FERAİZ (MİRAS) KİTABI
BİRİNCİ BÖLÜM
M
E T İ N
Feraiz,
fıkıh ve hesabın asıllarının bilinmesidir kibunlarla haksahiplerinden her birinin terikeden ne alacağı
bilinir.
Araştırmalarla bilinmektedir ki haklar beştir: Çünkü hak ya ölünün hakkıdır, veya ölen kişi üzerindeki
bir haktır (ölenin borcudur) yada
ikisi de değildir.
Birincisi
ölenin techizidir. İkincisi (ölenin borcu) ya zimmete taalluk eder ki bu mutlak borçtur yada
zimmete
tealluk etmez ki bu da ayna tealluk edendir. Üçüncü hak da, ya ihtiyarîdir ki bu vasiyettir;
veya zarûridir ki bu da mirastır.
Bu
konuya feraiz denilmesinin sebebi; Allah Teâlânın bu taksimi bizzat kendisinin yapması ve bunu
güneşi
ile gündüzü aydınlatması gibi açıklamasıdır. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v.)
feraizi «ilmin
yarısı»
olarak isimlendirmiştir. Zira bu ilim, başka bir şey ile değil, nass ile sâbittir. Feraiz dışındaki
ilimlerse bazen nass ile bazen de kıyas ile sabittir.
Bazı
âlimlere göre ise, «feraiz»a ilmin yarısı denilmesinin sebebi, feraizin ölüme tealluk etmesidir.
Diğer
ilimler ise hayata tealluk
eder. Yahutta ferâiz zarurete,
diğerleri ise isteğe bağlı olduğu için
böyle denilmiştir.
Hayatta olanın mirascılığı, canlıdan mıdır yoksa ölüden ml? Mütemed
olan ikincisidir. Vehbâniye
Şerhi.
ölen
kişinin rehin, cinayet işleyen köle, ticarete izinli borçlu köle. kıymeti karşılığı hapsedilmiş olan
satılmış
köle ve kiraya verilen ev gibi başkasının hakkının taallukundan hali olan terikesinden, önce
techizine
başlanır, ki bu kefeni de içine alır. Techiz, fazla kısmâdan ve tebzîr etmeden yapılmalıdır.
Yukarıda
sayılanların tekfinden önce
gelmesi; bunların mal henüz
terike olmadan önce mala taalluk
etmelerinden
dolayıdır. Kefenleme sünnet vechile ve hayatında giydiği elbise miktarı ile olmalıdır.
Eğer
kefeni telef olursa, cesedi bozulup dağılmadan Önce olursa tekrar kefenlenir. Bu kefenlerin
hepsi
malın tamamından çıkarılır.
İ
Z A H
Ferâiz'in,
vasiyetin hemen ardından zikredilmesi, vasiyetin mirasın benzeri olup,
ölüm hastalığında
vâki
olmasıdır. Miras ölümden sonra
taksim edilir. Onun için ferâiz vasiyetten sonra
zikredilmiştir.
Ferâiz,
«farîza»nın çoğunludur. Farîza da; mükellef üzerine farz olan şey
manasınadır.
Develerin
ferâizi yirmibeş devede bir binti mehâz (iki yaşına girmiş deve) gibi, farz
olandır.
Takdir
olunan her şeye «ferâiz» denilir, Bundan dolayı da, vârislerin
hisselerine feraiz denilmiştir.
Çünkü
o hisseler sâhipleri için takdir edilmişlerdir.
Miras
meseleleriyle ilgili olan ilme «İlm-i ferâiz» denilir. Bu ilmi bilen kişiye de; «ferizî, fâriz» veya
«ferâiz»
denilir.
Muğrib.
«Ferâiz
fıkıh ve hesabın asıllarının bilinmesidir.» Yani kaide ve kurallardır ki bunlarla varislerden
herbirinin
hakkı yani terikeden hakkı olan meblağ bilinir. Açıktır ki, mirastan mene ve mahrum
etmeye
taalluk eden asıllar da,
bunlardandır. Hatta bu asıllar bu konuda umdedirler. Zira bunlar
bilinmeden
haklar da bilinmez. Bundan dolayı da fakihler,
mirastan men ve hacbetmenin asıllarını
iyice bilmeyen kimsenin bir terekeyi taksim etmesinin helâl olmayacağını söylemişlerdir. Bu
asıllara : Vârisin farz sahibi mi, asabe mi yoksa zevil-erhâmdan mı olduğunun
bilinmesi de girer.
Miras
sebeplerini çarpmayı, tashihi, avli, reddi ve diğerlerini bilmek de bu asıllardandır. Anla.
Ferâizden
murad, yukarda geçtiği gibi, takdir olunmuş hisseleridir. O halde asabeler ve zevil-erhâm
da
ferâize dahildirler. Çünkü onların hisseleri açıkça olmuşsa da yine de takdir olunmuştur.
Feraizin
mevzuu: terikelerdir.
Ferâizin
gayesi, hak sahiplerine haklarının iletilmesidir. Ferâizin rükünleri üçtür; varis, mûris ve
mûres
(terike). Ferâizli şartları da üçtür:
1
- Murisin hakikaten veya mefkûd gibi hükmen yada gurresi olan cenin gibi-takdiren ölmesi,
2
- Öldüğü zaman, hakikaten veya - anne karnındaki cenin gibi- takdiren, hayatta varisinin
bulunması,
3
- İrs cihetinin bilinmesidir, İrsin sebepleri ve manîleri ise ileride gelecektir.
Ferâizin
kaynakları üçtür: 1 - Kitab, 2 -
Anneanneye verilecek miras hususunda Muğîre ve İbn
Seleme'nin şahitlikleri ile sabit olan sünnet (1), 3 - Babaannenin mirası konusundaki icmadır. Bu
icmâda,
Ömer (r.a.)'ın ictihadı üzerine gerçekleşmiştir, umumî icmâa dahildir. Babaannenin aldığı
mirasın
kıyasa göre olduğunu zannedenlerin
hilafına, miras bahsinde kıyas yoktur. Onun cevabını
ve
feraizin bu asıllardan
çıkartıldığını da biliyorsa. Bu,
Durru'l-Mülteka'da ifade edilmiştir.
«Bu
taksimi Allah Teâlânın ilh...«
Zeylaî'nin de dediği gibi «takdir etmiş olması» deseydi daha iyi
olurdu.
Çünkü, «farzın» manası
budur.
«...
Bizzat kendisi ilh...» Yâni Allah Teâla bunun taksimini mukarreb bir meleğe veya göndermiş
olduğu
bir nebiye havale etmemiştir. Namaz zekât ve hac gibi diğer hükümler bunun aksinedir.
Çünkü
bu hükümlerde nasslar mücmel olup, onları sünnet beyan etmektedir. Allah Teâlâ'nın.
«Namazı
kılın ve zekâtı verin» ve; «Yoluna
gücü yeten herkesin, o eve (gidip) haccetmesi insanlar
üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır» sözleri böyledir...
«Zira
bu ilim başka bir şeyle değil, nass ile sabittir». Şârih burada «nass»tan, icmâi da kapsayacak
bir
mana kasdetmiştir.»
«Başka
bir şey ile değil» sözü ile de kıyastan kaçınmıştır. Zira kıyas verasette cari değildir. Çünkü
Allah
Teâlâ'nın, vârislerden herhangi
birine bir meblağı tahsis etmesinin hikmeti gizli olduğu için
verasette
takdir olunanlarda kıyasa yer yoktur. Bu söz, illetin illetîdir. O
halde evlâ olan şârihin :
«Veya
başka birşey ile değil nass ile sâbit
olduğu için» demesiydi. Bu durum da
bu söz. ferâize
«ilmin
yarısı)» denilmesinin ikinci
gerekçesi
olurdu.
Bazı
âlimler tarafından ise, ferâiza «ilmin yarısı» denilmesi konusunda söylenenlerden başka
şeyler,
söylenmiştir.
Bir
kısım âlimler ise : «Bu, manası anlaşılamıyan şeylerdendir ve iImin yarısı olduğunu tasdik
ederiz,
ama sebebini araştırmayız»
demişlerdir.
Bir
de bilinmelidir ki; bu anılan vecihler, «yarı» kelimesi ile, bir şeyin iki kısmından birisinin
kastedilmiş olunmasına mebnidir. Çünkü herşeyin iki türü vardır,
her iki türün sayıları bir olmasa
bile
bunlardan birisi onun yarısıdır. Bunun birçok delili vardır. Meselâ Ahmed b. Hanbel'in rivâyet
ettiği
bir hadiste; «temizlik imânın yarısıdır» buyrulmuştur. Araplar «senenin yarısı hazan yarısı
seferdir».
Yâni sene, adedleri bir olmasa bile iki zamana ayrılır. Kadı Şureyh'e; «Nasıl sabahladın?
denildiğinde,
«Sabahladığımda halkın yarısı bana kızgındı» cevabını vermiştir. Yani
halkın bir kısmı
lehinde
hüküm verdiği için kendisinden razı
olduklarını, bir kısmının da aleyhinde hüküm verdiği
için
kendisine kızgın olduklarını kasdetmiştir. Biri şâir de şöyle demiştir: «Öldüğümde halk iki
kısımdır; yarısı sevinir yarısı da yaptıklarımda razı olur.» Mücâhid; «mazmaza ve istişâk abdestin
yarısıdır»
demiştir. Yâni abdest iki kısımdır: Biri iç tarafın bir kısmını, diğeri de dışın bir kısmını
temizler.
Bunları İbnu Hacer el-Erbaîn şerhi'nde ifade etmiştir.
«Nass
ile ilh...» Şârih bununla icmâı da kapsayan nassı murad etmiştir.
«Yahutta
ferâiz zarurete ilh...» Yâni
mirasın... ihtiyari olanlar ise alış satış hîbenin kabulü ve vasiyet
gibileridir.
«Hayatta olanın varisliği canlıdan mıdır ilh...» Yâni hemen önce hayatının son bölümündemidir?
Birincisi
Züfer'in ve Irak ulemâsının ikincisi ise İmameyn'in görüşüdür. Aradaki ihtilâfın sonucu
aşağıda
gelecek meselede kendisini gösterir. Şöyle ki; kişi kendisinden başka varisi olmadığı halde
mûrisinin
câriyesi ile evlense ve cariyeye «efendin öldüğü zaman hürsün» dese, o zaman birinci
görüşe
göre cariye azâd edilir. Zira kişi cariyenin âzâdını ölüme izafe etmiştir. Halbuki cariyenin
mülkîyeti
onun için ölümden evvel de sâbittir.
İkinci
görüşe göre ise, câriye âzâd olmaz. Çünkü cariyenin mülkü
onun için ölümden sonra sabit
olur.
Bu, Vehbâniye şerhi'nde ifade edilmiştir.
Bu
ihtilafın sonucu şu meselede de
görülür: Câriyenin kocası olan vâris,
onun talâkını efendisinin
ölümüne
bağlasa ; Birinci görüşe göre hemen talâk vâki olur ikinci görüşe göre ise talâk ölümden
sonra
vâki olur. Nitekim bu bahsi
Sirâciye'den naklen Bîrî'de kati bir ifade ile söylemiştir.
Ben
derim ki! Bu ihtilaf ile,
meselenin «koca» ile tasvir edilmesinin faydası ortaya çıktı. Öyle
olmasaydı
âzâdın taliki evliliğe bağlanmazdı.
Düşün.
«Mûtemed
olan ikincisidir...» Trablusî de Sekbu'l-Enhur'de mütemed olanın, ikinci görüş olduğunu
söylemiştir. Tatarhâniye'den naklen Durru'l-Mültekâ'da
ise birinci görüşe itimad edileceğini
söylemiştir.
«Hakkı
taalluk etmeyen ilh...» Bu açıklayıcı bir sıfattır. Zira ıstılahta terike, ölen kimsenin, harhangi
bir
aynında başkasının hakkı bulunmadan,
geride bıraktığı mallardır. Nitekim Sirâciye şerhlerinde
de
böyle denilmektedir.
BiIinmelidir
ki: Hatâen öldürme ile vâcip olan diyet, kasdi adam
öldürme sonunda yapılan sulh
neticesinde
katil ve âkilesinden alınan mal ve maktûlün velilerinden bazılarının
affetmeleri ile mala
çevrilen
kısas bedeli de terekeye dahil olur. Buna göre bu
sûretlerden herhangi birisi ile ele geçen
maldan,
ölenin borçları ödenir ve vasiyetleri infaz edilir. Zahire'de de böyledir.
«Rehin...
gibi ilh...» Bu başkasının hakkının taalluk ettiği ayn'a misâldir. Öyle ise, kişi birşeyi rehin
verse
ve teslim etse, öldüğünde rehin
ettiği maldan başka birşey de
bırakmasa, mürtehinin borcu
techizinden
önce gelir. Eğer mürtehinin borcu ödendikten sonra birşey artarsa o da techîzine
sarfedilir.
«Cinayet
işleyen köle ilh...» Yâni köle efendisi hayatda iken cinayet işlese ve
efendisinin de ondan
başka
malı olmasa, o zaman cinayete maruz kalan kişi o kölede, efendisinden daha çok hak
sahibidir.
Ancak kölenin işlediği cinayetin
diyeti verildikten sonra köleden birşey artarsa bu,
efendinin
olur.
BİR
UYARI:
Cinayet işleyen köle rehin bırakılmışsa cinayete uğrayanın hakkı mürtehinin hakkından öncedir.
Çünkü
onun hakkı kölenin zimmetinde
sâbit olduğu için daha kuvvetlidir.
Mürtehinin hakkı ise
râhinin
zimmetinde olup, kölenin
zimmetine değil, rakabesine müteâlliktir. Bu bahsi Yakup Paşa,
Seyyid Şerif'in Sirâci'ye şerhinin hâşiyesinde
zikretmiştir.
«Ticaretle izinli borçlu köle ilh...» Yâni kölenin efendisi ölse ve ondan başkasının davalı olması
halinde;
köleden alacaklı olanlar haklarını efendinin techizinden evvel alırlar.
«Kıymeti karşılığı hapsedilmiş olan satılmış köle...» Şöyle ki: Bir kişi bir köle satın alsa ama
kabzetmese ve parasını nakit olarak ödemeden önce ölse o zaman köleyi satan kişi kölede
müşterinin
techizinden daha çok hak sahibidir.
Yakup
Paşa şöyle demiştir: «Ama satılmış olan bu köle müşterinin elinde olsa ve müşteri onun
fiyatını ödemekten âciz olarak ölse o zaman kölenin rücûu ile başlanılır. ama bu mutlak değildir.
Aksine
köleye ödemesi gerekli olan haklardan birşey taalluk etmediği takdirdedir.
Meselâ,
köle ile hitabet akdi yapsa veya rehin verse yada onu (cariye ise) ümmü'l-veled yapsa. veya
satılan
köle bir cinayet işlese, mânî kuvvetli olduğu için rücû hakkı sâbit olmaz. Şayet köle kitâbet
bedelini
ödemekten âciz kalsa ve köleliğe dönse veya rehin çözülse yahut işlediği cinayetin fidyesi
verilse
o zaman manî ortadan kalktığı için rücû hakkı vardır. Tahtâvî bunun benzerini Acemzâde'nin
Seyyid'in şerhi üzerine yaptığı hâşiyeden naklettikten sonra şöyle demiştir: Bu hükme fukahanın şu
sözleri
ile birlikte bak; «Bize göre: satıcı onda ölenin alacaklıları ile eşittir.» Bu bahiste, Şafiî'nin
ihtilâfından
başka ihtilaf zikretmemişlerdir. Nitekim bu hıyaru's-şart konusunun hemen
başında da
geçti.
Anlaşıldığına
göre burada zikredilen, şâfiî kitaplarından alınmıştır. Buna dikkat edilsin.
«Kiraya
verilen ev ilh...» Kiracı kiralamış olduğu evin ücretini peşin ödese, sonra da ev sahibi ölse
o
ev verilen ücret karşılığında rehin olur. Seyyid.
Tahtavî
şöyle demiştir: «Ruhu'ş-şurûh'ta yukarda zikredilene şu da ilâve edilmiştir: Birisi nikahına
mehir
yaptığı köleyi, karısına teslim etmeden ölse ve ondan başka da malı olmasa, karısı köleyi
techizinden
önce alır.
Fasid
bir bey'e ile satılıp kabzedilen
malın semeninde, satıcı, bey' fesh edilmeden evvel öldüğü
takdirde
satıcının techizinden önce müşteri hakkını alır.
«Yukarda
sayılanların teklifinden önce
gelmesi ilh...» Yâni bunlara taalluk eden hakların öne
alınması
şu asla dayanır; hayatta iken
öncelikle verilmesi gereken haklar vefatta da öncelikle verilir.
Dürrü
Mimtekâ.
Yukarda
zikredilen hakların techizden önce gelmesi Mirâc'ta da kesin olarak ifade edilmişti. Kenz'in
şerhlerinde
ve Sirâciye'de de aynı şekildedir. Hatta Sirâciye'nin bazı Şârihleri bu hakların techize
takdim
edilmesi hususunda fukahanın müttefik olduklarını rivayet
etmişlerdir.
Miskin
lle, bu hakların techize takdim edilmesinin bir rivâyet olduğunu ve sahih olanın techizin bu
haklara
takdim edilmesi gerektiğini zikretmiştir. Dürrü Müntekâ'da Miskîn'in söylediklerinin
düşünülmesi
gereken bir husus olduğu söylenmiştir. Belki de fukahanın talili, techizin asla terike
olmadığını
ifade etmektedir. Bu durumda metinlerin mutlak olarak ifade ettikleri «terikeden önce
techize
başlanır» sözüne itiraz vârid olmaz.
«Techizine
ilh...» Birazcık önce bile olsa kendisinden evvel ölen oğlu veya zengin olsa bile karısı
gibi,
nafakası ile mükellef bulunduğu kimselerin techizi de mutemed olan görüşe göre onun
üzerinedir.
Dürrü Müntekâ.
«Bu,
kefeni de içine alır...» Şârih bu sözüyle sanki Sirâciye'nin «Techizi ve tekfini ile
başlanır»
sözüne
işaret
etmiştir.
«Fazla
kısmadan ve tebzîr etmeden...» Tebzîr, genelde israf manasında kullanılır. Halbuki aslında
ikisi
arasında fark vardır. İsraf bir şeyi yerinde ama gerekenden fazlası ile sarfetmektir. Tebzîr ise
sarfedilmesi gerekmeyen yerde ve fazlası ile sarfetmektir. Kirmânî bunu Buharî şerhinde böyle
açıklamıştır. Binaenaleyh burada uygun olan Allah Teâlâ'nın; «Onlar, sarfettikleri zaman ne israf
ederler
ne de cimrilik, ikisi orasında orta bir yol tutarlar» kavli
şerifine uygun olarak «israf» ile
tabir
edilmesi
idi. Şu kadar var ki musannıf burada meşhur olana riâyet
etmiştir.
«Kefenlenmesi sünnet vechile ilh...» Yâni sayı bakımından sünnete
göre...
«Ve
hayatında giydiği elbise miktarı ile» sözüne gelince, yani hayatında iken giydiği elbise
kıymetindeki
bir, kumaşla kefenlenir, manasındadır.
Sekbu'l-Enhur'dd
denilmiştir ki: «Kefende israf iki türlüdür; birli sayı bakımındandır ki; erkeği üç,
kadını
da beş parçadan daha fazlası ile kefenlemektir. Diğeri de kıymet bakımındandır ki bu da,
hayatta iken altmış dirhem kıymetinde elbise giyerken
doksan dirhem kıymeti'ndeki bir
bezle
kefenlemektir.
Kısmak
da yine iki türlüdür, biri sayı bakımından dı'ğeri de kıymet bakımındandır. Meselâ üç kefen
yerine
iki kefenle kefenlemek veya hayatında doksan dirhem kıymetinde
elbise giyerken öldüğünde
altmış
dirhem kıymetinde kumaş ile kefenlenmek buna misaldir.
Bu
söylenilenler, vasiyette bulunmadığı takdirdedir. Ama eğer fazla kefenle kefenlenmeyi vasiyet
etse,
mislinden fazla olan (onun
durumundakilerin sarıldığı) kefen terikenin üçte birinden
hesabedilir.
Vârisler veya yabancı biri o fazlalığı teberru ederse hüküm yine aynıdır. Bu durumda sayı
bakımından
değil, kıymet bakımından fazla
olanda bir beis
yoktur.
ölen
kişinin alacaklıları onun, misli ile kefenlenmesine mani olabilirler mi? Bu hususta iki görüş
vardır.
şârih olan görüşe göre mani
olabilirler. Dürrü Müntekâ. Yâni o
zaman kifayet derecesindeki
kefenle
kefenlenir ki bu erkek için iki, kadın için de üç parçadır. İbnu Kemâl.
«Ve
hayatında giydiği elbise miktarı ile ilh...» Yâni elbiselerinden orta derecede olan ile veya
bayramlarda, cumalarda ve ziyaretlerde giydiği elbise türünden bir kumaş ile.. Bu konuda âlimler
ihtilaf
halindedir.
«Eğer
kefeni telef olsa ilh...» Sekbu'l-Enhur'da şöyle denilmiştir: «Ölünün kabri kazılsa ve kefeni
alınsa,
üç kefen ile kefenlenir, vücudu bozulmadığı
müddetçe üçüncü ve dördüncü kerede de
olsa
yine
kefenlenir. Ama yıkanması ve namazı iade edilmez. Eğer vücûdu dağılmışsa o zaman bir
kefene
sarılır. Bize göre, borçlu bile olsa bu malının aslındandır... Ama alacaklılar terekeyi
kabzetmişlerse, o zaman onlardan kefen için birşey alınmaz. Eğer malı varisler arasında taksim
edilmiş
ise sonraki kefenleri varislerin her birinden, terekeden aldığı paya göre geri alınır.
Alacaklılar ile musâ leh (vasiyet edilen kimse) lerden bir şey alınmaz. çünkü onlar
yabancıdırlar.
Varisler teberru edilen bir kefenin kabûlü için zorlanamazlar. Çünkü zorlamada onlar için utanç
vardır.
Ancak varisler küçük olurlarsa eğer. İmam bir maslahat görürse kabul edilir. Şu kadar var ki,
büyük olan varisler kefeni kendi rızaları ile kabullenirlerse onlara öncelik tanınır. Yani
Düşün.
M
E T İ N
Techizden
sonra kullar tarafından talep edilen borçları gelir. Sağlığındaki borcu, sebebi bilinmediği
takdirde
hastalığındaki borcuna takdim edilir. Aksi halde ikisi de eşittir. Nitekim bunu Seyyid de
tafsilatlı
olarak
zikretmiştir.
Allah'a
olan borcuna gelince; eğer onların ödenmelerini vasiyet etmişse adı geçen haklar
verildikten
sonra geri kalan malının üçte birinden tenfizi icabeder. Şayet vasiyet etmemişse, yerine
getirilmesi
vacip değildir.
Bundan
sonra da, sahih olan görüşe göre mutlak olsa bile vasiyeti gelir. İhtiyâr'da tercih edilen ise.
bunun
aksinedir.
Vasiyeti,
techiz ve borçları terikeden
çıktıktan sonra kalan malın üçte birinden karşılanır.
Ayette;
vasiyet, önemine binaen, terikenin varisler arasında taksiminden daha önce zikredilmiştir.
Çünkü
vasiyetin yerine getirilmeme endişesi vardır.
Dördüncü
ve beşinci olarak da, kalan mal varisler arasında taksim edilir. Yâni Kitap veya
Resulûllah'ın
«ninelere altıda bir veriniz» sözü gibi sünnet yada
icmâ ile, varislikleri sabit olanlara
taksim
edilir. icmâ dedeyi baba. oğlun oğlunu da oğul gibi kılmıştır.
Mirasa
bir mushaf bile olsa -ki fetvâ buna göredir, ama bazı âlimler tarafından tarike bir tek mushaf
olursa
miras olmayacağı, onun ancak ölen
kişinin çocuklarından okuyana verileceği söylenmiştir-
Üç
şeyden biri ile hak kazanılır.
Bunlar da rahim (akrabalık) sahih nikâh ve velâdır. Fukahânın icmâı
ile,
fasit veya bâtıl olan bir nikâh ile
verâset olmaz.
i
Z A H
«Sağlığındaki borcu... takdim edilir». Sıhhatli zamanındaki borç, ya mutlak olarak beyyine ile veya
sıhhatli
dönemindeki ikrarı ile sabit olan borçtur. T, Bunların da bazısı bazısına tercih edilir. Meselâ
kitabet
akdi yapmış bir köle yabancı birisine borçlanmış olsa yabancının borcu efendisine olan
borcundan
önde gelir. Bir hıristiyan
üzerindeki müslümanların şahitlik
etmeleri ile sabit olan borç,
zımmilerin
şahitlikleri ile sabit olan borçdan önce gelir. Eğer iki alacaklının şahitlikleride kafir ise
veya yalnız kafirin şahitleri kafir ise o zaman bir müslümanın davası ile sabit olan borç, bir kafirin
davası
ile sabit olan borca takdim edilir. Ama eğer her ikisinin de şahitleri müslüman veya yalnız
kafirin
şahitleri müslüman ise o zaman ikisi de eşittirler. Nitekim Remlî'nin. Bahr üzerine yazmış
olduğu
hâşiyenin şehâdetler bahsinde de
böyle
denilmiştir.
«Hastalığındaki borcuna ilh..» Hastalığındaki borç: Hastalığındaki veya hastalık hükmünde olan
halindeki
ikrarı ile sabit olan borcudur. Hastalık hükmündeki hal: birisinin savaşa giderken, veya
kısasen öldürülmek veya recmedilmek üzere götürülürken ikrar etmesi halidir. T.
Acemzâde'den.
«Sebebl
bilinmediği takdirde ilh...» Ama eğer hastalığında, daha önceden olduğu açıkça belli olan
bir
borcu ikrar etmesi suretiyle bilinen bir borç ise aslında sıhhat borcudur. Çünkü onun varlığı
ikrarı
olmadan da bilinmektedir. Malik olduğu veya istihlak ettiği
bir malın bedelinin vacip olması
buna
misaldir. İşte bundan dolayı da bu
borç, hükümde sıhhat halindeki borç
ile eşittir. Seyyid.
«Allah'a olan borcuna gelince ilh...» Bu söz musannıfın «kullar tarafından» sözü ile dışta bırakılan
hükümdür.
Bu da zekât, keffâretler ve benzeri
borçlardır.
Zelâî
şöyle demiştir: «Bu borçlar ölüm
lle düşer. O halde varislerinin ödemeleri gerekmez. Ancak
kişi
bunların ödenmelerini vasiyet ederse
o zaman, eğer terikesi varsa varislerin bunları terikeden
ödemeleri
gerekir. Yahutta varisler
bunları teberru olarak öderler. Çünkü ibadetlerde rükün.
mükellefin
niyeti ve fiildir. Bunlarda ölüm ile düşerler. Bu durumda önceden vacip olan şeyin, bâki
kalması düşünülemez.» Bu bahsin tamamı
Zeylaî'dedir.
Ben
derim ki: Bu gerekçenin zâhiri şunu göstermektedir: Eğer varisler, ölen kişinin zekât ve
keffâret
borçlarını teberru olarak öderlerse. borç onun üzerinden düşmez. Çünkü niyeti yoktur.
Ayrıca
varislerin fiilleri, izni olmadan. ölenin fiili yerine geçmez. Düşün.
«Geri
kalan malının üçtebirinden ilh...» Yâni geçen haklar ile kul borcundan arta kalanın üçte
birinden...
Zira kul borçları iIe Allah'a olan borçlar bir araya gelse, kul borçları öncelikle ödenir.
Çünkü
Allah Teâlâ zengindir, biz ise fakiriz. Dürrü Müntekâ'da da böyle
denilmektedir.
«Bundan
sonra da... vasiyeti gelir.» Yâni terekenin varisler arasında taksiminden önce vasiyeti
yerine
getirilir.
Zeylaî şöyle demiştir: «Vârislerden önce, vasiyeti ödemek musâ leh'e varislere takdim etmek
manasına
gelmez. Aksine musâ leh varislere
ortaktır. Hatta musâ leh'e birşey verilse. onun iki katı
veya daha fazlası varislere verilir. Demek ki bu, hakikatte musa leh'i varislere takdim etmek
değildir.
Ama techiz ve borç bunun aksinedir. Zira varisler ile musâ leh haklarını ancak techiz ve
borçtan
arta kalan maldan alırlar.
«Sahih
olan görüşe göre mutlak vasiyet olsa
bile ilh...» Seyyid ve diğerleri de böyle demişlerdir.
Ayrıca
Seyyid şöyle der: «Şeyhu'l-İslâm
Hâherzâde demiştir ki: Eğer vasiyet ettiği, muayyen bir şey
ise,
o mirasdan önde gelir. Eğer mutlak ise; meselâ malının üçte birini veya dörtte birini vasiyet
ederse; o zaman bu vasiyet, miras manasında
olur. Zira bu vasiyet terikede şâyidir. Bu durumda da
musâ
leh varislerden önde gelmeyip,
onlara ortak olur. Musâ lehin
hakkının da. varisin hakkı gibi
terikede
şâyi olması buna delalet eder. Zira ölen kişinin malı vasiyetten sonra, artsa her
ikisinin
hakkı
da artar. Noksanlaştığı takdirde de her ikisinin hakkı azalır. Nitekim ölenin malı vasiyet
zamanında
bin dirhem olsa ve daha sonra
fazlalaşıp, taksimden önce ikibin dirheme varsa musâ
leh
ikibin dirhemin üçte birini alır. Aksine, malı ikibin dirhem olsa ve hiç kimsenin müdahalesi
olmadan,
taksimden önce bin dirheme düşse, o zaman musâ leh bin dirhemin üçtebirini alır.»
Ekmel'de şöyle demiştir: «Doğrusu Şeyhu'l-İslâm Hazerzâde'nin
dediği olmalıdır. Çünkü takdim
ancak
musâ lehin hakkın çıktığı suret ve manaya muteallik
kılınmasıyla tasavvur edilebilir. Musâ
lehin
hakkı terikenin üçte birinden çıkınca varisin hakkının, suretine taalluk etmesine mâni olur. O
zaman
bu musâ lehin hakkının varislerin hakkına takdimi olur. Ama vasiyet mutlak olduğu takdirde,
artık
orada takdim tasavvur
olunamaz.
«İhtiyâr'da tercih edilen ise bunun hilâfınadır». Yâni Şeyhü'l-İslâm'ın geçen kavlinden tercih ettiği
görüşün...
İhtiyâr'ın ibaresi aynen şöyledir:
«Eğer
vasiyet edilen şey bir ayn ise,
terikenin üçte birinden sayılır ve infaz edilir. Şayet vasiyet üçte
bir
ve dörtte bir gibi bir cüzi şâyi ise, musâ
lehû varislere ortak olur;
terikenin mal itibariyle
fazlalaşması ile onun hîssesi de artar. Noksanlaşması ile de noksanlaşır. Musâ lehin payı da varisin
payı, terikeden verildiği gibi verilir. Geçen âyete
binâen musâ lehin hissesi, terikenin varisler
arasında
taksimine takdim edilir.»
Bu
meselenin özeti şudur: Vasiyet, ev ve elbise gibi bir ayn olursa, vârislerin
hakkına takdim
edilmesinde ihtilaf yoktur. Şöyle ki: Vasiyet terikenin üçte
birinden verildiği takdirde,
terikeden
yalnız
o ayrılır. Varislerin onda hiç bir
hakları da yoktur. Onun dışında
kalan da, varisler arasında
taksim
edilir. Ama vasiyet mutlak olursa o zaman o vasiyetin terikede şâyi
olmasına ve terikenin
artması
ile artmasına, azalması ile azalmasına bakan kimse vasiyetin takdim edilmeyeceğini
söyler.
Aksine
musâ leh varislere ortaktır. Terike onun alacağı kadarını kaplayacak olsa bile, hakkını yalnız
başına
alması mümkün değildir. Borç ve benzerleri ise bunun aksinedir.
Mirasın
taksiminin, ancak musâ lehin payı çıktıktan sonra, yapıldığına bakan ise vasiyetin
mirasdan
önce
geldiğini söyler. Zira eğer evvela musâ lehin hissesi ifraz edilmese ve varislerle ortak sayılsa
sanki
onlardan, terekenin üçtebirine sahip birisi gibi onlarla birlikte taksime girmesi gerekir.
Bundan
da fâsid bir durum meydana gelir, şöyle ki: Kadın ölse ve geriye kocası ile anababa bir iki
kızkardeşi kalsa ve Zeyd'e de malının üçtebirini vasiyet etmiş olsa; evvelâ
musâ bih olan üçtebir
çıkar,
yani Zeyd malın üçte birini alır. Sonra da geri kalan miktar, yediye bölünür. Bunun üçü
kocasına dördü de anababa bir kızkardeşlerine verilir. Eğer böyle taksim edilmese idi, (musâ leh,
varislerle
birlikte olsaydı) terikenin dokuza
taksim edilmesi gerekir. O durumda da musâ leh iki,
kocası
üç anababa bir kızkardeş de dört hisse alacaktı. Bu durumda da musâ lehin hissesi
azalacaktı. İşte yukardaki «fasit bir durum» dediğimiz
budur.
Bu
ifadeye dikkatle bakarsan, ulemâ arasındaki ihtilafın, lafzî olduğunu anlarsın. Zira iki görüş
sahiplerinden
her biri, diğerinin söylediğini kabul etmektedir. Aralarındakî tartışma sadece musû
lehin
hissesinin önce verilmesine takdim edilip, denilmeyeceği hususundadır. Zeylaî'nin
geçen
sözleri,
denilemeyeceğine delalet eder. İhtiyâr sahibinin sözü de aynı şekilde, denilemeyeceğine
delâlet
eder. Zira o, Şeyhu'l-İslâm'ın «musâ leh vârislere ortaktır» sözüne uymuş daha sonra da,
musâ
lehin payının terikenin taksiminden
önce verileceğini söylemiştir. Demek
ki ihtiyar sahibi,
takdim
ile ortaklık arasını birleştirmiştir. Kabule şayan olan bu tahkiki ganimet bil. Tevfik
Allah'tandır.
«Ayette ilh...» Yâni Allah Teâlâ'nın: «Yaptığı vasiyetten veya borcundan arta kalanın...» sözünde...
«Çünkü
vasiyetin yerine getirilmeme endişesi vardır.» Zira vasiyet karşılıksızdır.
Bu da varislere zor
gelir
ve vasiyetten hoşnut olmazlar. Ama
borç bunun aksinedir. Yahutta, âyette vasiyetin önce
zikredilmesi vasiyetin, hayır ve tâat olmasından dolayıdır. Borç ise genellikle, garantl altındadır.
Bundan
dolayı Peygamber (s.a.v.) borçtan
Allah'a sığınmıştır. Vasiyetin âyette borçtan evvel
zikredilmesinin üçüncü bir sebebi de onun hükümünün muhataplarca meçhul olmasındandır. Borç
ise
böyle değildir. Bu bahsin tamamı
Zemahşerî'den naklen Sekbu'l-Enhur'dadır.
«Beşinci
olarak ilh...» Techizden önce, başkasının hakkının taalluk ettiği bir aynın ödenmesi ile
başlaması itibarı ile beşinci.. Şu kadar var ki; techizin terikeden olmadığı yukarda geçmişti. Bundan
murad
ise terikeye taalluk eden haklardır. O halde bunlar dörttür.
«Kolan
mal taksim edilir». Musannıf daha evvel dediğt gibi burada
«takdim edilir» demedi. Zira
varisler
arasındaki taksim, hakların en sonuncusudur. Dolayısıyle bunun, kendisinden önce geldiği
birşey
kalmadı.
«Yâni
mirasları kitap ile sabit olan ilh...» Yâni Kur'an ile... Bunlar da şu kişilerdir: Anababa,
karıkoca. oğullar, kızlar, erkek kardeşler ve kız kardeşler.
«...
Veya sünnetle ilh...» ibareden
anlaşıldığına göre, varislik sebeplerinin üçünün de bir araya
gelmesi
mümkündür.
Burada
sünnetten murad : Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den rivâyet edilendir.
O da ister Hz. Peygamber'in
oğlun
kızına, anababa bir kızkardeşe, baba bir kızkardeş ile öz kızına veya anneanne olan nineye
miras
vermesi gibi fiili olsun, ister şârihin misal verdiği gibi Peygamber'in sözü olsun farketmez.
Bu
Sekbu'l-Enhur'da ifade
edilmiştir.
«Veya
temâ ile ilh...» Yâni ümmeti
Muhammed'den olan müctehidlerin
görüşlerinin herhangi bir
asırda
şerî bir hüküm üzerinde ittifak etmesidir.
Bazı
âlimler de burada icmâdan muradın, bir müctehidin sözü olduğunu söylemişlerdir.
Buna göre :
Kur'an
lafzının, Kur'an'dan herhangî bir
âyete itlak edilmesi gibi,
burada da bütünün parça üzerine
itlak
olunmasıdır. Zira icmâ bu şekilde tarif edilirse zev'I-erham gibi, varis olduğunda
ihtilaf edileni
de
kapsar. Bunu düşünmek lazım. Zira, icmâ böyle tarif edilirse müctehidlerin görüşlerinin ittifak
ettiği
bir mevzu, icmâ'ın dışına çıkar. Hem de bir varisin verâsetinde
ihtilaf eden âlimin delil, ona
göre
ya Kitap veya sünnettir. O zaman tevile ihtiyaç kalmaz.
«Zira
icmâ, dedeyi baba gibi kılmıştır.
İlh...» Yâni icmâ; dedeyi baba gibi, nineyi anne gibi,
oğlun
kızını
öz kızı gibi bababir erkek kardeşi ana baba bir erkek kardeş gibi, bababir kız kardeşi de
anababa
bir kızkardeş gibi kılmıştır. Sekbu'l-Enhur.
«Üç
şeyden biri ile ilh...» Yâni bu üç
şeyden herbiri ile mirasta hak
sahibi olunur. Ancak bu üç illetin
hepsinin
veya bazılarının bir arada bulunmaları gerekli değildir. O halde bu, üç sebepten ikisinin de
bulunması
mirası hak etmeye zıt değil. Bunun
örneği şudur: Birisinin, amcasının kızı olan veya
azadlısı
olan hanımı ölse, kocası mirasının yarısını kocalık ile geri kalanını da ya asabe olarak veya
velâ
iIe alır. Anla
«Sahih
nikâh ilh...» İcmaâ göre zifaf ve halvet olmasa bile... Dürrü Müntekâ.
«Fasit
bir nikâh ile olmaz». Fasit nikâh; şahitlik gibi, sıhhat şartlarından birisinin bulunmamasıdır.
Mut'a
nikahı, muvakkat nikah gibi muvakkat
olanlarda müddet bilinmese veya esah
olan kavle göre
uzun
olsa bile batıl nikah ile de miras hak edilmez. Nitekim bu. nikah bahsinde geçti.
»...Ve
veladır». Yâni her iki nevi ile
de, yâni âzâd ile de muvâlât ile
de...
M
E T İ N
Terikede
hak sahibi olanlar sırasıyla on sınıftır. Musannıf bunları, şu sözleri ile ifade etmiştir:
Terikenin
taksimi şu sıraya göre yapılır:
1
- Farz sahipleri. Yâni sehimleri takdir olunanlar. Bunlar da on ikidir. Bunların üçü erkeklerden
yedisi
kadınlardan olmak üzere; (Onu) nesep ikisi de sebebiyet yoluyladır. Onlar da, karı ve kocadır.
2
- Nesep yoluyla olan asabeler, Buradaki «elif-lâm» cins içindir. Dolayısıyla bunda tekil ile çoğul
birdir.
Musannıf bunu (yukarıda geçen) «farz sahipleri ne uygun olsun diye çoğul yapmıştır. Nesep
yoluyla olan asabelerin öne alınışı, onların daha kuvvetli
olmasındandır.
3
- Kadın bile olsa âzâd edenler ki bunlar asabe-i sebebiyeyedir.
4
- Azâd edenin, erkek asabesi. Çünkü kadınların ancak kendi azâd ettiklerinde velâ hakları vardır.
5
_ Neseb yoluyla farz sahibi olanlara (ashabı feraiza) kendi hakları kadar red yapılır.
6
- Zevi'l-Erhâm'a,
7
Mevlâ'l-Muvalât. Bunlar velâ
kitabında geçmişti.
Mevlâ'l-Muvâlât'a, karıkocadan
birinin
hissesinden sonra kalan verilir. Bunu Seyyid zikretmiştir.
8
- Nesebi sabit olmayıp, başkası
üzerine ikrar olunan mukarrun leh. Eğer mukarrun aleyhin tasdiki
ile
veya mukarrin ikrârı gibi ikrâr etmesiyle, yada başka bir erkeğin şahitliği ile sâbit olursa, nesebi
hakikaten
sabit olur. Böyle olursa mukir
ikrarından dönse bile nesebi ikrar edilen varislere
Mukarrun
leh Mukirin ikrarını rücûundan evvel
tasdik etse bile hüküm
aynıdır.
Bu
bahsin tamamı Sirâciye şerhlerinde.
özellikle Ruhu'ş-Şuruh'ta
vardır.
Ben,
bunu, Ruhu'ş-Şuruh'a yazdığım talikte özetledim.
9
- Kendisine terikenin üçte
birinden fazlası vasiyet edilen musâ
leh. Malının tamamını vasiyet etse
bile
durum aynıdır. Mukarrun lehin musâ lehden önce miras almasının sebebi, mukarrun leh için bir
çeşit
yakınlık olmasıdır. Musâ leh ise böyle değildir.
10
- Bu sayılanlardan hiçbirisi
bulunmazsa ölünün terikesi miras olarak değil, müslümanlara fey
olarak
hazineye konulur.
İ
Z A H
«Terikede hak sahibi olanlar sırasıyla on sınıftır» Allâme Muhammed bin eş-Şıhne bunları, burada
zikredilen
tertip üzere, üstadlarımızın üstadı fakih İbrahim es-Saihânî'nin şerhettiği ferâize ait
manzum
eserinde toplamış. Ve şöyle demiştir: «Terike, farz sahiplerine (ashabı faraiza) sonra
asabeye,
sonra köle azâd ederek cömertlikte bulunan mütika, sonra dede gibi onun asabesi olana
verilir.
Sonra nesep yoluyla olan ashabı feraiza red yapılır. Bunlardan sonra zevi'l-erhâm, sonra
başkası üzerine ikrarda bulunulan, sonra kendisine terikenin üçte birinden fazlası vasiyet edilen
musâ
leh, daha sonra da hazine gelir.»
İbnu
Şıhne şiirde geçen «mühmel» sözü ile nesebi sabit olmayıp, nesebini başkasına yüklemekle
ikrar
olunan mukarrun lehi kasdetmiştir.
Ben
derim ki: Mûtıkın asabesinin zikredildiği her yerde, mevâlinin yani mevtâ'l-muvâlâtın
asabesi'nin de zikredilmesi uygun olurdu. Çünkü ileride
geleceği gibi mevâlî de mûtıktan
sonra
miras
alır. Bu durumda miras alan sınıfların sayısı onbire
çıkar.
BİR
UYARI:
Şârihin,
burada «terike» kaydını koyması verasetîn malı olan aynlarda câri olmasından dolayıdır.
Haklara
gelince: satılan malın semen karşılığı hapsedilmesi ve rehinin hapsedilmesi gibi miras olan
haklar
vardır.
Şuf'a
hakkı, şart muhayyerliği kazif hakkı olan had ve evlendirme hakkı gibi miras olmayan haklar
vardır.
Bu
ve daha sonra gelecek olan muhayyerlikler, Bey' (alım satım) bahsine bakınız.
Meselâ
bir küçüğün öz kardeşi ölse ve geride bir oğulu bir de baba bir kardeşi kalsa, küçüğü
evlendirme
hakkı oğlunun değil bababir kardeşinindir.
Velâyetler,
âriyetler ve emânetler de mirâs olmazlar. Meselâ; ireti alan ölse vârisi onun yerine
mustair
olamaz. Bir şeyi vedia olarak alan kişi de aynı şekildedir. Hibe'den rücû hakkı ve velâ'da
miras
olmazlar.
Meselâ
mu'tık öldükten sonra geride iki oğlu kalsa ve bunlardan birisi ölse; ölenin geride varis
olarak
bir oğlu kalsa velâyet hakkı olduğu
gibi mûtıkın sağ kalan oğluna
aittir. Sonra bu oğlu da
ölüp
geride iki oğlu kalsa velâ hakkı, bu iki oğulla, mûtıkın ilk ölen oğlunun oğlu arasında üçe
taksim
edilir. Böylece velâ hakkının babalarından değil dedelerinden almış gibi olurlar.
Alimler,
kabul muhayyerliğinin de miras olmayacağında icmâ halindedirler.
İcâre
bey'u'l-fuzûlî satıştaki vâde de miras olmaz. (Ayıp muhayyerliği)nin miras olup olmayacağı ise
ihtilaflıdır.
Bazı âlimlerce miras olacağı söylenmiştir. Dürer'de sadece bu görüş verilmiştir.
Tahâvî'nin
şârihi de hıyaru'l-aybın miras
olacağında icmâ olduğunu iddia etmektedir. Bazı âlimler
ise
hıyaru'l-aybın vâris için, daha
işin başında sâbit olduğunu söylemişlerdir.
Kısas
konusu da aynı şekilde ihtilaflıdır.
Hıyaru'r-ruye (görme muhayyerliği) hususunda sahih olan görüş, onun miras olacağıdır.
Hıyaru't-tayin ise varis için daha ilk anda sabit .olur. Meselâ bir kişi birisini seçmekte muhayyer
olmak
şartıyla iki köle alsa varis için seçme hakkının ibtidâen sabit olacağında fakihler ittifak
etmişlerdir.
Hıyâru'l-vasıf (satın alınan malda olması şart koşulan vasıf muhayyerliği) de Feth'de de denildiği
gibi
fukahanın icmaı ile vârise intikal eder. Bundan hıyaru't-tağririn
(aldatılma halindeki
muhayyerlik) de miras olacağı anlaşılır. Çünkü hıyaru't-tağrir vasfın fevtine benzer. Allâme Makdisi
de
buna meyletmiştir. Tenvir sahibi ise bunun aksine meyletmiştir. Ancak Tenvir sahibinin manzum
olarak
yazdığı fıkıh kitabında birinci
görüşe meylettiği görülmektedir. Eşbâh'tan ve Şeyhimiz,
Allâme
Bâlî'nin Eşbâh üzerine şerhinden özetle...
«Yâni
sehimleri takdir olunanlar ilh...» Bunlar; yarımı dörttebir şeklinde bir, üçte iki, üçte bir altıda
birdir.
Sirâc.
«Üçü
erkeklerden ilh...» Bunlar; baba, dede ve anabir erkek kardeştir. H.
«Yedisi
kadınlardan ilh...» Bunlar da; kız, oğlunkızı, anababa bir kızkardeş, bababir kızkardeş,
annebir
kızkardeş, anne ve ninedir.
H.
«Dolayısıyla bunda tekil ile çoğul birdir.» Zira bilinmektedir ki «elif lâm» bir kelimeye bitiştiğinde o
kelimedeki çoğulluk manasını iptal eder. Öyle ki tekil gibi, her bir ferdi kapsar. Eğer birisi «nisa» :
«Kadınlar»
kelimesini «el-nısâ» olarak söyleyerek, «Allah'a yemin ederim ki kadınlarla
evlenmeyeceğim» diye yemin etse tek bir kadınla evlendiği takdirde de yeminim bozmuş
olur. Eğer
«nisa»
kelimesini «elif-lâm»sız olarak söylerse, ancak üç kadınla evlendiği takdirde yemini bozmuş
sayılır.
Yakûb.
«Musannıf
bunu, farz sahipleri, sözüne uygun
olsun diye çoğul yapmıştır.» Bu
mukadder bir
sorunun
cevabıdır ki, takdiri şöyledir: Müfred olarak «asabe» denilseydi daha kısa olurdu. Nitekim
bunun
karşılığı olan, asabe-i sebebiye müfred olarak tabir edilmiştir.
Bu
sualin cevabı şudur: Musannıf, onda
çoğul manası olmasa bile, onunla yukarıdaki «farz
sahipleri» sözünü eşleştirmeği istediği için, onu lafzen çoğul yapmıştır. şu do
denilebilir: Asabenin,
asabe
binefsihi, asabe bigayrihi ve asaba maagayrihi gibi, müteaddid nevileri
olduğu için çoğul
yapmıştır.
Nitekim bunun izahı ileride de gelecektir. Yine denilebilir ki: Bu kelimedeki çoğul
manasını
iptal etmeye vesile olan şeyi nesep yoluyla asabe olanın kölesini azad eden mutıktan
evvel miras alması için, taaddüdünün şart olmamasıdır. Aksine bir tek varis de olsa yine
mûtıktan
önce
miras alır. Ama farz sahipleri bunun
aksinedir. Çünkü onlardan tek başına asabeden önce
miras
alacak kimse yoktur. Yâni asabe onunla birlikte miras alamaz. Zira, farz sahipleri içersinde
malın
tamamını farz olarak, tek başına alacak kimse yoktur. Başka bir mana ile asabeden önce
miras
alan olsa bile durum budur. Asabeye ancak farz sahibi hissesini aldıktan sonra artan verilir.
Düşün.
«Nesep
yoluyla olan asabelerin öne alınışı onların daha kuvvetli olmasındandır.» Bu söz «sonra»
kelimesinden anlaşılan takdimin illetidir. Seyyid şöyle demiştir: Asabe-i nesebiye, asabe-i
sebebiyeden
daha kuvvetlidir. Bu hususta seni tatmin edecek illet şudur: Nesep cihetinden olan
ashab-ı
feraiz-e red yapılır. Ama karıkoca gibi sebep yönüyle olan ashab-ı feraize red yapılmaz.
«Kadın
bile olsa azâd edenler ilh...» Burada evlâ olan; ihtiyarî olanı da
zarûrî olanı da kapsaması
için,
Sirâclye'nin dediği gibi «mevlâ'l-ıtâka» denilmesi idi. «İhtiyârî âzâd: Itâk âzâd» kelimesi ile veya
onun
bir dalı olan «tedbir» ile âzâd etmesi yada mahrem olan bir akrabasını satın olması ile onun
âzâd
olmasıdır. Zarûrî âzâd ise : Kendisine mahrem olan bir akrabasının miras olarak eline
geçmesidir. Yakın akrabasını miras olarak alınca, o zarureten âzâd olur.
Burada
murad mevtâ'l-itakanın cinsidir. O
zaman erkeği ve kadını kapsadığı gibi, mûtıkın ve
babanın
mûtıkı gibi vasıta ile mûtık olanı da
kapsar. Nitekim yakında gelecektir.
İbnu
Kemâl'in dediği gibi bu tabir
herkesçe bilineni de, mukarru lehi de kapsar. Herkesçe bilinen,
mukarrun
leh den evvel gelir. Mukarru lehin miras almasının sıhhati için. mukarrin marûf bir
mevlâl-itakasının
bulunmaması ve şer'in tekzip edilmemiş olması şarttır.
MÜHİM
BİR UYARI:
Velânın
sûbûtunun şartı: Annesinin aslen hür olmamasıdır. Yâni ne annede ne de aslında köleliğin
olmamasıdır. Eğer anne aslen hür ise babası âzâd edilmiş bir köle bile olsa onun çocuğu üzerinde
kimsenin
velâ hakkı yoktur. Bedai'de de böyle denilmektedir.
Azâdlı
bir köle, aslı hür bir kadın ile evlense, annenin hür asıllı oluşu ağır basacağı için çocukları
üzerinde
kimsenin velâ hakkı yoktur. Dürer'den
ve diğer kitaplardan naklen
Sekbu'l-Enhur'da da
böyledir. Bu bahsin tamamı Sekbu'l-Enhur'dadır. Bizim, velâ bahsinde söylediklerimizi de hatırla.
Zira
bu mesele çok hataya düşülen bir
meseledir.
«...
Ki, bu asabe-i sebebiyedir». Bu söz,
asabesine değil, mûtıka hastır. Halbuki aşlı böyle değildir.
Aksine
asabe-i sebebiye, mûtık ile asabesinin hepsidir. Allâme İbnu'l-Hanbelî'nin Sirâciye Şerhi'nde
de
böyledir. Binaenaleyh şarihin «asabeler» faslında gelecek olan sözüde bu şekilde yorumlanır.
Seyyit'in sözünün bunun hilafını
zannettirmesine, Yakup cevap
vermiştir. Buna göre şarih,
musannıfın
: «Sonra erkek olan asabeleri gelir» sözünden sonra ikil zamiri ile «onlar asabe-i
sebebiyedir»
demesi uygun olurdu.
«Azâd edenin erkek asabesi ilh...» Yâni kendiliğinden asabe olarılar. O halde bu kesinlikle
erkeklerden olur. Mûtikın asabesinin, mevlâ'l-ıtakaya asabe binefsihi olması, ölen için asabe-i
sebebiye
olmasına ters düşmez.
İbnu'I-Hanbelî'de böyle der. Buna göre;
âzâd edilen öldüğünde,
vâris
olarak efendisinin oğlu ile kızını bıraksa, miras yalnız efendisinin oğlunundur.
Eğer aynı kişi
efendisinin
kızı ile kızkardeşini bıraksa her ikisinin de mirastan hakkı yoktur.
«Çünkü
ilh...» Bu söz, musannıfın asabeyi «erkek» kelimesi ile kayıtlamasının illetidir. Zira Seyyid
bu
kaydın gerekli olduğunu söylemiştir. Ancak bu durumda mûtık sözü
yakın olan mûtık ile, uzak
olan
mûtıkın mûtıkını da kapsar. ister kadın alsun ister erkek olsun aynıdır. Ama mûtıktan murad;
ilk
akla gelen yakın mûtık ise o zaman asabeyi «erkek» kelimesi ile kayıtlamaya ihtiyaç kalmaz.
Mûtıkın
asabesinden murad da erkeklerden ve kadınlardan olan asabe-i sebebiyedir. Erkek köleyi
âzâd
eden mûtık ve cariyeyi âzâd eden mûtık gibi. Asabe-i nesebiyyede böyledir. Şu kadar var ki
ikincisinde asabebi'1-gayr ve asabe maa'l-gayr değil asabe binefsihi olması gerekir. Ve yukarda da
geçtiği
gibi sadece kesinlikle erkeklerden olur.Çünkü bu husustadaha önce gecen bir hadis vardır.
BİR
UYARI:
Musannıfın
burada yalnız mûtıkı ve asabesini zikretmesi ifade ediyor ki; eğer mûtıkın bir asabesi
olsa
ona miras düşmez. Bunun izâhı şöyledir: Bir kadın, bir köle âzâd etse sonra da kocası ile
kocasından
olan oğlunu bırakarak ölse, daha sonra da âzâd ettiği köle ölse kölenin mirası oğula
kalır,
çünkü oğul ölen kadının asabesidir. Ama eğer oğul ölen annesinin azâd ettiği köleden önce
ölürse
kocasına miras düşmez. Çünkü koca, kadının asabesinin asabesidir.
Bir
kişi, bir köle âzâd etse. sonra azatlı başka bir köleyi âzâd etse ve üçüncü
olarak âzâd edilen
ölse
de geride ilk âzâd edenin asabesi kalsa o mirası alır. Mû'tıkın asabesinin asabesi suretinde
olsa
bile yine aynıdır. Ancak mû'tıkın asabesinin asabesi olduğundan dolayı değil, birinci olarak
âzâd
edilen köle, ölen kölenin velâsını çektiği içindir. Çünkü bu durumda, ilk âzâd edilenin asabesi,
birinci
azad edenin yerine kaim olur Zirâ
hadis buna delâlet eder.
Biz
bunu velâ bahsinde Zahîre kitabının
velâ bâbından özetle. Takdim
etmiştik. Hadis hakkında
söyleneceklerin tamamı ileride gelecektir.
«...Red
yapılır.» Yâni asabeden
zikredilenlerden birisi bulunduğu
zaman, ashab-ı ferâizden artan
miras,
neseb yoluyla olan, farz sahiplerine reddolunur. Burada, «neseb yoluyla farz sahipleri», sözü
ile
karıkoca gibi sebep yoluyla olan farz sahipleri hükmün dışına çıkartılmıştır. Zira reddin sebebi
takdir
edilen pay alındıktan sonra kalan yakınlıktır. Evlilik yakınlığı ise
hükmi olup, hissenin
alınmasından
sonra kalmaz. O halde sebebi bulunmadığı için karıkocaya red yapılmaz. Bunu Yakup
ifade
etmiştir. Bu bahis Eşbâh'tan naklen de. gelecektir. Velâ bahsinde, zamanımızda karıkocaya da
red
yapıldığı geçmişti. Bu bahsin tamamı
inşaallahu Teâlâ gelecektir.
«Hakları
kadar ilh...» Yâni sayı olarak değil nisbet olarak... Çünkü bazen onlara red olarak verilen,
farz
olarak verilenden daha az olur.
Meselâ anne-baba bir iki kızkardeş ile anne-bir bir kız-kardeşe
farz
olarak verilenden daha az red
yapılır. Bazen de bunlar eşit
olur; anne-bir iki kızkar-deş ile anne
gibi.
Bazan anne bir kız kardeş ve nene de olduğu gibi, red olarak verilenden fazla olur.
Nispet
şekli şöyledir: Terikenin yarısı
farz olarak verilen kişiye,
terikeden kalanın yarısı da red
olarak
verilir.
Terikeden
üçte bir verilen kimseye red yapılırken de, aynı şekilde üçte bir verilir. Meselâ kişi
öldüğünde
geriye vâris olarak anne. baba bir kızkardeş ile annesini bıraksa o zaman mesele altıdan
halledilir.
Altının yarısı olan üç ana-baba bir kızkardeşe, üçte biri olan iki de anneye verilir. O zaman
hisselerin toplamı beş olur. Geriye bir kalır. O da payları nispetince, onlara red yapılır.
Anna-baba-bir
kızkardeşe geri kalan birin beşte üçü, anneye de beşte ikisi verilir. Böylece red
meselesi de, beşe rücû eder. Bunun izahı yerinde gelecektir.
«Zevi'l-Erhâm
ilh...» Yâni nesep cihetinden
farz sahibi ve asabe olmadığında terikenin taksimine
zevi'l-erhâm
ile başlanır. Bu durumda
zevi'l-erhâm terikenin tamamını
alır. Vârislerden, sadece
karı-kocadan biri kalmışsa onun hissesinden kalanın tamamıda zevi'l-erhâm'a verilir. Çünkü karı
veya kocaya red yapılmaz.
«...
Mevle'l-Muvâlât ilh...» Ölenin zevn-erhâmdan da varisi kalmadığı takdirde mevlâ'l-muvâlât şöyle
olur:
Bir kimse diğerine: «Öldüğüm takdirde benim mevlâmsın ve benim mirâsımı alırsın, cinayet
işlediğim
takdirde de diyetimi verirsin» der.
Velânın sahih olması içm bunu diyen kişinin arap
olmaması,
arapların âzâd ettiklerinden olmaması nesebe dayanan bir vârisinin bulunmaması, ve
hazine
veya başka bir mevlâ'l-muvâlatın onun akilesi
olmaması şarttır. Bu durumda
mevlâ'l-muvâlâtı
kabul eden kimse onun mirasını alır. Bunun aksi de olabilir. Ancak, aksinin
olabilmesi
için, her iki taraftan da şart koşulması ve şartların karşılıklı tahakkuku lâzımdır. Mevtâ
olan
kimse onun yerine diyet ödemedikçe, anlaşmadan dönebilir. Bu hüküm Hz. Ömer, Hz. Ali ve
birçok
sahabenin görüşüdür. Mevlâ olanın
asabesinde, mevlâ'l-itâkanın asabesinin tertibine göre
onun
mirasını alırlar. Bunu musannıf
her ne kadar zikretmemişse de... Sâihanî, Manzûme şerhinde
söylemiştir. Biz de şartlarının tamamını ve izahlarını velâ bahsinde zikrettik.
«Nesebi
sâbit olmayıp, başkası üzerine ikrar olunan mukarrun leh,» Yâni mevlâ'l-muvâlât do
bulunmasa
o zaman nesebi başkası üzerine ikrar olunan mukarrun leh gelir. O zaman da malın
hepsi
ona verilir. Karı-kocadan birisi
bulunduğu takdirde onun hissesinden arta kalan verilir.
«...Başkası üzerine ilh...» Yâni nesebini kendinden ikrârı, başkasından olan nesebi de tazammun
eden..
de. Meselâ bir kişinin, kardeşi olduğunu veya oğlunun oğlu olduğunu ikrâr etse o ikrar aynı
zamanda
nesebin babanın veya oğlunun üzerine de yüklenmesini
tazammun eder. Musannıf bu
sözüyle, nesebin başkası üzerine yüklenmesini tazammun etmeyen durumdan kaçınmıştır. Meselâ
bir
kışı nesebi meçhul olan birisinin kendi oğlu olduğunu ikrâr etse, o ikrâr, nesebi meçhul olan
kişinin
nesebinin sabit olmasını gerektirir. Eğer bu ikrâr, mukirdeki hürriyet akıl ve bulûğ gibi
ikrarın
sıhhat şartlarını kapsıyor ve mukarrun leh de onu tasdik ediyorsa oğlu olduğunu iddia ettiği
kimse
de yaş itibariyle ona oğul olabilecek durumda ise, nesebi meçhul olan o kişi nesebe dayalı
olan
varisleri arasına girer. Hastanın sahih olan ve sahih olmayan ikrârı hususundaki sözlerin
tamamı
şartlarının beyanı ile birlikte
hastanın ikrarı konusunda geçti. Yine biz bunu Mültekâ'nın
nazmu'l-teraizi
üzerine yazdığım. er-Rahîku'l-Mahtum
Şerhi Kalâidi'd-Durru'l-Manzum
ismindeki
eserimde
de yazdım. Câmiu'l-Fusûleyn'in yirmi dokuzuncu faslının sonundaki çok önemli meseleler
vardır,
oraya müracaat etmek gerekir.
«Nesebi
sâbit olmayıp ilh...» Bu ikinci bir
kayıttır. Şârih bunun muhterizini de beyan etmiştir.
Sirâciye'de
üçüncü bir kayıt daha vardır. O da Mukirrin ikrârı üzere ölmesidir. Zira ikrârından
döndüğü
takdirde ikrârı hesaba katılmaz ve mukarrun leh de miras alamaz.
Bu
sıfatlar mukarrun lehte toplandığı
takdirde. bize göre zikredilen sırada vâris olur. Çünkü mukir
iki
şeye ikrâr etmiştir; birisi nesep, diğeri ise miras sebebiyle malda hak sahibi olmasıdır. Şu kadar
var
ki nesebi ikrârı bâtıldır. Çünkü bu
mukarrun lehin nesebini başkasına yüklemektedir. Başkası
aleyhindeki
ikrar ise bir iddiâdır, dinlenmez. Mal ile ikrârı ise sahih olarak kalır. Çünkü mukarrun
lehin
bilinen bir vârisi olmadığı takdirde
bu ikrâr başkasına geçmez. Yâni bu ikrar manen vasiyet
olur.
Bundan dolayı da ondan dönmek caizdir. Bu miras mukarrun lehin ne ferilerine (çocuklarına)
ne
de aslına (atalarına) intikâl eder.
«Mukarrun
aleyhin onu tasdiki ile ilh...» Yâni
mukarrin babası: «Evet o, benim oğlum ve senin
kardeşindir» derse veya vârisler ikrâr ehlinden olupta mukirri tasdik etseler yine aynıdır.
Ruhu'ş-Şurûh'tan...
Burada «varislerden» maksat, mukirrin vârisleridir. Yâni mukirrin çocuklarının
«Evet,
o amcamızdır» demeleridir.
T,
«...Veya
mukirrin ikrârı gibi ikrâr etmesiyle ilh...» Yâni mukirrin ikrârını bilmeden, «o. benim
oğlumdur»
demesiyle... Zira eğer bilmiş
olursa o zaman onun ikrarı mukirrin ikrârını tasdik olur.
Zâhir
olan şudur: Kişi nesebini kendi üzerine yüklerse, başka birisi ikrâr etmese bile ondan ve
başkasından da kasden miras alır. Bunu T. ifade
etmiştir.
«Veya
başka bir erkeğin şehadet etmesiyle ilh...» Yâni mukirrin ikrarı ile birlikte başka bir kişi de
şahitlik
etse. Şârih, hastanın ikrârı konusunda «başkası hakkındaki ikrâr, ancak burhanla sahih
olur.
iki kişinin ikrârı da bundandır» demiştir. Bundan anlaşılan şudur: Bu ikrarda şehâdet lafzı
gerekli
değildir ve hastanın ikrarı vârisin ikrârı ile birlikte sahihtir. Muris ikrâr etmese bile böyledir.
«Mukir
ikrârından dönse bile ilh...» Ruhu'ş-Şuruh'ta şöyle
denilmiştir: «Bilinmelidir ki; mukarrin
ikrârı
ile birlikte başka bir kişi de şahitlik etse, veya mukarrun aleyh yada varisleri ikrara ehil olup
da
onu tasdik etseler, o zaman mûkirrin ölümüne kadar ikrârı üzere ısrar etmesi şart değildir.
Dolayısıyla ikrarından dönmesinin bir faydası yoktur. Çünkü o zaman nesep
sâbit
olmuştur.»
Sekbu'l-Enhur'da
: «Mukirrin ikrârından dönmesi sahihtir, çünkü ikrar manen bir vasiyettir.
Dolayısıyla mukarrun leh onun terekesinden birşey alamaz» denilmektedir.
Sirâciye'nin
Minhâc adlı şerhinde de şöyle
denilmiştir: «Mukirrin ikrardan dönmesi, rücûundan
evvel mukarrun aleyhin onun ikrârını tasdik etmediği veya onun ikrârı ikrârda
bulunmadığı takdirde
sahihtir.
ilh...»
Buna
göre, Minah'ın Sîrâciye'nin bazı
şerhlerinden naklettiği «Bu rücûun
sahih olması, mukarrun
leh
tasdik etmediği takdirdedir.» sözünün doğrusu, «mukarrun aleyh tasdik etmediği takdirde»
şeklinde
olmalıdır. Nitekim ben bunu elimdeki nüshada, âlimlerden birisinin el yazısı ile düzeltilmiş
olarak
gördüm.
«Mukarrun
leh mukirrin ikrârını rücûundan evvel tasdik etse bile ilh...» Bu cümle hiç olmasaydı
daha
doğru olurdu: Şârihin bunu yazmasına sebep. Minah'ın geçen ibaresidir. Halbuki onun
ibaresinde
doğru olan şekli ben de gördün. Çünkü mukarrun lehin ikrarı nesebi olarak ispat etmez.
Çünkü
nesebin sübutu ile o
menfaatlenecektir. dolayısıyla o itham altındadır. Mûkirrin ikrarı ile
sabit
olmayan nesep, itham altında olan
mukarrun lehin tasdiki ile nasıl sabit olur? Binaenaleyh
Ruhu'ş-Şuruh
ve diğer kitaplardaki ifade nesebin
mukarrun lehin değil, mukarrun aleyhin tasdiki ile
sabit
olmasına delâlet eder. Bu hususta geniş bilgi «hastanın ikrarı» bâbından öğrenilebilir. Oraya
müracaat
et.
«Kendisine
terikenin... vasiyet edilen ilh...»
Yâni adı geçen varislerden hiç
birisi olmadığı zaman,
malının
hepsinden musâ lehin hakkı verilmeye başlanır ve vasiyetin tamamı ödenir. Çünkü musa
lehin
terikenin üçtebirinden fazlasını almasına engel varislerdir. Varislerden hiçkimse
bulunmayınca bize göre. ona vasiyet edilenin tamamı verilir. Seyyid.
Aşikardır
ki; burada maksat musâ lehin üçte birden fazlasını, varislerin icazetine bağlı olmadan
istihkâk
yoluyla almasıdır. Demekki: «Üçte birden fazlasını alabilmesi için, varislerin olmaması şart
değildir.
zira «onlar icâzet verirlerse üçtebirden fazlasını yine alabilirler» şeklinde bir itiraz varid
olmaz.
«...Bir
çeşit yakınlık olmasıdır.» Doğrusu, Seyyid'in : «onun için bir çeşit yakınlık vardır»
sözüdür.
«Bu
sayılanlardan hiçbirisi bulunmazsa
terike... hazineye konulur» Yâni
üçte birden fazlası vasiyet
edilen
musâ leh de olmazsa, terikenin tamamı hazineye konulur. Terikenin üçte birinden fazla ama
tamamından
azı vasiyet edilmiş olan musâ leh
varsa, ondan arta kalanda hazineye konulur. Şârih
burada
«takdim edilir» değil de «konulur» dedi, çünkü beytü'l-mâlden sonra başka birşey yoktur.
«Miras
olarak değil ilh...» Bu söz Şafiîlerin görüşünü nehyetmektedir. Zira
Şafiîlerin dediklerine şu
itiraz
vârid olûr: Kimsesiz ölen kişinin malı eğer hazineye miras olarak intikal ederse, özel bir varisi
olmadığı
takdirde, malının üçte birini fakirlere vasiyet etmesi sahih olmaz. Çünkü bu varise vasiyet
sayılır.
Bu durumda da diğer varislerin icâzetine tevakkuf eder. Ayrıca o maldan, mal sahibi
öldükten
sonra doğan çocuğa ve babası ile
birlikte çocuğuna da verilir. Eğer miras olsaydı bu
sahih
olmazdı. Şu kadar var ki Şafii mezhebinin muteahhir fakihleri, hazine muntazam olmadığı
takdirde
bunun reddine fetvâ vermişlerdir.
METİN
Metindeki
ibareye göre mirasın mânileri
dörttür. Bunlar:
1
- Kölelik: Mükâtep gibi nakış bile olsa kölelik irse manîdir. Ebû Hanife ve Mâlik'e göre şahsın
yarısı
köle olsa bile yine aynıdır. İmameyne göre ise bir kısmı azâd edilen köle hürdür. Dolayısıyla
miras
alır ve hacbeder. İmam Şafiî ise, bir kısmı âzâd edilen kölenin miras alamayacağını ama
kendisine
mirasçı olunacağını söylemiştir. Ahmed bin Hanbel ise, bir kısmı âzâd edilen kölenin
miras
alacağını, malının miras olacağını ve hür olduğu kadarıyla da hacb
edeceğini
söyler.
Ben
derim ki: Şafiînin zikrettiği bir meseleye göre halis köle olduğu halde öldüğü takdirde ondan
miras
alınır. Bu meselenin sureti şöyledir:
Müste'men
birisi, Darü'l-islâm'da yaralansa ve yaralı olduğu halde darül-harbe iltihâk edip, orada
köle
olsa ve o yara nedeniyle köle olarak ölse. diyeti varislerine
verilir.
Bu
hususta bizim imamlarımızdan bir
nakli görmedim. O halde araştırılsın.
2
- Kısası veya keffareti gerektiren kati: Daha önce geçtiği üzere. kısas ve keffaret babalık hürmeti
ile
düşseler bile mirasa manidir.
Şafiîye
göre ise kâtil mutlak olarak miras alamaz. Eğer kâtil, maktulden evvel ölürse imamların
icmâı
ile maktul ondan miras alır.
3
- İslâm ve küfür şeklindeki din
ayrılığı: İmam Ahmed: «Kafir, terikenin taksiminden evvel
müslüman
olduğu takdirde varis olur.»
demiştir. Mürtede gelince; bize göre ona mirasçı olunur.
Şafiî
ise buna, muhalefet etmiştir.
Ben
derim ki: Şafiîler, kafire mirasçı olunan bir mesele zikretmişlerdir. O meselenin sureti şudur:
Kâfir,
geride hâmile olan hanımını bırakarak ölse, ve biz anasının karnındaki cenine düşen mirası
durdursak,
sonra da kadın müslüman olsa ve çocuğunu doğursa, çocuk o mala varis
olur.
Ben
bu hususta bizim imamlarımızın ise sarih birşey söylediklerini
görmedim.
4
- Bize göre kâfirler arasındaki, ülkelerin farklılığıdır: Şafiî buna da muhalefet etmiştir.
Bu
ülkeler ister harbi ve zımmi gibi
hakikaten muhtelif olsun, isterse müstemen ve zımmî veya bir
Çin'li
ve bir Hint'li gibi ayrı ayrı
ülkelerden olan iki harbî gibi hükmen olsun hüküm aynıdır. Çünkü
aralarındaki dokunulmazlık kesilmiştir. Ama müslümanlar böyle değillerdir.
Metinde
Çinli yerine Türk vardır. Metinler yazıldığında henüz Türkler müslüman olmadıkları için.
Türk
misal verilmiştir. Yanlış
değerlendirilmemesi için kelimeyi değiştirdik. (Redaktör)
Ben
derim ki: Mirâsa mani alan hallerden bir diğeri de suda boğulanlar, yananlar, binaların
yıkıntıları
altında kalanlar ve savaşta ölenlerde olduğu gibi, ölüm
tarihinin bilinmemesidir. Nitekim
bu
ileride de gelecektir.
Yine
mirâsa mâni olan diğer bir hal daha vardır ki o da varisin bilinmemesidir. Bu da beş veya daha
fazla
meselede söz konusudur. Bunlar Müctebâ'da tafsilatlı olarak zikredilmişlerdir. Şu mesele de
vârisin
meçhul olduğu hallerdendir: Kadın.
kendi çocuğu ile birlikte, başka bir çocuk emzirse ve
ölse,
sonra hangisinin kadının çocuğu olduğu bilinmese bunların ikisi de miras alamazlar.
Aynı
şekilde süt annenin yanında bir
müslümanın çocuğu ile bir
hıristiyanın çocuğu karışsalar ve
müslüman
olarak büyüseler ikisi de babalarından miras alamazlar.
Minye'de buna şu da ilâve edilmiştir: «Şu kadar var ki, bunların ikisi anlaşırlarsa her ikisi de
babalarından
miras alırlar ve aralarında taksim ederler.»
İ
Z A H
«Mânileri
ilh...» Mâni lûgatta «hail» (perde) manasınadır. Istılahta ise; sebebi mevcut olduktan
sonra,
şahıstaki bir manadan dolayı hükmün nefyedilmesine sebep olan şeydir. Buna «mahrum» de
denilir.
Şahsın dışındaki bir manadan dolayı hükmün yok olması bu tarifin dışında kalmıştır. Zira o
mahcûbdur.
Veya, yabancı gibi, sebebin kâim olmaması da bu tariften çıkar.
Buradaki
manîden murad vâris kılmaktan değil varis olmaktan men eden şeydir. Din ayrılığı gibi
bazı
maniler her ikisine de mâni olsada maksat budur. Nitekim bunu Rahiku'l-Mahtûm'da
beyan
ettim.
«Metindeki
ibareye göre ilh...» Çünkü fukahadan bazıları bu dörtmâniye, başkalarını da ilâve
etmişlerdir.
Nitekim şârih de ileride zikredecektir.
«Mükâtep
gibi ilh...» Mükâtebin köleliğinin tam olup mülkiyetinin noksan
olduğu açıklanmıştı.
Burada
doğru olan, «müdebber ve
ümmü'l-veled gibi» demesiydi. H. Şöyle de denilebilir: Mükâtebin
köleliğinin
kâmil olması, müdebber ve ümmü'l-velede nispetledir.
Bundan dolayı da mükâtebi
keffâret
olarak âzâd etmek caizdir. Mükâtep, kazancına da mâliktir. Ümmü'l-veled ile müdebber ise
kazandıklarına mâlik değildirler.
Fakat
mükâtebin köleliği «halis köleye» nispetle noksandır. Çünkü müdebber ve ümmü'l-veled gibi
onda
da, hürriyet sebebi akdolunmuştur.
«Şahsın
yarısı köle olsa bile ilh...» O, bir kısmı âzâd edilmiş, geri kalanını da kölelikten kurtarmak
için
çalışan kişidir. Böyle birisi İmamı Azâm'a göre: tam olarak hürriyetine kavuşmak için bir
dirhem
de borcu kalsa köle menzilesindedir.
İmameyn
ise onun hür olduğunu söyleyerek «o
hürdür ve borçludur dolayısıyla
miras da alır hacb
de
eder» demişlerdir.
Bu
ihtilafın sebebi şudur: İmam'a göre âzâd, bölünme kabul eder. İmameyne göre ise etmez.
«İmam
şafiî ise; bir kısmı azad edilen köle miras almaz ama ondan miras alınır demiştir.» Bazı
âlimler
tarafından ise: «Şafiî'den naklolunan :
Onun
ne miras alacağı ne de kendisinden miras alınacağıdır» denilmiştir. Şafiî kitaplarına müracaat
edilsin.
«...Ondan
miras alınır.» Yâni yaralamanın, evveline istinad etme yoluyla... T.
«Ve
yara nedeniyle ilh...» Yâni, köle olmadan önce ona isabet eden yaralanma sebebiyle ölse
ilh... T.
«Diyeti varislerine verilir ilh...» Yâni yaralanma vaktine bakılırsa diyeti varislerinin
olur. ...Zira o yara
nedeniyle,
köle olmadan önce ölseydi onun
mirası varislerinin olurdu. öyle ise köle olduktan sonra
da
mirası onlarındır. Çünkü ölüm
sebebi köle olmadan evvel meydana gelmişti.
T.
«Bu
hususta bizim İmamlarımızdan bir
nakil görmedim». Ama onlar birçok meselede yaralanma
vaktine
itibar etmişlerdir. Buna göre bu
bahsin de, o meselelerden olması. mümkündür. Böyle bir
kölenin
ölümünün, efendisinin mülkiyetinde
iken vâki olduğunu söylemek de mümkündür. O
takdirde
de diyeti efendisinin olur. T.
Ben
derim ki: Benim anladığım şudur: Cânî yani köleyi yaralayan kimseye, bize göre, birşey
gerekmez.
Zira müstemen bahsinde geçtiği üzere; müstemen dârü'l-harbe döndüğü zaman,
dârü'l-İslâmda bir vedlû veya alacağı kalsa sonra da esir edilse veya dâru'l-harb halk mağlup ediIip
müstemen
esir alınsa yada öldürülse, alacağı düşer, kendisinden gaspedilen malı da vediası gibi
olur.
Ortağının yanında kalan veya
ülkemizdeki evinde kalan ise, fey olur. Harbîler mağlup
edilmeden
öldürülse veya ölse, o zaman darü'l-îslâm'daki alacakları ve vediası vârisinin olur.
Çünkü
onun kendisi ganimet
olmamıştır.
Onun
diyeti cânînin üzerine olmadığı bilinmektedir. O halde onun dâru'1-harbe dönüşü ve köle
olması
ile, o diyet düşer. O zaman diyet
varislerinin de efendisinin de olmaz.
Çünkü
cinayet meydana geldiği zaman henüz efendisinin mülkiyetinde değildi. Zira efendisi onu
köle
edindiği zaman o yaralı idi. Bundan
dolayı da efendisi cânîden birşey talep etme hakkına sahip
değildir.
«Kısası
veya keffareti gerektiren ilh...»
Bunlardan birincisi, amden öldürmektedir. O da maktulü
kesici bir alet veya organları parçalamada onun yerine geçen birşey ile, kasden vurarak öldürmektir.
İkincisi
ise üç kısımdır: Bunlar: Şibh-i amd. Sopa gibi, çoğunlukla öldürmeyen birşey ile, ölümünü
kasdederek vurmaktır, hatâen öldürmektir: Bir ara silah atıp bir insana isabet edip öldürmesi gibi
olan
öldürme veya uykudaki bir kimsenin
bir şahıs üzerine yuvarlanarak onu öldürmesi yada bir
kişinin
üzerine damdan düşerek öldürmesi gibidir. Amden öldürmenin yerine geçer. Demekki
sebebiyet
vererek öldürmek bu hükmün haricindedir. Zira sebep olarak öldürmek kısas ve keffareti
icap
ettirmez. Meselâ birisi yola balkon çıkarsa veya kuyu kazsa yada bir taş koysa ve bu yüzden de
mûrisi
ölse, yahut bir hayvanı sürse veya çekse de, o hayvan mûrisini çiğnese, mûrisini kısasen
veya recmen yahutda kendisini müdafaa etmek için öldürse, mûrisini kendi evinde öldürülmüş
olarak
bulsa, kendisi âdil bir hükümdar murisi de bâğî olsa ve onu öldürse, eğer «ben onu haklı
olduğum
halde öldürdüm ve şu onda da haklıyım» dese öldüren mirasçı olur.
Çocuğun
ve delinin, bizzat kendilerinin
öldürmeleri de mirasa mani değildir. Çünkü bunların
öldürülmeleri
ne kısası ne de keffareti gerektirir. Bu bahsin tamamı Sekbu'l-Enhûr ve diğer
kitaplardadır. Havî'l-Zâhidi'de de remizli olarak şöyle denilmiştir: «Koca, zinadan dolayı karısını
veya kadın mahremlerinden bir akrabasını öldürse, bize göre ondan miras alır, Şâfii ise aksi
görüştedir.
Yâni zinanın tahakkuku ile.. Ama memleketimizde köylerdeki çiftçiler arasında olduğu
gibi
yalnız zina ithamı ile öldürürse vâris olamaz. Bunu bil.
Remlî.
Burada
: Keffâretin «gerektiren» sözü ile kayıtlanması, çoğunlukla vaki olduğu sözü keffâretin
müstehap
olduğu, öldürmede de hüküm aynıdır.
Meselâ, bir adam bir kadını dövse ve
kadın ölü bir
cenin
düşürse, adam onun gurresini verir, ayrıca keffâret ödemesi de müstehaptır. Bu durumdaki
adam
keffâret müstehap olduğu halde ceninin mirasından mahrum olur.
Daha
önce geçtiği üzere ilh...» Yâni cinayetler
kitabından...
Şafîîye
göre katil mutlak olarak
ilh...» Yani ister haklı olsun ister haksız, ister mübaşereten
öldürsün,
ister olmasın... Katle Şehâdet ile veya katle şahitlik edeni tezkiye ile de olsa hüküm
aynıdır.
«Eğer
kâtil maktûlden evvel ölürse ilh...»
Yâni yatağa düşecek şeklide yaralasa
ve katil ondan evvel
ölse
maktul icmâ ile ondan miras alır.
«İslâm
ve küfür şeklindeki ilh...» Musannıfın, «İslâm ve küfür» ile kayıtlamasının sebebi şudur: Bize
göre.
dinleri değişik bile olsa kafirler kendi aralarında birbirlerinden miras alırlar. Zira küfrün hepsi
bir
millettir.
«Mürtede
gelince: Bize göre ona mirasçı olunur». Yâni müslüman iken kazandığına mirascı olunur.
Mürted
iken kazandığı ise müslümanlar için feydir. İmameyne göre ise, mürted iken kazandığıda,
mürted
kadının kazandığı gibi, müslüman varisinindir.
«Ama Şafiî buna muhalefet etmiştir. » İmam Şafiî, mürtedin her iki kazancının da, hazineye
konulacağını
söylemiştir.
«...
Sonra da kadın müslüman olsa ilh...» Yâni kocasının ölümünden sonra... Ama eğer kocasının
ölümünden
evvel müslüman olursa, zahir olan ceninin varis olmayacağıdır. Bu konuda
ihtilaf
yoktur.
Çünkü o, annesinin bir parçasıdır ve mûrisi öldüğü zaman müslümandır. Doğum anında da
annesine
tebaen müslümandır. Bu mesele bir fetvâ
vakıasıdır.
«Ben
bu hususta bizim İmamlarımızın ise sarih birşey söylediklerini görmedim» Ben derim ki:
Şârihin
bunu «sarih olarak» sözüyle kayıtlamasına sebep: İmamların sözlerinin açık bir delâletle
ceninin
miras alacağına delâlet edişidir, İmamların : «Ceninin mirası» sözleri, bu kabildendir.
Çünkü
onlar mirası haml olduğu halde, cenine izafe etmişlerdir. Onların, ceninin canlı olarak
çıkmasını şart koşmaları ise, mûhsi öldüğü zaman, onun varlığının
tahakkuku içindir. Bundan
dolayı da bize: «Malik olan bir cansız vardır, o da nutfedir»
denilmektedir.
Zâhiriye'den
naklen Hamevî hâşiyesinde şöyle
denilmiştir: «Cenin anneden ölü olarak çıktığı
zaman:
Kendi kendine çıkmışsa varis olamaz. Ama eğer annesinden bir müdahale ile ayrılırsa o
zaman
varisler cümlesinden olur. Bunun
izahı şöyledir: Bir kişi bir kadının karnına vursa ve kadın
ölü
bir cenin düşürse bu cenin varis
olur. Çünkü şâri canlı üzerinde işlenen cinayette tazminatı
vacip
kıldığı gibi kadının kamına vuran
kişiye de gurreyi vâcip kılmıştır.
Buna
cinayette hükmettiğimize göre ölü olarak düşen cenine miras düşer ve ona düşen mirasda
varislerine
miras olur. Nitekim nefsinin bedeli olan gurrede miras olur.
Ben
derim ki: Fakihler hamli, anasından ayrılmadan önce cenin olduğu
halde hem varis hem de
muris
kılmışlardır. Murisinin ölümü anında cenin müslüman değildi. O halde mirasta hak sahibi
olduğunda
mânî mevcut değildi. Mâni, istihkâktan sonra ortaya çıktı. Buna göre; ceninin durumu,
kâfir
olan mûrisî öldükten sonra müslüman olana benzer. Zira hakikatte ceninin miras alması,
müslümanın
kâfirden miras alması değil, kâfirin kafirden miras almasıdır. Bize göre. mürted
meselesinde, müslümanın kâfirden miras alması tasavvur edilir.
«Bize
göre kafirler arasındaki ülkelerin farklılığıdır». iki ülkenin farklılığı hem askeri yönden hem
de.
otorite farklılığı yönündendir. Şöyleki: Liderlerden
birisi Hindistan'da olup, kendisinin bir ülkesi
ve
ülkesini koruyan askeri olsa diğeri
de Türkistan'da olup, bir ülkesi ve ülkesini koruyan askeri
bulunsa,
saldırmazlık kesilse de bunlardan her biri diğerinin katlini helâl kılsa. o zaman bu ülkeler
farklıdırlar.
Ülkelerin
farklılığı sebebiyle aralarındaki verâset kesilir. Çünkü verâset dokunmazlık ve velâyet
üzerine
bina edilir. Ama düşmanlarına karşı kendi aralarında yardımlaşıp, birbirlerine destek
olurlarsa
o zaman ülke bir olup, verâset sabit
olur.
Sonra
bilinmelidir ki; ihtilaf: Ya, harbi ile zımmî ve geçen manaya göre iki ayrı
ülkede yaşayan iki
harbi
gibi hakikaten ve hükmen, yada bizim
ülkemizdeki müstemen ve zımmî gibi
sadece hükmen
olur.
Zira ülke hakikatte bir olsa bile hükmen muhteliftir. Çünkü müstemen hükmen darü'l-harp
halkındandır,
zira oraya dönme imkânına sahiptir.
Yahutta ülkemizdeki bir müstemen ve
daru'l-harpteki
bir harbi gibi sadece hakikaten muhtelif olur. Zira ülke hakikaten muhtelif olsa bile,
senin
müstemen hükmen dûru'l-harp
vatandaşıdır. O halde her ikisi de hükmen birdirler. Bu
sonuncusunda,
müstemen bizim ülkemizde öldüğü takdirde malı harbi olan varisi'ne verilir. Çünkü
malındaki
emân, onun hakkından dolayı bâkidir. Onun hakkından dolayı malı varisine
ulaştırılır.
Kitapların
çoğunda böyle denilmektedir. Bu durumda onun emân hükmünün devamı, malının
hazineye
devredilmesine mâni olur. Siraciye'ye, musannıfı tarafından yazılan şerhte buna muhalefet
edilmlştlr.
Bu muhalefete Durru'I-Mültekâ ve
Sekbu'l-Enhûr'da dikkat çekilmiştir.
Ben
derim ki: Bununla anlaşılmış oldu ki: Mirasa mâni olan, ülke ihtilafı, sadece hakikaten muhtelif
olması
değil, ister hakikaten muhtelif olsun ister olmasın, hükmen muhtelif olmalarıdır. Bu da
Zeylaî'nin dediğidir. Zeylaî şöyle demektedir: «Mirasta müessir olan mâni, ülkelerin hükmen
muhtelif
olmasıdır. Şayet hükmen muhtelif olmayıp hakikaten
muhtelif olsa ona itibar edilmez.»
«...
Hakikaten İlh...» Yâni bildiğin gibi aynı zamanda hükmen de
muhtelif ise...
«Harbi
ve zımmî gibi ilh...» Yâni harbi
darü'l-harpte öldüğü takdirde, onun
bizim ülkemizde zımmî
bir
varisi olsa, veya ülkemizde bir zımmî ölse ve onun dârû'l-harpte bir varisi olsa,
bunlardan biri
diğerinden
miras alamaz. Zira zımmî ve harbi aynı dinden olsalar
bile ülkeler hem hakikaten hem de
hükmen
muhteliftirler.
«Veya
hükmen ilh...» Yâni sadece
hükmen...
«İki
harbi gibi ilh...» Sirâciye'de de böyledir. Orada şunlar do yer almıştır: O daha öncede
söylediğimiz gibi, hakikaten ve hükmen ülkelerin ihtilafındandır. Ancak her iki harbinin de
hakiketen
iki ayrı ülkeden olduklarına hamledilmesi müstesnâ. Ama ikisi de bizim ülkemizde
müstemendirler. Dolayısıyla ikisi de hakikaten tek ülkeden. hükmen ise iki ayrı
ülkedendirler.
Bu
yorumu da sârihin «iki ülkede» değilde, «iki ülkeden» ifadesi teyid
etmektedir.
Şârih
için evlâ olan, «iki harbî» yerine «iki müstemen» demesiydi. Zannediyorum Şârih bu
evleviyyeti bunun her iki ihtilafa da misal olabileceğine işaret etmek için terketmiştir. Bunu Seyyid
ifade
etmiştir ve bu bahsin tamamı
oradadır.
Müslümanlar
böyle değillerdir» Yâni ülke
ihtilafı, müslümanlar hakkında geçerli değildir.