17 Ekim 2012

REDDU'L MUHTAR ÇEŞİTLİ MESELELER DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

REDDU'L MUHTAR ÇEŞİTLİ MESELELER 
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
M E T İ N
Kâdı; gaib olan birinin ve çocuğun malını ve yolda bulunan sahipsiz bir malı Kazâ bahsinde geçen
şartlarla borç olarak verebilir. Baba (çocuğunun), vasî (vasayetindeki kişinin) nin malını, düşürülen
malı, bulan ise bulduğu malı borç veremez. Ancak yitik malı bulan kişi sahibini bulmak için ilân
ettiği zaman onu bulamazsa sadaka olarak verebilir. Buna göre, onu borç olarak verebilmesi
öncelikle câiz olmalıdır. Zeylaî.
İ Z A H
«Yolda bulurum sahipsiz bir malı...» Bazı âlimler, bu malın zimmi tarafından düşürülmüş olmayan
bir mal olması kaydını koymuşlardır. Zimminin düşürdüğü bir malı ise hakim borç olarak veremez.
Çünkü onun sadaka olarak verilmesi caiz değildir. Böyle bir mal ancak hazineye verilir. Çünkü borç
verme bir nevî ibadettir. zimmi ise ibâdete ehil değildir.
Bulunan malın borç verilmesi meselesinde bir kayıt konulmadı. Dolayısıyla bu o malın, bulana da
bir başkasına da borç verilebileceğini gösterir. Bahr de ki: «Malı bulana borç verebilir..» tarzındaki
ifade, hükmü kayıtlamak için değildir. Düşün.
«Kazâ bahsinde geçen şartlarla...» Orada şöyle demişti: «(Bu malları) Vasî, onu mudarebe yoluyla
işletecek biri ve onu satın alıp işletecek birisi yoksa ödeme gücü olan güvenilir birine (verebilir)».
«Vasî yoksa...» sözünü Bahr sahibi bir bahis olarak zikretmiştir. O konuda hayli söz vardır,
yerinden öğrenilir.
«Baba... borç olarak veremez.» Eğer bunlar verirlerse zamin olurlar. Çünkü alacağı tahsilden
âcizdirler. Kâdı ise böyle değildir. Anılan kişilerin, yangın ve yağma gibi durumlarda zarurete
binaen borç verebilmeleri istisna, bir hükümdür. Bu durumlarda borç olarak vermeleri ittifakla
caizdir. Bahr. Şârih de Kitabü'l-Kazâ da böyle demiştir, Musannıfın; «baba kâdı gibi değil, vasî
gibidir» tarzındaki ifadesi sahih görülen iki görüşten birisidir. Metinler de bu şekildedir. Bahr de
ifade edildiğine göre mütemet olan budur.
«Ancak yitik malı bulan kişi sahibimi bulmak için ilân ettiği zaman...» Zeylai bunu, «vermesi
gerekir» sözcüğü ile zikretmiştir. Zahire göre bu. onun bir araştırmasıdır, ancak bu, mal sahibi
icâzet vermezse, kâdı da olduğu gibi bulanın da zamin olmaması intibâını vermektedir. Halbuki,
bizim dediğimiz, zaman olmadığı takdirde, borç vermeyi sadaka verme hükmünde saymak mümkün
değildir.
«Borç olarak verebilmesi öncelikle câiz olmalıdır.» Bir fakire borç verilmesi Zeylaî.
M E T İ N
Bir kimse: «Allah müşriklere azab edecekse hanımım boş olsun» dese Alimler, kadının boş
olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü müşrikler içerisinde azab edilmeyecek olanlar da vardır.
Haniye de böyle denilmiştir. Tevcihi'nin Zahîri'ne göre bu bir kısım (müşrik) dan maksat, ömründe
müşrik olmak suretiyle kendilerine müşrik denilmesi doğru olan ama sonra da iyi bir sona eren
(müslüman olan) ler veya müşriklerin çocuklarıdır. Çünkü onlar şeran müşriktirler. Onlardan bir
kısmının azab edilmeyeceği sabit olunsa, -ki o salibeyi cüziyyedir- her müşrik azab edilir manasına
mücibe-i külliye olmaz. Bunu Musannıf söylemiştir.
Bu luğazı İbn Vehban bundan başka bir vecih üzerine getirip şöyle demiştir: .
«Kafir cehenneme girmeyecektir, ama orada müminler oturacaktır. diye birisi var mı?!»
Bunun manası: Kafirler cehennemi gördüklerinde Allah'a ve Rasulüne inanacaklar ama bu onlara
fayda vermeyecektir. Allah (c.c.): «Azabımızı gördüklerinde iman etmeleri onlara fayda vermez»
buyurmuştur. Yukarıdaki beytin baş tarafının diğer bir manası daha vardır ki şudur: Cehennemde,
onun işlerini idare eden ve mümin olarak melekler otururlar.
Beyitte iki soru vardır. İbn Şıhne: «Bana göre bu anılması ve söylenmesi doğru olmayan
sözlerdendir. Bu sözün yazılması ve tedvini gerekmez. Söyleyenin te'vili de kabul edilmez» der.
Ben derim ki: Bunun (İkinci kısım) Vechi'nin açıklığına rağmen hakkında konuşmuştur. Peki
birincisi nasıldır? gafil olma. Sonra ben hocamın : «Onu (İbn Şıhne'nin sözünü) nakletmekle



kendisinin sözünü inkarla hükmettiği ve onu tedvin etmemek gerektiği görüşünde olduğunu
gösterdi dediğini gördüm.
İ Z A H
«Tevcihinin zahirine göre...» Minah'ın ibaresi şu şekildedir: «İmam Kâdihan'ın sözünden anlaşılan
tevcihin zahirine göre zikredilen şarttaki müşriklerden maksat tümüdür. Onun için gerekçede,
çünkü müşriklerden azab edilmeyecek olanlar var demiştir. Bu bir kısımdan maksadın. genelde
kendisine müşrik denilmesi doğru olanların olması da muhtemeldir... ilh...»
«Onlar şer an müşriktirler...» Yâni tebeıyyet yoluyla müşriktirler. Minah. Bunun manası şudur:
Onlara şeran babalarına yapılan muamele yapılır. Bunların ahiretteki hükümleri konusunda ise on
görüş vardır. Bunlardan birisine göre müşriklerin çocukları, cennet ehline hizmet edeceklerdir.
İmam Ebû Hanife'den gelen meşhur rivayete göre onların uhrevi hayatı hakkında görüş beyan
edilmez, bunu Allah bilir.
«Mucibei külliye olmaz..» Yâni koca bu sözü ile yemininde hanis olmaz. (hanımı boş düşmez).
Çünkü o hanımının boş olmasını bütün kafirlerin azab görmelerine bağlamıştır, bu do tahakkuk
etmemiştir. Minah.
«Beyite iki soru vardır..» Bunlar kafirin cehenneme girmemesi ve müminlerin cehenneme
girmeleridir.
«Söyleyenin tevili de kabul edilmez...» Bu sözün gereği; bu sözü söyleyenin küfrüne hükmedilir.
Ama bu yerinde bir şey değildir. Çünkü bilindiği gibi, küfrü gerektiren bir çok vecih, bunu men
edende bir tek vecih olsa müftinin tekfiri men eden yöne meyletmesi icabeder. özellikle karine
bulunduğunda ve luğaz kastedildiğinde böyle yapılmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) bir
hanıma şaka ile «Cennete kocakarı girmez» buyurmuştur.
«Peki birincisi nasıldır?...» Yânı metindeki, şiirin birinci bölümüne denk olan söz nedir?
«Hocamın... dediğini gördüm» Yâni bunu Minah hâşiyesinde İbn Şihne'nın sözünü naklettiği yerde
musannıfa itiraz sadedinde söylemiştir. Ancak Şârihin Musannıfın İbn Şihne'nin sözünü zâmirin
merciinin bilinmesi için naklettiğini belirtmesi gerekirdi.
M E T İ N
Gören birisi tarafından sünnetli zannedilecek derecede haşefesi (sün. net yeri) açıkta olan çocuk,
sonradan müslüman olan yaşlı da olduğu gibi zekerinin kabuğu kesildiğinde kendisine acı veren
kişi ve uzmanların kendisi için sünnet olmaya dayanamaz dedikleri şahıs. sünnet edilmez. olduğu
gibi bırakılır.
Bir kimse sünnet edilse fakat kabuğun tamamı kesilmese bakılır; Şayet kesilen kısım yarıdan fazla
ise sünnet edilmiş sayılır. Ama kesilen kısım yarı veya yarıdan az ise sünnet sayılmaz. Çünkü
hakikaten ve hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.
Sünnet olmak, haberde geldiği üzere sünnettir. O İslâm'ın şiar ve husûsiyetlerindendir. Şayet bir
memleket ahalisinin tümü sünnet olmayı terketse devlet onlarla savaşır. Sünnet olmak ancak bir
mazerete binaen terkedilebilir. Dayanamıyacak durumdaki ihtiyarın özrü açıktır. Sünnetin vakti belli
değildir. Bazı âlimler tarafından yedi yaşında olacağı söylenir. Nitekim Mültekâ'dayle denilir.
Bazılarına göre on yaşıdır. Son müddetinin oniki yaş olduğunu söyleyen de vardır. Bir görüşe göre
itibar, çocuğun dayanabileceği zamanadır. Bu en uygunudur. Ebû Hanife: «Ben onun vakti
hakkında birşey bilmiyorum» der. Sahibeyn'den de bu konuda bir görüş nakledilmemiştir. Onun
için ulema meselede ihtilaf etmiştir.
Kadınların sünnet olmaları sünnet değildir ama erkekler için bir iyiliktir. Sünnet olduğu görüşü de
mevcuttur.
yûtî sünnetli olarak dünyaya gelen Rasulleri bir şiir halinde toplamış ve şöyle demiştir:
«Ömrüne yemin olsun ki Rasuller içersinde doğuştan sünnetli olan on yedi tane var.
Bunlar; Zekeriyya, Şit, İdris, Yûsuf, Hanzala, İsa, Mûsa, Âdem, Nuh, Şuayb, Şâm, Lût, Salih,
Süleyman, Yahya, Hûd. Yâsin ve Hatemü'l-Enbiya (Hz. Muhammed) (s.a.v.)'dir.
İ Z A H
«... Hükmen sünnet olma gerçekleşmemiştir.» Hükmî sünnet kabuğun çoğunu kesmekle olur, bu da
gerçekleşmemiştir. T.
«Devlet onlarla savaşır». Ezânı terkettiklerinde olduğu gibi, onlara savaş açar. Minah.



«Sünnetin vakti belli değildir..)» Yâni sünnet edileceği ilk vakit. Miskin. Yahutta Kenz üzerine
yapılan Bakir şerhinden nakledildiği üzere sünnetin müstehap vakti.
«Belli değildir...» Yâni takdir edilmiş bir müddet yoktur. Şarih, Kenz'deki gibi, musannıfın kesin
ifadesinden ayrılmıştır. Buna sebep: Metinlerin adeti üzere, metnin İmam Azâm'ın görüşü üzere câri
olmasıdır.
«Yedi yaşında olacağı söylenir..» Çünkü çocuk bu yaşa geldiğinde namaz kılmakla emrolunur. Ay
şekilde daha iyi temizlik yapması sünnetle de emrolunur. Bunu Kâfî sahibi söylemiştir.
Hezenetü'l-Ekmel'de; küçük yaşta sünnet olmasının daha güzel olduğu yedi yaşından birazcık
bırakılmasında da beis olmayacağı ilâve edilmiştir. Sünnetin temizlik için olduğu büluğdan önce
çocuğa bunun vacip olmadığı, dolayısıyla baliğ oluncaya kadar sünnet yapılmayacağı da
ylenmiştir. T.
«Bazılarına göre on yaşıdır...» Çünkü çocuk bu yaşa gelince namazla daha dikkatli bir şekilde
emrolunur.
«Bu en uygundur..» Yâni fıkha daha uygundur. Zeylaî. Bu ifade bir görüşün tashihi için kullanılan
lafızlardandır.
«Ebû Hanife... der.» Zahir'de bu İmam Azâm'ın, bir süre veya mikdarla sınırlı olan konulardan
hakkında nass bulunmayanların takdir edilmeyip görüşlere bırakılacağı konusundaki kdidesine
binaen, öncekine muhalif değildir. Şârih bunu önce tercih ettiği görüşünü te'yid için imamdan
nakletmiştir. Tekrar yoktur. Anla.
«Erkekler için bir iyiliktir.» Çünkü cinsi temasda daha çok zevk verir. Zeylaî.
«Sünnet olduğu görüşüde mevcuttur.» Bezzâzî, Hunsa'nın sünnet olacağı konusundaki nas
gerekçe göstererek kadının sünnet olacağını tek bir görüş olarak ifade etmiştir. Bezzâziye göre,
eğer kadının sünnet olması bir ikramdan ibaret olsaydı hunsa sünnet edilmezdi, çünkü onun kadın
olması muhtemeldir. Ama bu, erkeklerdeki sünnet gibi değildir.
Ben derim ki: Hunsa erkek olma ihtimaline binaen sünnet edilir. Erkeğin sünnet edilmesi
terkedilmez. Onun için hunsanın sünnet edilmesi sünnettir. Bu, kadın için de sünnet olmasını
gerektirmez.
Sıracü'l-Vehhâc'ın Kitâbü't-Tahare bölümünde şöyle denilmektedir: Bilmiş ol ki erkek ve kadının
sünnet olmaları bize göre sünnettir. İmam Şâfiî ise vacib olduğunu söyler. Bazı âlimlerde: «Erkekler
için sünnet. kadınlar için müstehaptır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) erkeklerin sünnet olması
sünnet, kadınların sünnet olmaları müstehaptır buyurmuştur.» derler.
Bir çocuğun iki tane aleti olsa; eğer her ikisi de faalse ikisi de sün"et edilir. Birisi faal olursa
sadece o sünnet edilir. Aletin faaal oluşu, idrar yapması ve sertleşmesi ile bilinir.
Hunsayı müşkil (erkeklik veya kadınlık tarafını tercih ettirecek bir yön bulunmayan hunsa) kesin
olması için iki aletinden de sünnet edilir.
Eğer çocuğun malı yoksa, sünnetçi ücreti babası tarafından ödenir. Kölenin sünnet ücreti de
efendisine aittir.
Bir kimse sünnet olmadan baliğ olsa hakim sünnet olması için zorlar. şayet (sünnet edilirken)
ölürse sünnetçi sorumlu olmaz. Çünkü şer'an izinli olunan bir fiil sebebiyle ölmüştür.
«Rasuller içersinde.. ilh...» Açıktırki Sâm ve Hanzale Rasûldürler.
EK:
Sünnet ,olmanın sebebi hususunda şöyle denilmiştir: İbrahim aleyhisselam oğlunu kurban etme
korkusu ile imtihan edilince, herkesin bir uzvu kesip kan akıtma korkusunu yaşamasını istedi.
İbrahim aleyhisselam'a tebaen babaların, oğullarını teslim etmeye sabırla imtihan edildi.
İbrahim (a.s.) seksen veya yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Önceki (seksen yaşında oluşu)
görüş daha doğrudur. Bu iki görüşü : Öncekini peygamberlikten itibaren olan yaşına ikincisini de
doğumundan itibarenki yaşına hamledilerek uyuşturmak mümkündür. İbrahim (a.s.) Kadim denilen
yerde sünnet olmuştur .
Bu konudaki rivayet «bi'l-Kadûm. » dur. Kadûm da kelime olarak «keser. demektir. Ayrıca bir
yerinde adıdır. Dolayısıyla «bi'l-Kadum» sözünün iki manaya da ihtimali vardır İbn Abidin buna
işaret etmektedir. (Mütercim)
Hadisciler ve rivayetler, Hz. Peygamber Efendimizin sünnetli olarak dünyaya gelişi konusunda



farklıdır. Bu konuda sahih bir söz yoktur. Zehebî; Hâkimki «Hz. Peygamber'in sünnetli olarak
dünyaya gelişindeki rivâyet tevâtür derecesindedir» sözünü red konusunda uzun uzun
konuşmuştur. Onlara göre bu konudaki hadisin zayıf olduğu sabittir. Hadis hafızlarından bazıları,
Rasulüllah'ın sünnetli olarak dünyaya gelmediği görüşünün doğruya daha uygun olduğunu
ylemişlerdir.
M E T İ N
Küçük çocuğu dağlamak. yarasını yarmak ve diğer tedavilerini yapmak caizdir. Çünkü bunda
maslahat vardır.
Hayvanların, damarlarını yararak tedavi etmek dağlamak ve kendisine fayda veren her türlü tedaviyi
uygulamak caizdir. Kuduz köpek ve zarar veren kedi gibi, zararı dokunan hayvanları öldürmek de
caizdir. Kişi kediyi öldüreceğinde onu boğazından keser ezâ vermez. Çünkü onun faydası yoktur.
Kediyi yakmaz. Mültekâ'da : Çekirge, kene ve akrebin yakılmalarının mekruh olduğu ifade
edilmektedir. İçersinde karınca bulunan bir odunu yakmakta beis yoktur. Biti atmak edebe aykırıdır.
İ Z A H
«Zarar veren kedi... » Güvercin ve tavukları yemesi gibi zarar veren kedi.
«Onu boğazından keser.» Zâhire göre köpek de kedi gibidir. (O da kesilir).
«Çekirge... yakmak mekruhtur.» Yâni tahrimen mekruhtur. Pire, kene yılan da akrep gibidir. T.
«Biti atmak edebe uygun değildir...» Çünkü bu başkalarına eziyet verir, unutkanlık meydana getirir.
Bir de onun aç kalmasına sebep olur. Pire ise böyle değildir, toprakta da yaşar.
İ Z A H
At ve deve yarışları koşu ve atış müsabakaları caizdir. Çünkü bunlar harbe hazırlıktır. Ama
taraflardan birisinin ötekine (kaybedenin kazanana) para vermesinin şart koşulması haramdır.
Fakat Hazr bahsinde geçtiği üzere araya şartına uygun bir şekilde muhallil katarsa taraflardan
birisinin öbürüne bir şey vermesi istihsanen haram değildir. Katır gibi bu dördünün dışındaki bir
şeyle, (araya muhallil de girse) kazananın para olması şartı ile müsabaka yapmak caiz değildir. Ama
orada para almasa her şeyde caizdir. Tamamı Zeylai'dedir.
İ Z A H
«Müsabakaları caizdir». Yani maksadını atın yapabileceği birşey ve atlardan her birisinin kazanma
ihtimalinin bulunması şartıyla. Fakat, mutlak surette birisini kazanacağı biliniyorsa caiz olmaz.
Çünkü bu harb eğitimi için kıyasa aykırı olarak caiz görülmüştür. Zira bunda, hiçbir menfaat
olmamak kayyla başkasına karşı mal borçlanma söz konusudur. Bu da caiz değildir. Zeylaî.
«Çünkü bunlar harbe hazırlıktır.» Hazr bahsinde geçtiği üzere bu menduptur. Ama eğlence için
yapılırsa mekruhtur. «Melekler ok atma ve müsabakanın dışındaki bir oyunda hazır olmazla
hadisinde müsabakanın lehv (oyun) diye adlandırılması herhalde şeklî benzerlikten dolayıdır.
«Taraflardan birlisinin ötekine para vermesinin şart koşulması haramdır.» Bu şöyle yapılır: Birisi
öbürüne: «Eğer senin atın benim atımı geçerse ben sana şu kadar vereceğim, benim atım seninkini
geçerse sen şu kadar vereceksin» der. Zeylai.
«Fakat araya muhallil sokarsa...» Eğer «muhallil sokarlarsa» deseydi daha uygun olurdu. Muhallil
sokmanın şekli şöyledir: Taraflar üçüncü bir şahsa «eğer sen bizi geçersen ikimizin parasıda senin,
ama biz seni geçersek bir şey vermeyeceksin» derler, fakat aralarında koşmuş oldukları (hangisi
geçerse öbüründen para alması) şart eski hal üzere devam eder. Buna göre yarışı muhallil (üçüncü
at) kazanırsa diğer ikisinin koydukları malları alır. Diğerleri kazanırsa bu üçüncüsü bir şey vermez
ama kazanan diğer yarışçıdan konuştukları parayı alır. Zeylaî.
«Şartına uygun bir şekilde...» Bu şart üçüncü atında, öbür iki ata denk olmasıdır. Tabî kazanma
da kaybetmeside caizdir.
«... Müsabaka yapmak caiz değildir.» Bunu Zeylai söylemiştir. Benzeri: Hâniye, Zahire ve başka
kitaplarda da vardır. Şârih ise, Hazr ve ibâha bahsinde katır ve eşeğin de at gibi olduğunu söylemiş
ve bunu Mecma ve Mültekâ'ya nisbet etmiştir.
Ben derim ki: «Bunun benzeri; Muhtar, Mevahib ve daha başka kitaplarda da vardır. Musannıfda
buradakinin aksine Hazr ve ibâha bahsinde bunu ikrar etmiştir. Mesele ile ilgili geniş malumat Hazr
ve ibâha bahsinde geçmiştir, oraya başvur.
«Tamamı Zeylaî'dedir.» Çünkü o şöyle demiştir: »Bir adam, yarışan bir guruba veya iki kişiye,



«yarışı hanginiz kazanırsa ona şu kadar para vereceğim» dese veya okçulara, «hedefi kim vurursa
ona şu kadar para vereceğim» dese caizdir. Çünkü bu bağış kabilindendir. Hazineden bağışta
bulunmak caiz olduğuna göre, kişinin kendi malını bağışlaması öncelikle caizdir.
Buna göre: Fakihler bir konuda ihtilaf etseler ve doğruyu söyleyene bir ödül verilmesi şort koşulsa,
at konusunda söylediğimiz üzere ödülü taraflardan birisi koymamışsa caizdir. Çünkü her iki konuda
da bilgi edinme dinin kuvvetlenmesi ve Allah'ın isminin yüceltilmesi sonucunu intâceder.
Musabaka konusunda, zikredilen cevâzden maksat, malın helâl oluşudur, alacaklının hak sahibi
oluşu değildir. Buna göre mağlub olan, konuşulan parayı vermek istemezse hâkim kendisini
zorlamaz ve onun aleyhine borç kararı vermez.»
M E T İ N
Peygamberler ve meleklerin haricinde birisine selavât getirmek, ancak tebeiyyet yoluyla caizdir.
Hz. Peygamber için rahmet dilemek (Rahımehûllah) demek caiz midir? Bu konuda iki görüş vardır.
Zeylai.
Ben derim ki: Zâhire'de bunun mekrûh olduğu zikredilir. Sûyûti ise başlı müstakil olarak değilde,
başkasına tabi olarak caiz olacağına fetvâ vermiştir. Aralarında uyuşma olsun. Tevfik oncak
Allah'tandır.
İ Z A H
Peygamberler ve meleklerin haricinde birisine salavât getirmek..» Çünkü selavâttaki ta'zim diğer
duaların hiçbirinde yoktur. O, rahmette fazlalık ve Allah'a yakınlıktır. Bu do, kendisinden hata ve
günâh sadır olanlara, ancak tabliyyet yoluyla tâyıktır. Tâbliyyet yoluyla şöyle denilir: «Allahümme
salli alâ muhammedin ve âlihi ve sahbihi ve sellim» (Burada Peygamberin âli ve ashâbına, Hz.
Peygambere tebean selavât getirilmektedir.) Çünkü bunda Hz. Peygamber (s.a.v.)'i tazim vardır.
Zeylaî.
Peygamberlerden başkasına selavât getirmek tahrimen mi tenzihen mi mekrûhdur? Yoksa evlâ
olana muhalif midir? konusunda ihtilaf edilmiştir. Nevevî Ezkâr da ikinci görüşü sahih görmektedir.
Biri'nin Eşbâh Şerhinin mukaddimesinde ise «Peygamberlerden başkasına selavât getiren
günahkâr olur ve mekrûhtur. Sahih olan budur». denilmektedir. Müstasfa'da : «Allah Ebû Evfâ
ailesine salât etsin» hâdisi hakkında şöyle denilmektedir: «Salavât Hz. Peygamberin hakkıdır. Onun
başkası için selavât getirmesi caizdir. Başkası ise yapamaz.»
Peygamberlerden başkasına selâm (selâm filana olsun demek) hakkında ise: Lekkâni
Cevheratu't-Tevhîd Şerhi'nde İmam Cuveynî'den şöyle nakletmiştir: Selâm, salât manasınadır. Ğalb
hakkında kullanılamaz. Peygamberlerden başkaları hakkında, Peygamberler anılmadan «selâm»
kullanılamaz. Meselâ : «Ali aleyhisselâm» denilemez. Bu konuda ölülerle diriler arasında fark
yoktur. Ancak hazır olan kişiye : «Esselâmü aleyküm» veya «(Selâmün aleyke» yada «selâmün
aleyküm» denilebilir. Bunda icmâ vardır.
Ben derim ki: Hazır olanın; «esselâmü aleyna ve alâ ibadillahissalihîn» demesi câizdir. Zâhire göre;
Peygamberlerden başkasına gıyâben selâmın men ediliş gerekçesi, Nevevi'nin, selavâtın menindeki
gerekçede söyledikleridir. O da; bunun bidat ehlinin şiarı oluşudur. Ayrıca selâm selefin dilinde
Peygamberlere mahsustur. Nitekim bizim dilimizde de »azze ve cellAllah Tealâya mahsustur. Hz.
Peygamber (s.a.v.) aziz ve celle ise de «Muhammed azze ve celle» denilmez.
Lekkânî şöyle der: Kadı iyaz derki: «Muhakkak ulemanın görüşü, Malik ve Süfyânın söyledikleri ve
benim de meylettiğim, fakihlerin ve kelâmcıların çoğunun tercihi şu: Nasılki takdis ve tenzih sadece
Allah Teâlâya yapılıyorsa, salât ve selâmın da Peygamberlere mahsus olması gerekir. Onlardan
başkaları hakkında gufran (bağışlama) ve rıza söylenebilir. Nitekim Allah (c.c.) «Allah onlardan razı
oldu, onlarda Allah'tan razı oldular», «Ey Rabbimiz bizi ve bizden önce inanmış olan kardeşlerimizi
bağışla» buyurmuştur. Ayrıca Peygamberler'den başkaları için salât ve selâm getirmek, ilk asırda
bilinmeyen bir şeydir. Bunu, Rafızîler bazı imamlar hakkında Ihdas etmişlerdir. Bidat ehline
benzemek yasaktır, onlara muhalefet icabeder.»
Ben derim ki: Bid'at ehline muhalefet bize göre de mukarrardır. Fakat mutlak değildir.
Bu, kötü konularda ve onlara benzeme kasdının bulunması halinde söz konusudur. Nitekim şârih
bunu Namazı bozan şeyler bahsinde beyan etmişti.
«Bu konuda (peygambere rahmet dilemek) iki görüş vardır.» Bazı âlimler Caîz değildir, çünkü onda
(peygambere rahmet dilemek) selavâtta olduğu gibi ta'zim manası yoktur. Onun için



Peygamberlerîn ve meleklerin haricindekilere bununla dûa etmek caizdir. Peygamberimiz (s.a.v.)
kat'i olarak rahmete nail olmuştur. Dolayısıyle onun için rahmet dilemek, hasılı tahsil sayılır. Biz,
salavât ile, bundan müstağni olduk. Bu yüzden rahmet dilemeye ihtiyaç yoktur» derler.
Bazı âlimler ise bunun cevâzına kalidirler. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Allah'ın rahmetinin bol
olmasına en çok iştirak duyan kuldur. Rahmetin manası salatın manası ile aynıdır. Doloyısıyle bunu
men edecek bir şey yoktur. Zeylai.
Ben derim ki; Sahih olan; Zeylaî'nin Kitâbü's-SaIât'ta dediği gibi bunun caiz oluşudur. Bahr'da
şöyle denilmektedir: «Meşayıh'tan birisi «Muhammed'e rahmet et» denilmez demiştir. Meşâyıh'ın
çoğu ise, eskiden beri söylenegeldiği için bunun denilebileceği görüşündedir. Serahsî bunda, beis
yoktur. Çünkü bu konuda Ebû Hüreyre ve İbn, Abbas tarikından eser varid olmuştur. Ayrıca bir
kişinin kadri ne kadar yüce olursa olsun Allah'ın rahmetinden müstağni kalamaz demiştir.
«Sûyûti ise, başlı başına değil de, başkasına tabi olarak caiz olduğuna fetvâ vermiştir.» Yâni, tek
başına değil de salât ve selâma bitişik olarak söylemenin cevâzına fetvâ vermiştir. Kişi «Allahümme
salli alâ muhammedin verhâm Muhammeden - (AIIahım! Muhammede salât et, Muhammed'e rahmet
et) diyebilir. Ama salâtı hiç anmadan, «Allahümmerham Muhammeden» diyemaz.
«Aralarında uyuşma olsun.» Yâni, câiz olduğu görüşü tebeıyyet üzere, caiz olmayışı görüşüde
müstakil olarak söylenmesine hamledilir. Bahr'deki şu ifadeler ise buna muhaliftir: «Şeyhu'l-İslâm
İbn. Hacer'in dediği gibi salât ve selâma bitişik olarak söylenmesi halindedir. Bunun için, müstakil
olarak rahimehullah demenin caiz olmayışında ittifak etmişlerdir.»
Tahtâvî! »Buna göre; Allah onu bağışlasın. Allah ona müsamaha etsin demekde caiz olmaz. Çünkü
bunda, Rasulüllah'da kusur oluşu vehmi vardır» der.
Ben derim ki: Her ne kadar Kur'an da var ise de Peygamber için Allah onu affetsin demek caiz
değildir. Çünkü Allah kullarına dilediği gibi hitabedebilir. Nitekim liderler maiyyetindekilere, onların
kendilerine kitapları doğru olmayan şekilde hitabedebilirler. Ben, Meleklere rahmete karşı çıkanı
görmedim.
M E T İ N
Sahabiler için «radıyellahü anh» demek müstehaptır. Zülkarneyn ve Lokman gibi peygamberliği
ihtilaflı olanlar içinde öyledir. Karamâni'nin Mukaddime şerhinde olduğu gibi, onlar için «sallellah
ale'l-enbiyân ve aleyhi ve sellem» denileceği de söylenmektedir.
Tâbiun ve onlardan sonra gelen âlimler ve salihler için de «rahımehüllah» demek müstehaptır.
Racih görülen görüşe göre aksi yani sahabeler için «rahımehûllah» Tâbiûn ve sonrakiler içinde
«radıyellahü anh» demek de caizdir. Bunu Karamânî söylemiştir. Zeylai ise: «Evlâ olan. sahâbe için
«radıyellâhü anh» tabiûn için «rahımehüllah» daha sonrakiler için ise «ğaferelehullahü ve tecaveze
anhû» demektir» der.
İ Z A H
«Sahâbiler için radıyellahû anh...» Çünkü sahabiler Allah'ın rızasını istemekte çok gayret ederler ve
onu razı edecek şeyleri yapmaya çalışırlardı. Allah tarafından kendilerine gelen bir belâyı da büyük
bir rıza ile karşılarlardı. Bu yüzden rıza talebine onlar en lâyık olanlardır. Başkaları, yer yüzü dolusu
altın infâk etseler bile sahabilerin en alt seviyesindekinin derecesine ulaşamazlar. Zeylai.
«... Peygamberliği ihtilaflı olanlar içinde öyledir» Nevevi bu konuda şöyle der: «Bana göre; onlara
salât ile dua etmekte (onlar için aleyhissalâtü vesselâm demekte) bir mahzur yoktur. Ancak racih
olan; radıyellâhü anh denilmesidir. Çünkü bu, peygamberlerden başkalarının mertebesidir. Bunların
Peygamber oldukları ise sabit olmamıştır.» Metindeki sözün zahirine göre; peygamberler ve
meleklerden başkaları için selavât getirilmez. Kadı iyaz'ın : «onlara salât ile dua edilmez» sözüde
aynı manadadır. Ancak, mesele ihtilaflı olduğu için peygamgerliği şüpheli olanlara salavât
getirmenin günâhı olmaz.
«Sallellahü ale'l-enbiyâi ve aleyhi ve sellem denileceği de söylenmektedir.» Çünkü bu durumda
peygamberliği şüpheli olana salât tebean olmuş olur ki bunun cevazında ihtilaf yoktur. Aklı başında
birisine kapalı kalmayacağı üzere bu yerinde bir sözdür.
«Zeylaî ise ilh...» Zeylaî'nin sözü, «Tablundan sonrakiler için, «ğaferellahulehu ve tecâvez anhû»
demenin dışında, önceki geçen sözden farklı değildir.
EK:
Lokman, Zülkarneyn ve Zülkifl peygamber midir, değil midir? tartışması mekrûhtur. İnsan,



kendisine lâzım olmayan şeyi sormamalıdır. Meselâ; Cebrâil nasıl indi? Hz. Peygamber onu hangi
sûrette gördü? Onu insan suretinde gördüğü zaman melek olarak kaldımı, kalmadımı? Cennet
nerede? Cehennem nerede? Kıyamet ne zaman kopacak? Hz. İsa ne zaman inecek? İsmail mi üstün
İshak mı? Hangisi kurban edildi? Hz. Fatıma, Hz. Aişe'den üstün müdür değilmidir? Hz.
Peygamberin babası hangi din üzere idi? Ebû Tâlib'in dinl, ne idi? Mehdî kimdir? gibi bilinmesi
gerekmeyen ve kendisi hakkında teklif varid olmayan sorular böyledir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'i şerefli isimlerle anmak gerekir. «O fakîrdir, garibdir, zavallıdır, yalnızdır,
uzundur» demek câiz değildir. Arapların özellikle Mekke ve Medine ahalisinin, muhâcir ve Ensar
çocuklarının, dört halifenin çocuklarının tazimi gerekir. Makdisi, Hazânetü'I-Ekmel'den.
M E T İ N
Nevrûz ve Mehrican günlerinin adı ile hediye vermek caiz değildir, haramdır. Eğer bunu, müşriklerin
saygı gösterdiği gibi saygı göstererek yaparsa kafir olur. Ebu-Hafs el-Kabir şöyle der: «Bir adam
elli sene AIIah'a' kulluk etse sonrada Nevruz gününde, bu güne saygı göstermek için bir müşrike
bir yumurta hediye etse kafir olur, amelleri yok olur.» şayet bu günlerde, tazim kasdetmeden halkın
adetine uyarak bir müslümana hediye verse kafir olmaz. Ancak, şüpheyi def etmek için bunu anılan
günlerden önce veya sonra yapmalıdır. Daha önce almadığı bir şeyi bir günde satın alsa; eğer bu
günleri tazim için satın almışsa kafir olur. Ama eğer yemek içmek ve nimetlenmek için almışsa kafir
olmaz. Zeylaî.
İ Z A H
«Nevrûz ve Mehricân günlerinin adı ile hediye vermek...» Yâni, »bu günün hediyesi olarak» diye
yleyerek vermek. Zahire göre, niyet de söz gibidir.
Nevruz ilk baharın, Mehricânda sonbaharın ilk günleridir. Bazı kâfirler bu günlere saygı gösterirler
ve bu günlerde hediyeleşirler.
«Bir müşrike bir yumurta hediye etse...» Câmiu'l-FusuIeyn'de şöyle denilmektedir: «Bu. şu
meseleye benzemez: Bir mecûsi çocuğunun başını tıraş için bir davet tertib etse ve bir müslüman
bu davete gidip mecûsiye bir hediye verse kafir olmaz.
Anlatıldığına göre; Serbel mecûsilerinden birisi zengindi ve müslümanlara karşı gayet iyi
davranırdı. Çocuğunun başının tıraşı dolayısıyle bir davet tertipledi. Davetinde birçok müslüman da
bulundu. Bazıları, mecûsiye hediye verdiler. Bu hâl müftiye ağır geldi. Bunun üzerine hocası Ali
es-Suğdi'ye : «Memleketinin halkına yetiş; dinden çıktılar, mecûsîlerin şiârı olan şeyleri yaptılar»
diyerek hadiseyi anlatan bir mektup yazdı. Ali es-Suğdî'de şu karşılığı verdi: «Zimmet ehlinin
davetine icabet şeriatta serbesttir, iyiliğe iyilikle mukabele alicenaplıktır. Başı tıraş etmek de delâlet
ehlinin şiarından değildir. Doloyısıyla bu kadarcık bir şeyle müslümanın kâfir olduğuna hükmetmek
mümkün değildir. Evlâ olan; bu gibi hallerde sevinç ve neşe göstermek için müslümanların onlara
muvafakat etmemeleridir.»
M E T i N
İpeğin ve üzerinde dört parmaktan fazla ibrişim bulunan pamuklu kumaş dışındaki bir kumaştan
yapılan başlığı giymekte beis yoktur. Sirâciye;
Sahih olan o Rasulullah (s.a.v.), onu (ipekten olan başlığı) giymeyi haram kılmıştır.
Siyah giyip, sarığın ucunu omuzlar arasından sırtın ortasına kadar uzatmak menduptur. Uzatılacak
kısmın oturağa kadâr olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bir karış olduğunu söyleyenler de vardır.
İ Z A H
«Bele yoktur...» Yâni orada dini açıdan bir şiddet yoktur. Veya manâ; onu giymekte kuvvetlilik ve
sağlamlık yoktur. Çünkü bu meşrû bir şeydir. Bu ifadeden anlaşıldığına göre başlığı giyen sevapda
günah da almaz. Hamevî Miftah'tan naklen. T.
Ben derim ki: Genelde «beis yoktur» kelimesi, terkedilmesi daha iyi olan şeylerde kullanılır.
«İpeğin... dışında...» Bu, Molla Miskin'e cevaptır. Çünkü o; «Cemî (çoğul) lafzı, ipek, altın, pamuklu,
siyah ve kırmızıya şamildir.» demişti.
«Sahih olan; Hz. Paygamber (s.a.v.) onu giymiştir.)» Bazı nüshalarla da bu şekildedir. Bunun
benzeri Durru'l-Mültekâ'da da vardır. Yâni Hz. Peygamber başlık giymiştir. Musannıf ve Zeylai bunu
Zahire'ye nisbet etmişlerdir. Bazı nüshalarda da: «Sahih olan o (Hz. Peygamber) onları yani ipek ve
altından olan başlıktan giymeyi haram kıldı» şeklindedir. Düşün.



Bu cümle metindeki: «Sahih olan, o (Rasulüllah) onu haram kılmıştır, cümlesinin yerinedir.
«Siyahı giymek... menduptur.» Çünkü İmam Muhammed es-Siyeru'l Kebir'de Gânâim bahsinde
siyah giymenin müstehap olduğuna delalet eden bir hadis rivayet etmiştir. Yine o hadiste ifade
edildiğine göre sarığının sargısını yenilemek isteyen onu kıvrım kıvrım çözmelidir. Çünkü bu sarığı
tepede yükseltmekten ve onu ta yere kadar salıvermekten daha iyidir. Müstehap olan, sarığın ucunu
omuzların arasına sarkıtmaktır. Konunun tamamı Zeylaî'de vardır.
M E T İ N
Erkeklerin, sarıya ve kırmızıya boyanmış kumaşları giymesi, -kerahiyye bâbında geçtiği üzere-
mekruhtur. Çünkü İbn. Ömer (Allah onlardan razı olsun): «Hz. Peygamber (s.a.v.) «Sarıya boyanmış
elbiseyi giymeyi nehyetti ve siz kırmrztdan sakının. Çünkü o şeytanın» kıyafetidir, buyurdu»
demiştir.
Süslenmek (güzel görünmek) müstehaptır. AIIah (c.c.): «Allah'ın kulları için çıkardığı zîneti kim
haram kıldı de» âyetiyle süslenmeyi mübah kılmıştır. Peygamber (s.a.v.)'de birgün üzerinde değeri
bin dinar olan bir ridâ ile çıkmıştır.
İ Z A H
«Kırmızıdan sakının...» Bu ifade Zeylai de şöyledir: «Siz kırmızılıktan sakının, çünkü o şeytanın
kıyafetidir.»
«Süslenmek müstehaptır.» Hz. Peygamber (s.av.) şöyle buyurmuştur : «Allah (c.c.) kuluna nimet
verdiği zaman nimetinin eserini onun üzerinde görmeyi ister.» İmam Ebû Hanife kıymeti dörtyüz
dinar olan ridâ giyer ashabına da böyle emreder ve: (İnsanlar size rahmet gözüyle bakarlar» derdi.
İmam Muhammed de değerli elbiseler giyer ve «Benim, hanımlarım ve câriyelerim var,
süsleniyorum başkasına bakmasınlar diye süsleniyorum» derdi.
Şeyh'a: «Hz. Ömer, üzerinde şu kadar yama bulunan gömlek giymezmiydi» denildi. O da: «Bunu bir
hikmete binâen yaptı; O müminlerin emiri idi, Vâlileri kendisine uyarlardı, Belki onların malı olmaz
da müslümanlardan alırlardı.» cevabını verdi. Zahire özetle.
«Üzerinde, değeri bin dinar... ilh...» Şârih, Musannıfa tabi olmuştur. Zeylaî'deki ibare «bin dirhem»
şeklindedir.
M E T i N
Alim genç, Kureyş'ten de olsa cahil yaşlının önüne geçebilir. Allah (c.c.) «ve kendilerine ilim
verilenleri derecelerle...» buyurmuştur. Yücelten Allah'tır. Alimi alçak göreni AIIah cehenneme atar.
Esah olan kavle göre âlimler ûlü'l-emr (emir sahipleri) ve ittifakla peygamberlerin varisleridirler.
İ Z A H
«Alim genç yaşlı cahilin önüne geçebilir...» Çünkü âlim cahilden üstündür. Onun için namazda da
öne geçer. Namaz, İslâmın rükünlerinden birisidir, imandan hemen sonra gelir. Zeylaî Remlî,
Fetâva'sında, cahilin, alimin önüne geçmesinin haram olduğunu açıkça ifade etmiştir. Çünkü bu,
halk arasında alimin derecesinin düşük oluşu hissini verir. Bu da : «Allah, sizden inananları ve
kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin..» âyetine muhaliftir. (Dolayısıyla cahili âlime
takdir haramdır) Bu, üzerinde icmâ edilen bir husustur. Alimin önüne geçen cahil günah işlemiştir,
tazir olunur.
«Esah olan kavle göre âlimler ülü'l-emrdirler.» Yâni: «Allah'a Rasûl'e ve sizden olan ülü'l-emre itaat
ediniz» âyetinin tefsirindeki kavillerden birisine göre, ülü'l-emr, âlimlerdir. Zeylai böyle demiştir.
Minah'ta, Bezzâziye'den naklen Zende Visti'nin şöyle dediği nakledilmektedir: «Alimin cahil
üzerindeki hakkı ile hocanın talebe üzerindeki hakkı eşittir. O da, kendisinden önce konuşmaya
başlamak hazır olmasa bile yerine oturmamak, sözünü reddetmemek, yürürken önüne
geçmemektir. Kocanın, karı üzerindeki hakkı bundan daha fazladır. Kocanın hakkı; mübah olan her
konuda karının kendisine itaat etmesidir. Halef'ten nakledildi ki: bir zelzele olmuştu. O talebelerden
dua etmelerini istedi. Sebebi sorulduğunda; onların hayrı başkalarının hayırından daha hayırlıdır,
onların şerri de başkalarının şerrinden hayırlıdır, dedi.»
M E T İ N
Kişinin hanımları ve cariyeleri için boyanması esah olan kavle göre caizdir. Siyaha boyaması ise
mekruhtur. Mekruh olmadığı da söylenmektedir. Hazr bahsinde geçmişti
Sahih olan görüşe göre yaslanarak yemek caizdir. Çünkü Rasulüllah (s.a.v.)'in yaslanarak yemek



yediği rivayet edilmiştir. Mecmâu'l-Fetâva.
İ Z A H
«... Boyanması esah olan kavle göre caizdir.» Bu, Ebu Yûsuftan rivayet edilmiştir. Ebu Yûsuf şöyle
der: «Benim kendisi için süslenmemden hoşlandığı gibi, bende hanımımın benim için
süslenmesinden hoşlanırım.» Esah olan; onun harpde ve başka zamanlarda mahzurlu olmayışıdır.
Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ömründe boya sürüp sürmediği (kına yakıp yakmadığı) konusundaki
rivâyetler ihtilaflıdır. Esah olana göre boyamamıştır.
Muhît'ta; siyaha boyama ile diğerleri ayrı tutulmuştur. Ulemâ'nın çoğunluğu buna mekruh derken
bazıları caiz görmüşlerdir. Bu EbÛ Yusuf'tan nakledilmiştir. Kırmızıya boyamak ise erkeklerin
özellikle müslümanların adetidir.
Ekmel'in Meşari şerhinde; «Muhtar olan : Hz. Peygamber (s.a.v.) bir zaman boyamış, çoğu vakit
boyamamıştır. Bizim görüşümüze göre kına ve Vesime ile boyamak iyidir. Haniyye'de de böyledir»
denilmiştir.
Azlam denilen ve boyacılıkta kullanılan bir bitkidir. (Mütercim)
Nevevî'de şöyfe der: «Bizim mezhebimize göre erkek ve kadının beyaz saçı sarı veya kırmızı ile
boyanmaları müstehap, siyaha boyamaları ise esah görüşe göre haramdır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v.): «Şu beyazlığı değiştirin, siyahtan sakının buyurmuştur.»
Hamevî: Bu, savaştaki gazilerden başkaları içindir. Ama düşmanı korkutmak için onların siyaha
boyatmaları haram değildir. Her halde bu, sahabelerden yapanlara hamledilir.» der. T.
«Sahih olan görüşe göre, yaslanarak yemek caizdir.» Hazr bahsinde; muhtar olanın bunda mahzur
olmadığını, fakat terkedilmesinin daha iyi olacağını söylemiştik. Bu hüküm. tekebbür için olmadığı
takdirdedir. Şayet tekebbür için olursa horamdır.
«Çünkü Hz. Peygamber'in yaslanarak yediği rivayet edilmiştir.» Sahih-i Buharî ve diğer hadis
kitaplarında Rasûlüllah (s.a.v.)'in «ben yaslanarak yemem» buyurduğu yer olmaktadır. İbn Hacer,
Şemail Şerhi'nde Nesâî'den rivâyetle «Hz. Peygamber'in yaslanarak yemek yediği hiç
görülmemiştir» der. İbn Ehî Şeybe ise Mücahidden, Rasûlüllah'ın bir defa yaslanarak yediğini
tahricetmiştir. Bu sahihtir ve makbul bir ziyadedir. Yine İbn Ebi Şeybe'nin ibn Şahin vasıtasıyla A
b. Yesârdan tahric ettiği şu hadisede bunu teyid etmektedir: «Cebrail aleyhisselâm bir defa Hz.
Peygamber (s.a.v.)'i yaslanarak yerken görmüş ve onu nehyetmiştir.
Alimlerin çoğu (yaslanma diye terceme ettiğimiz) «İttika»ı iki takından birisi üzerine eğilmek diye
tefsir etmişlerdir. Çünkü bu yemek yiyene zarar verir. Zayıf bir isnadla, RasuIuIIah (s.a.v.)'in insanı
yemek yerken sol eli üzerine dayanmayı menettiği rivayet edilmiştir.
İmam Malik (rahımehullah) : »Bu, yaslanma çeşitlerinden biridir. Bu ifadede, yaslanmanın muayyen
bir şekle mahsus olmadığına işaret vardır.» demektedir.
ylece anlaşılmış oluyor ki: Hz. Peygamber'in yaslanarak yediği sabittir. Bundan nehyolununca
terketmiştir. Bu, bu şekilde yemenin cevazına delili değildir. Evet, bazı Şâfiî'ler, bunun Hz.
Peygamber (s.a.)'e mahsus olduğunu söylüyorlar. Ama onlara göre esah olan, hükmün umumu
oluşudur.
Alkame Camiu's-Sağîr Şerhi'nde şöyle demektedir: «Yaslanmanın şekIinde ihtilaf edilmiştir. O
yemek için oturulduğunda her hangi bir şekilde yerleşmektir. Saklardan birisi üzerine oturmaktır,
sol el iIe yere dayanmaktır gibi görüşler sarfedilmiştir. ilk görüş mütemeddir. Zaten bu diğer ikisini
de Şâmildir.
Yemekte yaslanmayı terk etmenin hikmeti; bunun Acem melikleri ve kibirlilerin işi oluşudur. Ayrıca
bu çok yemeye vesiledir. Yemek içi en iyi oturuş şekli kalçalar üzerine oturup dizleri dikmek, sonra
diz çökmek daha sonra da sağ dizi dikip sol ayak üzerine oturmaktır.»
Konunun tamamı Câmiu's-Sağîr Şerhi'ndedir.
METİN
Bir kimsenin evi sallanmaya başlasa, dışaya kaçması mekrûh değildir. Hatta müstehaptır. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.v.) eğilen bir duvar dan kaçmıştır.
Bir kimse, içersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman; şayet her şeyin
Allah'ın takdiri ile olduğunu biliyorsa, çıkıp gitmesinde beis yoktur. Ama kendisinde; eğer çıkarsa
kurtulacağı, girerse o hastalığa tutulacağı hissi varsa onun için bu (girip çıkmak) mekrûhtur,



inancını korumak için oraya giremez, oradan çıkamaz. Hâdis'teki nehy buna hamledilir.
Mecmâu'l-Fetâvâ.
Bir memlekette bir fakih olsa ve orada kendisinden daha fakih birisi daha bulunmadığı halde
savaşa gitmek istese gidemez. Bezzâziye ve başka kitaplar.
Borçlu, vadeli olan borcunu vadesi gelmeden ödese veya ölse de -ölümü ile vade dolmuş sayılır-
alacaklı alacağını terikeden olsa; aralarında cereyan eden mürabahalı satıştaki kârdan ancak
geçmiş olan günlerin payına düşen mikdarı alabilir. Bu, müteehhirün ulemanın cevabıdır. Anadolu
müftisi merhum Ebussuud Efendi de böyle fetvâ vermiş ve gerekçe olarak iki tarafa da iyi
muameleyi göstermiştir. Ben bunu Karz bölümünden önce ifade etmiştim.En iyisini Allah bilir.
Bir mesele : Kenz'in sonunda : «Hafızı Kur'an olanın kırk günde bir hatim etmesi gerekir»
denilmektedir.
İ Z A H
«İçersinde bulaşıcı hastalık bulunan bir memleketten çıktığı zaman...»
Sonraki kısma uygun olması için. «çıksa veya girse» deseydi daha uygun olurdu. T.
«Savaşa gitmek isterse gidemez...» Bu, müteayyin olan cihadın dışındakiler hakkındadır. Çünkü
fakihin müslümanlara faydası, müteayyin olmayan cihaddan daha fazladır.
«Borçlu borcunu... ödese ilh...» ifade etti ki; borç vadeli olduğunda borçlu vâde dolmadan borcunu
öderse olacaklı parayı kabule zorlanır. Haniye'de' de böyle denilmiştir.
«Aralarında cereyan eden alış verişten... alamaz.» Meselenin sureti şöyledir: Birisi peşin para ile on
dirheme birşey satın alır ve onu on ay vade ile başka birisine yirmi dirheme satar. Borçlu borcunu
beş ay sonra ödese veya ölse alacaklı, kâr olan on dirhemden beşini alır, beşini bırakır. T.
Ben derim ki: Bunun bir benzeri de şudur: Bir kimse birisine borç verse ve ona malum bir fiatla bir
mal satsa ve bunun için vade verse malın fiatından, sadece geçen müddetin hissesi hesabedilir.
Düşün.
«Gerekçe olarak... göstermiştir.» Hanutî'de bunun için, ribâ şüphesinden uzaklığı gerekçe
göstermiştir. Çünkü ribâ bahsinde şüphe hakikata ilhak edilir. Bunun vechi şudur: Kâr vade
karşılığındadır. Çünkü vâde, her ne kadar mal değilse ve bedelden bir mikdarı ona mukabil olmasa
da, vade, fazla bir bedel karşılığı olarak alınmışsa, mal olarak itibar edilmiştir. Şayet vâde
dolmadan, paranın tamamı alırsa karşılıksız olarak almış olur. Allah Teâlâ en iyisin» bilir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...