17 Ekim 2012

REDDU'L MUHTAR ÇEŞİTLİ MESELELER İKİNCİ BÖLÜM


REDDU'L MUHTAR ÇEŞİTLİ MESELELER İKİNCİ BÖLÜM
M E T İ N
Vasiyyet, nikah, boşama, satın alma, satma, kısas ve başka hükümlerde tatın iması ve yazısı dil ile
ylemesi gibidir. Dili tutuk olan ise böyle değildir. İmam Şâfiî'ye göre tat ile dili tutuk olan eşittir.
Yâni (bize göre) yukarıda sayılan hükümlerde tatın işareti muteberdir. Eğer işareti bilinirse veya
tutukluğu ölümüne kadar devam ederse dili tutuk olan da onun gibidir. Fetvâ bununla verilir.
Ben derim ki: Bu, vasaya bahsinde geçmişti. Orada, Ekmel, ibn Kemâl, Zeylaî ve başkaları zikretti.
Onların sözlerinin ifade ettiği şudur: Dili tutuk olan kişi eğer meselâ işaretle bir ikrarda bulunur
veya hanımını boşarsa beklenir, eğer o halde ölürse tasarrufu, işaret anına müsteniden geçerlidir.
ölümüne kadar devam etmezse geçerli olmaz. Buna göre:
Eğer dili tutuk olan kişi, işaretle evlenirse, bu evlilik nafız olmadığı için hanımla ilişki kuramaz. Ama
o hal üzere ölürse kadının adamın mirasından mehir alma hakkı vardır. Musannıf bunu söylemiştir.
Fakat oğlu. Zevâhir de, Eşbah'ın dört hükmünü zikri esnasında, şöyle demiştir: Âlimlerin, muktasır
ve müstenid için kaide: Şarta taliki sahih olan muktasıran (şartın vukuundan itibaren) şarta taliki
sahih olmayan da (söylendiği) ana) müsteniden geçerli olur» -ki Bahr'ın talik bahsinde de böyledir-
şeklindeki sözleri buna (dili tutuk olanın talakının müsteniden oluşuna) zıt düşmektedir. Çünkü
bunun gereği, boşama, köle azad etme ve benzeri şarta taliki caiz olan şeylerde bunların
muktasıran vaki olmalarıdır.
Tatın işareti ve yazısı hadlerde geçerli değildir. Çünkü hadler Allah hakkı oldukları için şüphelerle
düşerler. Yine tatın işareti, hiç bir şahitlikte geçerli değildir. Minye.
Tatın, işaretle islâmı kabul etmesi sahih midir? konusuna gelince, âlimlerin sözlerinin zahirine göre
«evet geçerlidir.» Ama ben bunu bir yerde açıkça görmedim. Eşbâh.
İ Z A H
«Tatın imzası...» Yâni, hakim anladığı zaman, onun kaşı, eli veya başka bir organıyla yaptığı işareti
makbuldür. Şayet hakim, onun işaretini anlamazsa. manasını tatın kardeşlerinden. arkadaşlarından
veya komşularından sorar. Ta ki onlar, hakimin huzurunda onun ne demek istediğini anlatıp tefsir
etsinler de hakim onun dediğini bilebilsin. Yalnız. bu kişilerin adli, sözü makbul kişilerden olma
icabeder. Çünkü fasıkın sözü makbul değildir. Velvâliciyye'den naklen Bîrî.
İfadenin mutlak oluşu, tatın yazmaya gücü yettiği halde işaretinin muteber olduğunu gösterir.
Mütemed olan da budur. Çünkü bunlardan ikiside zaruretten dolayı hüccettir. Nitekim Kuhistâni ve
başka kitaplarda böyle denilmektedir. Dürrü Mültekâ.



«Ve yazısı...» Makdisî buna, anadan doğma tat olanın yazıyı öğrenemiyeceğini ona yazı yazmayı
anlatmanın mümkün olmayacağını söyleyerek itiraz etmiştir. Çünkü yazı harflerden meydana gelen
lafızlar dizisidir. Tat ise konuşamaz ve konuşulanı duyamaz.
Ben diyorum ki: Tata, şu manaya şu şekilde yazılan harfler işaret eder şeklinde tarif edilebilir.
«Dili tutuk olan iseyle değildir...» Yâni bunun ima ve yazısı muteber değildir. Ancak, ileride
geleceği üzere, tutukluğu devam edecek olursa müstesna. Çünkü sonradan meydana gelen bir
kusurun, kaybolacağı beklenir. Dolayısıyle doğuştan tat alana kıyaslanmaz. Şu da bilinmeliki bu,
mersüm yani mütad olmayan yazı ile ilgilidir. Tebyin ve diğer kitaplarda ifade edildiğine göre yazı
üç çeşittir:
1 - Müstebin mersûm: Bu, ünvan ile başlayan yazılardır. Adet olduğu üzere. boş tarafına, «filandan
filana» diye yazılır. Bu çeşit yazılar konuşma gibidir, hüccet olarak bağlar.
2 - Müstebin gayri mersûm: Duvarlara. ağaç yapraklarına veya kağıt üzerine. mutat olmayan şekilde
yazılan yazılardır. Bunlar, kendilerine diyet şahit tutmak. başka birisine imâ ettirmek gibi başka bir
şey ilave edilmeden delil olmaz. Çünkü yazı yazmak bazen öğrenmek ve benzeri bir şey için olur.
Ama ilâve edilen bu şeylerle, maksat açığa çıkar. Bir de, şahit tutulmadan başkasına yazdırmanın
delil olmayacağı söylenmiştir. Ama önceki esahtır.
3 - Ğayrü müstebin : Havaya ve su üzerine yazmak gibi. Bu, işitilmeyen bir söz söylemek gibidir.
Niyetle bile olsa bununla hiçbir hüküm sabit olmaz.
Meselenin özü şu : Bu söz çeşitlerinden birincisi şârih. ikincisi kinâye, üçüncüsü de geçersizdir.
Mevcudiyeti olmayan ama aklen var olan dördüncü bir suret daha vardır ki o da şudur: Mersûm ve
gayri müstebin (yani yazı var fakat mana yok).
Bu çeşitlerin hepsi, konuşabilen hakkındadır, konuşamayan için öncelikle caiz olur. Fakat
Dürrü'l-Mültekâ'da Eşbâh'tan naklen tat hakkında gaib olmasa bile yazının unvanlı (birinci şıktaki
gibi) olmasının şart olduğu söylenmektedir. Bunun zahirine göre, konuşabilen ve hazır olan kişinin
meramını sözle değilde unvanlı yazı ile anlatmasının muteber olmadığı anlaşılmaktadır. Eşbâh'ta
şöyle denilir: «Bir adam vasiyyet senedini yazsa ve içindekine başkalarını şahit tutsa ama
okumasa, şahitlerin bununla şahitlik yapmalarının caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu sahihtir.» Yâni
şahitlik ancak bilinen şeye yapılır.
«Dili tutuk olan da onun gibidir.Aslında böyle diyeceğine, «Dili tutuk olanın işareti, ancak
bilinirse kabul edilir» deseydi daha iyi olurdu.
«Fetvâ bununla verilir...» Bu İmam-ı Azam'dan gelen rivayettir. Bunun mukabili. Kifâye'deki, İmam
Timurtâşî'dan nakledilen. (dili tutulanın işaretinin makbul olması için) tutukluğun bir sene ile takdir
edilmesidir.
«Dürrü'l-Mültekâ'da şöyle denilmektedir: İmâdî, tutukluğu uzayan hastayı bundan istisnâ etmiştir.
Bercendi'nin madiyeye isnaden ifade ettiğine göre böyle olan bir hasta tat gibidir. Kuhistânî'nin
İmâdiye'den naklettiği ise bunun hilafınadır. Çünkü o bu hükmü ileride konuşup meramı
anlatabilmesi umulan hakkında söylemiştir.»
Kuhistâni'nin ibaresi şu şekildedir: «Bir kimseye felç inse de konuşamayacak durumda olsa veya
hastalansa ve zayıflığından dolayı konuşmaya gücü yetmese ama aklı başında olsa ve başı ile
vasiyetine işaret etse. vasiyeti sahih olur. Bizim ashabımız ise. İmâdiye'de belirtildiği gibi bunun
sahih olmadığını söylemişlerdir.
«İşaret ânına müsteniden geçerlidir.» Hanımının işaretle veya yazı ile boşadığı andan başlamak
üzere iddeti bitince, evlenme hakkı vardır. Azâd edilen kölenin tasarrufu da o andan itibaren
geçerlidir.
«Evlilik nâfiz olmadığı için... ilh...» Çünkü onun geçerliliği, icâzetine değil, dili tutuk olarak ölmesine
mevkuftur. Hatta denilir ki, onun hanımla ilişki kurmak istemesinin, onun nikahı istediğine delil
sayılması gerekir. Anla.
«Fakat oğlu, Zevâhirde... demiştir.» Bu ifade yukarıdaki, «boşama ve köle azâd etmede de, işaret
anına müsteniden geçerli olur.» sözünden istidraktır.
«Dört hüküm...» Bu dört hüküm şunlardır:
a - İktisar: Kocanın (şarta bağlamadan) talak vermesi ve sahibinin köle azâd etmesi gibi.
b - İnkılâb: Boşamayı ve köle azâdını bir şarta bağlama durumunda olduğu gibi. Şartın bulunması
halinde. illet olmayan, illete inkılab eder (dönüşür).



c - İstinad: Tazmin edilen şeyler gibi ki, bunlar ödendikleri zaman sebebin bulunduğu vakte
mustenid olarak sahip olunur.
Mesela birisi birisinin malım gasbetse ve onda tasarrufta bulunsa sonrada o malın kıymet veya
mislini ödese, ödediği anda, gasbettiği zamandan geçerli olmak üzere o mala malik olur. (Mütercim)
d- Tebyin: Meselâ bir kimsenin karısına «eğer bugün Zeyd evde ise sen boşsun» dese ve ertesi
gün, Zeyd'in (dün) evde olduğu tebeyyün etse (açığa çıksa) talak o gün vaki olur ve iddet o günden
başlar.
Tebyînle istinad arasındaki fark şudur: Tebyînde, insanların ona muttali olmaları mümkündür.
istinadda ise mümkün değildir.
Eşbâh'tan özetle.
Biz bu konuda daha geniş malûmatı sarih talak bahsinde vermiştik.
«Buna zıt düşmektedir...» Yâni, dili tutuk olanın boşama ve köle azâd etmesi ve benzerlerinin işaret
anına istinaden geçerli olduğu görüşüne zıt düşmektedir. T.
Ben derim ki: Kenz'in «Ta'lik ya mülkte veya mülke izafe edilen şeyde (meselâ falan kadınla
evlendiğim zaman o boştur demesi gibi)dir.» sözünün yanındaki ibaresi şu şekildedir: «Bilmiş ol ki,
sıhhatten maksat. bağlayıcı olmasıdır. Çünkü mülkün veya mülke izâfe edilenin dışında da ta'lik
sahihtir. ama kocanın icâzetine mevkuftur. Hatta yabancı birisi, bir adamın hanımına: Eğer sen şu
eve girersen boşsun dese, bu kocanın icâzetine mevkuftur. Eğer icâzet verirse ta'lik bağlayıcı olur
ve kadının o eve icâzetten sonra girmesi ile boş olur, icâzetten önce girmesi ile ise boş olmaz.
Yabancı birisinin, şarta bağlamadan verdiği talakta kocanın icâzetine bağlıdır, icâzet verdiği zaman,
boşama vaktine istinaden değil, icâzet anında talak vaki olur. Mevkuf olan satım ise böyle değildir.
Çünkü o mal sahibinin icâzeti ile, satış anından itibaren geçerlilik kazanır. Müşteri. malın o andan
itibaren kendisine bitişik ve ayrı ürünlerine malik olur. Bu konudaki kaide şudur: Şarta taliki sahih
olan şey şartın tahakkukundan sonra, şarta taliki sahih olmayan ise öncesine müsteniden geçerli
olur.»
Görüyorsun ki Bahr sahibi bu konudaki kaideyi bütün muktesir ve mustenidlere şâmil kılmayıp
sadece özel bir çeşide mahsus kıldı. O da, asıl tarafın icâzetine bağlı olan, Fuzûlî'nin aktidir. Aksi
halde talak ve köle azâdı gibi şeylerin her surette ancak, muktesir olarak vaki olması gerekir.
Halbuki Eşbâh'dan naklen geçtiği üzere durum kesinlikle böyle değildir. Bu durumda ifadeler
arasında muhalefet yoktur. Çünkü bizim meselemiz bu kabilden değildir.
«Hadlerde geçerli değildir...» Bu, haddin bütün çeşitlerini içine alır. Yâni tat, işaret veya yazı ile bir
kadına zina iftirasında bulunursa kendisine had uygulanmaz. Aynı şekilde, zina, hırsızlık, veya içki
içme ikrarında bulunursa yine had tatbik edilmez. Çünkü bazı sebeplerle kendisi aleyhine cezayı
gerektiren bir ikrarda bulunan kişiye, ikrarını açık bir lafızla söylemedikçe ceza icâbetmez. Kifâye.
Hidâye'de şu ilâve yer almıştır:
«Onun için had uygulanmaz yani kendisine zina iftirasında bulunulmuşsa, sadece kazf haddi
uygulanmaz.»
«Çünkü hadler şüphelerle düşerler...» Hadlerle kısasın arasındaki fark şudur: Had, içersinde şüphe
olan bir beyanla sabit olmaz. Eğer şahidler haram bir cinsel ilişkiye şahitlik etseler veya birisi
haram bir cinsel ilişki ikrarında bulunsa had icâbetmez. Ama, şahitler her hangi bir kayıtta
bulunmadan mutlak öldürmeye şahitlik etseler veya bir kimse bunu ikrar etse teammüd bulunmasa
bile kısas icâbeder. Çünkü kısasda muavaza manası vardır. Zira o, telafi edici olarak meşru
kılınmıştır. Dolayısıyla kul hakkı olan diğer muavazalarda olduğu gibi, şüphe ilede sabit olması
caizdir. Sırf Allah (c.c.) için olan hadler ise caydırıcı olarak meşru kılınmışlardır, onlarda muavaza
manası yoktur. Dolayısıyle, ihtiyaç olmadığı için şüphe ile sabit olmazlar. Hidaye.
Allâme Tûrî, ulemanın burada hadlerle kısasları ayrı tutmalarına itiraz etti. Çünkü onlar birçok yerde
açıkça hadlerinde kısasında şüphe ile düştüğünü söylerler. Meselâ kefâlet bunlardandır. Her
ikisinde de: nefse kefâlet, olmadığı gibi, vekâlet yoluyla haddinde kısasın da uygulanması her
ikisinde de şahitlik üzerine şahitlik caiz değildir. Bütün bunlarda gerekçe olarak, hem hadlerin
hemde kısasın şüphe ile düştüğünü göstermişlerdir. Dava ve cinayet bahislerinde de bu kaide
üzerine birçok mesele bina etmiştir.
«Hiçbir şahitlikte geçerli değildir..» Fethu'l-Kadir'de. Mebsut'tan bu konuda fakihlerin icmânın
olduğu nakledilmiştir. Çünkü tat şehâdet lafızını söyleyemez meselenin tamamı oradadır.
«Alimlerin sözlerinin zahirine göre...» Tatın işareti ile, müslüman oluşu kabul edilir. Bu, ikrar



bahsinde açıkça geçti. Musannıf orada şöyle demişti: «Konuşabilenin başı ile işaret etmesi: mal,
köle azâdı, boşama, satış, nikâh, icâzet ve hibe konusunda ikrâr sayılmaz. İftâ, nesebe, İslâmı kabûl
ve küfür konularında ise ikrardır.»
M E T İ N
Oruçlu olan, sevdiği birisinin tükrüğünü yutarsa kendisine hem kaza hemde keffâret icabeder.
Sevmediği birinin tükrüğünü yutarsa keffâret gerekmez. Oruç bahsinde geçmişti.
Bazı bacıların öldürülmeleri, haccı terk konusunda özürdür. Bu da hac bahsinde geçmişti.
Kadının, kendisi ile birlikte evinde oturan kocasını, yanına girmekten men etmesi hükmen nüşüze
(kocasına isyan) sayılır. Nitekim nafaka konusunda izah etmiştik. Ama kadının men etmesi.
kendisini evine (kocanın evi) götürmesi ise nüşüz sayılmaz. Çünkü kadının oturacağı yen temin.
kocanın görevidir. Adam gasbettiği bir evde oturur ve kadın o eve girmekten kaçınırsa yine naşize
sayılmaz, çünkü haklıdır. Zira orada oturmak haramdır. Ama orasının gasbedilmiş ev olduğunda
şüphe varsa hüküm yukardakinin aksinedir.
Kadının kocasına : «Cariyenle veya ümmüveledinle aynı evde oturmam, ben müstakil bir ev
isterim» deme hakkı yoktur.
İ Z A H
«Hem kaza hemde keffâret icabeder...» Çünkü, sevdiği birisinin tükrüğünü yutmasında, bedenin
salahı manası vardır. Nitekim bu Savm bahsinde Dirâye ve başka kitaplardan naklen geçmişti.
«Sevmediği birisinin tükrüğünü yutana keffâret gerekmez...» sadece kaza icabeder.
«Haccı terk konusunda özürdür...» Çünkü yol emniyeti, haccın vücubu veya edâsı şarttır. Ama şârih
orada yol emniyetini rüşvetle bile olsa. genelde tehlikeden uzak olmakla kayıtladı ve bunu İbn.
Kemâl'e nisbet etti. Hacılar içersinde bazılarının öldürülmeleri galib olan tehlikeden selâmeti yok
etmez. Onun Tahtâvî bunu, her durak yerinde öldürmekle kayıtladı. Düşün.
«Hükmen nüşüz sayılır...» Çünkü nişaze; haksız yere kocasının evinden kaçan kadındır. Bir kadının,
kendisinin oturmak istediği bir eve kocasını almaması hükmen oradan kaçmak sayılır.
«Orasının gasbedilmiş ev olduğunda şüphe varsa...» Meselâ ev devlete ait olsa ve kadın oraya
girmese naşizedir. Çünkü zamanımızda şüpheye itibar edilmez. Tecnis'te de böyledir.
«Cariyesi veya ümmü veledi ile...» Kocasının daha kadın erkek illşkisini bilmeyen bir çocuğu ile
kalmaya itiraz edemez. Karı ve kocanın diğer aile fertleri ise bunun aksinedir. (Kadın onlarla ay
evde kalmaya itiraz edebilir.)
M E T İ N
Adam kölesine: «Ey sahibim» veya cariyesine «ben senin kölenim» dese bunlar azâd olmuş
sayılmazlar. Çünkü bu sözler (köle azâdı konusunda) ne sarih nede kinâye değillerdir. Ama
kölesine «Ey mevlâm» dese köle hür olur. Çünkü, yerinde geçtiği üzere bu, köle azâdında kullanılan
kinaye lafızlarındandır.
Mevlânın bir çok manası vardır. Köle konusuna âzâd edilmiş köle ve efendi manalarına gelir.
(Mütercim)
İki kişi arasında nizâlı olan bir gayri menkul mal, davacı iddiasına (delil getirmedikçe veya hakim
tarafından malın müddeiye ait olduğu bilinmiyorsa zi'l-yed (mal elinde olan şahıs) tan alınamaz.
Taşınır mallar ise böyle değildir.
Davalının o malın elinde olduğunu tasdik etmesi sahih olan görüşe göre kafi değildir. Çünkü onun
muvazaa olması muhtemeldir.
Ben derim ki: Defalarca geçti ki -sonuncusu kölenin cinayeti bahsindedir- Zamanımızda hakimin
bilgisi ile amel edilmez. Düşün. Bu, davacının, sebeb belirtmeden mutlak milk iddia ettiğindedir.
Ama taşınmaz malı zil-yedden satın aldığını ve malın onun elinde olduğunu iddia etse, davalı da
malın elinde olduğunu ikrar edip, satın alma iddiasını inkâr etse malın onun elinde olduğuna dair
bir delile ihtiyaç duyulmaz. Çünkü fiil (satın almak gibi) iddiası, zi'l-yed aleyhine sahih olduğu gibi,
başkası aleyhine de sahihtir. Bezzâziye de bu geniş olarak ele alınmıştır.
Hâkimin, kendi velâyeti altında atmayan bir taşınmaz malda hüküm vermesi, taşınır maldaki hüküm
vermesinde olduğu gibi sahihtir. Sahih olan görüş budur. Kazâ bahsinde, bu konuda şehrin şart
olmadığı geçmişti. Fetvâ bununla verilir. Hüküm veren hakim, verdiği hükmü taşınmaz malın
bulunduğu yerdeki hakime yazar. Ta ki o, mal hak sahibine teslim etsin. Bazı âlimlerin görüşüne



göre ise hakimin, velâyeti altında bulunmayan bir taşınmaz hakkında hüküm veremiyeceğini
ylemişlerdir. Mültekâ ve Kenz'de bu görüş esas alınmıştır.
İ Z A H
«Yerinde geçtiği üzere...» Yâni Kitabü'l-ltk'ta geçti. Ben derim ki: Musannıf orada, bu lafzı köle
azadında kullanılan sarih lafızlardan saydı. O, Zeylaî ve başkalarının kavlinin zahiridir. Çünkü
bunun hakikatı, köle üzerine velânın sübutunu haber verir. Bu da azâd iledilr. Çünkü onun mevlâ
tarafından isbatı mümkündür. Yine ben diyorum ki: Bundan her ne kadar iştirak ile azâd edene itlak
ediliyorsada ulemanın mevlâyı azâd edilen köleye tahsis etmelerinin sebebi açığa çıktı. Çünkü
velânın, kölenin efendisi tarafından isbatı yani efendinin kölesinin velâsını üzerine kılması mümkün
değildir. Şayet böyle bir şey söylerse boşa gider. O halde efendi kölesine «ey mevlâm» dediğinde,
mümkün olan manayı dilediği teayyün eder.
«Davacı iddiasına delil getirmedikçe...» Miskîn şerhinde deyle denilmiştir. Ama Zeylai ve daha
başkalarının Söyledikleri gibi: «Taşınmaz malın, davalının elinde olduğuna delil getirmedikçe»
deseydi daha münasip olurdu. Milk iddiasında bulunanın davası açıklayacağı gibidir.
«Kafi değildir...» Şârihin «delil getirmedikçe» sözünün itlakından anlaşılanı, açıklamadır.
«Muvazaa ihtimali...» Anlaşmış olmaları, yani esas mal sahlbl gaib olur ve iki kişi aralarında
anlaşırlar: Birisi malın elinde olduğunu ikrar eder, öbürü de onun kendisine ait olduğunu iddia
eder. Şahitlerde de biraz müsamaha edilir. Sonra da mal elinde olan hakimin hükmüne istinaden
malı öbürüne verir. Taşınır mallarda ise bu töhmet yoktur. Çünkü adetten malik menkulden elini
kesmez, mal elinde olur. Bahr, Bezzâziye'den.
«Bu...» Yâni, zilyedliğin delille isbatının gerekli oluşu.
«Başkası aleyhine sahihtir.» Çünkü onun aleyhine temlik iddiasında bulunmaktadır, o da zilyedden
başkasından gerçekleşir. ikrarla zilyedliğin sabit olmayışı davanın sıhhatine engel değildir. Ama
sebep belirtilmeden yapılan mutlak milk iddiası, zilyedin elini izâle ederek taarruzun terki davasıdır.
Elin izâlesi de ancak zilyedden tasavvur edilir.
Onun ikrarı ile de, zilyed oluşu sabit olmaz. Çünkü belirttiğimiz gibi muvazaa ihtimali vardır.
Bezzâziye'den naklen Minâh.
«Sahih olan görüş budur...» Bahr de, Kitabü'l-Kazâ'nın başında «Dava menkul veya alacak davası
olursa, davacı ve davalının, hakimin bulunduğu memleketden olmaları şart değildir. Gayri
menkulde ise o davaya bakmak velâyetinde değildir. Hulasa ve Bezzâziye'de belirtildiği üzere sahih
olan, böyle bir hakimin hükmünün caiz oluşudur. Bunlar arasındaki farkı anlaman icabeder. Çünkü
bu hatadır.
«Şehrin şart olmadığı geçmişti...» Yâni kırda da muhakeme yapmak caizdir. Bu müftabihtir. Bahr.
M E T İ N
Hakim, bir hadisede bir beyyine ile hüküm verse sonrada; «Hükmümden döndüm» veya «görüşüm
değişti» veya «Şahitlerin karıştırmasına kandım» veya «hükmümü ibtal ettim» ve benzeri bir şey
ylese, bu sözüne itibar edilmez. Çünkü hükme, davacının hakkı tealluk etmiştir.
Sahih bir dava ve doğru bir şahitlikten sonra verilmiş olan hüküm geçerlidir. Ancak üç yer bundan
müstesnadır. Konu, kaza bahsinde geçmişti. Bunlar: Hakimin hata ile hükmettiğini bilmesi kendi
mezhebi hilafına hüküm vermesi hatasının meydana çıkmasıdır.
Şahitler (bir mesele hakkında hakime sen bu konuda) hüküm verdin deseler. hakim ise inkâr etse
hakimin sözü kabul edilir. Müftabih olan budur. İbnü'l-Ğars Fevakthu'l-Bedriyye adlı eserinde böyle
demiştir. Bezzâziye'de ise İmam Muhammed'in ihtilafı ilâve edilmiştir.
Bahr'de yukarıdaki ifadeye; «Başka bir hakim onu infaz etmedikçe» sözü ilâve edilmiştir. Şayet
infaz etmişse o zaman hakimin «ben hüküm vermedim» demesine bakılmaz. Çünkü o konuda ikinci
bir hüküm bulunmuş olur.
Musannıf: «Bu, güzel bir kayıttır. Bahir sahibinden başka bu kaydı koyanı görmedim» der.
İ Z A H
«Hakim bir hadisede, bir beyyine ile hüküm verse...» Bunu daha sonra gelen «şahitlerin
karıştırmasına kandım» sözü için söylemiştir. Yoksa aslında zahir olan görüşe göre ikrar beyyine
gibidir.
«Ve benzeri bir şey...» hakimin, «önceki hükmü bozdum, feshettim, kaldırdım» demesi gibi. T.



Hâmevi'den naklen.
«Sahih bir davadan sonra...» Davanın sahih olmasının şartları dava bahsinde geçti, onlardan bir
kısmı da gelecek.
«Veya hatası meydana çıksa...» Yâni kesin olarak hatalı hüküm verdiği anlaşılsa; meselâ birisinin
birini öldürdüğüne hükmetse ve maktül sanılan kişi diri olarak gelse veya hak(m müctehid olsa da
verdiği hükmün hilafına bir nass görse ve ictihadı değişse hatası meydana çıkmış olur.
Zeylaî'nin Muhît'ten naklen bildirdiğine göre; Rasulüllah (s.a.v.) kendi içtihadı İle verdiği bir
hükmün aksine Kur'an nazil olmuş ve o hükmü bozmamıştır. Çünkü önceki hüküm, hakkında nass
olmayan konularda olduğu gibi sahihtir ve bir şeriat olmuştur. Bunun hilafına bir âyet indiği zaman,
önceki şeriatı neshetmiş olur. Ama bir hakimin kendi içtihadı ile hükmedip de sonra onun aksine
bir nassın varlığının meydana çıkması bunun aksinedir. Çünkü nass daha önceden vardı, inmişti,
fakat hakime gizli kalmıştı. O zaman, nassın bulunduğu yerde içtihadla hükmetmiş olurki bu sahih
değildir. Meselenin tamamı Zeylaî dedir. Sûyütî'nin Eşbâh'ında ise Sûbkî'den naklen şöyle
denilmektedir: «Hanefilere göre, hakimin hükmü, hakkında delil olmayan bir hüküm ise bozulabilir.
Vakıf bırakanın şartına zıt olan, nassa zıt demektir ve o, hakkında delil olmayan bir hükümdür.» Bu
söz, Bahır'de Mecma şerhinin: «Vakıf bırakanın şartı, şariin nassı gibidir» sözüyle desteklenmiştir.
«Hakim ise inkâr etse ilh...» Ama hükmü itiraf ederse, hakim bulunduğu memlekette kabul edilir
fakat azledilmişse kabul edilmez. Bezzâziye'de: «Eğer aslın yanında naibin hükmünü isbat etmek
isterlerse, hazır olan hasım aleyhine sahih bir dava takdim etmeleri ve beyyîne getirmeleri gerekir.
Nitekim, başka bir hakimin hükmünü isbat etmek istediklerinde de böyle yaparlar.» denilmektedir.
«İmam Muhammed'in ihtilafı...» Bahr da şöyle denilmektedir: «Camiu'l-Fusûleyn müellifi, İmam
Muhammed'in görüşünü tercih etmiş ve zamanımız hakimlerinin hali bilindiği için, bununla fetvâ
vermek gerekir demiştir.»
«Çünkü o konuda ikinci bir hüküm bulunmuş olur.n Çünkü o hakim ancak, hüküm kendi yanında
sabit olduktan sonra İnfaz eder. Onda da davanın bulunması gerekir. Bahr de: «İkincisinin, dava da
da birincisinin hükmünü imza etmesi gerekir. Esas şahitlerin bulunması şart değildir»
denilmektedir. Birincisinin sözünü kabul etseydi, onun sübut ve imzasından sonra mücerred söz ile
ikinci hükmün batıl olması icabederdi. Çünkü o, birincisi üzerine mebnidir. Özellikle ikinci hakimin
mezhebine aykırı ise böyledir.
M E T İ N
Kul haklarından, ihtilaflı olan konulardaki hükmün infazı için, hükmün şer'an hasım olabilecek bir
hasım tarafından, diğer bir hasmın aleyhine açılmış, sahih davanın bulunduğu bir hadisede olması
şarttır. Şayet bir kimse hakimin huzurunda birisinin aleyhine bir delil gösterse ve hakim, taraflar
arasında bir davalaşma ve münazaa olmadan (yani hasım hazır olmadan) bu delil sebebiyle hüküm
verse, hükmü infaz edilmez. Çünkü nefazın şartı bulunmamıştır. Dava şeri bir husumetle
gerçekleştirilmemiştir. O zaman, hakimin sözü fetvâ olur ve ancak, Kitabü'l-Kazâ'da da belirttiğimiz
gibi kendi mezhebine göre hüküm verebilîr.
Musannıf bunu şu sözü ile ifade etmiştir: «Eğer Hanefi bir hâkime, Maliki bir hakimin duruşma
olmadan verdiği bir hüküm getirilse ona iltifat etmez. Kendi mezhebinin icabına göre hüküm verir.
Çünkü kendisinin böyle bir hüküm vermesine mani bir şey geçmemiştir. Zira Mâliki hakimin verdiği
hüküm kul hakkındaki hükmün gerçekleşmesi için şort olan şeri bir husumete dayanmadığı için
kaza değil, fetvâdır.
Bir hâkim. önceki hâkimin hükmünde şüpheye düşerse asıl şahitleri ister. Bu kaza bahsinde
geçmişti. «Birinci hükümde şüphe etmesi» kaydını koyması, şüphe etmemesi halinde esas
şahitleri, isteyemiyeceğini gösterir.
Fevakihu'l-Bedrryye'de şöyle denilmektedir: «Alimler, adli ve âlim bir hakimin verdiği hüküm
bozulmaz, doğru olduğu kabul edilir. Ama başkasının hükmünü yani usulü ile fasit olduğu meydana
çıktığı zaman ikinci hakim bozabilir demişlerdir.»
İ Z A H
«Kul haklarından...» Bu kaydı özellikle getirdi. Çünkü. hadler, hanımı boşama ve cariyeyi azâd gibi
Allah'ın hakkı olan konularda hadise şart değildir.
«Şer'an hasım olabilecek...» Asıl hasım, vekil, vasî. mütevelli ve varislerden birisi gibi. Fuzûlî,
emânet bırakan ve iyreti veren ise hasım olamazlar. Çünkü bunların nizaları muteber değildir.



«Kendi mezhebine göre hüküm verir...» Yâni birinci hakimin verdiği hüküm başka bir hakime
götürülse kendi mezhebine göre hükmeder. önceki hükmü infâz etmesi icabetmez. Çünkü evvelki
hakimin verdiği hüküm, şartı bulunmadığı için bağlayıcı değildir. O ancak bir fetvâ yani şeri hük
beyandır.
«Şüphe ederse...» Bu, Nehir de Bahr'den nakledilmiş ve Nehr müellifi «başka yerde bunu
görmedim» demiştir.
«Yani usulü ile, fasid olduğu meydana çıktığı zaman...» Ben derim ki: Buna göre âlim ve âdil bir
hâkimin hükmü ile başka birisinin hükmü arasında fark yoktur. Ama eğer: «Onu bozmaya
yönelinmez» denilseydi daha iyi olurdu. Bunun anlamı şudur: Hükmü bozmayı gerektiren şeyler
araştırılmaz. Hâkim bu hükmü acaba rüşvet veya benzeri bir şeylemi verdi denilmez. Alimlerin :
«Doğruluğa hamledilir» sözünden anlaşılan budur. Ama âdil olmayanın durumu araştırılır.
M E T İ N
Teatı yoluyla yapılan bir satım, batıl veya fasid bir satım üzerine terettüp ettiği zaman münakid
olmaz. Büyü bahsinin baş tarafında Hulâsa, Bezzâziye ve Bahr'dan naklen geçmişti.
Bir kimse bir kaç kişiyi bir yere gizlese sonra da birisine bir şey sorsa ve adam onu ikrar etse,
gizlenenler o adamı görseler ve dediğini duysalar ama o. gizlenenleri görmese, duyanların bu
ikrarla adam aleyhine şahitlik yapmaları caizdir, Fakat gizlenenler adamı görmeden sözünü
duysalar onun aleyhine şahitlik yapmaları caiz olmaz. Çünkü ses karışabilir ve işe şüphe girer.
Ancak şahitler orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna. Bu da şöyle olur: Eve girip
içeriyi arasalar ve kimsenin olmadığını tesbit etseler sonra da çıkıp kapının önüne otursalar ve
evin. başka hiç bir girişi olmadığı halde yanlarından bir adam girse. onlarda ikrarını işitseler
şahitlikte bulunabilirler.
İ Z A H
«Büyü bahsinin baş tarafında geçmişti.» Orada geçmiştiki bu : Önceki satım akdini terketmeden
önce olduğu zamanki hâle hamledilir ve bu, sadece teati yoluyla olan satıma mahsus değildir.
Sarahaten icab ve kabul ile olan satım da böyledir. Hâniyye'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse
fasid bey'le bir elbise satın alsa ve ertesi gün satıcı ile karşılaşıp; sen şu elbiseni bana bin liraya
sattın. öbürü de : evet ben o parayı aldım deseler batıldır. Bu. aralarındaki konuşmadan önce fasid
bir satım akdi bulunduğu takdirdedir. Ama önceki fasid satımı bozmuş olsalar o zaman ertesi
günkü satış caiz olur.
Ben derim ki; Şârihin orada, bir koyun sürüsünün satılması konusunda söyledikleri buna itiraz
olarak vaki olabilir. Koyun sürüsünün satımı konusu şöyledir: Bir kimse «her koyunun fiatı şu
kadar» diyerek bir sürüyü satsa bu satış fasiddir. Eğer koyunların sayısı mecliste iken bilinirse yi.
ne de satış sahih hole dönüşmez. Sahih olan budur. Ama taraflar razı olurlarsa satım teati yolu ile
münakid olur. Etiketle satmakta buna benzer. Sirac.
Bu ifadenin benzeri, Nihâye, Feth ve başka kitaplarda da vardır. «Yanlarından bir adam girse...»
Yâni tek başına şârihin : «Ancak orada başka birisinin olmadığını bilirlerse müstesna» sözü bunu
ifade etmektedir. Bu izaha göre: Eğer içeriye adamla birlikte lehinde ikrarda bulunulan kişide
girerse şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü, ikrarda bulunan kişinin bir hak iddiasında bulunup, sesini
öbürünün sesine benzetmesi ihtimali ile şüphe vardır.
M E T İ N
Bir kimse; oğlunun, hanımının ya da başka bir akrabasının yanında o, bilir olduğu halde bir tarla
veya bir hayvan ya da bir elbise satsa sonra da (bunlardan orada olan) meselâ oğlu, o satılan malın
kendisine ait olduğunu iddia etse, davası dinlenmez. Kenz ve Mültekâ'da da bu, mutlak bir ifade ile
belirtilmiş ve malı satanın yanındaki akrabanın ses çıkarmaması, kandırma ve hileyi kesmek için, o
malın kendisine ait olmadığını açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur. Bir kimsenin müşteriye
satılan bir mala müstehık çıktığı takdirde parayı ödemeye kefil olması ve alım satımdaki semeni
(satış bedel olan parayı) ödemeyi kefil olması durumunda da hüküm yukarıdaki gibidir. Demişlerdir
ki: Bir kimseyi babası çeyizsiz olarak evlendirse ve adam zifâf esnasında buna ses çıkarmasa, bu
onun çeyizsiz olarak evlenmeye razı olduğunu gösterir. Daha sonra artık çeyiz istemeye hakkı
yoktur. Nitekim mehir bahsinde geçmişti.
İ Z A H
«Bir tarla veya bir hayvan yada bir elbise satsa...» Hibe etse veya sadaka olarak verse ve teslim
etse yine aynıdır. Burada meselenin «satmak»la kayıtlamasının sebebi kiraya vermesi veya rehin



bırakması yada iyreti olarak vermesi hallerinde orada hazîr olanın iddiası halinde dava dinleneceği
içindir. Çünkü malın, sahibinin mülkünden çıkması, bunların gereği değildir. Olurki insan, malının
elinden çıkmasına razı olmaz ama ondan faydalanılmasına razı olur. Bir de, hazır olan akrabanın
satış ve benzeri akidlerde akitten sonra mülkiyet davasının dinlenmemesi kıyasa aykırı olarak
verilmiş bir hükümdür. Başkası ona kıyaslanamaz. Ben, buna dikkat çeken birisini görmedim.
Düşün. Remlî.
Ben derim ki: Vakıfda, satım akdi gibidir. Nitekim Şihâb eş-Şibli böyle fetvâ vermiş ve onun
asrındaki Hanefi âlimlerinin ileri gelenlerinden on üç tanesi de kendisine muvafakat etmiştir. Şibli
bunların isimlerini ve onun görüşüne muvafakatlarını bizzat kendi el yazıları ile meşhur eseri
fetavasında, Kitabü'l-Dâvâ'nın sonunda zikretmiştir. Oraya müracaat et.
Sonra, şu da bilinmeli ki; satım kaydı, akrabaya nisbetle kendisi gösterir, yabancıya nisbetle değil
Camiu'l-Fetâva'da Kitabü'd-Dâvâ'nın baş tarafında Hulâsa'dan nakledilen şu ifadeler buna delâlet
eder: «Bir adam, bir müddet bir araziyi kullansa ve başka birisi bunu görse, sonra da araziyi
kullanan ölse, onun tasarrufunu gören kişi hayatında iken mülkiyet davasında bulunmamışsa
öldükten sonraki iddiası dinlenmez.»
Hâmidiyye'de de Velvâliciyye'den naklen şöyle denilmektedir: «Bir adam bir arazide bir müddet
tasarrufta bulunsa ve başka birisi de araziyi ve tasarrufu görse, mülkiyet iddiasında bulunmadan,
ölse artık onun oğlunun mutasarrıf aleyhine açacağı mülkiyet davası dinlenmez.»
Görünen o ki, mutasarrıfın veya öbürünün ölmesi, mülkiyet davasının gerçeksizliği için şart
değildir. Çünkü âlimler burada onu anmamışlardır. Bununla anlaşılıyor ki, tasarrufa muttali
olunduğundaki susuş, daha önce satış olmamışsa mülkiyet davasına manidir. Satış esnasındaki
susuş ise, (yabancının değil) sadece akrabanın davasına engeldir. Sonra bilmiş olki;
Allâme İbnü'l-Ğars Fevakihu'l-Bedriyye de Mebsut'tan şunu nakletmiştir: «Bir kimse, davaya mani
bir durum olmadığı halde otuz üç sene dava etmese, daha sonraki davası dinlenmez. Çünkü imkanı
olduğu halde dava etmemesi zahiren hakkının olmayışına delâlet eder.» Bunun benzeri Bahr ve
Camiu'l-Fetâvâ'da da vardır. Fetâvâ'ya ehil olan müteehhirûn âlimler ise, otuz altı sene sonra
davanın dinlenmeyeceğini söylemişlerdir. Ancak, lavacı bu müddet içersinde gaib olursa yada
çocuk veya deli olur ve delileri bulunmazsa, yahutta davalı zalim bir emir olur ve kendisinden
korkulursa müstesna. Fetâvâ'l-Attabiyye'de de böyledir.
Zâhire göre; bu anılan müddetten sonra davanın dinlenmemesi, tasarrufa veya başka birşeye
müttali olmakla birlikte dava edilmemesinden daha geneldir. Çünkü âlimler burada, tasarrufa
muttali olmakla birlikte dava edilmemesinin, bilahare açılacak bir davanın dinlenilmemesine sebep
olduğunu bir zamanla kayıtlamamışlardır. O halde bu görüşler arasında bir çelişki yoktur. Düşün.
Yalnız şurası bilinmelidir ki:yle bir davanın dinlenmemesi, onun hakkının batıl olmasından
dolayı değildir. Çünkü bu, hakkın batıl oluşuna hükmetmek değil. hakimlerin, yalandan ve
kandırmadan korkarak davaya bakmaktan imtina etmeleridir. Gerekçenin de işaret ettiği gibi halin
delaleti bunu göstermektedir. Aksi halde, zaman aşımı ile hakkın düşmesi gerekirdi. Halbuki
Eşbâh'ın kazabahsinde belirtildiğinegöre zaman aşımı ile hak sakıt olmaz.
Bu meselelerde. davacının hakkı uhrevi yönden baki kalmak şartıyla bu dünyadaki dava dinlenmez.
Onun için, şayet hasmı onu ikrar ederse hakkını alır. Üzerinden onbeş sene geçtiği zaman sultanın
dinlenmesini nehyetmesi halinde davanın dinlenmemesi meselesinde de durum böyledir. Nitekim
Tahkim konusunun baş tarafında geçmişti. bu değerli izahı iyi değerlendir.
«Meselâ oğlu...» Yâni hanımı ve diğer akrabaları gibi birisi.
«Satılan malın kendisîne ait olduğunu...» Yâni tamamının veya belirli ve belirsiz bir kısmının kendi
mülkü olduğunu iddia etse. Bu ifadelerden çıkan sonuca göre. semendeki davanın da
dinlenmemesi gerekir. Tebyîn ve başka kitaplardaki şu ifadeler de bunu teyid etmektedir:
«Akrabanın orada bulunup da satışa karşı çıkmayışı, o malın satıcıya ait olup, kendisinin hiçbir
hakkının olmadığını ikrardır» Remlî.
«Kenz ve Mültekâ'da mutlak bir ifade ile belirtilmiş...» Yâni, Zeylaî'nin. Ebu'l-Leys'in fetavasından
naklen koyduğu şu kayıda işaret edilmeden belirtilmiştir: «Şayet müşteri onda bir müddet
tasarrufta bulunmuşsa...» Minâh'ta : «Kenz, Bezzâziye ve müteber kitapların çoğunda bu kayıt
konulmamıştır. Onun için biz de kayıtlamıyoruz. Üstelik bu kayıt akraba ile komşunun eşit
tutulmasını gerektirir. Halbuki komşunun hükmü, akrabanınkine zıttır.» denilmektedir. Minâh
mesele ile ilgili başka görüşlerde nakletmiştir. Oraya müracaat et.



«... Ses çıkarmaması... açıkça söylemesi yerine kaim tutulmuştur.» Yâni bu satıcının mülküdür
demesi yerine kaim kılınmıştır. Musannıfın Fetâvasında şöyle denilmektedir: «Eğer, satış
esnasında, o malın kendisine sözü tasdik edilir.» Nehcü'n-Necât adındaki kitapta, bu, davacı
bilmemekte mazûr olmadığı zaman geçerlidir. Ama mazursa, davası dinlenir. Âlimler gizli bir
meselede tenakuz sebebiyle varis vasî ve mütevelli tazir edilir demişlerdir» denilmektedir.
Estrüşeni'de şöyle der: «Bir kimse kendi evini, küçük oğlu için satın alsa ve oğlu büyüse ve bundan
haberi olmasa sonra baba o evi satıp, müşteriye teslim etse sonra da oğlu için müşteriden kiralasa,
bütün bunların akabinde oğlu babasının yaptığını öğrenip evin kendisine verilmesi için dava etse
davası kabul edilir. Çünkü o. gizlilikten dolayı. evi kiralamakla davasına ters bir davranışta
bulunmuş sayılmaz. Zira baba, küçük çocuğu için kendi başına bir ev alma yetkisine haizdir.
Çocuğun, büyüdükten sonra bunu bilmemesi de normaldir» Sâihani.
«Bir kimsenin, müşteriye, satılan bir mala müstehik çıktığı takdirde...»Bunun sadece akrabaya
mahsus bir hüküm olduğu zannedilmemesi için, (gelecek olan) «yabancı» kelimesinden sonra
ylenmesi daha iyi olurdu. Zeylaî meseleyi açıklamıştır. Oraya müracaat et.
M E T İ N
Bir malı satarken yanında yabancı birisi olsa ve bu. komşu bile olsa satışa ses çıkarmasa,
sonradan onun hak iddiasına mani olmaz. Ancak komşu satış ve teslim esnasında sussa ve
müşteri satın aldığı şeyde ağaç dikmek veya bina yapmak gibi bir tasarrufta bulunsa sonra da
komşu malın kendisine ait olduğunu iddia etse Fasit tamahkârlıkları önlemek için, davası
dinlenmez. Müftâbih olan budur.
Yabancı birisi. birinin malını fuzûli olarak satsa ve mal sahibi ses çıkarmasa, onun susuşu bize
göre o satışa razı sayılmaz. İbn. Ebî Leylâ'ya göre ise rıza sayılır. Bezzâziye, yirmibeşinci faslın
sonu ve başka yerler.
İ Z A H
«Bir malı satarken yaranda yabancı birisi olsa ve bu komşusu bile olsa satışa ses çıkarmasa...»
Onun hak iddiasına mal olamaz. Remlî şöyle der: Benim anladığıma göre akraba ile yabancı
arasındaki farka sebep fasit tamahkârlığın akrabada daha çok oluşu ve karıştırma ihtimalinin çok
oluşudur. Bu yüzden. bu tip karıştırmalar akrabalar arasında özellikle miras davalarında daha çok
olmaktadır. Çünkü isbatı kolaydır. Yabancılar da iseyle değildir. Zira bir kimsenin, yabancı
birinin malına tamahkârlıkta bulunması nadirdir. Bu yüzden iddianın yalan olduğunu gösteren bir
tercih sebebinin bulunması gerekir. O da müşterinin malda bir müddet tasarrufta bulunmasıdır.
«Ancak komşu sussa...» Komşunun dışındaki yabancılar da aynıdır. Burada komşusunun özellikle
zikredilmesi onun akrabaya veya hanıma benzediği zannedildiği içindir.
«Satış ve teslim esnasında...» Yâni Remlî'nin geçen sözlerinden de anlaşıldığı gibi satış ve teslimi
öğrendiği anda. Bildiğin gibi buradaki «satış» ihtirâzî bir kayıt değildir. Aksine komşu (veya yabancı
birisi) satılan maldaki herhangi bir tasarrufa muttali olur da ses çıkarmazsa mülkiyet dava hakkı
düşer.
«Satın aldığında ağaç dikmek veya bina yapmak...» Bundan maksat, sahibinden başka hiç kimseye
nisbet edilmeyen her türlü tasarruftur. Bu ikisi örnek olarak zikredilmişlerdir.
«Yabancı birisi, birinin malını fuzûli olarak satsa...» Bu meseleyi burada konu ile olan çok az bir
münasebetten dolayı zikretti. Aslında konu. satış esnasında itiraz etmeyen birisinin daha sonra
satılan o malda mülkiyet iddiasında bulunması, satıcı ve alıcının ise bunu inkar etmesi ile ilgilidir.
Fuzûlî'nin satışında ise inkâr söz konusu değildir.
«Bize göre satışı rıza sayılmaz...» Eminüddin'in fetâvâsında Muhîften naklen şöyle denilmektedir:
«Bir kimse fuzulî birisinden (malın mahliki malikin velisi veya satışa vekil olmayan şahıs) mal satın
alır ve mal sahibinin huzurunda malı kabzeder. O da buna ses çıkarmazsa bu, onun satışa razı
olduğuna delil kabul edilir.» Bunun aynısı, yine Muhit'ten naklen Bezzâziye'de de yer almıştır. Bu
ifadelerden anlaşılıyorki meselenin bu konu ile irtibatı, müşterinin fuzulen satın aldığı bir malı,
sahibinin huzurunda kabzetmemesi durumunda söz konusudur. Remlî.
«Bezzâziye yirmi beşinci faslın sonu ve başka yerler...» Yâni Kitabü'd-Dâva'da Nikâh bahsinde
dokuzuncu fasıldı. Zeylaî burada Câmiu's-Sağir'den nakletmiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...