02 Ekim 2012

REDDU'L-BAHAR...NAMAZIN ADABI 2


İZAH
«Dikili parmaklarını kıbleye çevirir» Sirâc sahibi diyor ki: Yani sağ ayağının parmaklarını kıbleye çevirir. Çünkü hangilerine imkan bulursa onları kıbleye çevirmek evlâdır.» burada maksadın sağ ayak parmakları olduğunu Miftah, Hulâsa ve Hızâne sahipleri açıklamışlardır. Binaenaleyh Dürer sahibinin tesniye sigasiyle iki ayağının parmaklarını demesi müşkildir. Çünkü yere döşenen sol ayağının parmaklarını kıbleye çevirmek ziyade bir tekellüftür. Nitekim Şeyh İsmail'in şerhinde de böyle denilmiştir. Ama Kuhistânî Dürer'de ki ibarenin mislini kâfi ile tühfedende nakletmiş sonra şunları söylemiştir: «Sol ayağını sağ ayağına doğru çevirir. Parmaklarını da mümkün olduğu kadarkıbleye döndürür.
«Farz ve nâfilelerde sünnet olan budur.» Bağdaş kurar yahud iki ayağını birden sağ tarafa çıkararak oturursa sünnete muhalefet etmiş olur. Bazıları nâfilelerde hasta gibi istediği şekilde oturabileceğini söylemişlerdir.
Rükûda yaptığı gibi otururken avuçları ile dizlerini tutmaz. Çünkü tutarsa parmakları yere döner. Tahavî buna muhaliftir. Buradaki nefi (yani tutmaz sözü). câiz olmaz manasına değil efdâl değildir manasınadır. Nitekim Bahır'da bildirilmiştir.
Ulemanın İmam Muhammed'le İmam-ı A'zam'a nisbet ettikleri kavîl emâli'de imam ebu Yusuf'dan da nakledilmiştir. Nitekim gelecektir. Şu halde bu kavil üç imamımızdan nakledilmiştir.
Şârih: «Bize göre Müftabih olan kavil şudur ki: Bütün parmaklarını yayarak şehadet parmağı ile işaret eder.» İfâdesini nakl ile şârihlerin bulduğu kavlin müftabih olduğunu açıklamıştır. Ancak doğrusu «Bütün parmaklarını yayarak» ifadesini atmaktır. Çünkü bu ifâde benim Dürer-ul-Bıhar'da ve şerhinde gördüklerime muhâliftir. Dürer-ül-Bıhar'ın ibâresi şöyledir: «Elliüç akd etmez. (dipnotgoster6104) İşarette etmez. Fakat fetvâ bunun hilâfınadır.» Şerhi Gurer-ül-Efkâr'ın ibâresi de şöyledir: «Ey fakih! İmam Ahmed'in bir kavline Şâfiî'ye uyarak yaptığı gibi sende elli üç akt etme biz tehlilde sağ elimizin şehâdet parmağı ile işaret etmeyiz bilakis parmaklarımızı yayarız. Ama fetvâ  bunun hilâfınadır. Yani bize göre fetvâ işaret etmemek Şâfiî ile imam Ahmed in dedikleri gibi elliüç akdi şeklinde işaret etmektir. Muhit nâm eserde «işâret sünnettir. Parmak nefi edilirken kaldırılır isbatta indirilir. . Ebu Hanîfe ile Muhammed'in kavli budur. Bu babta eser ve haberler çoktur. Binaenaleyh bununla amel evladır.» denilmektedir. Bu ifade müftabih olan kavlin parmakların! yayarak değil zikri geçen şekilde onları yumarak şehâdet parmağı i!e işaret edileceğini gösterdiğini açıklamaktadır. Çünkü bize göre parmaklarını yayarak işaret yoktur. Onun için Münyetü'l Musallî'de: «İşâret yaparsa küçük parmağı ile yüzük parmağını yumar. Orta parmağı ile başparmağını halka yaparak şehadet parmağını diker.» denilmiştir. Mezkür eserin küçük şerhinde: «Şehadet getirirken bize göre işaret yapar mı? bu hususta ihtilaf vardır.
Elli üç akdi bütün parmaklarını yumarak Şehâdet parmağını dik tutmaktır. Araplar ellerin bu şekilde yummakla elli üç rakamım kastederler. Nefi edilirken murad lâilâhe kelimesidir. Çünkü bunun manası nefi yani ALLAH yok demektir. İsbattan muradda illellah dır. Bundan muradda isbat yani Allah vardır. demektir. Lâilâhe illellah» cümlesi Arabçaya mahsus bir cümle şeklidir. Bu cümle nefi ile baçlar isbat ile biter yani ilâh yoktur ancak bir Allah manasına gelir.
Hulâsa ve Bezzaziye'de işaret yapılmayacağı, Hidâye şerhinde ise yapılacağı sahih bulunmuştur. El-Mültekât ve diğer kitablarda da işaret sahih bulunmuştur. İşaretin şekli şehâdet getirirken orta ve baş parmak halka yapılarak ve küçük parmakla yüzük parmak yumularak şehâdet parmağı ile işaret etmektir. Yahud elliüç akt etmekle olur. Bundan murad orta ve yüzük parmağı ile küçük parmağını yummak baş parmağının başını orta parmağının orta ekinin kenarına koymak şehâdet parmağını lâilâhe derken kaldırmak, illellâh derken indirmektir.» Büyük şerhde şöyle denilmiştir: «İşaret ederken parmakları yummak, işaretin nasıl yapılacağı hususunda İmam Muhammed'den rivayet olunmuştur. Kezâ Emâlide ebu Yusuf'tan dahi rivâyet edilmiştir. Bu işaretin sahih kabul edildiğine teferru, eder. Ulemadan birçoklarından teşehhüdde aslâ işaret edilmeyeceği rivayet olunmuştur. Bu kavil dirayet ve rivayete muhaliftir.
İmam Muhammed'den rivayet olunduğuna göre kendisi işaretin nasıl yapılacağı hususundaki kavlini İmam-A'zam'dan rivayet etmiştir.» Feth-ul-Kadîr'de de bunun gibi izahat vardır. Kuhistânî'de: «Bütün ulemamızdan rivayet oldunduğuna göre parmak kaldırmak sünnettir. Sağ elinin baş parmağı ile orta parmağın başlarını birleştirmek suretiyle halka yapar. Ve şehâdet parmağı ile işaret eder.» denilmiştir. Bütün bu nakiller açıkça gösteriyor ki sünnet vecihle işaret ancak hususî bir şekilde olur ki oda elini yummak ve halka yapmak suretiyle olur. Parmakları yayma rivayetine gelince onda asla işaret yoktur. Bundan dolayıdır ki Fetih ile Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu. yani zikir edilen şekil işaretin sahih olduğuna teferru eder. Yani işaret rivayeti sahihdir. Biz halka yapmadan işaret olur diyemeyiz onun için işaret Bedâyî, Nihâye. Mi'rac, Diraye, Zahîre. Zahiriyye, fethul-kadîr, Münye ve Kuhistanî şerhleri, Hılye, Nehir, Mülteka şerhi Behenni, Dürer-ül-bıhar şerhleri gibi bil'umum kitablarda bu şekilde tefsir edilmiştir.
Nitekim ben bunların ibarelerini «ref'ulteredd...» adlı risâlemde beyan ettim. Bizim için yalnız iki kavil olduğunu yazdım. Bunların birincisi mezhepte meşhur olan kavildir ki işaret yapmaksızın parmakları yaymaktır. ikincisi şehâdet getirecek kadar parmakları yaymak şehadet getirirken yumarak Lâilahe derken şehadet parmağını kaldırmak illellâh derken indirmektir. Müteehhirin ulemanın itimad ettikleri kavil budur. Çünkü Peygamber (s.a.v.)den sahih hadislerle sâbit olmuş; üç imamımızdan sahih rivayetle nakledilmiştir. Onun için Feth-ul-kadîr'de: «Birinci dirâyet ve rivayetin hilafınadır» denilmiştir.
Zamanımızda umumiyetle halkın tercih ettikleri parmakları halka yapmadan yayarak işaret etmeye gelince: Buna şârihden başka kail olan kimse görmedim. Şarih de Şurunbulâli'ye tabi olmuş o da onuncu asır ulemasından İs'âf nâmındaki eserin sahibi İbrâhim Tırablusî'nin Burhan adlı kitabından nakletmiştir. Onun sözü gelmiş geçmiş bil'umum şarihlerin zikir ettikleri iki kavle aykırı düşünce cumhur ulemanın kavilleriyle amel edilir. Cumhur avâmın kavillerine bakılmaz. Sahih olan yalnız şehâdet parmağı ile işaret etmektir.
İki elinin şehâdet parmakları ile işaret etmek mekruhtur. Nitekim fethul-kadîr ve diğer kitablarda bildirilmiştir. Burhan'ın sözünden iki kavilden karma bir söz meydana gelmiştir ki, o da parmakları yayarak yummadan işaret yapmaktır. Bunun menkule muhâlif olduğunu gördüm. Şarih'in Dürer-ül-Bıhar ile onun şerhinden naklettikleri dahi vakıın hilâfınadır. Bu rivayet ihtimal ki garip bir kavildir. Ona kail olan kimse görmedik. Burhan sahibi ona tabi olmuş umumiyetle beldeler ehâlisi bu yolu tutmuştur. Ama meşhur ve mezhebin kitablarında menkul olan işittiklerindir. ALLAH'u âlem.
Aynî'de parmak kaldırmanın müstehap, Muhit'te ise sünnet olduğu bildirilmiştir. Bu iki kavlinarasını bulmak için sünnet-i gayri müekkede demek mümkündür. T.
METİN
Vücûben ibn-ı Mes'ud'un teşehhüdünü okur. Nitekim Bahır sahibi bunu incelemiştir. Lâkin başkalarının sözü bunun mendup olduğunu ifâde eder. Dede Şeyh-ul-İslâm hilâfın efdaliyette olduğunu kat'î lisanla söylemiştir. Bunun benzeri de Mecme-ul-enhur'dedir. Teşehhüd lafızları ile bu lafızlardan murad olan manaları inşâ vechiyle kast eder. Sanki Allah Teâlâyı tahıyye ediyormuş; peygamberine, kendi nefsine ve Allah'ın velî kullarına selâm veriyormuş gibi düşünür. Bunları haber veriyormuş gibi davranmaz. Bunu müçtebâ sahibi söylemiştir. Bu teşehhüdden anlaşıldığına göre «Aleynâ» kelimesindeki zamir (bizim üzerimize mânasına) orada mevcut olanlara aittir. Allah Teâlâ'nın selamını hikâye değildir. Peygamber (s.a.v.) burada gerçekten «ben rasulullahım» derdi. Farz namazın ilk oturuşunda bilittifak teşehhüdden fazla bir şey okumaz. Kasden fazla bir şey okursa namazı yeniden kılması icap eder. Yanılarak ziyâde ederse sâdece Allahümme salli ala Muhammed dediği takdirde mezhebin müftabih olan kavline göre secde-i sehiv vâcip olur. Bu namaza mahsus olmak üzere değil kıyâmı te'hir ettiği içindir. Cemaat olan kimse imamından önce teşehhüdü bitirirse bil'ittifak susar. Mesbûk ıse imamı selâm verirken bitirmiş olmak için ağır davranır. Bazıları teşehhüdü tamamlar demiş; bir takımlarıda şehâdet kelimesini tekrarlayacağını söylemişlerdir.
İZAH
Bahır sâhibi şöyle demektedir: «Sonra bazı şârihler: İbn-i Mes'ud teşehhüdünü okumak evlâdır demişlerdir. Bu söz hilâfın evleviyet meselesinde olduğunu gösterir. Halbuki anlaşılan bunun hilâfınadır. Çünkü ulema teşehhüdün vacip olduğunu söylemiş, İbn-i Mes'ud'un teşehhüdü diye tayin etmişlerdir. Binaenaleyh bu teşehhüd vaciptir. Onun içindir ki Sirâc sahibi teşehhüdde bir harf ziyade etmek yahud bir harfin yerini değiştirmek mekruh olduğunu söylemiştir.
Ebu Hanife: «İbn-i Mes'ud'un teşehhüdünden noksan veya ziyade yaparsa mekruh olur. Çünkü namaz zikirleri mahduttur. Onlara ziyâde edilemez demiştir.»
Kerahet mutlak söylenirse kerahet-i tahrime manası kast edilir. Şeyh-ul-İslâm gibi Nehir sahibi ve Hayreddîn dahi hilâfın evleviyet meselesinde olduğunu cezm etmişlerdir. Hayreddin Remlî Bahır hâşiyelerinde şöyle demektedir: «Ben derim ki anlaşıldığına göre hilâf evleviyettedir. Ulemanın teşehhüd vacibtir sözlerinin manası muayyen bir teşehhüd değil ihtilaf üzere âdet edilen teşehhüddür. Bizim kaidelerimizde bunu iktiza eder. Sonra Nehir'de benim söylediğime yakın sözler gördüm. Şu hale göre yukarda geçen kerahet kerahet-i tenzihiyedir.»
Ben derim ki: Hılye'nin sözüde bunu te'yid eder. Hılye sahibi ibn-i mes'ud'dan rivayet edilen teşehhüd lafızlarını zikir etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bilmiş ol ki teşehhüd bu zikir edilen kelimelerin mecmuudur. Kezâ bunların benzeri rivayet edilen sözlerdir. Bunlar iki şehâdetle şâmil oldukları için teşehhüd nâmı verilmiştir... ilh» «Bunları haber veriyormuş gibi davranmaz.» yanı mi'rac gecesinde Rasûlüllah (s.a.v.) ile Teâlâ hazretlerinin ve meleklerinin söylediklerini habervermeyi kast etmez. Bu kıssanın tamamı teşehhüd lafızlarının izahı ile birlikte İmdâd nâm eserdedir. Ona müracaat eyle!
Orada mevcud olanlardan murad: İmam cemaat ve meleklerdir. Bunu Nevevî söylemiş. İmam Suruci'de beğenmiştir. «AIIah Teâlânın selâmını hikâye değildir. Sözü hatâdır. Doğrusu: «Rasulullah (s.a.v.) in selâmını hikaye değildir.» şeklinde olacaktır. T. Burada Peygamber (s.a.v.) «Gerçekten ben rasülûllahım» derdi cümlesini Şâfiîlerden Rafiî nakletmiştir. Hâfız ibn-i Hacer bunu red etmiş ve şöyle demiştir: «Bunun aslı yoktur. Teşehhüd lafızları Peygamber (s.a.v.) den tevatüren nakledilmiştir. O «Eşhedü enne Muhammed'en Rasûlüllah ve abdühü verasûlühü»
«Ben Muhammed'in Rasûlüllah ve Allah'ın kulu olduğuna şehadet ederim.» derdi. Bunu Tahtavî Zerkânî'den nakletmiştir. Tühfe sâhibi diyor ki: «Evet eğer ezanın teşehhüdünü kastediyorsa doğrudur. Çünkü peygamber (s.a.v.) bir seferde bir defa ezan okumuş ve bunu söylemiştir.»
Ben derim ki: Buharî'de dahi Selemetü ibn-ı Ekvâ (r.a.) dan rivayet edilen hadisde de böyle denilmiştir. Mezkûr hadiste: «Ben cemaatın yiyeceklerinin yetmeyeceğinden korkdum... ilh» buyurulmakta ve ayni hadiste Rasulullah (s.a.v.) «Eşhedü enlâilâhe illellah ve eşhedü enni rasulellah» Allah'dan başka ilah olmadığına şehadet ederim; kendimin de rasulullah olduğuma şehadet ederim.» Buyurdu. denilmektedir. Bu şehadet namaz haricinde idi. Rasûlüllah (s.a.v.) onu elinde bereket mucizesi zuhur ettiği vakit söylemişti. Farz namazın ilk oturuşunda teşehhüdden fazla bir şey okumadığı gibi farza mülhak olan vitir gibi namazda ve beş vaktin sünnetlerinde dahi bir şey okumaz. Gerçi Bahır sahibi bu meselenin söz götürdüğünü söylemişse de nezir edilen namazla bozduğu nafile namazın kazasının hükmüne baksın. Anlaşılıyor ki bu iki nevi namaz nâfile hükmündedirler. Çünkü bunlardaki vücûp ârizidir. T.
Farz ve ona mülhak namazlarda ilk otururda teşehhüdden fazla bir şey okunmayacağı ittifaki bir meseledir. Ulemamızın kavli bu olduğu gibi. imam Malik'le imam Ahmed'in kavilleride budur. Şâfiî'nin sahih kavline göre bu teşehhüd müstehabtır. Cumhurun delili imam Ahmed'le ibn-i Hüzeyme'nin rivayet ettikleri ibn-i Mes'ud hadisidir. Bu hadiste: «Sonra peygamber (s.a.v.) Şâyet namazın ortasında ise teşehhüdünü bitirince kalkardı.» denilmektedir. Tahâvî: «Buna kim bir şey ilâve ederse icmaa muhâlefette bulunmuş olur. demiştir. Bahır. Şu hale göre Şârih'in muradı, Şâfiî'nin mezhebi icmaa muhaliftir demektir.
«Sâdece Allahümme salli alâ Muhammed» demekle sehiv secde vacip olur. Bazıları ve alâ Muhammed demedikçe vacip olmayacağını söylemişlerdir. Bu kâdı imam nakletmiştir. Bir takımlarına göre bir rükün edâ edecek kadar geciktirmedikçe vacip olmaz. Bazılarına göre ise bir harf ziyade etse bile vacip olur. Bahır sahibi bunların hepsini red etmiş. Musannıf'ın burada söylediğinin tercih olunduğunu bildirmiştir. Nitekim Hulâsa'da da böyle denilmiş Hâniye'de bu söz tercih olunmuştur. Zeyleî secde-i sehiv babında bu sözün esah olduğunu açıklamıştır. Halebî'nin el Münyet-ül-Kebir şerhindeki sözü dahi onun tercihini iktiza eder. Lâkin Münyet-üs-sağîr şerhinde ekser ulemanın Kâdı imamın kavlini tercih ettiklerini söylemiş, esah olan da budur demiştir. Hayreddîn Remlî diyor ki: «Gördüğün gibi sahih kabul edilen kaviller muhteliftir. Ama Kâdı imam'ın söylediğini tercih etmek gerekir.»
Sonra bütün bunlar ebu Hanîfe'nin kavline göredir. Yoksa Tatarhâniye'de, Hâviden naklen bildirildiğine bakılırsa imameynin kavline göre (Hamidün mecîde) kadar okumadıkça secde-i sehiv vacip olmaz. «Mezhebin miftabih olan kavline göre» sözünü musannifle şarihden başka söyleyen görmedim. Benim gördüğüm yukarda anlattıklarımdır. Bu secde-i sehiv namaz için değil kıyâmı te'hir ettiği için. Binaenaleyh susmuş olsa secde-i sehiv vacip olur. Nitekim Münye şerhinde de böyle denilmiştir.
Mesbûk ise imamın selâm verirken bitirmiş olmak için ağır davranır. Hâniye'de ve Münye şerhinde secde-i sehvin mesbûk bahsinde sahih kabul edilen kavil budur. Diğer kavillerde sahih kabul edilmişlerdir. Bahır sahibi şöyle diyor: «Görülüyor ki Hâniye'deki kavil ile fetva vermek gerekiyor.» ihtimal bu sözün vechi şudur. Bu adam teşehhüd hakkında namazının sonunu kaza etmektedir. Orada salâvat ve duayı okur. Ama burası son değildir. Halebî'nin beyânına göre bu imamın son oturuşundadır. Nitekim Şârih'in «imamı selâm verirken bitirmiş olmak için» sözü bu hususta açıktır. önceki oturuşlarda ise hükmü susmaktır. Nitekim bu meydandadır. Hılye'de de böyle denilmiştir. «Bir takımları da şehâdet kelimesini tamamlayacağını söylemişlerdir.» Münye şerhinde de bu denilmiştir. Bahır, Hılye ve Zahîre de ise teşehhüdü tekrarlar denilmiştir.
METİN
Farz kılan kimse ilk iki rek'attan sonra Fatiha ile bitirir. Çünkü zâhir rivayeye göre bu sünnettir. Fatiha'dan fazla bir şey okursa beis yoktur. O kimse Fatiha okumakla üç kere tesbih etmek veya o kadar susmak arasında muhayyerdir. Aynî ise Fatiha okumanın vacip olduğunu sahih bulmuştur. Nihaye'de bir tesbih miktarı susulacağı bildirilmiştir. Binaenaleyh mezhebe göre susmakla isâet işlemiş olmaz. Çünkü muhayyerlik hazreti Ali ile ibn-i Mes'uddan rivayet edilen hadislerle sabit olmuştur. Devam rivayeti vucûp manasına gelmekten değiştiren budur.
İZAH
Farz kılan Fatiha ile yetinir sözü bir kayıttır. Çünkü nâfile ile vacip namazların her rek'atında Fatiha ve sûre yahud âyet vaciptir. «Fatiha'dan fazla bir şey okursa beis yoktur» yani Fatiha'ya sûre zam ederse beis yoktur. Çünkü son iki rekatta kıraat miktar tayin edilmeksizin meşrudur. Sâdece Fatiha okumak vacip değil sünnettir. Binaenaleyh sûre zammı evlânın hilâfına bir hareket olur. Bu ise meşruiyete ve yapılıp yapılmaması günah değildir mânasında mubahlığa aykırı değildir. Nitekim vacipler bahsinin baş taraflarında arzetmiştik böylece Nehir sahibinin Bahır'a karşı iddiada bulunduğu zıddiyet ortadan kalkmış olur.
Aynî Fâtiha okumanın vacip olduğunu sahih bulmuştur. Bu kavil zâhir rivayeye mukabil olup İmam Hasan'ın İmam A'zam'dan rivayetidir. Delil yönünden bunu Kemal ibn Hümâm'da sahih bulmuş; Münye sâhibi bu kavli tercih ederek Fatiha okumayı unutana secde-i sehiv vacip olduğu kasdet terk edenin isâette bulunduğunu söylemiştir. Lâkin esah olan kavil vacip olmamasıdır. Çünkü haberlerçelişmektedir. Nitekim Müçtebâda'da böyle denilmiş. Hılye'de bu kavle itimad edilmiştir. «Nihaye'de bir tesbih miktarı susulacağı bildirilmiştir.» Üstadımız bunun usule daha layık olduğunu söylemiştir. Hılye.
Yani kıyâm rüknü bununla hâsıl olur. Zira evvelce geçtiği vecihle rükun olmak en az miktara taalluk eder. Binaenaleyh susmakla isâet etmiş olmaz. Malumun olsun ki zahir rivayede ulema Fatiha okumanın efdal olduğuna ittifak etmişlerdir. Sâdece tesbihle yetinirse isâet etmiş sayılmayacağında dahi müttefiktirler. Fakat susarsa Muhit sahibi bunun isaet olduğunu açıklamış ve «çünkü son iki rekatta kıraat zikir ve senâ yolu ile meşru kılınmıştır. Bu sebeple kıraat için Fatiha taayyün etmiştir. Çünkü Fatiha'nın tamamı zikir ve senâdır. Kasten susarsa sünneti bıraktığı için isâet etmiş olur. Yanılarak susarsa secde-i sehiv lazım gelmez.» demiştir. Muhit sahibinden başkası zahir rivayeye göre üç şey arasında muhayyer olduğunu sükûtle isâet etmiş sayılmadığını söylemişlerdir.
Bedâî sahibi şunları söylemiştir: «Sahih olan zâhir rivayenin cevabıdır. Çünkü bize Ali ile ibn-i Mes'ud radıyallahu anhümadan rivayet olunduğuna göre kendileri «son iki rekatta namaz kılan muhayyerdir; isterse okur ;isterse susar; isterse tesbih eder.» derlermiş. Bu bap kıyasla anlaşılmaz.
Ali ile ibn-i Mes'ud'dan rivayet edilen Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş gibidir. Hâniye'de: «İtimad bunadır.» denilmiş. Zahire'de sahih rivayetin bu olduğu bildirilmiş; Hılye'de de fazla söze tahammülü olmayacak derecede açık olarak tercih edilmiştir. Ona müracaat edebilirsin.
Hâsılı Muhit sahibine göre kıraat sünneti terk ettiği için sükût mekruhtur. Ona göre kıraat sünnettir. Lâkin zikir suretiyle meşru olduğundan sünnet tesbih ile de hâsıl olur. Ve ikisinin orasında muhayyer kalır. Musannıf'ın tercih ettiği de budur. Demek oluyor ki kıraat tesbihe nazaran efdal, susmaya nazaran sünnettir. Hatta tesbih ederse efdalı bırakmış olur. Susarsa sünneti terk ettiği için isâet sayılır. Muhit sahibinden başkalarına göre ise susmak mekruh değildir. Çünkü üç şey arasına muhayyerlik sabit olmuştur. Binaenaleyh tesbih ile susmaya bakarak kıraat efdal olmuştur. Bu suretle bütün ulema kıraatın efdal olduğunda ittifak etmiş sünnet olup olmadığında ihtilafa düşmüşlerdir. Bu da susmanın mekruh olup olmadığına binaendir. Gördük ki sahih ve mutemed olan kavil üç şey arasında muhayyerliktir. Bundan da Şarih'in ibaresindeki rekabeti anlarsın. Evvelâ «Zâhire göre Fatiha sünnettir.» demiş. Bu söz Muhit'in sözüne mebnidir. Sonra bunun aksini almış üç şey arasında muhayyerliğe itimad etmiştir. Böylelikle musannıfın söylediklerine susmayı da katmış susarsa isâet etmemiş olacağını söylemiştir. Bu yegâne yazıyı ganimet bil!
Bedâi, Zahiri'ye ve Hâniye'den naklettiklerini bu eserlerde ve başkalarında gördüm. İbârelerini Bahır üzerine yazdığım derkenarda zikir ettim. Onlardan buna muhalif nakledilenlere itimad edilmez. Sonra bil ki ulemanın Fatiha'nın efdal olduğuna ittifak etmeleri muhayyerliğe aykırı değildir. Çünkü fâdıl ile efdal arasında muhayyerliğe bir mâni yoktur. Nitekim hacda ihramdançıkarken tıraş olmakla saç kısaltmak arasındaki muhayyerlik bu kabildendir.
T E N B İ H: Metinlerin ve diğer kitabların sözlerinden anlaşıldığına göre, Fatiha Kur'an olarak okunur. Kuhistâni'de ise: «Ulemamız Fatiha'nın kıraat niyetiyle değil senâ niyetiyle okunacağını söylemişlerdir» deniliyor. Müçtebâ'da Şems-ül-eimme'den naklen bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir. Lâkin Nihaye'de: «Ebu Yusuf'dan bir rivayete göre tesbih eder susmaz. Fatiha'yı okursa kıraat olmak üzere değil sena olmak üzere okur. Müteehhirinden bazıları bunu tercih etmişlerdir.» deniliyor. Hılye'de ise: «Fakat arzetmiştik ki sözün doğrusu Fatiha'nın niyetle Kur'an olmaktan çıkmamasıdır.» denilmiştir.
«Devâm rivayetini vücûp mânâsından değiştiren budur.» Bu sözün hulâsası şudur: Sahihaynın ebu Katâde'den rivayet ettikleri hadiste: «Peygamber (s.a.v.) öğle ve ikindinin ilk iki rekatlarında Fatiha ile birer sûre okurdu. Son iki rekatlarında ise yalnız Fatiha'yı okurdu. Denilmektedir. Bu hadis Rasûlüllah (s.a.v.) in buna devam ettiğini gösterir. Bırakmadan devam etmek ise vücûbun delilidir. Cevap şudur: Rivayet edilen muhayyerlik bunu vacip mânâsına almaktan değiştirmiştir. Çünkü tehayyir rivayeti de evvelce arzettiğimiz gibi merfû hükmündedir. Aynî ile ibn-i Hümam'a bununla red cevabı verilir.
METİN
İkinci oturuşta dahi birincideki gibi döşenir. Ve teşehhüdü okuyarak peygamber (s.a.v.)e salavat getirir Fil âlemîn ifadesini ziyade etmek ve «Hamîdün mecîd»i tekrarlamak sahihdir.
Rahmet dilemenin velevki baştan olsun mekruh olmadığı dahi sahihdir. Seyyid kelimesini kullanmak menduptur. Çünkü vâkıı ziyâde haber vermek aynen edep yolunu tutmaktır. Binaenaleyh söylemek söylemekten efdaldir. Bunu Şâfiîlerden Remlî ve başkaları söylemişlerdir. Nakil edilen
«Beni namazda seyyid yapmayın!» sözü yalandır. Bazılarının Lâ tüsevviduni'yi lâ tüseyyidüni okumaları dahi hem yalan hem lahındır. (yani hatadır) bil hayâl doğrusu vavla okumaktır.
İZAH
Şârih'in burada ayrıca döşenmeyi zikir etmesi kadınlar gibi ayaklarını sağ taraftan çıkararak oturmamasına işaret içindir. Nitekim Şâfii'nin mezhebi teverrük denilen bu oturuştur Yoksa oturuş hükümleri yalnız buna mahsus değildir.
Salâvatın sıfatı hakkında Münye şerhinde şöyle denilmektedir: «Salavâtın sıfatı hakkında tercih edilen kavil Kifâye, Kınye ve Müctebâ'da bildirilendir ki şudur: İmam Muhammed'e Peygamber (s.a.v.)e salavâtın nasıl yapılacağı soruldu da şu cevabı verdi:
«Allahümme salli ala Muhammed ve alâ âli Muhammed kema salleyte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim inneke hamidün mecid. Ve bârik alâ Muhammed ve alâ âli Muhammed kema bârekte alâ İbrahim ve alâ âli İbrahim inneke hamîdün mecîd» dir . Sahihayn ve diğer hadis kitablarındakine uygun olan da budur. «Kema barekte ilh» cümlesinden sonra bir defa fil alemin ifâdesini ziyade etmek sahihtir. «Kemâ salleyte» den sonra söylenildiği sübût bulmamıştır. Hılye sahibi diyor ki: İbn-i Hübeyre'nin ifsâhında mezkûr salavât meselesi İmam Muhammed'den «kemâ bârekte» ifâdesinden sonra filâlemîn ziyadesiyle rivâyet edilmiştir. Bu ziyâde imam Malik'in, Müslim'in, ebu Dâvud'un ve başkalarının rivâyetlerinde vardır. İfsahın bir nüshasında da fil âlemin, kema salleyte den sonradır Bu ziyade hadislerin bazılarında mevcuttur. Lâkin şu anda sahabeden onu kimlerin rivayet ettiği ve  hafızlardan kimin tahriçte bulunduğu hatırıma gelmediği gibi haddi zatında sabit olup olmadığını da hatırlamıyorum. Şârih ziyâde deyip tekrar kelimesini kullanmamakla buna işaret etmiştir.
Ey Allah'ım İbrahim'e ve İbrahim hânedanına nasıl salavat eyledinse Muhammed'e ve Muhammed hânedanına da salavat eyle. Çünkü sen öğülmeye ve ta'zime pek layıksın. Hem İbrahim'e ve İbrahim hânedanına nasıl bereket verdinse Muhammed'e ve Muhammed hânedanına da salavat eyle. Çünkü sen öğülmeye ve ta pek layıksın.
«Hamidün mecîd»i tekrarlamak sözü Zeyleî ve başkalarının nakillerine istidrâk (düzeltme)dir. Bunlar salavâtın nasıl getirileceğini imam Muhammed'den naklederken. En sonunda bir defa inneke hamidün mecîd demişlerdir. Halbuki Zahire'de bu cümle İmam Muhammed'den mükerrer olarak nakledilmiştir. Yukarda gördük ki sahihaynda da böyledir.
Rahmet dilemek teşehhüdün salavatında sâbit olmadığı için ona mendup demek sahih değildir. Bundan dolayıdır ki Münye şârihi: «sahih hadislerde olanları söylemek evlâdır» demiş feyz nâm eserde rahmet dilemenin ihtiyatan olduğu bildirilmiştir. Remlî'nin Minhâc şerhinde şöyle deniliyor: «Nevevî Ezkâr adlı eserinde demiştir ki: «Erham Muhammed' en ve alâ âli Muhammed'in kemâ rahmet alâ İbrahim İbrahim'e rahmet eylediğin gibi Muhammed'e ve Muhammed hânedânına da rahmet eyle!» sözlerini ziyâde etmek bid'attır. Bunun bir çok hadîslerde veterahham alâ Muhammed'in şeklinde rivayet edilmesine itirazda bulunulmuştur. Bu hadislerin bazılarını Hâkim sahihlemiştir. Hadis ulemasının muhakkıklarından bazıları bunu red etmiş hâkim'in bu babta vehm ettiğini hadislerin zaif olmakla beraber zaiflerinin şiddetli olduğunu bu sebeple onlarla amel edilemeyeceğini söylemişlerdir. Bunu ebu Zur'â'nın kavli de te'yid eder Ebu Zür'a hadis imamlarındandır. Bu hadisleri sıralayıp zayıflıklarını beyân ettikten sonra: «Her halde kabul etmemek daha râcihdir. Çünkü bu husustaki hadisler zaiftir.» demiştir. Yani şiddetle zaif olduğu için kabul edilmez demek istemiştir. Bu izahattan anlaşılır ki kabul etmemenin sebebi merhamet duasının burada mutemed bir yoldan sabit olmamasıdır. Bu bap peygamber (s.a.v.)e tabi olma babıdır. İbn-i Abd'ilber ile başkalarının söyledikleri gibi peygamber (s.a.v.)e rahmet lafziyle dua edilmez değildir. Edilmeyeceğini söyleyenler onun mutlak surette câiz olmadığını anlatmak isterlerse sahih hadisler onların kavlini açık açık red etmektedirler. Gerçekten sâir teşehhüd rivayetlerinde:
Esselâm aleyke eyyühen-nebiyy ve rahmet ül llah veberakâtüh denildiği sahih olarak sübût bulmuştur.
Yine sahih hadise göre: «Yârabbî bana ve Muhammed'e rahmet eyle.» diyen bir kimseyi Rasulullah (s.a.v.) tasdik etmiş sözünü red etmeyerek yalnız: «Bizimle birlikte başkasına rahmet dileme.» buyurmuştur. Rahmetin peygamber (s.a.v.)e zaten verilmiş olması onun nâmına rahmet istemeyemani değildir. Nitekim salât, vesile ve makam-ı mahmud istemek de böyledir. Çünkü bunun fâidesi Rasûlüllah (s.a.v.)e âiddir. Buna sebep terekkısinin nihayetsiz ziyadeliği ve sevâbının artmasına dua edendir.
Hâsılı teşehhüdden sonra rahmet dilemek sâbit olmamıştır. Velev ki başka yerde sabit olsun. Binaenaleyh yalnız haddi zatında câizdir. «Velev ki baştan olsun» ifâdesinden murad velev ki salat ve selâma tabi olmayarak müstakilen söylensin, demektir. Bahır ve Hılye'de bildirildiğine göre ibtidâda yani söze Rasulullah (s.a.v.)e rahmet dileyerek başlamakta kerahet olduğunda ulema ittifak etmişlerdir. Nehir sahibi bu sözü şöyle tenkid etmiştir. Zeyleî'nin kitabının sonundaki sözü hilâfın yalnız burada değil bütün rahmet istekleri hakkında olduğunu iktiza eder. Çünkü şöyle demiştir: «Ulema ey Allah'ım Muhammed'e rahmet et diyerek Peygamber (s.a.v.)e rahmet duasında bulunmanın câiz olup olmayacağı hususunda ihtilaf etmişler. Bazıları câiz olmadığını. çünkü bu sözde salavâtta olduğu gibi ta'zime delâlet edecek bir şey bulunmadığını söylemiş. Bir takımları buna cevaz vermişlerdir. Çünkü Peygamber (s. a.v.) ALLAH Teâlâ'nın ziyâde rahmetini en ziyade arzu edenlerdendi. Serahsi bunu tercih etmiştir. Çünkü eserde variddir. Ona tabi olanlara bir şey denemez.
Ebu Ca'fer: Ben de Muhammed'e rahmet et diyorum. Çünkü bu söz müslüman memleketlerinde gelenek halini almıştır. Bazıları buna delil olmak üzere salat kelimesini rahmetle tefsir etmişlerdir. İki kelime mânâca müsavi olurlarsa biri diğerinin yerine kullanılabilir. Onun içindir ki Peygamber (s.a.v.) bedevinin Allah'ım bana ve Muhammed'e rahmet eyle sözünü tasdik buyurmuştur.
Şâfiî'lerden Remlî Nevevî'nin Minhâc'ı üzerine yazdığı şerhde şöyle demiştir: «Efdal olan seyyid kelimesini söylemektir. Nitekim ibn-i Zahire'de böyle demiş bir çok ulema bunu açıklamışlardır.» Kitabımızın şarihi dahi bununla fetvâ vermektedir. Çünkü bu sözde emir olunduğumuzu yapmak ve vâkıı fazlasiyle haber vermek vardır ki edep ve terbiyede bunu iktiza eder. Bu sebeple söylenmesi efdaldır. Velev ki Esnevî efdal olup olmadığında tereddüt göstermiş olsun. La tüseyyidüni fissalah hadisine gelince bu hadis bâtıldır. aslı yoktur. Nitekim mütteehhirîn hadîs hafızlarından bazıları bunu bildirmişlerdir. Tûsi «bu hadîs bâtıl ve yanlıştır.» demiştir. Bazıları şârihimizin bu fetvâsına itiraz etmiş: «Seyyid kelimesini katmak mezhebimize aykırıdır. Çünkü yukarda geçtiği vecihle teşehüdde ziyâde ve noksan yapmak İmam A'zam'a göre mekruhtur.» demişlerdir.
Ben derim ki: Bu itiraz söz götürür. Zira salavat dahi teşehhüdün üzerine ziyadedir. Teşehhüdden değildir. Evet buna göre: Rahmet dileğini ve eşhedü enne Muhammeden abdühü varasuluh cümlesi arasında zikir etmemek, İbrahim'le beraber söylemek gerekir.
METİN
İbrahim'in tahsis dilmesi bize selâm ettiği yahud bize müslüman adını verdiği içindir. Yahud salavâttan maksad ALLAH onunla Peygamberimizi Halil ittihaz etmesidir. Bu son ihtimale göre teşbihin mânâsı açıktır. Yahud teşbih âli Muhammed'e racidir. Veya müşebbehünbih bazan daha aşağı olabilir. Meselâ: «AIIah'ın nurunun misali bir kandil gibidir.» Âyeti kerimesinde böyledir. Ömürde bir defa salavat getirmek bil'ittifak farzdır. Delili hicretin ikinci yılının Şaban ayında emir buyurulmasıdır. Bir kimse salavât getirirken bülûğa erse bu salavât farz olan salavatın yerini tutar. Bunu Nehir sahibi inceleme neticesi söylemiştir. Müçtebâ' da: «Peygamber (s.a.v.)'e kendisine salavat getirmek vacip değildir.» denilmiştir.
İZAH
«İbrahim'in tahsis edilmesi. ilh» cümlesi mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Diğer peygamberleri bırakıp da teşbih için neden İbrahim aleyhisselam tahsis edilmiştir?
Şârih bu suale üç cevap vermiştir.
Birincisi: Çünkü mi'rac gecesi bize hazreti İbrahim selâm etmiş: «Ümmetine benden selâm eyle» demiştir.
İkincisi: Bize müslüman adını veren odur. Nitekim Teâlâ hazretleri: «Önceden size müslüman adını veren odur.» buyurmuştur. Yani hazreti İbrahim: «Yarab bizi sana inanan iki müslüman yap zürriyetimizden de sana inanan müslüman bir ümmet halk eyle.» demiştir. Arablar onun ve oğlu İsmail aleyhisselâmın zürriyetindendir. Bizde bu iki fiilinden dolayı onun faziletini göstermek istemişizdir.
Üçüncüsü: Maksat bizim salavatımızla Allah teâlânın peygamberimizi Halil (en yakın dost) ittihaz etmesidir. Nitekim İbrahim aleyhisselâmı Halil ittihaz etmişti. Gerçekten Allah Teâlâ kullarının duasını kabul buyurmuş onu da Halil ittihaz eylemiştir. Buhari ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste: «Lâkin sizin arkadaşınız yani ben rahmânın halilidir.» buyurulmuştur.
Daha başka cevablarda verilmiştir. Onlardan biride şudur: Hazreti İbrahim'in tahsis edilmesi baba olduğu içindir. Fazîletli şeylerde babalara benzetmek makbul bir şeydir. Birde hazreti İbrahim'in sair peygamberler arasında şânı pek büyük ve muhtar kavle. göre diğer Peygamberlerin efdali olduğu millet alametlerinde ona uyduğumuz ve zikri cemili devam ettiği içindir. Ona uyduğumuza Teâlâ hazretlerinin: «Babanız İbrahim'in dinine» âyeti kerimesiyle, zikri cemîlinede: «gelecekler arasında benim için zikr cemil halk ey!e.» âyetleriyle işaret buyurulmuştur. Ona uymak için emirde vardır. Teâlâ hazretleri: «İbrahim'in dosdoğru dinine tâbi olmalısın» buyurmuştur.
Bu son ihtimale yani üçüncü veche göre teşbihin manası açıktır. Bu söz dahi ulemanın ötedenberi süregeldikleri meşhur bir sualin cevabıdır. Sual şudur: Teşbihde kaide ekseriyetle müşebbehünbihin benzerlik hususunda müşebbihden yüksek olmasıdır. (yani benzerlik vasfı benzetilen şeyde benzeyenden daha çok bulunacaktır. Meselâ kan gibi karpuz dersek karpuzu kırmızılık vasfında kana  benzetiriz. Ve kırmızılık benzetilen şeyde yani kanda daha fazladır. Halbuki salavâttan ve bereketten Peygamberimiz (s.a.v.) ile hanedânına hasıl olan miktar hazreti İbrahim'le hânedanına hasıl olan miktardan daha fazladır. Buna delil Neseinî'n rivayet ettiği şu hadistir: «Bana kim bir salavat getirirse o kimseye Allah on salâvat getirir, ve kendisinden on günah siler. Onun on derecesini yükseltir.» Hazreti İbrahim veya başka bir peygamber hakkında böyle bir haber varid değildir.
Cevap: Murad hususi salavattır ki onunla Peygamberimiz (s.a.v.) Halil olacaktır. Nitekim İbrahim Aleyhisselâm Hali! ittihaz edilmiştir Yahud teşbih âl-i Muhammed'e (yani hanedanı rasülûllah) râcidir. Yahud bu teşbih kaidedeki ekseriyet kaydına uyulmadan yapılan teşbihlerdendir. Zira bazen müşebbehünbih müşebbehe müsavî hatta ondan daha aşağı olabilir. Lâkin hissen müşâhede edildiği  için yahud benzerlik hususunda meşhur olması sebebiyle daha açık olur. Birinciye misal «AIIah'ın nurunun misali bir kandil gibidir.» âyeti kerimesidir. Kandilin nuru nerede Allah'ın nuru nerededir?
İkincisi: Burada olduğu gibidir. Zira İbrahim ve hânedânına salavat getirmek suretiyle ta'zimde bulunmak bütün dinlerin salikleri arasında açıktır. Bundan dolayı teşbih güze! olmuştur. Bu isteğin «Alemlerde» sözü ile bitirilmesi de bunu te'yid eder. Devâmın tamamı Hılye'de dir. Başka cevaplarda verilmiştir. Bunların en güzeli şudur: Burada teşbih miktarda değil salavatın aslındadır. Teşbihin fâidesi dileği te'kittir. Yani İbrâhim'e salâvat eylediğin gibi ondan efdal olan Muhammed'e de salavât eyle demektir.
Salavâtın ömürde bir defa farz olduğuna delil hicretin ikinci yılı şaban ayında inen âyeti kerimedir ki bu âyette «Ey iman edenler o peygambere salat ve selâm edin! buyurulmaktadır.» Bazıları bu âyetin isrâ gecesi indirildiğini söylerler. T.
Salavât delâlet ve sübûtu kat'î ayetle sabit olduğu için onunla amel hem ilmen hem amelen farzdır. Vitir gibi sâde amelen farz değildir. Gerçi ibn-i Cerir-i Taberî âyetteki emrin müstehap mânâsı ifâde ettiğini söylemiş hatta Kâdı İyâz bu babta icmaa bulunduğunu iddia eylemiş isede bu iddia icmaa muhaliftir. Nitekim muhalif olduğunu Fâsi delâil-ül-Hayrât şerhinde söylemiştir.
Salavât getirirken bülûğa ermekten murad: Yaşça baliğ olmaktır. Aksi salavatı hükümsüzdür. Halbuki Nehr'in ibâresi şöyledir; «Bülûğun evvelinde salavat getirmiş olsa bu salavat teşehhüdünde farz yerini tutar. Ve farz olur.» Buna tenbih eden kimse görmedim nazîri elleri yıkamakla başlamak meselesinde geçmişti. Yani ellerini yıkamak abdest veya cünüblük meselesinde sıinnet olan yıkamanın yerine geçerdi.
Ben derim ki: Mecmâ şerhi Menbâda ben bunun saraheten zikir edildiğini görmedim. Orada şöyle deniliyor: «Ulemamız salavatın ömür de bir defa farz olduğunu söylemişlerdir. Bu namaz içinde de namaz dışında da edâ edilebilir.» Dürer-ül-Bıhar şerhi ile Zahire'de dahi böyle denilmiştir.
Halebî diyor ki: «Şimdi ilk oturuşta salavat getirir yahud namaz fiilleri esnâsında salâvat getirirde oturduğu zaman salâvat getirmezse meselesi kalır. Öyle anlaşılıyor ki günahkârda olsa farzı edâ etmiş sayılır. Nasıl ki gasp edilen yerde namaz kılmanın hükmü de budur.» Lâkin Rahmetî'nin Allâme Nihripî'den naklen beyânına göre mükellef olan bir kimse farz borcundan ancak farz niyetiyle kurtulur. Binaenaleyh farzı edâ ile salâvat getirmesi mutlaka lazımdır. Çünkü bu farzdır. Nasıl ki ulema: «Farza niyetlenmenin şartlarından biri o farz için niyeti tayin etmektir. Hatta fecir doğduktan sonra iki rekat namaz kılsa farza diye niyet etmedikçe onunla sabah namazının farzı sâkıt olmaz.» demişlerdir.
Ben derim ki: Bu söz götürür. Zira gördün ki salavat ömürde bir kere farzdır. Nitekim farz olan hiçde böyle değildir. Böyle olan şeyde fiili kastetmek şarttır. Binaenaleyh farza niyet etmesi bile sahih olur. Çünkü bizzat tayin etmiştir. Nasıl ki farz olan hiç farziyetini tayin etmese bile sahih olur. Ulemanın beyan ettiklerine göre müslüman olması dahi niyetsiz sahihtir. Yani ömürlük bir farz olduğu için sahihtir. Binaenaleyh sabah namazına kıyası farklı kıyastır.
Peygamber (s.a.v.) in kendisine salavat getirmesi vacip değildir. Çünkü âyetteki «salavat getirin» emrinden murad o olmadığı gibi bu emirdeki zamirin dahilinde o mevcut değildir. Nasıl ki «ona salavat getirin» emrinden anlaşılanda budur. Nehir sahibi diyor ki Peygamber (s.a.v.) in kendisine salavat getirmesi: Ey iman edenler hitabı ona şâmil olmadığı için vacip değildir. «Ey insanlar» yahud «Ey kullarım» gibi hitaplar bunun hilâfınadır. Nitekim usul fıkıhtan malumdur.»
Allah'u âlem bundaki hikmet salavâtın dua olmasıdır. Her şahıs tabiatı icabı kendisine dua eder. Hayır ister. Bunda hiç bir güçlük yoktur. Halbuki farz olarak ancak nefse güç gelen onun tabiatına aykırı düşen hitablardadır. Tâ ki ibtila ve imtihan tahakkuk etsin. Nitekim usul fıkıhta beyan edilmiştir. Teâlâ hazretlerinin: «Bana dua edin ki duanızı kabul edeyim.» Ve benzeri âyetlerden murad duanın farz olduğunu bildirmek değildir. Onun içindir ki hadis kudsîde: «Bir kimseyi benim zikrimle meşgul olmak benden bir şey istemekten alıkoyarsa o kimseye ben isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.» buyurulmuştur.
METİN
Tahavî ile Kerhî Peygamber (s.a.v.) her anıldıkça anan ve dinleyen kimseye salavat getirmenin vacip olup olmadığında ihtilaf etmişlerdir. Tahavî'ye göre muhtar kavil her anıldıkça salavatın tekrar tekrar vacip olmasıdır; esah kavle göre velev ki bir mecliste olsun. Ama emir tekrar iktiza ettiği için değil. vücûbu tekrar eden sebebe yani zikre tealluk ettiği içindir. Binaenaleyh Peygamber (s.a.v.)i zikir ettikçe salavatta tekrar eder. Terk edilirse borç olarak kalır ve kaza edilir. Çünkü teşmit gibi o da kul hakkıdır. Allah teâlâ'yı zikir böyle değildir.
İZAH
Şârih'in Tahavî'ye göre diye kayıtlaması mezhebe göre vacip değil müstehap olduğundandır. Hanefî'lerden bir cemâat ile Huleymi ve Şâfiî'lerden bir cemâat Tahavî'ye tabi olmuşlardır. Malikî'lerden Lahmî ile Hanbelî'lerden ibn-i Betta'nın da ona tabi olduğu rivayet edilmiştir. Malikî'lerden ibn-üI-Arabî bu kavlin daha ihtiyat olduğunu söylemiştir. İleride bunun mutemed olduğu gelecektir. Karamanî ebu-l-Leys mukaddimesi şerhinde şunu kaydetmiştir: «Tahavîye göre tekrarın vâcip olması vacibi ayın değil vacib-i kifâyedir. O: bazıları salavat getirdi mi diğerlerinden borç sâkıt olur. Çünkü maksat hasıl olmuştur. Maksat ismi şerifi zikir edildiği vakit ona ta'zimde bulunmak ve şerefini meydana çıkarmaktır.» demiştir. Tamamı Halebî'dedir.
«Esah kavle göre velev ki bir meclisde olsun.» Bu kavli Zâhidî Müçtebâ nâm eserinde sahih bulmuştur. Lâkin Kâfî'de her meclisde secde-i tilâvet gibi bir defa salavatın vacip olacağı bildirilmiş tilâvet babında şöyle denilmiştir: «O kimse peygamber (s.a.v.)m tekrar tekrar işiten gibidir. Sahihkavle göre işiten kimseye yalnız bir salavat lazım gelir. Çünkü peygamber (s.a.v.) in isminin tekrarlanması sünnetini bellemek içindir. Şeriatın kıvamı sünnet iledir. İsmi her zikir edildikçe salavat vacip olsa bu güçlük doğurur. Bununla beraber salavatın tekrarı yine de menduptur. Secde böyle değildir. Taşmit salavât gibidir. Bazıları üçe kadar her aksırdıkça teşmit vâcip olduğunu söylemişlerdir. Hasılı bir meclisde vücûp tedâhul eder (iç içe girer) ve secde de olduğu gibi güçlükten dolayı bir defa ile iktifa edilir. Şu kadar var ki bir meclisde salavatın tekrarlanması menduptur. Secde öyle değildir.
Kâfî sahibinin söylediğini Mecma sahibi de şerhinde Fahr-ul-İslâm' ın Câmii Kebîr şerhinden naklen zikir etmiş ve bunu kat'î kabul etmiştir. Fakat sahih sözünü anmamıştır. Bilirsin ki Zâhidînin sahihtir demesi Kâfi sahibi Nesefî'nin sahihdir demesine karşı gelemez. Halbuki Zâhidî kendi sözüne muhalefette bulunmuştur. Çünkü Kınye'nin kerâhiyet bahsinde: «Secde-i tilâvet gibi bir meclisde bir salavat yeterdi diyenlerde vardır. Bununla fetva verilir.» demiştir. Şarih Hazâin nâm eserinde:
«Anlaşılan Kâfi'de ki söz Kerhî'nin kavline mebnidir.» demiştir. Bu söz anlaşılmamaktadır. Çünkü bundan tekrarın vücûbuna kâil olan Kerhî imiş ancak meclis bir olursa bir defa salavat vacip olurmuş mânâsı anlaşılır. Ve Kerhî ile Tahavî arasında hilaf yalnız meclis birleşik olduğu zamana mahsus kalır. Halbuki nakledilen rivayet bunun aksinedir.
İbn-i Melek mecmâ şerhinde tedahulün Allah hakkında hasıl olduğunu, salavatın ise Peygamber (s.a.v.) in hakkı olduğunu söyleyerek itirazda bulunmuştur. Buna şöyle cevap verilebilir: Vücûbun Allah teâlâ hakkı olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü salavat getiren kimse emre imtisali niyet eder. Şu da var ki içlerinde ebu-l-Abbâs el-Müberred ile ebu Bekir İbnü'l-Arabî de bulunan bir cemaata göre muhtar olan kavil salavâtın faidesinin Peygamber (s.a.v.)e değil sâdece salavât getirene aid olmasıdır. Kezâ Sünusî dahi Vüstâ şerhinde: «Salavattan maksat Allah Teâlâya yaklaşmaktır. Sair dualar gibi dua edilen şahsa menfaat temini değildir demiştir. Küşeyri ile Kurtubî ise menfaatin her ikisinede (yani dua edene de edene de) aid olduğunu söylemişlerdir. Her iki kavle göre dahi salavat  bir ibâdettir. Onunla Allah-ü Teâlâ'ya yaklaşılır.
İbâdet kul hakkı olamaz. Kul hakkı olduğu tesbit edilse bile güçlükten dolayı vücûp sâkıt olur. Çünkü güçlük nassı Kur'an'la sâkıttır. Mendubun kalmasında ise güçlük yoktur. Muhakkıklardan Kemal-ibn-i Hümâm'da Zâdü'l-Fakîr nâm eserinde bu kavli cezmen kabul etmiş: «Delilin muktezâsı salavatın ömürde bir defa farz olması ve Peygamber (s. a.v.) her anıldıkça vacip olmasıdır. Meğer ki meclis birleşik ola. Bu takdirde tekrar vacip değil müstehap olur. Kaviller müttefik olsun muhtelif olsun sen bundan ayrılma!» demiştir. Şimdi anlamışsındır ki itimad edilecek söz Kâfî'nin sözüdür. Kınye'nin «bununla fetvâ verilir.» dediğini işittin. Fetva sözünün sahihlenmiştir sözünden daha kuvvetli olduğunu da bilirsin.
F E R' İ bir mesele: Peygamber (s.a.v.)e salavât yerine selâm sözü kâfidir. Bunu Hindiye sâhibi garâibden nakletmiştir. «Ama emir tekrarı iktiza ettiği için ilh» «sözü yukarda geçen tekrar tekrarıvacip olmasıdır.» Cümlesine bağlıdır. Ve mukadder bir sualin cevabıdır. Sual şudur: «Allah Teâlânın ona salavat getirin emri bize göre tekrar iktiza etmez. Tekrara tahammül de yoktur?» Cevap: Tekrar âyetle vacip olmuş değildir Âyetle vacip olsaydı farz olur ve adı gecen kâideye muhalif düşerdi. Fakat tekrar aşağıda gelen tehdid hadisleriyle vacip olmuştur ki bu hadisler Rasûlüllah (s.a.v.)'i anmanın vücûbe sebep olduğunu gösterirler.. Sebebi tekrar edince vücubda tekerrür eder. «Çünkü teşmit gibi o da kul hakkıdır.» Cümlesi teşmiyetin de salavat gibi olduğunu iktiza eder. Şarih bu cümleyi başka yerden naklen yazmıştır. Yukarda Kâfî'den naklederek bizde onun salavat gibi bir meclisde bir defa vacip olduğunu bazılarının aksırana üç defaya kadar teşmiyet yapılacağını (yani yerhamükellah) denileceğini söylediklerini arzettik Nehir ve Bahır'da da böyle denilmiştir. Telhis-ül-Câmi şerhinde şöyle deniliyor: «Esah kavle göre bir kimse üçden fazla aksırırsa ona teşmit yapılmaz. Sonra teşmiye ancak aksıran kimse hamd ederse vacip olur. Bu hususta sözün tamamı inşallah haram mubah babında gelecektir.
«Allah-ü Teâlâ'yı zikir böyle değildir.» Yani o terk edilirse kazası lazım gelmez. Çünkü Allah'ın hakkıdır. Nitekim Şârih'in mukabilini ta'lilinden anlaşılanda budur. Burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Allah Teâlâ'nın hakkı olmasından kaza edilmemek lazım gelmez. Oruç ve emsali buna delildir. «Oruç'da Allah'ın hakkıdır. Fakat kaza edilir.» Zâhidî diyor ki: «Nazımda bildirildiğine göre Allah Teâlâ'nın ismi bir veya bir kaç meclisde tekrarlanırsa her meclis için ayrıca senâ vacip olur. Ama terk ederse boynunda borç olarak kalmaz. Peygamber (s.a.v.) üzerine salavât getirmekte böyledir. Lâkin onu terk ederse boynunda borç olarak kalır. Çünkü kul Allah'ın senâyı icap eden ni'metlerinden hiç bir an hâli kalmaz.
Binaenaleyh son rekatlarda Fatiha'yı kaza için vakit olmadığı gibi burada da senâyı kazaya vakit yoktur. Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmek böyle değildir. Münye şerhi bu sözün hulasası şudur: Allah Teâlâ'ya senâ etmek her vakit vacip olduğundan ikinci defa senâda bulunmak evvela bıraktığının kazası olamaz. Çünkü bir şey yerinde iken başkası onun yerine geçemez. Bahır sahibi buna itiraz etmiş: «Bütün vakitler edânın vaktide olsa o kimseden edâ istenmemektedir. Zira bırakmasına ruhsat verilmiştir.» demiştir. Yani kendisinden edâ istenmeyince ikinci defa yaptığı kaza olur, demek istemiştir. Ama ona da şöyle itiraz olunur: «Terk etmek bir ruhsat olunca terk etmemek azimet olur. O kimse azimeti yaparsa borcunu ödemiş olur. Bu edâdır. Çünkü ona vâcip olan edâdır. Nitekim yolcuda böyledir kendisine oruç tutmamak için ruhsat verilmiştir. Ama oruç tuttuğu zaman azimeti yapmış olur. Velev ki farzı niyet etmesin. Bunun bir misli de dört rekatlı farzların son iki rekatında Fatiha'yı okumaktır. Fatiha'yı son iki rekata bırakmağa ruhsat vardır. Ama onu okuduğu zaman geçmişi kaza olmaz.
METİN
Mezhep tekrarın müstehap olmasıdır. Fetvâ buna göredir. Mezhebin mütemed kavli Tahavî'nin kavlidir. Bûkânî dahi Halebî ve diğerlerinin sahih bulmasına bakarak böyle demiştir. Bahır sahibi bu kavli ragım, ib'ad, Şekâ, buhl ve cefâ gibi tehdid hadisleriyle tercih etmiş sonra şunları söylemiştir: «Binaenaleyh salât ömürde bir defa farz, her zikir edildikçe sahih kavle göre vacip, tüccarın malını açarken yaptığı gibi olursa haram, namazda sünnet, mümkün olan her vakitte müstehap, namazın son teşehhüdünden maadâ her yerinde mekruhtur.
İZAH
Onun içindir ki Nehir sâhibi Tahavî'nin sözünden «ilk teşehhüddeki ve salavatın zımnındaki» sözlerini istisnâ etmiştir. Tâ ki teselsül lazım gelmesin. Hatta Dürer-üI-Bıhar sahibi Tahavî'nin sözünü zikir etmeyene tahsis etmiştir. Delili: «Her kimin yanında ben anılırsam ilh...» hadisidir. Mezhep tekrarın müstehap olmasıdır. Fetvâ buna göredir. Şurunbulaliye'de bu kavil Mecmâ şerhine nisbet edilmiştir. Hazâın'de şârih Serahsî'nin bu kavli tercih ettiğini çünkü fetva buna göre verildiğini söylemiştir.
İbni Saâtî ise bil'umum ulemanın kavli bu olduğunu bildirmiştir. Mezhebimizce mutemed olan kavil ise Tahavî'nin kavlidir. Şârih Hazâin' de Tühfe sahibinin ve başkalarının sahih bulduklarını söylemiştir. Hâvi' de ise ekserisinin kavli bu olduğu bildirilmiştir. Münye şerhinde «esah ve muhtar olan kavil budur.» denilmiş Aynî dahi Mecmâ şerhinde «benim mezhebim de budur» demiştir.
Tehdid hadislerine gelince: Bir çok hadis uleması bunları mevsûk rivayetlerle tahriç etmişlerdir. Onun için Hâkim müstedrek nâm eserinde isnâdı sahihdir, diyerek Kaab bin Ucra radıyellahu anhümadan şöyle dediğini rivayet etmiştir: «Rasulullah (s.a.v.): Minberi getirin buyurdular. Hemen getirdik birinci basamağına çıkınca âmin dedi. Sonra ikinciye çıktı ve âmin dedi, sonra üçüncüye çıktı yine âmin dedi indiği vakit biz: Yârasulellah senden öyle bir şey işittik ki evvelce bunu işitmiyorduk dedik! Bunun üzerine şöyle buyurdular: «Gerçekten Cibrîl karşıma geldi de ramazana yetişip de afv edilmeyen kimse ırak olsun, dedi. Ben de âmin dedim. İkinci basamağa çıkınca yanında sen anılıp da sana salavât getirmeyen ırak olsun, dedi. Ben de âmin dedim. Üçüncü basamağa çıktığımda annesi babası yanında ihtiyar olup ta kendisini cennete koymadıkları kimse ırak olsun dedi. Âmin dedim.» Bir rivayette «Sana salavat getirmezse Allah onu ırak itsin.» Başka bir rivayette - ki Hâkim bu rivayeti sahihlemiştir - «Burnu yere sürünsün» buyurulmuştur. Senedi güzel olan başka bir rivayette: «yanında senin ismin geçipte sana salavat getirmeyen kul şakîdir.» denilmiştir. Bunlar ibn-i Hacer'in ed-Dürr-ül-mandûd nâm eserinden alınmıştır. Buhl hadisini Tirmizî rivayet etmiş ve hasen sahihtir demiştir. Münye şerhinde zikir edildiğine göre hadisin metni şudur: «Bahil, yanında benim ismim anılıpta bana salavat getirmeyen kimsedir.» Cefa hadisinide Suyûtî Camî-is-sağirde rivayet etmiştir. Lafzı şudur: «Ben bir adamın yanında anılıp da bana salavat getirmezse bu cefadan ma'duttur.»
Tâcir'in malını açarken yaptığı gibi olursa haram.» ifâdesinden murad kerahet-i tahrime olduğu anlaşılıyor. Çünkü Fetevâ-i Hindiye'nin kerâhiyet bahsinde şöyle denilmiştir: «Tâcir bir elbiseyi açarda onun güzelliğini müşteriye bildirmek için Allah'a tesbih eder yahud salavât getirirse mekruh olur. Bunu bekçinin yapması dahi mekruhtur. Çünkü o da para alır. Bundan dolayıdır ki büyüklerden biri bir meclise geldiği vakit onun geldiğini bildirmek ve kendisine yer verilmesiniveya ayağa kalkılmasını te'min için tesbih etmek yahud salavat getirmek memnudur. Bunu yapan günahkâr olur. 
Salavat getirmek namazın son oturuşunda mutlak surette, sünnet olduğu gibi sünneti gayri müekkedelerin ilk oturuşunda dahi sünnettir. Cenâze namazında da öyledir. Mâni bulunmamak şartiyle her zaman salâvat getirmek müstehaptır. Ulema müstehap olduğu bazı yerleri söylemişlerdir. Bunlar Cuma günü ile Cuma gecesi, Cumartesi Pazar ve Perşembe günleridir. Bu üç gün hakkında hadis vardır. Sabah akşam, mescide girerken çıkarken, peygamberimizin kabrini ziyaret ederken, Safa ile Merve'de, Cuma hutbesiyle sair hutbelerde, müezzine icabet ettikten hemen sonra, ikamet edilirken, duanın başında, ortasında ve sonunda, kunut duasından sonra, telbiyeyi bitirdikten sonra, bir yere toplanırken ve dağılırken, abdest alırken, kulak çınlarken, bir şey unutulduğu vakit, vaaz ve ilim neşir ederken, hadis okumağa başlarken ve bitirirken, sual ve fetva yazarken salavat getirmek müstehap olduğu gibi her musannıfın her hoca ve talebenin, hatibin, kız  isteyenin. evlenenin, evlendirenin salavât getirmesi dahi müstehaptır. Vesâil nâm eserde: «Mühim işlerin başında, zikir zamanında, Peygamberimizin ismim işittiği zaman yahud ismi yazıldığı zaman salâvat getirmek müstehaptır.» denilmiştir. Bunların bir çoğu mezhebimizin kitablarında yazılmıştır.
Namazda son teşehhüdden başka hiç bir yerde salavat yoktur. Buna vitiri de katarak vitirin kunutundan maada demek gerekir. Çünkü kunutun sonunda salavat meşrûdur. Nitekim Bahır'da beyân edilmiştir. Halebî'nin ifâdesine göre bunu da istisnâ etmek evlâ olur. Kezâ cenâze namazından başka namazlarda diye kayıtlamalıdır. Çünkü cenâze namazında salavât getirmek sünnettir.
T E N B İ H: Yedi yerde Peygamber (s.a.v.)e salavat getirmek mekruh olur. Bunlar: Cimâ, insanın haceti, satılan malın meşhur olması, hata, şaşmak, hayvan kesmek ve aksırmaktır. Son üçünde hilaf vardır. Şır'a sahibi bize göre üç yerde mekruh olduğunu söylemiş ve: Aksırırken, hayvan keserken ve bir şeye şaşdığı zaman salâvat getirilmez.» demiştir. Onun içindir ki: «Nehir sahibi istisnâ etmiştir ilh...»
Ben derim ki: Kur'an okurken veya hutbede peygamber (s.a.v.)in ismini işitmek dahi istisnâ edilir. Çünkü bunlarda susarak dinlemek vaciptir. Fetevâ-i Hindiye'nin kerahiyet bahsinde şöyle denilmektedir: «Bir kimse Kur'an okurken peygamber (s.a.v.)'in ismini işitse salavat getirmesi vâcip olmaz. Ama okumayı bitirdikten sonra salavat getirirse iyidir. Kezâ yenâbi'de: «Kur'an okurken peygamber (s.a.v.)in ismine rastlarsa onu oradaki te'lif ve nazmı üzere okuması o anda salavât getirmekten efdaldir. Okumayı bitirdikten sonra salavat getirmesi bu daha efdal olur. Getirmezse bir şey lazım gelmez. Mültekat'ta da böyledir.» denilmiştir.
Sünneti gayri müekkedelerden gayri namazların ilk teşehhüdünde Rasûlüllah (s.a.v.) ismi zikir edilse de salavat getirmenin vacip olması şöyle dursun keraheti tahrimiye ile mekruh olur. Salavat getirirken peygamberimiz (s.a.v.)in ismi geçdiği zaman salavat vacip olur, dersek getirileceksalavatta da ismi geçeceği için ondan dolayı da salavat vacip olmak icap eder. Böylece teselsül lazım gelir. Zira her salavatta onun ismi vardır. Teselsül ise bâtıldır.» der.
«Dürer-ül-bıhar sahibi Tahavî'nin vaciptir sözünü zikir etmeyene tahsis etmiştir.» Bundan muradı bazılarının Tahavîye yaptıkları itirazı def etmektir. Bunlar Tahavî'nin sözünden de teselsül lazım geleceğini iddia etmişlerdir. Çünkü peygamber (s.a.v.)'e getirilen salavat onun isminden hali değildir. Cevabın hulâsası şudur: Salavâtın vacip olması sâdece İşitene mahsustur. Çünkü yukarda zikri geçen tehdit hadisleri bunu ifâde eder. Meselâ: «Cimri, Ben yanında anılıpta bana salavat getirmeyen kimsedir.» hadisi, zikiri okuyana şâmil değildir. Lâkin bu söz hem peygamberimizin adını baştan söyleyene hem de salâvat zımmında söyleyene şâmildir. Bunun böyle olduğu Dürer-ül-bıhâr şerhi Gurer-ül-efkâr'da beyân edilmiştir. Bu ayrı bir sözdür. Şârih'in evvelâ bahsettiğinden başkadır. O ismini söyleyene ve işitene vaciptir demişti. İbn-i Sââtî'de Mecmâ şerhinde böyle demektedir. İbn Melek'in Mecmâ şerhinde tercih ettiği musannıfında Zâd-ül-fakîr şerhinde ona tâbi olduğu kavlede yani salavât zımmında değil baştan zikir edene tahsis etmeğe de aykırıdır. Bana öyle geliyor ki bu daha münâsibtir. Ve teselsülu def etmek için Rasûlüllah (s.a.v.)in ismini zikir edeni umumileştirmeğe hacet yoktur. Sonra bütün bunlar vücûbun bir meclisde tekerrür etmesine mebnidir. Yukarda arzettik ki tedâhul ve bir defa salavatla yetinmek tercih edilmiştir. Buna göre teselsül meselesini ortaya atmak aslında memnudur.
METİN
Sesi yükselterek âzayı titretmek cehalettir. Salavat ancak bir duadır. Dua ise âşikâr ile gizli arası yapılır. Bâcî kenzül-ufât adlı eserinde bu söze itimad etmiş ve salavatın kelime-i tevhid gibi bazan red edildiğini yazmıştır. Halbuki kelime-i tevhid salavâttan efdaldir. Bâcî'nin delili isfehânî ve başkalarının Enes'den rivayet ettikleri hadistir. Enes şöyle demiştir: «Rasûlüllah (s.a.v.): «Her kim bana bir salavat getirirde kabul olunursa AIIah o kimsenin seksen yıllık günahını afv eder.» buyurdular. Görülüyor ki Rasûlüllah (s.a.v.) umulan sevâbı kabul şartiyle kayıtlamıştır. (bundan bazan kabul olunmayacağı anlaşılır.)
İZAH
Hindiye sahibi diyor ki: Kur'an ve nasihat dinlerken bağırmak mekruhtur. Vecid muhabbet iddia edenlerin yaptıkları asılsızdır. Sofîler bağırmayı ve elbise yırtmayı men ederler. Sirâciye'de de böyle denilmiştir.
Salavât'ın red e.dilmesi kabul olunmaması demektir. Kabul: Bir şeyden beklenen maksadın o şeye terettüp etmesidir. Sevabın taat üzerine terettübü bu kabildendir. Taatın bütün şart ve rükünlerini yerine getirmekten onun kabulu lazım gelmez. Nitekim bunu Valvalciye sahibi açıklamış ve şöyle demiştir: Çünkü kabul güç bir şarttır. Teâlâ hazretleri: «Allah ancak takvâ sahiplerinin tâatını kabul eder» buyurmuştur. Yani tâat ihlas ve samimiyete bağlıdır. Ondan sonra Teâlâ hazretleri lütuf ve kereminden dilediklerine sevap ihsan eder.
Allah'a kimse bir şey vacip kılamaz. Zira kul ancak kendisi için amel eder. Allah Teâlâ bütünalemlerden müstağnîdir. Evet Teâlâ hazretleri taat ve elem gibi şeyler üzerine sevabı vaad edince onun vaadi mutlaka yerini bulacaktır. Hatta ayağına batan dikenin acısı bile sevabsız kalmayacaktır. Teâlâ hazretleri: Ben sizden hiç bir amel sahibinin amelini zâyi etmem» buyurmuştur. Binaenaleyh bazı amellerin kabul edilmemesi ancak kabul şartları bulunmadığındandır. Meselâ; namaz da huşû bulunmaz, orucda azayı günahdan muhafaza bulunmaz zekat ve hacda helâl mal yahud mutlak surette ihlâs ve samimiyet bulunmaz. Buna benzer ârızalardan dolayı da kabul edilmez. Şu halde peygamber (s.a.v.)'e getirilen salavâtın red edilmesi bir ârızadan dolayı kula sevap verilmemesidir. Meselâ: Yukarda geçtiği gibi salavâtı haram bir şey üzerine yahud gafil kalble, yahud gösteriş için yapılmış olabilir. Nitekim salavattan efdal olan kelime-i tevhîd'di şikak veya riyâ için söylese kabul olunmaz. Ama bu ârızalardan sâlim ise teâlânın sadık vaadi yerini bulmak için mutlaka kabul edileceği anlaşılır. Nasıl ki diğer taatlarda da öyledir. Bunların hepsi Allah'ın fazl ve keremiyle olur. Lâkın bir çok âlimlerin sözleri mutlak surette kabul edileceğini gerektirir şekildedir. Meselâ Mecmâ şerhinde duadan önce peygamber (s.a.v.)'e salavât getirmek yapılacak duanın kabulüne sebep olur. Çünkü kerîm olan Allah duanın bazısını kabul bazısını red eder, denilmiştir.
İbn-i Melek şerhiyle diğer kitablarda da bunun gibi sözler vardır. Delâil şerhinde Fâsî'nin beyanına göre ebu İshak Şâtıbî elfiye şerhinde şöyle demiştir: «RasûlüIIah (s.a.v.)'e getirilen salavât kat'î surette makbuldür. Onunla birlikte dilekte bulunursa Allah'ın fazl ve keremiyle salavât şefâat eder. Ve dilek kabul olunur. Bu mânâ selef-i salihinin bazılarından nakledilmiştir. Ama Şâtibî'nin bu sözünü şeyh Sünûsî ve başkaları müşkil saymış onun bir mesnedini bulamamışlardır. Ama: «Bu' kat'î değilse de galebe-i zan ve kuvvetli ümîd hasıl edeceği şübhesizdir.» demişlerdir.
Delâil-il-Hayrât'ın birinci faslında bildirildiğine göre ebu Süleyman Dârânî: «Her kim Allah'dan bir hâcet isteyecekse Peygamber (s.a.v.)'e çok salavât getirsin sonra Allah'dan hacetini dilesin ve maruzâtını yine salavâtla bitirsin. Zira ALLAH her iki salavâtı kabul eder. Aralarındaki duayı bırakmayı keremine yakıştıramaz.» demiştir. Fâsî Delail-il-Hayrâtı şerh ederken şöyle demektedir: «Bazılarınca ebu Süleyman'ın sözü şöyle tamamlanır: Amellerinin hepsinde kabul edileni edilmeyeni vardır. Bundan yalnız salavât müstesnâdır. Çünkü o makbuldür, red edilemez. T.
Bâcî ibn-i Abbas'dan şunu rivayet etmiştir: «Allah Teâlâ'ya dua ettiğin vakit duânâ peygamber (s.a.v.)'e salavatı kat çünkü ona getirilen salavât makbuldür. Allah Teâlâ duanın bazısını kabul edip bazısını etmemeyi keremine yakıştıramaz.» Bundan sonra Bâcî bu sözün emsâlini ebu Talib-i Mekkî'den ve Huccet-ül-İslâm Gazâlî'den nakletmiştir. Ama Irâkî: «Ben bu sözü merfû olarak bulamadım ve ancak ebu-d-Derdâ'ya mevkuftur. Bundan fazlasını isteyen delâil şerhine müracaat etsin» demiştir. Bundan anlaşılıyor ki salavatın kat'î olarak kabulundan murad a§la red edilmemesidir. Halbuki bazan kelime-i şehadet red edilir. Onun içindir ki Sunûsî ve başkaları bu sözü müşkil saymışlardır.
Selefin sözünü şuna hamletmek gerekir salavât bir duadır. Duanın makbul olanı olmayanı vardır. AIIah teâlâ bazan dua eden kimseye aynen duasını kabul etmekle bazan da hikmeti iktizası başkabir şeyle icabette bulunur. Hal böyle olunca salavât duanın umumundan çıkmıştır. Çünkü Teâlâ hazretleri: «Gerçekten AIIah ve melekleri peygambere salat eylerler.» buyurmuştur. Âyeti kerimedeki fiil muzaridir. Muzari teceddüdü istimrârı ifâde eder. «Yani bir şeyin devam üzere yenilendiğini bildirir.» Âyette söze isim cümlesi ile başlanılmıştır. Bu te'kid ifâde eder. Ayrıca daha fazla te'kid için te'kid edatı olan «inne» getirilmiştir. Bu gösterir ki Allah Teâlâ rasulüne salat eylemeğe devam buyurmaktadır. Sonra mü'min kullarına da minnette bulunarak onlara da salavatı emir etmiştir. Tâ ki bu suretle daha ziyade fazîlet ve şeref kazansınlar. Yoksa peygamber (s.a.v.) Rabbül Teâla'nın salatı ile onların salavâtından müstağnidir. Böylece mü'minin rabbından dilediği salât duası kat'î surette makbul olur. Yani AIIah Teâlâ kendisinin peygamberine salat eylediğini haber vermesiyle makbul olur.
Sair dua nevileriyle ibadetler böyle değildir. Ama bunda mü'minin salavâtından sevap kazanacağını veya kazanmayacağını iktiza eden bir şey yoktur. Bunun manası şu istek ve duanın geri çevrilmeyip kabul buyurulmasıdır. Sevap ise yukarda arzettiğimiz gibi ârıza bulunmamak şartiyle verilir. Böylelikle anlaşılır ki selefin sözlerinde işkâl yoktur. Ve bu sözün senedi kuvvetlidir. O da Teâlâ hazretlerinin şübhe götürmeyen ihbârıdır. Fettah-ı âlîm Allah'ın feyzinden olan bu muazzam yazıyı ganimet bil! Sonra gördüm ki Rahmetî dahi bunun benzerini söylemiştir.
METİN
Arabça olarak kendine, mü'min olan annesine babasına ve hocasına dua eder. Arabçadan başka bir dille dua etmesi haramdır. Ömrü boyunca âfiyet yahud iki cihanın hayrını dilemek şerlerinin giderilmesini istemek veya âdeten imkânsız olan gökden sofra inmesi gibi şeyleri istemek haramdır. Bazıları şer'an imkânsız olan şeyleri istemenin de haram olduğunu söylemişlerdir.
Ben derim ki: Bu sözü Nehir sahibi mâliki ulemasından olan imam Karafî'den nakletmiştir. Ve Arabçadan başka dille yapılan dua ta'zime aykırıdır şeklinde ta'lilde bulunmuştur. Sonra gördüm ki Maliki'lerden Allâme Lekaaânî Cevheret-üt-Tevhîd adlı manzumesinin üzerine yazdığı büyük şerhinde, Karafî'nin sözünü nakletmiş ve Arabça olmayan dil mânâsı mechuldür diye kayıtlamış bunu  onun «Teâlâ hazretlerinin celâline aykırı şeylere şâmil olabilir.» Şeklindeki ta'lilinden almış ve şöyle demiştir: «Biz bununla mânâsı bilinenlerden ihtiraz ettik onların kullanılması namazda olsun başka yerde olsun mutlak surette câizdir. Çünkü teâlâ hazretleri:
«Âdem'e bütün eşyanın isimlerini öğretti.» buyurduğu gibi başka bir âyette de: «Biz hiç bir peygamber göndermedik ki kendi kavminin dili ile konuşmasın. buyurmuştur.» Lâkin bizim mezhebimize göre nakledilen hüküm haram değil mekruh olmasıdır. Dürer-ül-Bıhar şerhi Gurer-ül-Efkar'da bu yerde: «Arabçadan başka bir dille dua etmek mekruhtur. Çünkü Hazreti Ömer (r.a.) Arap olmayanların dırıltısını men etmiştir. Valvalciye'nin Farsça tekbir bahsinde şöyle denildiğini gördüm: «Tekbir Allah teâlâya ibâdettir. Allah Arabçadan başka dilleri sevmez. Onun için Arabça dua etmek kabule daha yakındır. Binaenaleyh Riza ve muhabbet hususunda arap dili mevkiinde bulunan başka dillerden biriyle dua edilemez.»
Bu ta'lilden anlaşılıyor ki Arabçadan başka bir dille dua etmek evlânın hilâfıdır. Ve buradaki kerâhet tenzihiyedir. Bu faslın başında görmüştük ki imam A'zam namazda farsça kıraat câiz değildir. Meğer ki Arabça okumaktan âciz ola. Diyen imameynin kavline dönmüştür.
Farsça namazda başlamaya ve diğer namazlar zikirlerini yapmaya gelince: Bunlar hilâf üzere bakidir. İmam A'zam'a göre bunlarla mutlak surette namaz sahih olur. İmameyne göre olmaz. Nitekim şârih bu meseleyi orada tahkik etmişti. Öyle anlaşılıyor ki imam A'zam'a göre sahih olmak kerâhete aykırı değildir. Ulema bunu namaza girerken başka bir dille alınan tekbir meselesinde açıklamışlardır. Diğer namaz zikirlerini ise yukarda geçenden maada mekruhtur diye açıklayan kimse görmedim. Farsça duanın namazda kerahet-ı tahrimiye ile, namaz dışında kerahet-i tenzihiye ile mekruh olması ihtimalden uzak değildir. Teemmül buyurulsun ve araştırılsın!
«Şârih mü'min olan ilh...» sözü ile ebeveyni ve üstadlarının kâfir olmasından ihtiraz etmiştir. Çünkü onlara mağfiret duasında bulunmak câiz değildir. Nitekim gelecektir. Ama hayatta iseler onlara hidâyet ve tevfik duasında bulunmak câizdir. Şârih'in burada «bütün mü'min ve mü'minâta da dua eder.» Cümlesini ziyâde etmesi gerekirdi. Nasıl ki Münye sâhibi böyle yapmıştır. Çünkü duada sünnet, onu umumî yapmaktır. Teâlâ hazretleri: «Günahın için istiğfar et. Erkek ve kadın mü'minler için dua etmezse o namaz noksandır.» Buyurulmuştur. Nitekim Bahır'da da böyledir.
Müstağfirî'nin rivayet ettiği bir haberde: «Kulun Allah'ım ümmet-i Muhammed'e umumî olarak mağfiret eyle demesinden Allah'a daha makbul bir dua yoktur.» Denilmiş bir rivayette: «Peygamber (s.a.v.) Bir adamın Allah'ım beni afv et dediğini işitti de: «Yazık sana umuma dua etseydin duan kabul edilirdi. Buyurdu.» Başka bir rivayette: «Beni afv et bana acı diyen kimsenin omuzuna dokundu sonra ona şöyle buyurdu: «Duanı umumî yap! Zira dua edilenler arasında hâs ve âmm herkes vardır. Nitekim yerle gök arasında da öyledir.» denilmiştir.
Bahır nâm eserde Hâvî-l-Kudsî'den naklen şöyle demliyor: «Son oturuşun sünnetlerinden biri de din ve dünyâsının iyiliği hususunda kendine. anne ve babasına, hocalarına ve bütün mü'minlere dilediği duayı yapmaktır.» Bahır sahibi sözüne devamla: «Bu gösteriyor ki Allah'ım beni, annemi ve babamı ve üstadımı afv et dese namazı bozulmaz. Halbuki üstad kelimesi Kur'an'da yoktur. Bu, Allah'ım Zeydi afv et demiş olsa namazının bozulmamasını iktiza eder.
«Ömrü boyunca âfiyet istemek ilh» ifâdesi de Malikilerden Karâfi'nin sözüdür. Bunu ondan Nehir sahibi nakletmiştir: Allâma Lekkânî dahi Cevhere şerhinde nakletmiş ve şöyle demiştir: «Haram olan şeylerden ikincisi imkânsız olan şeylerden birini isteyipte kendisi o anda peygamber veya velî olmamaktır. Meselâ: Boğulmaktan emin olmak için solumaya ihtiyacı olmamasını istemek, yahud kuvvet ve hislerinden ilelebed faydalanmak için ömrü boyunca hastalıktan âfiyet dilemek bu kabildendir. Zira ödet bunun imkânsız olduğunu göstermiştir. Cinsi münasebette bulunmadan çocuk veya ağaç bulunmadan yemiş istemek de böyle olduğu gibi: AIIah'ım bana dünya ve ahiretin en hayırlısını ver diye dua etmekde öyledir. Çünkü imkânsızdır. Bu duadan peygamberlerin menzilleri ile meleklerin mertebelerini istisnâ etmek mutlaka lazımdır. O kimseye velev ki ölümacısı ve kabir yalnızlığı kabilinden olsun, mutlaka bazı kötü şeyler ârız olacaktır. Binaenaleyh bunların hepsi haramdır.
Üçüncüsü sem'î delilin kaldırıldığını bildirdiği bir şeyin kaldırılmasını istemektir. Meselâ: Ey rabbimiz unutur veya hata edersek bizi muâheze buyurma ilh.. diye dua etmektir. Halbuki Peygamber (s.a.v.) «Ümmetimden hata, unutma ve zorlanarak yaptırıldıkları şeylerin hükmü kaldırılmıştır.» Buyurmuştur. Bunlar zaten kaldırılmışken kaldırılmalarını istemek hafzi tahsil olur ki edepsizliktir. Meselâ; Bize namazı ve zekâtı farz kıl, diye dua etmekte böyledir. Meğer ki hatadan, kasdî olanları; takat getirilemeyecek şeylerden de belâ ve musibetleri kastetmiş olsun. Bu takdirde câizdir.» Bu ibâre kısaltılarak alınmıştır. Lekkânî diyor ki: «Bunu bazıları Abdülaziz bin Abdü-s-Sedâm'dan yukarda naklettiğimiz şu sözü bile red etmektedir: «Bir şeyden ne ile kurtulunacağı bilinirse onunla dua etmek câizdir.» Onun için şârih: «Bazıları şer'an imkânsız olan şeyleri istemenin de haram olduğunu söylemişlerdir.» demiştir. Çünkü duanın en güzeli Kur'an ve hadiste bildirilmiş olanıdır. Ey Rabbimiz bizi müâheze etme ilh... âyeti kerimesi bu kabildendir. Binaenaleyh ondan nasıl men edilir demek istemiştir. Dua hâsılı tahsilden ibâret olsa idi Peygamber (s.a.v.)e salavât getirmekle onun nâmına vesileyi istemekle, mü'minin bizi doğru yola ilet demesiyle, şeytan ve kâfirlere lanetle vesair aciz ve kulluk gösteren yahud peygamberimize veya dîne muhabbet bildiren ve kâfirlerin yaptıklarından nefret ifâde eden sözlerle dua caiz olmazdı. Bir kimsenin Yarabbi beni adam et gibi faydasız bir sözle. yahud ehil olmadığı bir şeyi istemek gibi Allah'a tahakküm ifade eden bir sözle veya müstahili istemekle duada bulunması böyle değildir. Zira duada haddini aşmak kabilindendir.
Allah Teâlâ: «Rabbinize yalvararak ve gizleyerek dua edin çünkü o mütecâvizleri sevmez.» buyurmuştur. Rivayete göre Abdullah bin Mugeffel (r.a.) oğlunu: Yarabbi ben senden cennete girince sağ tarafta kalan beyaz köşkü isterim diye dua ederken işitmişte: «Oğlum Allah' dan cenneti iste cehennemden de AIIah'a sığın çünkü ben Rasûlüllah (s.a.v.): Bu ümmetin içinde abdest suyunda ve duada haddini tecavüz eden bir cemaat gelecektir buyururken işittim.» demiştir,
METİN
Hak olan, kâfire mağfiret duasında bulunmanın haram olmasıdır. Bütün mü'minlerin bütün günahlarının bağışlanmasına dua etmek haram değildir. Bahır. Kur'an ve sünnette zikri geçen duaları okur. İnsan sözüne benzeyen duaları okumaz. Bu hususta ulemanın sözleri bilhassa musannıfın söylediği sakıttır.
İZAH
«Şârih'in hak olan ilh...» sözleri imam Karâfî ile ona tâbi olanlara red cevabıdır. Karâfî şöyle demiştir: «Kâfire mağfiret duasında bulunmak küfürdür. Çünkü haber verdiği şeyler hususunda Allah Teâlâ'yı yalancı çıkarmak istemiş olur. Bütün mü'minlerin bütün günahlarının afv edilmesine dua etmekde haramdır. Çünkü bunda da mü'minlerden bir taifesinin günahları sebebiyle mutlakacehennemde azâp göreceklerinin ve ondan ya şefaatla yahud başka bir sebeple çıkacaklarını açıklayan sahih hadisleri yalanlamak vardır. Ama bu küfür değildir. Çünkü haber-ı vahidle kat'iyi yalanlamak arasında fark vardır.
Karâfî'ye birinci kavli hususunda Hılye sahibi inb-i Emir Hâcc muvafakat etmiş. İkinci kavlinde ise kendisine muhalefette bulunmuştur. O bunu tahkik ederek meşhur bir mesele üzerine kurulduğunu bildirmiştir. Mesele şudur: Acaba tehditten dönmek AIIah Teâla hakkında câizmidir değilmidir? Mevâkıf ve Mekâsıttan anlaşıldığına göre Eşariler câiz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu bir noksan sayılmaz bil'akis cömertlik ve keremdir.
Taftazâni ile başkalarının açıkladıklarına göre muhakkık ulema bunun câiz olmayacağına kaildirler. Yani sahih kavlin bu olduğunu söylemişlerdir. Çünkü AIIah Teâlâ için müstehildir. Teâlâ hazretleri: «Ben size önceden tehdid göndermiştim. Bende söz değişmez bir olur.» Başka bir âyette «Allah aslâ vaadinden dönmez.» buyurmuştur.Buradaki vaadden murad tehdittir. En münasibi hassaten müslümanlar hakkındaki tehditten dönmenin câiz olduğunu. kâfirler hakkındaki tehditten dönmenin câiz olmadığını tercih etmektir. Câiz değildir diyenlerin delilleriyle câizdir. Diyenlerin delilleleri, bu suretle birleştirilmiş olur.
Câizdir diyenlerin en açık delili: «Şübhesiz Allah kendisine şirk koşulmasını afv etmez. Ama bundan aşağısını; dilediğine afv eder.» Âyeti kerimesi ile İbrahim aleyhisselâmdan naklen: «Yarab beni, annemle babamı ve mü'minleri hesap gününde bağışla.» âyetidir. Teâlâ hazretleri: bunu bizim Peygamberimize de: «Günahından dolayı istiğfar et! Mü'minlerle mü'minelere de istiğfarda bulun.» âyeti kerimesi ile emir buyurmuştur. İbn-i Hıbbân'ın sahihinde beyân edildiği vecihle bunu Peygamber (s. a.v.) fiilen dahi yapmış: «Yarabbi Âişe'nin gelmiş geçmiş gizli ve âşikâra bütün günahlarını afv et!» diye dua etmiş sonra «her namazda ümmetim için benim duam budur.» buyurmuştur.
Bu kavlin hulâsası şudur: Tahsisi câizdir. Çünkü lafız lügat itibariyle tehdit delillerinde umuma delâlet eder. Bu sahih delillerde mü'minlerin bazılarının cehenneme girerek günahlarından dolayı azâp edileceğini bildirmesine aykırı değildir. Çünkü maksat bütün mü'minlerin bütün günahlarının afvı câiz olmasıdır. Bütün mü'minlere bunun yapılacağını; katiyetle hüküm vermek değildir.
Böyle duanın câiz olması vukuunun câiz olmasına mebnidir. Yoksa vukuuna kat'i olarak hüküm vermeğe mebni değildir. Hılye'deki uzun sözün kısası budur. Hâsılı şudur ki tehditten dönmenin câiz olmadığını bildiren deliller mü'minlerden başkasına mahsustur. Mü'minler hakkında ise aklen bu câizdir. Binaenaleyh mağfiretin bütün mü'minlere şâmil olmasına dua etmek caizdir; velev ki vâki olmasın. Çünkü sahih deliller mü'minlerden bir taifenin mutlaka azap edileceğini bildirmektedir. Duanın câiz olması aklî cevaza ibtina eder. Lâkin buna şöyle itiraz edilebilir:. Acık nâslarla sabit olan bir şeyin şer'an yokluğu câiz değildir.
Lekânî übbî ile Nevevî'den âsilerden bir cemaat hakkında tehdîdin mutlaka geçerli olacağına icmâ-i ümmet bulunduğunu nakletmiştir. Hal böyle olunca bu duayı yapmak, yarabbi bize orucu ve namazı farz kılma dememize benzer. Bir de bundan kâfir olarak ölen kimseyede mağfiret duasındabulunmanın câiz olması lazım gelir. Meğer ki: Mü'minlere bununla dua etmek ancak din kardeşlerine fazla müşfik olduğunu göstermek için câizdir. Kâfirler böyle değildir. Bize orucu farz kılma diye dua etmek böyle değildir; denile! Çünkü AIIah ve Rasûlünun düşmanlarına dua etmek çirkindir.
Tâattan bıkkınlık göstermek de çirkindir. Ama bununla o kimse âsi olur. Bahır sahibinin tercihine göre kâfir olmaz. Bahır sahibi hak budur demiş şârih de ona tabi olmuştur. Lâkin bu söz şirki afvın aklen câiz olduğuna mebnidir. Tehditten dönmek câizdir sözüde buna mebnidir, gördük ki sahih olan bunun hilâfıdır. Binaenaleyh kâfire dua küfürdür. Çünkü aklen ve şera'n câiz değildir. Bir de kat'î delilleri tekzip etmiş olacağı için câiz değildir. Mü'minler için dua etmek böyle değildir.
Binaenaleyh hak olan Hılye'dekidir. Fakat bizim naklettiğimiz vecihledir. Halebî'nin naklettiği vecihle değildir.
«Kur'an ve sünnette zikri geçen duaları okur.» Musannıf burada Kenz'in sözünden ayılmıştır. O: «Kur'an'a benzeyen duaları okur.» demiştir. Çünkü Kur'an mucizedir. Ona hiç bir şey benzemez. Bahır sahibi kenz nâmına cevap vermiş: «O nefsi duayı kast ettiği için benzeyen demiştir. Kur'an okumayı kast etmemiştir.» demiştir. Yani Kur'an okumayı niyet etmemiştir demek istemiştir.
Mi'rac'ta bâbın evvelinde: Rükû, sücûd ve teşehhüdde Kur'an okumak dört mezhep imamlarının ittifakı ile mekruhtur. Çünkü Peygamber (s.a. v.): Ben rükû veya sücûd hâlinde Kur'an okumaktan men edildim buyurmuştur. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.» denilmektedir. İmdât nâm eserin sünnetler bahsinde me'sûr dualardan bir haylisi zikir edilmiştir. Ona müracaat kolay olduğu için burada o duaları zikir etmedik.
T E T İ M M E: Namazda bellenmiş duaları okumak gerekir. Namaz dışında ise hatırına gelen sözlerle dua eder. Dua ezberlenmez. Çünkü onu ezberlemek kalbin rikkatini giderir. Bunu Muhit'ten naklen Hindiye sahibi söylemiştir.
METİN
Muhtar olan kavli Halebî söylemiştir ki o do Kur'an veya hadisde geçen duânın namazı bozmamasıdır. Bunlardan birinde olmayan dua için bakılır: Halktan istenmesi mümkün değilse namazı bozmaz. Mümkün ise teşehhüd miktarı oturmadan önce okunduğu takdirde namazı bozar. Aksi takdirde bir namaz secdesi bıraktığını hatırlamadıkça kerahet-i tahrimiye ile namaz tamam olur.
Binaenaleyh mağfiret dilemekle mutlak surette namaz bozulmaz. Velev ki amcamı veya Amrı afv et diye dua etsin. Mal ile kayıtlamamak şartiyle rızk ve emsâli de öyledir. Çünkü mecâzen kullar hakkında kullanılır. Sonra yanağının beyazı görülünceye kadar sağına ve soluna selâm verir. Aksini yaparsa sâdece sağına selâm verir. Yüzünün karşısına selâm verirse sol tarafına bir selâm daha verir. Sol tarafa selâm vermeyi unutursa kıbleye arkasını dönmedikçe esah kavle göre o selamı verir.
İZAH
Kur'an veya hadisde geçen dua mutlak surette namazı bozmaz. Yani ister «beni afv et» gibi kullardan istenmesi mümkün olmayan dualardan isterse, «bana yerde biten bakla, hıyar, sarmısak, soğan ve mercimek ver.» gibi kavillerden istenmesi mümkün dualardan olsun namaz bozulmaz. Bu sözle Fazlî'ye red cevabı verilmiştir. O Kur'an'da olmayan dualarla mutlak surette namazın bozulacağını söylemiştir. Kur'an veya hadisde olmayan bir dua «Amcamı veya Amrı afv et» gibi kullardan istenmesi mümkün olmayan şeylerdense Fazlî'nin kavline muhalif olarak namazı bozmaz.
«Yarabbî bana bakla, hıyar sarımsak ve soğan rızkı ver,» yahud «filanın kızını ver» gibi kullardan istenmesi mümkün şeylerden ise teşehhüd miktarından önce okuduğu takdirde namazı bozulur. O miktar oturduktan sonra okursa kerahet-i tahrimiye ile namazı tamam olur. Fakat bunun için üzerinde namaz secdesi bulunmamak şarttır. Böyle bir secde bulunduğunu hatırlarsa namaz bozulur. Çünkü o secdeyi yapmağa mâni bulunmuştur. O da mezkûr duadır.
Tilâvet secdesi ile sehiv secdesi böyle değildir. Çünkü namazın.sahih olması bu secdeleri yapmağa bağlı değildir. Binaenaleyh onları yapmasada okuduğu dua ile namazı tamamlanır. Çünkü bu secdeler vacipdir. Namaz secdesi ise rükündür (farzdır). Hatta bu secdeleri yapmış olsa hükümsüz kalırlar. Çünkü namazdan çıktıktan sonra yapılmış olurlar. Nitekim üzerinde tilavet veya sehiv secdesi olduğunu hatırlayarak selam verse namaz tamam olur. Çünkü bütün erkânını tamamlayarak namazdan çıkmıştır. Gerçi oturuş ve teşehhüdün hükmünü kaldırmak hususunda tilâvet secdeside namaz secdesi gibidir derler ama bu mezkûr secdeleri selâm vererek veya konuşarak namazdan çıkmadan önce yaptığına göredir. Bahis mevzuumuz olan bunun hilâfınadır. Burada tilâvet secdesi ancak açık bir hatadır nitekim Rahmetî tenbih etmiştir.
«Mal ile kayıtlamamak şartiyle rızk ve emsali de öyledir.» Meselâ: Kullardan istenmesi mümkün olmayan bir şeyle kayıtlanarak söylenirse namaz bozulmaz. «Bana haccı rızk ile; bana seni görmek rızkını nasib eyle.» gibi dualar bu kabildendir. Fakat mal ile kayıtlarda «bana şu kadar mal ver» derse namaz bozulur. Hulâsa ve Nehir'de bu tafsilat esah kabul edilmiştir.
Ben derim ki: Rızık kelimesini mutlak söylese dahi hüküm budur. Çünkü Kur'an'da: «Bize rızık ver. Sen en hayırlı rızık verensin.» buyurulmuştur. Hidâye sahibi« bana rızık ver.» diye dua etmenin namazı bozacağını söylemiştir. Çünkü Arablar «Razek-el-emîr-ül-Cünde» «Kumandan askeri rızıklandırdı.» derler.
Feth-ul-kadîr'de ise şöyle denilmiştir: «Burada namazın bozulmuyacağı tercih edilir. Çünkü hakikatta rızkı veren Allah Teâlâdır. Onun kumandana nisbet etmek mecâzdır.» Münye şârihi dahi: «Zira ehli sünnete göre rızık hayvana gıda olan şeydir. Mahlukun gücü ancak bu rızkı hayvana ulaştırmaya yeter. Onun için rızkı mal ile kayıtlayarak «bana mal rızk eyle!» derse hilâfsız namazı bozulur.» demiştir. Bu izâha göre «bana ikram et» yahud bana in'am eyle» derse namazın bozulması  gerekir. Zira filan filâna ikram etti. Yahud in'am eyledi denilir. Şu kadar var ki Muhit'te asıldan naklen bozulmayacağı söylenilmiştir. Çünkü bu sözün mânâsı Kur'an'da vardır.
Teâlâ Hazretleri: «Rabbi insanı imtihan ederek ona ikram ve in'am da bulunduğu vakit ilh» buyurmuştur. Kezâ: «Bana mal ile imdâd eyle» dese namaz bozulmaz. Ama «benim işimi düzelt» derse iş kelimesini mutlak söylediğine bakarak onu kullardan istemek imkânsız olur.» Kısaltılarak nakledilmiştir.
T E N B İ H: Bahır'da fetevâ-l-Hucce'den naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse Allah'ım zalimlere lanet et» dese namazı bozulmaz. Ama «Allah'ım filana lânet et» dese namazı bozulur.» yani zalime beddua haramdır. Velev ki lânet kullardan mümkün olmayan bir fiil olsun. Onun için konuşmak hükmüne girer. Yahud lanet kulların yapamayacağı bir fiil değildir. Buna delil: «Allah'ın, meleklerin ve  bütün insanların laneti onların üzerine olsun.» âyeti kerimesidir. Zalimlere lanet tabiri ise Kur'an'da mevcuttur.
«Yanağının beyazı görününceye kadar» ifâdesinden murad: Arkasında oturanın görmesidir. Bunu Halebî söylemiştir. Bedâyî'de şöyle deniliyor: «İki tarafa selâm verirken yüzü çevirmekte mübalağa sünnettir. Sağ tarafa selâm verirken sağ yanağının beyazı, sol tarafa selam verirken de sol yanağının beyazı görülmelidir.» «Aksini yaparsa» yani kasden veya unutarak evvelâ sol tarafa selâm verirse arkasına sağ tarafa selâm vermekle yetinir. İkinci defa sol tarafa selam vermez. «Karşısına selâm verirse sol tarafına bir selâm daha verir.» «Yani evvela önüne sonra soluna selâm verirse dönerek sağına selâm verir solunada tekrar selâm verir.» sol tarafa selâm vermeyi unutursa esah kavle görede kıbleye arkasını dönmedikçe yahud konuşmadıkça o selâmı verir.
Esah kavlin mukabili bahır sahibinin söylediğidir: Ona göre kıbleye arkasını dönse bile mescidden çıkmadıkça o selâmı verir. Kınye'de «sahih olan kavil birincisidir.» Denildiği için şârih Bahır sahibinin sözünü terk etmiş ve sahih yerine esah kelimesini kullanmıştır.
METİN
Tahrime bir selâmla kesilir. Burhan bu evvelce geçmişti. Tatarhaniye de bildirildiğine göre namazda ikişer meşru olan şeyin birisi için ikinin hükmü vardır. Binaenaleyh Namazdan çıkmak iki selâmla olduğu gibi bir selâmla dahi olur. Ve keza bir rekat iki secde ile olduğu gibi bir secde ile de tamam olur.
Yukarda geçtiği vecihle cemâat olan kimse teşehhüdü bitirdi ise imamla beraber selâm verir. Ama imamın selâm vermesi gibi bir fiili ile cemaat olan namazdan çıkmaz. Ancak imam kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa onunla cemaat namazdan çıkar. Çünkü o namazın hürmeti kalmamıştır. Selâmda vermez. Şâyet cemaat olan teşehhüdü imamından evvel tamamlarda konuşursa câizdir. Yalnız mekruhtur. Namaza zıd bir şey ârız olursa yalnız imamın namazı bozulur. Cemaat olan kimse selamı imamla birlikte verir, nasıl ki tahrimeyi de imamla beraber yapar, İmameyn: «Gerek tahrimede gerekse selâmda efdal olan cemaatın imamdan sonraya kalmasıdır.» demişlerdir.
İZAH
«Tahrime bir selâmla kesilir.» (yani bir tarafa selam vermekle tahrimenin hükmü kalmaz. Namazbiter.) Bu mesele evvelce namazın vacipleri bahsinde geçmişti orada şârih şöyle demişti: «Mezhebimizin Meşhur olan kavline göre imama uymak ilk selâmla - AIeykum demeden önce - sonuna erer.» yani o selâmdan sonra imama uymak câiz değildir. Çünkü namazın hükmü bitmiştir. Bu söz yanılmayan hakkındadır. Yanılan ise selâmdan sonra secde-i sehiv yaparsa namazın hürmetine döner. T. (yani secde-i sehiv yapınca tekrar namaza döner, namaz kılan hükmünü alır. Ona uymakta sahih olur.)
«Namazda ikişer meşru olan şey»den murad peş peşine meşru olanlardır ki bunlar selâmla secdeden ibârettir. Kıyâm ve rükû gibi şeyler namazda tekerrür etseler de araya fâsıla girdiği için burada maksat onlar değildir.
Bir rekat iki secde ile tamam olduğu gibi bir secde ile de tamam olur. Hatta farzda yapılarak son oturuştan önce ayağa kalksa o rekatı secde ile tamamladığı takdirde farz bâtıl olur. Cemâat olan kimse teşehhüdü bitirdi ise imamla beraber selâm verir. Çünkü selâm vermek hususunda imama tabi olmak vacip ise de içinde bulunduğu vacibi tamamlamaktan daha evlâ değildir. Acaba ettahiyyatüyü tamamlamak vacib mi yoksa evlâmıdır? Bu hususta evvelce söz etmiştik. Söz ettiğimiz yer musannıfın: «Cemaat tesbihleri tamamlamadan imam başını kaldırırsa ilh...» dediği yerdir.
«İmamın selâm vermesi gibi bir fiiliyle cemaat olan namazdan çıkmaz.» O hâlâ namazdadır. Ve selâm vermesi icâp eder. Hatta selâm vermeden kahkaha ile gülerse abdesti bozulur. Bu hüküm şeyhayna göredir. İmam Muhammed buna muhaliftir. İmamın selâm vermesi gibi bir fiilinden murad namazı bozmayıp tamamlayan fiildir. Zira oturuştan sonra selâm verse veya konuşsa namazı bitmiştir. Fakat bozulmamıştır. Kahkaha ile gülmek veya kasten abdest bozmak böyle değildir. Çünkü bununla namazın hürmeti kalmaz. İmamın namazının hangi cüzüne rastlarsa o cüzünü bozar.  Cemaatın namazından da ona muttasıl olan cüzü bozulur. Ancak o kimse namaza yetişmişse namazı bozan şey rükünler tamam olduktan sonra ârız olmuştur. Binaenaleyh imamın namazına zarar etmediği gibi onun namazına da zarar etmez. Lâhik veya mesbûk olursa iş değişir.
İmam kasden abdesti bozarsa cemâatın da namazı bozulur. Fakat kendi taksiri olmaksızın abdesti bozulursa abdest alarak namazına devâm eder. Sonra selâm verir. Cemâatta ona tabi olur. «Selam da vermez.» ifâdesinden murad: İmam da cemâat ta olabilir. Çünkü bil'ittifak namazdan çıkmışlardır. Hatta ondan sonra cemâat kahkaha ile gülse abdesti bozulmaz.
Şâyed cemâat olan teşehhüdü imamından evvel tamamlarda selâm vermek. konuşmak veya ayağa kalkmak gibi kendisini namazdan çıkaran bir şey yaparsa namazı sahihtir. Çünkü bunu namazın rükünleri tamam olduktan sonra yapmıştır. Gerçi imam henüz teşehhüdü bitirmemiştir, takat teşehhüd miktarı oturmuştur. Çünkü oturuşun farz miktarı mümkün olan en sür'atli okuyuşla teşehhüdü okuyacak kadar zamandır. Bu da hâsıl olmuştur. Cemaat olan kimsenin kerahet işlemiş olması özrü yokken imama tâbi olmayı terk ettiğindendir. Bir özürle terk ederse meselâ: Abdesti bozulacağından, Cuma vaktinin çıkacağından veya önünden bir kimse geçeceğinden korkardayaparsa kerahet yoktur. Nitekim ilerde gelecektir.
«Namaza zıd bir şey ârız olursa« yani 12 meselede olduğu gibi kendi taksiri bulunmaksızın bir şey ârız olursa yalnız imamın namazı bozulur aksi takdirde yani kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa imamın namazı da bozulmaz. Nitekim yukarda geçmişti. Namaza zıd bir şey ârız olduğu vakit yalnız imamın namazının bozulması cemaat olan konuştuğu için daha önce namazdan çıkmış bulunduğundandır. Namaza zıd olan şey o çıktıktan sonra ârız olmuştur. Bu adam kahkaha ile güler veya kasden abdestini bozarsa imamın namazı da bozulmaz.
İmameyn her ikisinde cemaatın imamdan sonraya kalmasının efdal olduğunu söylemişlerdir. Bundan anlaşıldığına göre buradaki hilâf efdal olması hususundadır. Sahih olan da budur. Nehir.
Bazıları câiz olup olmadığındadır, demişlerdir. Hatta ebu Yusuf'tan nakledilen iki rivayetten birine göre imamla beraber namaza başlamak sahih değildir. İmam Muhammed'e göre ise isâet sayılır. Nitekim Bedâyi ile Kuhistâni'de de böyle denilmiştir. Serahsi: İmam-A'zam'ın kavli daha ince ve daha güzel imameynin kavli ise daha elverişli ve daha ihtiyattır.» demiştir.
Mervezî'nin Avn adlı eserinde bildirildiğine göre namaza girişin sahih olması hususunda fetva için tercih edilen kavil İmam-A'zam'ın kavli, efdaliyet hususunda ise imameynin kavlidir. Tatarhâniye'de Müntekâ'dan naklen şöyle denilmiştir: «İmam-A'zam'ın kavline göre buradaki beraberlik yüzüğün parmakla beraberliği gibidir. İmameynin kavline göre sonralıktan murad cemaatın Allah kelimesinin hemzesini ekberin râsına eklemesidir. Hilâfın fâidesi iftîtah tekbirinin fazîletine yetişme vakti hakkında kendini gösterir. İmam-A'zam'a göre bu fazîlet beraberce tekbir almakla. İmameyne göre sübhânekeyi okunduğu vakit tekbir almakla hâsıl olur.
Bazıları: «imama uyan orada ise imam üç âyet okumadan namaza başlamakla orada değilseydi âyet okumadan başlamakla olur.» demişlerdir. Faziletin ilk rekata yetişmekle hâsıl olacağını söyleyenler de vardır. Bu kavil daha suhûletbahşdır. Sahih olan budur.
Hulâsa'da bildirildiğine göre bazıları fazîletin Fatiha'ya yetişmekle kazanılacağını söylemişlerdir. Muhtar olan kavil budur. Hulâsa sahibi sâdece tahrime ve selâmı zikir etmekle yetinmiştir. Bu şunu gösterir ki bütün namaz fiillerinde cemaatın imamla birlikte hareket etmesi bil'icma efdaldir. Bazıları hilâf üzere olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hılye ve diğer kitablarda hakâiktan naklen böyle denilmiştir.
METİN
Sağa, sola selâm verirken es-Selâmü aleyküm verahmet-ül-llah dır. Sünnet budur. Haddâdî aleyküm selam demenin mekruh olduğunu söylemiştir. Burada
veberakâtühü kelimesini de söylemez. Nevevî bunu bid'at saymış fakat Halebî red etmiştir. Hâvî'de ise güzel olduğu söylenilmiştir.
İkinci selâmın birinciden daha alçak söylenmesi sünnettir. Münye sahibi bunun imama mahsus olduğunu söylemiş musannıfta tasdik etmiştir. İmam velev ki cin veya kadınlar olsun namazında kendisi ile beraber olanlardan sağındakileri ve solundakileri niyet eder. Teşehhüdde ki selâm isekarşısındakilere hitap olmadığı için umumidir.
İZAH
Her iki tarafa selâm verirken es-Selâmü aleyküm verahmet-ül-llah demek sünnettir.
Bahır sahibi diyor ki: «En mükemmel surette selam vermek iki defa es-Selâm-ü aleyküm verahmet-ül-llahi demekle olur. Sadece es-Selâmü aleyküm yahud es-Selam veya selamün aleyküm yahud aleyküm-üs-Selam dese kâfidir. Ama sünneti terk etmiş olur. Sirâc sahibi Aleyküm-üs-Selam demenin mekruh olduğunu söylemiştir.»
Ben derim ki: Onun sadece bunu söylemesi sünnete muhâlif olan mekruh diğer sözlerinde mekruh olmasına aykırı değildir.
Burada tâbirinden murad namazdan çıkarken verilen selamdır. Teşehhüddeki selam bunun gibi değildir. Nasıl ki aşağıda gelecektir. Halebî Münye şerhi Hılye'de Nevevî'nin bu bid'attır. «Bu bapta sahih hadîs yoktur. Bil'akis terki hakkında bir çok hadisler vardır.» sözünü naklettikten sonra şunları söylemiştir: «Lakin bu hususta Nevevi'ye itiraz olunur. Çünkü Ebu Davud'un süneninde Vail bin Hücür'dan sahih isnadla bir Mes'ud'dan hadis rivayet edildiği gibi ibn-i Hibban'ın sahihinde dahi Abdullah bin Mes'ud'dan hadis rivayet olunmuştur.» Bundan sonra Halebi şöyle demiştir: «Meğer ki bunlar şâzdır, diye cevap verilsin velev ki mahrecleri sahih olsun.» Nitekim Nevevi Ezkar adlı eserinde bu yoldan yürümüştür.
Havi'den murad: el-Havi-l-Kudsi'dir. İbaresi şöyledir: «Bazıları veberakâtühü kelimesini de ziyade etmişlerdir. Bu daha güzeldir.» Havi başka bir yerde de: «Veberekâtühü denileceği de rivayet edilmiştir.» demiştir.
«İkinci selamın birinciden daha alçak söylenmesi sünnettir.» Bu sözden anlaşıldığına göre birinci selam dahi alçak sesle verilir. Yani hâcetten fazla bağırılmaz. Bu nisbeten alçak ses sayılır. Yoksa hakikatte o âşikâra söylenir. Maksat her iki selam âşikâra verilir yalnız ikincisi birinciden daha alçak tutulur demektir. Bazıları ikinci selamın tamamen gizli verileceğini söylemişlerse de esah olan birincisidir. Çünkü cemaatın ikinci selamı işitmeye ihtiyacı vardır. Zira bunun birinciden sonra ki mi yoksa birinci mi olduğunu bilemez. Üzerinde secde-i sehiv varsa şaşırır bunu Münye şârihi söylemiştir. Bedayi'de şöyle denilmiştir: «Sünnetlerden birinde imamın selamı âşikâra vermesidir. Çünkü selam namazdan çıkmak için verilir. Binaenaleyh mutlaka cemaate bildirmek lazımdır.
İmam sâir sünnetlerde olduğu gibi burada da sünneti yerine getirmiş olmak için selam vermeyi niyet eder. Onun içindir ki Şeyh-ul-İslâm: «Bir kimse namaz dışında birine selam verdiği vakit sünneti niyet eder. Sadr-ul-İslâm'ın itirazı bununla def edilmiş olur. O imamın niyete muhtaç olmadığını çünkü âşikâra selam verip cemaate işarette bulunmak ibadeti yerine getirmek için niyet sayılmayı gerektirmez. Niyet mutlaka lazımdır.
Ben derim ki: Şu da var: Namazdan çıkmak için selam vermek vacip olunca bu selamdan asıl maksat namaz kılanlara hitap değil namazdan çıkmaktır. Hitap bizzat maksat olmayınca da vacipolan namazdan çıkma üzerine ziyade edilen sünneti yerine getirmek için niyet lazımdır. Çünkü niyet olmazsa selam sırf namazdan çıkmak için olur. Tahiyye manası kalmaz.
Cumhurun kavline göre imam selam verirken yanındakileri niyet eder. Bazıları bütün mesciddekileri niyet edeceğini bir takımları da teşehhüd selamı gibi bunun da umumi olduğunu söylemişlerdir. Hılye. 
Kadınlar kelimesini imam Muhammed Asıl nâmındaki eserinde zikir etmiştir. Birçok kitablarda zamanımızda imam kadınları niyet etmez denilmişse de bu söz kadınların cemaata gelmelerine mebnidir. Binaenaleyh imam Muhammed'in sözüne muhâlif değildir. Zira hüküm cemaata gelip gelmemelerine göredir. Hatta cemaata hunsâlarla çocuklar gelirse imam onları dahi niyet eder. Bunu Hılye ve Bahır sahipleri kaydetmişlerdir. Lâkin nehirde: «Kadınlar cemaata gelse bile imam onları niyet etmez. Çünkü onların cemaata gelmeleri mekruhtur.» denilmiştir.
Teşehhüdün selamı umumîdir. Onun içindir ki bir hadisi şerifte şöyle buyurulmuştur: «Kul es-Selâmü aleynâ ve alâ ibâd-il-Ilâh-is-Salihîn dediği vakit bu selam yerde gökte Allah'ın her sâlih kuluna isâbet eder.»
METİN
Peygamberlere iman meselesinde olduğu gibi her iki tarafa selam verirken adet tayin etmeksizin hafaza meleklerini de niyet eder. Musannıfın cemaatı meleklerden önce zikir etmesi muhtar kavle göre Âdem oğullarının havâs takımı -ki bunlar peygamberlerdir- bütün meleklerden efdal, Âdem oğullarının avâm takımının - ki maksad takvâ sahipleridir - meleklerin avâmından efdal olduğu içindir. Takvâ sahiplerinden murad: Fâsıklar gibi yalnız şirkten sakınanlardır. Nitekim Bahır'da Ravza' dan naklen böyle denilmiş musannıf da bunu tasdik etmiştir.
Ben derim ki: Mecma-ul-enhur'de Kuhistânî'ye uyarak: «Ekser ulemaya göre insanların havâs takımı ile orta dereceli olanları meleklerin havâsı ile orta dereceli olanlarından efdaldir.» denilmiştir. Acaba hafaza melekleri değişirler mi değişmezler mi? Bu hususta iki kavil vardır.
İZAH
Musannıf ketebe melekleri demeyip hafaza melekleri tabirini kullanmış ve mükellef insanın amellerini koruyan kiramen kâtibin meleklerine ve kezâ mükellefi koruyan cinlere - ki bunlara muakkıbât derler - ve her namaz kılana şâmil olmasını istemiştir. Zira sabinin ketebe melekleri yoktur. Bunu Hılye ve Bahır sahipleri söylemişlerdir. Bu hususta ileride söz edilecektir. Birde burada imamdan bahis edilmektedir. Sabîden imam olamaz. Meleklerde adet tayin etmemesi bu mesele ihtilâflı olduğu içindir. Bazıları: «Her mü'minin yanında iki hafaza meleği vardır.» demiş; bir takımları dört, daha başkaları beş melek olduğunu söylemişlerdir. On hatta yüz altmış melek olduğunu söyleyenlerde vardır. Meselenin tamamı Münye şerhlerindedir.
Peygamberlere iman hususunda da adet tayini yoktur. Çünkü sayılan kati olarak mâlûm değildir. Binaenaleyh: «Bütün peygamberlere iman ettim. Evveli Âdem. Ahırı Muhammed Mustafa sallellahü aleyhi ve aleyhim ecmaîn» demelidir. Mi'rac peygamberlerin 124 bin rasûl olanlarının (313) olduğuna inanmak vacip değildir. Çünkü bu babtaki delil haber-i vahittir.
Musannıf cemaatı meleklerden önce zikir etmiş; cinlerden bahis etmemiştir. Çünkü cinler meleklerden efdal değildir. Önce zikir etmekle o Fahr-ul-İslâm'ın sözüne işaret etmiştir. Fahr-ul-İslâm: «Önce zikir etmenin ehemmiyet vermekte te'siri vardır.» demiştir. Onun içindir ki ulemamız nâfile ibâdetler vasiyet eden kimsenin vasiyetini yerine getirirken o kimsenin sözüne bakılır. Evvelâ neyi vasiyet etti ise icraata ondan başlanır demişlerdir.
Takvâ sahiplerinden murad: «Fâsıklar gibi yalnız şirkten sakınanlardır.» İfâdesindeki «yalnız» kelimesini atmak daha iyidir. O zaman mana şöyle olur: Takva sahiplerinden murad: Fasıklar gibi şirkten sakınanlardır. Günahdan da sakınması veya sakınmaması müsavidir. H.
Ravzadan murad: Zendustî'nin Ravzat-ül-ulema adlı eseridir. Bu eserde şöyle denilmiştir: «Bütün ulema ittifak etmişlerdir ki peygamberler bütün mahlukatın en fazîletlisi, peygamberimiz sallellahü aleyhi vesselem de onların en fazîletlisidir. Peygamberlerden sonra mahlukâtın en hayırlısı dört büyük melek ile arş-ı âlâyı taşıyanlar .ruhâniler. Ridvân ve Malik'tir. Sahabe, tâbiîn, şehidler ve sulehâ sair meleklerden efdaldirler. Bundan sonra ihtilaf etmişler; İmam-A'zam: «Sair müslümanlar sair meleklerden efdaldir.» demiş; imameyn ise sâir meleklerin efdal olduğunu söylemişlerdir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır.
Hulâsa: Zendustî insanları üç kısma ayırmıştır:
Birinci kısım : Havâs olup peygamberlerdir.
İkinci kısım : Sahâbe ve başka sulehadan müteşekkil orta kısımdır.
Üçüncüsü : Sâir avâm takımıdır.
Melekleri de havas ve gayri havas olmak üzere ikiye ayırmıştır.
Havas takımı zikir ettikleridir.
Gayr-ı havas geri kalan meleklerdir.
Ona göre insanın havâs takımı bütün meleklerden efdaldir. Onlardan sonra fazîlet hususunda meleklerin havâsı gelir. Meleklerin havası, 9eri kalan insanların orta ve avâm takımlarından efdaldir. Onlardan sonra insanların orta takımı gelir. Bunlar meleklerin havas takımından geriye kalanlarından efdaldir.
İmam-A'zam'a göre insanların avam takımı da orta takımı gibidir. Şu halde ona göre en fazîletli olan insanların havâsı, sonra meleklerin havâsı, daha sonra sair insanlardır.
İmameyne göre ise en fazîletli olanlar insanların havası, sonra meleklerin havâsı, sonra insanların orta kısmı, daha sonra meleklerin kalan kısmıdır.
Kuhistâni ise insanlarla melekleri ikişer kısma ayırmıştır. Bunlar havâs ve orta derecede olanlardır. Ona göre insanların havâsı meleklerin havâsından efdal, insanların orta derecelileri de meleklerin orta derecelilerinden efdaldir. Yani Kuhistâni'nin ifâdesinde leff-ü neşir-i müretteb vardır. Zikir edilen hilaftan dolayı insanların avâm takımından bahis etmemiştir. Bundan anlaşılır ki bu söz Ravzanın sözüne muhâlif «bütün ulema ittifak etmişlerdir.» İddiasına aykırıdır. Bumdaki ise evleviyetle aykırıdır. Çünkü mesele hilâflıdır. Aynı zamanda zannidir.
Nitekim Akaid-i nesefiye şerhinde bildirilmiştir. Hatta Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu meselede yani insanı melekten fazîletli sayma meselesinde, içlerinde ebu Hanife'de bulunan bir cemâatın tevekkuf edip bir şey diyemedikleri rivayet olunmuştur. Çünkü kati delil yoktur. Kati surette bilemediğimiz bir şeyi, onu bilen Allah'a havâle etmek en çıkar yoldur.
Hafaza meleklerinin değişip değişmediği hususunda iki kavil vardır:
Birinci kavle göre değişirler. Çünkü Buharî ile Müslim'in rivayet ettikleri bir hadisde: «Sizin aranıza gece ve gündüz peyderpey melekler inerler. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında bir araya toplanırlar. Ve aranızda geceleyenler gökyüzüne çıkarlar. Allah Teâlâ -kullarının hallerini daha iyi bildiği halde- onlara sorar: Kullarımı nasıl bıraktınız? der. Onlarda: yan!arına vardığımızda namaz kılıyorlardı. Ayrıldık yine namaz kılıyorlardı; diye cevap verirler.» buyurulmuştur.
Kadı lyaz'la başkalarının cumhur ulemadan naklettiklerine göre bu melekler hafaza yani kiramen kâtibin melekleridir. Kurtubî ise başkaları olduğunu daha doğru bulmuştur.
İkinci kavle göre insan sağ oldukça bu melekler değişmezler. Çünkü hazreti Enes'in rivayet ettiği bir hadisde Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Şübhesiz Allah Teâlâ mümin kuluna iki melek tevekkil etmiştir. Bunlar onun amelini yazarlar. Öldüğü vakit: Yarabbi filan öldü. Şimdi bize izin verde gökyüzüne çıkalım! derler. Allah azze ve celle: Benim gökyüzüm beni tesbih eden meleklerimle doludur; diye cevap verir. O halde yerde yaşayalım! derler. Teâlâ Hazretleri: Benim yerim beni tesbih eden kullarımla doludur, der. Öyle ise biz nerede kalacağız? derler. Bunun üzerine Allah Teâlâ şöyle buyurur. Kulumun kabri üzerinde durun! Ve bana tekbir tehlil getirin! beni zikir edin! Ve bunları kıyâmet gününe kadar kulumun hesabına yazın!» Meselenin tamâmi Hılye'dedir.
METİN
Kötülükleri yazan melek cimâ hâlinde, helâda iken ve namaz kılarken kuldan ayrılır. Muhtar olan kavle göre yazının şekli ve yazıldığı yer yalnız Allah'ın bildiği şeylerdendir. Evet, Eşbah hâşiyesinde: «harfsiz olarak deri üzerine yazılır akılda kaldığı gibi orada sabit kalır. Teâlâ Hazretlerinin: Tur dağına ve açılmış rekka yazılmış yazıya yemin ederim; âyeti kerimesindeki «rekk» kelimesi hakkında söylenenlerden biri budur.» denilmiştir: Nisaburî tefsirinde bu iki meleğin her şeyi hatta iniltisini yazdıklarını sahihlemiştir. Dimyatî'nin tefsirinde, «mubah fiilleri kötülükleri yazan melek yazar ve kıyâmet gününde siler.» Ehaveyn nâmiyle meşhur olan Kâzeruni'nin tefsirinde esah kavle göre kâfirin amellerinin de yazıldığı, ancak sağ taraftaki meleğin sol taraftaki üzerine şâhid gibi olduğu bildirilmiştir.
Burhan nâm eserde dahi gece meleklerinin gündüz meleklerinden başka oldukları, iblisin gündüzleyen çocuğunun da geceleyin âdem oğlu ile beraber bulundukları kaydedilmiştir.
Müslim'in sahihinde şu hadis vardır: «Sizden hiç bir kimse yoktur ki Allah ona cinlerden yoldaşını ve meleklerden yoldaşını tevkil etmiş olmasın. Eshab: Sanada mı yârasulellah? dediler. Evetbanada. Lâkin Allah beni ona muzaffer kıldı da islâm oldu, buyurdular. «Son kelime» «islâm oldu» ve «ben sâlim kalıyorum.» şekillerinde rivayet olunmuştur.
İZAH
Şârih burada Bahır sahibine tabi olmuştur. Lekânî'nin El-Cevheret-ül-kebîr şerhinde beyân edildiğine göre bu hallerde insandan ayrılan bir değil iki melektir. Lekânî o kimse işini gördükten sonra Allah'ın kendilerine halk ettiği bir alâmetle onun yaptıklarını yazarlar diye kaydetmiş ancak bu hususta bir delil göstermemiştir.
Hılye sahibi bunu kati kabul etmek için sem'i delile ihtiyaç olduğunu söylemiştir. Gerçi hazreti Ebu Bekir (r.a.) ın helaya girmek istediği vakit elbisesini yere yayarak: Ey beni muhafaza eden melekler buraya oturun, çünkü ben helâda konuşmamaya Allah'a söz verdim, dediği rivayet olunmuşsada üstadımız Hâfız bunun zaif olduğunu söylemiştir. H.
Kötülükleri yazan melek namaz kılarken de insandan ayrılır çünkü namaz halinde yazacak bir şey yoktur. Bunu Kurtubî söylemiş Halebî'nin naklettiği vecihle Hılye sahibi red etmiştir. Muhtar kavle göre yazının ve yazılan şeyin hakikatını yalnız Allah bilir. Muhtar kavlin mukabili Eşbah şerhi ile Nehir'den naklen aşağıda gelecek olan şu sözdür: Kalem dildir. Mürekkeb de tükürüktür.
Rak üzerine yazılması hususunda Hılye'de şöyle denilmiştir: Sonra söylenildiğine göre hafaza meleklerinin içine yazı yazdıkları şey deriden dosyalardır. Nitekim Teâlâ hazretlerinin: «yayılmış rak üzerine yazılan kitabada yemin ederim.» Âyeti kerimesindeki raktan murad bir kavle göre deridir. Lâkin hazreti Ali (r.a.)'dan gelen rivayet şudur: «Gerçekten Allah'ın bir takım melekleri vardır ki bir şeyle inerler ve âdem oğullarının amellerini ona yazarlar.» hazreti Ali bu şeyin ne olduğunu tâyin etmemiştir. Allah-u âlem. «Deri üzerine harfsiz yazılır akılda kaldığı gibi orada sabit kalır.» Bu cümleyi İmam Gazâlî'nin sözü de te'yid eder. Gazâlî levh-i mahfuza yazılanların dahi harf olmadığım akılda kalır gibi sadece malumâtın orada sabit kaldığını söylemiştir.
Hılye sahibi diyor ki: «Lâkin sözü açık delâlet ettiği manadan değiştirmek delile muhtaçtır. Halbuki kitap ve sünnette zâhir manayı te'yid eden bir çok deliller vardır. Meselâ: «Biz sizin yaptığınız her şeyi yazardık», «bizim elçilerimiz onların huzurunda yazarlar» âyetleri ve kezâ İsrâ gecesi Peygamber (s.a.v.) ın işittiği kalem hışırtıları bu kabildendir. Binaenaleyh zâhirine hamledilir (Yani yazı denince ne anlaşılırsa o manaya alınır.) Ancak bunun nasıl olduğunu, şeklini cinsini Allah'dan başka kimse bilemez. Yahud AIIah kime bildirdi ise o bilir.» Kısaltılarak alınmıştır. Tamamı Hılye'dedir. 
Nisaburî'nin sözünü Hılye sahibi Hasan-ı Basrî, Mücahid, Dahak ve başkalarından rivayet etmiş ondan önce İhtiyar'dan naklen imam Muhammed'in Hişâm'dan onunda İkrime'den onunda ibn-i Abbâs'dan rivayet ettiği şu sözü kaydetmiştir: «Melekler ancak fiilî sevap yahud günah olan şeyi yazarlar.» Nisâburî «iniltini bile yazarlar.» demekle teneffüsü, nabz hareketi gibi bütün zaruriyatı da yazdıklarına işaret etmiştir. Bunu Halebî Lekânî'den nakletmiştir.
Dimyatî mubah fiillerin Dünya'da yazılarak kıyâmet gününde silineceğini bildirmiştir. Bazıları yazıldığı günün sonunda, bir takımları da Perşembe günü silindiğini söylemişlerdir. Bu kavil ibn-iAbbâs ile Kelbî'den rivayet olunmuştur. Hılye'de ihtiyardan naklen ekser ulemanın birinci kavli tercih ettikleri bildirilmiştir. Bazı müfessirlerin: «Muhakkıklarca sahih olan kavlı budur.» dedikleri rivayet olunur. Onun için şârih bu kavli tercih etmiştir.
Kâfir'in kötülükleri yazılır. Çünkü onun hasenâtı yoktur. Kâfir kul hakları ile ve cezalarla bil'ittifak mükellef olduğu gibi gerek itikad gerekse edâ cihetinden ibâdetlerle de mükelleftir. Bize göre mutemed olan kavil budur. Binaenaleyh bu iki şeyi (yani itikâd ve edâyı) terk ettiği için âzâp olunur. Meselenin tamamı Halebî'dedir. Lekânî'den nakledildiğine göre kâfirin hasene zannedilen fiilleri yazılmaz. Ancak müslüman olursa o zaman küfür halinde işlediği hayırlı işlerinin sevâbı yazılır. Benim hatırımda kaldığına göre bizim mezhebimiz bunun hilâfınadır. Araştırmalıdır.
Hanefilerin usul fıkıh kitablarından Molla Husrev'in yazdığı Mirkât şerhi Mir'atın 73-84 üncü sahifelerinde hulasatan şöyle deniliyor: «Küffar imanla me'murdur. Muâmelat ve ukubatla ve ibadetlerin vücûbuna itikatla dahi hilafsız me'murdurlar. Hilâf yalnız Dünya'da iken ibâdetlerin edâ hususundadır. Ulemamızdan Irak'lılara göre kâfirler ibadetlerin edâsiyle me'murdurlar: İmam Şâfiî'nin mezhebide budur. Mâveraun-nehir ulemasının ekserisine göre ise sükut ihtimali olan ibâdetlerin edasiyle me'mur değillerdir. Kâdı ebu Zeyd, imam Fahr-ul-İslâm ve Şems-ül-cimme bu kavli tercih etmişlerdir. Müteehhirin ulemanın kabul ettikleri kavilde budur. Küfür halinde ibadeti edânın câiz olamayacağında ve kezâ müslüman olduktan sonra kaza lazım gelmeyeceğinde hilâf yoktur. Hilâfın faidesi ancak ibadetleri terk ettikleri için ahirette küfür cezasından maada bir de ibâdeti cezası görmelerinde meydana çıkar. Sahih olan kavil budur». Irak'lıların kavli değildir. Diğer kitablarda da böyle denilmektedir. Binaenaleyh İbn-i Âbidin merhumun hatırında kalan doğrudur. Mütercim.
İblisin gündüzün âdem oğullariyle birlikte olmasından murad hepsi ile beraber bulunmasıdır. Bundan ancak Allah'ın muhâfaza buyurdukları müstesnâdır. Cenab-ı hak ölüm meleği olan Azrail aleyhisselâma bütün ölenlerin ruhunu almak için kudret bahşettiği gibi iblîsede bütün insanlarla beraber bulunmak kudreti vermiştir. Öyle anlaşılıyor ki aşağıda zikri geçen yoldaş bu değildir. Çünkü o insandan hiç ayrılmaz.
Hadisin son kelimesi Arabça metinde «Feesleme» şeklindedir. Bu kelime hem feesleme hem de feeslemü şeklinde rivayet olunmuştur. Feesleme'nin mânâsı benimle olan cinnî müslüman oldu ve melek gibi artık o da hayırdan başka bir şey emretmiyor, demektir. Hadisin zâhir mânâsı budur. Feeslemu'nün mânâsı ise ben selâmette kalıyorum demektir. Yanı bu rivayete göre kelime muzari fiil olup istimrar teceddüdi ifade eder. (İstimrar teceddüdî devam üzere yenilenir. Yani devam bildirir bir fiil muzari demektir.) Bazıları bu rivayeti sahihleyerek onu tercih etmişlerdir.
METİN
Cemaat olan kimse imam yanında ise birinci selamla imamına niyetide ilave eder. Yanında değil ise onu ikinci selamla niyet eder. İmamın tam hizâsında bulunursa her iki selamda onu niyet eder. Yalnız kılan selam verirken yalnız hafaza meleklerini niyet eder. Musannıf sabîi mümeyyize (yani iyiyi kötüyü ayıran küçük çocuğa) şâmil olsun diye ketebe melekleri demeyip hafaza melekleri demiştir. Çünkü çocuğun yanına kâtip melekler yoktur.
Yemin ederim ki bugün bu, nesh edilmiş şeriat gibi olmuştur. Fukahadan başka hemen hemen kimse hiç bir şeyi niyet etmemektedir. Fukaha dahi söz götürür. (farzdan sonra kılınacak) sünnet namazı «Allahümme ent-es-Selam ilh...» diyecek kadardan fazla geciktirmek mekruhtur. Hulvânî farzla sünnet arasını orada okumakla ayırmakta beis olmadığını söylemiştir. Kemâl'de bu kavli ihtiyar etmiştir.
Halebî diyor ki: «Kerahetten kerahet-i tenzihiye kastedilirse hilâf ortadan kalkar.»
Ben derim ki: Hatırımda kaldığına göre Hulvanî'nin sözü az olan orada hamledilmiştir. (selamdan sonra) üç defa istiğfar da bulunmak, Âyet-el-kürsîyi ve muavvizatı (kul euzü sûrelerini) okumak otuz üçer defa Subhânellah Elhamdülillah, Ellahuekber, demek (ki bunların mecmuu doksandokuz eder) yüzüncü de Tehlîl getirmek (Lâilâhe illellah vahdehû lâ şerîke leh demek) dua etmek ve duayı, Subhâne rabbike ilh... ile bitirmek müstehâbtır.
İZAH
Cemaat olan kimse birinci selamda cemaatı ve hafaza meleklerini niyet ettiği gibi imamını da niyet eder. «Çünkü çocuğun yanında kâtip melekleri yoktur.» sözünün mânâsı hafaza meleklerinden kendisini kötülüklerden koruyan melekler kastedildiğini anlatmaktır. Yani amelleri koruyan melekler kastedilmemiştir. Yukarda geçtiği vecihle bu hususta iki kavil vardır. Lâkin sahih kavle göre çocuğun işlediği hasenât için kendisine sevap verildiği gibi öğrettiklerinden dolayı anne ve babasına da sevap yazılır, onun için Lekkânî çocuğun hasenâtı yazılır.demiştir. Bu sözün müktezâsı çocuğun hasenâtını yazacak melek bulunmasıdır.
«Yemin ederim ki bu gün bu - yani, selam verirken cemaatı, imamı ve melekleri niyet etme meselesi - terk edilmiştir. Hılye'de Sadr-ul-İslâm'dan naklen: «Bu, bütün insanların terk ettiği bir şeydir. Çünkü bir şeye niyet eden kimse pek az bulunur.» denilmiştir. Gâyet-ül-beyân sahibi dahi: «Bu doğrudur. Çünkü selam verirken niyet nesh edilmiş şeriat gibi olmuştur. Onun için milyonlarca insana selamla neyi niyet ettik diye sorsan sana hemen hemen kimse faydalı bir cevap veremez. Ancak fukaha cevap verirse de onlar da söz götürür.» demiştir.
Farzdan sonra kılınacak sünnet namazı «Ellahümme ent-es-selam İlh...» den fazla geciktirmek mekruhtur.
Çünkü Müslim ile Tirmîzi'nin Âişe (r.a.) rivayet ettikleri bir hadiste hazreti Âişe şöyle demektedir: «Rasulullah (s.a.v. selam verdikten sonra ancak Allahümme ent-es-selam vemink es-selamü tebârekte yo zel celâli vel ikrâm diyecek kadar dururdu.» Gerçi namazdan sonra birtakım zikirler olduğunu bildiren hadisler varsada bu hadislerde zikrin sünnet namazdan ön^e yapılacağına delâlet yoktur. Bunlar zikrin sünnetten sonra yapılacağına hamledilirler. Çünkü sünnet farzın tâbirlerinden ve onu hükümleştiren lâhıklarındandır. Binaenaleyh farzın yabancısı değildir. Ondan sonra yapılana da farzdan sonra yapılmış denilebilir.
Hazreti Âişe'nin: «diyecek kadar dururdu.» sözü aynen o kadar durduğunu ifâde etmez. Aşağı yukarı bu cümle sığacak kadar bir zaman otururdu, demek istemiştir. Binaenaleyh bu söz Buharî ile Müslim'de rivayet edilen şu hadise aykırı değildir. «Peygamber (s.a.v.) her farz namazın sonunda; Lâilâhe illellah vahdehu lâ şerîke leh leh-ül mülkü veleh-ül hamdü vehüve alâ külli şey'in kadîr. Allahümme lâ mânia limâ e'tayte velâ ma'tıye limâ mene'te velâ yenfeu zel ceddi minke-l-ceddü»derdi. (yani Allah'dan başka ilâh yoktur. Yalnız o vardır. Onun şeriki yoktur. Mülk onundur. Hamd ona mahsustur. O herşeye kadirdir. Ey Allah'ım senin verdiğine mâni olacak yoktur. Senin mâni olduğunu verecek de yoktur. Varlık sahibinin varlığı senin indinde beş para etmez.) Meselenin tamamı Münye şerhi ile Feth-ul-kâdir'in vitir ve nafile bâbındadır.
«Kemâl'de bu kavli ihtiyar etmiştir.» Burada şöyle denilebilir: Kemal'in ihtiyar ettiği kavil birinci kavildir. Ki Bekkâlî'nin kavli de budur. Kemâl, Şehî'din şerhindeki «farza bitişik olarak sünnete kalkmak mesnundur.» Sözünü red etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bence Hulvânî'nin (beis yoktur) sözü her iki kavle de aykırı değildir. Çünkü bu ibârede (yani beis yoktur tâbirinde) meşhur olan evlânın hilâfı manasına gelmesidir. Binaenaleyh sözün manası: «Evlâ olan sünnet kılmadan okumamaktır. Ama okursa beis yoktur,» demektir. Bu da sünnetin bununla sâkıt olmamasını ifâde eder. Hatta orada okuduktan sonra kılarsa sünnet vecihle kılınmamış sünnet olur. Onun için derler ki farzdan sonra konuşmuş olsa sünnet sâkıt olmaz. Ama sevâbı azalır.
«Binaenaleyh en azından evrad okumak sünneti iskât etmez.» Bu hususta Tilmîzi'de Hılye'de Kemâl'e tâbi olmuş ve şunları söylemiştir: «Şu halde Bakkâlî'nin sözündeki kerâhet, Keraheti tenzihiyeye haml olunur, Çünkü kerahet-i tahrimiye olduğuna delil yoktur. Hatta sünneti orada okuduktan sonra kılsa edâ edilmiş sünnet olur. Ama mesnun olan vaktinde kılınmamıştır. Üstâdımızın ifâde ettiğine göre sözümüz sünneti farzın kılındığı yerde kılan hakkındadır. Çünkü sünnetlerde hatta akşam sünnetinde bütün ulemaya göre efdal olan evinde kılmaktır. Yani, yol mesâfesinin iki namaz arasını ayırması mekruh olmaz.
Halebî'nin: «Kerahetten, keraheti tenzihiye kastedilirse hilâf ortadan kalkar.» sözü Kemâl'in Hulvânî hakkında söylediklerinin aynıdır. Çünkü ziyade tenzihen mekruh olunca evlânın hilâfı olur ki, beis yoktur tâbirinin manası da budur.
T E N B İ H: Bir kimse tesbihin sayısını otuz üçten fazla yapsa bazılarına göre mekruh olur. Çünkü edepsizliktir. Bunu lüzumundan fazla ilaç vermeğe, yahud lüzumundan fazla diş yapılan anahtarla temsil ve te'yid ederler. Bazıları mekruh değil, bilâkis yapılan ziyâde nisbette fazla sevap olacağını söylemişlerdir. Hatta mekruhtur diye itikad etmenin helâl olmadığını söyleyenlerde vardır.
Delilleri Teâlâ Hazretlerinin: «Her kim bir iyilik yaparsa ona o iyiliğin on misli sevâp vardır.» âyeti kerimesidir. En iyisi şübhe gibi bir şeyden dolayı ziyâde ederse mazur olur. Teabbüd için yaparsa mazur sayılamaz. Çünkü şârih hazretlerinin tayin ettiği şeyi düzeltmeğe kalkışmak olur ki bu memnu'dur, demelidir.» Bu satırlar ibn Hacer'in Tuhfe' sinden kısaltılarak alınmıştır.
METİN
İmamın bulunduğu yerde nâfile kılması mekruhtur. Cemâat için bu mekruh değildir. Bazıları safları bozmanın, müstehap olduğunu söylemişlerdir. Hâniyye'de: «İmamın nâfile kılmak veya vird okumak için kıblenin sağına yani, namaz kılanın soluna yer değiştirmesi müstehaptır.» demişlerdir. Münye'de ise imam sağ ve sola dönmek veya öne arkaya yürümek yahud evine gitmek ve mezhebe göre uzak bile olsa hizasında namaz kılan bulunmadıkça velev on kişiden az olsun cemaata karşı dönmek arasında muhayyer bırakılmıştır.
İZAH
İmamın bulunduğu yerde nâfile kılması mekruhtur. Münye'den naklen aşağıda bildireceğimiz vecihle imam muhayyer olmak üzere yer değiştirir. Arkasından tetavvu (nâfile) namazı bulunmayan (ikindi gibi) farz bir namazı kıldıktan sonra kıbleye karşı yerinde oturup beklemek dahi mekruhtur. Nitekim Hulâsa'dan naklen Münye şerhinde böyle denilmiştir.
Hâniyye'nin ibâresinden anlaşıldığına göre buradaki kerahet. kerahet-i tenzihiyedir. Bu bapta yalnız kılan da imama uyan gibidir. Çünkü Münye ile şerhinde şöyle denilmektedir: «İmama uyan ile yalnız kılana gelince: Bunlar yerlerinde dururlar veya farz kıldıkları yerde nâfile kılmağa kalkarlarsa câizdir. En iyisi nâfileyi başka yerde kılmalarıdır.»
«Bazıları safları bozmanın müstehap olduğunu söylemişlerdir.» Tâ ki içeriye giren kimse hepsinin imamdan uzakta namaza durduklarını görünce şübhesi kalmasın. Bunu Bedâyi sahibi zikir ettiği gibi zâhire sahibi dahi imam Muhammed'den rivayet etmiştir. Muhit'te bunun sünnet olduğu bildirilmiştir. Nitekim Hılye'de de öyledir. Münye sahibinin: «En iyisi nâfile namazı başka yerde kılmalarıdır.» Sözünün manasıda budur. Hılye'de: «Bunların hepsinden daha güzeli bir mâniden korkmazsa nâfile namazını evinde kılmaktır.» denilmiştir.
Münye'de metinde beyân edildiği vecihle imam muhayyer bırakılmıştır. Ama oradaki tahayyir şöyledir: «Arkasından tetavvu namazı bulunmayan bir namazda ise muhayyerdir. İsterse sağına veya soluna yer değiştirir. Veya işine gider. Yahud yüzünü cemâata döner. Arkasından tetavvu namazı bulunan bir namazda olupta o tetavvu'u kılmağa kalkarsa ileri, geri gider, yahud sağa sola yer değiştirir, veya evine giderek nâfile namazı orada kılar.» Bu muhayyerlik yukarda Haniyye'den nakledilen muhayyirliğe aykırı değildir. Çünkü bu, câiz olduğunu beyan, öteki efdal olduğunu beyan içindir. Bundan dolayı Haniyye'de ve başkalarında sağ tarafın sol üzerine fazileti vardır. Diye ta'lil yapılmıştır. Lâkin bu fazîlet yalnız kıblenin sağına mahsus değildir. Namaz kılanın sağı hakkında da ayni şey söylenir. Hatta Münye şerhinde: «Sağından yer değiştirmesi evlâdır.» denilmiş. Bu söz sahibi Müslim'in bir hadisi ile te'yid edilmiştir. Bedâyi'de sağ ile solun arası müsavi tutulmuş ve şöyle denilmiştir: «Çünkü yer değiştirmekten maksad - ki namazda olup olmadığı hususundaki şübheyi gidermektir - Bunların her ikisi ile hasıl olur.» Yukarıda Hılye'den naklen arzettik ki bunların hepsinden daha iyisi nâfile namazı evinde kılmaktır. Çünkü Ebu Davud'un süneninde sahih bir isnadla rivayet edilen bir hadis de: «Kişinin evinde kıldığı namazı benim şu mescidimde kıldığı namazından daha fazîletlidir. Yalnız farz namazı müstesnâ buyurdular. Ben ve yalnız teravih namazımüstesnâ dedim.» buyurulmuştur. Nitekim başka ziyâdelerle birlikte vitir ve nâfileler bâbında gelecektir. Sonra kalkıp gitmek isterse ya sağ tarafından yahud sol tarafından kalkar.
Rasûlüllah (s.a.v.)in her iki tarafından kalkdığı sahih rivayetle sabit olmuştur. Ulema bununla amel edegelmişlerdir. Nitekim bunu tirmizi de söylemiş Nevevî ise: «İhtiyaç olup olmama hususunda iki taraf müsâvi ise sağ efdaldir. Çünkü hadislerin umumi meziyetler babında sağ tarafın daha fazîletli olduğunu göstermektedir. Nitekim Hılye'de de böyledir.
«Velev on kişiden az olsun» sözünden murad kıbleye dönmek mutlaktır. Cemaat şu sayıda olursa hüküm budur, gibi tafsilât yoktur. demektir. Hulâsa ve diğer kitablarda bu izah edilmiştir. Mukaddime şarihlerinden birinin bu husustaki sözüne itibar yoktur. Ona göre cemaat on kişi olursa imam onlara doğru döner. Çünkü bu takdirde cemaatın hürmeti kıblenin hürmetinden üstündür. On kişiden az olursa onlara karşı dönmez. Zira bu sefer kıblenin hürmeti cemaatın hürmetinden üstündür. Bu zatın söylediğinin fıkıhda aslı yoktur. Kendisi meçhul bir adamdır. Kâide olmayan yerlerde izinden gitmek şöyle dursun söylediği sözleriyle fukahanın sözlerine benzememektedir. Rivayet ettiği bu söz mevzuudur. (uydurmadır) Rasûlüllah (s.a.v.)'in üzerine uydurulan bir yafandır. Bil'akis bir tek müslümanın hürmeti kıblenin hürmetinden üstündür. Şu kadar var ki bir kişi imamın arkasına durmadığı için imam ona dönemez. Bir kişi imamın sağına durur. Cemaat iki kişi iseler İmamın arkasına dururlar imam da onlara döner. Çünkü mezkûr söz mutlaktır.
Fakat İmdâd sahibi bu hususta Hulâsa sahibine itiraz etmiş bunun Kudûrî şerhi Mecme-ur-Rivayât'da Bedriye hâşiyesinden naklen ebû Hanîfe'nin bir kavli olmak üzere nakledildiğini söylemiştir.
«Mezhebe göre uzak bile olsa» sözünü Zahîre sahibi imam Muhammed'in asıl namındaki eserinde beyan ettiği «hizâsında namaz kılan adam yoksa» ifadesinden almıştır. Çünkü bu ifâde mutlaktır. Sonra Zahire'de: «zâhir mezhep budur. Çünkü ayağa kalktığı vakit yüzü imamın yüzüne karşı gelirse aralarında saflar bile olsa mekruhtur.» denilmiştir. İbn-i emîr Hâcc ise Hılye'de bunun aksini daha ma'kul görmüş ve şöyle demiştir: «Öyle anlaşılıyor ki imamla onun hizâsında namaz kılan arasında oturan bir adam bulunurda sırtı namaz kılana dönük bulunursa imamın cemâata karşı dönmesi mekruh olmaz. Çünkü namaz kılanın önünde sütresi bulunsa önünden geçmek mekruh olmaz. Burada da öyledir. Ulemanın açıkladıklarına göre bir kimse bir insan yüzüne karşı namaza durur da aralarında sırtı namaz kılana dönük üçüncü bir şahıs bulunursû mekruh olmaz. İhtimal İmam Muhammed bunu bilindiği için kaydetmemiştir.» Bu satırlar kısaltılarak alınmıştır!..
METİN
Kırâat hakkında BİR FASIL
Sabah namazında, akşam ve yatsının ilk iki rekatında - edâ ve kaza hallerinde- cuma, bayram, teravih ve teravihden sonraki vitir namazından imamın cemaata göre âşikâre okuması vâciptir. Hâcetten fazla âşikâre okursa isâet etmiş olur. Bir kimse Fâtiha'yı veya Fâtiha'nın birazını gizli okuduktan sonra imam olursa Fâtiha'yı âşikâra olarak tekrarlar. Bahır.
Lâkin Münye şerhinin sonunda «bir kimseye Fâtiha'dan sonra imam olursa imamlığı kasdettiği takdirde sûreyi âşikâra okur. Aksi takdirde âşikara okuması lazım gelmez.» denilmektedir.
Vitir namazında âşikare okumak yalnız ramazana mahsustur. Çünkü ötedenberi yapılagelmiştir.
Ben derim ki: Musannıfın terâvihden sonra diye kayıtlaması söz götürür. Çünkü ramazanda teravihi kılmasa da imam vitir namazında âşikâre okur. Sahih kavil budur. Nitekim Mecme-ul-Enhur nâm kitabda da böyle denilmiştir. Evet, Kuhistanî'de kâideye uyarak: «farzlardan başka bayram ve vitir gibi namazlarda gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv lazım gelmez. Ama âşikâra okumak efdaldir.» denilmiştir. Sâir yerlerde gizli okur. Peygamber (s.a.v.) vaktiyle bütün namazlarda âşikara okur idi. Sonra kâfirlerin ezâsından kurtulmak için öğle ile ikindide âşikâre okumayı tercih etti. Kâfi.
İZAH
Musannıf merhum namazın sıfatını. keyfiyetini, farzlarını. vaciplerini ve sünnetlerini beyandan sonra kıraatın (namazda kur'an okumanın) hükümlerini ayrı bir fasılda anlatmak istemiştir. Çünkü kıraatta başka rukünlerde olmayan fazla hükümler vardır. Hâcetten fazla sesli okur ise isâet etmiş olur. Zâhidî'de ebu Ca'fer'den naklen:
«Hâcetten fazla âşikare okursa daha fazîletlidir. Ancak kendini yorar veya başkasına eziyet verir ise o başka.» denilmiştir.
Bir kimseye Fâtiha'yı veya onun birazını gizli okuduktan sonra imam olursa Fâtiha'yı âşikare olarak tekrarlar. Çünkü cemaat olunca geri kalan kısmını sesle okumak vâcip olur. Fakat bir rekatta kıraatın yarısını sesle yarısını gizli okumak çirkindir. (âşikâre olarak tekrarlanması bundandır.) Bundan anlaşılıyor ki o kimse sureyi okuduktan sonra imam olsa hem Fâtiha'yı hem sureyi âşikare olarak tekrarlar. Araştırılmalıdır.
Münye şârihinin sözü yukarıdakini düzeltme mâhiyetinde ise de ayrı bir kavildir. Bu iki kavli Kuhistânî rivayet etmiş: «İmam Fâtiha'nın bir kısmını yahud bütününü gizli okursa veya namaza yalnız başına dururda sonra biri kendisine uyarsa Fâtiha'yı âşikare olarak tekrarlar. Nitekim Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Bazıları tekrarlamayacağını Fâtiha'nın veya surenin kalan kısmını veya bütün sure kaldı ise tamamını âşikare olarak tekrarlayacağını söylemişlerdir. Nitekim Münye'de de böyledir.» demiştir. Kınye sahibi ikinci kavlı Kâdı Abdül-cebbâr ile feteva-i Suudiye nisbet etmiştir. Vechi şu olsa gerektir. Bundan Fâtiha'yı bir rekatta tekrarlamaktan ve vâcibi yerinden geciktirmekten korunmak vardır. Vacibi yerinden geciktirmek secde-i sehivi icap eder. Binaenaleyh mekruhtur. Bu bir rekatta hem âşikâre hem gizli okumaktan daha ehvendir. Şu da var ki bunun bir rekatta çirkin olması şaşmaz bir kaide değildir. Çünkü Münye şerhinin sonunda beyan edildiğine göre imam yanılarak âşikâre namazda Fâtiha'yı gizli okursa sonra hatırladığı takdirde sureyi âşikare okur. Fâtiha'yı tekrarlamaz. Bir Âyeti veya fazlasını gizli okursa onu âşikâre olarak tamamlar. Bütününü tekrarlamaz. Kuhistâni'de şöyle deniliyor: «Fâtiha'nın ekserisini âşikâre okursa kalanını gizli olarak tamamlayacağında hilâf yoktur. Nitekim Zâhidiye'de dahi böyledenilmiştir.»
Kuhistanî gizli namazda âşikâre okursa demek istiyor. Birinci kavlin Hulasa'da ve Bahır'da imam Muhammed'in asıl namındaki eserinden -Bu eser zâhir rivaye kitablarındandır- nakledilmesinden ikinci kavlin başka bir zâhir rivayet kitabından nakledilmemesi lazım gelmez. Binaenaleyh bu kavlin rivayet ve dirâyet yönünden zaif olması iddiası makbul değildir.
«İmamlığı kastettiği takdirde» ifâdesini Kınye sahibi feteva-i Kirmâni'ye nisbet etmiştir. Vechi şudur: İmam kendi hakkında yalnız kılan hükmündedir. Onun için kimseye imam olmayacağına yemin etse imam olmaya niyetlenmedikçe yemini bozulmaz. Cemaat sevabı da ancak niyetIe hâsıl olur.
Hizâsına kadın durur ise niyet bahsinde geçtiği vecihle ancak ona imam olmağa niyet etmekle namazı bozulur.
Vitir bâbında beyân edilecektir ki imam başkasına imam olmağa niyet etmedikçe kendisine birisi uyarsa mekruh işlemiş olmaz. Hal böyle olunca, hiç iltizâm etmeden imamlığın hükümleri ona nasıl sabit olur?
Vitir namazında âşikâre okumak yalnız ramazana mahsustur. Bunu İbn-i Nüceym'de Bahır nâmındaki eserinde söylemiştir. Bu söz Zeyleî'nın «imam olan vitir namazında âşikare okur.» ifâdesindeki matlub beyânına itirazdır. Musannıfın muradı vitir namazı ister ramazanda teravihden evvel kılınsın ister sonra kılınsın imamın âşikare okuması sünnettir, demektir. Lâkin buna da şöyle itiraz olunur. «Bu söz ramazandan başka bir zamanda vitir namazı cemaatla kılınır ise imamın gizli okumasını iktiza eder. Bu da açık bir delile muhtaçtır. Zeyleî'nin mutlak olan sözü buna muhâlif olduğu gibi ilerde gelecek «geceleyin kılınan nâfile namazda imam olan kavil bunun hilâfıdır.» demiştir.
Gerçi Kuhistâni vitir gibi namazlarda gizli okumak sebebiyle secde-i sehiv lazım gelmez.» Demiş ise de daha sonra düzeltme yaparak! sahih olan kavil bunun hilâfıdır.» demiştir.
Sair yerlerde gizli okur. Bunlardan murad akşam namazının üçüncü rekatı, yatsının son iki rekatı ve öğle ile ikindinin bütün rekatlarıdır. Velev ki Arafat'ta olsun. İmam Malik buna muhâliftir. Nitekim Hidâye'de bildirilmiştir.
METİN
Nitekim gündüzün nâfile kılan kimse böyledir. Yani gizli okur. Yalnız kılan kimse aşikâre okunan namazı edâ ediyor ise muhayyerdir. Ama aşikare okuması efdaldir. Aşikâre denilecek en az miktar ile yetinir. Mezhebe göre gizli okunan namazlarda gizli okuması vâciptir. Nasıl ki geceleyin yalnız başına kılan kimse gizli okumakla âşikâre okumak arasında muhayyerdir. O kimse imam olur ise nâfile farza tâbi olduğu için aşikare okur. Zeyleî. Yalnız kılan kimse âşikâre okunan namazı gizli okunan namazın vaktinde kaza ederse mesela: Yatsıyı güneş doğduktan sonra kılar ise gizli okuması vâcip olur. Musannıf vacipleri saydıktan sonra bunu böyle söylemiştir.
Ben derim ki: Bunu ibn-i Melek dahi Menâr şerhinin kaza bahsinde böyle zikir etmiştir. Musannıfesah kavil budur diyor. Nitekim Hidâye'de de böyle denilmiştir. Lâkin musannıfa bir çok kimseler itiraz etmiş o kimsenin muhayyer olacağını tercih etmişlerdir. Nasıl ki cuma namazının bir rekatına yetişmeyen bir kimse onu kazaya kalktığı vakit muhayyer olur. Âşikare okumanın en aşağısı başkasına işittirmektir. Gizli okumanın en aşağısı ise kendisine ve yanında olana işittirmektir. Bir veya iki kişi işitir ise âşikare okumuş sayılmaz. Âşikare okumak herkese işittirmektir. Hulâsa.
İZAH
Yalnız kılan kimse âşikare okunan namazı kılıyor ise gizli veya aşikar okumakta muhayyerdir. Ama kıldığı namazın cemâat heyetinde olması için âşikare okuması efdaldir. Onun için bu namazı ezan ve ikametle edâ etmesi efdal olur. Hadiste rivayet olunduğuna göre bir kimse yalnız kıldığı namazı cemaat heyetinde edâ ederse onun namazı ile birlikte bir çok melekler saf olarak namaz kılarlar.
Mezhebe göre gizli okunan namazlarda gizli okuması vâciptir. Bahır'da da böyle denilmiş, ve bununla İnâye sahibine red cevabı verilmiştir. Çünkü İnâye sahibi «Zâhir rivayeye göre o kimse muhayyerdir.» demiştir.
Ben derim ki: İnâye'nin söylediğini Nihâye. Kifâye ve Mi'raç sahibleri de söylemişlerdir. Tatarhaniye'de Muhit'ten nakil edildiğine göre o kimse gizli okunacak namazda âşikare okursa secde-i sehiv yapması lazım gelmez. Çünkü bir vâcibi terk etmiş değildir. Hidâye sahibi secde-i sehiv bâbında bunun illetini bildirerek «âşikâr ve gizli okumak cemâata mahsus şeylerdir.» demiştir.  Şârih'ler bunun zâhir rivaye tarafından cevap olduğunu söylemişlerdir. Nevâdir rivayeti tarafından verilecek cevap secde-i sehiv lazım gelmesidir.
Zahîre nâm eserde «gizli okunacak namazda âşikare okunursa secde-i sehiv yapması lazım gelir.» denilmiştir. Zâhir rivayede ise secde-i sehiv lazım gelmediği bildirilmiştir. Evet Dürer'de Feth-ul-Kadîr ise Tebyîne uyarak gizli okumanın vâcip olduğu sahih kabul edilmiş; Münye şerhi ile Bahır, Nehir ve Mineh sâhipleri de bu yoldan yürümüşlerdir. Feth-ul-kadîr sahibi «yalnız kılana gizli okumak vacip olduğundan bunu terk etmekle secde-i sehiv vacip olur. demiştir.
«O kimse imam olur ise ilh...» yani geceleyin nâfile kılan kimse imam olursa âşikare okur. Bu ramazandan başka zamanlarda vitir namazının da ayni şekilde kılınmasını gerektirir. Çünkü gerek nâfilede ve gerekse vitirde cemaat. Tedaî suretiyle (biri diğerini çağırmakla) olursa mekruhtur. Tedaisiz mekruh değildir. Nâfilede âşikara okumak vâcip olunca vitirde dahi vacip olur. Nitekim Rahmetî'nin ifâdesine göre Zeyleî'nin ibâresi de bunu anlatmıştır.
Yalnız kılan kimsenin kaza ettiği namazı «gizli okunan namazın vaktinde kaza ederse» diye kayıtlanması âşikare okunan namaz vaktinde kaza ettiği takdirde muhayyer olacağı içindir. Meselâ güneş doğmazdan önce kaza etse âşikare namaz zamanı olduğu için muhayyerdir. Güneş doğduktan sonra kaza ederse gizli okuması vâcip olur. Burada Hidâye'nin bazı nüshalarında «güneş doğduktan sonra» yerine «fecir doğduktan sonra» denilmiştir. Musannıfın «esah kavli budur.» sözü Hidâye'de de mevcuttur. Orada şöyle denilmiştir: «Çünkü âşikâre okumak ya vâcip olarak cemaata mahsustur yahud da yalnız kılan hakkında ihtiyari olarak vakte mahsustur. Bunların ikisidebulunmamıştır.» 
Burada musannıfa bir çok kimseler itiraz etmişlerdir. Hazâin'de şöyle deniliyor: «Hidâye sahibinin sahih gördüğü kavil budur. Fakat kendisine muvafakat eden olmamıştır. Gâye nâm eserde tenkid edilmiş. Fetih'de üzerinde durulmuş, Nihâye'de hakkında bahsedilmiş; Molla Hüsrev dahi bunun rivayet ve dirâyet yönünden sahih olmadığını kaydetmiştir. Şems-ül-eimme, Fahrul-islâm, imam Timurtâşî ve müteehhirîn ulemadan bir cemaat kazânın edâ gibi olduğunu tercih etmişlerdir. Kâdıhân «sâhih olan budur.» demiş Zahire, Kâfi ve Nehir'de bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Şurunbulâliye'de itimad edilecek kavlin bu olduğu söylenmiş vechide bildirilmiştir. Hidâye'nin istidlâline cevap verilmiş inhisar memnu'dur denilmiştir. Çünkü muhayyer olan âşikâra okumanın başka bir sebebi bulunması ve edâya muvafık olması câizdir.
Cuma namazının bir rekatına yetişemeyen bir kimse onu kazaya kalktığı vakit muhayyerdir. İsterse gizli isterse aşikar okur. Halbuki vakit gizli okunacak namaz vaktidir. Bundan anlaşılır ki âşikâre okumanın sebebi sadece cemâata ve vakte mahsus değildir. Belki başka bir sebebi vardır. Hidâye sahibinin söyledikleri buna aykırıdır. Bu mesele ulemadan bir cemâatın tercih ettikleri kavle delildir. Şârih'in meseleyi yalnız Cuma'ya münhasır bırakmasının vechi bu izahdan anlaşılır. Halbuki mesele yalnız Cuma'ya münhasır değil yatsı ve emsâli bir namazın bir rekatına yetişemeyenin hükmüde budur. Çünkü maksad gizli namaz vaktinde kaza edilen namazda aşikare okumayı isbat etmektir. Mutlak olarak her vakitte kaza edilen namazda cehrî isbat değildir. Anla!
Malumun olsun ki ulema kıraatın hududu hakkında ihtilaf etmişler ortaya üç kavil çıkmıştır. Hinduvânî ile fazlî kıraat mevcud olmak için sesi çıkıp kulağına erişmesini şart koşmuşlardır. Şâfiî'nin kavli de budur. Bişir-i, Müreysî ile imam Ahmed'e göre kulağına erişmese bile sesin ağızdan çıkması şarttır. Fakat bir parça işitilmesi de şarttır. Meselâ: Bir adam kulağına ağzına koymuş olsa işitecek kadar olmalıdır. Kerhî ile Ebu Bekr Belhî işitmeyi şart koşmamış harfleri doğru teleffuz etmek şartiyle yetinmişlerdir. şeyh-ul-İslâm, Kadıhân, Muhit sahibi ve Hulvanî Hinduvâ'nın sözünü tercih etmişlerdir. Mi'rac-ud-Dırâye'de dahi böyle denilmiştir. Müçtebâ'da Hinduvâ'niden naklen ağzından çıkanı kulakları veya yanındakiler işitmedikçe câiz değildir, denilmiştir.
Bu söz Hinduvâ'niden yukarda nakledilene aykırı değildir. Çünkü kendisinin işittiği bir şeyi yanındaki de işitir. Nitekim Hılye ve Bahır'da da böyle denilmiştir. Sonra Fetih sahibi Hinduvanî ile Beşîr'n sözleri bir olduğunu tercih etmiştir. Şuna binaen ki ses bölündü mü mâni yok ise işitilir. Bahır sahibi ise Hılye'ye uyarak bunun Zâhire muhalif olduğunu söylemiştir. Kavilleri üçtür. Hayreddin Remlî Fetvâsında Fetih sahibinin mutalâasını söz götürmez bir şekilde te'yid etmiştir. Ona müracaat edebilirsin. Hayreddin'nin beyânına göre Hinduvanî ile Kerhî'nin söyledikleri sahih kabul edilmiştir. Fakat Hinduvâ'nın ki daha sahih ve tercihe şâyandır. Çünkü ulemamızın ekserisi ona itimad etmişlerdir.
Buraya kadar sana anlattıklarımızdan anlamışsındır ki, buradaki gizli ve âşikara okumanın tarifi Hinduva'nın sözüne mebnidir. Çünkü ona göre kırâatının en aşağı hududu kulağına erişecek sesin çıkmasıdır. Velev ki hükmen olsun. nitekim ortada sağırlık veya gürültü gibi bir mâni bulunursa hükmen işitmiş sayılır. «Gizli okumanın en aşağısı kendi işitecek kadar seslenmesidir.» Sözünün manasıda budur. Yanındakinin işitmesi âdetin lazımı söylemektir. Kuhistâni ve diğer kitablarda yahud kelimesiyle «yahud yanındaki işitecek kadar» denilmiştir ki bu maksadı daha açık ifâde eder.
«Âşikare okumanın en aşağısı başkasına işittirmektir.» Sözüde buna ibtinâ eder. Bundân maksad yakınında olmayanın işitmesidir. Onun içindir ki Hulâsa ve Hâniyye'de Cami-us-Sağir'den naklen «imam gizli okunan namazda bir veya iki kişi işitecek kadar okusa âşikâre okumuş sayılmaz. Âşikâre okumak herkesin işitmesi ile olur.» denilmiştir.
Buradaki herkesden murad: Birinci safdakilerdir. Bütün namaz kılanlar değildir. Buna delil Kuhistânî'nin Mes'udiyeden naklen «imamın âşikare okuması ilk safdakilere işittirmesidir.» sözüdür. Bundan anlaşılır ki Hulâsa'nın sözünde müşkil bir taraf yoktur. Bu söz Hinduvânî'nin sözüne de aykırı değil bil'akis onun üzerine yapılmış fer'î bir meseledir. Delili şudur ki Mi'rac sahibi onu fazlî'den nakletmiştir. Biliyorsun fazlî Hinduvânî'nin sözünü kabul etmiştir. Bu suretle anlaşılır ki gizli okumanın en aşağı hududu kendine yahud yanındaki bir veya iki adama işittirmektir. En yükseği ise mücerred harfleri sahih olarak söylemektir. Nasıl ki Kerhî'nin mezhebide budur. Fakat esah olan kavle göre burada mûteber değildir. Âşikare okumanın en aşağı derecesi birinci safdakiler gibi yanında olmayanların işitmesidir. Yüksek derecesinin haddi yoktur. Bu makamın yazısını ganimet bil! Zira burada birçok kimselerin anlayışı muztaribtir.
METİN
Bu bahis edilenler. kesilen hayvana besmele, secde-i tilavetin vâcip olması. köle âzâdı, karı boşamak istisnâ vesaire gibi söze taalluk eden her şeyde geçerlidir. Bir kimse karısını boşar veya istisnâ yaparda ağzının söylediğini kulağı işitmez ise sahih kavle göre sahih olmaz. Bazıları satış gibi şeylerde müşterinin işitmesinin şart olduğunu söylemişlerdir. Meselâ Yatsının iki rekatında sureyi Velev ki kasden olsun terk ederse onu son iki rekatta Fatiha ile birlikte âşikare okuması vacip olur. Bazıları menduptur demişlerdir. Çünkü bir rekatta hem aşikare hem gizli okumayı bir araya getirmek çirkindir. Sureyi okumadığını rükûda hatırlar ise dönerek onu okur ve tekrar rüku eder.
İZAH
«Bu bahis edilenler» yani konuşmanın tahakkuk ettiği en aşağı derecenin kendinin veya yanındakinin işitmesi sayılması taalluk eden her şeyde geçerlidir.
«Esah kavle göre» tâbirinden murad Hinduvâni'nin kavlidir. Yukarda geçtiği vecihle Kerhî'nin kavline göre kendi işitmese bile söylediği sahih kabul edilir. Çünkü o sadece harfleri sahih söylemekle yetinir.
Bazılarından murad zâhire sahibidir. O bu sözü muhtelif meselelerin şerhinde Kâdı Alaaddîn'e nisbet etmiş ve şöyle demiştir: «Bence esah olan şudur ki bazı tasarruflarda kendi işitmesi ileyetinir. Bazılarında ise başkasının işitmesi şarttır. Meselâ satışta müşteri kulağını satanın ağzına yaklaştırırda işitirse kâfidir. Ama satan kendisi işitirde müşteri işitmez ise kâfi değildir. Şu meselede öyledir: Bir kimse filan ile konuşmayacağım diye yemin ederde onun işitemeyeceği bir yerden kendisine seslenir ise yemini bozulmaz. Kadı bunu yeminler içinde söylemiştir. Çünkü yeminin bozulmasının şartı o kimse ile konuşmaktır. Bu mevcud değildir.»
Nehir sahibi diyor ki ben de: «Tamâmı kabule bağlı olan her şeyde hükmün böyle olması gerekir. Velev ki nikah gibi mubadele olmayan bir akid olsun.» derim. Şârih bu kavle itimad etmemiş Fetih sahibine tâbi olarak «bazıları» tabiriyle buna işarette bulunmuştur. Kezâ Kâfi nâm eserde de «denilmiştir.» Tâbiri kullanılarak bu kavlin zaifliğine işaret edilmiştir. Şurunbulâliye'de de öyledir. Lâkin kâfi sahibi Hılye ve Bahır'da bu kavli tercih etmiştir. O daha güzeldir. Buna delil eyman bahsindeki meseledir.
Şârih'in meselâ kelimesini ziyade etmesi sureyi bir rekatta terk etmesine şâmil olsun diyedir. Acaba bu sureyi üçüncü veya dördüncü rekatta okuyacak mıdır? Burası kayda şâyandır. Meseleyi bir de akşam namazı gibi yatsıdan başka namazlara da şâmil olmak için ziyade etmiştir. Çünkü sureyi akşam namazının ilk iki rekatından birinde terk ederse üçüncü rekatta okur. İkisinde de terk ederse  üçüncü rekatta bir Fatiha ile bir sûre okur. Öteki kalmıştır, yanılarak bırakmış ise onun için secde-i sehiv yapar. Meseleyi birde gizli okunan dört rekâtlı namazlarda şâmil olsun diye ziyâde etmiştir. Sureyi onlarında son iki rekatında okur. Bunu Tahtavî ifâde etmiştir. Musannıfın: Hâssaten yatsıyı zikir etmesi başkalarından ihtiraz (korunmak) için değil son iki rekatta âşikare okur dediği içindir. Onun için şârih meselâ tâbiriyle sözü umumileştirmeğe işaret etmiştir.
«Velev ki kasden olsun» sözü metinlerin mutlak ifâdelerinden alınma bir manadır. Nehir sahibi de bunu söylemiş ve bu kavli kimseye nisbet etmemiştir. Herhalde onu metinlerin mutlak ibâresinden almış olacaktır. Yoksa fetevâ ve şerhlerin izâhatı bu meselenin unutan hakkında vaz edildiğini gerektirir. Bunu Hayreddin Remlî söylemiştir.
«Bazıları mendubtur demişlerdir.» Şârih bu sözle esah kavlin vâcip olduğuna işaret etmiştir. Çünkü imam Muhammed câmîi sağirde buna işaret etmiş ihbar lafzı ile «onu okur» demiştir. Vücûp manasında ihbar sîgası emirden daha kuvvetlidir. Asıl nâm eserinde müstehap olduğunu açıklamıştır. 
Gayet-ül-Beyân sahibi diyor ki: «Esah olan câmii sağîr'ın sözüdür. Çünkü bu iki eserin son yazılanı odur.» Fetih sahibi ise bunu red etmiş Asıl'dakinin daha açık olduğunu rivayet hususunda ona itimad edilmesi gerektiğini söylemiştir. İhbar sigasının emir sigasından daha kuvvetli olduğunu Bahır sahibi red etmiş «bu başkasının ihbarında değil şeriât sahibinin ihbarındadır. Binaenaleyh mezhep müstehap oluşudur.» demiştir. Nehir'de «şübhesiz ki müçtehidin emri şeriat sahibinin emrinden çıkmaktadır. Haber vermesi de öyledir. Evet Sâdiye hâşiyelerinde bildirildiğine göre ihbar sigası vücûp manasındaki emirde kullanılır ise delil olur bu ise memnudur.
Ben derim ki: Neden müstehap olması kasdedilmiş olmasın buna karîne Asıl nâm eserin sözüdür. Nitekim evvelce geçen sol ayağını döşer, ellerini uyluklarının üzerine koyar ve emsali sözlerinden de müstehapdır manası kastedilmiştir.» deniliyor.
Hâsılı Fetih, Bahır ve Nehir sahibleri mendup olduğunu tercih etmişlerdir. Çünkü imam Muhammed'in açık olan kavli budur.
Musannıf «Fâtihi ile beraber» sözü ile iki şeye işaret etmiştir.
Birincisi: Fâtiha'nın evvel okunması.
İkincisi de Fâtiha'nın vacip olmasıdır.
Bunların her ikisi hakkında ikişer kavil vardır. Birincide Fâtiha'nın önce okunması kavlini. İkincide vâcip olmadığını tercih gerekir. «Çünkü bir rekatta âşikare ve gizli okumayı bir araya getirmek çirkindir.» Sözü ile şârih musannıfın «âşikare okuması vacip olur.» Sözünün hem Fâtiha, hem sureye raci olduğuna işarette bulunmuştur. Zeyleî bu kavlin zâhir rivâye olduğunu söylemiş Hindiye'de dahi bu sahihlenmiştir. Timurtâşi ise, sâdece sureyi âşikare okumanın sahih olduğunu söylemiştir. Şeyh-ul-islâm bu sözü cevabın en açık olanı saymış Fahr-ul-İslâm'da doğru olduğunu söylemiştir.
Çirkinlik lazım gelmez. Çünkü sure takdiren yerine iltihak eder. Bundan anlaşılan şudur ki bir rekatta gizli ve âşikar okumayı bir araya getirmek kıraat yerinde olduğu ve üst tarafına iltihak etmediği vakit bil'ittifak mekruh olur. Ama buna faslın evvelinde takdim ettiğimiz fer'î meseleler aykırı düşer.
Sureyi okumadığını rükûda hatırlarsa dönerek onu okur ve tekrar rükû eder. Çünkü namazda okunan kıraat farz olur. Ve rükûun hükmü kalkar. Tekrarı lazım gelir. Zira kırâat ile rükû arasında tertip farzdır. Nitekim izâhı vacipler bahsinde geçmiş idi. Hatta rükûu tekrarlamaz ise namazı bozulur. Ve hatta kıraat için ayağa kalkarda sonra hatırlayarak secde eder okumaz ve rükûda tekrarlamaz ise, bazıları namazın bozulacağım bazıları da bozulmayacağını söylemişlerdir.
Kıraat ile kunut arasındaki fark - ki rükûunda kunutu yapmadığını hatırlarsa onu tekrarlamaz idi - Beyân ettiğimiz kıraatın farz olmasıdır. Kunut ise, tekrarlandığı vakit vacip olur. Bunun izahı şudur: Kıraat her ne kadar farz, vacip sünnet olmak üzere üç kısma ayrılsa da uzatıldığı vakit farz olur. Rukû ve sücûdu uzattığı zaman dahi ekser ulemanın kavline göre böyledir. Esah olan da budur. Çünkü Teâlâ hazretlerinin: «Kolayınıza geleni okuyun.» âyeti kerimesi iki şeyden birinin vacip olduğunu bildirmek içindir. Bir âyeti veya fazlasını mutlaka okuyacaktır:. Çünkü «kolayınıza gelen» ifâdesi her farza şâmildir. Binaenaleyh ne okursa farz yerine geçer.
Üç kısma ayrılmanın manası şu kadar okursa farzdır; şu kadar okursa vâcibtir; daha aşağı okursa mekruhtur; ondan fazlaca okursa sünnettir; demektir. Yoksa ilk okuduğu âyet farz ondan sonraki şu hadde kadar vâcip ondan sonraki şu hadde kadar sünnettir demek değildir. Çünkü biz ilk âyetten sonra okunanı vâcip olarak ona katar isek farza vacibe inkılap etmiş olur. Onu yalnız başına nazar itibara alır ise Fâtiha'nın vacip olduğunu söylemişlerdir. Vacipten sonra sünnet hududunakadar söylenecek söz yine budur.
Münye şerhinin secde-i sehiv bâbında da böyle denilmiştir. Bir benzeri de Fetih'tedir. Bu ince bir tahkiktir onu ganimet bil!
METİN
İlk iki rekatta Fatiha'yı terk ederse son iki rekatta onu kaza etmez. Çünkü tekrar lazım gelir. Rükûa gitmeden önce hatırlar ise Fatiha'yı okur sureyide tekrarlar. Mezhebimize göre kıraatın farz miktarı bir âyettir.
Âyet, lügatta nişan manasına gelir. Örfen Kur'an'ı Kerim'den belli başlı bir kısımdır ki en azı velem yelid âyetinde olduğu gibi bir kelime olursa esah kavle göre onu bir kaç defo tekrarlarsa, bile sahih olmaz. Meğer ki hâkim hüküm etmiş ola. Bu takdirde câiz olur. Bunu Kuhistânî söylemiştir.
Uzun bir âyeti iki rekatta okur ise esah kavle göre bil'ittifak namaz sahihdir. Çünkü uzun bir âyet üç kısa âyetten fazladır. Bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
İlk iki rekatta Fâtiha'yı terk ederse son iki rekatta onu kaza etmez. Çünkü tekrarı lazım gelir. Tekrar ise meşru değildir. Bu onu iki defo okuduğuna göredir. Bir defa okur ise koza olmaz. Nitekim Nihâye'de de böyle denilmiştir. Çünkü Fâtiha yerinde okunmuştur. Lâkin Şeyh-ul-İslâm müfti Ebu-s-Suûd efendi Nihâye'nin sözü üzerine şunu yazmıştır:
«Ben derim ki: Şübhesiz son iki rekatta Fâtiha'yı okumak vâcip değildir. Zâhir rivayeye göre o dua vechi ile okunur. Velev ki Hasan b. Ziyâd'ın rivayetine göre vacip olsun. Şu izâha göre Fâtiha'yı bir defa okuduğu vakit o rekata sayılması teayyün etmez. Bilirsin ki zâhîr rivayeyi yani Fâtiha'nın tekrarı lazım gelmemesini bizim meselemizde Hasan'ın rivayetine binâ etmek güzel değildir.» Yâni sûre bunun hilâfınadır. Çünkü son iki rekat surenin edâ yeri değildir. Binaenaleyh onun kazâsı için muhal olabilir. Meselenin tamamı şeyh-i İsmâil Nablusî şerhindedir.
Anlaşıldığına göre Şârih'in «rükûdan önce» sözü ihtirazi bir kayd değildir. Onu rükûda da hatırlasa hüküm yine birdir. Zira daha önce bildirildiği vecihle sûreyi okumadığını rükûda hatırlasa dönerek onu tekrarlar. Arkasından rukûu da tekrarlar. Fâtiha'yı tekrarlaması evleviyette kalır. Çünkü Fâtiha daha kuvvetlidir. Bunu Rahmetî söylemiştir. Yine Rahmetî'nin beyânına göre dönerek Fâtiha'yı okuyan o kimse sûreyi de tekrarlar. Çünkü sure Fâtiha'ya tabi olarak meşru kılınmıştır.
Mezhebden murad İmam A'zam'dan nakledilen zâhir rivayedir. Bu rivayeye göre kıraatın farz miktarı bir âyettir. Hazreti imamdan diğer bir rivâyeye göre Kur'an ismi verilecek miktar olup bir kimse ile konuşmak istemesine benzememesi şarttır.
Kuduri İmam-A'zam'ın sahih olan mezhebi bu kavil olduğunu fakat bir lisan ile söylemiş; Zeyleî dahi şer'î kâidelere daha yakın olması sebebiyle bu kavli tercih etmiştir. Zira mutlak söz en az miktara hamledilir. Bahır sahibi: «Bu söz götürür bilâkis mutlak söz kâmile hamledilir.» demiştir.
Ben derim ki: Bu kabul edilemez şu sebeple ki, zimmetin borçtan kurtulması kâmil şekle bağlı değildir. öyle olmuş olsa rükû ve sücûdda Tume'nitenin (âzâ sükûnet bulacak kadar durmanın) farzolması lazım gelir idi. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Bu rivayete göre İmam-Azam (sümme abese) gibi kısa âyetle namazın câiz olmayacağına kaildir.» Yani bu kadarcık kıraat konuşmağa ve bir şeyi haber vermeğe benzer demek istemiştir.
İmam-A'zam'dan üçüncü bir rivaye göre kıraatın farz olan miktarları üç kısa âyet yahud uzun âyettir ki, imameynin kavilleride budur. Âyetin metindeki tarifini Hılye sahibi Alaeddîn Pehlivânî'nin Keşşâf hâşiyesinden nakletmiştir.
Nehir sahibi de Şâtıbe şerhinde bu manada bir tarif rivayet etmiştir ki o da şudur: «Âyet velev takdiren olsun başı sonu belli ve sûre içersinde bulunan cümlelerden mürekkep Kur'andır.» «Velev takdiren olsun» sözü ile şârih Bahır sahibine red cevabı vermeğe işaret etmiştir. Bahır sahibi buradaki tarife itiraz etmiş ve «lemyelid» bir âyettir onun için İmam A'zam onunla namaz kılmayı, câiz görmüştür. Halbuki bu âyet beş harflidir demiştir. Red cevabının izahı da şudur: «lemylid»'in aslı «lemyuled» dir. Binaenaleyh o takdiren altı harflidir.
Lâkin ben Hılye ve Bahır'da adı geçen hâşiyelerden naklen şöyle denildiğini gördüm «âyetin suret itibariyle en az altı harfli olması şarttır» Şu halde buradaki red cevabı yerinde değildir. Evet Nehir'de şöyle denilmiştir: Âyet beş harfli olanla onu takip edendir. Bundan dolayı ihlâs suresinin dört âyetten ibâret olduğunu söyleyenler vardır. Bazıları beş âyet olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh haşiyelerdekinin birinci kavle binaen söylenmiş olması câizdir.
Esah kavle göre altı harfli âyet «müd hâmmetân» gibi bir kelime olur ise namaz sahih değildir. S, K, ve N birer harfden ibâret kelimelerde öyledir. Lâkin Hılye ile Bahır'da bildirildiğine göre Üsbicabî'nin câmii Sağîr'de ve kezâ Tahavî şârihi ile Bedayî sahibinin bildirdiklerine göre «müd hâmmetân» âyeti ile İmam-A'zam'a göre hilâf rivayet edilmeksizin namaz câizdir.
Hâkimin hüküm etmesi şöyle olur: «Bir kimse kölesinin âzad olmasını» «sahih bir namaz kılarsam diye namaza ta'lik ederde tekrarsız veya tekrar ederek «müd hâmmetân» âyeti ile namaz kılarsa ve hâkime müracâat ettikleri vakit bu miktar kıraatle namazın sahih olduğunu kabul ederek kölenin âzad olduğuna hüküm verirse zımnen namazında sahih olduğuna hüküm vermiş olur ki bu suretle namaz bil'ittifak sahih olur. Çünkü içtihad götüren bir yerde hâkimin hüküm vermesi hilâfı ortadan kaldırır. Bunu Halebî söylemiştir. Zira uzun bir âyet üç kısa âyetten fazladır». Bu söz İmam-A'zam ile imameynin mezheplerin birden ta'lildir. Zira uzun bir âyetin yarısı üç kısa âyetten fazla ise imameynin kavline göre namaz sahihdir. Bir âyetle yetinilen İmam-A'zam'ın kavline göre evleviyetle sahih olur.
Bahır sahibi diyor ki: «Ulemanın bu ta'lillerinden her rekatta okunanın yarım âyet olması şart kılınmadığı anlaşılır. Bilakis okunan miktar örfen kıraat sayılır ise kâfidir.»
Ben derim ki: Bir âyetten az miktarla yetinmek İmam-A'zam'dan nakledilen ikinci rivayete göre olmak gerekir. Çünkü zâhir rivaye olduğu bildirilen yukarıki ilk rivayete göre tam bir âyet okumak şarttır.
TENBİH: «Uzun bir âyetin en az ne kadarını okumanın yeteceğini beyan eden görmedim. Bahır sahibinin sözünden anlaşılan başkalarının yaptığı gibi bu işi en kısa âyetin harflerine değil örfehavale etmiş olmasıdır.
Şu halde bir kimse İmam-A'zam'a göre vacip olan üç âyet miktarı okumak istese uzun âyetten örfen kıraat denilebilecek miktarın üç mislini okuması lazım gelir. Bu sebepledir ki ulema meseleyi âyet-el-Kürsî ve mudâyine âyeti ile misallendirmişlerdir.
Tatarhâniyye, Mirâc ve diğer kitaplarda bildirildiğine göre bir kimse âyet-el-kürsî yahud mudâyene âyeti gibi uzun bir ayetin birazını bir rekatta bir kısmını da ikinci rekatta okusa ebu Hanife'nin kavline göre câiz olup olmayacağı hususunda ulema ihtilâf etmişler; bir takımı câiz olmayacağını söylemişlerdir. Çünkü o kimse her rekatta tam bir âyet okumamıştır. Ekser ulema ise câiz olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu gibi uzun âyetlerin yansı üç kısa ayetten fazla yahud üç kısa âyete denktir. O kimsenin kıraatı üç ayetten az değildir. Lâkin bu son ta'lil çok defa kelimelerde veya harflerde sayının nazar itibara alınacağını gösterir. Bunu ulemanın: «En kısa sureye denk bir âyet okursa câizdir.» Sözleri ifade eder. Bazı ibârelerde üç kısa âyete denk bir uzun ayet okursa câizdir.» denilmiştir.
Yani «sümme nazar ve sümme abese» gibi kısa ayetlere denk olan demek istemişlerdir.
Üç kısa âyetin miktarı kelime itibariyle on kelime harf itibariyle otuz harf olmalıdır. Ayet-el-kursi'nin başından «Lâ te'huzühü sinetüvvela nevm» kadar okusa bu miktara ulaşmış olur. Söylediğimize göre her rekatta bu miktar ile yetinir ise vacibi ifâ nâmına kâfidir. Bu hususta bir şey söyleyen görmedim.
METİN
Âyeti ezberlemek farz-ı ayındır. Her mükellef üzerine ale-t-Tâyin sabittir. Bütün kur'anı ezberlemek ise farzı kifâyedir. Herkesin ezberlemesi sünneti ayın olup nâfile ibâdetten efdaldir.
Fıkıh öğrenmek ise ikisinden de efdaldir. Fâtiha'yı ve bir sureyi ezberlemek her müslümana vâciptir. Vacibten bir şey noksan bırakmak mekruhtur.
Seferde mutlak olarak vücûben Fâtiha'yı okumak ve herhangi bir sure ile yetinmek sünnettir. Yani karar halinde de firar halinde de hüküm budur. Zarurette ise hâle göre hareket edilir. Cami-us-Sağir'de de böyle mutlak bırakılmıştır. Bahır sahibi bunu tercih ile Hidâye ve diğer kitablardaki tafsîli red etmiştir. Nehir sahibide Bahır'ın sözünü red ederek Hidâye'nin söylediklerinin doğru yazıldığını kaydetmiştir.
İZAH
Tahrir şerhinde Farz-ı ayın ile farz-ı kifâyenin farkı şöyle yapılmıştır.
Farz-ı kifâye, fâiline bakmaksızın yapılması istenen ve gereken şeydir.
Forz-ı ayın öyle değildir. Onun fâiline bakılır. Ve fiilin husûli muayyen şahısdan istenir.
Kur'an'ı Kerim'i her mükellefin ezberlemesi sünnettir. Sünnet-i ayın tâbirinde sünnetin de sünnet-i ayın ve sünnet-i kifâye namlariyle iki kısma ayrıldığına işaret vardır. Misâli Ulema teravih namaziyle vermişlerdir. Teravih namazı herkese sünneti ayındır. Her mahallede cemâat ile kılınması ise sünnet-i Kifâyedir. Fıkıh öğrenmek ise ikisinden de yani bazı kimseler Kur'an'ı Kerim'iezberledikten sonra Kur'an'ı ezberlemekden de nâfile ibâdettende efdâldir. Fıkıh'dan muradı dini hususunda ihtiyacından fazlasını öğrenmektir. Aksi takdirde yani muhtaç olduğunu öğrenmek farz-ı ayındır.
Bir sureden murad en kısa sure yahud onun yerini tutacak üç kısa âyettir. Vacibden bir şey noksan bırakmak kerahet-i tahrimiye ile mekruhtur. Nitekim sünnetten bir şey noksan bırakmak da kerahet-i tenzihiye ile mekruh olur. Mültekâ şerhinde de böyle denilmiştir.
Karar halinden murad emniyet, firardan muradda acele etmektir. Aceleye firar denilmesi seferde acele ekseriyetle korkudan ileri geldiği içindir. «Cami-us-Sağîr'de de böyle mutlak bırakılmıştır.» ibâresine itirazla şöyle denilebilir «Cami-us-sağirde mutlak sözü yoktur. Ancak orada sefer kayıdsız zikir edilmiştir. Bundan da sair metinlerde olduğu gibi mutlak manası anlaşılmıştır. Musannıfın mutlak sözünü zikir etmesi üstâdı Bahır sahibi bunu tercih ettiği içindir.
Malûmun olsun ki Hidâye'de yolcunun Fâtiha'yı ve herhangi bir sureyi okuyacağı bildirildikten sonra şöyle denilmiştir: «Bu yola çıkmak için acele edildiği zamandır. Emniyet ve karar halinde ise sabah namazında burûc ve inşikâk gibi bir sure okur. Çünkü hafifletilmekle beraber sünnete riâyet etmesi mümkündür.
«Bahır sâhibi bunu red etmiş; rivayet ve dirâyet'te bunun itimad edilecek bir aslı olmadığını söylemiştir. Rivayette aslı yoktur; çünkü metinlerin cami-us-sağîr'e uyarak mutlak bırakılmaları emniyet hâline de şâmildir. Binaenaleyh sünnete riayet etmesi gerekir. Yolculuk hafiflik hususunda tesirli olsa da birûc suresi kadar diye tehdid etmek için mutlaka bir delil lazımdır. Böyle bir delil nakledilmemiştir. Bahır sahibinin bu sözleri Hılye'den kısaltılmıştır. Nehir sahibi buna cevap vermiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...