KÂFİRİN
NİKÂHI BABI
METİN
Bu bâb, müşrik ile
kitabîye şâmildir. Burada üç esas vardır. Birincisi; müslümanlar arasında sahih
olan her nikâh kâfirler arasında da sahihtir. İmam Mâlik buna muhaliftir. Ama
onun kavlini Teâlâ Hazretlerinin, "Karısı da odun taşır halde cehenneme
atılacaktır." âyet-i kerîmesi ile, Peygamber aleyhissalâtu vesselâmın, "Nikâhtan
doğmuştur, sifahtan değil." hadîs-i şerifi reddetmektedir.
İZAH
Musannıf hür ve
köle olan müslümanların nikâhını bitirdikten sonra kâfirlerin nikâhına başlıyor.
Mehir bâbının sonunda kâfirin mehrinin hükmü geçmişti. Ve geri kalan nafaka,
talâk, iddet, nesep, bülûğ muhayyerliği, sahih nikâhla birbirlerine mirasçı
olmak, üç talâkla boşanan kadının ve mahrem kadınların nikâhlarının haram
kılınması gibi nikâh hükümlerinin onlar hakkında da müslümanlar gibi olduğunu
görmüştük.
«Müşrik ile
kitabîye şâmildir.» Şarih böyle diyeceğine, kitabî olanla olmayana şâmildir dese
daha iyi olurdu. Çünkü dehriler gibi müşrik ve kitabî olmayanlar da dahil
olurdu. Şarih kâfir tabirinin kitabîye şümulü, Hidâye'nin Kudûrî'ye uyarak
müşrik tabirini kullanmasından daha iyi olduğuna işaret etmiştir. H. Fetih
sahibi Hidâye nâmına özür dileyerek; "O müşrik tabiriyle kitabîye şâmil olanları
kasdetmiştir. Bunu ya tağlib tarikıyla yapmış; yahut Ehl-i Kitap'tan bazılarının
müşrikler taifesine dahil olduğuna bakarak söylemiştir. Yahut Ehl-i Kitap'tan
bir taifenin; Üzeyr Allah'ın oğludur; İsâ Allah'ın oğludur demeleri itibariyle
söylemiştir." demiştir.
«İmam Mâlik buna
muhallftlr.» O küffarın nikâhlarının sahih olmadığına kaildir. Velevki
müslümanlar arasında sahih kabul edilsin. Bundan alarok deriz ki, İmam Mâlik son
iki esasa evleviyetle kail değildir. T.
«Karısı da odun
taşır halde...» Yani buradaki izafet örfen ve lûgaten nikâhlı olduğunu
göstermektedir. Teâlâ Hazretleri de kıssayı bu mânâyı ifade etsin diye kitabında
hikâye buyurmuştur. T.
«Nikâhtan
doğmuştur, sifahtan değil.» Yani zinadan doğmamıştır demektir. Bundan murad,
cahiliyet devrinin âdetlerini reddetmektir. Cahiliyette bir kadın bir müddet bir
adamla yaşar, sonra onunla evlenirdi. Bu hadisle Fetih sahibi dahi istidlâl
etmiştir.
Vechi şudur:
Peygamber (s.a.v.) İslâm'dan önce cahiliyet nikâhlarına nikâh demiştir. Şöyle
bir itirazda bulunulamaz: «Burada süüedep vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)'in
annesiyle babasının kâfir olmalarını iktiza eder. Halbuki Allah Teâlâ onları
dirilterek kendisine îman etmişlerdir. Nitekim zayıf bir hadiste rivayet
edilmiştir.» Zira şöyle cevap veririz: Hadis Taberâni, Ebû Nuaym ve İbn-i Asâkir
rivayetlerinin delâletiyle umumidir. O rivayetlerde, "Ben nikâhtan meydana
geldim. Adem'den annem babam beni doğuruncaya kadar zinadanmeydana gelmiş
değilim. Cahiliyet zinasından bana bir şey isabet etmiş değildir." buyrulmuştur.
Annesiyle babasının öldükten sonra diriltilmeleri küfür zamanında nikâhın mevcut
olmasına aykırı değildir. İmam-ı Azam'ın Fıkh-ı Ekber adlı kitabında. "Peygamber
(s.a.v.)'in ebeveyni küfür üzere ölmüşlerdir." demesine de aykırı değildir.
Müslim'in Sahih'indeki, "Rabbimden annem için istiğfara izin istedim, ama bana
izin vermedi." hadîs-i şerifine yine oradaki, "Bir adam; Yarasulallah! Babam
nerededir? diye sordu. Cehennemdedir, buyurdular. Adam dönüp gittikten sonra onu
çağırdı ve; Muhakkak benim babam da senin baban da da Cehennemdedir. buyurdu."
hadisine de aykırı dedildir. Çünkü diriltme hâdisesinin bundan sonra vâki olması
mümkündür. Zîra bu Vedâ Hacc'ında olmuştu.
Bir şeyi görüp de
îman etmek fayda vermez. O halde öldükten sonra îman nasıl fayda verir? Bu,
Allah Teâlâ'nın Peygamberine bahşettiği hususiyetin başkasındadır. Peygamber
(s.a.v.)'in ebeveyni fetret zamanında öldükleri için cehennemden kurtulmuşlardır
şeklindeki istidlâl Eş'arilerin kaidesine göredir. Onlara göre bir kimse
kendisine İslâm dâveti gelmeden ölürse, cehennemden kurtulmuş olarak ölür.
Mâturîdîlere gelince: Onlarca, bir kimse düşünecek kadar bir müddet geçmeden
önce öIür de îman veva küfürden birine îtikat etmezse, o kimse azap
görmeyecektir. Ama küfüre îtikat ederse; yahut müddet geçtikten sonra hiçbir
şeye îtikat etmeden ölürse azap görecektir.
Evet.
Mâturîdîlerden Buhârâ uleması Eş'arilere uymuş ve İmam-ı Azam'ın. "Yaradanını
bilmemek hususunda hiçbir kimse için özür yoktur." sözünü Peygamber
gönderildikten sonraya yorumlamışlardır. Muhakkık Kemâl b. Hümam dahi Tahrîr
nâmındaki eserinde bunu tercih etmiştir. Lâkin bu, küfrü îtikat ederek
ölmeyenler hakkındadır. Nevevî ile Fahr-i Razî'nin açıkladıklarına göre;
Peygamber gönderilmeden önce müşrik olarak ölen bir kimse cehennemliktir.
Mâlikîlerden bazıları ehl-i fetretin azap edileceğini bildiren sahih hadisleri
bu mânâya yorumlamışlardır. Ehl-i fetretin ne müşrik ne muvahhit olmayan ve
bütün ömrü gaflet içinde geçen kısmı bunun hilâfınadır. Onlar hakkında ihtilâf
edilmiştir. Onlardan kendi aklıyla hidâyeti bulan Kus b. Saide ve Zeyd b. Amr
gibiler hilâfsız necat bulacaklardır. Bu izaha göre Allah Tealâ'nın lütf-u
kereminden beklenilen, Peygamber (s.a.v.)'in ebeveynini bu iki kısımdan birine
katmasıdır. Hattâ, "Peygamber (s.a.v.)'in bütün ataları muvahhiddirler."
denilmiştir.
Hülâsa bazı
muhakkıkların dediği gibi bu meseleyi son derece edep ve terbiye ile zikretmek
gerekir. Bu, bilinmemesi zarar veren meselelerden, yahut kabirde veya kıyametin
durak yerlerinde sorulacak meselelerden değildir. Bu mesele hakkında hayırdan
başka bir şey söylememek hususunda dilimizi korumak en güzel ve sâlim yoldur. Bu
mesele hakkındamürted bâbında, "Tevbe-i ye's makbuldür, îman-ı ye's makbul
değildir." denilen yerde daha ziyade söz edilecektir.
METİN
İkincisi; şahit
bulunmamak gibi şartı olmadığı için müslümanlar arasında haram olan her nikâh,
şayet kâfirler îtikat ederlerse, İmam-ı Âzam'a göre onlar hakkında caizdir.
Müslümanlığı kabul ettikten sonra dahi bu hal üzere bırakılırlar.
Üçüncüsü; haram
olan kadınlar gibi mahallin hürmetinden dolayı haram kılınan her nikâh caiz
olarak vuku bulur. Irak uleması caiz değil fâsit olduğunu söylemişlerdir.
Birinci kavil esahtır. Buna göre nafaka vâcip olur. Böylesine kazf eden kimseye
had vurulur. Ulema bunların birbirlerine mirasçı olamayacaklarına ittifak
etmişlerdir. Çünkü miras sahih nikâhta mutlak olarak kıyasa muhalif şekilde
nassla sabit olmuştur, Binaenaleyh ona münhasır kalır, İbn-i Melek.
İZAH
«Şahit bulunmamak
gibi...» Kâfirin iddet beklememesi de öyledir. «İmam-ı Âzam'a göre onlar
hakkında caizdir.» Sahîh olan budur. Nitekim Muzmerât'ta beyan edilmiştir.
Kuhistânî. İmam Züfer'e göre caiz de ğildir. İmameyn şahitsiz nikâh meselesinde
İmam-ı Âzam'la; kâfirin iddeti meselesinde İmam Züfer'le beraberdirler. H.
Hidâye sahibi diyor
ki: «Ebû Hanife'nin delili şudur: Hürmetin şeriat hakkı olmak üzere isbatı
mümkün değildir. Çünkü kâfirler şeriat hukukuyla muhatap değillerdir. İddeti
kocanın hakkı olmak üzere icabetmeye imkân yoktur. Çünkü kâfir ona îtikat etmez.
Kadın müslümanın nikâhında ise iş değişir. Çünkü müslümanın buna îtikadı
vardır.» Bu sözün zâhirine bakılırsa, İmam-ı Âzam'a göre kâfirden asla iddet
beklemek yoktur. Bazı ulema bununla amel etmişlerdir. Binaenaleyh sırf karısını
boşamakla kocasına ona dönmek hakkı sabit olmaz. Kadın boşandıktan sonra altı
aydan az miüddette çocuk doğurursa nesebi sabit olmaz. Bazıları iddetin vâcip
olduğunu söylemişlerse de bu kavil zayıftır. Nikâhın sahih olmasına mâni
değildir. Binaenaleyh koca için ricat hakkı ve nesep sabit olur. Sahih olan
kavil birincisidir. Nitekim Kirmânî'den naklen Kuhistânî'de bildirilmiştir.
Bunun bir misli de İnâye'dedir. Fe'tih'te ise bunun evlâ olduğu söylenilmiştir.
Lâkin Fetih sahibi nesebin sabit olmasını kabul etmemiştir. Çünkü ulema bunu
İmam-ı Âzam'dan nakletmemiş; sadece akit sahihtir sözüne tefri etmişlerdir. Bu
da iddet vâcip olmadığına binaendir. Biz de iddet vâcip değildir, nesep sabit
olur diyebiliriz. Çünkü çocuğun babası başka bir yoldan öğrenildiği vakit, sahih
nikâhtan ve altı aydan daha azda doğduktan sonra çocuğu ona nisbet etmek vâcip
olur. Fetih sahibinin bu sözlerini Bahır sahibi tasdik etmiş; Nehir sahibi ise
kendisi ile münakaşa ederek; "Muhit ve Zeylâî'de zikredilen nesebin sabit
olmamasıdır. Bahır sahibi debundan gafildir." demiştir. Sen biliyorsun ki Fetih
sahibi ulemanın bunu zikretmediklerini iddia etmemiştir. Bilâkis bunu itirafta
bulunmuş, ancak rivayetin şekli hususunda onlarla münakaşa etmiş ve iddetin
sabit olmamasından nesebin sabit olmaması lâzım gelmez demiştir.
«Mahallin
hürmetinden dolayı...» Yani akdin mahalli ki, maksat zevcedir. Ya hiç nikâha
mahâl değildir. Çünkü haram olması nikâha evvelinde ve sonunda aykırıdır. Şahit
bulunmaması ve iddet meselesi bunun hilâfınadır. Nitekim gelecektir.
«Haram olan
kadınlar...»a üç defa boşanan ve müslüman kocadan iddet bekleyen kadın da
katılır
«Fâsit olduğunu
söylemişlerdir.» Bu göslerir ki hiIâf caiz veya fâsit olmasındadır. Müslüman
olmazdan ve dâvâdan önce dokunulmayacağına ittifak etmişlerdir. Remli.
«Buna göre...» Yani
esah kavil caiz olduğuna göre kadın nafakayı iste diği zaman nafaka vâcip olur.
Kadına zifaf olur da sonra müslümanlığı kabul eder ve kendisine bir insan
kazfederse, ona had vurulur. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Fâsittir
diyenlerin kavline göre ise nafaka vâcip olmaz; kazfedene de had vurulmaz. Çünkü
milki olmayan bir kadınla cima etmiştir. Binaenaleyh muhsan (iffetli) değildir.
«İttifak
etmişlerdir ilh...» cümlesi, "caizdir denildiğine göre mirasın da sabit olması
gerekir" sözüne cevaptır ve izahı şudur: Kıyasa göre karı-kocadan hiçbirine
miras sabit olmamak gerekir. Çünkü bunlar ecnebîdirler. Lâkin nass ile kıyasa
muhalif olarak sabit olmuştur ki sahih nikâhta mutlak suretle miras sabittir.
Yani mutlak olarak sahih ismi verilen nikâhta şer'an muteber olan nikâh gibi
miras sabittir. Haram kadınların nikâhına gelince: Buna da sahih denilir. Fakat
mutlak değil; kâfirlere nisbetle sahihtir. Binaenaleyh nassın bildirdiği ile
yetinilir.
Ben derim ki:
Burada şöyle denilebilir: Şartı bulunmayan bir nikâh mutlak söylenildiği zaman
dahi sahih değildir. Halbuki şarihin feraiz bahsinde Cevhere'ye atfen
bildireceği vecihle bunda mirasçı olmak sabittir. Orada şöyle diyecektir: «Her
nikâhta karı-koca beraber müslüman olurlarsa, nikâhları üzere bırakılır ve
birbirlerine mirasçı olurlar. Aksi takdirde mirasçı olamazlar. Bunu Zahîriyye
sahibi sahihlemiştir.» Sonra Bedâyi'ye uyarak icma hikâyesinde bulunmak söz
götürür. İşte Kuhistânî mirasın sabit olduğuna kaildir. Lâkin sahih kavil onun
söylediğinin hilâfıdır. Nitekim gördün. Keza Sekbü'l, Enhur'da, "Haram
kadınların nikâhı gibi karı-kocanın ikrar edildikleri nikâhla birbirlerine
mirasçı olamazlar. Sahih olan budur." denilmiştir.
METİN
Şahitsiz veya
kâfirin iddetinde evlenen iki karı-koca müslüman olurlarsa, böyle evlenmeninhak
olduğuna îtikat ettikleri takdirde nikâhları üzere bırakılırlar. Çünkü biz
kâfirleri îtikatları ile başbaşa bırakmakla emrolunduk. Bu karı-koca yani
müslümanlığı kabul edenler mahrem iseler; yahut iki mahremden biri müslüman
olduysa veya kâfir oldukları halde müslüman mahkemesinde dâvâya çıkarlarsa,
hâkim veya tayin ettikleri hakem onları birbirinden ayırır. Çünkü nikâha mahâl
yoktur. Yalnız birinin dâvâ etmesiyle onları ayırmaz. Çünkü diğerinin hakkı
bâkîdir. Birinin müslüman olması bunun hilâfınadır. Çünkü İslâm yücedir, onun
üstüne geçilmez.
İZAH
«Müslüman
olurlarsa...» Keza müslüman bizim mahkememize baş vururlarsa nikâhları üzere
bırakılırlar. Musannıfın bunu zikretmemesi evleviyetle mâlûm olduğu içindir.
Nitekim Nehir ve Bahır'da belirtilmiştir.
«Veya kâfirin
iddetinde...» sözü. müslümanın iddetinden ihtirazdır. Nitekim musannıf sonra
buna tembih edecektir. Hidâye'de İslâm ve birbirlerini dâvâ etmeleri.
"üzerlerinde hürmet kaim iken" diye kayıtlamıştır. İnâye sahibi diyor ki: «İddet
geçtikten sonra başvururlarsa, araları bilittifak ayrılmaz.»
«Hak olduğunu
îtikat ettikleri takdirde» halleri üzere bırakılırlar. Fakat bu onlarca caiz
olmasa, bilittifak araları ayrılırdı. Çünkü bâtıl olarak yapılmıştır.,
yenilenmesi icabeder. Bahır. Hâşiye yazarlarından biri İbn-i Kemâl'den
nakletmiştir ki, şart hassaten kocanın dininde caiz olmasıdır.
Ben derim ki:
Zâhire bakılırsa o ilk kocayı murad etmiştir. Kadını boşayan odur. Zira iddet
boşayan kocanın hakkıdır. O bunun hak olduğuna îtikat etmezse, kendisine vâcip
kılmanın imkânı yoktur. Kadının müslümandan boşanmış olması bunun hilâfınadır.
Nitekim az yukarıda Hidâye'den nakletmiştik.
«Nikâhları üzere
bırakılırlar.» Bu, İmam-ı Âzam'a göredir. Nikâh iddet içinde yapılmış ise
İmameyn buna muhaliftirler. Nitekim yukarıda geçti. Lâkin Bahır'da ve Mebsût'tan
naklen Fetih'te bildirildiğine göre karı-koca iddet bittikten sonra müslüman
olurlarsa, araları bilittifak ayrılmaz.
«Bırakmakla
emrolunduk ilh...» Bu ta'lil ancak kâfir olarak müslüman mahkemesine
başvururlarsa zâhirdir. Müslüman olduktan sonra başvururlarsa; illet, Bahır'da
beyan edilen İslâmiyet ve dâvâ hâlinin baka hâli olmasıdır. Burada şahitlik şart
değildir. Keza iddet dahi bu hale aykırı değildir. Nasıl ki şüpheyle cima edilen
nikâhlı kadın böyledir. T. Yani şüpheyle cima edilen kadına nikâhlı olduğu halde
iddet vâciptir. Kocasıyla birleşmesi haramdır. Fetih. Yani iddeti bitinceye
kadar kocasıyla cima haramdır.
«Mahrem iseler...»
Meselâ bir mecûsî annesi veya kızıyla evlenmişse, keza bir adam üçtalâkla
boşadığı karısını almış veya beş kadını yahut iki kız kardeşi bir nikâhla bir
araya getirmiş de sonra her ikisi yahut birisi müslüman olmuşsa, araları
bilittifak ayrılır. Fetih. Nehir'de de şöyle denilmiştir:«Bu hüküm yalnız
mahremi olmasına mahsus değildir. Bilâkis üç defa boşadığı karısını alması da
böyledir ilh...» Sonra bir akitle beş kadın alırsa diye kayıtladık. Çünkü
kadınları peşpeşe alırsa, yalnız beşinci kadın kendisinden ayrılır. Bir kadınla
evlenir de sonra dört kadını nikâh ederse, sadece o bir kadının nikâhı caizdir.
İki kızkardeşin birinden ayrıldıktan sonra müslüman olursa, kalan karısıyla
nikâhları üzere bırakılırlar. Tamamı Nehir'dedir,
«Hâkim ayırır.» Bu,
İmameyn'in kavline göre zâhirdir. Çünkü bu gibi nikâhlara onların aralarında
bâtıl hükmü verilir. İmam-ı Âzam'ın kavline göre ise böyle nikâhlara hakikatte
sahih hükmü verilir. Hattâ nafaka vâcip olur. Kazfedene had vurulur ise de,
mahremiyet ve emsali nikâhın devamına aykırıdır. Nitekim bunlar nikâhın
iptidasına da aykırıdır. İddet bunun hilâfınadır. Nehir. Ebussuud Hamevî'den
şunu nakletmiştir: «Bercendî diyor ki: İbarenin zâhiri, İslâmiyet sebebiyle
ayrılma olmayacağını gösterir. Kâdıhân hâkim ayırmadan kadının boş düşeceğini
söylemiştir.» Bunu Kınye sahibi zikretmiştir.
«Çünkü nikâha mahâl
yoktur.» Yani mahrem kadın nikâha mahâl değildir. ötekiler de öyledir. Bunlara
hem iptidaen hem bakaen karı-koca akdi yapılamaz. Bu ta'lil İmam-ı Âzam'ın
kavline göredir. Biliyorsun.
«Yalnız birinin
dâvâ etmesiyle onları ayırmaz.» Bu, İmam-ı Âzam'a gö-redir. İmameyn buna
muhaliftir. Birbirlerini dâvâ etmeleri bunun hilâfınadır. Zira İmam-ı Âzam'a
göre dahi araları ayrılır. Çünkü İslâm'ın hükmüne razı olmuşlardır. Hâkim tayin
edilmiş hakem gibi olmuştur. Fetih.
«Çünkü diğerinin
hakkı bâkîdir.» O İslâm'ın hükmüne razı olmamıştır.
«Birinin müslüman
olması bunun hilâfınadır.» sözü, İmameyn'in, "Karı-kocadan birinin dâvâ
etmesiyle araları ayrılır. Nasıl ki müslüman olmasıyla da ayrılır." sözüne
cevaptır. Cevabın izahı, İmam-ı Âzam'ın kavline göre fark göstermek
suretiyledir. Şöyle ki: Karı-kocadan birinin müslüman olmasıyla diğerinin haram
olduğu meydana çıkar. Çünkü îtikadı değişiktir. Dininde ısrar edenin îtikadı
ise, müslüman olanın İslâmına karşı duramaz. Çünkü İslâmiyet yücedir, üstüne
geçilmez. Biri dâvâya verip, ötekinin razı olması bunun hilâfınadır. Çünkü
bununla ötekinin îtikadı değişmez. Fetih.
METİN
Meğerki kadını üç
defa boşayıp da kadın ayrılmayı istesin. Bu takdirde araları bilittifak ayrılır.
Nasıl ki kadına hul yapar da sonra akit yapmadan onunla beraber oturursa; yahut
müslümandan iddet bekleyen kitabî bir kadınla evlenirse veya kadını üç defa
boşamış olupbaşka kocaya varmadan tekrar alırsa, bu üç surette dâvâsız araları
ayrılır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten nakletmiştir. Zeylâi ile Hâvi bunun
hilâfına olarak dâvâ et-meyi şart koşmuşlardır.
İZAH
«Meğerki kadını üç
defa boşayıp ilh...» cümlesi. "karı-kocadan biri-nin dâvâya vermesiyle araları
ayrılmaz." sözünden istisnadır.
«Araları ayrılır.»
Çünkü bu ayırma kocanın bir hakkını iptal etmez. Üç talâk bütün dinlerde nikâh
milkini keser. Bahır.
Ben derim ki: Lâkin
şimdi zımmîler arasında meşhur olan îtikada gö-re onlarda talâk yoktur. Bu
herhalde değiştirdikleri şeriatlardan olacaktır.
«Nasıl ki kadını
hul yapar da ilh...» Mutlak ayırma hakkında bir teş-bihtir. Dâvâya verdikten
sonra kaydıyla değildir. Zira bundan sonra şarih, "Çünkü bu üç meselede dâvâsız
ayrılır." demektir. T.
«Akit yapmadan
ilh...» Bunun sebebi: Çünkü hul talâktır. Zımmî talâ-kın nikâhı giderdiğine
inanmaz. Halbuki talâktan sonra cima bütün din-lerde haramdır. Onun sebebiyle
had vururlar. Nehir. Yani talâktan sonra cima sebebiyle had vururlar. Haddin
mahalli iddette helâl olması şüphe-sine îtikat etmektir. Nitekim hudud bahsinde
beyan edilmiştir. Böyle bir ta'lil, aşağıda gelen üç talâk meselesinde de
söylenir.
«Yahut kitabi bir
kadınla evlenirse...» Keza bir zımmî hür veya cariye bir müslüman kadınla
evlenirse, Hâkim-i Şehid'in Kâfî nâmındaki kita-bında beyan edildiğine göre
araları ayrılır. Kadınla zifaf olmuşsa cezalan-dırılır. Ama kırk deyneğe
vardırılmaz. Kadın ve kadını o kimseye veren de ta'zîr olunurlar. Nikâhtan sonra
müslüman olursa nikâhı haline bırakılmaz.
T E M B i H : Nehir
sahibi diyor ki: «Musannıf evleneni kâfir ise diye kayıtlamıştır. Çünkü
müslüman, kâfirden iddet bekleyen zımmî bir kadınla evlenirse, bazı ulemanın
söylediklerine göre caizdir. Ama İmam-ı Âzam'a göre istibra yapmadan o kadınla
cima etmesi mübah değildir; İmameyn bu nikâhın bâtıl olduğunu söylemişlerdir.
Hâniyye'de böyle denilmiştir.»
Ben derim ki:
Müslümana nisbetle iddetin hilâfsız vâcip olması gere-kir. Çünkü müslüman onun
vâcip olduğuna inanmaktadır. Görmüyormu-sun kâfir hakkında iddetin vâcip
olmaması ona inanmamaları ve onlarca caiz olması kaydıyla mukayyettir. Çünkü
caiz değil de vücubuna îtikat etseler bilittifak araları ayrılır. Fetih sahibi
şöyle demiştir: «O halde kâfirler iddete inanırlarsa, hicrette iddetin vâcip
olması lâzım gelir. Çünkü birbirine zıt iki memlekete izafe edilen ayrılıktır.
İddetln yokluğu değildir.»
Ben derim ki;
«Hilâfsız vâcip olması gerekir ilh...» sözü hakkında. "Bu, gerekmeyen
şeylerdendir." denilebilir. Çünkü yukarıda geçti ki, iddet ancak boşayan kocanın
hakkı için vâcip olur. Îtikadı olmaksızın onun için iddet vâcip olmaz. Bir de
İbn-i Kemâl'den naklen arzetmiştik ki, yalnız kocanın dinine itibar olunur. Kezâ
İmam-ı Âzam'a göre kâfirden asla iddet yoktur sözü tercih edilmiştir.
«Başka kocaya
varmadan tekrar alırsa ilh...» ifadesinin muktezası, birinci meselenin kadını üç
defa boşayıp nikâh tazelemeden onunla birlikte yaşayan kimse hakkında farz
edilmiş olmasıdır. Tâ ki ayrı bir mesele teşkil etsin ve aralarında fark müşkül
olsun. Çünkü birinci meselede aralarını ayırmak kadının istemesine bağlı olunca,
burada da onun istemesine bağlı olması evleviyette kalır. Zira başka kocaya
gitmeden kadına nikâh tazelerse akit şüphesi hâsıl olur. O halde hiç istemeden
araları nasıl ayrılabilir. Halbuki akit şüphesi vardır. Akit şüphesi yokken bile
ancak istemekle araları ayrılır. Allahu a'lem. Bundan dolayı Bahır sahibi
İsbicâbî'den naklen, "Kadını üç defa boşar da nikâhını tazelemeden yanında
tutarsa araları ayrılır. Velev ki hâkim huzurunda dâvâya çıkmasınlar. Kadın
başka kocaya varmadan nikâhını tazelerse ayırmak yoktur." demiş; sonra bunun
Muhit' teki ifadeye muhalif olduğunu söylemiştir. Çünkü Muhit sahibi aralarını
ayırma hususunda kadın başka kocaya gitmemişse; onunla tekrar evlenip
evlenmemeyi bir tutmuştur.
Ben derim ki: Lâkin
bu da Fetih ve diğer kitaplardan naklettiklerimize muhaliftir. Demiştik ki: «Üç
defa boşadığı kadını alması, birbirine mahrem olan karı-koca gibidir.» Meğerki
bu, müslüman oldukları hale yahut birinin müslüman olmasına tahsis edilmiş
olsun. Lâkin bu da Zeylâî'nin ifadesine muhaliftir. O şöyle demiştir: «Üç defa
boşanan kadın ile mahrem kadınları ve beş kadını bir nikâhta toplamak da bu
hilâf üzerinedir.» Yani İmam-ı Âzam'la İmameyn arasında geçen hilâfa göredir.
İmam-ı Âzam'a göre her ikisi mahkemeye müracaat ederlerse araları ayrılır.
Yalnız birinin müracaatıyla ayrılmaz. Düşünmelidir!
«Zeylâî ile Hâvî
ilh...» Ben derim ki: Hâvi'I-Kudsî'de buradakine muhalif bir şey yoktur. Nitekim
musannıfın Minah'ta naklettiği Hâvi ibaresinden anlaşılmaktadır. Ona müracaat
edebilirsin.
Zeylâî'ye gelince:
Onda muhalefet vardır. Çünkü yukarıda ondan naklettiğimiz ibareyi zikretmiş;
sonra şöyle demiştir: «Gâye'de Muhit'e nisbet edilerek bildirilmiştir ki, üç
defa boşanan kadın ayrılmak isterse, kocasıyla araları bilittifak ayrılır. Çünkü
bu, kocanın hakkını iptali tazammun etmez. Hul'da ve müslümandan iddet bekleyen
kitabi kadında ve keza üç defa boşayıp da kadın başka kocaya varmamışsa onunla
evlenmesinde dahi kocanın hakkını iptal yoktur.»
Muhalefeti şöyle
izah olunur: «Hul'da ilh...» sözü, ayırmanın ilk meselede olduğu gibi üç
meselede de isteğe bağlı olduğunu ifade eder. Nitekim teşbihin muktezası da
budur. Fetih sahibi bunu açıklayarak Gâye'nin ibaresini zikretmiş ve "hul'da"
sözünün akabinde, "Yani kadın zımmî olan kocasından hul olur da sonra kocası onu
yanında tutar ve kadın onuhâkime dâvâ ederse, hâkim aralarını ayırır. Çünkü
kadını yanında tutması zulümdür ilh..." demiştir. Şu halde Gâye sahibinin
Muhit'e nisbet ettiği ve Zeylâî ile Fetih sahibinin de ondan naklettikleri söz,
Bahır'da Muhit'ten nakledilene muhaliftir. Musannıfın tercih ettiği de odur.
Yani üç meselede aralarını ayırmak dâvâya tevakkuf etmez. Yalnız birinci
meselede dâvâya tevakkuf eder. Nehir sahibi dahi Muhit'in ibaresini
zikretmiştir. Bu ibare Bahır sahibi ile musannıfın dedikleri gibidir. Şarihin
söylemek istediği muhalefetin vechi işte budur. Nehir sahibi de buna tembih
etmiştir. Ama hâşiye yazarlarınca gizli kalmıştır.
Evet, Zeylâî'nin
ifadesinde başka bir cihetten muhalefet vardır ki, o da şudur: Zeylâ'i evvelâ
hilâfın cereyanı hususunda üç defa boşanan kadının iki mahremin evlenmesi gibi
olduğunu söylemiştir. Nitekim az yukarıda zikretmiştik. Sonra Gâye'de kadının
ayrılık istemesiyle bilittifak aralarının ayrılacağı bildirildiğini söylemiştir.
Ben Hâkim-i Şehid'in Kâfî'sinde Gâye'nin ifadesini teyid eder sözler gördüm.
Şöyle demiş: «Zımmî bir kimse karısını üç defa boşar da sonra onunla beraber
yaşarsa, kadın kendisini sultana dâvâ ettikte sultan aralarını ayırır. Keza
kadının hul olması da böyledir. Bir zımmî müslüman kocadan iddet bekleyen
zımmîyeyle evlenirse, onu gerek boşamış olsun gerekse kocası ölsün ben onların
aralarını ayırırım.» Lâkin bu ifade şunu gösterir ki, bu son meselede aralarını
ayırmak için dâvâya vermeye ve ayrılık isteğine asla hâcet yoktur. Çünkü
müslümanın hakkı taallûk etmiştir. Bunun bir misli de yine Kâfî'den naklen arz
ettiğimiz zimmî bir kimsenin müslüman kadınla evlenmesi meselesidir.
METİN
Mecûsi olan
karı-kocadan biri, yahut kitabînin karısı müslüman olursa. diğerine müslümanlık
arz olunur. Müslümanlığı kabul ederse ne âlâ. İmtinâ etmek veya susmak suretiyle
müslümanlığı kabul etmezse araları ayrılır. Velev ki koca sabî-i mümeyyiz olsun.
Esah kavle göre bu mesele bilittifak böyledir. Sabî kız, zikredilen bu
hususlarda sabî oğlan gibidir. Kaide şudur ki: müslüman olduğu zaman İslâm'ı
sahih olan herkesin, müslümanlık arz olunduğu zaman ondan çekinmesi de sahihtir.
Mümeyyiz olmayan sabînin akıllanması, yani iyiyi kötüyü ayırmaya başlaması
beklenir. Deli ise beklenmez. Çünkü onun sonu yoktur. İslamiyet onun ana ve
babasına arz olunur. Hangisi müslümanlığı kabul ederse, deli ona tâbi olur.
Nikâh da bâkîdir. Babası yoksa hâkim onun nâmına bir vasî tayin eder ve onun
aleyhine ayrılma hükmünü verir. Bunu Zahîdî'nin Ravdatü'l-Ulema adlı eserinden
Behensî, ondan da Bâkânî nakletmiştir.
İZAH
«Karı-kocadan biri
müslüman olursa ilh...» meselesinde karı-kocadan birinin müslüman olmaları,
otuziki surette tasavvur edilir. Çünkü karı-kocanın ya ikisi de kitabî, ya ikisi
demecûsî yahut koca kitabî kadın mecûsîdir, yahut bunun aksinedir. Bu
sûretlerden her birine göre müslüman olan ya koca yahut kadındır. Bu sekiz
suretten her birinde karı-koca ya İslam diyarında yahut dâr-ı harpte bulunurlar.
Yahut yalnız koca veya yalnız kadın İslâm diyarındadır. Bunu Bahır sahibi ifade
etmiştir. Yine Bahır'da bildirildiğine göre bu söz İslâm kaydıyla
kayıtlanmıştır. Çünkü hiristiyan bir kadın yahudî dinine döner yahut yahudî bir
kadın hiristiyan olursa, bunlara bakılmaz. Çünkü kâfirlerin hepsi bir millettir.
Keza hiristiyanın karısı mecûsi dinine dönerse, nikâhları üzere bırakılırlar.
Nitekim kadın işin başında mecûsî bulunursa hiristiyanla evlenebilir. Mecûsîden
murad, semavî kitabı olmayan kimsedir. Bu kelime, putperest ile dehriye de
şâmildir. Musannıf karı-kocadan İslâm diyarında beraber bulunanları
kasdetmiştir. Bununla neden ihtiraz ettiği ilerde, «Karı-kocadan birisi dâr-ı
harpte müslüman olursa ilh...» dediği yerde gelecektir.
«Kitabî'nin karısı
müslüman olursa...» araları ayrılır. Fakat kitabîyyenin kocası müslüman olursa
nikâhları bâkidir. Nitekim metinde gelecektir.
«Veya susmak
suretiyle müslümanlığı kabul etmezse araları ayrılır.»
Ancak bu halde
ihtiyaten kendisine müslümanlık üç defa arz edilir. Mebsûfta böyle denilmiştir.
Nehir.
«Araları ayrılır»
Ama aralarını hâkim ayırmadıkça kadın o adamın karısıdır. Hattâ kocası kâfir
olan karısı müslüman olmadan ölürse bütün mehrini vermek vâcip olur. Velev ki
zifaf yapılmamış olsun. Çünkü nikâh mevcut idi. Ölümle de tekarrur eder. Fetih.
Bu karı-kocanın birbirlerine mirasçı olamamaları, mirasa küfür mâni olduğu
içindir.
«Sabî-i mümeyyiz
olsun.» Sabî-i mümeyyiz; iyiyi-kötüyü ayıran çocuk demektir. Dinin ne demek
olduğunu akıl ederse, çocuğun dinden dönmesi muteberdir. Dini kabul etmemesi de
öyledir. Fetih. Ahkâmu's-Sîgâr adlı eserin sahibi, "Bunak da aklı eren çocuk
gibidir." demiştir.
«Esah kavle
göre...» Bazıları Ebû Yusuf'a göre İslâm'ı kabulden çe-kinmesinin muteber
olmadığını söylemişlerdir. Nitekim ona göre böyle bir çocuğun dinden dönmesi de
muteber değildir. Fetih.
«Bu hususlarda...»
Yani İslâmiyeti kabul edip etmeme ve susma hu-susunda küçük kız da küçük oğlan
gibidir.
«Çünkü onun sonu
yoktur.» Temyiz bunun hilâfınadır. Onun sonu vardır.
«İslâmiyet onun ona
ve babasına arz olunur ilh...» Tahrîr ve şerhinde şöyle denilmiştir:
«İslâmiyet'in anne veya babasına arz edilmesi, onlardan birinin müslüman
olmasıyla, deli de müslüman sayıldığı içindir. Onlardan biri müslüman olursa,
nikâhları üzere bırakılırlar. Kocası müslümanlığı kabul etmezse, müslüman
kadından zararı def etmek için araları ayrılır. Deli çocuk dahi anne-babasının
dinden dönmesiyle ve dâr-ı harbe kaçmalarıyla onlara tebean mürted sayılır. Onu
İslâm diyarında bırakırlarsa; yahut müslüman olarak bülûğa erer de sonra
delirirse, yahut aklı başında iken müslüman olur da sonra bülûğa ermeden
delirirse, bu suretlerde anne ve babasının dinden dönüp onun yanına gelmeleri
yukarıdakinin hilâfınadır. Çünkü anaya-babaya tâbi olmak diye bir şey
kalmayınca, yahut îmanın rüknü kalbinde karar kılınca, müslüman devletine tâbi
olmakla müslüman sayılır. Şemsü'l-Eimme'nin bildirdiğine göre delinin babasına
İslâmiyet'in arz olunmasından murad; ilzam yoluyla (zoraki) değil, babaların
çocuklarına karşı âdeten gösterdikleri mâlûm şefkat yoluyla teklifte
bulunmaktır. Bunun onu müslümanlığa sevketmesi ihtimali vardır. Görmüyor musun
delinin annesi-babası yoksa hâkim onun namına bir hasım tayin eder ve karısıyla
aralarını ayırır. Bu gösterir ki, burada kabulden çekinmenin özürden dolayı
itibarı yoktur.» Bâkânî'den naklettiği budur. Bu ifadenin bir misli de
Tatarhâniyye'dedir.
Hâsılı şudur: Vasî
tayin etmenin faydası, müslümanlığı arz etmeden ayırma hükmünün sabit olmasıdır.
Hattâ zaruretten dolayı İslâmiyet'i arz sakıt olur. Çünkü çocuk anne-babasından
başkasına tâbi olmakla müslüman sayılmaz. Söylediklerimizden anlaşılır ki,
delinin yalnız annesi bulunursa İslâmiyet ona arz olunur. O buna yanaşmazsa
araları ayrılır. Çünkü çocuk ona tâbidir. Velevki annesinin çocuk üzerinde
velâyeti olmasın. Zira burada sebep, velâyet değil tâbi olmaktır. Binaenaleyh
bazı hâşiye yazarlarının, "Baba bulunmazsa İslâmiyet annesine arzolunmaz.
Bilâkis ona bir vasî tayin edilir." demesi doğru değildir. Evet, anne-babasının
ikisi de deli olurlarsa çocuk için bir vasî tayini gereklidir. Hâsılı İslâm ve
küfür cihetinden anneye-babaya tâbî olmak için delirmeden önce müslüman
olmamışsa deli çocuk gibidir.
METİN
Karısı mecûsî
olduğu halde kocası müslümanlığı kabul eder, o da yahudi veya hıristiyan dinine
dönerse, nikâh baştan öyleymiş gibi kalır. Çünkü netice itibariyle bu kadın
kitabîyedir. Karı-kocanın aralarını ayırmak, İslâmiyeti kocası kabul etmezse
talâktır. Talâkın sayısını eksiltir. Karısı kabuıl etmezse talâk değildir. Çünkü
talâk kadınlar tarafından yapılamaz. Faydayı zararı ayıran çocuğun çekinmesiyle,
delinin anne-babasından birinin çekinmesi esah kavle göre talâktır.
İZAH
«Karısı mecûsi
olduğu halde ilh...» ifadesinin aksi bunun hilâfına olup şudur: «Kocası müslüman
olduğu vakit karısı hıristiyan bulunur da sonra mecûsi dinine dönerse, kadına
müslümanlık arzedilmeksizin araları ayrılır. Bunu Bahır sahibi Muhit'ten
nakletmiştir. Zâhirine bakılırsa, hâkim ayırmadan ayrılık vâki olur. Çünkü kadın
mürtedde gibi olmuştur.
«Talâkın sayısını
eksiltir.» Bu sözle şarih talâktan muradın hakiki talâk olduğuna, fesih
olmadığına işaret etmiştir. Adam müslüman olur da sonra o kadınla evlenirse,
Tarafeyn'e göre o kadını yalnız iki talâkla boşamaya mâlik olur. İmam Ebû Yusuf
bunun fesih olduğunu söylemiştir. Sonra bu talâk, zifaftan önce olsun sonra
olsun talâk-ı bâindir. Nihâye sahibi, "Hattâ koca müslüman olursa, karısına
dönmeye mâlik değildir." demiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Talâk ile zifaftan
sonra ise, kadına iddet vâcip olduğuna işaret etmiştir. Çünkü kadın müslümansa
İstâmiyetin hükümlerini benimser. Onun hükümlerinden biri de iddetin vâcip
olmasıdır. Kadın kâfir olup iddetin vacip olduğuna inanmazsa da, kocası
müslümandır, iddet onun hakkıdır. Kâfirlerin inancıyla bizim haklarımız bâtıl
olmaz. Talâk sözüyle, kadın müslümansa, nafakanın iddet içinde vâcip olduğuna
işaret etmiştir. Çünkü kadından istifadeye mâni erkek tarafından gelmiştir.
Kadın kâfir olup, kocasının müslümanlığı kabul etmesi bunun hilâfınadır. Çünkü
mâni kadın tarafından gelmiştir. Onun için zifaftan önceyse, kendisine mehir
verilmez.» Kadın müslüman olur da kocası müslümanlıktan çekinirse, zifaftan önce
olduğu takdirde kadına mehrinin yarısı, sonra olursa hepsi verilir. Nitekim
Hâkim'in Kâfî'sinde beyan edilmiştir.
Bahır sahibi diyor
ki: «Kadın iddet içinde bulunduğu müddetçe onun üzerine yaptığı talâkın vâki
olacağına da işaret etmiştir. Nasılki birbirlerinden ayrılmaları hul veya âlet
kesikliği yahut kalkınamamak sebebiyle olursa hüküm yine budur. Muhit'te böyle
denilmiştir. Zâhirine bakılırsa, kadının üzerine talâk vaki olması hususunda,
kabul etmeyen erkek olsun kadın olsun fark yoktur. Fethu'l-Kadir'in zâhiri ise,
bunun kadın müslüman olup da kocası müslümanlığı kabul etmediği hale mahsus
olduğunu göstermektedir. Zâhir olan birincisidir.»
Ben derim ki:
Feth'in ibaresi birinci hakkında açıktır. Zira şöyle demiştir: «Zımmî olan
karı-kocadan biri müslümanlığı kabul edip öteki kabul etmemekle araları
ayrılırsa, kocasının o kadın üzerine talâkı vâki olur. Velevki kabul etmeyen
kadın olsun. Halbuki ayrılmak fesihtir. Bununla; karı-kocadan biri müslüman
olursa kocasının o kadına talâkı vâki değildir, diye söylenilen sözü bozulmuş
olur.» Evet, Muhit'in ifadesinin zâhirinden bunun, kabul etmeyen erkek olduğu
hale mahsus olduğu anlaşılıyor. Muhit sahibi; "Nitekim ayrılık hul sebebiyle
olursa ilh..." demektedir. Çünkü bu ayrılık erkek tarafından olup talâk sayılır.
Talâk iddeti bekleyen kadına talâk yapılabilir. Fakat kabul etmeyen kadın ise
ayrılık fesihtir. Fesih ise akdi kaldırmaktır. Binaenaleyh onun iddeti içinde
talâk vâki olmaz.
Evet, Bahır'da
talâk bahsinin başında, "Fesih iddeti içinde talâk vâki olmaz. Ancak
karı-kocadan biri dinden döner ve biri dini kabul etmediği için hâkim aralarını
ayırırsa o zaman olur." denilmiştir. Bezzâziye'de dahi, "Karı-kocadan biri
müslüman olursa, diğerine talâkı vâki olmaz." denilmektedir. Lâkin Hayreddin-i
Remlî, "Bu, Ehl-i Harb'in talâkıhakkındadır." demiştir. Yani harbî olan
karı-kocadan biri müslümanlığı kabul ederek İslâm diyarına hicret ederse, o
zaman talâk vâki olmaz. Çünkü kadına iddet yoktur demek istemiştir.
Ben derim ki: Bu
yorum Bahır'ın ibaresi olmaksızın dahi Bezzâziye'nin ibaresinde mümkündür.
Düşünülsün! Bu hususta sözün tamamı kinâyeler bâbının sonunda gelecektir.
«Çünkü talâk
kadınlar tarafından yapılamaz.» Şer'an ayrılmaya im-kân bulursa, kadının
yapabileceği iş fesihtir. Kadının mâlik olduğu haklar hususunda onun yerini
hâkim tutar.
«Faydayı zararı
ayıran çocuğun çekinmesiyle...» Yani bu çekinme sebebiyle hâkimin ayırması talâk
sayılır demek istiyor. Yoksa çekinmek ve kabul etmemek talâk değildir. H.
«Anne-babasından
birinin çekinmesi...»nden murad; yalnız birisi bulunduğu zamandır. Her ikisi
mevcut iseler ikisinin birden kabul etmemesi lâzımdır. Çünkü birisi müslüman
olursa, deli ona tâbi olur. Nitekim yukarıda geçti.
METİN
Bu mesele en garip
meselelerden biridir. Zira talâk küçük çocuk ile deli tarafından yapılmaktadır.
Zeylâi. Fakat bu, söz götürür. Çünkü talâk hâkim tarafından yapılmaktadır. Hem
küçükle deli tarafından değil, onların üzerine yapılmaktadır. Binaenaleyh onlar
talâk yapmaya ehil değil; bilâkis kendilerine talâk yapılmasına ehildirler.
Nitekim yakınına mirasçı olursa hüküm budur. Ben delirirsem sen boşsun der de
delirirse talâk vâki olmaz. Eve girersen boşsun der de, kocası delirdikten sonra
girerse, bunun hilâfına talâk vâki olur.
İZAH
«Binaenaleyh onlar
talâk yapmaya ehil değildirler. » Yani onlar tarafından talâk yapılamaz. Bilâkis
mûcibi bulununca onların üzerine talâk yapılabilir. Yani şeriat, talâkın onların
üzerine yapılabileceğine hükmetmiştir. Tahrir şerhinde şöyle denilmiştir: «Keşif
sahibi ile başkalarının beyanına göre, küçük çocuk hakkında boşamanın ve köle
âzâd etmenin meşru olmamasından murad, hâcet olmadığı zamandır. Hâcet olursa,
bunlar meşrudur.» Şemşü'l Eimme Serahsî de şunları söylemiştir: «Bazı ulemamız
zannetmişlerdir ki, bu hüküm küçük çocuk hakkında hiç meşru değildir. Hattâ onun
karısı talâka mahâl olamaz. Bence bu vehimdir. Çünkü boşamaya milk-i nikâh ile
mâlik olunur. Asıl milki isbatta bir zarar yoktur. Zarar talâkı meydana
getirmektedir. Hattâ zararı def etmek için çocuk tarafından boşamaya ihtiyaç
tahakkuk ederse, boşamak sahih olur. Küçüğün karısı müslüman olur da kendisi
müslümanlığı kabul etmezse araları ayrılır. Bu, Ebû Hanife ile İmam Muhammed'e
göre boşama sayılır. Maazallah dinden döndüğü vakit ayrılma hasıl olur. Bu, İmam
Muhammed'in kavline göre boşamadır. Kadın kocasını âleti kesik bulur da dâvâ
ederse, araları ayrılır ve bu bazı ulemaya göre boşama sayılır.»
Ben derim ki: Bu
sözün hâsılı şudur: Çocuk bu sebeplerle kendisinden talâk vâki olmak için bülûğa
eren gibidir. Şu kadar var ki. kendisine zarar olacağı için iptidaen kadın
boşaması sahih değildir. Deli de onun gibidir. Bununla anlaşılır ki. "Bu, hâkim
tarafından boşamaktır." demeye hâcet yoktur. Zira burada hâkimin ayırması,
bülûğa ermiş bir kimseyi müslümanlığı kabul etmemesi sebebiyle ayırması gibidir.
Bu o kimse nâmına niyabeten boşamaktır. Çocukla deli hakkında da böyledir. Lâkin
çocukla delinin talâkları vâki değildir. Yani iptidaen boşayamazlar sözü meşhur
olduğundan, onlardan bir sebeple talâk vukuu garip görülür. Onun için Zeylâî ve
başkaları, "Bu mesele en garip meselelerden biridir." demişlerdir.
«Nitekim yakınına
mirasçı olursa hüküm budur.» Yani zirâhmi mahremine mirasçı olursa, meselâ
anabir kardeşinin kölesi olan babasına mirasçı olursa, kendi nâmına âzâd olur.
Keza babasının cariyesiyle evlenir de cariyeyi babasının malından miras olarak
alırsa nikâh bozulur.
«Talâk vâki olmaz.»
Çünkü boşamayı kendinin yapamayacağı bir şeye tâlik etmiştir. Zira ceza olan,
"sen boşsun" sözü, talâk için ancak şartı bulunduğu vakit sebep olur. Şartın
talâka elverişli olması mutlaka lâzımdır. Bu da, "Ben ölürsem sen boşsun." gibi
sözlerle olur. Bana böyle zâhir oldu.
«Talâk vâki olur.»
Çünkü ulemanın açıkladıklarına göre, talâka ehliyet ancak tâlik vaktinde
muteberdir. Şartın bulunduğu vakitte muteber değildir. Burada şart olan eve
girmek, cezanın talâka sebep olmasına zıt değildir. Birinci mesele bunun
hilâfınadır. Hâsılı tâlik sahih olmak için onu yaparken mutlaka ehliyet bulunmak
lâzımdır. Bağlanan şart cezaya zıt olmamalıdır. Burada her ikisi de mevcuttur.
Birinci meselede öyle değildir. Çünkü orada tâlik vaktinde ehliyet mevcut; öteki
yani zıt olmamak mevcut değildir. Bana zâhir olan budur.
METİN
İkiden biri, yani
mecûsî olan karı-kocadan biri yahut kitabînin karısı dâr-ı harpte veya dâr-ı
harbe mülhak tuzlu deniz gibi bir yerde müslüman olursa; kadın diğerinin
müslüman olmasından önce üç hayız görmedikçe, yahut üç ay geçmedikçe ayrılmış
olmaz. Bu, ayrılma şartını sebep yerine koymak suretiyle olur. İddet de
sayılmaz. Çünkü zifaf edilmeyen kadın bu hükümde dahildir. Kitabî bir kadının
-velev ileride olsun. Nitekim geçmişti.- kocası müslüman olursa, kadın onun
karısıdır. Kadın memleketlerin hakikaten veya hükmen birbirine zıt olmasıyla
kocasından ayrılır. Esir düşmekle ayrılmaz.
İZAH
«İkiden biri...» Bu
söz, yukarıda geçen. "Mecûsi karı-kocadan biri veya kitabînin karısı ilh..."
ifadesinin mukabilidir. Çünkü o söz her ikisinin İslâm memleketinde
bulunmalarına bakarak farzedilmişti. Onun için Bahır sahibi burada şöyle
demiştir: «Karı-kocadan birinin dâr-ıharpte müslüman olmasını mutlak ifade
etmiştir. Binaenaleyh bu söz diğerinin İslâm memleketinde veya dâr-ı harpte
bulunmasına şâmildir. İster diğeri orada otursun, ister İslâm diyarına çıksın.»
Bu sözün hâsılı şudur; Karı-koca İslâm memleketinde beraber bulunmazlarsa, ısrar
edene müslümanlık arzedilmez. İster müslüman olan, ister öteki, müslümanlar
tarafına çıksın farketmez. Çünkü gaibin lehine ve aleyhine hüküm verilemez.
Muhitt'te böyle denilmiştir.
«Tuzlu deniz gibi
bir yerde...» Nehir sahibi diyor ki: «Dâr-ı harp ve dâr-ı İslâm sayılmayan yerin
tuzlu deniz gibi dâr-ı harbe bitişik olması gerekir. Çünkü onu hiçbir kimse
hükmü altına alamaz. Gemide iken karı-kocadan biri müslüman olursa, ayrılma işi
üç hayız geçmesine bağlı kalır. Bu hüküm ulemanın; çünkü velâyet bulunmadığından
İslâmiyetin arzı mümkün değildir, sözlerinden alınır...» Acaba bu hükümden başka
yerlerde tuzlu denizin hükmü dâr-ı harp gibi midir? Ve bir zımmî oraya çıkarsa
harbî olur mu? Sözleşmesi bozulur mu? Harbî oraya cıkar da kendi memleketine
varmadan dönerse emanı bozulur mu? Araştırmalıdır. T.
«Üç hayız
görmedikçe ayrılmış olmaz ilh...» Ayrılmanın hayız görmeye bağlı olması
gösteriyor ki, diğeri bu müddet geçmeden müslüman olursa, birbirlerinden
ayrılmazlar. Bahır.
«Yahut üç ay
geçmedikçe...» Yani küçüklük veya büyüklük sebebiyle hayız görmüyorsa, onun
hakkında geçerli olan üç aydır demek istiyor. Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.
Bu kadın gebe ise çocuğunu doğuruncaya kadar ayrılmış sayılmaz. Bunu Halebî
Kuhistânî'den nakletmiştir.
«Ayrılma şartını
sebep yerine koymak suretiyle olur.» Ayrılma şartı bu müddetin geçmesidir. Sebep
de müslümanlığı kabul etmemektir. Çünkü kabul etmediği ancak arzetmekle
anlaşılır. Velâyet bulunmadığı için İslâmiyet arzedilememiştir. Ayırmaya da
ihtiyaç vardır. Çünkü müşrik müslümana yararlı olamaz. İllet bulunmayınca, şartı
onun yerine geçirmek caizdir. Bu müddet geçince, onun geçmesi hâkimin ayırması
mesabesinde olur ve Tarafeyn'in kavline kıyasen bir talâkla ayrılma, Ebû
Yusuf'un kavline kıyasen talâksız ayrılma olur. Çünkü bu ayrılma hükmen ve
takdiren İslâmdan çekinmek sebebiyledir. Bedâyi. Bahır sahibi inceleme yaparak
şöyle demiştir: «Müslüman olan kadınsa, talâk suretiyle ayrılık olur. Çünkü
İslâmdan kaçınan hükmen kocadır. Onun kabul etmemesi sebebiyle yapılan ayrılık
Tarafeyn'e göre talâktır. Binaenaleyh onun yerini tutan da öyledir. Müslüman
olan koca ise, bu ayırıma fesihtir demek gerekir.»
«İddet de
sayılmaz.» Yani bu müddet iddet beklemek değildir. Çünkü zifaf edilmeyen kadın
bu hükümde dahildir. İddet sayılsa, zifaf edilen kadına mahsus olur. Acaba bu
müddet geçtikten sonra iddet vâcip olur mu? Kadın harbiyye ise vâcip olmaz.
Çünkü harbiyeye iddetyoktur. Müslüman olan kadın ise, İslâm memleketine çıkarak
hayızı orada tamamladığı takdirde, Ebû Hanife'ye göre hüküm yine böyledir.
İmameyn buna muhaliftirler. Çünkü İmam-ı Azam'a göre hicret eden kadına iddet
yoktur. İmameyn buna muhaliftir. Nitekim gelecektir. Bedâyi ve Hidâye. Tahâvî
iddetin vâcip olduğuna kesinlikle hükmetmiştir. Bahır sahibi, "Bunu İmameyn'in
kavlini tercih ettiğine yorumlamak gerekir." demiştir.
«Kitabî bir kadının
kocası müslüman olursa...» sözü, musannıfın yukarılarda, "yahut kitabînin
karısı" diyerek ihtiraz ettiği sözdür.
«Nitekim geçmişti.»
Yani, "Nasılki iptidada olsa hüküm buydu." dediği yerde geçmişti ve bununla
yukarılarda açıkladığının buradan anlaşılması mümkün olduğuna işaret etmiştir.
Bu, kitabiyye sözünden halen kitabiyye yahut ileride kitabiyye olacak mânâsı
kasdedilmekle olur.
«Kadın onun
karısıdır.» Çünkü bu kadınla iptidaen evlenmesi caizdi. Bakaen evli olması
evleviyetle caizdir. Çünkü baka iptidadan daha kolay-dır.
«Hakikaten veya
hükmen.» Hakikaten birbirine zıt olmaktan murad, şahsen birbirlerinden uzakta
bulunmalarıdır. Hükmen zıt olmalarından murad, girdiği memlekette dönmek icin
değil de yerleşip kalmak için girmiş olmaktır. Hattâ harbî bir kimse pasaportla
İslâm memleketine girerse, karısı boş düşmez. Çünkü hükmen kendi memleketinde
sayılır. Meğerki zımmî olmayı kabul etsin. Nehir.
«Esir düşmekle
ayrılmaz.» cümlesi, İmam Şâfiî'nin muhalefetini bildirmektedir. Çünkü o aksini
alarak ayrılığa sebep, memleket değişikliâlni değil, esirliği saymıştır. Bunun
üzerine, İkisi ittifâkî, ikisi ihtitâflı olmak üzere dört fer'î suret meydana
gelmiştir.
«Karı-kocadan biri
müslüman olarak çıkarsa ilh...» cümlesiyle, daha sonra gelen, "her ikisi esir
alınırlarsa" cümleleri ihtilâflı olanlardır. "Esir alınarak çıkarılırsa" ve
"yahut her ikisi İslâm diyarına çıkarlarsa" cümleleri ittifâkî cümlelerdir.
METİN
Karı-kocadan biri
müslüman veya zımmî olarak İslâm memleketine çıkar yahut İslâm memleketinde
müslüman veya zımmî olursa; yahut esir alınarak İslâm memleketine getirilirse,
iki memleket birbirine zıt oldukları için kadın kocasından ayrılır. Çünkü dâr-ı
harp ahalisi ölüler gibidirler. Diri ile ölü arasında nikâh yoktur. Her ikisi
beraberce esir edilir veya zımmî veya müslüman oldukları halde İslâm memleketine
çıkarılırlar; yahut çıkarıldıktan sonra müslüman veya zımmî olurlarsa, kadın
kocasından ayrılmaz. Çünkü zıddıyet yoktur. Hattâ esir alınan kadın bir
müslümanın veya zımmînin nikâhlısı olursa, ondan ayrılmaz. Kadını dâr-ı harpte
nikâhlar da sonra ondan önce İslâm memleketine çıkarsa, kadın ondan ayrılır. Ama
kadın ondan önce çıkarsa ayrılmaz. Fetih'te Muhit'ten nakledilen ibare
tahrifedilmiştir. Nehir.
İZAH
«Karı-kocadan biri
ilh...» meselesi, ihtilâflı suretlerden biridir. Çünkü burada zıddıyet var,
esirlik yoktur. Bedâyi sahibi şöyle demektedir: «Sonra İslâm memleketine çıkan
koca olursa, kadına hilâfsız iddet yoktur. Çünkü harbîyedir. Kadın çıkarsa,
İmam-ı Azam'a göre hüküm yine budur. İmameyn buna muhaliftirler.» Fetih'te de
şöyle denilmiştir: «İslâm memleketine çıkan erkekse, bize göre onun derhal dört
kadınla ve şayet İslâm memleketinde ise, karısının dâr-ı harpli kızkardeşiyle
evlenmesi helâl olur.»
«Yahut esir
alınarak İslâm memleketine getirilirse...» Bu suret ittifâkîdir. Çünkü hem
zıddıyet, hem esirlik vardır. Bundan anlaşılır ki, zıddıyet sadece esir almakla
tahakkuk etmez. İslâm memleketine çıkarmak mutlaka lâzımdır. Nitekim Bedâyi'de
bildirilmiştir.
«Ölüler
gibidirler.» Onun içindir ki, dinden dönen biri onlara kaçarsa, kendisine ölü
hükmü verilir. T.
«Her ikisi
beraberce esir edilirse» bu ihtilaflı suretlerden biridir. Bundan sonraki, Şâfiî
ile aramızda ittifâkîdir. Çünkü onda esir alma yoktur.
«Çıkarıldıktan
sonra müslüman veya zımmî olurlarsa...» ifadesi Ba-hır'da, "Yahut her iki
pasaportla İslâm diyarına gelirler de sonra müslüman olurlarsa ilh..."
şeklindedir
«Hattâ esir alınan
kadın ilh...» İki memleketin hakikaten veya hükmen birbirine zıt olmaları
şartına tefri edilmiş bir meseledir.
«Ondan ayrılmaz.»
Çünkü memleketler hakikaten birbirine zıt olsa da hükmen birdir. Zira mesele
kadını dâr-ı harpte bir müslüman veya zımmî nikâh edip sonra esir alındığına
göre kurulmuştur. Kadını İslâm memleketinde nikâh etmesi farzolunamaz. Çünkü
sahih değildir. İki memleketin birbirine zıt olmaları nikâhın devamına mânidir.
Başlangıcına ise evleviyetle mânidir. Nitekim Rahmetî bunu söylemiştir.
Pasaportla gelen kadını İslâm memleketinde iken nikâhlarsa, kadın zımmîyye olur.
Çünkü bir yerde kalmak hususunda kadın kocasına bağlıdır. Nitekim
Fethu'l-Kadir'in müste'men bâbında böyle denilmiştir.
«Kadın ondan
ayırılır.» Çünkü iki memleket hakikaten ve hükmen birbirine zıttır. T.
«Ama kadın ondan
önce çıkarsa ayrılmaz.» Çünkü kocası İslâm diyarı ahalisindendir. Kadın ondan
önce gelince zımmîyye olmuştur. Artık geri dönemez. Çünkü bir yerde kalma
hususunda bildiğin gibi kocasına bağlıdır.
«Fetih'te Muhit'ten
nakledilen ibare tahrif edilmiştir.» Nehir sahibi diyor ki: «Muhit'te beyan
edildiğine göre, bir müslüman dâr-ı harpte bir harbîyye ile evlenir de kadını
bir adam İslâm memleketine çıkarırsa, beldelerinin birbirine zıt olması
sebebiyle kocasından ayrılır. Kadın kocasından önce kendisi çıkarsa, ayrılmaz.
Çünkü müslümanların hükümlerinibenimsemekle müslüman memleketi ahalisinden
olmuştur. Zira kocası müslüman memleketi halkından olduğu halde geri dönmesi
mümkün değildir. Binaenaleyh zıddıyet yoktur. Fetih sahibi bunu naklettikten
sonra birinci sureti kasdederek; kadını adam zorla çıkarır da kocasıyla
aralarında o zaman hakikaten ve hükmen zıddıyet bulunduğu icin ona mâlik olur.
Hakikaten zıddıyet meydandadır. Hükmen dahi zıddıyet vardır. Çünkü kadın hükmen
dâr-ı harpte, kocası ise İslâm diyarındadır. Sa'diyye hâşiyelerinde; hükmen dahi
zıddıyet vardır ilh... Sözünde bahis vardır. denilmiştir.»
Bunun vechi,
yukarıda geçen şu söz olsa gerektir: «Hükmün mânâsı, dönmek niyetiyle girdiği
bir memlekette bulunmamak, bilâkis yerleşmek niyetiyle girdiği memlekette
bulunmaktır.» Burada da öyledir. Çünkü kadının geri dönmesine imkân yoktur.
Sonra Muhit'e müracaat ettim. Bir de ne göreyim. Oradaki ibare şöyledir: «Bir
müslüman dâr-ı harpte Ehl-i Kitap bir harbîyye ile evlenir de onu orada bırakıp
yalnız başına müslüman memleketine gelirse, kadın ondan ayrılır. Ama kocasından
evvel kadın İslâm diyarına gelirse ayrılmaz.» Ve bu sözü yukarıda geçen sebeple
ta'lil etmiştir. Bu hususta sözümüz yoktur. Öyle görülüyor ki. Fetih sahibinin
nüshasına yazılan değiştirilmiştir. Doğrusu sana dinlettiğimdir. H.
Ben derim ki: Nehir
sahibinin Muhit'ten naklettiğinin mislini Kâfî'de Hâkim-i Şehid de zikretmiştir.
Binaenaleyh Fetih sahibinin Muhit'ten naklettiği birinci meselede doğru olan
şekil şudur: «Kadın kocasından ayrılmaz. Çünkü memleket hakikaten diğerine
zıttır, hükmen zıt değildir.»
METİN
Hamile olmayan bir
kadın İslâm memleketine müslüman veya zımmîyye olarak hicret ederse, iddetsiz
ayrılır. Onunla evlenmek helaldır. Hamile ise, en zâhir kavle göre doğuruncaya
kadar nikâh edilmez. Bu iddet için değil, rahmi başkasının hakkıyla meşgul
olduğu içindir. Karı-kocadan birinin dinden dönmesi, mahkeme kararı olmaksızın
hemen nikâhı fesihtir. Binaenaleyh talâkın sayısını eksiltmez. Cima edilen
kadına -velev hükmen olsun- mehrinin tamamı verilir. Çünkü cima ile mehir kuvvet
bulmuştur. Kocası dinden dönerse, cima edilmeyen kadına mehr-i müsemmanın yarısı
yahut müt'a verilir. İddet nafakasını vermesi de gerekir. Ama kadın dinden
dönerse, meskenden başka mehir ve nafaka nâmına bir şey vermesi gerekmez. Fetva
bununla verilir. Çünkü ayrılık, mehir kuvvet bulmadan kadın tarafından
gelmiştir. Kadın iddeti içinde ölürse, müslüman olan kocası istihsanen ona
mirasçı olur.
İZAH
«Hicret ederse
ilh...» Hicret eden kadından murad; dâr-ı harbi terk edip bir daha
dönmemekniyetiyle İslâm memleketine gelendir. Bu da, ya müslüman veya zımmîyye
olorak gelmek yahut geldikten sonra müslüman veya zımmîyye olmak suretiyle
tasavvur edilir. Bu mesele önceki meselede dahildir. Lâkin önceki mesele
karı-kocadan birl hicret ederek İslâm diyarına çıkarsa aralarında ayrılık
meydana geleceği hususundadır. Buradakinden maksat ise, hicret eden kadın olur
da, ayrılma vukubulursa. İmam-ı Azam'a göre hamile olsun olmasın kadına iddet
lâzım gelmeyeceği hakkındadır. Böylesi derhal nikâh edilebilir. Ancak hamile
olursa. doğuruncaya kadar beklenir. Ama bu bekleme iddet olarak değil,
doğurmakla mâni ortadan kalksın diyedir. İmameyn'e göre ise kadının iddet
beklemesi lâzımdır. Fetih. Bundan anlaşılır ki, musannıfın. "hamile olmayan"
diye kayıtlamasının bir vechi yoktur. Kenz sahibinin. "Hamile olmayan muhacir
kadın iddet beklemeden nikâh edilir." sözü bunun hilâfınadır. çünkü o hamileden
ihtiraz içindir. Lâkin hamileye iddet lâzımmış vehmini verir. Nitekim İbn-i
Melek ve başkaları da bu vehmi vermişlerdir. Halbuki öyle değildir.
«En zâhir kavle
göre...» Bu kavlin mukabili İmam Hasan'ın rivayetidir ki, ona göre doğurmadan
nikâhı sahihtir. Lâkin zinadan gebe kalan kadın gibi buna da doğuruncaya kadar
kocası yaklaşamaz. Bu rivayeti Akta tercih etmiştir. Lâkin birinci rivayet zâhir
rivayettir. Nehir. Şârihler onu sahihlemiş; ekser-i ulema onu tercih
etmişlerdir. Bahır.
«Bu, iddet için
değil...» sözü, İmameyn'in kavlini ve İbn-i Melek'le başkalarının tevehhümünü
nefydir.
«Rahim başkasının
hakkıyla meşgul olduğu içindir.» ifadesi, bununla zinadan hamile kalan
arasındaki farkı göstermektedir. Çünkü bunun karnındaki çocuğun nesebi sabittir.
Binaenaleyh ihtiyaten akdin men edilmesine tesiri vardır. Tâ ki iki kişiye
birden kadınlık yapmış olmasın. Bu, cima suretiyle ikisini biraraya getirmek
gibi imkânsızdır. Nitekim Fetih'te bildirilmiştir. Zinadan hamile kalan bunun
hilâfınadır. Çünkü zina menisinin bir hürmeti yoktur. Onda başkasının hakkı da
yoktur. Bundan dolayı o kadını nikâhlamak sahihtir.
«Mahkeme kararı
olmaksızın fesihtir.» Keza cima edilen kadında iddetinin geçmesine de bağlı
değildir. Nitekim Bahır'da beyan edilmiştir. Fesih sayılması İmam-ı Âzam'a
göredir. Müslümanlığı kabulden çekinmesi bunun hilâfınadır. İmam Muhammed'e göre
ikisi de birdir ve ikisi de talâktır. Ebû Yusuf'a göre ise ikisi de fesihtir.
İmam-ı Âzam aralarında fark görmüş; "Dinden dönmek nikâha aykırıdır. Çünkü
ismete münafidir. Talâk nikâh bulunmasını gerektirir. Binaenaleyh bunu talâk
saymak imkânsızdır." demiştir. Tamamı Nehir'dedir. Fetih sahibi şöyle demiştir:
«Dinden dönen kadın iddet beklediği müddetçe, kocasının ona yaptığı talâk
vâkidir. Çünkü dinden dönmekle meydana gelen hürmet ebedî değildir. Müslüman
olmakla kalkar; kocasının iddet içinde yaptığı talâk vâki olur. Arkasından da
kadının üç talâktan hâsıl olan başka kocanın cîması ile sınırlanan haram olma
faydasını celbeder. Nikâhıharam olan kadının mahremiyet hürmeti bunun
hilâfınadır. Çünkü o ebedîdir. Onun sınırı yoktur. Binaenaleyh onun üzerine
talâk getirmenin bir faydası yoktur.»
Ben derim ki: Bu,
kadın dâr-ı harbe gitmediğine göredir. Hâniyye'de kinâyeler bâbından önce şöyle
denilmektedir: «Mürted bir adam dâr-ı harbe gider de karısını boşarsa, talâkı
vâki olmaz. Ama müslüman olarak döner de kadın iddet beklerken onu boşarsa,
talâk vâki olur. Dinden dönen kadın dâr-ı harbe gider de onu kocası boşarsa,
sonra hayız görmeden önce müslüman olarak geri döndüğünde, İmam-ı Âzam'a göre
talâk vâki olmaz. İmameyn'e göre olur.»
«Talâkın sayısını
eksiltmez.» Erkek birçok defalar dinden döner de her defasında yeniden müslüman
olur ve nikâhını tazelerse, İmam-ı Azam'a göre karısı başka kocaya gitmeden
kendisine helâl olur. Bunu Bahır sahibi Hâniyye'den nakletmiştir.
«Velev hükmen
olsun.» sözüyle, halvet-i sahihayı kasdetmiştir. H.
«Mehrinin tamamı
verilir.» Musannıf bu sözü mutlak bırakmıştır. Binaenaleyh erkeğin ve kadının
dinden dönmelerine şâmildir. Bahır.
«Cima ile mehir
kuvvet bulmuştur.» Yani cima ile mehrin tamamı kuvvet bulur. Cima, hakiki olsun
hükmî olsun fark etmez.
«Yahut müt'a
verilir.» Yani mehir konmamışsa müt'a verilir demektir.
«İddet nafakasını
vermesi de gerekir.» Yani cima edilmişse demek istiyor. Çünkü cima edilmeyen
kadına iddet yoktur. Bu söz, mutlak surette iddetin vâcip olduğunu ifade eder.
İster erkek dinden dönsün, ister kadın. Keza kadın ister hayızla iddet beklesin,
ister iddeti aylarla; yahut doğurmakla bitsin fark etmez. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir.
«Mehir ve nafaka
nâmına bir şey vermesi gerekmez.» Çünkü tafsil yeri odur. Sözümüz cima edilmeyen
kadın hakkındadır. Buna nafaka verilmemesi, iddet olmadığı içindir. Dinden dönme
ondan geldiği için değildir. Lâkin cima edilen kadına dahi dinden dönerse nafaka
verilmez. Onun için Bahır sahibi diyor ki: «İddet nafakasının hükmü cimadan
önceki mehrin hükmü gibidir. Dinden dönen koca ise, kadına iddet nafakası
vardır. Kadın ise, kendisine nafaka verilmez.»
«Meskenden
başka...» Cima edilen kadının iddet içinde mesken hakkı sâkıt olmaz. Çünkü bu
şeriatın hakkıdır. İddet nafakası böyle değildir. Onun içindir ki, nafaka
üzerine hul olmak sahih, mesken üzerine hul olmak sahih değildir. Öyle görünüyor
ki, bu, kadın müslüman olduğuna göre farz edilmiştir. Aksi takdirde dinden dönen
kadın tekrar müslüman oluncaya kadar hapsedilir. İleride görüleceği vecihle,
hapsedilen kadın, kocasından izinsiz çıkan gibidir. Kendisine nafaka ve mesken
verilmez.
«Kadın dinden
dönerse...» sözünü mutlak bıraktığı için bu söz, hürre, cariye, küçük vebüyük
kadına şâmildir. Bahır.
«Mehir kuvvet
bulmadan...» Zira mehir ölümle yahut cima ile kuvvet bulur. Velevki hükmen cima
olsun.
«Kocası istihsanen
ona mirasçı olur.» Bu, kadın hasta iken dinden dönüp sonra öldüğüne yahut dâr-ı
harbe gittiğine göredir. Sağlamken dinden dönmesi bunun hilâfınadır. Kocasının
dinden dönmesi de öyledir. Çünkü kocası ölür veya kadın iddet beklerken dâr-ı
harbe kaçarsa. kadın ona mutlak surette mirasçı olur. Nitekim Hâniyye'de
belirtilmiştir. Bunu musannıf dahi hastanın talâkında beyan edecektir. Vechi
şudur: Erkeğin dinden dönmesi ölüm hastalığı mânâsınadır. Çünkü müslüman
olmazsa, öldürülür ve miras kaçırmış sayılır ki, karısı mutlak surette kendisine
mirasçı olur. Kadına gelince: O, dinden dönmekle öldürülmez. Binaenaleyh miras
kaçırmış sayılmaz. Ancak dinden dönmesi hastalığında ise o zaman olur.
METİN
Ulema, kadının
yetmişbeş değnek vurulmak suretiyle ta'zîr edileceğini: müslüman olmaya ve men
etmek için bir dinar gibi az bir mehirle nikâh tazelemeye zorlanacağını
açıklamışlardır. Fetva buna göredir. Valvalciyye. Belh uleması, kadın dinden
dönerse aralarının ayrılmayacağına fetva vermişlerdir. Bu hem men etmek hem
kolaylık olsun diyedir. Bahusus kefâret icabeden bir şey yapan kadın sonra bunu
inkâr eder. Nehir sahibi, "Bununla fetva vermek, Nevâdir'deki kaville fetva
vermekten evlâdır." demiştir. Lâkin musannıf, "Zamanımızda kadınların hallerini
araştıran ve onlardan hergün tekrar tekrar vâki olan dinden dönmeyi mucip
sözleri işiten kimse Nevâdir'in rivayetiyle fetva vermek hususunda duraklamaz."
diyor.
Ben derim ki:
Kınye, Müctebâ, Fetih ve Bahır'da bu rivayet izah olunmuştur. Hâsılı şudur:
Dinden dönmekle kadın, cariye olarak alınır ve Ebû Hanife (r.)'ye göre
müslümanlara ganimet olur. Kocası onu kumandandan satın alır yahut kocası
ganimete lâyıksa kadını ona ganimet olarak verir. Dinden döndükten sonra kocası
onu istilâ yoluyla alırsa, ona mâlik olur. Ondan doğurmadığı müddetçe kadını
satabilir ve kadın ümmüveled gibi olur.
İZAH
«Kadının yetmişbeş
değnekle ta'zîr edileceğini açıklamışlardır.» Şârih burada Ebû Yusuf'un kavlini
tercih etmiştir. Çünkü ona göre hür bir kimsenin ta'zîri nihayet yetmişbeş
değnektir. Tarafeyn'e göre ise otuz dokuz değnektir. Hâvi'l-Kudsî sahibi, "Biz
Ebû Yusuf'un kavliyle amel ederiz." demiştir. Bahır sahibi, "Bu izaha göre
ta'zîrin son haddi hususunda îtimat, Ebû Yusuf'un kavlinedir. İster dinden dönen
kadının ta'zîrinde olsun, ister erkeğin ta'zîrinde olsun" demiştir.
«Müslüman
olmaya...» Yani kadın ya müslüman oluncaya yahut ölünceye kadar hapsedilir.
«Nikâh tazelemeye
zorlanır.» Kadın razı olsun olmasın her hâkim velev bir dinarla olsun az bir
mehirle nikâhı tazeleyebilir. Kadın müslüman olduktan sonra onu, başka kocaya
varmaktan da men eder. Şüphesiz ki bunun yeri, kocası istediği zamandır. Kocası
susar veya sarahaten terk ederse, kadın zorlanmaz, başkasına kocaya da verilir.
Çünkü kocası hakkını terk etmiştir. Bahır ve Nehir.
«Kadını men etmek
için...» Burada Bahır'ın ibaresi; "Ma'siyet kapısını kapamak ve o adamdan
kurtuluş çaresi için böyle yapılır. Bundan nikâh tazelemeye zorlamanın, sadece o
adamdan kurtulmak için kadın dinden döndüğünde yapılması lâzım gelmez. Bilâkis
ulema bunu bu kapıyı aslından kapamak için söylemişlerdir. Kadının hile yapmak
istemesi veya istememesi müsavidir. Bunu hile yapılmasın diye söylemişlerdir."
şeklin-dedir.
«Nehir sahibi;
Nevâdir'deki kaville fetva vermekten evlâdır demiştir.» İbaresi şöyledir:
«Şüphesiz bazı Belh ulemasının tercih ettikleri kaville fetva vermek,
Nevâdir'deki kaville fetva vermekten evlâdır. Gerçekten kadını dövüp sövmekle
zorlamak şöyle dursun, ona nikâh tazeletmekte öyle meşakkatler gördük ki
saymakla bitmez. Acem ulemasından bir üstadımız öyle bir kadınla müptela olmuştu
ki, kadın çok defa küfrü icabeden şeyler yapıyor. sonra inkâr ediyor, nikâhı
yenilemeye de razı olmuyordu. Umumi kaidelerden biri de, meşakkat teysiri
celbeder kaidesidir. Her güçlüğü kolaylaştıran Allah'tır.»
Ben derim ki: Nikâh
tazelemedeki meşakkat. Belh ulemasının sözlerinin Nevâdir'dekinden evlâ olmasını
gerektirmez. Hattâ yukarıda geçen müftâbih kavilden -ki Buhârâlıların kavlidir-
evlâ olmasını da gerektirmez. Çünkü Nevâdir'dekî söz, aşağıda görüleceği vecihle
kadının dinden dönmekle cariye alınacağı meselesinden ibarettir.
«Fetih...» Burada
şöyle bir itiraz yapılabilir: «Fetih sahibi; dinden dönen kadın İslâm
memleketinde bulundukca zâhir rivayete göre cariye olarak alınamaz. Nevâdir'in
Ebû Hanife'den rivayetine göre alınır, sözüne bir şey katmamıştır.» Sonra gördüm
ki Fetih sahibi bunu mürted bâbında izâh etmiş.
«Hâsılı şudur
ilh...» Kınye sahibi yukarıdaki Feth'in ibaresinden sonra şöyle demiştir:
«Kocası bilirse, kadın dinden döndükten sonra onu istilâ suretiyle alır. Kadın
Ebû Hanife'ye göre müslümanlara ganimet olur. Sonra onu kumandan satın alır
yahut kocası ganimet alacaklardansa, kumandan ona ganimet olarak verir. Bu işin
önüne geçmek için bir müftü bu rivayetle fetva verse beis yoktur.» Bahır'da da
şu ifade vardır: «Hızânetü'I-Fetevâ'da dahi böyledir. "Bir müftü fetva verse
ilh..." sözünü Hızâne sahibi Şemsü'l-Eimme Serahsî'den nakletmiştir.»
Ben derim ki:
«Sonra onu satın alır ilh...» sözünün muktezası şudur:
Kocasının ganimet
almaya hakkı varsa, mücerret istilâ ile kadına mâlik olamaz. "Kadın müslümanlara
ganimet olur." ifadesi hakkında Tahtâvî; "Bunun zâhirine bakılırsa, velevki
kadın ondan sonra müslüman olsun. Çünkü kölenin müslüman olması kendisini
kölelikten kurtarmaz." Demiştir.
«Kocası onu istilâ
yoluyla alırsa...» ifadesinde mânâyı bozacak derecede kısaltma vardır. Kınye'nin
ibaresi şöyledir: «Ben derim ki: Bizim zamanımızda Tatarların umumi fitnesinden
sonra istilâ ettikleri ve hükümlerini sürdürdükleri Harzem, Maveraünnehir,
Horasan ve benzeri vilâyetler, zâhire göre dâr-ı harp olmuştur. Binaenaleyh
kadın dinden döndükten sonra kocası onu istilâ suretiyle alırsa, kendisine mâlik
olur. Kumandanı almaya hâcet kalmaz ve cahillerin hilesini, kurnazların tuzağını
kapamak için cariyelik hükmüyle fetva verilir. Nasıl ki Siyer-i Kebîr'de buna
işaret olunmuştur.»
«Ona mâlik olur.»
sözü zâhir rivayete göredir. Zâhir rivayet, İslâm memleketinde olduğu müddetçe
kadının cariye yapılamamasıdır. Nevâdir'in rivayetiyle fetva vermeye hâcet
yoktur. Çünkü söylediğine göre onların memleketi o zamanda dâr-ı harp olmuştur.
Binaenaleyh kadına mücerret istilâ ile mâlik olur. Zira kadın İslâm diyarında
değildir.
«Kadını satabilir
ilh...» Bunu inceleme yoluyla Bahır sahibi söylemiş ve Kınye'nin, "Kadına mâlik
olur." sözünden çıkarmıştır.
«Doğurmadıkça
ilh...» sözüne Hâniyye'nin. "Ümmüveled dinden döndükten sonra dâr-ı harbe gitse,
sonra esir edilerek kocası ona mâlik olsa, yine eskisi gibi ümmüveledi olur.
Milkin tekerrürü ile ümmüveledlik tekerrür eder." sözünü şahit getirmiştir.
METİN
Musannıfın gasp
bahsinde naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a.) bir yasçı kadına hücum ederek onu
kamçıyla dövmüş; hattâ kadının başörtüsü düşmüş, Kendisine. "Ey mü'minlerin
emîri! Kadının başörtüsü düştü." demişler. Ömer (r.a.), "Bunun gibisinin hürmeti
yoktur." cevabını vermiş. Bundan dolayı fakih Ebû Behr Belhî, nehir kenarında
başları ve kolları açık birtakım kadınların yanından geçtiğinde kendisine,
"Bunların yanından nasıl geçiyorsun?" denildiginde; "Bunların hürmeti yoktur.
Ancak ve ancak îmanlarında şüphe vardır. Bunlar harbi kadınlar gibidirler."
demiştir. Karı-koca beraberce dinden dönerler de sonra aynı şekilde müslüman
olurlarsa, hangisi önce döndüğü bilinmemek şartıyla istihsanen nikâh bakîdir.
Suda boğulanlar hükmünde tutulurlar. Biri diğerinden önce müslüman olursa, nikâh
fasit olur. Cimadan önce ise, kadın sonra müslüman olduğuna göre mehir yoktur.
Erkek sonraya kalırsa, mehrin yarısını veya müt'a vermesi gerekir.
İZAH
«Bunlar harbî
kadınlar gibidirler.» Yani onlar ganimet mallarıdır. Cariyenin başı ve kolu
avretdeğildir demek istemiştir. Fâkih, Hz. Ömer'in sözünden şöyle hüküm
çıkarmıştır: O yasçı kadının hürmetini ıskat edince, bu da ecnebî erkeklerin
geçtiği yerde başlarını açanların hürmetinin olduğuna hükmetmiştir. Çünkü
onların dinle alay eden, onu küçümseyen hallerini görmüştür. Kadınların
hürmetini ıskat eden sebep işte budur. Sonra bil ki bu kadınlar küfür haline
vararak mürted olunca, hükümleri yukarıda geçtiği vecihle, İslâm diyarında
bulundukları müddetçe kimsenin milki olmazlar. Zâhir rivayet budur.
Yine yukarıda
geçen, "Nevâdir rivayetine göre bu kadınların cariye yapılması caizdir diye
fetva vermekte beis yoktur." sözü ise, mutlak değil zaruretten dolayı zevcenin
dinden dönmesine nisbetledir. Çünkü zevceden başkası hakkında zayıf rivayetle
fetva vermeye zaruret yoktur. Hürmetin sâkıt olmasından ve bu kadınlara bakmaya
cevaz verilmesinden, İslâm memleketinde bunları cariye yapmanın caiz olması
lâzım gelmez. Çünkü olsa olsa bunlar ganimet olmuşlardır. Bunlara bakmanın caiz
olmasından, kendilerini istilâ edip cima vesaire suretiyle onlardan istifadenin
caiz olması lâzım gelmez. Çünkü başkasının cariyesine bakmak caizdir. Fakat
nikâhsız onunla cimada bulunmak caiz değildir. Buradan anlaşılır ki. zamanımızda
kendisini âlim sayan bazı kimselerin bâtıl fikirlerince, "Giyinip kuşanmadan
sokaklarda dolaşan fahişelerle istilâ hükmünce cimada bulunmak caizdir."
fetvasını vermeleri pek çirkin bir hatadır. Zinanın mübah sayılmasına yol açtığı
için, hemen hemen küfürdür. Kuvvet ve kudret ancak yüce Allah'a mahsustur!
FER'Î MESELE:
Bahır'da Hâniyye'den naklen şöyle denilmiştir: «Bir kimse karısı ile zifaf
olmazdan önce kaybolur da bir haberci kendisine karısının dinden döndüğünü haber
verirse, velevki bu haberci köle veya kazf için dayak yemiş biri olsun; velevki
o kimse nazarında sözüne güvenilir veya güvenilmez biri olsun. Zann-ı galibine
göre doğru söylediğine gönlü yatarsa, o kadından başka dört kadınla evlenebilir.
Ama haberci kocasının dinden döndüğünü kadına haber verirse, istihsan rivayetine
göre kadın iddetini bitirdikten sonra başka bir kocaya varabilir. Serahsî, "Esah
olan budur." demiştir.
«Beraberce dinden
dönerlerse...» Bu mesele ikiden birisi dâr-ı harbe kaçmamakla kayıtlıdır.
Kaçarsa kadın ondan ayrılır. Musannıfın bundan bahsetmemesi, herhalde evvelce
söylediği, "İki memleketin birbirine zıt düşmesi ayrılığa sebep teşkil eder."
sözü buna hâcet bırakmadığı içindir. Nehir.
«Hangisi önce
döndüğü bilinmemek şartıyla...» Hüküm musannıfın dediği gibidir. Hakiki
beraberlik ise imkânsızdır. Gerçi Bahır'da, "Hakiki beraberlik ikisinin bir
kelimeyle dinden döndüklerinin bilinmesidir." denilmişse de, bu ihtimalden uzak
olduğu meydandadır. Evet, fiilen beraber dinden dönmeleri mümkündür. Meselâ
mushafı beraberce alarak helâya atarlar yahut beraberce puta secde ederler.
Nehir.
«Suda boğulanlar
hükmünde tutulurlar.» Suda boğulanların hangisi önce öldüğü bilinmezse, hepsi
beraber ölmüş gibi hesap edilerek birbirlerinden mirasçı olmazlar. Binaenaleyh
teşbih, önceliğin bilinmemesi, beraberlik hâli gibi olması hususundadır. T.
«Nikâh fâsit olur
ilh...» Çünkü birinin dinden dönmesi işe başlarken nikâha aykırıdır, devam
itibariyle de öyledir. Nehir. Bu söz, "Sonra müslüman olurlarsa" ifadesinin
mefhumudur. Musannıf, "beraberce dinden dönerlerse" ifadesinin mefhumundan söz
etmemiştir. Çünkü o yukarıda, "İkisinden birinin dinden dönmesi derhal nikâhı
fesih sayılır." dediği yerde geçmişti.
«Biri diğerinden
önce müslüman olursa...» Keza biri mürted olarak kalırsa evleviyetle nikâh fâsit
olur. Nehir.
«Cimadan önce ise,
kadın sonra müslüman olduğuna göre mehir yoktur.» Çünkü ayrılık onun sebebiyle
gelmiştir. Fakat cimadan sonra ise, her iki vecihte kadına mehir verilir. Çünkü
mehir cima ile kocasının zimmetinde borç olarak tekarrur eder. Borçlar dinden
dönmekle sâkıt olmazlar. Fetih.
«Mehrin
yarısını...» Yani mehr-i müsemma varsa onun yarısını vermesi gerekir. Mehr-i
müsemma yoksa müt'a verir,
METİN
Çocuk annesiyle
babasından hangisinin dini hayırlıysa ona tâbi olur. Ama bu, memleket bir
olduğuna göredir. Velevki hükmen bir olsun. Meselâ küçük çocuk İslâm diyarında,
babası dâr-ı harpte bulunsun. Aksi bunun hilâfınadır.
İZAH
«Çocuk annesiyle
babasından hangisinin dini hayırlıysa ona tâbi olur.» Bu yeni müslüman olanlarda
iki taraftan tasavvur olunabilir. Meselâ ikisi de kâfir iken erkek yahut kadın
müslüman olur. Sonra diğerine müslümanlık arzolunmadan ve araları ayrılmadan
kadın çocuk doğurur yahut arzolunduktan sonra nesep sabit olabilecek bir
müddette doğurur. Yahut biri müslüman olmazdan önce aralarında küçük bir çocuk
bulunur. Zira birinin müslüman olmasıyla çocuk da müslüman olur. Fakat aslen
müslüman iseler, bu tasavvur olunamaz. Meğerki anne kitabîye, baba müslüman
olsun. Fetih ve Mehir.
TEMBİH: Anne-baba
tabirini kullanması, zinadan doğan çocuğun hariç kalmasını bildiriyor. Fetevâ-i
Şihab'da gördüm. Şilbî şöyle diyor: «Zamanımızda fetva vakası olmuştur. Bir
müslüman Nasrânî bir kadınla zina eder de kadın doğurursa, bu çocuk müslüman
olur mu? Şâfiîlerden bazıları müslüman sayılmayacağına, bozıları da müslüman
sayılacağına fetva vermişlerdir.» Şilbî Sübkî'nin müslüman sayılacağını
söylediğini bildirmiştir. Fakat bu zâhir değildir. Çünkü şeriat zinadan doğan
çocuğun nesebini kesmiştir. Şâfiîlerce zinadan doğanbir kızın zina eden
babasıyla evlenmesi helaldır. Binaenaleyh nasıl müslüman sayılabilir?
Kaadi'l-Kudât Hanbelî dahi, müslüman sayılacağına fetva vermiştir. Şilbî şöyle
diyor: «Ben bunu yazmaktan vazgeçtim. Çünkü bu çocuğun babasından nesebi
kesilmiş de olsa, ona mirasçı da olmasa, ulemamız bize göre bir kimsenin zinadan
olan oğluna zekâtını veremez, demişlerdir. Onun lehine şahitliği de kabul
edilmez. Bence kuvvet bulan şudur ki, mezhebimize göre onun müslüman olduğuna
hüküm verilemez. Ulema zikri geçen hükümleri aralarındaki hakiki cüz'iyyete
bakarak ancak ihtiyaten isbat etmişleridir.»
Ben derim ki: Bana
İslâm hükmü verilecek gibi geliyor. Çünkü sahih bir hadiste, "Her doğan çocuk
fıtrat (İslam dini) üzere doğar. Sonunda onu yahudi veya hıristiyan yapan,
annesi, babası olur." buyrulmuştur. Ulema, annesiyle babasının ittifak ederek
onu dinden naklettiklerini söylemişlerdir. Buna ittifak etmezlerse, çocuk asıl
yaratılışı üzere kalır yahut ona en yakın bir halde bulunur. Hatta annesiyle
babasından biri mecûsi, diğeri kitâbi ise, çocuk kitâbidir. Nitekim gelecektir.
Burada ise çocuğun ittifak eden anne babası yoktur. Binaenaleyh fıtratı üzere
kalır. Bir de ulema bu çocuğun ittifak eden anne babası yoktur. Binaenaleyh
fıtratı üzere kalır. Bir de ulema bu çocuğun anne ile babasından hangisi
müslüman veya kitâbi ise ona tâbi kılınmasının kendisi için daha faydalı
olduğunu söylemişlerdir. Şüphesiz ki cüz'iyyetin hakikatına bakmak çocuk için
daha faydalıdır.
Şu da var ki, ulema
bu meselelerde ihtiyaten cüz'iyyete baktılarsa, burada da bu meseleye ihtiyaten
bakılmalıdır. Zira dinde ihtiyat göstermek evlâdır ve çünkü küfür çirkinlerin en
çirkinidir. Binaenaleyh açık bir emir bulunmadıkça hiçbir kimseye kâfir hükmü
vermemek gerekir. Şu da var ki, ulema bir adama zinadan doğan kızının haram
olması hususunda, "Şeriat o kızın zina eden babasına nisbetini kesmiştir. Çünkü
bunda çirkin bir haber yayılması vardır. Nafaka ve mirasın sabit olmaması
bundandır." demişlerdir. Ama bu hakiki nisbeti nefyetmez. Çünkü hakikatler
reddedilemez. Binaenaleyh mutlaka şer'î nisbet lâzımdır diyene sözünü beyan
düşer.
TETİMME:
Üsturuşnî'nin Siyer-i Ahkâmü's Sîgâr adlı eserinde bildirdiğine göre, bir çocuk
dedesinin müslümanlığı ile müslüman olamaz. Velevki babası ölmüş olsun. Bu
mesele, dedenin baba gibi sayılmadığı meselelerden biridir. Çünkü dedesine tâbi
olsa, onun da dedesine tâbi olur. Böylece iş bütün insanların Adem (a.s.)'in
müslümanlığı ile müslüman sayılmalarına varırdı. Yine aynı eserde bildirildiğine
göre, küçük çocuk din hususunda anne-babasına veya onlardan birine tâbidir.
Anne-babası yoksa, kimin elinde bulunuyorsa ona tâbidir. Böylesi de yoksa,
memlekete tâbidir. Bu söylediğimiz hususatta, çocuğun aklı erer olup olmaması
müsavidir. Çünkü bülûğa ermeden o İslâmı vasfetmeye başlamadıkça, din hususunda
anne-babasına bağlıdır. Üsturuşnî bu sözleriyle anne-babaya bağlılığınancak
bülûğa ermekle veya bizzat müslüman olmakla kesileceğini anlatmıştır. Bahır ve
Minah sahipleri de bunu açıklamışlardır. Keza İbn-i Emîr Hacc'ın Tahrîr şerhinde
Fahru'l-İslâm'ın Câmi-i Sağîr şerhinden naklen bildirdiğine göre, küçük çocuğun
akıl edip etmemesi mü-savidir. Câmi-i Kebîr'de ve şerhinde bu beyan edilmiştir.
Ben derim ki: İmam
Serahsî'nin Siyer-i Kebîr şerhinde uzun sözden sonra şöyle denilmiştir: «Bundan
anlaşılır ki, ulemamızdan, kendini anla-tabilen çocuk anne-babasına tâbi olarak
müslüman sayılamaz, diyenler hata etmişlerdir. İşte burada müslüman olduğu
nassan bildirilmiştir.» Se-rahsî daha önce de anneye-babaya bağlılığın çocuk
aklı başında olarak bülûğa ermekle kesileceğini söylemiştir. Yani deli olarak
bülûğa ererse bağlılık devam eder. Bundan anlarsın ki Kuhistânî'nln, "Burada
çocuktan murad; İslâm'ı akıl etmeyen yavrudur." sözü hatadır. Nitekim bunu
Serah-sî'nin ifadesinden de duydun. Velev ki Şihâb-ı Şilbî bununla fetva vermiş
olsun. Çünkü bu, İmam Muhammed'in Câmi-i Kebîr ve Siyer-i Kebîr adlı
kitaplarındaki sözüne muhaliftir. Bu, kitaplarda açıklanana ve keza me-tinlerin
mutlak ifadelerine dahi muhaliftir.
«Velev ki hükmen
bir olsun.» Yani ister hakikaten, ister hükmen bir olsun fark etmez. Meselâ
anne-babasından dini hayırlı olan çocukla be-raber İslâm diyarında veya dâr-ı
harpte bulunur yahut sadece hükmen bir olur. Şarihin verdiği misâlde olduğu gibi
ki bununla hem hakikaten, hem hükmen başka olmalarından ihtiraz etmiştir. Buna
misâl, babanın İslâm diyarında, küçük çocuğun dâr-ı harpte bulunmasıdır. Şarih,
"Aksi bunun hilâfınadır." sözüyle buna işaret etmiştir.
Ben derim ki:
Fetih'te aksin hükmü ondan önceki gibi sayılmışsa da Bahır'da bunun hata olduğu
bildirilmiştir.
METİN
Mecûsi ve benzeri,
vesenî ve diğer şirk ehli kitâbîden daha kötüdür. Hıristiyan, dünya ve âhirette
yahudiden daha kötüdür. Çünkü o hayvan kesmez. Bilâkis Mecûsî gibi boğar.
Âhirette ise azabı daha şiddetlidir. Câ-miu'l-Fusuleyn'de, "Bir kimse
Hıristiyanlık Yahudilikten veya Mecûsîlikten daha hayırlıdır derse kâfir olur.
Çünkü kat'î delille çirkinliği bildirilen şeye hayır isbat etmiştir."
denilmiştir.
İZAH
«Mecûsi, kitâbîden
daha kötüdür.» Nehir sahibi diyor: «Bu cümleyi getirmesi şunun içindir:
Anne-babadan biri kitâbî, diğeri mecûsî olurlarsa, çocuk kitâbî olur. Bu onun,
dünyada kestiğinin helal olması, kadınlarının nikâh edilmesi gibi hükümlerinin
müslümanlara yakın olmasına; âhirette de azabının azlığına bakaraktır. Fetih'te
böyle denilmiştir. Yani asıl olan bülûğa erdikten sonra eski bulunduğu hâl üzere
kalmasıdır. Aksi takdirde müşriklerinçocukları Cennet'te olacaklardır. Onlar
hakkında İmam-ı Azam tevakkuf etmiştir. Nitekim evvelce geçmişti. Kitâbîyi
mecûsi cümlesine katmaması, bazı ibarelerde kitâbi hakkında hayır kelimesi
kullanıldığı içindir. Yoksa şer onun hakkında da sabittir. Şu kadar var ki,
mecûsi ondan da berbattır.» Bu izaha göre, "Çocuk anne-babasından hangisi dinen
hayırlıysa ona tâbidir." ifadesinden murad; sadece İslâm dinidir.
«Diğer şirk
ehli»nden murad; semâvi bir dini olmayan kimsedir.
«Hıristiyan,
yahudiden daha kötüdür.» Bahır sahibi bunu Bezzâziye ile Habbazîye'den böyle
nakletmiştir. Hulâsa'dan ise aksini nakletmiş; sonra şunları söylemiştir:
«Birinci kavle göre yahudi anayla hıristiyan babadan doğan yahut aksine yahudi
babayla hıristiyan anadan doğan çocuğun hıristiyan değil yahudi olması lâzım
gelir.» Yani bu olacak şey değil demek istemiştir.
Ben derim ki:
Bilâkis Bahır sahibinin sözü vakıı iktiza etmektedir. Çünkü, "Bunun faydası,
âhirette azabın hafifliğidir. Dünyada da öyledir. Çünkü Valvalciyye'nin kurban
bahsinde bildirildiğine göre mecûsi ile hıristiyan yiyeceğinden yemek mekruhtur.
Zira mecûsi boğularak, süzülerek ve yüksekten yuvarlanarak ölen hayvanı pişirir.
Hıristiyanın ise hayvan kestiği yoktur. O sadece müslümanın kestiğini yer; yahut
hayvanı boğar. Yahudinin yiyeceğini yemekte beis yoktur. Çünkü o ancak yahudinin
veya müslümanın kestiği hayvandan yer. Bundan anlaşılır ki, hıristiyan dünya
hükümleri hususunda da yahudiden kötüdür." demektedir. Bahır sahibinin sözü
burada sona erer.
«Çünkü o hayvan
kesmez.» Buna delil, bilâkis boğar sözüdür. Yoksa murad, kesse de onun kestiği
yenilmez demek değildir. Zira nikâh bahsinin evvelinde geçen, "Hıristiyanın
kestiği helaldir. Velev ki Mesih Allah'ın oğludur desin H." ifadesine aykırı
düşer.
«Ahirette ise azabı
daha şiddetlidir.» Çünkü hıristiyanların dâvâsı ilâhiyat hususundadır.
Yahudilerinki ise peygamberlik hakkındadır. Gerçi Teâlâ Hazretleri, "Yahudiler,
Üzeyr Allah'ın oğludur, dediler." buyurmuştur. Fakat tefsirde açıklandığı gibi
bunu diyenler az bir taifedir. Burada; "İnsanların düşmanlıkça en şiddetlisini
yahudiler bulacaksın." âyet-i kerîmesiyle itiraz edilemez. Çünkü bahsimiz
düşmanlığın kuvvet ve zaafında değil, küfrün kuvvet ve şiddeti hakkındadır.
Bezzâziye.
«Kâfir olur ilh...»
Bahır sahibi diyor ki: «Bu şunu iktiza eder: Bir kimse, kitâbî mecûsiden daha
hayırlıdır, derse kâfir olur. Halbuki bu ibare Muhit ve diğer kitaplarda vardır.
Meğerki fark gösterilmiş olsun. Zâhir olan budur. Çünkü yahudilikle
hıristiyanlığın dünya ve âhiret hükümleri hususunda birbirinden üstünlüğü
yoktur. Mecûsiye nisbetle kitâbî bunun hilâfınadır. Çünkü dünya ve âhiret
hükümleri hususunda aralarında fark vardır.»
Ben derim ki: Bu
söz tashih edilmemiştir. Şöyle ki: Evvelâ kendi tashih ettiği, "Hıristiyandünya
ve âhiret hükümlerinde yahudiden daha kötüdür." ifadesine aykırıdır. İkincisi;
kâfirdir demenin illeti, kat'î delille çirkin olduğu bildirilen bir şeyin
hayırlı olduğunu isbat etmektir. Bir din diğerinden üstün olmadığı için
değildir. Çünkü illet bu olsa, kâfir dememek lâzım gelir. O zaman,
"Hıristiyanlık yahudilikten daha hayırlıdır." demek, "Kitâbî mecûsiden daha
hayırlıdır." demek gibi olur. Çünkü bunda onun da hayırlı olduğunu isbat vardır.
Halbuki onda kesin olarak hayır yoktur. Velev ki kötülüğü ötekinden az olsun.
Binaenaleyh zâhire göre iki ibarenin arasında fark yoktur ve Muhit ile diğer
kitaplardaki ifade bununla tekfir edilemeyeceğine delâlet
eder.
Bunun vechi şu olsa
gerektir: Hayır kelimesiyle bazen zararı daha az olan kasdedilir. Meselâ göz
ağrısı körlükten daha hayırlıdır denilir. Şairde. "Lâkin hürrü öldürmek esir
almaktan daha hayırlıdır." demiştir. Sonra Misbah'ın sonunda gördüm ki; "Ulema
bazen bu şundan daha sahihtir derler. Maksatları bunun zaafı daha az demektir.
Yoksa hadd-i zâtında bu da sahihtir demek istemezler." deniliyor. Bu benim
söylediğimin tâ kendisidir. Allah'a hamd ederim! O zaman tekfir etmek
hayırlılığı isbata binaendir. İster ism-i tafdil kendi mânâsında kullanılsın,
ister fiilin aslı kasdedilsin fark etmez. Tekfir etmemek ise söylediğimize
ibtina eder. Allahu a'lem.
METİN
Lâkin sünnette
vârit olduğuna göre mecûsiler hâl itibariyle Mutezile fırkasından daha
mesutturlar. Çünkü mecûsiler yalnız iki yaratan isbat ederler. Bunlarsa, sayısız
yaratan uydururlar. Bezzâziye ve Nehir. Bir müslümanın nikâhında bulunan küçük
bir hıristiyan kızının babası mecûsi dinine dönse, küçük hıristiyan mehirsiz boş
düşer. Meselâ annesi hıristiyan olarak ölmüş olsa; yahut bunun aksi farz edilse,
kız boş düşmez. Çünkü anaya-babaya bağlılık, birisinin zımmî veya müslüman yahut
mürted olarak ölmesiyle sona ermiştir. Fakat diğerinin küfretmesiyle bâtıl
olmamıştır.
İZAH
«Lâkin sünnette
vârit olduğuna göre ilh...» ifadesi bunun hadis olduğu zannını vermektedir.
Halbuki öyle değildir. Bezzâziye'nin ibaresi, "Ehl-i Sünnet kitaplarında
zikredildiğine göre ilh..." şeklindedir. Buradaki istidrakın vechi şudur: Ehl-i
Sünnet Velcemaat ulemasının böyle demeleri, "Hıristiyanlık Yahudilikten daha
hayırlıdır ve kitâbî mecûsiden daha hayırlıdır." demenin caiz olduğuna delildir.
Çünkü ulemanın bu sözünde mecûsilerin Mutezile'den daha mesut ve daha hayırlı
olduklarını isbat vardır. Bezzâziye sahibi diyor ki: Buna şöyle cevap
verilmiştir: Yasak edilen şey, mutlak olarak filan şeyden daha hayırlı
olmalarıdır. Yoksa inatlıkları daha az, şirkleri daha hafif, halleri daha
saadetbahştır mânâsına değildir. Çünkü küfürlerinin bazısı bazısından daha
hafif, bazılarının azabı diğerinden ehvendir, denilebilir. Yahut hâl vasıf
mânâsına alınır. Böyle denilmiştir ve cevap tamam olmaz.» Çünkü bu sözü
zikrettiğimiz şekilde te'vil sahih olsa, ötekinin de bunun gibi te'vili sahih
olur. Halin mesut olmasını icabederdi. Çünkü manen faildir. Yahut hali vasıf
mânâsına almak faydasız olurdu. Nehir sahibi diyor ki: «Lâkin yukarıda
Câmiu'l-Fusuleyn'den naklettiğimiz ifadenin muktezası, her iki surette küfür
lâzım gelmesidir. Birinci ta'lile yaraşan da budur. İtimat her halde bunadır.»
Yine Nehir'de belirtildiğine göre Câmiu'l-Fusuleyn'den nakledilen ifade niza
mahallidir. Doğrusu, bu mesele hakkında iki kavil olmasıdır. Ve bunların itimat
edilenine göre caizdir. Zira ulemanın kelâmında vâkidir.
«Yalnız iki
yaratan» isbat ederler ki, biri nûrdur. Buna Yezdan derler. Diğeri karanlıktır.
Ona da Ehremen derler. H.
«Sayısız yaratan
uydururlar.» Çünkü canlılar kendi ihtiyârî fiillerini kendileri yaratır derler.
H.
Ben derim ki:
Dalâlet fırkalarını tekfir etmek söz götürür. Mutemet olan bunun hilâfıdır.
Nitekim bâgîler bahsinde izahı gelecektir.
«Boş düşer.»
Tahtâvi'nin Hindiyye'den naklettiğine göre, bülûğa eren bunak kız dahi küçük kız
gibidir. O da din hususunda anne-babasına bağlıdır. Çünkü bunağın hakikatte
bizzat müslümanlığı muteber değildir. Bu cihetten küçük kız
mesabesindedir.
«Yahut bunun aksi
farzedilse...» Yani babası hıristiyan olarak öldükten sonra annesi mecûsi dinine
dönse kız boş düşmez. H.
«Birisinin zımmî
olarak ölmesiyle ilh...» Yani kitâbî olan karı-kocadan biri zımmî veya müslüman
olarak ölür de sonra hayatta kalan mecûsi dinine dönerse, çocuk ona tâbi olmaz.
Karı-kocadan birinin dinden dönerek ölmesi de böyledir. Çünkü mürtedin hükmü,
müslüman olmak için mecbur edilmektir. Binaenaleyh o müslüman hükmündedir. Hattâ
müslümanlığı devrindeki kazancı için müslüman vârisi kendisine mirasçı olur. O
müslümanlığa kitâbî ve diğerlerinden daha yakındır. Bahır sahibi diyor ki:
«Anne-babadan biri müslüman diyarında müslüman olarak veya dinden dönerek ölür
de sonra öteki de dinden dönerek dâr-ı harbe kaçarsa, kadın boş düşmez. Ölürse,
cenaze namazı kılınır. Çünkü tâbilik müslüman olarak ölmekle sona ermiş bir
hükümdür. Dinden dönerek ölmekle de sona erer. Çünkü müslümanlığın hükümleri
kaimdir.» Çünkü müslüman olsaydı kızı ona tâbi olacaktı. Cevap şudur: Murad,
hayatta kalandan bağlılığın kesilmesidir. Çünkü tekarrur etmiştir ki, çocuğun
ana-babadan hangisinin dini hayırlıysa ona tâbi olur. Yahut hangisinin kötülüğü
hafifse ona bağlanır. Binaenaleyh sona eren bağlılıktan murad
budur.
«Küfretmesiyle
bağlılık» bâtıl olmamıştır. Tahtâvî diyor ki: Daha doğrusu, diğerinin mecûsi
olmasıyla bâtıl olmamıştır demeliydi. Çünkü kendisi zaten kâfir idi. Yapılan iş
bir küfür halinden daha kötüsüne intikalden ibarettir. Yalnız şöyle denilebilir:
Bağlılık anne-babadanbirinin ölümüyle değil, hayatta kalanın mecûsi olmasıyla
sona ermiştir»
METİN
Muhit'te şöyle
denilmektedir: «Karı-koca dinden dönerlerse, dâr-ı harbe kaçmadıkça, kız
kocasından ayrılmaz. Aklı başında müslüman olarak bülûğa erer de sonra
delirirse, karı-koca dinden döndükleri takdirde kız mutlak surette kocasından
ayrılmaz.» Hıristiyan bir kadınla evli bir müslüman, karısıyla birlikte mecûsi
veya hıristiyan olurlarsa, kız kocasından ayrılır. Dinden dönen bir erkek veya
kadının insanlardan mutlak surette hiçbirine nikâhı caiz değildir. Bir kâfir
müslüman olur da nikâhı altında beş kadın veya iki kızkardeş yahut bir anneyle
kızı bulunursa, bir akitle evlendikleri takdirde hepsinin nikâhları bâtıl olur.
Sıra ile evlenmişse, sonuncunun nikâhı bâtıldır. İmam Muhammed ile Şâfiî, Feyrûz
hadisiyle amel ederek o kimseyi muhayyer bırakmışlardır. Biz deriz ki: Onun
muhayyerliği, ayrıldıktan sonra evlenmesi hususunda idi.
İZAH
«Dar-ı harbe
kaçmadıkça...» Yani kızı alarak dâr-ı harbe kaçmadıkça demektir. Kızı dâr-ı
harbe kaçırırlarsa, memleket hükmü sona erdiği için kocasından ayrılır. Bahır.
Yani iki memleket birbirlerine zıt oldukları için ko-casından boş düşer. Bir de
bu kız, anne-babasına bağlı olarak dinden dönmüş sayılır. Telhîsü'l-Câmi
şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu küçük kızın, aklı ermeye başlayıp kendisini
anlattığı halin hilâfınadır. O zaman anası babası onu dâr-ı harbe kaçırsalar
bile kocasından ayrılmaz. Ancak ken-diliğinden dinden dönerse, o zaman
Tarafeyn'e göre ayrılır. Ebû Yusuf bu-na muhaliftir.» Bunu yukarıda
anlattığımız. "Anaya-babaya bağlılık bülûğa ermeden kesilmez." meselesiyle
beraber düşün! Anne-babanın, kızı dâr-ı harbe kaçırdıklarını kaydettik. Çünkü
kendileri kaçar da kızı bırakırlarsa, yukarıda Tahrîr şerhinden naklettiğimiz
vecihle kız ayrılmaz. Nehir sahibi, "Anne-babanın mecûsi olmalarıyla dinden
dönmeleri arasındaki fark söz götürür. Düşün!" demiştir.
Ben derim ki: Fark
zâhirdir ve şudur. Kız, müslüman olan anne-ba-basının dinden dönmeleriyle onlara
ve memlekete tâbi olarak müslüman kalır. Çünkü dinden dönen kimse müslüman
olmaya icbar edildiği için, hükmen müslüman sayılır. Onun için kocası onu dâr-ı
harbe kaçırmadıkça kocasından boş düşmez. Hıristiyan olan anne-babasının mecûsi
dinine dönmeleri bunun hilâfınadır. Çünkü onları hıristiyanlığa dönmeye mecbur
edecek bir şey bulunmadığından, kız mecûsilik hususunda da onlara tâbi-dir ve
müslüman anne-babanın dinden dönerek dâr-ı harbe kaçmaları gibi olur.
Anne-babasına tâbi olmak devam etmekle beraber, kızın memlekete tâbi olması
mümkün değildir. Onun için kocasından ayrılır.
«Mutlak surette
kocasından ayrılmaz.» Yani annesi-babası onu dâr-ı harbe
kaçırsınlarkaçırmasınlar kocasından boş düşmez. Çünkü kendisi başkasına bağlı
olarak değil, asaleten müslümandır. Keza aklı eren küçük kız müslüman olur da
sonra delirirse, hüküm budur. Çünkü İslâmiyet hu-susunda asıl olmuştur. Bunu
Muhit'ten naklen Bahır sahibi söylemiştir.
«Mecûsi veya
hıristiyan olurlarsa...» Hıristiyan olurlarsa ifadesi yan-lıştır. Doğrusu,
yahudi olurlarsadır. Çünkü meselenin kuruluşu hıristiyan zevce hakkındadır.
Nehir sahibi diyor ki: Dinden dönmekle kayıtlaması şundandır: Bir müslüman
nikâhı altında hıristiyan bir kadın bulunur da her ikisi yahudi dinine
dönerlerse, aralarında bilittifak ayrılık vâki olur. Mecûsi dinine döndükleri
vakit İmameyn ihtilâf etmiş; Ebû Yusuf ayrılma olacağını söylemiş, İmam Muhammed
ayrılma olmaz demiştir. Ebû Yusuf'un delili şudur: Koca bu dinde bırakılmaz,
fakat kadın bırakılır. Binaenaleyh yalnız başına kocası dinden dönmüş gibi olur.
İmam Muhammed fark görmüş ve mecûsi kadın bir müslümana helal değildir.
Binaenaleyh bunu meydana çıkarması dinden dönme gibidir, demiştir. Yani sanki
ikisi beraberce dinden dönmüş gibi olurlar demek istemiştir. Sonra Bahır
sahibinin Muhiften naklettiği ibarede Ebû Yusuf'un ta'lili geri bırakılmıştır.
Bunun zahiri, itimat ona olduğunu gösterir. Fetih'te dahi, "Ebû Yusuf'a göre
ay-rılık vâki olur, İmam Muhammed buna muhaliftirler." denilmiş. Onun için şarih
kesin olarak bunu söylemiştir. «Mutlak surette...» Yani müslüman, kâfir veya
mürted olsun demektir. Bu söz, nefydeki nekireden anlaşılan mânâyı te'kid
etmektedir. H.
«İmam Muhammed»
müslüman olan bu kimseyi, dört kadını mutlak olarak seçmek hususunda muhayyer
bırakmıştır. Yani hangi dört kadın olursa olsun ihtiyar edebileceğini
söylemiştir. Keza hangi iki kızkardeşi olursa olsun seçmesi hususunda muhayyer
bırakmıştır. Bir de kızı seçer. Bu sûretlerde anneyi seçemez; yahut her ikisini
terk eder. Çünkü rivayete göre Gaylân-ı Deylemî müslüman olduğu vakit nikâhı
altında on kadın varmış ve hepsi onunla beraber müslüman olmuşlar. Bunun üzerine
Peygamber (s.a.v.) kendisini muhayyer bırakmış. O da kadınlardan dördünü
seçmiştir. Keza Feyrûz-u Deylemî müslüman olduğunda nikâhı altında iki kızkardeş
bulunuyormuş. Rasulullah (s.a.v.) onu da muhayyer bırakmış. O da birini
seçmiştir. Kızı seçmesine gelince: Bunun sebebi, onu nikâh etmek annesinin
nikâhına daha mâni olduğu içindir. Şeyhayn'ın delilleri şudur:Bu nikâhlar
fasittir. Lâkin biz bunları onlara bildirmeyiz. Çünkü küffan inançlarıyla
başbaşa bırakmaya memur olduk. Müslüman oldular mı, bu meseleye temas gerekir.
Gaylân ile Feyrûz'un muhayyer bırakılmaları, ayrılıktan sonra evlenme,hususunda
idi. Bunu Minah'tan naklen Halebî söylemiştir.
«Ayrılıktan sonra
evlenme hususunda...» ifadesinden murad: yeni bir akitle evlenme hususunda
demektir. Kızın nikâhı hakkında söyledikleri, hiçbiriyle cima etmediği vakittir.
Biriyle cima eder de sonra ikinciyle evlenirse onun nikâhı bâtıldır. Çünkü cima
haramdır. İster anneyle ister kızıyla olsun fark etmez. Yalnız ikinciyle cima
ederse bakılır: Bu anne ise, her ikisinin nikâhları bilittifak bâtıl olur. Çünkü
kızın nikâhı anneyi haram kılar. Anneyle cima da kızı haram kılar. Kızsa,
Şeyhayn'a göre hüküm yine böyledir. Şu kadar var ki, kızla evlenmesi caiz,
anneyle evlenmesi caiz değildir. İmam Muhammed'e göre ise caiz olan, kızın
nikâhıdır. Ona zifaf olmuştur, karısı odur. Annenin nikâhı bâtıldır. Bedâyi'de
böyle denilmiştir.
METİN
Nikâhlı müslüman
kız bülûğa erer de müslümanlığı anlatamazsa, ko-casından boş düşer. Zifaftan
önce kendisine mehir de yoktur. Onun yanında Allah Teâlâ bütün sıfatlarıyla
anılmak gerekir. O da bunları ikrar etmelidir. Tamamı
Kâfi'dedir.
İZAH
«Müslüman kız
bülûğa ererse...» Musannıfın buna müslüman demesi, bülûğa ermezden önce
anne-babasına tâbi olarak kendisine müslüman hükmü verildiği içindir. Onun
içindir ki, İmam Muhammed'in buna mürtedde dediği söylenir. Kocasından boş
düşmesi, dinsiz kaldığı içindir. Zira bülûğa ermekle anne-babasına bağlılık
ortadan kalkmıştır. Kendisinin de dini yoktur. Binaenaleyh dinsiz kâfirdir.
Telhîs şerhinde böyle denilmiştir.
«Tamamı
Kâfi'dedir.» Kâfî sahibi şöyle demiştir: «Bir müslüman, küçük bir hıristiyan
kızıyla evlenir de kızın hıristiyan anne-babası bulunursa, bu kız dinlerden
hiçbirini bilmeyerek büyür hiçbirini anlatamazsa, bunak da değilse, kocasından
boş düşer. Keza küçük bir müslüman kızla evlenir de aklı başında olarak bülûğa
erer, müslümanlığı bilmez anlatamazsa. bunak da değilse, kocasından boş düşer.
Muhit'te böyle denilmiştir. Zifaftan önce ayrılırsa kendisine mehir yoktur.
Zifaftan sonra ise mehr-i müsemmayı vermek icabeder. Allah Teâlâ'yı kızın
yanında bütün sıfatlarıyla zikretmek ve kıza böyle midir? diye sormak icabeder.
Evet diye cevap verirse, müslüman olduğuna hükmedilir. Biliyorum, anlatabilirim
de; fakat anlatmıyorum derse boş düşer. Anlatmasını beceremiyorum derse, ihtilâf
edilmiştir. İslâmiyet'i bilir de anlatmazsa boş düşmez. Mecûsi kadın anlatırsa,
Tarafeyn'e göre boş düşer. Ebû Yusuf'a göre düşmez. Çocuğun dinden dönmesi
meselesi budur.» T.
«İslâm'ı bilirse»
sözünden muradı; bülûğa ermeden önce bilmesidir ki, "müslüman kız bülûğa ererse"
sözüyle bundan ihtiraz etmiştir. Bunun boş düşmemesi, bülûğa ermezden önce
anne-babasına tâbi olarak müslüman sayıldığı içindir. Nitekim Telhîs şerhinde
beyan edilmiştir. Bununla küçük çocuğa İmanın edâsı vâcip olmadığına istidlâl
edilmiştir. Tamamı Tahrîr şerhinin ikinci faslının başındadır. Ahkâmü's-Sıgâr'ın
siyer bahsinde bildirildiğine göre, İslâmiyet'i bilirse, yani anlatabilirse sözü
LâiIâhe illallah diyen bir kimsenin îmanınsıfatını bilmedikçe müslüman
sayılamayacağına delâlet eder, Keza bir cariye satın alır da ondan İslâm'ı
anlatmasını isterse, bilemediği takdirde cariye mümin sayılmaz. Îmanın sıfatı
Cibril (a.s.) hadisinde bildirilenlerdir ki: "Allah'a meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe, öldükten sonra dirileceğine, kadere, hayır ve
şerrin Allah Teâlâ'dan olduğuna inanmaktır." Cenazeler bahsinde bunun benzerini
Fetih'ten naklen arz etmiştik. Allahu a'lem.