HACC
BAHSİ
METİN
Hacc lügatta ' ha
'nın fetih ve kesri ile ' hacc ' ve ' hıcc ' okunur ki, muazzam bir şeye gitmeyi
kastetmektir. Bazılarının zannettiği gibi, mutlak kast değildir. Şer'an, Mekân-ı
Mahsus'u - yani Kâbe ve Arafat'ı zamanı mahsusta - tavafta, kurban bayramının
fecrinden, ömrün sonuna kadar; vakfede arefe gününün güneşi zevâle erdikten,
bayram sabahının fecrine kadar - fiil-i mahsusla (önceden hacc niyeti ile ihrama
girerek) - ziyarette bulunmak, yani tavaf ve vakfe yapmaktır. Nitekim tafsilâtı
gelecektir. Nâfile hacca da şâmil olsun diye Musannıf, "Dinin rükünlerinden
birini eda etmek için..." dememiştir.
İZAH
Hacc, mal ile
bedenden mürekkep ve ömürde bir defa vâcip olduğu, bir de "İslâm beş haslet
üzerine kurulmuştur..." hadisinde son olarak zikredildiği için, Musannıf da onu
hâlis ibadetlerin sonuncusu olarak zikretmiştir. Yoksa nikâh, kadın boşamak ve
vakıf gibi şeyler de niyetle ibadet olursa da, sırf ibadet maksadı ile meşru
olmamışlardır. Onun için bunlar niyetsiz de sahih olurlar. İslam'ın dört rüknü
bunun hilâfınadır. Onlarda niyet şart olduğundan, onlar sırf ibadettirler. Bûna
zâhir olan budur. Nehir sahibi, ulemanın, "Mürekkep bir ibadettir." sözlerine
itirazla; "O, sırf bedenî bir ibadettir. Mal sadece onun mevcudiyetinin
şartıdır; Mefhumunun cüzü değildir." demiştir. Yine orada beyan edildiğine göre,
haccın mürekkep bir ibadet olduğuna usul ve fürûda bütün ulemanın sözleri
ittifak etmiştir. Hattâ ölü namına haccı vâcip görmüşlerdir. Velev ki bedenin
ameli bulunmasın. Çünkü ikinci cüz olan mal bâkidir. Nitekim izahı gelecektir.
UIemanın
"mürekkeptir" demeleri, haccın hakikatini beyan için onu tarif değildir ki,
"mal, haccın hakikatinin cüzü değil şartıdır." denilsin. Maksat, bu ibadeti
yapmanın, ekseriyetle bedenin amelleri ile mal harcamaya bağlı olduğunu
anlatmaktır. Namazla oruçta da avret yerini örtecek elbise ve yiyecek gibi
mallar mutlaka lâzım ise de, bunlar olmasa bunu yapmazdı mânâsına, bu ibadetler
için lâzım değillerdir. Onun için mal, namazla orucun şartlarından sayılmamış;
haccın şartlarından sayılmıştır. Bir de namazla oruçta mal az lâzım olur;
harcamasında bir meşakkat yoktur. Uzak yerden hacca giden kimsenin mal harcaması
böyle değildir; o çoktur. Şu halde malın bu ibadette maksut olması münasiptir.
Onun için daimi aciz halinde, malı vekile vermek vâcip olmuştur. Yürümeye
kudreti olan fakire hacc vacip değildir; fakat giyecek ve sahurda yiyecek
bulamayana, namazla oruç vâciptir. Bana zâhir olan budur.
«Bazılarının
zannettiği gibi...» sözünden murad, Zeylâî'dir. O bunu, lügat kitaplarının
birçoğunun mutlak olan sözlerine uyarak söylemiştir. Fetih sahibi "muazzam bir
şeye" kaydını, İbn-i Sikkît'ten nakletmiştir. Bu kaydı Seyyid şerif dahi
Ta'rîfâtı'nda zikretmiştir. İhtiyâr'da da vardır.
«Şer'an...»
Bilmelisin ki fukaha haccı, "Dinin rükünlerinden bir rüknü eda için Kâbe'ye
gitmeyi kastetmektir." diye tarif etmişlerdir. Bu tarifte lügat mânâsı da
vardır. Fetih sahibi fukahaya itiraz ederek, "Haccın rükünleri tavaf ve
vakfedir. Vücut bulan bir şey, ancak ona vücut veren cüzleri ve bunlardan
çıkarılan küllî mahiyeti ile vücut bulur. Amellerden dolayı haccı kasıtla tarif
etmek, onu mefhumundan çıkarır. Meğer ki ismen tarif olup, hakikî tarif olmaya!
Bu, ismin örfen mefhumunu tarif olur. Lâkin burada şöyle denilebilir: Mutlak
söylendiği zaman, bu isimden hemen akla gelen, mahsus olan fiillerdir. Onu
mefhumundan çıkaran, kastın kendisi değildir. Hem bu kendiliğinden fâsittir;
çünkü nâfile hacca şâmil değildir. Tarif ise yalnız farz için değil, namaz ve
oruçta olduğu gibi, mutlak olarak haccın tarifidir. Ve çünkü bu takdirde diğer
ibadetlerin isimlerine aykırı düşer. Zira onlar da fiillerin isimleridir. Meselâ
namaz, kıyam, kıraat ve sairenin: oruç, imsâkın; zekât, mal vermenin ismidir. O
halde hacc dahi Kâbe'nin yanında yapılan fiillerle, Arafat'ta vakfe gibi diğer
fiillerden ibaret oluversin!" demiştir. Kısaltılarak
alınmıştır.
Bundan dolayı şarih
Zeylâî'nin "Kastederek ziyarette bulunmaktır." şeklindeki tefsirini bırakarak,
Bahır sahibine uymuş ve "Yani tavaf ve vakfe yapmaktır." demiştir. Tâ ki sair
ibadet isimleri gibi fiil ismi olsun. Musannıf'a itirazla. "Fiil-i mahsusla,
sözü haşv olur. Çünkü ulemanın söylediklerine göre ondan murad, tavaf ve
vakfedir." denildiği için Şarih, "İhrama girerek" diye tefsirde bulunmak sureti
ile bundan kurtulmuştur. Söylendiğine göre, bunun da söz götürdüğü meydandadır.
Zira buna göre, şartı yani ihramı tarife katmak lâzım gelir. Ziyadeyi, lügat
mânâsında yani 'gitmek'te bıraksa ve 'fiil-i mahsus 'u 'tavaf ve vakfe' ile
tefsir etse daha iyi olurdu. Burada şu itiraz da vârittir: Ziyaret dahi haccın
hakiki mahiyeti değildir. Binaenaleyh yukarıda, "Kastederek ziyarette
bulunmaktır." sözünün tefsirinde geçen itiraz vârit olur. Halbuki ihram iptida
en şart olsa da, sonu itibarı ile rükün hükmündedir Nitekim Şarih bunu
açıklayacaktır. Teslim edilse bile, şartın zikredilmesi tarifi bozmaz. Bilâkis
mutlaka lâzımdır. Çünkü onsuz şer'î manâ tahakkuk etmez; abdestsiz namaz kılmak
gibi olur. Onun için ulema, zekât ve orucun tarifinde niyeti zikretmişlerdir.
Tahkik şudur ki:
Haccı kasıtla tefsir etmek, onu benzerleri olan ibadet isimlerinden çıkarmaz.
Zira burada kasıttan murad, ihramdır; ki o da niyetle kalbin, telbiye ile dilin
amelidir. Yahut telbiye yerini tutan deve göndermektir. Nitekim gelecektir. Şu
halde âzânın da ameli olur. Bir de tarifteki "fiil-i mahsusla" sözündeki ' ba '
harfi, mülâbeset içindir. Ondan murad, tavaf ve vakfedir. Binaenaleyh bu kasıt,
bu fiillerle beraber olan kasıttır; mücerret bir kasıt değildir. Binaenaleyh
diğer ibadet isimlerinde olduğu gibi, fiil-i mahsus olmaktan çıkmış değildir.
Evet, ulema hacc
ile diğer ibadet isimlerini birbirinden ayırmış; hacda kastı asıl, fıili
tâbisaymışlar; diğer ibadetlerde aksine hareket etmişlerdir. Çünkü lügat
mânâlarından nakledilen ıstılahı mânâlarda şâyi olan âdet, lügat mânâlarından
daha hâss olmalarıdır; onlara zıd olması değildir. Lügatta hacc, muazzam bir
şeyi mutlak kasıt olunca, onu tahsis ederek "Muayyen fiillerle, muayyen bir
muazzamı kasıttır." demişlerdir. Şayet asaleten muayyen fiillere isim yapılsa
idi, kendisinden nakledildiği lügat mânâsına aykırı olurdu. Oruç gibi şeyler
bunun hilâfınadır. Çünkü oruç lügatte, mutlak imsaktir. Onun için onu "Geceden
niyetle orucu bozan şeylerden kendini tutmaktır." diye tahsis etmişlerdir. Zekât
da lügatte temizliktir. Bir şeyi tezkiye, o şeyi temizlemektir. Şer'an zekât adı
verilen mal temizliği, onun bir cüzünü vermekle olur; zira bu da temizliktir.
Çünkü Allah Teâlâ "Onları bununla temizler; tezkiye edersin." buyurmuştur. Demek
ki, zekât da bir fiil-i mahsusla yapılan hususi temizliktir. O fiil-i mahsus
temliktir. Bundan dolayıdır ki kasıt haccın şer'an tarifinde asıl olmuştur;
başkalarında asıl değildir. Velev ki kasıt hepsinden sinde şart olsun. Keza
teyemmümün tarifinde kasıt asıl sayılmıştır. Zira lügatta teyemmüm, mutlak
kasıttır. Ulema şer'an onu, "Temiz yeri hususi bir şekilde kastetmektir." diye
tarif etmişlerdir. Teyemmüm iki vuruştan ibarettir. Demek ki, o da bir fiille
beraber olan kasıttır. Ama kulun fiiline isim olmaktan çıkmamıştır. İşte
Zeylâî'nin, "Hacc, vasıf ziyadesi ile birlikte hususi kasta isim yapılmıştır.
Nasıl ki teyemmüm mutlak kastın ismidir. sonra şeriatta bir vasıf ziyadesi ile
hususi bir kasta isim yapılmamıştır." sözünün mânâsı budur. Bu mahallin
tahkîkinde bana zâhir olan budur!
«Önceden...» Yani
vakfe ve tavaftan önce demektir. Bu niyetin mikattan yapılması ise vâciptir. T.
METİN
Hacc, Hicret'in
dokuzuncu yılında farz kılınmıştır. Peygamber (s.a.v.)' in onu onuncu yıla
geciktirmesi, bir özürden dolayıdır. Hem o, tebliğ vazifesini tamamlamak için
hayatta kalacağını biliyordu. Hacc bir defa farzdır. Çünkü onun sebebi
Beytullah'tır. O ise birdir. Birden ziyadesi nafile olur. Bazen vâcip de olur.
Nitekim mikatı ihramsız geçerse böyledir.
İZAH
"Bir özürden
dolayıdır." Bu özür ya âyetin vakit geçtikten sonra inmesidir, yahut Medine
halkı için müşriklerden endişe duyması, veya Peygamber (s.a.v.)'in kendi
hayatından endişe etmesi; yahut müşriklerle ibadetlerinde karışmak istememesi
idi. Zira o vakit kendileriyle sözleşmeleri vardı. Zeylâî. Geciktirmeyi önce
zikretmesi, Şilbî'nin haşiyesinde İbn-i Kayyım'ın Hedyin'den naklen şöyle dediği
içindir: «Sahih kavle göre hacc, dokuzuncu yılın sonlarında farz kılınmıştır.
Onu farz kılan âyet, "Allah için Beyt'i haccetmek insanların üzerine borçtur."
âyet-i-kerîmesidir. Bu âyet, heyetlerin geldiği dokuzuncu yılın sonunda
inmiştir. Peygamber(s.a.v.) hacc farz olduktan sonra, onu bir sene
ertelememiştir. Onun hâlü şanına lâyık olan da budur. Haccın altıncı veya
yedinci yahut sekizinci veya dokuzuncu yılda farz kılındığını iddia edenin
elinde tek bir delil yoktur, Olsa olsa bununla ihticâc eden, "Hacc ve umreyi
Allah için tamamlayın!" âyeti altıncı yılda indi demektedir ki, bunda haccın
farz oluşunun başlaması meselesi yoktur. Bu âyette yalnız başlanan haccın
tamamlanması emri vardır ilk farz oluşunu bundan nasıl
çıkarırlar?»
«Hayatta kalacağını
biliyordu.» cümlesi ayrı bir cevaptır. Özür bulunmasına bağlı değildir. Hâsılı
şudur: Hacc, ihtiyaten mühletsiz hemen farz olan bir ibadettir. Çünkü
geciktirilmesi onu elden kaçırmaya maruz bırakır. Bu, Peygamber (s.a.v.)
hakkında bahis mevzuu olamaz. Çünkü O tebliğ vazifesini tamamlamak için,
insanlara hacc ibadetlerini öğretinceye kadar yaşayacağını biliyordu. Zira Teâlâ
Hazretleri, "Andolsun Allah, Rasulünün rüyasını tasdik etmiştir..." buyurmuştu.
Bu, ta'lîl hususunda daha ustalık göstermek sayılır. Onun için geciktirmeyi buna
tâbi kılmıştır. Bu tıpkı senin, "Zeyde ikram et; çünkü o sana iyilik etmiştir,
aynı zamanda hem babandır." demen gibidir.
«Sebebi
Beytullah'tır.» Buna delil, âyette "Beyt'in haccı" diye izafet edilmesidir. Zira
esas olan, hükümleri sebeplerinde izafe etmektir. Nitekim usulü fıkıhta izah
edilmiştir. Sebebi tekrarlanmayan bir vâcip tekrarlanmaz. Bir de Müslim'in
Sahih'inde şu hadis vardır: "Ey insanlar! Size hacc farz kılınmıştır. Öyle ise
haccedîn!" Bir adam, "Her sene mi ya Rasulallah?" diye sordu. Rasulullah
(s.a.v.) sustu. Hatta adam sualini üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v.); "Evet desem size vâcip olur. Siz de güç yettiremezsiniz..."
buyurdular. Nehir sahibi diyor ki: "Âyet, tekrar lâzım gelmediğine istidtâl için
yetiyorsa da - zira emrin tekrara ihtimali yoktur - nefyi nefyin muktezası ile
ispat etmek daha uygundur."
«Nitekim mikatı
ihramsız geçerse böyledir.» Yani mikat yerine dönerek oradan telbiye getirmesi
vâcip olur. Keza mikatı geçmezden önce de vâcip olur. Hidaye'de şöyle
denilmiştir: «Sonra uzaklardan gelen kimse Mekke'ye girmek maksadı ile mikatlara
varırsa, bize göre hacc veya umre kastı ile ihrama girmesi icap eder. Mekke'ye
girmek istemese de ihrama girmesi gerekir. Çünkü Peygamber (s.a.v.), "Hiçbir
kimse mikatı ihramsız geçemez: velev ki ticaret için gelsin!" buyurmuştur. Bir
de ihramın vâcip olması, bu mübarek yeri tazim içindir. O halde bu hususta
tacir, umreci ve başkaları müsavidir.» Halebî diyor ki: "Bundan şu hâsıl olur
ki, uzaktan gelen için, hacc ve umre nafile olamazlar. Onlar ancak bahçede
çalışanla haremde yaşayanlar için nâfile olurlar."
Ben derim ki: Bu da
söz götürür. Çünkü ihramsız geçmenin haram olması, ihramın uzaktan gelene
mutlaka vâcip olduğuna delâlet etmez; Zira vâcip olan, oradan geçerken
ihramabürünmüş bulunmaktır. İhramın nâfile hacc veya başkası için olması birdir.
Çünkü ihram oradan geçmenin helâl olması için şarttır. Şartın maksut olarak
yapılması lâzım gelmez. Nitekim îtikaf bahsinde geçti. Bunun bir benzeri de
şudur; Cünüp bir kimsenin yıkanmadan mescide girmesi helâl değildir. Ama meselâ
cuma gününün sünnetidir diye yıkanır da girerse caiz olur. Halbuki, sünnet olan
guslü niyet etmişti. Girmek ister de başka bir şey için yıkanmazsa, gusül ancak
o zaman icap eder. Burada mikatı geçmek istediğinde, hacc ibadetlerini
kastederek, farz veya nezir yahut nâfile için ihrama girerse kâfidir. Çünkü o
yerin tazimi hususunda maksat hâsıl olmuştur. Bunu değil de, meselâ ticaret için
girmeyi kastederse o zaman ihrama girmesi vâcip olur. Bunun benzeri tahiyye-i
mescittir ki, kıldığı herhangi bir namazın zımnında hâsıl olur. Hiç namaz
kılmazsa, ayrıca kılmak sureti ile icrası gerekir. Bana zâhir olan budur. Şârih
-Allah'u a'lem - bundan dolayı Bahır ve Nehir'e uyarak vücubun tasvirini, mikati
ihramsız geçmekle yapmıştır. Çünkü böyle bir kimsenin, mikatı dönerek oradan
telbiye getirmesi icap eder. O zaman geçmek için ihrama girmesi vâcip olur. Ama
önceden farz veya nezir yahut nâfile hacc için ihrama girmişse, niyetine göre
devam eder. Geçmek için ayrıca ihrama girmesi icap etmez. Bu takdirde ifadesinde
dengesizlik yoktur. Anla!