REDDU'L MUHTAR ÇEŞİTLİ MESELELER
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
M
E T İ N
Kâdı;
gaib olan birinin ve çocuğun malını
ve yolda bulunan sahipsiz bir malı Kazâ bahsinde geçen
şartlarla
borç olarak verebilir. Baba (çocuğunun), vasî (vasayetindeki kişinin) nin malını, düşürülen
malı,
bulan ise bulduğu malı borç
veremez. Ancak yitik malı bulan kişi sahibini bulmak için ilân
ettiği
zaman onu bulamazsa sadaka olarak verebilir. Buna göre, onu borç olarak verebilmesi
öncelikle câiz olmalıdır. Zeylaî.
İ
Z A H
«Yolda
bulurum sahipsiz bir malı...» Bazı âlimler, bu malın zimmi tarafından düşürülmüş olmayan
bir
mal olması kaydını koymuşlardır. Zimminin düşürdüğü bir malı ise hakim borç olarak veremez.
Çünkü
onun sadaka olarak verilmesi caiz değildir. Böyle bir mal ancak hazineye verilir. Çünkü borç
verme
bir nevî ibadettir. zimmi ise ibâdete ehil değildir.
Bulunan
malın borç verilmesi meselesinde bir kayıt konulmadı. Dolayısıyla bu o malın, bulana da
bir
başkasına da borç verilebileceğini gösterir. Bahr de ki: «Malı bulana borç verebilir..» tarzındaki
ifade,
hükmü kayıtlamak için değildir. Düşün.
«Kazâ
bahsinde geçen şartlarla...» Orada şöyle demişti: «(Bu malları) Vasî, onu mudarebe yoluyla
işletecek biri ve onu satın alıp işletecek birisi yoksa ödeme gücü olan güvenilir birine
(verebilir)».
«Vasî
yoksa...» sözünü Bahr sahibi bir
bahis olarak zikretmiştir. O konuda hayli söz vardır,
yerinden
öğrenilir.
«Baba...
borç olarak veremez.» Eğer bunlar verirlerse zamin olurlar. Çünkü alacağı tahsilden
âcizdirler. Kâdı ise böyle değildir. Anılan kişilerin, yangın ve yağma gibi durumlarda zarurete
binaen
borç verebilmeleri istisna, bir hükümdür. Bu durumlarda borç olarak vermeleri ittifakla
caizdir.
Bahr. Şârih de Kitabü'l-Kazâ da böyle demiştir, Musannıfın; «baba kâdı gibi değil, vasî
gibidir»
tarzındaki ifadesi sahih görülen iki görüşten birisidir. Metinler de bu şekildedir. Bahr de
ifade
edildiğine göre mütemet olan
budur.
«Ancak yitik malı bulan kişi sahibimi bulmak için ilân ettiği zaman...» Zeylai bunu, «vermesi
gerekir»
sözcüğü ile zikretmiştir. Zahire göre bu. onun bir araştırmasıdır, ancak bu, mal sahibi
icâzet
vermezse, kâdı da olduğu gibi bulanın
da zamin olmaması intibâını vermektedir. Halbuki,
bizim
dediğimiz, zaman olmadığı takdirde, borç vermeyi sadaka verme hükmünde
saymak mümkün
değildir.
«Borç
olarak verebilmesi öncelikle câiz olmalıdır.» Bir fakire borç verilmesi Zeylaî.
M
E T İ N
Bir
kimse: «Allah müşriklere azab edecekse hanımım boş olsun» dese Alimler, kadının boş
olmayacağını
söylemişlerdir. Çünkü müşrikler içerisinde azab edilmeyecek olanlar da vardır.
Haniye de böyle denilmiştir. Tevcihi'nin
Zahîri'ne göre bu bir kısım (müşrik) dan maksat, ömründe
müşrik
olmak suretiyle kendilerine
müşrik denilmesi doğru olan ama sonra da iyi bir sona eren
(müslüman
olan) ler veya müşriklerin çocuklarıdır. Çünkü onlar şeran müşriktirler. Onlardan bir
kısmının
azab edilmeyeceği sabit olunsa, -ki o salibeyi cüziyyedir- her müşrik azab edilir manasına
mücibe-i
külliye olmaz. Bunu Musannıf söylemiştir.
Bu
luğazı İbn Vehban bundan başka bir
vecih üzerine getirip şöyle
demiştir: .
«Kafir
cehenneme girmeyecektir, ama orada müminler oturacaktır. diye birisi var
mı?!»
Bunun
manası: Kafirler cehennemi gördüklerinde Allah'a ve Rasulüne
inanacaklar ama bu onlara
fayda vermeyecektir. Allah (c.c.): «Azabımızı
gördüklerinde iman etmeleri
onlara fayda vermez»
buyurmuştur. Yukarıdaki beytin baş tarafının diğer bir manası daha vardır ki şudur: Cehennemde,
onun
işlerini idare eden ve mümin
olarak melekler otururlar.
Beyitte iki soru vardır. İbn Şıhne: «Bana göre bu anılması ve söylenmesi doğru olmayan
sözlerdendir.
Bu sözün yazılması ve tedvini gerekmez. Söyleyenin te'vili de kabul edilmez» der.
Ben
derim ki: Bunun (İkinci kısım) Vechi'nin açıklığına rağmen hakkında konuşmuştur. Peki
birincisi
nasıldır? gafil olma. Sonra ben hocamın : «Onu (İbn Şıhne'nin sözünü) nakletmekle
kendisinin
sözünü inkarla hükmettiği ve onu
tedvin etmemek gerektiği görüşünde
olduğunu
gösterdi
dediğini gördüm.
İ
Z A H
«Tevcihinin
zahirine göre...» Minah'ın ibaresi şu şekildedir: «İmam Kâdihan'ın sözünden anlaşılan
tevcihin
zahirine göre zikredilen
şarttaki müşriklerden maksat tümüdür. Onun için gerekçede,
çünkü
müşriklerden azab edilmeyecek olanlar var demiştir. Bu bir kısımdan maksadın. genelde
kendisine
müşrik denilmesi doğru olanların olması da muhtemeldir... ilh...»
«Onlar
şer an müşriktirler...» Yâni tebeıyyet yoluyla müşriktirler. Minah. Bunun manası şudur:
Onlara
şeran babalarına yapılan muamele yapılır. Bunların ahiretteki
hükümleri konusunda ise on
görüş
vardır. Bunlardan birisine göre
müşriklerin çocukları, cennet ehline hizmet edeceklerdir.
İmam
Ebû Hanife'den gelen meşhur rivayete göre onların uhrevi hayatı hakkında görüş beyan
edilmez,
bunu Allah bilir.
«Mucibei
külliye olmaz..» Yâni koca bu sözü ile yemininde hanis olmaz. (hanımı boş düşmez).
Çünkü
o hanımının boş olmasını bütün
kafirlerin azab görmelerine bağlamıştır, bu do tahakkuk
etmemiştir.
Minah.
«Beyite iki soru vardır..» Bunlar kafirin cehenneme girmemesi ve müminlerin cehenneme
girmeleridir.
«Söyleyenin tevili de kabul edilmez...» Bu sözün gereği; bu sözü söyleyenin küfrüne hükmedilir.
Ama
bu yerinde bir şey değildir. Çünkü
bilindiği gibi, küfrü gerektiren bir çok vecih, bunu men
edende
bir tek vecih olsa müftinin tekfiri
men eden yöne meyletmesi icabeder. özellikle karine
bulunduğunda
ve luğaz kastedildiğinde böyle yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir
hanıma
şaka ile «Cennete kocakarı girmez»
buyurmuştur.
«Peki
birincisi nasıldır?...» Yânı metindeki, şiirin birinci bölümüne denk olan söz nedir?
«Hocamın...
dediğini gördüm» Yâni bunu Minah
hâşiyesinde İbn Şihne'nın sözünü
naklettiği yerde
musannıfa
itiraz sadedinde söylemiştir. Ancak Şârihin Musannıfın İbn Şihne'nin sözünü zâmirin
merciinin
bilinmesi için naklettiğini belirtmesi gerekirdi.
M
E T İ N
Gören
birisi tarafından sünnetli
zannedilecek derecede haşefesi (sün. net yeri) açıkta olan çocuk,
sonradan
müslüman olan yaşlı da olduğu gibi
zekerinin kabuğu kesildiğinde kendisine acı veren
kişi
ve uzmanların kendisi için sünnet olmaya dayanamaz dedikleri şahıs. sünnet edilmez. olduğu
gibi
bırakılır.
Bir
kimse sünnet edilse fakat kabuğun tamamı kesilmese bakılır; Şayet kesilen kısım yarıdan fazla
ise
sünnet edilmiş sayılır. Ama kesilen kısım yarı veya yarıdan az ise sünnet sayılmaz. Çünkü
hakikaten
ve hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.
Sünnet
olmak, haberde geldiği üzere sünnettir. O İslâm'ın şiar ve husûsiyetlerindendir. Şayet
bir
memleket
ahalisinin tümü sünnet olmayı terketse devlet onlarla savaşır. Sünnet olmak ancak bir
mazerete
binaen terkedilebilir. Dayanamıyacak durumdaki ihtiyarın özrü açıktır. Sünnetin vakti belli
değildir.
Bazı âlimler tarafından yedi yaşında olacağı söylenir. Nitekim
Mültekâ'da böyle denilir.
Bazılarına
göre on yaşıdır. Son müddetinin oniki yaş olduğunu söyleyen de vardır. Bir görüşe göre
itibar,
çocuğun dayanabileceği zamanadır. Bu
en uygunudur. Ebû Hanife: «Ben onun vakti
hakkında
birşey bilmiyorum» der. Sahibeyn'den de bu
konuda bir görüş nakledilmemiştir.
Onun
için
ulema meselede ihtilaf etmiştir.
Kadınların
sünnet olmaları sünnet değildir ama erkekler için bir iyiliktir. Sünnet olduğu görüşü de
mevcuttur.
Sûyûtî sünnetli olarak dünyaya gelen Rasulleri bir şiir halinde toplamış ve şöyle demiştir:
«Ömrüne
yemin olsun ki Rasuller
içersinde doğuştan sünnetli olan on
yedi tane var.
Bunlar;
Zekeriyya, Şit, İdris, Yûsuf, Hanzala, İsa, Mûsa, Âdem, Nuh, Şuayb, Şâm, Lût, Salih,
Süleyman,
Yahya, Hûd. Yâsin ve
Hatemü'l-Enbiya (Hz. Muhammed) (s.a.v.)'dir.
İ
Z A H
«...
Hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.» Hükmî sünnet kabuğun çoğunu kesmekle olur, bu da
gerçekleşmemiştir. T.
«Devlet
onlarla savaşır». Ezânı
terkettiklerinde olduğu gibi,
onlara savaş açar. Minah.
«Sünnetin
vakti belli değildir..)» Yâni sünnet
edileceği ilk vakit. Miskin. Yahutta Kenz üzerine
yapılan
Bakir şerhinden nakledildiği üzere sünnetin müstehap
vakti.
«Belli
değildir...» Yâni takdir edilmiş bir müddet yoktur. Şarih,
Kenz'deki gibi, musannıfın kesin
ifadesinden
ayrılmıştır. Buna sebep: Metinlerin
adeti üzere, metnin İmam Azâm'ın görüşü üzere câri
olmasıdır.
«Yedi
yaşında olacağı söylenir..» Çünkü çocuk bu yaşa
geldiğinde namaz kılmakla emrolunur. Aynı
şekilde
daha iyi temizlik yapması sünnetle de emrolunur. Bunu Kâfî sahibi söylemiştir.
Hezenetü'l-Ekmel'de; küçük yaşta sünnet olmasının daha güzel olduğu yedi yaşından birazcık
bırakılmasında da beis olmayacağı ilâve edilmiştir. Sünnetin
temizlik için olduğu büluğdan
önce
çocuğa
bunun vacip olmadığı, dolayısıyla
baliğ oluncaya kadar sünnet yapılmayacağı da
söylenmiştir. T.
«Bazılarına göre on yaşıdır...» Çünkü çocuk bu yaşa
gelince namazla daha dikkatli bir şekilde
emrolunur.
«Bu
en uygundur..» Yâni fıkha daha uygundur. Zeylaî. Bu ifade bir görüşün tashihi için kullanılan
lafızlardandır.
«Ebû
Hanife... der.» Zahir'de bu İmam Azâm'ın, bir süre veya mikdarla sınırlı olan konulardan
hakkında
nass bulunmayanların takdir edilmeyip
görüşlere bırakılacağı konusundaki kdidesine
binaen,
öncekine muhalif değildir. Şârih bunu önce tercih ettiği görüşünü te'yid için imamdan
nakletmiştir.
Tekrar yoktur. Anla.
«Erkekler için bir iyiliktir.» Çünkü cinsi temasda daha çok zevk verir. Zeylaî.
«Sünnet
olduğu görüşüde mevcuttur.» Bezzâzî, Hunsa'nın sünnet olacağı konusundaki nassı
gerekçe göstererek kadının sünnet olacağını tek bir görüş olarak ifade etmiştir. Bezzâziye göre,
eğer
kadının sünnet olması bir ikramdan ibaret olsaydı hunsa sünnet edilmezdi, çünkü onun kadın
olması
muhtemeldir. Ama bu, erkeklerdeki sünnet gibi
değildir.
Ben
derim ki: Hunsa erkek olma ihtimaline binaen sünnet edilir. Erkeğin sünnet edilmesi
terkedilmez. Onun için hunsanın sünnet edilmesi sünnettir. Bu, kadın için de sünnet olmasını
gerektirmez.
Sıracü'l-Vehhâc'ın Kitâbü't-Tahare bölümünde şöyle denilmektedir: Bilmiş ol ki erkek ve kadının
sünnet
olmaları bize göre sünnettir.
İmam Şâfiî ise vacib olduğunu söyler. Bazı âlimlerde: «Erkekler
için
sünnet. kadınlar için müstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)
erkeklerin sünnet olması
sünnet,
kadınların sünnet olmaları müstehaptır buyurmuştur.»
derler.
Bir
çocuğun iki tane aleti olsa; eğer her ikisi de faalse ikisi de sün"et edilir. Birisi faal olursa
sadece
o sünnet edilir. Aletin faaal oluşu,
idrar yapması ve sertleşmesi ile
bilinir.
Hunsayı müşkil (erkeklik veya kadınlık tarafını tercih ettirecek bir yön bulunmayan hunsa) kesin
olması
için iki aletinden de sünnet edilir.
Eğer
çocuğun malı yoksa, sünnetçi ücreti babası tarafından ödenir. Kölenin sünnet ücreti de
efendisine
aittir.
Bir
kimse sünnet olmadan baliğ olsa hakim sünnet olması için zorlar. şayet (sünnet edilirken)
ölürse
sünnetçi sorumlu olmaz. Çünkü şer'an izinli olunan bir fiil sebebiyle
ölmüştür.
«Rasuller
içersinde.. ilh...» Açıktırki Sâm ve Hanzale
Rasûldürler.
EK:
Sünnet
,olmanın sebebi hususunda şöyle
denilmiştir: İbrahim aleyhisselam
oğlunu kurban etme
korkusu
ile imtihan edilince, herkesin bir uzvu kesip kan akıtma korkusunu yaşamasını istedi.
İbrahim
aleyhisselam'a tebaen babaların, oğullarını teslim etmeye sabırla imtihan edildi.
İbrahim
(a.s.) seksen veya yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Önceki (seksen yaşında oluşu)
görüş
daha doğrudur. Bu iki görüşü :
Öncekini peygamberlikten itibaren
olan yaşına ikincisini de
doğumundan
itibarenki yaşına hamledilerek
uyuşturmak mümkündür. İbrahim (a.s.) Kadim denilen
yerde
sünnet olmuştur .
Bu
konudaki rivayet «bi'l-Kadûm. »
dur. Kadûm da kelime olarak «keser. demektir. Ayrıca bir
yerinde
adıdır. Dolayısıyla «bi'l-Kadum» sözünün iki manaya da ihtimali vardır İbn Abidin buna
işaret
etmektedir. (Mütercim)
Hadisciler ve rivayetler, Hz. Peygamber Efendimizin
sünnetli olarak dünyaya gelişi konusunda
farklıdır.
Bu konuda sahih bir söz yoktur.
Zehebî; Hâkimki «Hz. Peygamber'in
sünnetli olarak
dünyaya gelişindeki rivâyet tevâtür derecesindedir» sözünü red konusunda uzun uzun
konuşmuştur.
Onlara göre bu konudaki hadisin zayıf olduğu sabittir. Hadis
hafızlarından bazıları,
Rasulüllah'ın
sünnetli olarak dünyaya gelmediği görüşünün doğruya daha uygun olduğunu
söylemişlerdir.
M
E T İ N
Küçük
çocuğu dağlamak. yarasını yarmak ve diğer tedavilerini yapmak
caizdir. Çünkü bunda
maslahat
vardır.
Hayvanların, damarlarını yararak tedavi
etmek dağlamak ve kendisine fayda veren her türlü tedaviyi
uygulamak caizdir. Kuduz köpek ve zarar veren kedi gibi, zararı dokunan hayvanları öldürmek de
caizdir.
Kişi kediyi öldüreceğinde onu
boğazından keser ezâ vermez. Çünkü
onun faydası yoktur.
Kediyi yakmaz. Mültekâ'da : Çekirge, kene ve akrebin yakılmalarının mekruh olduğu ifade
edilmektedir. İçersinde karınca bulunan bir odunu yakmakta beis yoktur. Biti atmak edebe
aykırıdır.
İ
Z A H
«Zarar
veren kedi... » Güvercin ve
tavukları yemesi gibi zarar veren kedi.
«Onu
boğazından keser.» Zâhire göre köpek de kedi gibidir. (O da kesilir).
«Çekirge... yakmak mekruhtur.» Yâni tahrimen mekruhtur. Pire, kene yılan da akrep gibidir.
T.
«Biti
atmak edebe uygun değildir...» Çünkü bu başkalarına eziyet verir, unutkanlık meydana getirir.
Bir
de onun aç kalmasına sebep olur. Pire ise böyle değildir, toprakta da
yaşar.
İ
Z A H
At
ve deve yarışları koşu ve atış
müsabakaları caizdir. Çünkü bunlar harbe hazırlıktır. Ama
taraflardan
birisinin ötekine (kaybedenin
kazanana) para vermesinin şart koşulması haramdır.
Fakat
Hazr bahsinde geçtiği üzere araya şartına uygun bir şekilde muhallil katarsa taraflardan
birisinin
öbürüne bir şey vermesi istihsanen haram değildir. Katır gibi bu dördünün dışındaki bir
şeyle,
(araya muhallil de girse) kazananın para olması şartı ile müsabaka yapmak caiz değildir. Ama
orada
para almasa her şeyde caizdir. Tamamı
Zeylai'dedir.
İ
Z A H
«Müsabakaları caizdir». Yani maksadını atın yapabileceği birşey ve atlardan her birisinin kazanma
ihtimalinin
bulunması şartıyla. Fakat, mutlak
surette birisini kazanacağı biliniyorsa caiz olmaz.
Çünkü
bu harb eğitimi için kıyasa aykırı olarak caiz görülmüştür. Zira bunda, hiçbir menfaat
olmamak
kaydıyla başkasına karşı mal borçlanma söz konusudur. Bu da caiz değildir. Zeylaî.
«Çünkü
bunlar harbe hazırlıktır.» Hazr bahsinde geçtiği üzere bu menduptur. Ama eğlence için
yapılırsa
mekruhtur. «Melekler ok atma ve müsabakanın dışındaki bir oyunda hazır olmazlar»
hadisinde
müsabakanın lehv (oyun) diye adlandırılması herhalde şeklî benzerlikten dolayıdır.
«Taraflardan
birlisinin ötekine para vermesinin şart koşulması haramdır.» Bu şöyle yapılır: Birisi
öbürüne:
«Eğer senin atın benim atımı geçerse ben sana şu kadar vereceğim, benim atım seninkini
geçerse sen şu kadar vereceksin» der. Zeylai.
«Fakat
araya muhallil sokarsa...» Eğer «muhallil sokarlarsa» deseydi daha uygun olurdu. Muhallil
sokmanın
şekli şöyledir: Taraflar üçüncü bir şahsa «eğer sen bizi geçersen ikimizin parasıda senin,
ama
biz seni geçersek bir şey vermeyeceksin» derler, fakat aralarında koşmuş oldukları (hangisi
geçerse öbüründen para alması) şart eski hal üzere devam eder. Buna göre yarışı muhallil
(üçüncü
at)
kazanırsa diğer ikisinin koydukları malları alır. Diğerleri kazanırsa bu üçüncüsü bir şey vermez
ama
kazanan diğer yarışçıdan
konuştukları parayı alır. Zeylaî.
«Şartına
uygun bir şekilde...» Bu şart üçüncü
atında, öbür iki ata denk olmasıdır. Tabî kazanması
da
kaybetmeside caizdir.
«...
Müsabaka yapmak caiz değildir.» Bunu Zeylai söylemiştir. Benzeri: Hâniye, Zahire ve başka
kitaplarda
da vardır. Şârih ise, Hazr ve ibâha bahsinde katır ve eşeğin de at gibi olduğunu
söylemiş
ve
bunu Mecma ve Mültekâ'ya nisbet
etmiştir.
Ben
derim ki: «Bunun benzeri; Muhtar,
Mevahib ve daha başka kitaplarda da vardır. Musannıfda
buradakinin
aksine Hazr ve ibâha bahsinde bunu ikrar etmiştir. Mesele ile ilgili geniş malumat Hazr
ve
ibâha bahsinde geçmiştir, oraya
başvur.
«Tamamı
Zeylaî'dedir.» Çünkü o şöyle demiştir: »Bir adam, yarışan bir guruba veya iki
kişiye,
«yarışı hanginiz kazanırsa ona şu kadar para vereceğim» dese veya okçulara, «hedefi kim vurursa
ona
şu kadar para vereceğim» dese caizdir. Çünkü bu bağış kabilindendir. Hazineden bağışta
bulunmak
caiz olduğuna göre, kişinin kendi malını bağışlaması öncelikle caizdir.
Buna
göre: Fakihler bir konuda ihtilaf etseler ve doğruyu söyleyene bir ödül verilmesi şort koşulsa,
at
konusunda söylediğimiz üzere ödülü taraflardan birisi koymamışsa caizdir. Çünkü her iki konuda
da
bilgi edinme dinin kuvvetlenmesi ve Allah'ın isminin yüceltilmesi sonucunu intâceder.
Musabaka
konusunda, zikredilen cevâzden maksat, malın helâl oluşudur, alacaklının hak sahibi
oluşu
değildir. Buna göre mağlub olan,
konuşulan parayı vermek istemezse hâkim kendisini
zorlamaz
ve onun aleyhine borç kararı vermez.»
M
E T İ N
Peygamberler
ve meleklerin haricinde
birisine selavât getirmek, ancak tebeiyyet yoluyla caizdir.
Hz.
Peygamber için rahmet dilemek
(Rahımehûllah) demek caiz midir? Bu konuda iki görüş vardır.
Zeylai.
Ben
derim ki: Zâhire'de bunun mekrûh olduğu zikredilir. Sûyûti ise başlı müstakil olarak değilde,
başkasına tabi olarak caiz olacağına fetvâ vermiştir. Aralarında uyuşma olsun. Tevfik oncak
Allah'tandır.
İ
Z A H
Peygamberler
ve meleklerin haricinde
birisine salavât getirmek..» Çünkü selavâttaki ta'zim diğer
duaların
hiçbirinde yoktur. O, rahmette fazlalık ve Allah'a yakınlıktır. Bu do, kendisinden hata ve
günâh
sadır olanlara, ancak tabliyyet yoluyla tâyıktır. Tâbliyyet yoluyla şöyle denilir: «Allahümme
salli
alâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi
ve sellim» (Burada Peygamberin âli
ve ashâbına, Hz.
Peygambere
tebean selavât getirilmektedir.)
Çünkü bunda Hz. Peygamber (s.a.v.)'i tazim vardır.
Zeylaî.
Peygamberlerden
başkasına selavât getirmek tahrimen mi tenzihen mi mekrûhdur? Yoksa evlâ
olana
muhalif midir? konusunda ihtilaf
edilmiştir. Nevevî Ezkâr da ikinci
görüşü sahih görmektedir.
Biri'nin
Eşbâh Şerhinin mukaddimesinde ise «Peygamberlerden başkasına selavât getiren
günahkâr
olur ve mekrûhtur. Sahih olan
budur». denilmektedir.
Müstasfa'da : «Allah Ebû Evfâ
ailesine salât etsin» hâdisi hakkında şöyle denilmektedir: «Salavât Hz. Peygamberin hakkıdır. Onun
başkası için selavât getirmesi caizdir. Başkası ise yapamaz.»
Peygamberlerden
başkasına selâm (selâm filana olsun demek) hakkında ise: Lekkâni
Cevheratu't-Tevhîd Şerhi'nde İmam Cuveynî'den şöyle nakletmiştir: Selâm, salât manasınadır. Ğalb
hakkında
kullanılamaz. Peygamberlerden başkaları hakkında, Peygamberler anılmadan «selâm»
kullanılamaz. Meselâ : «Ali aleyhisselâm» denilemez. Bu konuda ölülerle diriler arasında fark
yoktur.
Ancak hazır olan kişiye : «Esselâmü aleyküm» veya «(Selâmün aleyke» yada «selâmün
aleyküm»
denilebilir. Bunda icmâ
vardır.
Ben
derim ki: Hazır olanın; «esselâmü aleyna ve alâ ibadillahissalihîn» demesi câizdir. Zâhire göre;
Peygamberlerden
başkasına gıyâben selâmın men
ediliş gerekçesi, Nevevi'nin, selavâtın menindeki
gerekçede söyledikleridir. O da; bunun bidat ehlinin şiarı oluşudur. Ayrıca selâm selefin dilinde
Peygamberlere
mahsustur. Nitekim bizim
dilimizde de »azze ve celle» Allah Tealâya mahsustur. Hz.
Peygamber
(s.a.v.) aziz ve celle ise de «Muhammed azze ve celle» denilmez.
Lekkânî
şöyle der: Kadı iyaz derki: «Muhakkak ulemanın görüşü, Malik ve Süfyânın söyledikleri ve
benim
de meylettiğim, fakihlerin ve kelâmcıların çoğunun tercihi şu: Nasılki takdis ve tenzih sadece
Allah
Teâlâya yapılıyorsa, salât ve selâmın da Peygamberlere mahsus olması gerekir. Onlardan
başkaları hakkında gufran (bağışlama) ve rıza söylenebilir.
Nitekim Allah (c.c.) «Allah onlardan razı
oldu,
onlarda Allah'tan razı oldular», «Ey Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi
bağışla»
buyurmuştur. Ayrıca Peygamberler'den başkaları için salât ve selâm getirmek, ilk asırda
bilinmeyen
bir şeydir. Bunu, Rafızîler
bazı imamlar hakkında Ihdas etmişlerdir. Bidat ehline
benzemek
yasaktır, onlara muhalefet icabeder.»
Ben
derim ki: Bid'at ehline muhalefet bize göre de mukarrardır. Fakat mutlak değildir.
Bu,
kötü konularda ve onlara benzeme
kasdının bulunması halinde söz konusudur. Nitekim şârih
bunu
Namazı bozan şeyler bahsinde beyan etmişti.
«Bu
konuda (peygambere rahmet dilemek)
iki görüş vardır.» Bazı âlimler Caîz
değildir, çünkü onda
(peygambere rahmet dilemek) selavâtta olduğu gibi ta'zim manası yoktur.
Onun için
Peygamberlerîn
ve meleklerin haricindekilere bununla dûa etmek caizdir. Peygamberimiz (s.a.v.)
kat'i
olarak rahmete nail olmuştur. Dolayısıyle onun için rahmet dilemek, hasılı tahsil sayılır. Biz,
salavât
ile, bundan müstağni olduk. Bu yüzden rahmet dilemeye ihtiyaç yoktur» derler.
Bazı
âlimler ise bunun cevâzına kalidirler. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Allah'ın rahmetinin bol
olmasına
en çok iştirak duyan kuldur. Rahmetin manası salatın manası ile aynıdır. Doloyısıyle bunu
men
edecek bir şey yoktur. Zeylai.
Ben
derim ki; Sahih olan; Zeylaî'nin Kitâbü's-SaIât'ta dediği gibi bunun caiz oluşudur. Bahr'da
şöyle denilmektedir: «Meşayıh'tan birisi «Muhammed'e rahmet et» denilmez demiştir. Meşâyıh'ın
çoğu
ise, eskiden beri söylenegeldiği için bunun denilebileceği görüşündedir. Serahsî bunda, beis
yoktur.
Çünkü bu konuda Ebû Hüreyre ve İbn, Abbas tarikından eser varid olmuştur. Ayrıca bir
kişinin
kadri ne kadar yüce olursa olsun Allah'ın rahmetinden müstağni kalamaz demiştir.
«Sûyûti ise, başlı başına değil de, başkasına tabi olarak caiz olduğuna fetvâ vermiştir.» Yâni, tek
başına
değil de salât ve selâma bitişik olarak söylemenin cevâzına fetvâ vermiştir. Kişi «Allahümme
salli
alâ muhammedin verhâm
Muhammeden - (AIIahım! Muhammede salât et, Muhammed'e rahmet
et)
diyebilir. Ama salâtı hiç
anmadan, «Allahümmerham Muhammeden» diyemaz.
«Aralarında uyuşma olsun.» Yâni, câiz olduğu görüşü tebeıyyet üzere, caiz olmayışı görüşüde
müstakil
olarak söylenmesine hamledilir. Bahr'deki şu ifadeler ise buna muhaliftir: «Şeyhu'l-İslâm
İbn.
Hacer'in dediği gibi salât ve selâma bitişik olarak söylenmesi halindedir. Bunun için, müstakil
olarak
rahimehullah demenin caiz olmayışında ittifak etmişlerdir.»
Tahtâvî! »Buna göre; Allah onu bağışlasın. Allah
ona müsamaha etsin demekde caiz olmaz. Çünkü
bunda,
Rasulüllah'da kusur oluşu vehmi
vardır» der.
Ben
derim ki: Her ne kadar Kur'an da var ise de Peygamber için Allah onu affetsin demek
caiz
değildir.
Çünkü Allah kullarına dilediği gibi
hitabedebilir. Nitekim liderler maiyyetindekilere, onların
kendilerine kitapları doğru olmayan şekilde hitabedebilirler. Ben, Meleklere rahmete karşı çıkanı
görmedim.
M
E T İ N
Sahabiler
için «radıyellahü anh» demek müstehaptır. Zülkarneyn ve Lokman gibi peygamberliği
ihtilaflı
olanlar içinde öyledir. Karamâni'nin
Mukaddime şerhinde olduğu gibi,
onlar için «sallellah
ale'l-enbiyân
ve aleyhi ve sellem» denileceği de
söylenmektedir.
Tâbiun
ve onlardan sonra gelen âlimler ve
salihler için de «rahımehüllah» demek müstehaptır.
Racih
görülen görüşe göre aksi yani
sahabeler için «rahımehûllah» Tâbiûn ve sonrakiler içinde
«radıyellahü
anh» demek de caizdir. Bunu Karamânî söylemiştir. Zeylai ise: «Evlâ olan. sahâbe için
«radıyellâhü
anh» tabiûn için «rahımehüllah»
daha sonrakiler için ise «ğaferelehullahü ve tecaveze
anhû»
demektir» der.
İ
Z A H
«Sahâbiler için radıyellahû anh...» Çünkü sahabiler Allah'ın rızasını istemekte çok gayret ederler ve
onu
razı edecek şeyleri yapmaya çalışırlardı. Allah tarafından
kendilerine gelen bir belâyı da büyük
bir
rıza ile karşılarlardı. Bu yüzden rıza talebine onlar
en lâyık olanlardır. Başkaları, yer yüzü dolusu
altın
infâk etseler bile sahabilerin en alt seviyesindekinin derecesine ulaşamazlar. Zeylai.
«...
Peygamberliği ihtilaflı olanlar
içinde öyledir» Nevevi bu konuda şöyle der: «Bana göre; onlara
salât
ile dua etmekte (onlar için aleyhissalâtü vesselâm demekte) bir mahzur yoktur. Ancak racih
olan;
radıyellâhü anh denilmesidir. Çünkü
bu, peygamberlerden başkalarının
mertebesidir. Bunların
Peygamber
oldukları ise sabit olmamıştır.» Metindeki sözün zahirine göre; peygamberler ve
meleklerden başkaları için selavât getirilmez. Kadı iyaz'ın :
«onlara salât ile dua edilmez» sözüde
aynı manadadır. Ancak, mesele ihtilaflı olduğu için peygamgerliği şüpheli olanlara salavât
getirmenin
günâhı olmaz.
«Sallellahü ale'l-enbiyâi ve aleyhi ve sellem denileceği de söylenmektedir.» Çünkü bu durumda
peygamberliği şüpheli olana salât tebean olmuş olur ki bunun cevazında ihtilaf yoktur.
Aklı başında
birisine
kapalı kalmayacağı üzere bu yerinde bir sözdür.
«Zeylaî
ise ilh...» Zeylaî'nin sözü, «Tablundan sonrakiler için, «ğaferellahulehu ve tecâvez anhû»
demenin
dışında, önceki geçen sözden farklı değildir.
EK:
Lokman,
Zülkarneyn ve Zülkifl peygamber midir, değil midir? tartışması mekrûhtur. İnsan,
kendisine
lâzım olmayan şeyi sormamalıdır. Meselâ; Cebrâil nasıl indi? Hz. Peygamber onu hangi
sûrette
gördü? Onu insan suretinde gördüğü
zaman melek olarak kaldımı, kalmadımı? Cennet
nerede?
Cehennem nerede? Kıyamet ne zaman
kopacak? Hz. İsa ne zaman inecek? İsmail mi üstün
İshak
mı? Hangisi kurban edildi? Hz. Fatıma, Hz. Aişe'den üstün müdür
değilmidir? Hz.
Peygamberin
babası hangi din üzere idi? Ebû
Tâlib'in dinl, ne idi? Mehdî kimdir? gibi bilinmesi
gerekmeyen
ve kendisi hakkında teklif varid
olmayan sorular
böyledir.
Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i şerefli isimlerle anmak gerekir. «O fakîrdir, garibdir, zavallıdır, yalnızdır,
uzundur»
demek câiz değildir. Arapların
özellikle Mekke ve Medine ahalisinin, muhâcir ve Ensar
çocuklarının, dört halifenin çocuklarının tazimi gerekir. Makdisi, Hazânetü'I-Ekmel'den.
M
E T İ N
Nevrûz
ve Mehrican günlerinin adı ile hediye vermek caiz değildir, haramdır. Eğer bunu, müşriklerin
saygı
gösterdiği gibi saygı
göstererek yaparsa kafir olur. Ebu-Hafs el-Kabir şöyle der: «Bir adam
elli
sene AIIah'a' kulluk etse sonrada Nevruz gününde, bu güne saygı
göstermek için bir müşrike
bir
yumurta hediye etse kafir olur,
amelleri yok olur.» şayet bu
günlerde, tazim kasdetmeden halkın
adetine
uyarak bir müslümana hediye verse kafir olmaz. Ancak, şüpheyi def etmek için bunu anılan
günlerden
önce veya sonra yapmalıdır. Daha
önce almadığı bir şeyi bir günde satın alsa; eğer bu
günleri
tazim için satın almışsa kafir olur. Ama eğer yemek içmek ve nimetlenmek için almışsa kafir
olmaz.
Zeylaî.
İ
Z A H
«Nevrûz
ve Mehricân günlerinin adı ile hediye vermek...» Yâni, »bu günün hediyesi olarak» diye
söyleyerek vermek. Zahire göre, niyet de söz
gibidir.
Nevruz
ilk baharın, Mehricânda sonbaharın
ilk günleridir. Bazı kâfirler bu günlere saygı gösterirler
ve
bu günlerde hediyeleşirler.
«Bir
müşrike bir yumurta hediye etse...» Câmiu'l-FusuIeyn'de şöyle denilmektedir: «Bu. şu
meseleye
benzemez: Bir mecûsi çocuğunun başını tıraş için bir davet tertib etse ve bir müslüman
bu
davete gidip mecûsiye bir hediye
verse kafir olmaz.
Anlatıldığına
göre; Serbel mecûsilerinden birisi zengindi ve müslümanlara karşı gayet iyi
davranırdı.
Çocuğunun başının tıraşı dolayısıyle bir davet tertipledi. Davetinde
birçok müslüman da
bulundu.
Bazıları, mecûsiye hediye verdiler. Bu hâl müftiye ağır geldi.
Bunun üzerine hocası Ali
es-Suğdi'ye
: «Memleketinin halkına yetiş;
dinden çıktılar, mecûsîlerin şiârı olan şeyleri yaptılar»
diyerek hadiseyi anlatan bir mektup yazdı. Ali es-Suğdî'de şu karşılığı verdi: «Zimmet ehlinin
davetine
icabet şeriatta serbesttir, iyiliğe
iyilikle mukabele alicenaplıktır. Başı tıraş etmek de delâlet
ehlinin
şiarından değildir. Doloyısıyla bu kadarcık bir şeyle müslümanın kâfir olduğuna hükmetmek
mümkün
değildir. Evlâ olan; bu gibi
hallerde sevinç ve neşe göstermek
için müslümanların onlara
muvafakat
etmemeleridir.»
M
E T i N
İpeğin
ve üzerinde dört parmaktan fazla
ibrişim bulunan pamuklu kumaş dışındaki bir kumaştan
yapılan
başlığı giymekte beis yoktur. Sirâciye;
Sahih
olan o Rasulullah (s.a.v.), onu
(ipekten olan başlığı) giymeyi haram kılmıştır.
Siyah
giyip, sarığın ucunu omuzlar arasından sırtın ortasına kadar uzatmak menduptur. Uzatılacak
kısmın
oturağa kadâr olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bir karış olduğunu söyleyenler de vardır.
İ
Z A H
«Bele
yoktur...» Yâni orada dini açıdan
bir şiddet yoktur. Veya manâ; onu giymekte kuvvetlilik ve
sağlamlık yoktur. Çünkü bu meşrû bir şeydir. Bu ifadeden anlaşıldığına göre başlığı giyen sevapda
günah
da almaz. Hamevî Miftah'tan naklen.
T.
Ben
derim ki: Genelde «beis yoktur» kelimesi, terkedilmesi daha iyi olan şeylerde kullanılır.
«İpeğin...
dışında...» Bu, Molla Miskin'e cevaptır. Çünkü o; «Cemî (çoğul)
lafzı, ipek, altın, pamuklu,
siyah
ve kırmızıya şamildir.» demişti.
«Sahih
olan; Hz. Paygamber (s.a.v.) onu
giymiştir.)» Bazı nüshalarla da bu şekildedir. Bunun
benzeri
Durru'l-Mültekâ'da da vardır. Yâni
Hz. Peygamber başlık giymiştir. Musannıf ve Zeylai bunu
Zahire'ye
nisbet etmişlerdir. Bazı nüshalarda
da: «Sahih olan o (Hz. Peygamber) onları yani ipek ve
altından
olan başlıktan giymeyi haram kıldı» şeklindedir.
Düşün.
Bu
cümle metindeki: «Sahih olan, o (Rasulüllah) onu haram kılmıştır, cümlesinin yerinedir.
«Siyahı
giymek... menduptur.» Çünkü İmam Muhammed es-Siyeru'l Kebir'de Gânâim bahsinde
siyah
giymenin müstehap olduğuna delalet eden bir hadis rivayet etmiştir. Yine o hadiste ifade
edildiğine
göre sarığının sargısını yenilemek isteyen onu kıvrım kıvrım çözmelidir. Çünkü bu sarığı
tepede
yükseltmekten ve onu ta yere
kadar salıvermekten daha iyidir. Müstehap olan, sarığın ucunu
omuzların
arasına sarkıtmaktır. Konunun tamamı Zeylaî'de
vardır.
M
E T İ N
Erkeklerin, sarıya ve kırmızıya boyanmış kumaşları giymesi, -kerahiyye bâbında geçtiği üzere-
mekruhtur.
Çünkü İbn. Ömer (Allah onlardan razı olsun): «Hz. Peygamber (s.a.v.) «Sarıya boyanmış
elbiseyi
giymeyi nehyetti ve siz kırmrztdan sakının. Çünkü o şeytanın» kıyafetidir, buyurdu»
demiştir.
Süslenmek (güzel görünmek) müstehaptır. AIIah
(c.c.): «Allah'ın kulları için çıkardığı zîneti kim
haram
kıldı de» âyetiyle süslenmeyi mübah kılmıştır. Peygamber (s.a.v.)'de birgün
üzerinde değeri
bin
dinar olan bir ridâ ile çıkmıştır.
İ
Z A H
«Kırmızıdan
sakının...» Bu ifade Zeylai de şöyledir: «Siz kırmızılıktan sakının, çünkü o şeytanın
kıyafetidir.»
«Süslenmek müstehaptır.» Hz. Peygamber (s.av.) şöyle buyurmuştur : «Allah (c.c.) kuluna nimet
verdiği
zaman nimetinin eserini onun
üzerinde görmeyi ister.» İmam Ebû
Hanife kıymeti dörtyüz
dinar
olan ridâ giyer ashabına da böyle emreder ve: (İnsanlar size rahmet gözüyle bakarlar» derdi.
İmam
Muhammed de değerli elbiseler giyer ve «Benim, hanımlarım ve câriyelerim var,
süsleniyorum
başkasına bakmasınlar diye
süsleniyorum» derdi.
Şeyh'a:
«Hz. Ömer, üzerinde şu kadar yama
bulunan gömlek giymezmiydi» denildi. O da: «Bunu bir
hikmete
binâen yaptı; O müminlerin emiri idi, Vâlileri kendisine uyarlardı, Belki onların malı olmaz
da
müslümanlardan alırlardı.» cevabını verdi. Zahire
özetle.
«Üzerinde,
değeri bin dinar... ilh...» Şârih, Musannıfa tabi olmuştur. Zeylaî'deki ibare «bin dirhem»
şeklindedir.
M
E T i N
Alim
genç, Kureyş'ten de olsa cahil
yaşlının önüne geçebilir. Allah (c.c.) «ve kendilerine ilim
verilenleri
derecelerle...» buyurmuştur. Yücelten Allah'tır. Alimi alçak göreni AIIah
cehenneme atar.
Esah
olan kavle göre âlimler ûlü'l-emr (emir sahipleri) ve ittifakla peygamberlerin
varisleridirler.
İ
Z A H
«Alim genç yaşlı cahilin önüne geçebilir...» Çünkü âlim cahilden üstündür. Onun için namazda da
öne
geçer. Namaz, İslâmın rükünlerinden birisidir, imandan hemen sonra gelir. Zeylaî Remlî,
Fetâva'sında,
cahilin, alimin önüne geçmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmiştir. Çünkü bu,
halk
arasında alimin derecesinin düşük oluşu hissini verir. Bu da : «Allah, sizden
inananları ve
kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin..» âyetine muhaliftir. (Dolayısıyla cahili âlime
takdir
haramdır) Bu, üzerinde icmâ edilen bir husustur. Alimin önüne geçen
cahil günah işlemiştir,
tazir
olunur.
«Esah
olan kavle göre âlimler ülü'l-emrdirler.» Yâni: «Allah'a Rasûl'e ve sizden olan
ülü'l-emre itaat
ediniz»
âyetinin tefsirindeki kavillerden birisine göre, ülü'l-emr, âlimlerdir. Zeylai böyle demiştir.
Minah'ta,
Bezzâziye'den naklen Zende Visti'nin
şöyle dediği nakledilmektedir: «Alimin cahil
üzerindeki
hakkı ile hocanın talebe üzerindeki hakkı eşittir. O da, kendisinden önce konuşmaya
başlamak hazır olmasa bile yerine oturmamak, sözünü
reddetmemek, yürürken önüne
geçmemektir. Kocanın, karı üzerindeki hakkı bundan daha fazladır. Kocanın hakkı; mübah olan her
konuda
karının kendisine itaat etmesidir. Halef'ten nakledildi ki: bir zelzele olmuştu. O talebelerden
dua
etmelerini istedi. Sebebi sorulduğunda; onların hayrı başkalarının hayırından daha hayırlıdır,
onların
şerri de başkalarının şerrinden hayırlıdır, dedi.»
M
E T İ N
Kişinin
hanımları ve cariyeleri için boyanması esah olan kavle göre caizdir. Siyaha boyaması ise
mekruhtur.
Mekruh olmadığı da söylenmektedir.
Hazr bahsinde
geçmişti
Sahih
olan görüşe göre yaslanarak yemek caizdir. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.)'in yaslanarak yemek
yediği
rivayet edilmiştir. Mecmâu'l-Fetâva.
İ
Z A H
«...
Boyanması esah olan kavle göre
caizdir.» Bu, Ebu Yûsuftan rivayet edilmiştir. Ebu Yûsuf şöyle
der:
«Benim kendisi için süslenmemden hoşlandığı gibi, bende hanımımın benim için
süslenmesinden hoşlanırım.» Esah olan; onun harpde ve başka zamanlarda mahzurlu olmayışıdır.
Hz.
Peygamber (s.a.v.)'in ömründe boya
sürüp sürmediği (kına yakıp yakmadığı) konusundaki
rivâyetler ihtilaflıdır. Esah olana göre boyamamıştır.
Muhît'ta;
siyaha boyama ile diğerleri ayrı tutulmuştur. Ulemâ'nın
çoğunluğu buna mekruh derken
bazıları
caiz görmüşlerdir. Bu EbÛ Yusuf'tan nakledilmiştir. Kırmızıya boyamak ise erkeklerin
özellikle
müslümanların adetidir.
Ekmel'in
Meşari şerhinde; «Muhtar olan : Hz. Peygamber (s.a.v.) bir zaman boyamış, çoğu vakit
boyamamıştır. Bizim görüşümüze göre kına ve Vesime ile boyamak iyidir. Haniyye'de de böyledir»
denilmiştir.
Azlam
denilen ve boyacılıkta kullanılan
bir bitkidir. (Mütercim)
Nevevî'de şöyfe der: «Bizim mezhebimize göre erkek ve kadının beyaz saçı sarı veya kırmızı
ile
boyanmaları müstehap, siyaha boyamaları ise esah görüşe göre haramdır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.):
«Şu beyazlığı değiştirin, siyahtan sakının buyurmuştur.»
Hamevî:
Bu, savaştaki gazilerden başkaları içindir. Ama düşmanı korkutmak için onların siyaha
boyatmaları haram değildir. Her halde bu, sahabelerden yapanlara hamledilir.» der. T.
«Sahih
olan görüşe göre, yaslanarak yemek
caizdir.» Hazr bahsinde; muhtar olanın bunda mahzur
olmadığını,
fakat terkedilmesinin daha iyi olacağını söylemiştik. Bu
hüküm. tekebbür için olmadığı
takdirdedir.
Şayet tekebbür için olursa horamdır.
«Çünkü
Hz. Peygamber'in yaslanarak yediği rivayet edilmiştir.» Sahih-i Buharî ve diğer hadis
kitaplarında
Rasûlüllah (s.a.v.)'in «ben
yaslanarak yemem» buyurduğu yer olmaktadır. İbn Hacer,
Şemail
Şerhi'nde Nesâî'den rivâyetle «Hz. Peygamber'in yaslanarak yemek yediği hiç
görülmemiştir»
der. İbn Ehî Şeybe ise Mücahidden,
Rasûlüllah'ın bir defa yaslanarak yediğini
tahricetmiştir.
Bu sahihtir ve makbul bir ziyadedir.
Yine İbn Ebi Şeybe'nin ibn Şahin vasıtasıyla Atâ
b.
Yesârdan tahric ettiği şu
hadisede bunu teyid etmektedir: «Cebrail aleyhisselâm bir defa Hz.
Peygamber
(s.a.v.)'i yaslanarak yerken görmüş ve onu nehyetmiştir.
Alimlerin
çoğu (yaslanma diye terceme ettiğimiz) «İttika»ı iki takından birisi üzerine eğilmek diye
tefsir
etmişlerdir. Çünkü bu yemek yiyene zarar verir. Zayıf bir isnadla, RasuIuIIah (s.a.v.)'in insanı
yemek
yerken sol eli üzerine dayanmayı menettiği rivayet edilmiştir.
İmam
Malik (rahımehullah) : »Bu, yaslanma çeşitlerinden biridir. Bu ifadede, yaslanmanın muayyen
bir
şekle mahsus olmadığına işaret vardır.»
demektedir.
Böylece anlaşılmış oluyor ki: Hz. Peygamber'in yaslanarak yediği sabittir. Bundan nehyolununca
terketmiştir.
Bu, bu şekilde yemenin cevazına
delili değildir. Evet, bazı
Şâfiî'ler, bunun Hz.
Peygamber
(s.a.)'e mahsus olduğunu söylüyorlar. Ama onlara göre esah olan, hükmün umumu
oluşudur.
Alkame
Camiu's-Sağîr Şerhi'nde şöyle demektedir: «Yaslanmanın şekIinde ihtilaf edilmiştir. O
yemek
için oturulduğunda her hangi bir
şekilde yerleşmektir. Saklardan birisi üzerine oturmaktır,
sol
el iIe yere dayanmaktır gibi görüşler sarfedilmiştir. ilk görüş mütemeddir. Zaten bu diğer ikisini
de
Şâmildir.
Yemekte
yaslanmayı terk etmenin hikmeti; bunun Acem melikleri ve kibirlilerin işi oluşudur. Ayrıca
bu
çok yemeye vesiledir. Yemek içi en iyi oturuş şekli kalçalar üzerine oturup dizleri dikmek, sonra
diz
çökmek daha sonra da sağ dizi dikip sol ayak üzerine
oturmaktır.»
Konunun
tamamı Câmiu's-Sağîr
Şerhi'ndedir.
METİN
Bir
kimsenin evi sallanmaya başlasa,
dışarıya kaçması mekrûh değildir. Hatta müstehaptır. Çünkü
Hz.
Peygamber (s.a.v.) eğilen bir duvar dan kaçmıştır.
Bir
kimse, içersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman; şayet her şeyin
Allah'ın
takdiri ile olduğunu biliyorsa,
çıkıp gitmesinde beis yoktur. Ama kendisinde; eğer çıkarsa
kurtulacağı,
girerse o hastalığa tutulacağı hissi varsa onun için bu (girip çıkmak) mekrûhtur,
inancını
korumak için oraya giremez, oradan
çıkamaz. Hâdis'teki nehy buna hamledilir.
Mecmâu'l-Fetâvâ.
Bir
memlekette bir fakih olsa ve orada kendisinden daha fakih birisi daha bulunmadığı halde
savaşa
gitmek istese gidemez. Bezzâziye ve başka kitaplar.
Borçlu,
vadeli olan borcunu vadesi gelmeden
ödese veya ölse de -ölümü ile vade dolmuş sayılır-
alacaklı alacağını terikeden olsa; aralarında cereyan eden mürabahalı satıştaki kârdan ancak
geçmiş
olan günlerin payına düşen mikdarı
alabilir. Bu, müteehhirün ulemanın cevabıdır. Anadolu
müftisi
merhum Ebussuud Efendi de böyle
fetvâ vermiş ve gerekçe olarak iki tarafa da iyi
muameleyi
göstermiştir. Ben bunu Karz bölümünden önce ifade etmiştim.En iyisini Allah bilir.
Bir
mesele : Kenz'in sonunda : «Hafızı Kur'an olanın kırk günde bir hatim etmesi gerekir»
denilmektedir.
İ
Z A H
«İçersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman...»
Sonraki
kısma uygun olması için. «çıksa veya girse» deseydi daha uygun olurdu. T.
«Savaşa
gitmek isterse gidemez...» Bu, müteayyin olan cihadın dışındakiler hakkındadır. Çünkü
fakihin
müslümanlara faydası, müteayyin olmayan cihaddan daha
fazladır.
«Borçlu
borcunu... ödese ilh...» ifade etti ki; borç vadeli olduğunda borçlu vâde
dolmadan borcunu
öderse
olacaklı parayı kabule zorlanır. Haniye'de' de böyle denilmiştir.
«Aralarında cereyan eden alış verişten... alamaz.» Meselenin sureti şöyledir: Birisi peşin para ile on
dirheme
birşey satın alır ve onu on ay vade ile başka birisine yirmi dirheme satar. Borçlu borcunu
beş
ay sonra ödese veya ölse alacaklı, kâr olan on dirhemden beşini alır, beşini bırakır. T.
Ben
derim ki: Bunun bir benzeri de şudur: Bir kimse birisine borç verse ve ona malum bir fiatla bir
mal
satsa ve bunun için vade verse malın fiatından, sadece geçen müddetin hissesi hesabedilir.
Düşün.
«Gerekçe olarak... göstermiştir.» Hanutî'de bunun için, ribâ şüphesinden uzaklığı gerekçe
göstermiştir.
Çünkü ribâ bahsinde şüphe hakikata ilhak edilir. Bunun vechi şudur: Kâr vade
karşılığındadır. Çünkü vâde, her ne kadar mal değilse ve bedelden bir mikdarı ona mukabil olmasa
da,
vade, fazla bir bedel karşılığı olarak alınmışsa, mal olarak itibar edilmiştir. Şayet vâde
dolmadan,
paranın tamamı alırsa karşılıksız olarak almış olur. Allah Teâlâ en iyisin»
bilir.