BAŞKASI
NAMINA HACC BÂBI
METİN
(İbadetin sevabını
başkasına hediye meselesi)
Asıl olan şudur ki:
Bir ibadeti yapan kimse, onun sevabını başkasına bağışlayabilir. Velev ki onu
yaparken kendisi için niyet etmiş olsun. Çünkü delillerin zâhiri bunu
göstermektedir.
İZAH
"Bir ibadet"ten
murad, bilumum ibadetlerdir. Namaz, oruç, sadaka, Kur'an okumak, zikirde
bulunmak, tavaf etmek, hacc, umre vesaire gibi ki, peygamberlerin kabirleriyle
şehitlerin, evliyanın ve sülehânın kabirlerini ziyaret etmek, ölüyü kefenlemek
ve bütün hayrât işleri bunda dahildir. Nitekim Hindiyye'de beyan edilmiştir.
T.
Zekât bahsinde
Tatarhâniyye'den naklen arzetmiştik ki. nâfile bir ibadeti tasadduk etmek
isteyen kimseye efdal olan, erkek-kadın bütün müminleri niyet etmektir. Çünkü bu
hediyye onlara hiç noksansız ulaşır. Bahır sahibi şu incelemeyi yapmıştır:
Ulemanın bu bâbtaki mutlak sözleri, farza da şâmildir. Lâkin hediye etmekle farz
tekrar zimmetine borç olmaz. Çünkü sevap bulunma/nası zimmetten sükût etmemeyi
(Yani ödenmemiş olmayı) gerektirmez. Halbuki bildiğin gibi sevap tamamen yok
olmaz. İleride göreceğiz ki bir kimse anne ve babası namına hacca niyetlense,
"Bu onun farz haccı namına kâfidir." denilmiştir. Bu da Bahır sahibinin bahsini
te'yid eder. Yine Bahır sahibinin tetkikine göre bir ibadeti yaparken kendi
namına niyet ederek sonra sevabını başkasına bağışlamakla. başkası namına niyet
etmek arasında fark yoktur. Çünkü ulemanın sözleri
mutlaktır.
Ben derim ki: Bunun
farza şâmil olduğunu söylemek yerindedir. Çünkü farza kendi namına niyet eder.
Sevabını başkasına bağışlamak sahih olunca,bu gösterir ki, sevabının başkasına
erişmesi için bu fiili yaparken başkasını niyet etmek şart değildir. Cenazeler
bahsinin sonunda şehit bâbından az önce Hambelî İbn-i Kayyim'dan naklen
arzetmiştik ki, Hambelîlerce, filli yaparken başkasına niyetin şart olup
olmadığında ihtilâf edilmiştir. Bazıları şart olmadığını söylemiş; "Çünkü sevap
kendisinindir. Onu istediğine teberru edebilir." demişlerdir. Niyetin şart
olduğunu söyleyenler de bulunmuştur. Hattâ bu kavil evlâ görülmüştür. "Çünkü
fiil işleyen namına kabul edilince, başkasına intikal kabul etmez." denilmiştir.
Yine İbn-i Kayyım'dan naklen arzetmiştik ki, sevabın gönderilene erişmesi için
lâfzan hediye etmesi şart değildir. Meselâ zekât niyetiyle bir fakire para
vermek nasıl caizse, bu da caizdir. Çünkü sünnette bu şart kılınmamıştır. Ne
başkası namına yapılan hacc hadisinde, ne de diğer benzerlerinde böyle bir şey
yoktur. Evet fiili kendi için yapar da sonra sevabını başkasına hediye ederse
kâfi gelmez. Nitekim hîbe etmeyi, âzad veya tasaddukta bulunmayı niyet etmesi
böyledir. Ama sevabının yarısını veya dörtte birini niyet etmesi sahihtir. Bunu
şu da izah eder ki: Bir kimse fiilinin bütün sevabını dört kişiye hediye etse,
her biri için çeyrek sevap hâsıl olur. Tamamı oradadır.
TEMBiH: Bahır
sahibi diyor ki: «Bir kimse ibadetinin karşılığında dünyalık bir şey alsa hükmü
ne olur görmedim. Ama bunun sahih olmaması gerekir.» Demek istiyor ki: Bu
dünyalığı sâbık bir ibadeti karşılığında alırsa, onu satmış olur ki, bu kesin
olarak bâtıldır. Dünyalığı alıp karşılığında ibadet yapmayı şart koşarsa, ibadet
için kiralanmış olur ki, bu da bâtıldır. Nasıl ki bütün metinlerde, şerhlerde ve
fetva kitaplarında nassan bildirilmiştir. Bundan yalnız müteehhirin ulemanın
cevaz verdikleri okuma öğretmek, müezzinlık ve imamlık gibi şeyler için verilen
ücret müstesnadır. Onlar bunu zaruretle illetlendirmiş, zamanımızda
Beytülmal'dan bir şey verilmediği için dinin zayi olacağı korkusunu da ilâve
etmişlerdir. Bundan anlaşılır ki, ölü namına ücretle haccedecek birini göndermek
caiz değildir. Çünkü bunda bir zaruret yoktur. Nitekim bu bâbta beyan
edilecektir. Yine zaruret olmadığı için Kur'an okumak ve zikretmek için ücretle
adam tutmak da caiz değildir. Bu bâbta sözün tamamı, bizim. "Şifâü'l-Alîl...."
adlı risalemizdedir.
«Sevabını başkasına
bağışlayabilir.» Mutezile taifesi bütün ibadetlerde; İmam Mâlik ile Şâfiî ise
namaz ve Kur'an okumak gibi sırf bedenî ibadetlerde buna muhaliftirler. Mâlik
ile Şâfiî bedenî ibadetlerin ölüye vâsıl olmayacağına kaildirler. Sadaka ve hacc
gibi diğer ibadetler bunun hilâfınadır. Hilâf, bir kimse bunu yapabilir mi,
yapamaz mı meselesinde değil; onun yapmasıyla hediye olur mu olmaz mı
meselesindedir. Onun hediye etmesiyle hediye olmazsa, hediye etmesi hükümsüz
kalacaktır. Bunu Fetih sahibi söylemiştir. Yani hilâf, sevabının vâsıl olup
olmamasındadır, Başkası'ndan murad, ölüler de olabilir, diriler de. Bunu Bedâyi'
den naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Ben derim ki:
'Başkası' tabirinin mutlak bırakılması, Peygamber (s.a.v.)'e de şâmildir. Ama
bizim imamlarımızdan bunu açıkça söyleyen görmedim. Diğer mezhepler uleması
arasında bu hususta uzun münakaşa vardır. İmam Sübkî ile Şafiîlerin müteehhirin
ulemasına göre caizdir. Nitekim cenazeler bahsinin sonunda izah etmiştik. Oraya
müracaat edebilirsin.
METİN
«İnsana
kazandığından başka bir şey yoktur.» âyetine gelince: Ondan murad, ancak biri
ona hîbe ederse o zaman vardır, demektir. Nitekim Kemâl tahkîkini yapmıştır.
Yahut âyetteki 'lâm' 'alâ' manâsınadır. Nitekim "Onlara da lânet vardır." âyeti
kerimesindeki 'lâm' 'alâ' mânâsınadır.
İZAH
«Âyetine
gelince...» O te'vil edilmiştir, Yani ancak bağışlarsa caiz olur
denilmiştir.
«Nitekim Kemâl
tahkikini yapmış...» ve kısaca şöyle demiştir: «Âyeti kerîme, Mutezile
taifesinin söylediği mânâda zâhir ise de. nesih veya takyîd edilmiş o!ması
ihtimali vardır. Buneticeyi tesbit eden hadis sabit olmuştur ki, o da Peygamber
(s.a.v.)'in iki bakla koç kurban etmesidir. Bunların birini kendi namına,
diğerini Ümmeti namına kesmiştir. Bu hadisi Sahabeden birçok kimseler rivayet
etmiş; hadis yaygın bir hal almıştır. Binaenaleyh meşhur olması ihtimalden uzak
değildir. Meşhur hadisle ise, mutlak olan ayet takyîd edilebilir. Dârekutnî'nin
rivayetine göre, biri Peygamber (s.a.v.)'e sormuş; "Annem babam vardır.
Hayatlarında kendilerine itaat ederdim. Ölümlerinden sonra onlara ne iyilik
edeyim?" demiş. Rasulullah (s.a.v.); "ÖIdükten sonra hayır namına kendi
namazınla birlikte onlar için de namaz; orucunla birlikte onlar için de oruç
tutmaklısın." buyurmuştur. Hz. Ali'den dahi Rasulullah (s.a.v.)'den naklen şu
hadis rivayet olunmuştur: "Bir kimse kabristana uğrar da onbir defa ihlâs
suresini okur ve sevabını ölülere bağışlarsa, kendisine ölülerin sayısınca sevap
verilir." Enes'den de rivayet olunmuştur ki: "Yâ RasusulIah! Biz ölülerimiz
namına sadaka veriyoruz. Onlar namına haccediyor, duado bulunuyoruz. Acaba bu
onlara vâsıl oluyor mu?" diye sormuş. Rasulullah (s.a.v.), "Evet, onlara vâsıl
olur ve onlar bundan, sizden birinize bir tabak hediye geldiği zaman nasıl
sevinirse öyle sevinirler." buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Hafs Ükberî rivayet
etmiştir. Bir rivayete göre Peygamber (s.a.v.), "ölülerinize Yâsîn okuyun!"
buyurmuştur. Bu hadisi Ebû Dâvud rivayet etmiştir. Bütün bunlar, ve sözü
uzatırız korkusuyla bıraktıklarımız arasındaki kadir-i müşterek tevatür
derecesini bulmaktadır. Bu kadiri müşterekten murad, başkasının amelinden
faydalanmaktır. Kezâ Kur'an-ı Kerîm'de anneye babaya dua edilmesi emir
buyrulmuştur. Meleklerin müminlere istiğfarda bulundukları haber verilmiştir ki,
bunlar fayda hâsıl olduğunu göstermekte kesindir. Ve bunlar Mutezilenin istidlâl
ettikleri âyetin zâhirine muhaliftir. Çünkü o âyetin zâhiri, bir kimsenin biri
için istiğfarda bulunması hiçbir vecihle fayda vermeyeceğini gösterir. Çünkü bu
kendi emeği değildir. Biz, "Ayetin zâhiri murad değildir." diyerek, onu kişi
hîbe etmezse diye kayıtladık. Bu, mensuhtur demekten evlâdır. Zira daha
kolaydır. İrade ettikten sonra bâtıl olma yoktur. Bir de bu âyet haber
kabilindendir. Haberlerde nesih yoktur»
«Yahut âyetteki
'lâm', 'alâ' mânâsınadır.» Bu ikinci bir cevaptır. Ama Kemâl onu reddetmiştir.
Çünkü âyetin zâhirinden ve gelişinden uzaktır. Âyet, yüz çeviren ve cimrilik
eden kimseye va'z ve nasihattir. Şu da var ki bu âyet, "Hiç kimse başkasının
günahını yüklenmez." âyetiyle tekerrür etmektedir. Daha başka cevaplar da
verilmiştir ki, onları Zeylâî ve başkaları Sıralamıştır. Bazıları
şunlardır:
1- Bu âyet
neshedilmiştir.
2- Bu âyet Mûsa ve
İbrahim (a.s.)'in kavimlerine mahsustur. Çünkü onların sahifelerindekini hikaye
etmektedir.
3- Bu âyetteki
insandan murad kâfirdir.
4- Bu, adâlet
yoluyla değil, fakat fazi ve ihsan yoluyla olur demektir.
5- İnsana ancak
emeğinin karşılığı vardır. Lâkin bazan çalışması esbaba tevessülle olur.
İhvanını çoğaltır, îmânı tahsil eder. Peygamber (s.a.v.)'in, "Ademoğlu ölünce
ameli kesilir. Ancak üç şeyden kesilmez..." hadisine gelince: Bu hadis,
başkasının ameli kesildiğine delâlet etmez. Bizim sözümüz ise. başkasının ameli
hakkındadır. Zeylâî.
«Kimse kimse namına
oruç tutamaz ve kimse kimse namına namaz kılamaz.» hadisi ise borçtan kurtulmak
hususundadır. Sevap hakkında değildir. Nitekim Bahır'da beyan
edilmiştir.
METİN
Yemin ederim ki
Zahidî burada Mutezili olduğunu açıklamıştır. Hidayeti veren Allah'tır. Zekât ve
kefaret gibi mâlî ibadetler, mükellef namına mutlak surette niyabet kabul
ederler. Yani kudreti olsun olmasın caizdirler. Velev ki naip zımmî olsun. Çünkü
itibar, vekâlet verenin niyetinedir. Velev ki vekil verirken niyet etsin. Namaz
ve oruç gibi bedenî ibadetler ise, mutlak surette niyabet kabul
etmezler.
İZAH
«Zahidî Mutezili
olduğunu açıklamıştır.» Çünkü Müctebâ'da Hidâye'nin ibaresini naklettikten sonra
şöyle demiştir: «Ben derim ki: Adâlet ve tevhit ehlinin mezhebine göre, buna
hakkı yoktur ilh...» Böylece Hidâye'den ayrılmış; kendi îtikadında olanlara
adâlet ve tevhit ehli adını vermiştir. Çünkü onlar, "En iyiyi yaratmak Allah'a
vâciptir. Bunu yapmazsa zulmetmiş olur." derler. Bir de Allah'ın sıfatlarını
kabul etmezler. Derler ki: «Allah'ın kadîm sıfatları olsa, kadîmler çoğalırdı.
Halbuki kadîm birdir...» Onların bu sapık îtikadının nasıl iptal edileceğini
kelam kitapları beyan etmiştir. Zahidî'nin sözünü Mi'racı Dirâye sahibi
nakletmiş, reddini de üzerine almıştır. Şeyh Mustafa Rahmetî dahi hâşiyesinde
onu reddetmiştir. Sözü uzun tutmuş, fakat güzelce hatayı sevaptan
ayırmıştır.
«Hidayeti veren
Allah'tır.» cümlesindeki güzel îham, akıl sahiplerinin gözünden
kaçmamaktadır.
"ibadet" kelimesi
hakkında İmam Lameşî şunları söylemiştir: «İbadet; tevazu ve tezellülden
ibarettir. Tarifi şudur: Ancak Allah Teâlâ'nın emrini ta'zim için yapılan iştir.
Kurbet ise, ya sadece Allah'a yaklaşmak için yapılan iştlr; yahut kışla ve
mescit yapmak gibi insanlara da iyilik sayılan şeylerle birlikte Allah'a
yaklaşmak için yapılan şeydir. Tâat ise Allah'tan başkasına da yapılması caiz
olan şeydir. Tâat emre uymak demektir. Allah Teâlâ, "Allah'a itaat edin,
Peygambere itaat edin, sizden olan emir sahiplerine de itaat edin!" buyurmuştur.
Bu satırlar Tahtâvî'nin Ebussuud'dan naklettiği ibareden
kısaltılmıştır.
"Zekat'dan murad,
malın zekatı, yahut sadakayı fıtır gibi canın zekâtı; yahut öşür gibi
yerinzekâtıdır. Buradaki teşbihte nafakalar da dahildir. Şârih mâlî ibadetten
murad; ya hâlis ibadet, ya nafaka mânâsını taşıyan ibadet yahut ibadet manasını
taşıyan nafaka olduğuna işaret etmiştir. Bunlar usûl-i fıkıhtan
öğrenilir.
"Kefaret" ten murad
da; köle âzâdı, fakir doyurmak ve giydirmek gibi nevileridir.
Bahır.
«Nihayet kabul
ederler.» Burada kaide şudur; Tekliflerden maksat, deneme ve meşakattır. Bu,
bedenî ibadette nefsi ve hususi fiillerle âzâyı yorarak yapılır. Naibinin
yapmasıyla, bir insanın kendisinin çekeceği meşakkat tahakkuk etmez. Onun için
onlarda mutlak surette niyabet caiz değildir. Yani âciz de olsa, kâdir de olsa
caiz değildir. Mâlî ibadetlerde ise maksat, nefsin sevdiği malı eksiltip fakire
ulaştırmak suretiyle onu denemektir. Bu deneme, naibin yapmasıyla da hâsıl olur.
Kıyasa bakılırsa, haccda niyabet caiz olmamalıydı. Çünkü haccda hem bedenî hem
mâlî meşakkatlar vardır. Bedenî ibadette naiple iktifa edilmez. Lâkin Allah
Teâlâ sırf tarafından bir rahmet ve fazîlet olmak üzere, ölüme kadar devam eden
aczde hacc parasını naibe vermek suretiyle, mâli meşakkatın tahammülüne ve
haccın ıskatına ruhsat vermiştir. Bahır.
«Velev ki vekil
verirken niyet etsin.» Bu umumda şunlar dahildir:
1 - Müvekkil parayı
vekile verirken niyet edebilir.
2 - Vekil parayı
fakirlere verirken niyet edebilir.
3 - Vekille
müvekkil kendi oralarında niyet ederler.
Nitekim Bahır'da
beyan edilmiştir. Şimdi şu kalır: Parayı ayırır da vekile vermeden onunla zekâtı
niyet ederse ne olur? Şarihin ibaresi buna da şâmildir. Zâhire göre caiz olur.
Nitekim şu halde o paraları bizzat kendisi bir fakire verse, ulema bunun caiz
olduğunu söylemişlerdir. Çünkü verirken hükmen niyet vardır. Bir de şu kalır:
Vekil paraları fakire verdikten sonra, paralar fakirin elindeyken niyet etmiş
olsa, zâhire göre caiz olur: Nitekim paraları bizzat kendisi fakire verse, ulema
caiz olduğunu söylemişlerdir.
"Oruç"un bedenî
ibadet olmasının mânâsı, onda beden amellerini terk etmek bulunduğundandır. Bunu
Nehir sahibi Sa'diyye hâşiyelerinden nakletmiştir. "Oruç, iftar ettiren
şeylerden kendini tutmaktır" dese daha iyi olurdu.
METİN
Farz olan hacc gibi
her ikisinden mürekkep olan ibadet yalnız acz halinde niyabet kabul eder. Lâkin
aczin ölüme kadar devamı şarttır. Çünkü hacc ömürde bir defa farz olur. Hattâ
özrün kalkmasıyla iadesi lâzım gelir. Gönderen namına hacca niyet etmesi de
şarttır. "Filan namına ihrama girdim ve filan namına telbiye ettim" diyecektir.
İsmini unutur da, "gönderen namına" diyerek niyet ederse sahih olur. Kalbin
niyeti kâfidir. Bu, yani aczin ölüme kadar devamının şart olması, acz, hapis ve
düzelmesi umulan yani düzelmesi mümkün hastalıkgibi bir şey olduğuna göredir.
Böyle değil de körlük ve kötürümlük gibi olursa, başkasının onun namına
haccetmesiyle farz kendisinden sâkıt olur. Artık mutlak surette, yani ister bu
özür devam etsin, ister etmesin haccı tekrarlamak lâzım gelmez. Kendisi sağlam
iken yerine birini hacca gönderir de sonra aciz olur ve aczi devam ederse, bu
kâfi gelmez. Çünkü şartı yoktur.
İZAH
«Her ikisinden
mürekkep olan ibadet» Gâyetü's-Surûci sahibi diyor ki: «Mebsut'ta bildirildiğine
göre, haccda mal vücûbun şartıdır. Ve hacc bedenle maldan mürekkep
değildir.»
Ben derim ki: Bu
söz doğruya daha yakındır. Onun için Arafat'ta yürümeye kâdir olan Mekkeli
hakkında mal şart değildir. Kâdıhân'da, "Hacc, oruç ve namaz gibi bedenî bir
ibadettir." denilmektedir. Haccda kudretin şart kılınması, kudretin de azık
vasıtaya mâlik olmak diye tefsir edilmesinden haccın malla bedenden mürekkep
olması lâzım gelmez. Çünkü şart meşruttan başkadır. Bir şey meşrutundan mürekkep
olamaz. Nasıl ki namazın sahih olması için avret mahallini örtmek ve abdest için
su şarttır. Bunların her ikisi malla olur. Ama hiçbir kimse namaz malla bedenden
mürekkeptir dememiştir. Hâşiye yazarlarından biri böyle demiş;biz de hacc
bahsinin başında cevabını vermiştik.
Farz olan hacc gibi
diyerek mutlak bırakılan bu ibare, nezredilen hacca da şâmildir. Nitekim
Bahır'da da böyle denilmiştir. Şarih aczin ölüme kadar devam şartına bakarak bu
kaydı koymuştur. Çünkü nâfile hacc - devamı şöyle dursun - acz bile şart
koşmaksızın niyabet kabul eder. Nitekim gelecektir. T. Cihad dahi bu
kısımdandır. Yalnız bedenî ibadet kısmından değildir. Hattâ haccdan da evlâdır.
Çünkü cihad için harp aleti lâzımdır. Hacc ise bazan malsız da yapılır. Nitekim
Mekkelinin haccı böyledir. Meselenin tam tahkîki İbn-î Kemâl'in
şerhindedir.
«Çünkü hacc ömürde
bir defa farz olur.» Bu cümle, aczin ölüme kadar devamı şartının ta'lîlidir.
Yani bunda kolan ömrü kaplayacak acz muteberdir. Tâ ki bedenle eda etmekten ümit
kesilsin. Bunu İbn-i Kemâl Kâfî'den nakletmiştir.
TEMBİH: Âciz namına
haccettirmenin vâcip olduğu yer, evvelâ hacca gitmeye kâdir olup da sonra âciz
kalmaktır. Ama bu, îmamı Âzam'a göredir. İmameyn'e göre o kimsenin malı varsa,
onun namına birini hacca göndermek vâcip olur. Evvela sağlamken üzerine hacc
farz olması şart değildir. Zeylâi. Hâsılı sağlamken hacca gitmeye kâdir olup da
sonra âciz kalan kimse namına birini hacca göndermek bilittlfak lazımdır. Fakat
hiçbir malı olmayıp bizzat eda etmekten âciz kalan hakkında ihtilâf edilmiştir.
Esasen vücup için İmamı Âzam'a göre bedenin sağlam olması şarttır. İmameyn'e
göre ise, bedenin sağlamlığı eda vâcip olmak içinşarttır. Hacc bahsinin başında
sahih kabul edilen kavillerin muhtelif olduğunu, mezhebin kavlinin İmamı
Azam'ınki olduğunu arzetmiştik.
«Hattâ özrün
kalkmasıyla...» Yani hapis ve hastalık gibi kalkması umulan bir özür ortadan
kalkmakla ladesi lâzım gelir. Körlük gibi özürler bunun hilâfınadır. Öyle bir
özür yok olursa iade lâzım gelmez. Nitekim ileride
göreceğiz.
«İsmini unutur
da...» müphem olarak ihramlanırsa, yani "hacca niyet ettim" der de, kimin namına
niyet ettiğini söylemezse, hacc fiillerine başlamadan kendisinin veya başkasının
tayin etmesi sahihtir. Nitekim Lübab ve şerhinde beyan edilmiştir. Şarihi bu
bâbta nass olmadığını Kâfî'den naklettikten sonra; "Tayinin bilittifak sahih
olması gerekir. Şüphesiz ki icmanın yeri, o kimsenin üzerinde farz hacc
bulunmadığı zamandır. Aksi takdirde o kimsenin başkasını tayini caiz olmaz.
Hattâ başkasını tayin etse, Şâflî'ye göre hacc başkası namına olur."
demiştir.
«Hapis ve hastalık
gibi» sözü ile musannıf, özrün semâvî olmasıyla kuldan gelmesi arasında fark
olmadığına işaret etmiştir. Bahır'da Tecnîs'ten naklen şöyle denilmiştir:
Kendisi ile Mekke arasında düşman bulunduğu için yerine birini hacca gönderse,
düşman yolun üzerinde dururken o kimse ölürse, vekilin haccı kâfidir. Aksi
takdirde kâfi olmaz. Kalkması umulan aczin bir nevi de kadının mahrem
bulamamasıdır. Böyle bir kadın haccdan âciz kalacağı bir zamana kadar, yani
ihtiyarlayıncaya veya kör, kötürüm oluncaya kadar bekler. Artık o zaman kendi
namına haccedecek birini gönderir. Bundan önce gönderirse caiz olmaz. Çünkü
mahrem bulunması ihtimali vardır. Ancak mahrem yokluğu ölünceye kadar devam
ederse caiz olur. Nasıl ki hasta kendi namına bir adamı hacca gönderir de
hastalığı ölünceye kadar devam ederse caizdir. Nitekim Bahır'da ve diğer
kitaplarda beyan edilmiştir.
«Artık mutlak
surette tekrarlamak lâzım gelmez.» Metinlerin mutlak olan ifadelerinden
anlaşıldığına göre, şart olan daimi aczdir. Aczin, kalkması umulanla umulmayan
arasında tekrarın lüzumu hususunda fark yoktur. Fetih sahibi buna göre hareket
etmiştir. Bahır sahibi diyor ki: «Bu doğru değildir. Hak olan, tafsilât
vermektir. Nasıl ki Muhit, Hâniyye ve Mi'râc'da açıklanmıştır.» Nehir sahibi de
bunu kabul etmiş, musannıf da ona uymuştur. Şurunbulâliyye sahibi bunu tahkik
etmiş; Kâfî'den bunu açıkladığını nakletmiştir.
«Sonra âciz olur ve
aczi devam ederse...» Yani gönderilen vekil, haccı bitirdikten sonra âciz olursa
demek istiyor. Vekil haccı bitirmeden gönderen âciz kalırsa, aczi devam ettiği
takdirde vekilin haccı kâfidir. Şarihin "Kâfi gelmez" sözünün mânâsı, farz
yerine kâfi değildir demektir. Yoksa nâfile olarak gönderen namına sahihtir.
Bunu Bahır sahibi söylemiştir. Hamevî diyor ki: «Sultanların, vezirlerin
kendileri namına başkalarını hacca göndermelerinin doğru olmadığı bundan
anlaşılır. Çünkü onların aczleri ölüme kadar devam etmez.» Yahutesas itibariyle
âciz değillerdir. Maksat farz namına sahih olmadığını anlatmaktır. Yoksa nâfile
olarak sahihtir. T.
Ben derim ki: Lâkin
Lübab şerhinden - o do Şemsü'l-İslâm'dan naklen - arzetmiştik ki, sultan ve
sultan mânâsındaki emirler mahpus hükmündedir. Binaenaleyh içinde kul hakkı
olmayan malından kendi namına birini hacca göndermesi icab eder. Mezkûr şekilde
aczi tahakkuk eder de ölünceye kadar devam ederse böyle
yapılır.