REDDU'L MUHTAR ÇEŞİTLİ MESELELER İKİNCİ BÖLÜM
M
E T İ N
Vasiyyet, nikah, boşama, satın alma, satma, kısas ve başka hükümlerde tatın iması ve yazısı dil ile
söylemesi gibidir. Dili tutuk olan ise böyle değildir. İmam Şâfiî'ye göre tat ile dili tutuk
olan eşittir.
Yâni
(bize göre) yukarıda sayılan
hükümlerde tatın işareti muteberdir. Eğer işareti bilinirse veya
tutukluğu
ölümüne kadar devam ederse dili
tutuk olan da onun gibidir. Fetvâ
bununla verilir.
Ben
derim ki: Bu, vasaya bahsinde geçmişti. Orada, Ekmel, ibn Kemâl, Zeylaî ve başkaları zikretti.
Onların
sözlerinin ifade ettiği şudur: Dili tutuk olan kişi eğer meselâ işaretle bir ikrarda bulunur
veya hanımını boşarsa beklenir, eğer o halde ölürse tasarrufu, işaret anına müsteniden geçerlidir.
ölümüne
kadar devam etmezse geçerli olmaz. Buna göre:
Eğer
dili tutuk olan kişi, işaretle evlenirse, bu evlilik nafız olmadığı için hanımla ilişki kuramaz. Ama
o
hal üzere ölürse kadının adamın mirasından mehir alma hakkı vardır. Musannıf bunu söylemiştir.
Fakat
oğlu. Zevâhir de, Eşbah'ın dört
hükmünü zikri esnasında, şöyle demiştir: Âlimlerin, muktasır
ve
müstenid için kaide: Şarta taliki sahih olan muktasıran (şartın vukuundan itibaren) şarta taliki
sahih
olmayan da (söylendiği) ana)
müsteniden geçerli olur» -ki Bahr'ın talik bahsinde de böyledir-
şeklindeki sözleri buna (dili tutuk olanın talakının müsteniden oluşuna) zıt düşmektedir. Çünkü
bunun
gereği, boşama, köle azad etme ve benzeri şarta taliki caiz olan şeylerde bunların
muktasıran
vaki olmalarıdır.
Tatın
işareti ve yazısı hadlerde geçerli
değildir. Çünkü hadler Allah hakkı oldukları için şüphelerle
düşerler.
Yine tatın işareti, hiç bir şahitlikte geçerli değildir. Minye.
Tatın,
işaretle islâmı kabul etmesi sahih midir? konusuna gelince, âlimlerin sözlerinin zahirine göre
«evet
geçerlidir.» Ama ben bunu bir yerde
açıkça görmedim. Eşbâh.
İ
Z A H
«Tatın
imzası...» Yâni, hakim anladığı zaman, onun kaşı, eli veya başka bir organıyla yaptığı işareti
makbuldür.
Şayet hakim, onun işaretini
anlamazsa. manasını tatın kardeşlerinden. arkadaşlarından
veya komşularından sorar. Ta ki onlar, hakimin huzurunda onun ne demek istediğini anlatıp tefsir
etsinler
de hakim onun dediğini bilebilsin. Yalnız. bu kişilerin adli, sözü makbul kişilerden olması
icabeder.
Çünkü fasıkın sözü makbul değildir. Velvâliciyye'den naklen Bîrî.
İfadenin
mutlak oluşu, tatın yazmaya gücü yettiği halde işaretinin muteber olduğunu gösterir.
Mütemed
olan da budur. Çünkü bunlardan
ikiside zaruretten dolayı hüccettir.
Nitekim Kuhistâni ve
başka
kitaplarda böyle denilmektedir.
Dürrü Mültekâ.
«Ve
yazısı...» Makdisî buna, anadan
doğma tat olanın yazıyı öğrenemiyeceğini ona yazı yazmayı
anlatmanın
mümkün olmayacağını söyleyerek itiraz etmiştir. Çünkü yazı harflerden meydana
gelen
lafızlar
dizisidir. Tat ise konuşamaz ve konuşulanı
duyamaz.
Ben
diyorum ki: Tata, şu manaya şu şekilde yazılan harfler
işaret eder şeklinde tarif edilebilir.
«Dili
tutuk olan ise böyle değildir...» Yâni bunun ima ve yazısı muteber değildir. Ancak, ileride
geleceği
üzere, tutukluğu devam edecek olursa müstesna. Çünkü sonradan meydana gelen bir
kusurun,
kaybolacağı beklenir. Dolayısıyle doğuştan tat alana kıyaslanmaz. Şu da bilinmeliki bu,
mersüm
yani mütad olmayan yazı ile ilgilidir. Tebyin ve diğer kitaplarda ifade edildiğine göre yazı
üç
çeşittir:
1
- Müstebin mersûm: Bu, ünvan ile
başlayan yazılardır. Adet olduğu
üzere. boş tarafına, «filandan
filana»
diye yazılır. Bu çeşit yazılar konuşma gibidir, hüccet olarak bağlar.
2
- Müstebin gayri mersûm: Duvarlara. ağaç
yapraklarına veya kağıt üzerine. mutat olmayan şekilde
yazılan
yazılardır. Bunlar, kendilerine
diyet şahit tutmak. başka birisine
imâ ettirmek gibi başka bir
şey
ilave edilmeden delil olmaz. Çünkü yazı yazmak bazen öğrenmek ve benzeri
bir şey için olur.
Ama
ilâve edilen bu şeylerle, maksat açığa çıkar. Bir de, şahit tutulmadan başkasına yazdırmanın
delil
olmayacağı söylenmiştir. Ama
önceki
esahtır.
3
- Ğayrü müstebin : Havaya ve su
üzerine yazmak gibi. Bu, işitilmeyen bir söz söylemek gibidir.
Niyetle bile olsa bununla hiçbir hüküm sabit olmaz.
Meselenin
özü şu : Bu söz çeşitlerinden birincisi şârih. ikincisi kinâye, üçüncüsü de geçersizdir.
Mevcudiyeti olmayan ama aklen var olan dördüncü
bir suret daha vardır ki o da şudur: Mersûm ve
gayri müstebin (yani yazı var fakat mana
yok).
Bu
çeşitlerin hepsi, konuşabilen hakkındadır, konuşamayan için öncelikle caiz olur. Fakat
Dürrü'l-Mültekâ'da
Eşbâh'tan naklen tat hakkında gaib olmasa bile yazının unvanlı (birinci şıktaki
gibi)
olmasının şart olduğu söylenmektedir. Bunun zahirine göre, konuşabilen ve hazır olan kişinin
meramını
sözle değilde unvanlı yazı ile anlatmasının muteber olmadığı anlaşılmaktadır. Eşbâh'ta
şöyle denilir: «Bir adam vasiyyet senedini yazsa ve içindekine başkalarını şahit tutsa ama
okumasa,
şahitlerin bununla şahitlik yapmalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu sahihtir.» Yâni
şahitlik
ancak bilinen şeye yapılır.
«Dili
tutuk olan da onun gibidir..» Aslında böyle diyeceğine, «Dili tutuk olanın işareti, ancak
bilinirse
kabul edilir» deseydi daha iyi olurdu.
«Fetvâ
bununla verilir...» Bu İmam-ı Azam'dan gelen rivayettir. Bunun mukabili. Kifâye'deki, İmam
Timurtâşî'dan
nakledilen. (dili tutulanın işaretinin makbul olması için) tutukluğun bir sene ile takdir
edilmesidir.
«Dürrü'l-Mültekâ'da
şöyle denilmektedir: İmâdî, tutukluğu uzayan hastayı bundan istisnâ etmiştir.
Bercendi'nin
madiyeye isnaden ifade ettiğine göre böyle olan bir hasta tat
gibidir. Kuhistânî'nin
İmâdiye'den
naklettiği ise bunun hilafınadır.
Çünkü o bu hükmü ileride konuşup
meramını
anlatabilmesi umulan hakkında söylemiştir.»
Kuhistâni'nin
ibaresi şu şekildedir: «Bir kimseye felç inse de konuşamayacak durumda olsa veya
hastalansa ve zayıflığından dolayı konuşmaya gücü yetmese ama aklı başında olsa ve başı ile
vasiyetine işaret etse. vasiyeti sahih olur. Bizim
ashabımız ise. İmâdiye'de belirtildiği gibi bunun
sahih
olmadığını söylemişlerdir.
«İşaret
ânına müsteniden geçerlidir.» Hanımının işaretle veya yazı ile boşadığı andan başlamak
üzere
iddeti bitince, evlenme hakkı
vardır. Azâd edilen kölenin tasarrufu da o andan itibaren
geçerlidir.
«Evlilik
nâfiz olmadığı için... ilh...» Çünkü onun geçerliliği, icâzetine değil, dili tutuk olarak ölmesine
mevkuftur.
Hatta denilir ki, onun hanımla
ilişki kurmak istemesinin, onun nikahı istediğine delil
sayılması
gerekir. Anla.
«Fakat
oğlu, Zevâhirde... demiştir.» Bu
ifade yukarıdaki, «boşama ve köle azâd etmede de, işaret
anına
müsteniden geçerli olur.» sözünden
istidraktır.
«Dört
hüküm...» Bu dört hüküm şunlardır:
a
- İktisar: Kocanın (şarta bağlamadan) talak vermesi ve sahibinin köle azâd etmesi gibi.
b
- İnkılâb: Boşamayı ve köle azâdını bir şarta bağlama durumunda olduğu gibi. Şartın bulunması
halinde.
illet olmayan, illete inkılab
eder
(dönüşür).
c
- İstinad: Tazmin edilen şeyler gibi ki, bunlar ödendikleri zaman sebebin bulunduğu vakte
mustenid
olarak sahip
olunur.
Mesela
birisi birisinin malım gasbetse ve onda tasarrufta bulunsa sonrada o malın kıymet veya
mislini
ödese, ödediği anda, gasbettiği zamandan geçerli olmak üzere o mala malik olur. (Mütercim)
d-
Tebyin: Meselâ bir kimsenin karısına «eğer bugün Zeyd evde ise sen boşsun» dese ve ertesi
gün,
Zeyd'in (dün) evde olduğu tebeyyün etse (açığa çıksa) talak o gün vaki olur ve iddet o günden
başlar.
Tebyînle istinad arasındaki fark şudur: Tebyînde, insanların ona muttali olmaları mümkündür.
istinadda
ise mümkün
değildir.
Eşbâh'tan
özetle.
Biz
bu konuda daha geniş malûmatı sarih talak bahsinde vermiştik.
«Buna
zıt düşmektedir...» Yâni, dili tutuk
olanın boşama ve köle azâd etmesi ve benzerlerinin işaret
anına
istinaden geçerli olduğu
görüşüne zıt düşmektedir.
T.
Ben
derim ki: Kenz'in «Ta'lik ya mülkte veya mülke izafe edilen şeyde (meselâ falan kadınla
evlendiğim
zaman o boştur demesi gibi)dir.»
sözünün yanındaki ibaresi şu
şekildedir: «Bilmiş ol ki,
sıhhatten
maksat. bağlayıcı olmasıdır. Çünkü
mülkün veya mülke izâfe edilenin dışında da ta'lik
sahihtir.
ama kocanın icâzetine mevkuftur. Hatta yabancı birisi, bir adamın hanımına: Eğer sen şu
eve
girersen boşsun dese, bu kocanın
icâzetine mevkuftur. Eğer icâzet verirse ta'lik bağlayıcı olur
ve
kadının o eve icâzetten sonra girmesi
ile boş olur, icâzetten önce girmesi ile ise boş olmaz.
Yabancı
birisinin, şarta bağlamadan verdiği talakta kocanın icâzetine bağlıdır, icâzet verdiği zaman,
boşama
vaktine istinaden değil, icâzet anında talak vaki olur. Mevkuf olan satım ise böyle değildir.
Çünkü
o mal sahibinin icâzeti ile, satış anından itibaren geçerlilik kazanır. Müşteri. malın o andan
itibaren
kendisine bitişik ve ayrı ürünlerine
malik olur. Bu konudaki kaide şudur: Şarta taliki sahih
olan
şey şartın tahakkukundan sonra,
şarta taliki sahih olmayan ise
öncesine müsteniden geçerli
olur.»
Görüyorsun ki Bahr sahibi bu konudaki kaideyi bütün muktesir ve mustenidlere şâmil kılmayıp
sadece
özel bir çeşide mahsus kıldı. O da, asıl tarafın icâzetine bağlı olan, Fuzûlî'nin aktidir. Aksi
halde
talak ve köle azâdı gibi şeylerin her surette ancak, muktesir olarak vaki olması gerekir.
Halbuki
Eşbâh'dan naklen geçtiği üzere durum kesinlikle böyle değildir. Bu durumda
ifadeler
arasında
muhalefet yoktur. Çünkü bizim
meselemiz bu kabilden
değildir.
«Hadlerde
geçerli değildir...» Bu, haddin bütün çeşitlerini içine alır. Yâni tat, işaret veya yazı ile bir
kadına
zina iftirasında bulunursa kendisine had uygulanmaz. Aynı şekilde, zina, hırsızlık, veya içki
içme
ikrarında bulunursa yine had tatbik
edilmez. Çünkü bazı sebeplerle kendisi aleyhine cezayı
gerektiren
bir ikrarda bulunan kişiye, ikrarını açık bir lafızla söylemedikçe ceza icâbetmez. Kifâye.
Hidâye'de şu ilâve yer almıştır:
«Onun
için had uygulanmaz yani
kendisine zina iftirasında bulunulmuşsa, sadece kazf haddi
uygulanmaz.»
«Çünkü
hadler şüphelerle düşerler...» Hadlerle kısasın arasındaki fark şudur: Had, içersinde şüphe
olan
bir beyanla sabit olmaz. Eğer
şahidler haram bir cinsel ilişkiye şahitlik etseler veya birisi
haram
bir cinsel ilişki ikrarında bulunsa had icâbetmez. Ama, şahitler her hangi bir kayıtta
bulunmadan
mutlak öldürmeye şahitlik etseler
veya bir kimse bunu ikrar etse teammüd bulunmasa
bile
kısas icâbeder. Çünkü kısasda muavaza manası vardır. Zira o, telafi edici olarak meşru
kılınmıştır.
Dolayısıyla kul hakkı olan diğer muavazalarda olduğu gibi, şüphe ilede sabit olması
caizdir.
Sırf Allah (c.c.) için olan hadler ise caydırıcı olarak meşru kılınmışlardır, onlarda muavaza
manası
yoktur. Dolayısıyle, ihtiyaç olmadığı için şüphe ile sabit olmazlar. Hidaye.
Allâme
Tûrî, ulemanın burada hadlerle kısasları ayrı tutmalarına itiraz etti. Çünkü onlar birçok yerde
açıkça hadlerinde kısasında şüphe ile düştüğünü söylerler. Meselâ kefâlet bunlardandır. Her
ikisinde
de: nefse kefâlet, olmadığı gibi, vekâlet yoluyla haddinde kısasın da uygulanması her
ikisinde
de şahitlik üzerine şahitlik caiz değildir. Bütün bunlarda gerekçe olarak, hem hadlerin
hemde
kısasın şüphe ile düştüğünü göstermişlerdir. Dava ve cinayet bahislerinde de bu kaide
üzerine
birçok mesele bina etmiştir.
«Hiçbir
şahitlikte geçerli değildir..» Fethu'l-Kadir'de. Mebsut'tan bu
konuda fakihlerin icmânın
olduğu
nakledilmiştir. Çünkü tat şehâdet
lafızını söyleyemez meselenin tamamı oradadır.
«Alimlerin sözlerinin zahirine göre...» Tatın işareti ile, müslüman oluşu kabul edilir. Bu, ikrar
bahsinde
açıkça geçti. Musannıf orada şöyle demişti:
«Konuşabilenin başı ile işaret etmesi: mal,
köle
azâdı, boşama, satış, nikâh, icâzet ve hibe konusunda ikrâr sayılmaz. İftâ, nesebe, İslâmı kabûl
ve
küfür konularında ise ikrardır.»
M
E T İ N
Oruçlu
olan, sevdiği birisinin tükrüğünü
yutarsa kendisine hem kaza hemde keffâret icabeder.
Sevmediği
birinin tükrüğünü yutarsa
keffâret gerekmez. Oruç bahsinde geçmişti.
Bazı
bacıların öldürülmeleri, haccı terk konusunda özürdür. Bu da hac bahsinde geçmişti.
Kadının,
kendisi ile birlikte evinde oturan kocasını, yanına girmekten
men etmesi hükmen nüşüze
(kocasına
isyan) sayılır. Nitekim nafaka konusunda izah etmiştik. Ama kadının men etmesi.
kendisini
evine (kocanın evi) götürmesi ise
nüşüz sayılmaz. Çünkü kadının oturacağı yen temin.
kocanın
görevidir. Adam gasbettiği bir
evde oturur ve kadın o eve girmekten kaçınırsa yine naşize
sayılmaz,
çünkü haklıdır. Zira orada
oturmak haramdır. Ama orasının
gasbedilmiş ev olduğunda
şüphe
varsa hüküm yukardakinin aksinedir.
Kadının
kocasına : «Cariyenle veya ümmüveledinle aynı evde oturmam, ben müstakil bir ev
isterim»
deme hakkı
yoktur.
İ
Z A H
«Hem
kaza hemde keffâret icabeder...» Çünkü, sevdiği birisinin tükrüğünü
yutmasında, bedenin
salahı
manası vardır. Nitekim bu Savm bahsinde Dirâye ve başka kitaplardan naklen geçmişti.
«Sevmediği
birisinin tükrüğünü yutana keffâret gerekmez...» sadece kaza icabeder.
«Haccı
terk konusunda özürdür...» Çünkü yol emniyeti, haccın vücubu veya edâsı şarttır. Ama şârih
orada
yol emniyetini rüşvetle bile
olsa. genelde tehlikeden uzak olmakla kayıtladı ve bunu İbn.
Kemâl'e
nisbet etti. Hacılar içersinde bazılarının öldürülmeleri galib olan tehlikeden selâmeti yok
etmez.
Onun Tahtâvî bunu, her durak yerinde öldürmekle kayıtladı. Düşün.
«Hükmen
nüşüz sayılır...» Çünkü nişaze; haksız yere kocasının evinden kaçan kadındır. Bir kadının,
kendisinin
oturmak istediği bir eve kocasını almaması hükmen oradan kaçmak sayılır.
«Orasının
gasbedilmiş ev olduğunda şüphe varsa...» Meselâ ev devlete ait olsa ve kadın oraya
girmese
naşizedir. Çünkü zamanımızda şüpheye itibar edilmez. Tecnis'te de böyledir.
«Cariyesi
veya ümmü veledi ile...» Kocasının daha kadın erkek illşkisini bilmeyen bir çocuğu ile
kalmaya
itiraz edemez. Karı ve kocanın diğer
aile fertleri ise bunun aksinedir. (Kadın onlarla aynı
evde
kalmaya itiraz edebilir.)
M
E T İ N
Adam
kölesine: «Ey sahibim» veya cariyesine «ben senin kölenim» dese bunlar azâd olmuş
sayılmazlar.
Çünkü bu sözler (köle azâdı
konusunda) ne sarih nede kinâye değillerdir. Ama
kölesine
«Ey mevlâm» dese köle hür olur. Çünkü, yerinde geçtiği üzere
bu, köle azâdında kullanılan
kinaye
lafızlarındandır.
Mevlânın
bir çok manası vardır. Köle konusuna
âzâd edilmiş köle ve efendi manalarına gelir.
(Mütercim)
İki
kişi arasında nizâlı olan bir gayri menkul mal, davacı iddiasına (delil getirmedikçe veya hakim
tarafından
malın müddeiye ait olduğu bilinmiyorsa zi'l-yed (mal elinde olan şahıs) tan alınamaz.
Taşınır
mallar ise böyle
değildir.
Davalının
o malın elinde olduğunu tasdik
etmesi sahih olan görüşe göre kafi değildir. Çünkü onun
muvazaa
olması muhtemeldir.
Ben
derim ki: Defalarca geçti ki -sonuncusu kölenin cinayeti bahsindedir-
Zamanımızda hakimin
bilgisi
ile amel edilmez. Düşün. Bu, davacının, sebeb belirtmeden mutlak milk iddia ettiğindedir.
Ama
taşınmaz malı zil-yedden satın
aldığını ve malın onun elinde olduğunu iddia etse, davalı da
malın
elinde olduğunu ikrar edip, satın alma iddiasını inkâr etse malın onun elinde olduğuna dair
bir
delile ihtiyaç duyulmaz. Çünkü fiil
(satın almak gibi) iddiası, zi'l-yed aleyhine sahih olduğu gibi,
başkası aleyhine de sahihtir. Bezzâziye de bu
geniş olarak ele alınmıştır.
Hâkimin,
kendi velâyeti altında atmayan bir taşınmaz malda hüküm vermesi, taşınır maldaki hüküm
vermesinde
olduğu gibi sahihtir. Sahih olan
görüş budur. Kazâ bahsinde, bu
konuda şehrin şart
olmadığı
geçmişti. Fetvâ bununla verilir.
Hüküm veren hakim, verdiği hükmü taşınmaz malın
bulunduğu
yerdeki hakime yazar. Ta ki o, mal hak sahibine teslim etsin. Bazı âlimlerin görüşüne
göre
ise hakimin, velâyeti altında bulunmayan bir taşınmaz
hakkında hüküm veremiyeceğini
söylemişlerdir. Mültekâ ve Kenz'de bu görüş esas alınmıştır.
İ
Z A H
«Yerinde
geçtiği üzere...» Yâni
Kitabü'l-ltk'ta geçti. Ben derim ki: Musannıf orada, bu lafzı köle
azadında
kullanılan sarih lafızlardan saydı. O, Zeylaî ve başkalarının kavlinin zahiridir. Çünkü
bunun
hakikatı, köle üzerine velânın
sübutunu haber verir. Bu da azâd
iledilr. Çünkü onun mevlâ
tarafından
isbatı mümkündür. Yine ben diyorum ki: Bundan her ne kadar iştirak ile azâd edene itlak
ediliyorsada
ulemanın mevlâyı azâd edilen köleye tahsis etmelerinin sebebi açığa çıktı. Çünkü
velânın,
kölenin efendisi tarafından isbatı
yani efendinin kölesinin velâsını
üzerine kılması mümkün
değildir.
Şayet böyle bir şey söylerse boşa gider. O halde efendi kölesine «ey mevlâm» dediğinde,
mümkün
olan manayı dilediği teayyün
eder.
«Davacı
iddiasına delil getirmedikçe...» Miskîn şerhinde de böyle denilmiştir. Ama Zeylai ve daha
başkalarının Söyledikleri gibi: «Taşınmaz malın, davalının elinde olduğuna delil getirmedikçe»
deseydi
daha münasip olurdu. Milk iddiasında
bulunanın davası açıklayacağı
gibidir.
«Kafi
değildir...» Şârihin «delil getirmedikçe» sözünün itlakından anlaşılanı, açıklamadır.
«Muvazaa
ihtimali...» Anlaşmış olmaları,
yani esas mal sahlbl gaib olur ve iki kişi aralarında
anlaşırlar: Birisi malın elinde olduğunu ikrar eder, öbürü de onun kendisine ait olduğunu iddia
eder.
Şahitlerde de biraz müsamaha edilir. Sonra da mal elinde olan hakimin hükmüne istinaden
malı
öbürüne verir. Taşınır mallarda
ise bu töhmet yoktur. Çünkü adetten malik menkulden elini
kesmez,
mal elinde olur. Bahr,
Bezzâziye'den.
«Bu...»
Yâni, zilyedliğin delille isbatının
gerekli oluşu.
«Başkası aleyhine sahihtir.» Çünkü onun aleyhine
temlik iddiasında bulunmaktadır, o
da zilyedden
başkasından gerçekleşir. ikrarla zilyedliğin sabit olmayışı davanın
sıhhatine engel değildir. Ama
sebep
belirtilmeden yapılan mutlak milk
iddiası, zilyedin elini izâle ederek taarruzun terki davasıdır.
Elin
izâlesi de ancak zilyedden tasavvur edilir.
Onun
ikrarı ile de, zilyed oluşu sabit
olmaz. Çünkü belirttiğimiz gibi
muvazaa ihtimali vardır.
Bezzâziye'den
naklen Minâh.
«Sahih
olan görüş budur...» Bahr de,
Kitabü'l-Kazâ'nın başında «Dava menkul veya alacak davası
olursa,
davacı ve davalının, hakimin bulunduğu memleketden olmaları şart değildir. Gayri
menkulde
ise o davaya bakmak velâyetinde değildir. Hulasa ve Bezzâziye'de belirtildiği üzere
sahih
olan,
böyle bir hakimin hükmünün caiz oluşudur. Bunlar arasındaki farkı anlaman icabeder. Çünkü
bu
hatadır.
«Şehrin
şart olmadığı geçmişti...» Yâni kırda da muhakeme yapmak caizdir. Bu müftabihtir.
Bahr.
M
E T İ N
Hakim,
bir hadisede bir beyyine ile hüküm verse sonrada; «Hükmümden döndüm» veya «görüşüm
değişti»
veya «Şahitlerin karıştırmasına kandım» veya «hükmümü ibtal ettim» ve benzeri bir şey
söylese, bu sözüne itibar edilmez. Çünkü hükme, davacının hakkı tealluk etmiştir.
Sahih
bir dava ve doğru bir şahitlikten sonra verilmiş olan hüküm geçerlidir. Ancak üç yer bundan
müstesnadır.
Konu, kaza bahsinde geçmişti. Bunlar: Hakimin hata ile hükmettiğini bilmesi kendi
mezhebi
hilafına hüküm vermesi hatasının
meydana çıkmasıdır.
Şahitler
(bir mesele hakkında hakime sen bu konuda) hüküm verdin deseler. hakim ise inkâr etse
hakimin
sözü kabul edilir. Müftabih olan
budur. İbnü'l-Ğars
Fevakthu'l-Bedriyye adlı eserinde böyle
demiştir.
Bezzâziye'de ise İmam Muhammed'in ihtilafı ilâve
edilmiştir.
Bahr'de
yukarıdaki ifadeye; «Başka bir hakim
onu infaz etmedikçe» sözü ilâve edilmiştir. Şayet
infaz
etmişse o zaman hakimin «ben hüküm vermedim» demesine bakılmaz. Çünkü o konuda ikinci
bir
hüküm bulunmuş olur.
Musannıf:
«Bu, güzel bir kayıttır. Bahir
sahibinden başka bu kaydı koyanı görmedim» der.
İ
Z A H
«Hakim
bir hadisede, bir beyyine ile hüküm verse...» Bunu daha sonra gelen «şahitlerin
karıştırmasına kandım» sözü için söylemiştir. Yoksa aslında zahir olan görüşe göre ikrar beyyine
gibidir.
«Ve
benzeri bir şey...» hakimin,
«önceki hükmü bozdum, feshettim, kaldırdım» demesi gibi. T.
Hâmevi'den
naklen.
«Sahih
bir davadan sonra...» Davanın sahih
olmasının şartları dava bahsinde geçti, onlardan bir
kısmı
da gelecek.
«Veya
hatası meydana çıksa...» Yâni kesin
olarak hatalı hüküm verdiği anlaşılsa; meselâ birisinin
birini
öldürdüğüne hükmetse ve maktül
sanılan kişi diri olarak gelse veya hak(m müctehid olsa da
verdiği
hükmün hilafına bir nass görse ve
ictihadı değişse hatası meydana çıkmış olur.
Zeylaî'nin Muhît'ten naklen bildirdiğine göre; Rasulüllah (s.a.v.) kendi içtihadı İle verdiği bir
hükmün
aksine Kur'an nazil olmuş ve o hükmü
bozmamıştır. Çünkü önceki hüküm, hakkında nass
olmayan
konularda olduğu gibi sahihtir ve bir şeriat olmuştur. Bunun hilafına bir âyet indiği zaman,
önceki
şeriatı neshetmiş olur. Ama bir hakimin kendi içtihadı ile hükmedip de sonra onun aksine
bir
nassın varlığının meydana çıkması
bunun aksinedir. Çünkü nass
daha önceden vardı, inmişti,
fakat
hakime gizli kalmıştı. O zaman, nassın bulunduğu yerde içtihadla
hükmetmiş olurki bu sahih
değildir.
Meselenin tamamı Zeylaî dedir.
Sûyütî'nin Eşbâh'ında ise Sûbkî'den
naklen şöyle
denilmektedir: «Hanefilere göre, hakimin hükmü, hakkında delil olmayan bir hüküm ise bozulabilir.
Vakıf
bırakanın şartına zıt olan, nassa zıt demektir ve o, hakkında delil olmayan bir hükümdür.» Bu
söz,
Bahır'de Mecma şerhinin: «Vakıf bırakanın şartı, şariin nassı gibidir» sözüyle desteklenmiştir.
«Hakim
ise inkâr etse ilh...» Ama hükmü itiraf ederse, hakim bulunduğu memlekette kabul edilir
fakat
azledilmişse kabul edilmez. Bezzâziye'de: «Eğer aslın yanında naibin hükmünü isbat etmek
isterlerse, hazır olan hasım aleyhine sahih bir dava takdim
etmeleri ve beyyîne getirmeleri gerekir.
Nitekim,
başka bir hakimin hükmünü isbat etmek istediklerinde de böyle yaparlar.» denilmektedir.
«İmam
Muhammed'in ihtilafı...» Bahr da şöyle denilmektedir: «Camiu'l-Fusûleyn müellifi, İmam
Muhammed'in
görüşünü tercih etmiş ve zamanımız
hakimlerinin hali bilindiği için, bununla fetvâ
vermek
gerekir demiştir.»
«Çünkü
o konuda ikinci bir hüküm bulunmuş
olur.n Çünkü o hakim ancak, hüküm kendi yanında
sabit
olduktan sonra İnfaz eder. Onda da davanın bulunması gerekir. Bahr de: «İkincisinin, dava da
da
birincisinin hükmünü imza etmesi gerekir. Esas şahitlerin bulunması şart değildir»
denilmektedir. Birincisinin sözünü kabul etseydi, onun sübut ve imzasından sonra mücerred söz ile
ikinci
hükmün batıl olması icabederdi. Çünkü o, birincisi üzerine mebnidir. Özellikle ikinci hakimin
mezhebine
aykırı ise böyledir.
M
E T İ N
Kul
haklarından, ihtilaflı olan
konulardaki hükmün infazı için, hükmün şer'an hasım olabilecek bir
hasım
tarafından, diğer bir hasmın aleyhine açılmış, sahih davanın bulunduğu bir hadisede
olması
şarttır.
Şayet bir kimse hakimin huzurunda
birisinin aleyhine bir delil gösterse ve hakim, taraflar
arasında
bir davalaşma ve münazaa
olmadan (yani hasım hazır olmadan) bu delil sebebiyle hüküm
verse,
hükmü infaz edilmez. Çünkü nefazın
şartı bulunmamıştır. Dava şeri bir
husumetle
gerçekleştirilmemiştir. O zaman, hakimin sözü fetvâ olur ve ancak,
Kitabü'l-Kazâ'da da belirttiğimiz
gibi
kendi mezhebine göre hüküm
verebilîr.
Musannıf
bunu şu sözü ile ifade
etmiştir: «Eğer Hanefi bir hâkime, Maliki bir hakimin duruşma
olmadan
verdiği bir hüküm getirilse ona
iltifat etmez. Kendi mezhebinin
icabına göre hüküm verir.
Çünkü
kendisinin böyle bir hüküm vermesine mani bir şey geçmemiştir. Zira Mâliki hakimin verdiği
hüküm
kul hakkındaki hükmün gerçekleşmesi için şort olan şeri bir husumete dayanmadığı için
kaza
değil,
fetvâdır.
Bir
hâkim. önceki hâkimin hükmünde şüpheye düşerse asıl şahitleri ister. Bu kaza bahsinde
geçmişti.
«Birinci hükümde şüphe etmesi» kaydını koyması, şüphe etmemesi halinde esas
şahitleri,
isteyemiyeceğini
gösterir.
Fevakihu'l-Bedrryye'de şöyle denilmektedir: «Alimler, adli ve âlim bir hakimin verdiği hüküm
bozulmaz,
doğru olduğu kabul edilir. Ama başkasının hükmünü yani usulü ile fasit olduğu
meydana
çıktığı
zaman ikinci hakim bozabilir demişlerdir.»
İ
Z A H
«Kul
haklarından...» Bu kaydı özellikle
getirdi. Çünkü. hadler, hanımı boşama ve cariyeyi azâd gibi
Allah'ın
hakkı olan konularda hadise şart değildir.
«Şer'an
hasım olabilecek...» Asıl hasım, vekil, vasî. mütevelli
ve varislerden birisi gibi. Fuzûlî,
emânet
bırakan ve iyreti veren ise hasım olamazlar. Çünkü bunların nizaları muteber
değildir.
«Kendi
mezhebine göre hüküm verir...» Yâni
birinci hakimin verdiği hüküm
başka bir hakime
götürülse
kendi mezhebine göre hükmeder. önceki hükmü infâz etmesi icabetmez. Çünkü evvelki
hakimin
verdiği hüküm, şartı bulunmadığı
için bağlayıcı değildir. O ancak bir fetvâ yani şeri hükmü
beyandır.
«Şüphe
ederse...» Bu, Nehir de Bahr'den nakledilmiş ve Nehr müellifi «başka yerde bunu
görmedim»
demiştir.
«Yani
usulü ile, fasid olduğu meydana
çıktığı zaman...» Ben derim ki: Buna göre âlim ve âdil bir
hâkimin
hükmü ile başka birisinin hükmü arasında fark yoktur. Ama eğer: «Onu bozmaya
yönelinmez»
denilseydi daha iyi olurdu. Bunun anlamı şudur: Hükmü bozmayı gerektiren şeyler
araştırılmaz. Hâkim bu hükmü acaba rüşvet veya benzeri bir şeylemi verdi denilmez. Alimlerin :
«Doğruluğa
hamledilir» sözünden anlaşılan budur. Ama âdil olmayanın durumu araştırılır.
M
E T İ N
Teatı
yoluyla yapılan bir satım, batıl
veya fasid bir satım üzerine terettüp ettiği zaman münakid
olmaz.
Büyü bahsinin baş tarafında Hulâsa,
Bezzâziye ve Bahr'dan naklen geçmişti.
Bir
kimse bir kaç kişiyi bir yere gizlese sonra da birisine bir şey sorsa ve adam onu ikrar etse,
gizlenenler
o adamı görseler ve dediğini duysalar ama o. gizlenenleri görmese, duyanların bu
ikrarla
adam aleyhine şahitlik yapmaları
caizdir, Fakat gizlenenler adamı görmeden sözünü
duysalar onun aleyhine şahitlik yapmaları caiz olmaz. Çünkü ses karışabilir ve işe şüphe girer.
Ancak
şahitler orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna. Bu da şöyle olur: Eve girip
içeriyi
arasalar ve kimsenin olmadığını
tesbit etseler sonra da çıkıp kapının önüne otursalar ve
evin.
başka hiç bir girişi olmadığı halde yanlarından bir adam girse. onlarda ikrarını işitseler
şahitlikte
bulunabilirler.
İ
Z A H
«Büyü bahsinin baş tarafında geçmişti.» Orada geçmiştiki bu : Önceki satım akdini terketmeden
önce
olduğu zamanki hâle hamledilir ve bu, sadece teati yoluyla olan satıma mahsus değildir.
Sarahaten
icab ve kabul ile olan satım da böyledir. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse
fasid
bey'le bir elbise satın alsa ve
ertesi gün satıcı ile karşılaşıp; sen şu elbiseni bana bin liraya
sattın.
öbürü de : evet ben o parayı aldım deseler batıldır. Bu. aralarındaki konuşmadan önce fasid
bir
satım akdi bulunduğu takdirdedir.
Ama önceki fasid satımı bozmuş
olsalar o zaman ertesi
günkü
satış caiz
olur.
Ben
derim ki; Şârihin orada, bir koyun sürüsünün satılması konusunda
söyledikleri buna itiraz
olarak
vaki olabilir. Koyun sürüsünün satımı konusu şöyledir: Bir kimse «her koyunun fiatı şu
kadar»
diyerek bir sürüyü satsa bu satış fasiddir. Eğer koyunların sayısı mecliste
iken bilinirse yi.
ne
de satış sahih hole dönüşmez. Sahih olan budur. Ama taraflar razı
olurlarsa satım teati yolu ile
münakid
olur. Etiketle satmakta buna benzer. Sirac.
Bu
ifadenin benzeri, Nihâye, Feth ve başka kitaplarda da vardır. «Yanlarından bir adam girse...»
Yâni
tek başına şârihin : «Ancak orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna» sözü bunu
ifade
etmektedir. Bu izaha göre: Eğer içeriye adamla birlikte lehinde ikrarda bulunulan kişide
girerse
şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü, ikrarda bulunan kişinin bir hak iddiasında bulunup, sesini
öbürünün
sesine benzetmesi ihtimali ile şüphe vardır.
M
E T İ N
Bir
kimse; oğlunun, hanımının ya da başka
bir akrabasının yanında o, bilir
olduğu halde bir tarla
veya bir hayvan ya da bir elbise satsa sonra da (bunlardan orada olan) meselâ oğlu, o satılan malın
kendisine
ait olduğunu iddia etse, davası dinlenmez. Kenz ve Mültekâ'da
da bu, mutlak bir ifade ile
belirtilmiş
ve malı satanın yanındaki akrabanın
ses çıkarmaması, kandırma ve hileyi kesmek için, o
malın
kendisine ait olmadığını açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur. Bir kimsenin müşteriye
satılan
bir mala müstehık çıktığı takdirde parayı ödemeye kefil olması ve alım satımdaki semeni
(satış
bedel olan parayı) ödemeyi kefil olması durumunda da hüküm yukarıdaki gibidir.
Demişlerdir
ki:
Bir kimseyi babası çeyizsiz olarak
evlendirse ve adam zifâf esnasında
buna ses çıkarmasa, bu
onun
çeyizsiz olarak evlenmeye razı
olduğunu gösterir. Daha sonra artık çeyiz istemeye hakkı
yoktur.
Nitekim mehir bahsinde geçmişti.
İ
Z A H
«Bir
tarla veya bir hayvan yada bir elbise satsa...» Hibe etse veya sadaka olarak verse ve teslim
etse
yine aynıdır. Burada meselenin «satmak»la kayıtlamasının sebebi kiraya vermesi veya rehin
bırakması yada iyreti olarak vermesi hallerinde orada hazîr olanın iddiası halinde dava dinleneceği
içindir.
Çünkü malın, sahibinin mülkünden çıkması, bunların gereği değildir. Olurki insan, malının
elinden
çıkmasına razı olmaz ama ondan faydalanılmasına razı olur. Bir de, hazır olan akrabanın
satış
ve benzeri akidlerde akitten sonra mülkiyet davasının
dinlenmemesi kıyasa aykırı olarak
verilmiş
bir hükümdür. Başkası ona
kıyaslanamaz. Ben, buna dikkat çeken birisini görmedim.
Düşün.
Remlî.
Ben
derim ki: Vakıfda, satım akdi gibidir. Nitekim Şihâb eş-Şibli böyle fetvâ vermiş ve onun
asrındaki
Hanefi âlimlerinin ileri gelenlerinden on üç tanesi de kendisine muvafakat etmiştir. Şibli
bunların
isimlerini ve onun görüşüne
muvafakatlarını bizzat kendi el yazıları ile meşhur eseri
fetavasında,
Kitabü'l-Dâvâ'nın sonunda zikretmiştir. Oraya müracaat et.
Sonra,
şu da bilinmeli ki; satım kaydı, akrabaya nisbetle
kendisi gösterir, yabancıya nisbetle değil
Camiu'l-Fetâva'da
Kitabü'd-Dâvâ'nın baş tarafında Hulâsa'dan nakledilen şu ifadeler buna delâlet
eder:
«Bir adam, bir müddet bir araziyi kullansa ve başka birisi bunu görse, sonra da araziyi
kullanan
ölse, onun tasarrufunu gören kişi hayatında iken mülkiyet davasında bulunmamışsa
öldükten
sonraki iddiası dinlenmez.»
Hâmidiyye'de de Velvâliciyye'den naklen şöyle denilmektedir: «Bir adam bir arazide bir müddet
tasarrufta
bulunsa ve başka birisi de araziyi ve tasarrufu görse, mülkiyet iddiasında bulunmadan,
ölse
artık onun oğlunun mutasarrıf
aleyhine açacağı mülkiyet davası dinlenmez.»
Görünen
o ki, mutasarrıfın veya öbürünün ölmesi, mülkiyet davasının gerçeksizliği için şart
değildir.
Çünkü âlimler burada onu anmamışlardır. Bununla anlaşılıyor ki, tasarrufa muttali
olunduğundaki
susuş, daha önce satış olmamışsa mülkiyet davasına manidir. Satış esnasındaki
susuş
ise, (yabancının değil) sadece akrabanın davasına engeldir. Sonra bilmiş olki;
Allâme
İbnü'l-Ğars Fevakihu'l-Bedriyye de Mebsut'tan şunu nakletmiştir: «Bir kimse, davaya mani
bir
durum olmadığı halde otuz üç sene
dava etmese, daha sonraki davası dinlenmez. Çünkü imkanı
olduğu
halde dava etmemesi zahiren
hakkının olmayışına delâlet
eder.» Bunun benzeri Bahr ve
Camiu'l-Fetâvâ'da
da vardır. Fetâvâ'ya ehil olan müteehhirûn âlimler ise, otuz altı sene sonra
davanın
dinlenmeyeceğini söylemişlerdir.
Ancak, lavacı bu müddet içersinde
gaib olursa yada
çocuk
veya deli olur ve delileri bulunmazsa, yahutta davalı zalim bir
emir olur ve kendisinden
korkulursa
müstesna. Fetâvâ'l-Attabiyye'de de böyledir.
Zâhire
göre; bu anılan müddetten sonra davanın dinlenmemesi, tasarrufa veya başka birşeye
müttali
olmakla birlikte dava edilmemesinden daha geneldir. Çünkü âlimler burada, tasarrufa
muttali
olmakla birlikte dava edilmemesinin, bilahare açılacak bir davanın dinlenilmemesine sebep
olduğunu
bir zamanla kayıtlamamışlardır. O halde bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Düşün.
Yalnız
şurası bilinmelidir ki: böyle bir davanın dinlenmemesi, onun hakkının batıl olmasından
dolayı değildir. Çünkü bu, hakkın batıl oluşuna hükmetmek değil. hakimlerin, yalandan ve
kandırmadan
korkarak davaya bakmaktan imtina etmeleridir. Gerekçenin de işaret ettiği gibi halin
delaleti
bunu göstermektedir. Aksi halde, zaman aşımı ile hakkın düşmesi gerekirdi. Halbuki
Eşbâh'ın
kazabahsinde belirtildiğinegöre zaman aşımı ile hak sakıt olmaz.
Bu
meselelerde. davacının hakkı uhrevi yönden baki kalmak şartıyla bu dünyadaki dava dinlenmez.
Onun
için, şayet hasmı onu ikrar ederse
hakkını alır. Üzerinden onbeş sene geçtiği zaman sultanın
dinlenmesini
nehyetmesi halinde davanın dinlenmemesi meselesinde de durum böyledir. Nitekim
Tahkim
konusunun baş tarafında geçmişti. bu değerli izahı iyi değerlendir.
«Meselâ
oğlu...» Yâni hanımı ve diğer akrabaları gibi birisi.
«Satılan
malın kendisîne ait olduğunu...» Yâni tamamının veya belirli ve belirsiz bir kısmının kendi
mülkü
olduğunu iddia etse. Bu ifadelerden
çıkan sonuca göre. semendeki davanın da
dinlenmemesi gerekir. Tebyîn ve başka kitaplardaki şu ifadeler de bunu teyid etmektedir:
«Akrabanın orada bulunup da satışa karşı çıkmayışı, o malın satıcıya ait olup, kendisinin hiçbir
hakkının
olmadığını ikrardır» Remlî.
«Kenz
ve Mültekâ'da mutlak bir ifade ile
belirtilmiş...» Yâni, Zeylaî'nin. Ebu'l-Leys'in fetavasından
naklen
koyduğu şu kayıda işaret edilmeden belirtilmiştir: «Şayet müşteri onda bir müddet
tasarrufta
bulunmuşsa...» Minâh'ta : «Kenz, Bezzâziye ve müteber kitapların
çoğunda bu kayıt
konulmamıştır.
Onun için biz de kayıtlamıyoruz. Üstelik bu kayıt akraba ile
komşunun eşit
tutulmasını
gerektirir. Halbuki komşunun hükmü, akrabanınkine zıttır.» denilmektedir. Minâh
mesele
ile ilgili başka görüşlerde nakletmiştir. Oraya müracaat
et.
«...
Ses çıkarmaması... açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur.» Yâni bu
satıcının mülküdür
demesi
yerine kaim kılınmıştır. Musannıfın
Fetâvasında şöyle denilmektedir: «Eğer, satış
esnasında, o malın kendisine sözü tasdik edilir.» Nehcü'n-Necât adındaki kitapta, bu, davacı
bilmemekte
mazûr olmadığı zaman geçerlidir. Ama mazursa, davası dinlenir. Âlimler gizli bir
meselede tenakuz sebebiyle varis vasî ve mütevelli tazir edilir demişlerdir» denilmektedir.
Estrüşeni'de
şöyle der: «Bir kimse kendi evini, küçük oğlu için satın alsa ve oğlu büyüse ve bundan
haberi
olmasa sonra baba o evi satıp, müşteriye teslim etse sonra
da oğlu için müşteriden kiralasa,
bütün
bunların akabinde oğlu babasının
yaptığını öğrenip evin kendisine verilmesi için dava etse
davası
kabul edilir. Çünkü o. gizlilikten
dolayı. evi kiralamakla davasına ters bir davranışta
bulunmuş
sayılmaz. Zira baba, küçük çocuğu
için kendi başına bir ev alma yetkisine haizdir.
Çocuğun,
büyüdükten sonra bunu bilmemesi de normaldir» Sâihani.
«Bir
kimsenin, müşteriye, satılan bir
mala müstehik çıktığı takdirde...»Bunun sadece akrabaya
mahsus
bir hüküm olduğu zannedilmemesi için, (gelecek olan) «yabancı» kelimesinden sonra
söylenmesi daha iyi olurdu. Zeylaî meseleyi açıklamıştır. Oraya müracaat et.
M
E T İ N
Bir
malı satarken yanında yabancı birisi olsa ve bu. komşu bile olsa satışa ses çıkarmasa,
sonradan
onun hak iddiasına mani olmaz. Ancak komşu satış ve teslim esnasında sussa ve
müşteri
satın aldığı şeyde ağaç dikmek veya bina yapmak gibi bir tasarrufta
bulunsa sonra da
komşu
malın kendisine ait olduğunu
iddia etse Fasit tamahkârlıkları önlemek için, davası
dinlenmez.
Müftâbih olan budur.
Yabancı
birisi. birinin malını fuzûli
olarak satsa ve mal sahibi ses çıkarmasa, onun susuşu bize
göre
o satışa razı sayılmaz. İbn. Ebî
Leylâ'ya göre ise rıza sayılır. Bezzâziye, yirmibeşinci faslın
sonu
ve başka yerler.
İ
Z A H
«Bir
malı satarken yaranda yabancı birisi olsa ve bu komşusu bile olsa satışa ses çıkarmasa...»
Onun
hak iddiasına mal olamaz. Remlî şöyle der: Benim anladığıma göre akraba ile yabancı
arasındaki farka sebep fasit tamahkârlığın akrabada daha çok oluşu ve karıştırma ihtimalinin çok
oluşudur.
Bu yüzden. bu tip karıştırmalar akrabalar arasında özellikle miras davalarında daha çok
olmaktadır.
Çünkü isbatı kolaydır. Yabancılar da
ise böyle değildir. Zira bir kimsenin, yabancı
birinin
malına tamahkârlıkta bulunması nadirdir. Bu yüzden iddianın yalan olduğunu gösteren
bir
tercih
sebebinin bulunması gerekir. O da müşterinin malda bir müddet tasarrufta
bulunmasıdır.
«Ancak komşu sussa...» Komşunun dışındaki yabancılar da aynıdır. Burada komşusunun özellikle
zikredilmesi onun akrabaya veya hanıma benzediği zannedildiği içindir.
«Satış
ve teslim esnasında...» Yâni Remlî'nin geçen sözlerinden de anlaşıldığı gibi satış ve teslimi
öğrendiği
anda. Bildiğin gibi buradaki «satış» ihtirâzî bir kayıt değildir. Aksine komşu (veya yabancı
birisi)
satılan maldaki herhangi bir tasarrufa muttali olur da ses çıkarmazsa mülkiyet dava hakkı
düşer.
«Satın
aldığında ağaç dikmek veya bina yapmak...» Bundan maksat, sahibinden başka hiç kimseye
nisbet
edilmeyen her türlü tasarruftur. Bu ikisi örnek olarak zikredilmişlerdir.
«Yabancı
birisi, birinin malını fuzûli olarak satsa...» Bu meseleyi burada konu ile olan çok az bir
münasebetten
dolayı zikretti. Aslında konu.
satış esnasında itiraz etmeyen birisinin daha sonra
satılan
o malda mülkiyet iddiasında
bulunması, satıcı ve alıcının ise bunu inkar etmesi ile ilgilidir.
Fuzûlî'nin
satışında ise inkâr söz konusu
değildir.
«Bize
göre satışı rıza sayılmaz...» Eminüddin'in fetâvâsında Muhîften naklen
şöyle denilmektedir:
«Bir
kimse fuzulî birisinden (malın mahliki malikin velisi veya satışa vekil olmayan şahıs) mal satın
alır
ve mal sahibinin huzurunda malı
kabzeder. O da buna ses çıkarmazsa bu, onun satışa razı
olduğuna
delil kabul edilir.» Bunun aynısı,
yine Muhit'ten naklen Bezzâziye'de de yer almıştır. Bu
ifadelerden
anlaşılıyorki meselenin bu konu
ile irtibatı, müşterinin fuzulen satın aldığı bir malı,
sahibinin
huzurunda kabzetmemesi durumunda
söz konusudur.
Remlî.
«Bezzâziye
yirmi beşinci faslın sonu ve başka yerler...» Yâni Kitabü'd-Dâva'da Nikâh bahsinde
dokuzuncu
fasıldı. Zeylaî burada Câmiu's-Sağir'den nakletmiştir.