü de öyledir. O da «Şayet gümüş, nisabını
doldurursa ilh...» sözüyle, altın kendi nisabını doldurmadıysa, demek
istemiştir. Buna delil, ikisini karşılaştırmasıdır. Çünkü evvela altın kendi
nisabını doldurunca, hepsini altın saymış ve bunu mutlak
söylemişti.
Binaenaleyh
söz, gümüşün de kendi nisabını doldurması ve doldurmaması hallerine şamildir.
Bundan anlaşılır ki, o hepsini gümüş itibar etmemiş; bunu ancak, altın kendi
nisabını dolduramadığı zaman yapmıştır. Altın, nisabını doldurursa, hepsi için
altın zekâtı verilir demiştir; çünkü altın daha kıymetli ve daha pahalıdır. Keza
altın, gümüşten daha fazla olur da, gümüşü katmakla nisabı doldurursa, ona yine
altın hükmü vermiştir. Nitekim «Gümüş daha az olursa, karışımı hep altındır
ilh...» sözünden anlaşılmaktadır. İşte Şârih'in, «Altın daha fazla ise altın
hükmündedir» dediği budur. Şumunnî'nin «İster daha fazla ister daha az olsun»
sözünde, müsavi oldukları şeklin hükmü, evleviyetle dahildir. Bu mânâ,
Zeyleî'nin «Altın nisabını doldurursa ilh...» sözünden de anlaşılmaktadır.
Böylece iki ibare arasında birbirine aykırılık olmadığı gibi, onların
ibareleriyle Şârih'in ibaresi arasında da aykırılık olmadığı meydana çıkar.
Ancak Zeyleî'nin «Bu, gümüş fazla olduğuna göredir» sözüne hacet yoktur. Çünkü
gümüş yalnız başına nisabı doldurursa, mutlaka nisabı doldurmayan altından daha
çok olacaktır. Onun için Şumunnî bunu zikretmemiştir .Galiba Zeyleî bunu, «Amma
gümüş daha az olursa» sözüne esas olmak üzere zikretmiştir. Burasını anlatırken
benim anlayabildiğim budur. Sen de anla! Allah'u âlem!..
TEMBİH:
Tatarhâniyye'de şöyle denilmiştir «Gümüş çok, altın az olursa, meselâ eritilenin
üçte ikisi veya daha fazlası gümüş olursa, hepsine gümüş hükmü verilmez; çünkü
altının kıymeti daha çoktur; onu kendinden aşağısına tâbi kılmak caiz değildir.
Altın daha fazla ise, bunun hilafınadır.» Bundan şu anlaşılır ki yukarıda geçen,
«Gümüş nisabını doldurur da altın kendi nisabını doldurmazsa, gümüş zekâtı
vermek icabeder.» sözü, karışan altın, kıymetçe gümüşten fazla olmamakla
kayıtlıdır. Aksi takdirde hepsi altın olur. Vaad edilen tafsilât budur.
Zeyleî'nin yukarıda geçen ibaresinde dahi buna işaret vardır. Yedi şekilden
kalan iki suretin hükmü de bundan alınır. Bu iki suret; gümüş daha fazla olmakla
beraber, ikisi de nisabı doldurmadıkları; bir de müsavi oldukları hallerdir. Şu
izaha göre, bu iki şeklin de, Şârih'in «Altın daha fazlaysa altın hükmü
verilir.» sözüne girmeleri mümkündür. Bu sözden, altının, tartı veya kıymet
itibariyle gümüşten fazla olduğu kastedilir. Lâkin Muhit ve Bedâyi'de şöyle
denilmiştir: «Altın liralarda, Mahmudiye'de olduğu gibi, altın daha fazla
bulunursa, bunların hükmü altındır. Herevilerde olduğu gibi gümüşü daha fazla
ise, eşyaya geçer kıymet olur veya ticarette kullanılırlarsa, kıymetine itibar
edilir. Böyle olmazlarsa, tartı hesabı ile içlerindeki altın ve gümüşün
miktarına itibar edilir. Çünkü altınla gümüş, eritmekle ayrılırlar.» Bu söz,
gümüşle karışık eritilen liralarda, hükmün, bozuk paralarla karışık gümüş gibi
olacağı hususunda açık gibidir. Bu paralarda altın fazla îse, altın hükmünü
alırlar. Nasıl ki karışık madenden fazla olan gümüşe de gümüş hükmü verilir. Bu
paralarda gümüş daha fazla ise, karışıkmadenin içinde az kalan gümüş gibi olur
ve kıymeti hesap edilir. Kıymeti nisabı doldurursa, geçer kıymet, para, yahut
ticarette kullanılır olmak şartıyla zekâtını verir. Böyle değilse, içindeki
gümüş tartı hesabıyla itibara alınır. Nisabı doldurursa, yahut onun nisabını
dolduracak başka bir malı varsa, zekâtını verir; yoksa vermez.
Bu
suretle anlaşılır ki, Şârih'in Zeyleî ile şumunnî'ye uyarak söyledikleri,
basılmış altın liralar değildir. Yahut ticarette kullanılmayan ve geçer akçe
sayılmayan basılmış liralardır. Veyahut bu söz, başka bir kavildir. Teemmül
buyrula. Allah'u âlem.
METİN
Senenin
iki tarafında - velev ki otlak hayvanında olsun - nisabın tam olması şarttır.
Senenin başında şart olması, sebebin mün'akit olması için; sonunda şart olması
da, vücup tahakkuk etmek içindir. Ara yerde nisabın azalması zarar etmez. Malın
hepsi helâk olursa, sene bâtıl olur. Borca gelince, o bütün malını kaplasa bile,
senenin hükmünü bozmaz. Ticaret eşyasının kıymeti altınla gümüşe katılır. Çünkü
hepsi yaratılış ve kullanılış itibariyle ticaret içindir. Altın gümüşe ve gümüş
altına,her ikisi kıymet olmaları itibariyle kıymet hesabıyla katılır.
İZAH
«Senenin
iki tarafında - velev hükmen olsun - nisabın tam olması şarttır.» Çünkü Bahır
ile Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bir kimsenin ticaret için nisap miktarı koyunu
olur da sene tamamlanmadan ölürler ve derilerini tabakladıktan sonra sene
dolarsa, nisabı doldurduğu takdirde zekât vermesi gerekir. Ticaret için elinde
bulunan şırası, ,sene tamamlanmadan şarap olur da sonra sirkeye inkılab ederek
sene dolarsa zekât vermesi gerekmez. Çünkü birincide koyunların derileri mevcut
olduğu için nisap bâkidir. Zira derilerin kıymeti vardır, İkincide öyle
değildir. Ama İbn-i Semâa'dan ikincide (şıra meselesinde) dahi zekât vereceği
rivayet olunmuştur.»
«Sene
içerisinde malın hepsi helal olursa sene bâtıl olur.» Hattâ başka mal kazanırsa,
onun zekâtı için yeniden sene itibar eder. Sene tamam olduktan sonra helâk
olursa, ne hüküm verileceği, koyunun zekâtı bâbında geçmişti. Nehir'de şöyle
deniliyor: «Otlak hayvanını alafla beslenen ahır hayvanı yapmak dahi helâk
sayılır. Çünkü vasfın yok olması, aynın yok olması gibidir.»
«Borca
gelince...» Şârih, Musannıf'ın, «Mükâtebe zekât yoktur...» sözünü izah ederken,
imam Muhammed'e göre borç eşyasının helâk hükmünde olduğunu söylemişti. Bahır
sahibi bu kavli tercih etmiştir. Biz de orada Şârih'in buradaki kavlinin tercih
edildiğini söylemiştik. Oraya müracaat edebilirsin! Hilâf, nisabı kaplayan borç
hakkındadır. Nitekim Cevhere'de âçıklanmıştır. Binaenaleyh Bahr'ın sözünü,
nisabı kaplamayan borç, diye yorumlayarak, iki kavlin arasını bulmak mümkün
değildir. Anla!
«Ticaret
eşyasının kıymeti altınla gümüşe katılır.» Eşyaya, nisabı doldurduğu zaman
kıymet biçileceği, yakında geçti. Buradaki kıymet meselesi, nisabı
doldurmadığına ve nisabı tamamlayacak altını gümüşü bulunduğuna göredir.
Nehir'de şöyle deniliyor: «Zâhidî, "Mal sahibi altınla gümüşten birinin
kıymetini hesap ederek eşyanın kıymetine katabilir" demiştir. Bu, İmamı Âzam'a
göredir. İmameyn, altınla gümüşe kıymet biçilmeyeceğini, bilâkis eşyaya kıymet
biçilip onlara katılacağını söylemişlerdir. Bunun faydası şurada kendini
gösterir: Bir kimsenin elinde ticaret için 100 dirhem kıymetinde buğdayı ve 100
dirhem kıymetinde beş altın lirası bulunsa, İmam-ı Âzam'a göre zekât vâciptir.
İmameyn buna muhaliftir.»
«Altın
gümüşe ve gümüş altına, her ikisi kıymet olmaları itibariyle kıymet hesabıyla
katılır.» Yani her ikisi bir kimsede bulunurlarsa, kıymet itibariyle
birbirlerine katılırlar, fakat yalnız birisi bulunursa kıymet bilittifak itibara
alınmaz. Bedâyi. Çünkü yukarıda geçtiği vecihle, gerek edâ gerekse vücup
itibariyle, muteber olan tartısıdır. Yine Bedâyi'de bildirildiğine göre,
birbirlerine katma meselesi, her biri nisabı doldurmadığına göredir. İkisi de
tam olarak nisabı doldururlarsa, birini diğerine katmak vâcip değildir. Bilâkis
her birinin zekâtını kendî nisabından vermek gerekir. Ama birini diğerine katar
da, hepsinin zekâtını altından veya gümüşten verirse, bize göre bunda bir beis
yoktur. Lâkin kıymet biçme, revaç itibariyle fakirlere hangisi daha faydalıysa
ondan yapılmak icabeder. Aksi takdirde her birinden onda birinin dörtte birini
vermesi icabeder.
«Kıymet
hesabıyla katılır.» Yani bir kimsenin 100 dirhem gümüşü ve o kıymette beş miskal
altını bulunursa, zekâtını vermesi icabeder. İmameyn buna muhaliftir. Bir
kimsenin 100 dirhem ağırlığında ve işçiliği ile beraber 200 dirhem kıymetinde
gümüş bir ibriği bulunursa, zekât, kıymet itibariyle vâcip olmaz. Çünkü güzellik
ve sanatın, riba mallarında yalnız başına kıymeti olmadığı gibi, cinsiyle
karşılaştırıldığı vakit de kıymeti yoktur. Sonra yukarıda görüldüğü vecihle, azı
çoğa katmakla, bunun aksi, yani çoğu aza katmak arasında fark yoktur. Meselâ bir
kimsenin 150 dirhem gümüş ile, 50 dirhem etmeyen beş dinar altını bulunsa, sahih
kavle göre, İmam-ı Âzam buna zekât vâcip olduğunu söylemiştir ve çok olan az
olana katılır. Bu gösteriyor ki, İmam-ı Âzam'a göre cüzlerin tam olmasına itibar
yoktur. Altınla gümüş, birbirine ancak kıymet itibariyle katılır. Bunu Bahır'dan
naklen Tahtâvî söylemiştir.
Ben
derim ki: Bedâyi'deki şu ifade dahi, çoğu aza katmak kabilindendir: «İmam-ı
Âzam'dan rivayet edildiğine göre, şöyle demiştir. Bir adamın 95 dirhem gümüşü ve
beş dirhem kıymetinde bir altın lirası bulunursa, zekât vermesi icabeder. Bu,
gümüşe altınla kıymet biçmek suretiyle olur. Gümüşün her beş dirhemi, bir altın
lira eder.»
METİN
İmameyn,
cüz hesabı ile katılacağını söylemişlerdir. Bir kimsenin 100 dirhemi ve 140
dirhem kıymetinde on altın (lira)ı olsa, İmam-ı Âzam'a göre altı, İmameyn'e göre
beş dirhem zekât vacip olur. Anla!
Bize
göre, otlak hayvanı ile ticaret malının müşterek nisabında zekât vâcip değildir.
Velev ki bu nisapta ortaklık sahih olsun. Bu otlak hayvanı olmanın sebebi
birleştiği zaman olur. Mezkür dokuz sebebi
"Evsı
men yeşfe" kısaltması ifade etmektedir. ki, Mecma" şerhlerînde açıklanmıştır.
Nisap bir kaç olursa, bilittifak zekât vâcip olur. Ve her iki mal sahibi, hisse
itibarı ile, kalan haklarını birbirlerindenalırlar. Bunun izahı Hâvî'dedir.
Birinin hissesi nisabı doldurursa, o, zekâtını verir; öteki vermez. Bir kimsenin
80 kişi ile aralarında ortak 80 koyunu olsa, zekât vermesi icap etmez. Çünkü bu,
taksim edilemeyen şeylerdendir. İmam Ebû Yusuf buna
muhaliftir.
İZAH
«îmameyn,
cüz hesabı ile katılacağını söylemişlerdir.» Birinden, nisabın dörtte üçü;
diğerinden dörtte biri bulunursa, bunları birbirine katar. İkisinden de yarımşar
nisap yahut birinden 1/3 diğerinden 2/3 nisap olursa, yine bir birine katar ve
her cüzden hesabına göre zekâtını verir. Hattâ şârih'in beyan ettiği surette,
her yarıdan onda birinin dörtte birim verir. Nitekim Bahır sahibi böyle
demiştir.
«İmameyn'e
göre beş dirhem zekât vâcip olur.» Şârih burada Nehir sahibine uymuştur. Lâkin
iddiası söz götürür. Çünkü İmameyn'e göre, iki cinsi cüz hesabıyla birbirine
katmak itibara alınacağına göre, her yarıdan onda birin dörtte birini vermek
vâcip olur. Nitekim Bahır'dan naklen yukarıda geçti. Bahır sahibi de bunu
Muhit'e nispet etmiştir. O halde 140 dirhem kıymetindeki on liranın zekâtı,
çeyrek lira eder ki bunun kıymeti üç bucuk dirhemdir. Bunun kıymetini vermek
isterse, İmameyn'e göre dahi altı dirhem vermesi icabeder. Burada şöyle bir sual
hatıra gelebilir: İmameyn'e göre altını gümüşe cüz hesabıyla katmak, iyilik
vasfına itibar etmemek esasına dayanır. Çünkü iyilik vasfı şer'an
kıymetlendirilemez; binaenaleyh itibar kıymete değil ağırlığınadır. Şeriatda
dinar (altın lira) on dirhemle kıymetlendirilmiştir. Nitekim arzetmiştik.
Buradaki kıymet ziyadeliği, iyilik vasfının karşılığıdır ki ona itibar yoktur?
Bu
sualin cevabı şudur: İyilik vasfının itibara alınmaması, ancak cinsi cinsiyle
karşılaştırıldığı zamandır. Kendi cinsinden olmayan bir şeyle karşılaştırılırsa
bilittifak itibara alınır. Nitekim evvelce arzetmiştik, Teemül eyle!
Şarih
"Anla" sözüyle, Kâfi sahibinin sözünü reddetmeye işarette bulunmuştur. Kâfî
sahibi "Zekât cüzler tam olursa lâzım gelir demiştir." Meselâ 100 dirhem gümüşü
ve kıymeti 100 dirhemden az olan on altın lirası olursa, ona göre kıymete itibar
edilmez. Çünkü o burada zekâtın kıymet itibariyle değil, cüzler tamam olduğu
için vâcip olduğunu zannetmiştir. Halbuki mesele onun zannettiği gibi değildir.
Zekât her ikisinin kıymeti itibariyle vâcip olur. Birinin aynı birinin kıymeti
itibar edilmez. Çünkü altını gümüşle kıymetlendirdiği takdirde nisap
tamamlanmazsa, gümüşü altınla kıymetlendirdiği takdirde tamamlanır. Meselemizde
100 dirhem gümüş on altınla kıymetlendirilmiştir. Bu kıymetlendirmeden dolayı
onda zekât vâciptir. T. Meselenin tam açıklaması Bahır ile
Fethu'l-Kadir'dedir.
Müşterek
nisaptan murad; nisabı doldurması iştirak sebebiyle ve iki malı biri birine
katmakla hâsıl olmaktır. Böyle yapılmasa, yalnız başına hiçbirinin malı nisabı
doldurmayacaktır.
«Velev
ki bu nisapta ortaklık sahih olsun.» Musannıf bu sözü ile, îmam Şâfiî
hazretlerinin muhalefetine işaret etmiştir. Ona göre, ortaklık sahih olunca,
zekât vâcip olur. Ortaklığın sahih olması için aşağıda beyan edeceğimiz dokuz
şart vardır. Onun için Şârih bunları, «dokuz sebebibirleştiği zaman» diye
kayıtlamıştır. Bu şunu anlatır ki, bu şartlar bulunmayınca bize göre zekât
evleviyetle vâcip olmaz. Dokuz sebep, hakikatte dokuz şarttır. Şârih, şarta,
sebep ismi vermiştir. Nitekim sebebe şart dediği de olmuştur. Anla!
«Mezkûr
dokuz sebebi, (Evsı men yeşfe') kısaltması ifade etmektedir.»
Baştaki
"hemze", her İkisinin, zekâtın vücubuna ehil olmalarını; "vav" senenin başında
ortaklık bulunduğunu; "sad", ortaklık kastedildiğini; mim mer'â yolunun
birliğini; "nun", içerisine süt sağılan kabın birliğini; "y" çobanın birliğini;
"ş", su içtikleri yerin birliğini; "f" damızlık erkeğin birliğini; "ayn",
mer'ânın bir olduğunu ifade eder. Bu şartlar, otlak hayvanlarındaki ortaklık
hakkındadır. Ortaklığın ticaret malındaki şartları, Şâfiîlerin kitaplarında
zikredilmiştir ki, onlardan bazıları, dükkânın, bekçinin ve korunan yerin
ayrılmamasıdır.
«Nisap
birkaç olursa» yani mallarını bir yere katmadan her birinin malı başlı başına
nisabı doldurursa, bu takdirde ortakların her birine, kendi nisabının zekâtını
vermesi icabeder. Zekât memuru, iki malın nisabından iki zekât alırsa, mallar
birbirlerine müsâvi oldukları takdirde, sahipleri birbirlerinden bir şey
alamazlar. Meselâ her ikisinin kırkar koyunu olur da, zekât memuru bunlardan iki
koyun alırsa hüküm budur. Mallar müsâvi değilse, farklarını sahipleri
birbirinden alırlar. Nitekim açıklaması gelecektir. Bu hüküm, Musannıf'ın
«müşterek nisapda» sözünün karşılığıdır.
«Bunun
izahı Hâvi'dedir.» Kadıhan Hâvî'den de güzel beyan etmiş ve şöyle demiştir:
«Bunun sureti şudur: İki ortağın 123 koyunları olur, bunların 2/3 birinin 1/3
diğerinindir. Vâcip olan zekât iki koyundur. Zekât memuru her iki ortaktan birer
koyun alır ve 2/3 sahibi, arkadaşının verdiği koyundan 2/3 kıymetini alır. 1/3
sahibi de 2/3 sahibinden verdiği koyunun 1/3'nü alır. Ve onun 1/3'ü her
ikisinden istenen 2/3'nin 1/3 yerine geçer. Geriye bir koyunun 1/3'ü kalır ki, o
da malın 2/3'ne sahip olandan istenir.»
"Brinin
hissesi, nisabı doldurursa." Mesela iki ortak arasında 1/3 hesabıyla 80 koyun
bulunur da zekât memuru bunlardan 2/3 sahibi namına bir koyun zekât alırsa, 1/3
sahibi, koyunun 1/3'ni arkadaşından alır. Çünkü kendisine zekât farz değildir.
Muhit.
«Bir
kimsenin 80 kişi ile aralarında ortak 80 koyunu olsa...» Bu hususta Tecnîs'te
şöyle denilmektedir: «40 kişinin ortak 80 koyunu olsa ve birinin her koyunda
yarım hakkı olup diğer yarısı ötekilerin olsa, 40 koyun sahibine, İmam-ı Âzam'a
göre zekât lâzım değildir. İmam Muhammed'in kavli de budur. Koyunlar iki kişi
arasında ortak olsaydı, her birinin birer koyun vermesi icabederdi. Çünkü bu
halde koyunların taksimi mümkündür. Birinci halde taksim mümkün değildir.» Yani
40 kişi ile otlak oldukları koyunların taksimi, ancak onları kesmekle mümkün
olur. 80 koyunu ikiye bölmek ise böyle değildir.
METİN
Bilmiş
ol ki, İmam-ı Azam'a göre, alınacak borçlar, kuvvetli, orta ve zayıf olmak üzere
üç nevidir.. İmdi alacak, borç nisabı doldurur da üzerinden sene geçerse,
zekâtını vermek vâcip olur. Lâkinderhal değil, ödünç ve ticaret malının bedeli
gibi kuvvetli alacakda 40 dirhem aldığı zaman lâzım gelir. Ve her 40 dirhem
aldıkça bir dirhem vermesi gerekir. Ticaret malı olmayan borçtan 200 dirhem
aldığında, beş dirhem vermesi icabeder. Bu orta borçtur ki, otlak hayvanının
parası hizmette kullanılan köleler ve benzerleri bu kabilden olup, yiyecek,
içecek ve emlâk gibi asli ihtiyaçlarıyla meşguldür. Senenin, borcu almadan önce
gecen kısmı, esah kavle göre muteber sayılır. Bir adamdan miras olarak katan
alacak dahi bunun gibidir.
İZAH
İmameyn'e
göre, alacakların hepsi müsâvi olup zekâtlarını vermek vâciptir. Bir kimse,
alacağı borçtan az veya çok bir şey elde ederse, onun zekâtını vermesi icabeder.
Bundan, kitabet, siâyet ve - bir rivayette - diyet borcu gibi alacaklar
müstesnadır. Bahır. Kuvvetli ve orta borçlarda, alacağından eline bir şey
geçmeden sene dolsa bile zekâtını vermek icabeder. Zayıf borçta zekât, sene
dolduktan sonra lâzım gelir. T.
«40
dirhem aldığı zaman lâzım gelir» Muhit'te şöyle denilmektedir: «Çünkü İmam-ı
Âzam'a göre 40 dirhemi bulmadıkça küsür nisaplarda zekât vâcip değildir. Çünkü
bunda güçlük vardır. Keza 40 dirhemi bulmadıkça edâ dahi vâcip değildir. Çünkü
güçlük vardır.» Münteka'da dahi şöyle denilmektedir: «Bir kimsenin 300 dirhem
alacağı olup, üzerinden üç sene geçer de 200'nü alırsa, İmam-ı Âzam'a göre ilk
sene için beş, ikinci ve üçüncü seneler için 160 dirhemden dört dirhem zekât
verir, fazlası için bir şey vermesi gerekmez; çünkü kırktan azdır.» «Ve her 40
dirhem aldıkça bir dirhem vermesi gerekir.» Fetih ve Bahır'da, «40 dirhem
alıncaya kadar edâ gecikir. 40 dirhemde bir dirhem vermesi gerekir. Keza
fazlasında dahi bu hesaba göre verilir.» denilmesinin mânâsı budur.
Yani
40'ın üzerine ikinci ve üçüncü 40'lar ziyade edilirse, 200 dirheme varıncaya
kadar bu hesaptan gidilir. 200 dirhemde beş dirhem verilir. Onun için Şârih,
«Her 40 dirhem aldıkça ilh...» demiştir. Maksat, 40'ın üzerine bir veya iki
dirhem geçerse, demek değildir. Nasıl ki bazı hâşiye yazarlarının ibaresi bu
zannı vermektedir. Evvelce Muhit'ten naklettiklerimizden gördüğün vecihle bu,
İmam-ı Âzam'ın mezhebine muhaliftir. Anla!
"Otlak
hayvanının parası"nı Şârih, Fetih, Bahır ve Nehir'e uyarak orta borç saymıştır.
Çünkü bu zevat orta borcu, «Ticaret için olmayan malın bedelidir» diye tarif
etmişlerdir. ibn-i Melek ise Mecma' şerhinde bunu kuvvetli borç saymıştır.
Dürerü'l-Bihâr Şerhi'nde de böyle sayılmıştır, ki Gayetü'lBeyân'ın ifadesine
uyan da budur. Orada mal bedeli olan alacak iki kısma ayrılmıştır. Bu mal: 1 -
Ya elinde kalmış olsa zekâtı vâcip olacaktır; 2 - yahut olmayacaktır. Birinci
kısmın bedeli kuvvetli borçtur. Bunda otlak hayvanının parası dahildir. Çünkü bu
hayvan elinde kalsa, zekâtı vâcip olacaktı. Muhit'in şu sözü de böyledir:
«Kuvvetli borç, zekât malına bedel mâlik olduğu şeydir.» Teemmül
et!
şârih'in,
«aslî ihtiyaçlarıyla meşguldür» diye kayıtlaması, aklı başında bir insana
gereken, elinde aslî ihtiyacından başka bir şey bulundurmaması olduğunu,nazarı
itibara içindir. Yoksa ticaret için olmayan malda muhtaç olmadığı şeyler de
dahildir. Nitekim daha sonra bunu ifade etmiştir.
Orta
borçta, senenin, borcu almadan önce geçen kısmı esah kavle göre muteber sayılır.
Çünkü hilâf buradadır. Kuvvetli borçta hilâf yoktur. Çünkü Muhit'te şöyle
denilmiştir: «Kuvvetli borçta, asıl borcun senesiyle zekât vâcip olur. Lâkin
ondan 40 dirhem almadıkça edâ lâzım gelmez. Orta borçta ise iki rivayet vardır.
Aslın rivayetine göre zekât vâciptir. Fakat 200 dirhem almadıkça edâsı lâzım
değildir. 200 dirhem alınca zekâtını verir. İbni Semâa'nın Ebû Hanife'den
rivayetine göre ise, alacağını alıp üzerinden sene geçmeden zekât vermesi icap
etmez. Çünkü bu alacak şimdi zekât malı olmuştur ve yeni baştan ele geçmiş gibi
olur. Zâhir rivayetin vechi şudur: O kimse satmaya kalkışınca, o malı ticaret
malı yapmıştır. Böylece satıştan az önce zekât malı olmuştur.» Bu satırlar
kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı
orta borçta ihtilâfın esası, bu borç alındıktan sonra mı zekât malı olur yoksa
önce mi meselesidir. Birinci kavle göre, nisap miktarı aldıktan sonra mutlaka
sene geçmesi lâzımdır. İkinci kavle göre, senenin başlaması, satış vaktinden
itibar edilir. Bir kimsenin, orta borç 1000 dirhem alacağı olur da, üzerinden
sene geçtikten sonra bu borcu alırsa, Asl'ın rivayetine göre geçen senenin
zekâtını verir. Aldığından itibaren 6 ay geçince, tekrar zekâtını verir. İbn-i
Semaa'nın rivayetine göre ise, geçen senenin zekatını vermediği gibi, şimdikinin
de zekâtını vermez. Ancak, borcunu aldıktan sonra yeni bir sene geçmekle,
zekâtını verir. Ama bu, 1000 dirhem ticaret eşyasının bedeli gibi, kuvvetli
borçtan bir alacak ise, senenin başlaması, satıştan itibaren değil, Asl'ın
senesine göredir. Borcunu aldıktan itibaren dahi böyledir.
Böyle
bir borçtan, nisap miktarı, yahut 40 dirhem aldığı zaman, onun zekâtını geçmiş
için verir; Asl'ın senesine istinaden hareket eder. Bir ticaret eşyasına sahip
olur da, sene yarısından sonra onu satarak parasını bir buçuk sene sonra alırsa,
iki sene dolmuş olur. Bu iki senenin zekâtını bilittifak parayı aldığı vakit
verir. Nitekim Muhit ve diğer kitaplardan naklettiklerimizden anlaşılır.
Gerçi
Hâşiye yazarları, burada kuvvetli borçla orta borcu müsâvi tutmuş ve ikinci
rivayete göre 1000 dirhemin ikinci defa zekâtı, onu aldıkları bir sene sonra
verileceğini söylemişse de, bu hatadır. Biliyorsun ki ikinci rivayet yalnız orta
borç hakkındadır. Bu rivayete göre, evvelâ geçen sene için zekât verilmez.
"İkinci" sözünden anlaşılan, bunun hilâfınadır. Anla.
«Senenin,
borcu almadan geçen kısmı esah kavle göre muteber sayılır.» Biliyorsun ki, bu
zâhir rivayettir. Fetih ve Bahır'ın ibareleri, sahih olan rivayet hakkındadır.
Ben
derim ki: Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «İbn-i Semâa'nın rivayetine göre burada
200 dirhemi alıp eline geçtiği andan itibaren bir seneyi doldurmadıkça zekât
yoktur. Ebu Hanife'den nakledilen iki rivayetin en sahihi budur.» Bu sözün bir
misli de Gayetü'l-Beyân'dadır. Bu izaha göre, onun hükmü de aşağıda gelen zayıf
borcun hükmü gibidir.
«Bir
adamdan miras kalan alacak dahi bunun gibidir.» Yani geçen hususatta orta borç
gibidir. Bunun nisabı, miras olarak aldığı andan itibarendir. R. Bunun, zayıf
borç gibi olduğu da rivayet olunmuştur. Fetih ve Bahır. Birincisi zâhir
rivayettir. Bu suret, miras bırakan hakkında, borcun ticaret malı bedeli veya
başka bir mal bedeli olması şekillerine şâmildir. Tatarhâniye. Çünkü mirasçı,
mülk hakkındamûrisinin yerine geçer; ticaret hakkında geçmez. Binaenaleyh
ticaret için olmayan mal bedeline benzer. Muhit.
Yine
Muhit'te şöyle denilmiştir: «Vasiyet edilen borca gelince; bu borç, teslim
almadıkça nisap olamaz. Çünkü vasiyet edilen kimse, ona evvel emirde karşılıksız
ve mülkte vasiyet edenin yerini tutacak biri olmaksızın mâlik olmuştur. şu halde
ona bağış suretiyle mâlik olmuş gibidir.» Yani bu, zayıf borç gibidir.
TEMBİH
: Buraya kadar geçen «Kuvvetli ve orta borcun zekâtı, ancak onu aldıktan sonra
vâcip olur» sözünün muktezası şudur: Miras bırakan kimse, birkaç sene sonra o
borcu almadan ölmüş olsa, borç alındığı vakit zekâtının verilmesini vasiyet
etmesi lâzım gelmez. Çünkü sağlığında ona zekât vermek vâcip olmamıştır.
Mirasçının da zekât vermesi icabetmez. Çünkü o, bu borca ancak mûrisi öldükten
sonra sahip olmuştur. Onun senesi, ölüm vaktinden başlar.
METİN
Zayıf
borçtan, onu aldıktan sonra, üzerinden sene geçmek şartıyla 200 dirhem
aldığında, zekâtını verir. Bu borç, mehir, diyet kitâbet ve hul'bedeli gibi mal
olmayan şeylerin bedelidir. Ancak yukarıda geçtiği vecihle elinde zayıf borca
katacak bir malı varsa, o zaman sene geçmesi şart değildir. Alacaklı, sene
geçtikten sonra borçluyu ibrâ etse, borç kuvvetli olsun olmasın zekât yoktur.
Muhit'te bu mesele «Fakir ise» diye kayıtlanmıştır. Zengin olursa bu
istihlâktır. Bu bellenmelidir. Bahır.
Nehir'de,
«Bunun, "mutlak"ı kayıtlamak olduğu açıktır. Ama bu, zayıf borçta sahih
değildir; nitekim aşikardır» denilmiştir.
İZAH
«Ancak
elinde zayıf borca katacak malı varsa» cümlesi, borcu aldıktan sonra üzerinden
sene geçmesi şartından istisnadır. Daha doğrusu Şârih, Halebi'nin yaptığı gibi,
«Elinde zayıf borca katacak mal varsa» demeliydi. Hâsılı, alacağından bir şey
alıp da, elinde nisap bulunursa, aldığı borcu nisaba katar ve o senenin zekâtını
verir. Borcu aldıktan sonra yeni bir sene geçmesi şart değildir. Sonra
bilmelisin ki, "zayıf borç" diye yapılan kaydı, Bahır sahibi Valvalciye'ye
nisbet etmiştir. Zâhire bakılırsa, bu kayıt tesadüfî'dir. Çünkü, bununla başka
borç arasındaki fark zâhir değildir.
Nitekim
ulemanın mutlak olan «Sene içerisinde alınan borç, kendi cinsinden nisaba
katılır» sözleri, bunu gerektirdiği gibi, Bedâyi'de borcun üç kısma ayrılması,
sonra «İmamı Âzam'a göre 40 dirhem olmadıkça alınan borçta zekat yoktur»
denilmesi dahi buna delâlet eder. Çünkü Bedâyi sahibi bundan sonra şöyle
demiştir: «Kerhî'nin beyanına göre bu, o kimsenin, aldığı borçtan başka malı
olmadığına göredir. Aksi takdirde aldığı borç, kazandığı mal mesabesindedir;
elindeki mala katılır.» Muhitde dahi böyledir. Muhit sahibi üç nevi borcu
anlatmış, bunların üzerine bir takım fer'î meseleler getirmiştir ki bunların
sonuncusu, bir hânenin ücreti veya ticaret için olan köledir. Muhit sahibi şöyle
demiştir: «Bu hususta iki rivayet vardır. Bir rivayete göre, alacağını alıp
üzerinden sene geçmedikçe zekât yoktur. Çünkü menfaat, hakiki mal değildir.'
Binaenaleyh Mehir gibi olur. Zâhirrivayete göre ise zekât vâciptir. Nisap
miktarı eline geçtiği zaman zekâtı vermek vâcip olur. Çünkü menfaatler.
hakikatte maldır. Ancak zekâtın vâcip olması için mahal değildir. Çünkü nisap
olmaya yaramazlar. Bunlar bir sene devam etmezler. Bütün bu söylenenler, o
kimsenin aldığı borçtan malı olmadığına göredir. Başka '"malı varsa, bu borç
kazanılmış mal gibi, olur ve elindekine katılır.» Bu söz, borcun her üç kısma
şâmil olduğu hususunda açık gibidir. Herhalde zayıf diye kayıtlamak, diğer
borçlara evleviyetle delâlet etmesi için olsa gerektir. Çünkü zayıf borçtan
alınan miktarın nisap olması; alındıktan sonra üzerinden sene geçmesi şarttır.
Böyle bir borç, elindeki mala katılır ve yeni sene şartı sâkıt olursa,
kendisinde bu şartlar aranmayan borç evleviyetle elindeki mala katılır.
TEMBİH:
Muhit'ten naklettiğimiz söz, ticaret kölesinin ücreti veya ticaret hanesinin
ücreti, birinci rivayete göre zayıf borç olduğu hususun da açıktır. Zâhir
rivayete göre ise orta borçtur. Bahır'da, Fetih'ten naklen, sahih rivayette
bunun kuvvetli borç gibi olduğu bildirilmiştir. Sonra Valvalciye'de gördüm ki,
bu hususta üç rivayet olduğu açıklanmış.
"Muhit'te
bu mesele" yani alacaklı borçluyu ibra ettiği zaman zekât lâzım gelmemesi
meselesi, «borçlu fakir ise» diye kayıtlanmıştır. Binaenaleyh yapılan ibrâ,
helâk mesâbesindedir. T.
«Zengin
olursa bu istihlâktır» yani zekatı vâciptir. T.
«Bunun,
"mutlak"ı kayıtlamak olduğu açıktır, ilh...» Yani Bahır sahibinin, «Muhit'te bu
mesele, borçlunun fakir olması ile kayıtlanmıştır, ilh...» sözünden muradı,
«Borç kuvvetli olsun olmasın» sözünü kayıtlamaktır. Zira bu söz mutlak olup,
borcun her üç kısmına şâmildir. Yani zengin alacaklının, sene dolduktan sonra,
verecekliyi ibrâ etmekle zekâtın sâkıt olması, her üç nevi borçta, verecek linin
fakir olmasıyla kayıtlıdır; demek istemiştir. Bu söz, zengin olan verecekliden
ihtirâz içindir. Çünkü borçlu zengin olur da, alacaklı onu ibrâ ederse, zekât
sâkıt olmaz. Zira bu istihlâk sayılır ve zayıf borçta sahih değildir. Çünkü
zayıf borcun zekâtı, ancak onu alıp, üzerinden bir sene geçtikten sonra vâcip
olur. Daha sonra vâcip olmaz. Binaenaleyh ibrâsı, zekât vâcip olmadan istihlâk
sayılır ve onun zekatını ödemez. Bedâyi ve Gâyetü'l-Beyândan naklen yukarıda arz
ettik ki, sahih kabul edilen kavle göre, orta borç dahi zayıf borç gibidir. Şu
halde daha açık ifadeyle Şârih: «Bu, zengin olan borçluyu ibrâ etmenin mutlak
surette istihlâk sayılacağı hususunda zâhirdir, ilah...» demeliydi.
Sonra
Muhit'in ibaresine bir diyecek yoktur. Çünkü onun ibaresi kuvvetli borç hakkında
olup şöyledir: «Sene, geçtikten sonra ticaret eşyasını dirhemlerle satar da,
sonra o eşyanın parasından kendisini ibrâ ederse, müşteri zengin olduğu takdirde
zekâtı öder. Çünkü istihlâk etmiş sayılır. Müşteri fakir ise, yahut hali
bilinmezse, zekât yoktur. Çünkü bu borç fakir olduğu halde sâbit olmuştur ve
bağışlamış gibi olur. Alacağını borçluya bağışlasa, fakir olduğu takdirde ondan
zekât sâkıt olur.» Yine Muhit'te beyan edildiğine göre, bir kimsenin bir fakirde
1000 dirhem alacağı olur da, bu parayla ondan bir dinar satın alarak sonra yine
kendisine bağışlarsa, o kimseye 1000 dirhemin zekâtını vermek lâzım gelir. Çünkü
dinarı almakla 1000 dirhemi almış sayılır.
METİN
Kadının,
mehir olarak alıp da, birleşmeden önce boşandığı için yarısını iade ettiği nakit
1000 akçenin üzerinden sene geçtikten sonra, iade ettiği yarım mehr'in zekâtını
vermesi icabeder. Yani bütün 1000 akçenin zekâtını verir. Çünkü kaide olarak
kabul edildiğine göre, yapılan akitlerde ve fesihlerde, paralar taayyün etmez.
Sene geçtikten sonra dönülen nisap miktarı bağıştan, ister mahkeme kararıyla,
ister başka bir yolla dönmüş olsun, mutlak surette bağışlanana zekât yoktur.
Çünkü istihlâk bağışlanan şeyin aynına (kendine) ait olur. Onun için ayın helâk
olursa, dönmek sahih değildir. Şârih'in «bağışlanan» diye kayıtlaması,
bağışlayana bilittifak zekat lâzım gelmediği içindir. Çünkü mülk onun değildir.
Bu mesele hîlelerden biridir. Diğer bir hîle de, nisabı sene dolmazdan bir gün
önce çocuğuna bağışlamasıdır.
İZAH
Mehir
meselesinin sureti şudur: Bir kimse 1000 dirhem mehir vererek bir kadınla
evlenir de, kadın mehri aldıktan ve üzerinden sene geçtikten sonra, birleşmeden
önce onu boşarsa, bilittifak, kadının yarım mehrini kocasına iade etmesi
gerekir. Lâkin iade ettiği yarım mehrin zekâtı kadından sâkıt olmaz. İmam Züfer
buna muhaliftir. Mecma' şerhi.
«Nakitten
murad, altın veya gümüştür. Bu kelime, mehr'in, otlak hayvanı veya eşya
olmasından ihtirazdır» Muhit'te bildirildiğine göre, kadın yarım mehrin zekâtını
verir. Çünkü bu ondan, nisabın ayn'ı istihlâk edilerek alınmıştır. İstihlâk,
helâk mesâbesindedir.
«Paralar
taayyün etmez.» Paralar aynen şudur diye tayin edilemez. Yani kadının, aynen
eline geçen mehrin kendisini iade etmesi icabetmez. Onun mislini iade eder.
Üzerinden bir sene geçen borç, vâcibi ıskat etmez. Valvalciye. Valvalciye sahibi
bundan sonra, «Kocası hiçbir zekât vermez; çünkü onun mülkü eline şimdi
dönmüştür» demiştir.
Ben
derim ki: şimdi şu kalır: Kadın, mehrinden hiçbir şey almadan, Para kocasının
elindeyken üzerinden sene geçer de, sonra birleşmeden boşarsa, ne hüküm verilir?
Bunu açıkça söyleyen görmedim. Öyle görülüyor ki, hiçbirine zekât lâzım
gelmeyecektir. Kocasına zekât lâzım gelmemesi elindeki para miktarı borçlu
olduğundandır, Evvelce görüldüğü vecihle, kul borcu, zekâta mânidir. Mehrin
yarısına hak kazanması ise, arızi bir sebepledir. Bu sebep, sene geçtikten sonra
boşanmadır. Binaenaleyh yeni mülk gibi olur. Kadına gelince: Onun, kocası
üzerindeki mehri zayıf borçtur. Bunun yârısını, kadın almazdan evvel kocası
istihkak etmiştir. Şu halde, geri kalanını aldıktan sonra, üzerinden yeni bir
sene geçmedikçe kadına zekât lâzım gelmez.
Akitlerden
murad, satış, icâre, nikâh gibi karşılığı olan akitlerdir. Fesh'e misal, nikâhı
birleşmeden önce feshetmek ve benzeri şeylerdir. Tamamı Eşbâh'ın akitlerin hükmü
bâbındadır.
«Çünkü
istihlâk, bağışlanan şeyin aynınadır.» Zira bağıştan dönmek, her yönden
fesihtir; velev mahkeme kararıyla olmasın. Dirhemler, bağışta tayinle taayyün
eden (belli olan) şeylerdendir. Şu halde o kimse, kendi ihtiyarı olmaksızın
zekât malının aynına hak kazanmış olur. Böylece o mal helâk olmuş gibi sayılır.
Valvalciye. Bu suretle, bağış ile mehir arasındaki fark anlaşılmış olur.
«Çünkü
mülk onun değildir.» Bağışlayanın mülkü, bağışlamakla elinden çıkmıştır. Şârih
«bilittifak» diyerek, kendisine bağışlanan şahıstan zekâtın sâkıt olması
hususunda hilâf bulunduğuna işaret etmiştir. Zira İmam Züfer, mülkün elden
gitmesine, bağışlayan kimse mahkeme kararı olmaksızın dönerse kâildir. Çünkü o
kimse kendi ihtiyarıyla mülkünü iptal edince, bu yaptığı, yeni bir bağış ve
kendisi müstehlik gibi olur.
Biz
deriz ki: Hayır, o kimse mülkünü kendi ihtiyarıyla iptal etmiştir. Çünkü iade
etmek istemese, mahkeme kararıyla buna cebrolunur. Binaenaleyh helâk olmuş
gibidir. Dürerü'I-Bihâr şerhi.
«Bu
mesele hilelerden biridir.» Yani zekâtı düşürmek için bir çaredir. Meselâ nisap
miktarı malı, sene dolmazdan bir gün önce birine bağışlar. Sene tamam olduktan
sonra bağışından döner. Zâhire bakılırsa, sene tamam olmadan dönse dahi zekât
sâkıt olur. Çünkü mülk elinden gitmekle, sene bâtıl olmuştur. Çare aramanın
mekruh olup olmadığı hususundaki ihtilâfı evvelce arzetmiştik.
«Diğer
bir hîle de, nisabı çocuğuna bağışlamasıdır.» Lâkin çocuk yakın akrabası olduğu
için, bu bağışdan dönmesi mümkün değildir. Evet, buna muhtaç olursa, o maldan
ma'ruf vecihle kendisine nafaka alabilir. Allah'u âlem.