NAMAZIN ÂDABI
METİN
Namazın
bir takım âdabı vardır. Âdabın terki isâet ve muvâheze icap etmez. Sünen-i
zevâidi terk etmek bu kabildendir. Lâkın yapılması efdaldir. Ayakta iken secde
yerine, rükû halinde ayaklarının üzerine, secde de burunun yanı başına,
otururken kucağına. birinci selâmda sağ omuzuna, ikinci selamda sol omuzuna
bakmak âdabtandır. Huşû böyle hâsıl olur.
Esnerken
velev dişi ile dudağını ısırmak suretiyle olsun ağzını kapamakta âdabtandır.
Bunu yapamazsa ağzını sol elinin arkası ile yahud yeni ile kapar. bazıları:
Ayakta ise sağ eliyle. değilse sol eliyle kapayacağını söylemişlerdir. Müçtebâ.
Zira zarûret yok iken ağzını kapamak mekruhtur.
Erkeklerin
iftitah tekbiri anında ellerini cübbelerinin yeninden çıkarmaları dahi
âdabtandır. Meğer ki soğuk gibi bir zaruret buluna.
Âdabtan
bazıları da şunlardır:
1
- Mümkün mertebe öksürüğünü tutmak, Çünkü özürsüz öksürmek namazı bozar. Bundan
sakınmalıdır.
2
- İmam Mihraba yakınsa müezzin hayyalel felah derken imam ve cemaatın ayağa
kalkması.
İmam
Züfer buna muhâliftir. Ona göre Hayya ales Salah derken kalkılacaktır. İbn-i
Kemâl. İmam mihraba yakın değilse en münasibi her safın imam yanına geldiği
zaman kalkmasıdır. İmam ön taraftan girerse cemaat onu gördüğü vakit kalkarlar.
Ancak bir mescitte müezzinliği bizzat imam yaparsa o zaman imam ikameti
bitirmedikçe cemaat kalkmazlar. Zahîriye. İkameti mescidin dışında yaparsa her
saf imam yanına geldiği zaman ayağa kalkar. Nehir.
3
- Kad kamet-is-Salah denildiği vakit imamın namaza başlaması, fakat ikamet
tamamlanıncaya kadar geciktirirse bilittifak beis yoktur.
İmam
ebu Yusuf ile eimme-i selâsenin kavilleri budur. Mecmâ şerhinde bildirildiğine
göre en mütedil mezhebte budur. Kuhistânî de Hulâsaya nisbet edilerek bu kavlin
esah olduğu bildirilmiştir. FER'Î bir mesele: «Bir kimse namazın farzlarını.
sünnetlerini bilmese kıldığı namaz caizdir. Bunu imam Zâhidî Kınyet-ül-fetevâda
söylemiştir.
İZAH
Âdab
edebin cem'idir. Namazda edeb Rasulullah (s.a.v.)'in bir veya iki defa yaparak
devam buyurmadığı fiildir. Rükû ve sücûd tesbihlerini üçten fazla yapmak bu
kabildendir. Gayet-ul-beyan, İnâye ve diğer kitablarda böyle denilmiştir.
Hılye'nin başında namazın âdabı muhtelif şekillerde tarif edilmiş: «Anlaşılan
edep mendûbe müsavîdir.» denilmiştir.
Süneni
Zevâit'ten murad sünneti gayri müekkedelerdir. Rasulullah (s. a.v.)'in
giyinişinde, oturup kalkmasında, taranmasında, ayakkabı giymesinde vesâiredeki
tavır ve hareketleri bu kabildendir. «Mukabili Süneni Hüdâdır ki bu sünnetler
ezan ve cemaat gibi dinin alametlerini teşkil ederler. Her iki sünnetin mukabili
nâfiledir. Mendûp, müstehap ve edep nâfilenin nevileridir. Bunun tahkikatını
abdestin sünnetleri bahsinde yapmıştık. Abdestin âdâbına huşû için riayet
edilir. Zira maksat huşû elde etmek ve, teklif gösterilen yerlere bakar. Birde
bunda kendisini meşgul edecek şeye
bakmaktan
korunmak vardır.
TENBİH:
Zâhir rivâyede nakledilen kavle göre namaz kılanın gözü secde yerine bakacaktır.
Kenz ve diğer kitablarda bu kadarcığı söylemekle iktifa edilmiştir. Bu hususta
tafsilata gidenler Tahavî ve Kerhî gibi kendilerinden tasarrufta bulunanlardır.
Esnemek
namaz dışında da mekruhtur. Çünkü şeytandan gelir. Peygamberler bundan
mahfuzdurlar.
Faide:
Tühfet-ül-Mülûk şerhinde şunu gördüm: «Zâhidî'nin söylediğine göre esnemeyi def
etmenin çaresi peygamberlerin (aleyhim es-Salat-ü ve's-Selam) hiç
esnemediklerini hatırlamaktır. Kudûrî: Biz bunu defalarca tecrübe ettik ve
doğruluğunu gördük demiştir.» Ben derim ki: Onu ben de tecrübe ettim ve doğru
olduğunu gördüm.
Namazda
öksürmek iki şıktan hâli değildir. Bundan murad ya izdırâri öksürüktür yahud
değildir. Izdırarî öksürüğü tutmak mümkün değildir. Fakat ızdırarî öksürüğü
tutmak farzdır çünkü namazı bozar. Şöylede denilebilir: öksürükten murad
tabiatın gerektirdiği ve önüne geçmesi mümkün olan öksürüktür. Böyle öksürüğü
mümkün mertebe tutmak müstehabtır. Teemmül buyurula!
Sonra
Hılye'de gördüm ki öksürmeğe bir nevi sebep olan özürse bilhassa harf çıkaran
özür bulunursa öksürüğü ızdırârî olmayan öksürük mânâsına hamlederek cevap
vermiş. Çünkü bunda hilâftan kurtulmak vardır. Özürden murad, yâ sesi düzeltmek
yahud namazda olduğunu bildirmektir. Namazı bozan şeyler babında görüleceği
vecihle namazda olduğunu bildirmek için boğaz kazımak sahih kavle göre namazı
bozmaz. Şu halde öksürükten murad boğazını kazımaktır. Teemmül eyle!
İmam
ve cemaat müezzin Hayya alel felah derken ayağa kalkarlar. Kenz. Nurul-İzah,
Islah, Zahîriyye, Bedâyî ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Dürer'in metin
ve şerhinde ise Hayya-aIes-Salah dediği zaman kalkacakları bildirilmektedir. Bu
kavli İsmail Nablûsî kendi şerhinde Uyûn-ul-Mezâhibe, feyz, Vikâye, Nikâye, Hâvî
ve Muhtâr nâm eserlere nisbet etmiştir.
Ben
derim ki: Mültekâ metninde bu kavle itimad edilmesi birinci kavil zaiflik
bildiren (denildi ki) lafzı ile hikâye edildiği içindir. Lâkin ibn-i Kemâl
birinci kavlin sahih kabul edildiğini naklediyor! «Zahîre'de bildirildiğine göre
imam ve cemaat üç imamımıza göre müezzin Hayya-alel-Felâh dediği vakit ayağa
kalkarlar. Hasan ibn-ı Ziyâd ile Züfer'e göre ise müezzin Kad kamet-is-SaIah
dediği vakit kalkarlar safa dururlar. Bunu ikinci defa tekrarladığında tekbir
alırlar. Sahih olan kavil üç imamımızın kavlidir.» Şârih «İmam Züfer buna
muhaliftir ilh...» demişse de bu nakil doğru değildir. İbn-i Kemâl'in beyân
ettiğimiz ibâresinede uygun değildir. Ben Zâhîre'ye mürâcâat ettim gördüm ki o
da hilâfı İbn Kemâl'in ondan naklettiği gibi rivayet etmiş. Bedâyî ve diğer
kitablarda da onun gibi nakil edilmiştir. Kod kâmet-is-SaIah denilince imam
namaza başlar. Cemaat ta öyledir. Çünkü ileride görüleceği vecihle İmam-A'zam'a
göre cemaatın imamla beraber niyetlenmeleri efdaldir: «Bu kavlin esah olduğu
bildirilmiştir.» Çünkü bunda müezzine tabi olmak fazîleti ve onun imamla beraber
namaza başlamasına yardım vardır.
METİN
Namaza
başlamak isteyen kimse müktedir ise iftitah tekbiri alır. Yani vücûben ALLAH'u
EKBER der. Cümlenin yalnız mübtedasiyle meselâ: ALLAH demekle namaz başlamış
olmayacağı gibi yalnız Ekber demekle de başlamış olmaz. Muhtar olan kavil budur.
İmamla birlikte ALLAH der ekberi daha önce söylerse yahud imama rükûda yetişirde
ayakta iken ALLAH der ekberi rükû halinde söylerse esah kavle göre namaz sahih
değildir. Nitekim ALLAH'ı imamdan evvel bitirirse yine sahih değildir.
İsmüllâhı
sıfatsız olarak söylerse İmam-A'zam'a göre namaz sahihtir. İmam Muhammed buna
muhâliftir. Tekbir kelimeleri uzatmadan ayakta yapılır. Çünkü iki hemzeden
birini uzatmak namazı bozar kasten uzatılırsa küfür olur. Esah kavle göre
ekberin bâsını uzatmak dahi böyledir. İmamı rükû halinde bulursa eğilerek tekbir
aldığı takdirde kıyâm haline daha yakınsa namaz sahih olur, rükû tekbirini niyet
etmesi hükümsüz kalır.
İZAH
Bu
fasılda ekseriyetle namaz fiillerinin vasıflarına yani farz veya vacip
olduklarına temas etmeksizin namazın başından sonuna kadar bütün fiilleri öteden
beri yapıla geldiği şekilde beyân edilecektir. Çünkü fiillerin sıfatları evvelce
görülmüştür. Şârih muktedirse sözü ile âcizden ihtiraz etmiştir. Acizin hükmü
ileride gelecektir.
İftitah
takbiri ile yalnız namaza başladığını bildirmek isterse namaza başlamış
sayılmaz. Bunu yukarıda görmüştük tamamı ileride gelecekti.r. Hılye sahibi
Münyenin: «Namaza ancak iftitah tekbiri ile girilir» sözünü izah ederken şunları
söylemiştir: «İftitah tekbiri: Allah'u ekber,
Allah'ul
ekber, Allah'ul kebîr yahut, Allahu kebîr. gibi cümlelerle olur.»
İmam
Malik AIIah'u ekber'i tayin etmiştir. Çünkü tevarüs yolu ile gelen budur. Buna
şöyle cevap verilmiştir. Tevarüs bu cümle ile başlamanın sünnet veya vacip
olduğunu gösterir. Bizde buna kâiliz. Zira İmam A'zam'dan esah rivayete göre
Allah'u ekberden başka cümle ile namaza başlamak mekruhtur. Nitekim Tühfe,
Zahîre, Nihâye ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. Tamamı Hılye'dedir. Şu
halde geri kalan lafızlardan biri ile iftitah yaparsa vacip yerini bulmaz. Anla!
Yalnız
mübteda ile namaza başlanmaz. Çünkü cümlenin tam olması şarttır. Nitekim
yukarıda geçti. Muhtar olan kavil budur. Mezkûr kavil İmam Muhammed'in olup
zâhir rivayede İmam-A'zam'dan nakledilmiştir. Ayni zamanda ebu Yusuf'unda
kavlidir. Çünkü ileride geleceği vecihle ebu Yusuf'a göre namazın sahih olması
beş lafza mahsustur. H. «Ayakta tabirinden kelimenin hakikatı kast edilmiştir
murad dimdik durmaktır. Hükmen dikilmek de kast edilmiş olabilir. O da elleri
dizlerine varmamak şartiyle biraz eğilmektir. H.
Buradaki
«esah kavle göre» tabirinden murad zâhir rivâyedir. Ve imama uyması sahih
olmadığı gibi namazın kendisine başlaması sahih olmadığını ifade eder. Esah olan
budur. Nitekim nehirde sirâc'dan naklen beyân edilmiştir. «İsmillâhı sıfatsız
olarak söylerse ilh...» cümlesi yukarda söylenenin tekrarıdır. Sıfattan cümlenin
haberi kast edildiğini gösterir. Fakat bu kavil zaiftir. Zahir rivaye değildir.
Bunu Halebî söylemiştir.
Malumun
olsun ki İftitah tekbirinde uzatma ALLAH kelimesinde olursa ya başında ya
ortasında yahud sonundadır. Başında uzatırsa namaza başlamış olmaz. Namaz içinde
iken uzatırsa namazı bozulur hükmünü bilmezse kâfirde olmaz. Çünkü şübhe etmiş
değildir. Küfür cümlenin mânâsında şübhe etmekten ileri gelir. Ortasında
uzatırsa lâm ile he arasında ikinci bir elif meydana gelecek kadar fazla
uzattığı takdirde mekruh olur. Bazıları muhtar kavle göre namazın
bozulmayacağını söylemişlerdir. Bu ihtimalden uzak değildir. Sonunda uzatırsa
hatadır. Fakat yine bozulmaz, Bu iki surette namaz bozulmadığına bakılırsa
namaza başlamanın sahih olması gerekir.
Uzatma
«ekber kelimesinde olursa evvelini uzattığı takdirde hatâdır namazı bozar. Bunu
kasten yaparsa kâfir olacağını söyleyen)er vardır. Çünkü şübhe mânâsı vardır.
Bazıları kâfir olmaz demişlerdir. Fakat bu şekilde o kelime ile namaza
başlamanın caiz olmaması hususunda ihtilaf olmamak lazım gelir. Uzatma kelimenin
ortasında ise namazı bozar ve o kelime ile namaza başlamak sahih olmaz.
Sadr-ış-Şehîd sahih olduğunu söylemiştir ama «bununla muhâlefet kast etmediği
zaman» diye kayıtlanması gerekir. Nitekim Muhammed bin Mukâtil buna tenbih
etmiştir. Mübtegâ'da namazın fâsid olmadığı çünkü bunun bir eşbâdan (kalın kalın
okumaktan) ibâret olduğu bildirilmiştir ki bir kabilenin lügatıdır. Bazıları
namazın bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü «Ekbâr iblisin çocuğunun adıdır.
Bunun bir lügat olduğu sübût bulursa o zaman namazın sahih olması gerekir.
Uzatma kelimenin sonunda ise bazılarına göre namazı bozulur. Bozulmasına bakarak
onunla namaza başlamanın sahih olmaması gerekir. Hılye'de de böyle denilmiştir.
Bu meselenin tam bahisleri Bahır ile Nehir'dedir.
Ben
derim ki: Allâhu'nün hâsını uzatmakla dahi namazın bozulması lazım gelir. Çünkü
bu takdirde kelime «lâh»ın cem'i olur. Nitekim Şâfiî'lerden bazıları bunu
açıklamışlardır. Allahu'nün veya ekberin hamzesini kasten uzatmak küfürdür,
Çünkü sualdir. Bu şahıs indinde Allah teâlâ'nın azamet ve kibriyasının sabit
olmadığını iktiza eder. Kifâye'de böyle denilmiştir. Ama en iyisi Mebsût'un
kavlidir. Orada: «Kasten uzatırsa küfründen korkulur.» denilmiştir. şu da var ki
Ekmel İnâye adlı eserinde bu zevâta itiraz etmiş: «uzatılarak okunan bu kelime
takrir ve kabul için söylenmiş olabilir. Binaenaleyh küfrü ile namazın
bozulmasını icap etmez.» demiştir. Lâkin ona şöyle cevap verilebilir: Kabul
kasdı fesâdı def etmez.Zira Münye şerhinde bildirildiğine göre bir insanın
kendini kabul ve tasdik etmesi doğru değildir. Başkasını tasdik ederse fesâd
lazım gelir. Çünkü muhatabı olur. Bu izâha göre şöyle demek lazım gelir: «Kasten
uzatırsa kâfir olmaz meğer ki bununla şek ve şübheyi kastetmiş ola. Zira bu
takdirde tasdik ihtimali kalmaz. Namazın bozulması ve o kelime ile namaz
başlamanın sahih olmaması için söz yoktur. Velev ki kasten uzatmasın. Yahud şek
şübheyi kast etmesin. Çünkü küfre ihtimali olan bir kelimeyi söylemiştir. Bu
şer'an bir hatadır. Onun için Hılye sahibi: «Namazın bozulmasının sebebi
kelimeyi sual şeklinde söylemesidir. Mânâsını bilip bilmediği fark etmez. Buna
delil uyuyanın konuşmasiyle namazın bozulmasıdır.» demiştir.
Kıyâm
hâline daha yakın olmak yukarda da geçtiği vecihle ellerini saldığı vakit
dizlerineermemektir. İsmail Nablusî'nin şerhinde Huccet'ten nakledildiğine göre
bir kimse nâfile namaz için rükû halinde iftitah tekbiri alırsa câiz değildir.
Ama nâfile namazı oturarak kılarsa oturarak iftitah tekbiri caizdir.
Ben
derim ki: Bunların arasında fark şudur: Oturarak namaz kılmanın caiz olması her
vecihle kıyâmın halefidir. Rükûa gelince ona bir vecihle kıyam hükmü verilir.
Bir vecihle verilmez. Onun için rükû hâlinde âyet okusa câiz olmaz. Teemmül
eyle!
(Rükû
tekbirine niyet etmesi hükümsüz kalır.) yani aldığı tekbir ile iftitahı değil de
rükû tekbirine niyet ederse niyeti hükümsüz kalır. Ve aldığı tekbir iftitah
tekbiri yerine geçer.
Çünkü
bu tekbirle halis zikir kast ettiğine, namaz haricinden bir şey düşünmediğine ve
o kimseye farz olan vazife tahrime olduğuna göre getirdiği tekbir farz yerine
geçer. Çünkü o bir farz yeridir. Farz nâfileden daha kuvvetlidir. Nasıl ki
fâtihayı okumakla zikir ve senâyı kast etse kıraat yerine geçtiği gibi hac da
rükün için cünüp olarak sader için temiz olarak tavaf etse temiz olarak yaptığı
tavaf rükün yerine geçer Ama tekbirle sâdece namazda olduğunu bildirmek isterse
iş değişir. Zira zikri kast etmemiştir. Ağzından çıkan kelime namaza yabancı bir
söz olup onunla namaza başlamak câiz olmaz.
METİN
FER'İ
MESELELER:
1
- Bir kimse imamının tekbir aldığını bilmeyerek tekbir alsa kanaatine göre
kendisi imamdan önce tekbir almışsa namazı câiz değildir. Aksi halde caiz olur.
Muhit.
2
- Tekbir ile bir şey şaştığını yahut müezzine tabi olduğunu kast ederse namaza
başlamış sayılmaz.
3
- Tekbirin râsı cezmle okunur.
Çünkü
peygamber (s.a.v.): «Ezan cezm, ikamet cezm, tekbir de cezmdir.» buyurmuştur.
Mineh. O hadis ezanda geçmişti.
Namaza
ancak tekbir getirirken niyet etmekle girer. Yani sâdece tekbirle namaza girmiş
olmadığı gibi sâdece niyetlede girmiş olmaz. Her ikisi ile birlikte girer.
Dilsiz ve okumak bilmeyen gibi söylemekten âciz olan kimsenin dilini
kıpırdatması lazım değildir. Kıraat hakkında da sahih kavle göre hüküm budur.
Çünkü vacibi ifâ imkânsızdır. Vacibten başkası ise, ancak delil ile lazım gelir.
Binaenaleyh niyet kâfidir. Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ve niyetin önce
yapılmaması gerekir. Çünkü niyet tahrimenin yerine geçer. Ama ben bunu bir yerde
görmedim: «Aksi halde caiz olur.»
İZAH
Yani.
kanaatince (namaz kılanın) imamla birlikte yahud ondan sonra tekbir aldı ise
yahud bu hususta bir fikri yoksa namazı caizdir. Fikri olmadığı halde namazının
caiz olması müslümanın işini doğruya yormak içindir. Lâkin en ihtiyatlı hareket
ikinci defa tekbir almak ve şübheyi yüzde yüz ilimle ortadan kaldırmaktır. Bu
mesele de Fetih sahibi hata etmiştir. Nehir sahibi buna tenbihtebulunmuştur.
Tekbirle
şaşmayı kast meselesini İbn Nüceym Eşbah'ın lügazlar bahsinde, müezzine tabi
olma meselesini de musannıf kesilen hayvanlar bahsinde kitabın metninde zikir
etmiştir. Bu iki meselede ki tekbirle namaza başlamanın caiz olmaması şaşmakla
müezzine icabetin namaza yabancı iki fiil olmasındandır. Bunlar namazı bozarlar.
İsmail
Nablusî, şerhinin namazı bozan şeyler bahsinde şunu söylemiştir: «Bir kimse
AIIahümme salli alâ Muhammed yahud Allah'u ekber der de bununla cevap vermeyi
kast ederse namazı bilittifak bozulur. Müezzine icabet ederse yine bozulur.
Namazı esnasında ezan okursa ezanı kast ettiği takdirde namazı bozulur:
Tekbirin
râsı cezmle okunur. Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Sonra bilmelisin ki
tekbirde sünnet, iftitah için olsun namaz için olsun cezmle okumaktır. Ulema
buna delil olarak İbrahim Nehaî kendisine mevkuf ve Rasulullah'a merfû olarak
rivâyet ettiği şu hadisi göstermişlerdir: Ezan cezmdir; ikamet cezmdir; tekbirde
cezmdir. Kâfi sahibi bundan muradın tekbirde harekeyi kalın okumamak; fazla
derinleşmemek, ıfrat derecede ki hemzeyi ifrata vardırmamak ve fazla uzatmamak
olduğunu söylemiştir. Sonra ALLAH'unun He' si hilafsız merfu ötre okunur.
Ra'sına gelince muzmıratta muhit'ten naklen isterse merfu isterse meczum
okuyacağı bildirilmiştir. Mübtegâ'da ise bunda asıl meczum okunmaktır. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) tekbir cezmdir, tesmî de cezmdir buyurmuştur deniliyor.»
Tekbirden
murad: Mutlak zikirdir. Namaza niyet ve tekbirin mecmuu ile girilir. Yani namaza
girmek hususunda niyet müstakil olmayıp tahrimeye bağlı bulunduğundan namaza
giriş ikisi ile beraber mûteber olmuştur. Yalnız birisi ile namaza girilmez.
Nasıl ki hac için ihrama giren bir kimse telbiye getirmedikçe yalnız hacca niyet
etmekle hacca başlamış olmaz. Yalnız niyet eder de telbiye getirmez yahud sâdece
telbiye getirirde niyet etmezse ihrama girmiş sayılmaz.
«Vacibi
ifâ imkansızdır.» Cümlesinden murad dili ile tekbir ve kıraatı söylemektir.
«Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ilh.. » cümlesi şöyle izah olunur. Tahrime
yerine niyet kâfi gelince bu, niyetin tahrime yerine geçmesini iktiza eder.
Niyet tahrime yerine geçince tahrimenin şartlarına niyettede riâyet olunur. Ve
niyette ayağa kalkmak, kıyamdan önce yapılmamak şart olur. Çünkü niyet
tahrimenin yerini tutar ama zatından dolayı değildir. Çünkü söylemekten âciz
olmayan bir kimse otururken namaza niyet etse de sonra kalkarak ihram tekbirini
alsa namaz sahihdir. Niyeti önceden yapmasıda böyledir. Nitekim ulema: «Bir
kimse evinde abdest alırda cemaatla namazı kast ederek evinden çıkar ve imamla
beraber namaza girerken niyet hatırına gelmezse konuşmak vesaire gibi namaza
yabancı bir fasıla bulunmadıkça namazı sahihtir.» demişlerdir. Mescide yürümesi
afv olunur. Şârih'in sözünün izahı budur.
Bu
bahiste o Nehir sâhibine tabi olmuştur. Haşiye yazarları da kendisini tasdik
etmişlerdir. Fakat söylediklerinin ihtirazdan hâli kalmadığı meydandadır. Çünkü
niyet müstakil bir şarttır.
Tahrime
de diğer şartlar gibi ayrı bir şarttır. Bir özürden dolayı bir şart sâkıt olurda
başka bir şartlayetinilirse onun yerine başka bir şart konulmuş olması lazım
gelmez. Çünkü şartlar rey ile konulamaz. Onun için şârihde başkasına tabi olarak
başkası ancak delille lazım gelir demiştir. Bu da kıyamdan yahud suyu
kullanmaktan âciz kaldığı vakit oturmanın ve toprağın onların yerine geçmesi
gibidir ki bu hususta delil vardır. Avret yerini örtmekten âciz kalırsa iş
değişir. Çünkü onun yerini tutacak bir şey için delil yoktur. Binaenaleyh
tamamiyle sâkıt olur. Burada dili kıpırdatmak delil bulunmadığı için konuşmak
yerini tutamayınca niyet delilsiz olarak nasıl onun yerini tutabilir? Halbuki
dilini kıpırdatmak konuşmaya niyetten daha yakındır.
METİN
Sonra
Eşbah'da «tabi tabi'dir» kaidesine şöyle denildiğini gördüm:
«Müftâbih
kavle göre tekbir ve telbiyede dili kıpırdatmak lazım, kıraatta lazım değildir.»
Ellerini
tekbirden önce bazılarına göre tekbirle beraber baş parmaklarını kulaklarının
yumuşaklarına değdirecek şekilde kaldırır «kulaklarının hizasına» tabirinden
murad budur. Çünkü hizasına gelmek ancak değmekle yüzde yüz bilinir. Avuçlarını
kıbleye karşı acar. Yanaklarına karşı açacağını söyleyenlerde vardır.
Kadın
cariye bile olsa ellerini parmak uçları omuzları hizasına gelecek şekilde
kaldırır. Onun da erkek gibi kaldıracağını söyleyenler dahi vardır. Bahır'da
kadın câriye bile olsa denilmişse de Nehir'de Sirâc'tan naklen: «Cariye burada
erkek gibidir. Başka yerlerde hür kadın hükmündedir» denilmiştir.
Namaza
yine keraheti tahrimiye ile tesbih, tehlil, tahmid ve diğer ALLAH Teâlâya mahsus
ta'zim kelimelerini söyleyerek başlamak sahihdir. Esah kavle göre velev ki
rahîm, kerîm gibi müşterek kelimelerle olsun.
İmam
ebu Yusuf namaza başlamayı ma'rife ve nekre olmak üzere Ekber ve kebir
kelimelerine tahsis etmiştir. Hulâsa'da Kübâr ve kübbâr kelimeleri de ziyade
edilmiştir.
İZAH
Ben
derim ki, bir çok nüshalarında gördüğüme göre; Eşbah'ın ibâresi şöyledir: «Kâide
hârici kalanlardan biri de dilsizdir. Dilini kıpırdatmak lazımdır diyenlere göre
iftitah tekbiriyle telbiyede dilsizin dilini kıpırdatması lazım değildir.» Bazı
nüshalarda (diyenlere göre) tabirinin yerine (müftabih kavle göre) denilmiştir.
Birinci
tabir daha güzeldir. Çünkü Eşbâh sahibinin Bahır nâmındaki eserinde namazın
farzı tahrimedir diye başladığı sırada tahrimede vacip olmadığının sahih kabul
edildiğini söylemesine uyar. Muhit sahibi de buna cezm etmiştir. Lâkin tahrime
ile telbiye arasında fark göstermeğe muhtaçtır. Çünkü imam Muhammed Telbiyede
dili kıpırdatmanın şart olduğunu söylemiştir. Muhit sahibi: «Namazda olduğu gibi
telbiyede de dili kıpırdatmak müstehabtır.» diyor.
Lübâb-ül-Menâsik
şerhinde de böyle denilmiştir, dedikten sonra şunları söylüyor: «Ben derim ki şu
halde hacda dilini kıpırdatmak evleviyetle lazım gelmez. Zira kıraat kat'î
farzdır. Telbiye ise zannî bir iştir.»
Namaza
niyetlenirken eller tekbirlerden evvel kaldırılır sözünü mecmâ sahibi İmam-ı
A'zam'la İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. Hidâye sahibi bunu sahih bulmuştur.
Ellerin tekbirle beraber kaldırılacağını Hâniye, Hulâsa, Tühfe, Bedâyî ve Muhît
sahipleri tercih etmişlerdir. Eller kaldırılırken tekbire başlanacak. kulaklara
vardığında tekbir de bitecektir. Bakâlî bu sözü bütün ulemamıza nisbet etmiştir.
Hılye sahibi de onu tercih etmiştir. Burada üçüncü bir kavil daha vardır ki o da
ellerin tekbirden sonra kaldırılmasıdır. Bunların hepsi peygamber (s.a.v.)'den
rivâyet olunmuştur. Hidâye'deki kavil evlâdır. Nitekim Bahır ve Nehir'de de öyle
denilmiştir. Onun için şârih bu kavle itimad etmiştir.
«Kulakların
hizasına tabiri zâhir rivâye kitablarında ve hadisin bazı rivayetlerinde
mevcuttur. Nitekim Hılye sâhibi bunu bahis mevzuu yapmış ve omuzlara kadar
kaldırır rivayetleriyle aralarını bulmuştur. Omuzlara kadar kaldırır rivayetini
o «eller soğuktan dolayı yenlerin içinde ise» diye te'vil etmiştir. Nitekim
Tahavî'de bazı rivâyetlerden alarak bunu söylemiş, Hidâye sahibi ile başkaları
da ona tabi olmuşlardır. Kemal ibn Hümâm iki rivayetin arasını bulmağa itimad
etmiş ve: «Eller dirseklerden omuzlar hizasına kaldırılınca başparmaklar
kulaklar hizasına varır.» demiştir.
Ebû
Davud'un rivayeti de açıkca böyledir. Hılye sahibi (Şafî'nin kavlı de budur.)
demiş; Nevevî'de bunu tercih ederek Müslim şerhinde cumhur ulemanın meşhur kavli
bu olduğunu söylemiştir.
«Cariye
burada yani ellerini kaldırmakta erkek gibidir. Rükû, sücûd ve oturuş gibi
yerlerde hür kadın gibidir.» Sözünü Kınye sahibi denildi ki ifâdesiyle zaif bir
kavil olmak üzere hikâye etmiştir. Mutemed olan kavil Bahırın söylediğidir. O da
bu hususta Hılye'ye tabi olmuştur.
Kadının
do ellerini erkek gibi kaldıracağını imam Hasan Ebû Hanîfe' den rivayet etmiş:
«Kadın ellerini erkek gibi kulaklarının hizasına kaldırır. Çünkü onun avuçları
avret değildir.» demiştir. Ama metinde bildirildiği vecihle omuzlan hizasına
kaldırmasını Hidâye sahih bulmuş Kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinde de bu
şekilde hareket edeceğini söylemiştir.
«Namaza
yine kerahet-i tahrime ile ilah...» cümlesinden murad: yukarda geçen tekbirle
başlamak sahih olduğu gibi tesbih ve emsâli ile namaza başlamak da sahihtir.
Lâkın keraheti tahrimiye ile mekruhtur demektir. Çünkü tekbirle başlamak
vacibtir. Yukarda tekbir lafızlarının içinden ALLAH'u ekberle başlamanın vacip
olduğunu söylemiştik. Hazâin nâm eserde burada şöyle denilmiştir: «Acaba ALLAH'u
ekberden başka bir cümle ile namaza başlamak mekruh mudur? Burada ki sahih kavil
vardır. Tercih edilen kavle göre keraheti tahrimiye ile mekruhtur ve bunun vacip
olması yalnız bayrama mahsus değil her namaza âmm ve şâmildir. Çünkü rasûlüllah
(s.a.v.) bırakmadan buna devam etmiştir.
Diğer
ta'zim kelimeleri: Allah'u ecel - Allah'u e'zam - Errahman'u ekber Lâilâhe
illellah - Tebârekellâh gibi cümlelerdir. Zira delillerde varid olan «Verabbeke
Fekebbir-lelerin mânası ta'zimdir. Bunların anlaşılmayacak yeri yoktur.
Meselenin tamamı Münye şerhindedir.»
Esah
kavle göre rahîm ve kerîm gibi Allah ile kul arasında müşterek kullanılan
kelimelerle de namaza başlanılabilir. Zahîre ve Hâniye sahipleri buna muhalefet
ederek cevazı sırf ALLAH'amahsus olan lafızlara tahsis etmişlerdir. Buradaki
hilaf ortaklık mânâsını giderecek bir sözle beraber değilse diye kayıtlanmıştır.
Böyle bir sözle ise meselâ er-Rahîm bi ibâdetin Kullarına rahim
olan»
denilirse bilittifak müştak olan kelimeleri Allah'u ekber gibi nekre yahut
Allah'u el-ekber gibi ma'rife kullanmakla sahih olur. Sahih olan, tarafeynin
(İmam-A'zam'la imam Muhammed'in) kavlidir. Nitekim Nehir ve Hılye'de de böyle
denilmiştir. Anlaşılıyor ki İmam Ebi Yusuf'a göre el-Ekber, el-Kebir
kelimelerinde nekre okumak câiz olduğu gibi Kübâr ve Kübbâr'da da nekre okumak
caizdir. Araştırılmalıdır. H.
METİN
Nasıl
ki Arabça olmayan kelimelerle başlamak da sahihtir. Hangi dilden olursa olsun!
Berdeî, cevazı Farsçaya tahsis etmiştir. Çünkü Farsçanın bir meziyeti vardır.
Hadisi şerifte: «Cennetliklerin dili Arabça ve Durrî Farsçadır.» buyurulmuştur.
Kuhistânî.
İmameyn
âcizliği şart koşmuşlardır. Hutbe ve namazın bütün zikirleri bu hilafa göredir.
Ama Musannıf: «Yahud Arabçadan başka bir dille iman eder, telbiye getirir. selâm
verir yahud hayvan keserken besmele çekerse veya Arabçadan caiz kalarak o dille
kur'an okursa sahihtir.» diyerek anlattıkları bilittifak caizdir. Hâkimin
yanında şahidlik yapmak ve selam almak dahi böyledir. Aksırana teşmihin
(Yerhamükellah)demenin hükmünü göremedim. Musannıfın kıraatı (namazda kur'an
okumayı) âciz kalarak diye kayıtlaması esah rivayete göre ebu Hanife imameynin
kavline döndüğü içindir. Fetva da buna göredir.
Ben
derim ki: Aynî, namaza başlamayı da kıraat hükmünde tutmuştur. Bu hususta onun
selefi olmadığı gibi kendisini takviye edecek mesnedi de yoktur. Bil'akis
Tatarhâniye'de namaza başlamak, telbiye gibi kabul edilmiş bilittifak câiz
olduğu bildirilmiştir. Bu sözün zâhirine bakılırsa kitabımızın metni gibi
imameynin imam-A'zam kavline döndüklerini gösterir. İmam-A'zam'ın imameyn
kavline döndüğünü göstermez. Bu meselede bir çok bilgisi kıt kimseler
şaşırmışlardır. Hatta Şurunbulâlî bile bütün kitablarında bunu anlayamamıştır.
İZAH
Berdeî'nin
rivayeti zaiftir. Farsça İranlıların konuştuğu dil olup Arabça'dan sonra en
meşhur ve Arabçaya en yakındır. T. Dürrî Farsçadan murad fasîh İran dilidir.
Kuhistânî'nin farsçayı dürrî diye zabtı yersizdir. Halebî'nin ibn Kemâl'den
rivayetine göre Farsça beş lehceden müteşekkildir. Bunlar Heleviyye, Dürriye,
Farsiye, Hursiye ve Süryaniyedir. Heleviyye lehcesini Kisrâlar kendi
meclislerinde konuşurlardı. Dürriye lehcesi ile saray mensupları, fârsiyye
lehcesi ile hâkimler ve emsâli Hursiyy lehcesi Huristan bölgesinin dili olup bu
lehceyi kırallarla eşraf yalnız kaldıkları ve hamama girecekleri zaman
konuşurlardı Suryaniyye suryanın yani Irakın lehcesidir.
İmameyn
başka bir dille namaza girmenin sahih olması için Arabça tekbir almaktan âciz
kalmayı şart koşmuşlardır. Bu hususta mutemed olan İmam-A'zam'ın kavlidir. Hatta
aşağıdaki aczin şart olmadığına ittifak ettiklerini bildiren sözler gelecektir.
Namazın zikirleri hakkında Tatarhâniye de muhit'ten naklen şöyle denilmektedir:
Namazda farsça tesbih eder. dua okur, Allah'a senâdabulunur, eûzü çeker, tehlil
veya teşehhüdde bulunur. Yahud Peygamber (s.a.v.)'e Farsça salavat getirirse
mesele bu hilafa göredir. İmam-A'zam'a göre sahih olur. Lâkin Acemce duanın
mekruh olduğu ileride gelecektir.
Aynî,
Arabçadan âciz kalmanın şart koşulması hususunda ve kezâ ebû Hanife'nin imameyn
kavline dönmesi baında namaza başlamayı kıraatla bir tutmuştur. Çünkü imameyne
göre aciz namazın bütün zikirlerinde şarttır. Nitekim yukarıda geçti: «Bu
hususta onun selefi olmadığı gibi» cümlesinden murad Aynî'den önce bu sözü kimse
söylememiş olmasıdır. Nakil edilen rivayet sadece İmam-A'zam'ın Arabça okumayı
şart koşmak hususunda imameynin kavline döndüğü bundan yalnız aciz meselesini
istisnâ ettiğidir.
Namaza
başlamak meselesi ise bil'umum kitabların rivayetine göre döndüğü aslâ zikir
edilmeksizin ayni hilaf üzeredir. Kenz ve diğer metinlerin ibâresi bu hususta
açık gibidir. Kenz de aciz yalnız kıraatta kayt olarak itibara alınmıştır.
Aynî'nin iddiasını takviye edecek bir delili de yoktur. Çünkü İmam-A'zam namazda
Arabça okumanın şart olması hususunda imameynin kavline dönmüştür. Zira bize
emir edilen namazda Kur'an okumaktır. Kur'an ise Arabça lafızlarla indirilen
nazmin ismidir. Bu hususî nazm mushaflara yazılmış bize de tevatür yolu ile
nakledilmiştir. Arabça olmayan söze ancak mecaz yolu ile Kur'an denilebilir.
Onun için o söze Kur'an değildir demek sahih olur. İmameynin delili kuvvetli
olduğu için İmam-ı A'zam ona dönmüştür.
Farsça
namaza başlamak meselesine gelince burada İmam A'zam'ın delili daha kuvvetlidir.
Bu delil namaza girerken aranan şeyin zikir ve ta'zim olmasıdır. Bu ise her
hangi bir lisanla ve her hangi bir lafızla hasıl olur.
Evet
ALLAH'u ekber lafziyle başlamak vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) buna devam
etmiştir. Fakat farz değildir. «Tatarhâniye'de şöyle denilmiştir:» Tahavî
şerhinde bildirildiğine göre bir kimse Farsça tekbir alır veya hayvan keserken
Farsça besmele çeker yahud ihrama girerken Farsça veya her hangi dille telbiye
getirirse Arabçasını söyleyebilsin söyleyemesin bil'ittifak câizdir.»
«Kitabımızın
metni gibi» ifadesinden murad: Kıraatı acizle kayıt ettiği halde namaza girişini
onunla kayıtlamamasıdır. Bundan da imameynin İmam-ı A'zam kavline döndükleri
anlaşılır ki o da Arabçadan âciz olmadığı halde Farsça sözle namaza başlamanın
sahih olmasıdır. Fakat imameynin onun kavline döndüğünü kimse nakletmemiştir. Bu
babta Nakil edilen yukarda arzettiğimiz gibi aralarında hilaf olmasıdır.
Tatarhâniye'nin
sözüne gelince: Onun sözü namaza giriş tekbiri hakkında olduğu açık değildir.
Teşrik tekbirine ve kurban keserken alınan tekbire de ihtimali vardır. Hatta bu
mânâ evladır. Çünkü Tatarhâniye sahibi onu namaz dışındaki zikirlerle beraber
söylemiştir. Kitabımızın metni ise İmam-ı A'zam kavline göredir. Hâsılı şarihin
imameyn kavline döndü iddiasiyle Aynî'ye yaptığı itiraz, imameynin ebu Hanîfe
kavline döndükleri davasında kendi aleyhine variddir. Şârih bu meselede
Şurunbulâli'nin bile şaşırdığını söylüyorsa da şaşıranlardan biri de bizzat
kendisidir. Mültekâ üzerine yazdığı şerh de ve Hazain'de Aynî'ye tabi olmuştur.
Fettal
hâşiyesinde şöyle diyor: «Aynî nüshasının derkenarında şarihin el yazısı ile
burada şunu gördüm: Ey bu söze vakıf olan! Bilmiş ol ki İmam-ı A'zam'ın döndüğü
yalnız Farsça kıraat meselesinde sabit olmuştur. Îftitah tekbirinde döndüğü
sabit olmamıştır. O diğer namaz zikirleri gibi hilaf üzerine bakidir. Nitekim bu
ciheti mecma sarihleri ile ıısul fıkıh kitabları ve bil'umum muteber fıkıh
kitabları yazmışlardır. Bu metnin yani kenz'in açık ifadesi de bil'umum metinler
gibî bunu göstermektedir. Binaenaleyh sen Aynî'ye tabî olma, velev ki
Şurunbulâli bütün kitaplarında ona tabi olmuş bulunsun! Alaeddîn.
Bu
mesele Burhan Tırablûsî'ye dahi gizli kalmış Mevâhib-ür-Rahman adlı metinde
şöyle demiştir: «Esah rivayete göre Arabçadan âciz olmayan kimseye Farsça kıraat
ve Farsça namaza başlamanın caiz olmaması hususunda İmam-ı A'zam imameynin
kavline dönmüştür.»
METİN
Esah
kavle göre Farsça ile ezan okumak ezan olduğunu bilse bile caiz değildir. Bunu
Haddâdî söylemiştir. Zeyleî ise örf ve âdete itibar etmiştir.
F
E R' İ M E S E L E L E R: Bir kimse namazda Farsça okusa yahud Tevrat veya
İncilden okusa okuduğu kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz. Bahır nâm
eserde Şâzz kıraatta buna katılmıştır. Lâkin Nehir'de: «En münâsibi
bozulmamaktır. Fakat namaz câiz olmaz. Nitekim hece harflerini söylemek
böyledir.» denilmiştir. Farsça bir veya iki âyet yazmak câizdir. Fazlası caiz
değildir. Mushafın altına farsça tefsirini yazmak mekruhtur.
İZAH
Zeyleî
örf ve âdete itibar etmiştir. Hidâye'de buna cezm edilmiş şârihler de bunu
tasdik etmişlerdir. Kifâye'de Mebsut'tan naklen şöyle deniliyor:
«İmam
Hasan'ın ebu Hanife'den rivayetine göre bir kimse Farsça ezan okurda halk bunun
ezan olduğunu bilirlerse caizdir. Bilmezlerse caiz olmaz, çünkü, maksat namaz
vaktini bildirmektir. Bu hâsıl olmamıştır.
«Okuduğu
kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz.» Fetih sahibi iki kavlin arasını
bulmak için bu tafsilatı tercih etmiştir. İki kavilden biri Hidâye'nin: «İncille
beraber namaz caiz olacak kadar Arabça okursa namazın bozulmayacağında hilaf
yoktur.» sözüdür. Diğeri Nesefî ile Kâdıhan'ın: «İmameyne göre namaz bozulur.»
sözleridir. Bunun üzerine fetih sahibi şunları söylemiştir: «O işin olur şekli
şudur ki okunan kısım kıssa yerinden emir ve nehiden olursa mücerred okumakla
namaz bozulur. Çünkü bu takdirde Kur'an'dan başka bir söz konuşmuş olur. Ama
okunan zikir veya tenzih ise yalnız onu okumakla iktifa ettiği takdirde namazı
bozulur. Zira namazı kıraattan hâli bırakmıştır.» Bahır sahibi ona tabi olmuş
Nehir sahibi de onu takviye etmiştir. Şârihin kat'î lisanla söylemesi bundandır.
Nehir'de
şöyle denilmiştir: «Bence aralarında fark vardır. Şöyle ki Farsça aslâ Kur'an
değildir. Zira şeriat örfünde Kur'an denilince Arabçası anlaşılır. Farsça bir
kıssa okuyan kimse insan sözü konuşmuş olur. Şâzz kıraat böyle değildir. O
Kur'an'dır. Yalnız Kur'an olup olmadığında şübhevardır. Binaenaleyh onunla namaz
bozulmaz. Velev ki okuduğu kıssa olsun. Ulema bununla namazın bozulmayacağına
ittifak olunduğuna rivayet etmişlerdir.
Binaenaleyh
en iyisi Muhît'ın te'vilidir. Muhît sâhibi şems-ül eimme'nin sözünü fesad,
sâdece onunla yetindiği zaman lâzım gelir diye te'vil etmiştir.» Yani namazın
bozulması Şâz kıraatı okuduğu için mütevatın kıraatı terk ettiğindendir demek
istemiştir. Lâkin buna şöyle itiraz olunur. Kur'an ALLAH kelamı olduğunda şübhe
bulunmayan bir nazım. Namazda kıraattan zikirden başka bir şeyin okunması
katiyyen memnu'dur. Kur'an olup olmadığı sübût bulmayan kıssa kıraat ve zikir
değildir. Binaenaleyh namaz bozulur. Ama zikir olursa iş değişir. Onun Kur'an
olup olmadığı sübût bulmasa bile insan sözü değildir. Çünkü zikirdir. Lâkin
sâdece onunla yetinirse namaz bozulur. Onunla birlikte namaz caiz olacak kadar
mütevâtir âyet okursa bozulmaz. Bahır sahibinin yaptığı birleştirme budur. Muhit
sahibinin sözünü de ona hamletmek icap eder.
T
E T İ M M E: Kendisiyle bil'ittifak namaz caiz olan Kur'an: İmamların
mushaflarında mazbut olanlardır ki onu Hazreti Osman (r.a.) bütün şehirlere
göndermişti. On kıraat imamının ittifak ettikleri de budur. İcmâ ve tafsil
itibariyle mütevatir olan Kur'an budur. Yediden ona kadar olan kıraatlar şâz
değildir. Şâz olan kıraatlar ondan yukarı olanlardır. Sahih olan budur. Bu
hususta ki tahkikin tamamı allâme Kâsım'ın fetevâsındadır.
«Nitekim
hece harflerini söylemek böyledir.» Yani namaz bozulmaz ama kâfi de sayılmaz.
Şurunbulâlî şerhinde hece harflerini söylemenin şeklini şöyle anlatıyor: «Bir
adam namazında, s, b, ha, I, he, n, yahud a, v, z, l, he, m, n, I, ş, i. ta, n,
dese namaz bozulmaz, lakin Bezzâziye'de bunun hilafı söylenmiştir. Bezzaziye
sahibi: Kıraat miktarı harfleri isimleri ile okumak namazı bozar. Çünkü insan
sözüdür. demiştir. Bezzâzî bunu talak bahsinde söylemiştir. İbn-ı Şıhne diyor
ki: «Bunun mânâsı açıktır. Lâkin Bezzaziye namaz bahsinde Kınye'deki gibi
söylemiştir.»
İmdât
sahibi secde-i tilâvet bâbında Tecnîs ve Hâniye'den naklen bununla secde-i sehiv
vacip olmayacağını fakat namazda kıraat yerini tutmayacağını söylemiştir. Çünkü
o kimse Kur'an okumamıştır. Namaz da bozulmaz. Zira okuduğu harfler Kur'an
harfleridir. Harflerin resminden anlaşılıyor ki maksad harflerin isimlerini
değil müsemmalarını okumaktır. İsimleri s sin, ba, ha, elif, nun ilh dır.
hükümleride böylemidir? Bunu bir yerde görmedim.
«Farsça
bir veya iki ayet yazmak caizdir.» Fetih'te kâfiden naklen şöyle deniliyor: «Bir
kimse farsça Kur'an okumayı âdet edinir yahud farsça mushaf yazmak isterse men
edilir. Bir veya iki âyet yazarsa men edilmez. Kur'an'ı yazar da her kelimenin
tefsir ve tercemesini yaparsa câiz olur.»
«Mushafın
altına Farsça tefsirini yazmak mekruhtur.» Bu söz yukarıda Fetih'ten
naklettiğimize muhaliftir. Lâkin Hazâin'in derkenarında Şarihin el yazısiyle
Müçtebâ'nın hazır bahsinden naklen şöyle dediğini gördüm: «Bazılarının âdet
edindiği vecihle mushafa farsça tefsir yazmak mekruhtur. Hinduvânî buna ruhsat
vermiştir. Anlaşıldığına göre farsça olmayan bir kayıt değildir. (Başka dille
yazılması da ayni hükümdedir).
METİN
Namaza
eûzü besmele ve havkala gibi kendi haceti ile karışık olan
cümlelerle
ve Allahümağfirli «Allahım beni bağışla» diyerek başlar, yahud bu sözü hayvan
keserken söylerse caiz olmaz. Yalnız Allahümme derse iş değişir. Zira esah kavle
göre bu her ikisinde câizdir. Nitekim ya Allah demek de böyledir. Namazda erkek
bileğini baş ve küçük parmaklariyle tutarak sağ elini sol eli üzerine bağlar ve
göbeğinin altına koyar. Muhtar olan kavil budur.
Kadın
ve hunsâ sağ elini sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Bu hemen
tekbir bittiği gibi yapılır. Esah kavle göre eller salınmaz. El bağlamak kıyâmın
sünnetidir. Bundan anlaşıldığına göre oturan kimse el bağlamaz. Bunu
görmemiştim. Sonra Mecma-ul-en hur'da gördüm ki kıyâmdan murad umumî mânâ imiş,
bunu oturanda yapacakmış. Eller devamı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyam
halinde bağlanır. Senâ, kunut ve cenaze tekbirlerinde salınır. Rükû ile secde
arasında doğrulduğu vakit devamlı kıyam olmadığı için ellerini bağlamak sünnet
olmadığı gibi bayram tekbirleri arasında da sünnet değildir. Çünkü kıyamı
uzatmadıkça bunlar zikir değildir. Fakat uzatırsa ellerini bağlar. Siraciye.
İZAH
Besmelenin
kendi haceti ile karışık olmasını Zahîre sâhibi şöyle ta'lil etmiştir: «Besmele
teberrük içindir. Ve o kimse sanki bu işte bana bereket var. demiş gibi olur.
Zeyleî'nin sözünden anlaşılan bunu tercih etmiş olmasıdır. Hılye'de: «En muvâfık
olanı budur.» denilmiş Nehir sahibi ise bu kavlin sahih kabul edildiğini
Sirâc'dan ve fetevâ-i Merginânî'den nakletmiştir. Bahır sâhibi, Müçtebâ ile
Mübtega'dan besmele ile başlamanın câiz olduğunu nakletmiş ve hâlis bir zikir
olmasına bakarak bunu tercih etmiştir. Delili hâlis zikir şart olan hayvan
kesiminde besmelenin câiz olmasıdır.»
Manzume-i
Veybâniye'de bu kavil kat'î olarak kabul edilmiş ve İmam-ı A'zam'a nisbet
olunmuştur. Vehbaniye şârihi onu, İmam-ı Hulvânî'den Zahiriddîn Merginânî Kâdî
Abd'ül Cebbâr ve şihâp İmâmî'den nakletmiş birinci kavlin imameyne ait olduğunu
söylemiş; rivayetlerin arasını böyle birleştirmiştir.
Havkale
(Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) demektir. Havkale ile namaza başlamanın câiz
olmaması mânâ itibariyle dua olduğu içindir. O kimse sanki: «Yârab beni sana
günah işlemekten çevir! Sana itaat etmek için bana kuvvet ver; çünkü güç, kuvvet
ancak seninle mümkün olur. Yâ Allah» demek gibidir.
Namazda
erkek sağ elinin baş ve küçük parmaklarını halka yaparak sol bileğini tutar.
Diğer üç parmağını yayar. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır, Nihâye,
Mi'rac, kifâye, fetih, Sirâc ve diğer kitablarda da bunun benzeri söylenmiştir.
Bedâyi sahibi ise: «Küçük parmağı ile yanındaki yüzük parmağını baş parmağına
halka eder. Orta parmağı ile şehâdet parmağını bileğinin üzerine koyar.» demiş:
Hılye sahibi de ona tabi olmuştur. İsmail Nablûsî'nin şerhinde dahi Müçtebâ'dan
naklen böyle denilmiştir. Fakat muhtâr olan kavil birincisidir. Fetih ve
Tebyinide de böyledenilmiştir. Hadislerde rivayet edilen «tutmak» ve «koymak»
kelimelerini birleştirmiş olmak ve ihtiyaten mezheple amel etmek için ulemadan
bir çokları bu kavli beğenmişlerdir. Nitekim Müçtebâ ve diğer kitablarda da
böyle denilmiştir.
Seyyidi
AbdülGanî Hediyyet-İbn-ül-İmâd şerhinde şöyle diyor: «Bu da söz götürür çünkü
ellerini koyar diyen bütününü kast ettiği gibi tutar diyen de bütününü
kastetmiştir. Binaenaleyh elin bir kısmını tutmak bir kısmını koymak ne tutmak
sayılır ne de koymak! Bence muhtar olan sünnete muvafık olmak şartiyle bunlardan
biridir.»
Ben
derim ki: Bu bahis nakledilmiştir. Mi'racta yukardaki sözler Müçtebâ, Mebsût ve
Zahiriye'den nakledildikten sonra şöyle denilmiştir: «Bazıları bunun
mezheplerden ve hadislerden hariç olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh onunla
amel etmek ihtiyat olamaz.» Sonra gördüm ki Şurunbulâlî bu itirazı zikir ederek
şöyle demiş:
Ben
derim ki: Şu halde bazen iki hadisten birinin tavsifine göre, bazen da diğerinin
tavsifine göre amel etmelidir ki iki rivayetin arası hakikaten birleştirilmiş
olsun.»
Ben
de derim ki buna şöyle itiraz edilir: Her ne zaman bunların biriyle amel
edilirse, öteki ile amel terk edilmiş olur. Halbuki hadislerde vârid olduğuna
göre bazılarında ellerin salınacağı bazılarında da tutulacağı bildirilmiş.
Bunların nasıl yapılacağı açıklanmamıştır. Ulemânın beğendiklerinde de her ikisi
ile amel vardır. Zira şübhesiz ki tutmakta koymak mânâsı olduğu gibi fazlası da
vardır. Usul kâidesine göre her ne zaman bir birine zıd görünen iki delilin
arasını bulmak mümkün olursa hiç biri terk edilemez.
Kadın
ve hunsâ sağ eli, sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Münye'nin
bazı nushalarında da böyle denilmiş bazılarında ise memesinin üzerine koyar
denilmiştir. Evlâ olan şarihin ellerini göğsüne koyar. demesi idi. Nitekim pek
çok ulema ellerini memelerinin üzerine koyar demişlerdir. Velev ki göğse koymak
bunu istilzam etmiş olur. Meselâ her elin bir kısmı memenin üzerine tesadüf eder
lâkin ifâdeden maksat bu değildir. Esah kavle göre eller yanlara salınmaz. Zâhir
rivaye budur.
Nevâdir'de
imam Muhammed'den rivayet olunduğuna göre.namaz kılan kimse subhâneke okurken
ellerim salar onu bitirince bağlar. Bu söz el bağlamanın zâhir mezhebe göre
devamlı kıyâmın sünneti, imam Muhammed'e göre ise kıraatın sünneti olduğuna
göredir. Hılye. Umumî manadan murad hakiki ve hükmî kıyâmın ikisine de şâmil
olmaktır. Zira nâfile namaza oturarak kılmak bir özürden dolayı, farz ve ona
kılmak olan namazı oturarak kılmak ayakta kılmak gibidir. T. Zâhire göre yan
üstü yatarak kılmakta öyledir. Çünkü o da ayakta kılmanın halefidir. Rahmetî.
«Eller
devamlı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyâm halinde bağlanır.» Malumun
olsun ki Bedâyî'de el bağlamak kararı yani devamı olan kıyâmın sünneti kabul
edilmiştir. Bu kavil imameynin olup zâhir mezheptir. Bazıları el bağlamanın
imameynin kaidesine göre içinde meşru zikir bulunan kıyâmın sünneti olduğunu
söylemişlerdir. Hulvanî, Serahsî ve diğer ulema bunu kabul etmişlerdir.
Hidaye'de de «sahih olan budur.» denilmiş; Mecmâ ve diğer kitablarda bu kavil
tercih olunmuştur. Bahır sahibi iki kaideyi birleştirerek bir kaide yapmış.
Tilmizi olan musannıf ta ona tabi olmuştur. Halbuki Hılye sahibinin naklettiğine
göre Şeyh-ul-İslâm aynı yerde imameynin kavline göre Şeyh-ul-İslâm'dan rükûdan
doğruluşta ellerin salınacağını, başka bir yerde bağlanacağını söylemiş sonra
iki kavli birleştirerek: «bu iki kaidenin muhtelif olmasından ileri gelmiştir.
Çünkü bu doğruluşta mesnun bir zikir vardır ki o da tesmi' veya tahmiddir.
Nitekim Mültekât sâhibi de ayni yoldan yürümüştür.» demiştir. Bu söz gördüğün
gibi iki kaidenin birbirine zıd olmasını iktiza eder.
Sirâc'ın
aşağıda beyan edeceğimiz sözü de bunu te'yid eder. Bundan dolayıdır ki Hidâye
sahibi: «Rükûdan doğrulunca ellerini salar» deyince sahih sahibi kendisine
itiraz etmiş ve: «Bu söz ancak tahmid ile tesmi doğruluşta değil ona intikal
ederken sünnettir. Denilirse tamam olur. Lâkin bu nasların zâhirine muhâliftir
ilh...» demiştir. Evet Molla Mişkîn zikri uzun olmakla kayıtlamıştır. Böyle
olursa Hidâye'ye itiraz ortadan kalkar. Lâkin zikir uzun olunca bundan kıyâmın
da devamlı olması lazım gelir. Ve mesele dönüp dolaşarak Bahır sâhibinin
dediğine gelir.
Meşru
olan zikir farz, vacip veya sünnet olabilir. «Fakat uzatırsa ellerini bağlar.»
Yani cemaatın çokluğundan dolayı tekbirlerin arasını uzatırsa ellerini bağlar.
Bu söz kaide el bağlamanın devamı olan kıyâmın sünneti olduğuna, içinde meşru
zikir bulunan kıyâmın sünneti olmadığına göredir. Bu da gösterir ki bu iki kavil
bir değil ayrı ayrı iki kaidedir.
METİN
Tekbir
alıp ellerini bağladıktan sonra subhânekeyi okur. Ve celle senaüke cümlesini
terk eder. Onu yalnız cenâze namazında okur. Subhâneke ile yetinir ona «Veccehtü
vechiye duasını ilâve edemez. Onu yalnız nâfile namazda ilâve eder. Esah kavle
göre «Ve ene evvelü-l müslimîne» «Ben müslümanların ilkiyim» cümlesini katmakla
namaz bozulmaz. Ancak İmam kıraata başlamışsa cemaat olan kimse mesbûk olsun
müdrik olsun ve kezâ imamı âşikâr okusun okumasın subhânekeyi terk eder. Çünkü
Nehir'de Suğradan naklen «Bir kimse imama kıyâm halinde yetişirse kıraata
başlamadıkça subhânekeyi okur.» denilmiştir. Bazıları: Gizli namazda imama rükû
veya secde halinde bile erse, kanaatince imama yetişecekse subhânekeyi okur.»
demişlerdir.
İZAH
Bedâyî'nin
beyânına göre subhânekeyi vecelle senâüke cümlesini bırakarak okumak zâhir
rivayedir. Çünkü meşhur kitablarda nakledilmemiştir. Binaenaleyh evlâ olan
rivayete bir şey katmamak şartiyle her namazda subhânekeyi mezkûr cümleyi
katmaksızın okumaktır. «Bu sözde Hidâye sahibinin mezkur cümleyi farzlarda
okumaz.» ifâdesinin mefhumu olmadığına işaret vardır. Lâkin Hidâye sâhibi
Muhtarat-ün-Nevâ)zil adlı kitabında şöyle demiştir: «Vecelle senâüke sözü meşhur
kitablarda farzlar hakkında nakledilmemiştir. Nerede rivayet edilmişse ondan
maksat teheccüt namazıdır.» Vecelle senâüke cümlesinin yalnız cenâze namazında
okunacağını Münyet-üs-Sağîr şârihi söylemiş fakat bu sözü kimseye nisbet
etmemiştir. Bunu Hidâye ve Muhtarât-ün-Nevâzil'den maada kimsenin zikir ettiğini
görmedim.
«Nâfile
namazlarda veccehtü vechiye» cümlesini okumak caizdir. Çünkü hadislerde varid
olan haberler buna hamledilmiştir. Binaenaleyh bilittifak câizdir. Müteehhirîn
ulema bunun iftitahtekbirinden önce okunacağını tercih etmişlerdir. Münyede
imameyne göre «veccehtü» cümlesinin iftitahtan yani niyetten önce okunacağı
bildirilmiş «niyetten sonra ittifak okunmaz.» denilmiştir. Lâkin Hılye'de. «Hak
olan onun niyetten önce ve sonra tekbirden önce okunmasının Peygamber (s.a.v.)
den ve eshabından sübût bulmamış olmasıdır.» deniliyor. Hazâin'de de:
«Okunacağına dair varid olan haber esah kavle göre nâfile namazda senâdan
sonraya hamledilmiştir.» denilmektedir. Hazâin'in derkenarında «bunu Zâhidi ve
başkaları sahih bulmuşlardır.» ibâresi vardır.
«Esah
kavle göre «Ve ene evvelül-Müslimîne» cümlesi ile namaz bozulmaz. Bazıları
bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü yalan söylemiştir. «Zira bu cümleyi okuyan
ilk müslüman değildir.» Bahır sahibi Hılye'ye tâbi olarak bu sözü red etmiş ve
Müslimin sahihinde sabit olan ve her iki cümleyi ihtiva eden hadisle istidlâlde
bulunmuştur. Bir de: «Bu kimsenin söylediği ancak kendini haber verirse yalan
olur. İbâreyi okursa yalan olmaz. Kendini haber verdiği takdirde bütün ulemâya
göre namaz fâsid olur.» demiştir.
«Ancak
imam kıraata başlamışsa ilh» burada şârih musannıfın ibâresini değiştirmiştir.
Çünkü onun ibâresinden anlaşıldığına göre gizli okunan namazda imam kıraata
başlamış bile olsa ona uyan kimse subhânekeyi okur. Şârih bu kavli zaif
görmüştür çünkü suğra nâm eserde zaifliğine işaret edilmiştir. Vechi şudur: O
kimse kırâatı terk ettiğine göre subhanekeyi evleviyetle terk
edecektir.
Ben
derim ki: Musannıfın söylediğini Dürer sâhibi kat'î lisanla ifâde etmiş Mineh
nâm eserde: «Bu kavli Zahire ve Müzmırat sâhibleri sahih bulmuşlardır. Fetvada
ona göredir.» demiştir. Minyet-ül-Musallî sâhibi ile Hazâin nâm eserinde
kitabımızın şârihi ve mültekâ şârihi bunu tercih etmişlerdir. Kâdıhân dahi:
«İmam kıraata başladıktan sonra yetişen kimse hakkında ibn-i Fadl subhâneke
okumaz demiş başkaları ise okuyacağını söylemişlerdir. Burada tafsilat gerekir.
Eğer imam âşikâra okursa subhanekeyi terk eder; gizli okursa subhanekeyi terk
etmez.» diyerek bu sözü tercih eylemiştir. Şeyh-ul-İslâm Hâherzâde dahi bunu
tercih etmiş.
Zahire'de
şöyle ta'lilde bulunmuştur: «Gizli okunan namazda imamı dinlemek farz değil
kıraata ta'zim için sünnettir. Binaenaleyh bu sünnet bizzat maksud değildir.
Gizli namazda cemaatın okumamasını susmak vacip olduğu için, imamın okuması onun
da okuması yerine geçtiği içindir. Subhaneke okumak ise bizzat maksut bir
sünnettir. İmamın onu okuması cemaatın okuması yerine geçmez. Subhanekeyi terk
ederse bizzat maksut olan bir sünneti terk etmiş olması lazım gelir. Âşikâra
okunan namaz hâli bunun hilâfınadır. Binaenaleyh mutemed olan kavil musannıfın
tercih ettiği kavildir. Yani gizli okunan namazda ve imam kıraata başlamış bile
olsa cemaata yetişen kimse subhanekeyi okur.»
«İmama
secde halinde bile erse» cümlesinden murad: Birinci secdedir. Nitekim Münye'de
de böyle denilmiştir. Rükû ve secde hali diye kayıtlamakla oturuş halinde
yetişmiş olsa subhaneke okumamanın evlâ olduğuna işaret etmiştir. Çünkü
oturmakta fazîlete daha ziyade iştirak hâsıl olur. İkinci secde halinde
yetişirse yine subhanekeyi terk etmek evlâ olur. Meselenin tamamı Münye
şerhindedir.
METİN
Mezhebe
göre kıraat için gizlice eûzü lafzıyle iftitah tekbirini aldığı gibi istiaze
eder. Gizlice kelimesi iftitafın da kaydıdır. İstiâzeyi fatihadan sonra
hatırlarsa terk eder. Fatiha'yı bitirmeden hatırlarsa eûzüyü çeker. Fatiha'yı
yeniden başlaması gerekir. Bunu Halebî söylemiştir.
Talebe
dersi hocaya okursa eûzü çekmez. Yani çekmesi sünnet değildir, Bunu zâhire
sahibi söylemiştir.
Kıraata
yetişemeyen mesbûk dahi onu kazaya kalktığı zaman eûzü çeker. Ancak imama
vaktinde uyan kimse eûzü çekmez. Çünkü onun için kıraat yoktur. İmam eûzüyü
bayram tekbirlerinden sonra çeker. Çünkü kıraatı tekbirlerden sonra okur.
Cemaattan başkası eûzü çektiği gibi besmelenin kelimelerini söyleyerek besmele
dahi çeker. Hayvan keserken ve abdest alırken olduğu gibi burada mutlak zikir
caiz değildir. Aşikâra okunan namaz bile olsa besmeleyi her rekatın başında
gizlice çeker. Fatiha ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet
değildir. Velev ki gizli okunan namaz olsun. Ama çekilse bil'ittifak mekruh
olmaz. Gerçi Zâhidî besmelenin vacip olduğunu sahih kabul etmiş ise de Bahır
sahibi bunu zaif bulmuştur.
İZAH
İstiâze
eûzü lafziyle başlayarak yapılır. Hidâye'de esteizü lafziyle yapılacağı
bildirilmişse de bu söz muteber değildir. Meselenin tamamı Bahır ve
Zeyleî'dedir.
«Fatiha'ya
yeniden başlaması gerekir.» Sözünü Halebî Münye şerhinde söylemiş ve ezcümle
şöyle demiştir: «Eûzü çekmek ancak namaza başlarken meşrûdur. Onu unuturda
fatihayı okursa ondan sonra eûzü çekmez. Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Bundan
anlaşılır ki Fatiha'yı bitirmeden eûzüyü hatırlarsa onu çeker. Bu takdirde
Fatiha'yı yeniden okuması gerekir.» Bu anlayış yerinde değildir. Çünkü
Hulâsa'nın «Fatiha'yı okur.» sözünün mânâsı okumağa başlarsa demektir. Zira
Fatiha'ya başlamakla eûzü çekmenin yeri geçmiştir. Aksi takdirde sünneti ifâ
için farzı terk lazım gelir. Vacibi terk dahi lazım gelir. Çünkü Fatiha'yı yahud
onun ekserisini ikinci defa okumak secde-i sehiv icap eder. Halbuki Münye
şerhinde dahi birbuçuk yaprak kadar sonra şöyle denilmektedir: «Fakih ebu
Ca'fer'in Nevâdir'de beyan ettiğine göre bir kimse tekbir alır ve eûzü çekerde
subhanekeyi unutursa onu tekrar okumaz. Kezâ tekbir alır ve kıraata başlarda
subhaneke ile eûzü besmeleyi unutursa bunları dönüp okumaz çünkü yeri geçmiştir.
Secde-i sehiv dahi lazım gelmez. Bunu Zâhidî söylemiştir. Bu ibâredeki «kıraata
başlarda ilh» sözü bizim söylediklerimizi te'yid eder.
«Talebe
eûzü çekmez.» Sözü eûzünün yalnız kur'an okumak için çekileceğine işârettir.
Bunu Zahîre sahibi nakletmiştir. Bundan anlaşıldığına göre istiaze ancak Kur'an
okurken ve namazda meşru olmuştur. Fakat bunun söz götürdüğü meydandadır. Nehir
sahibi şöyle demektedir:
Ben
derim ki Zahire'de nakledilen söz eûzünün meşru olup olmamada değil, sünnet olup
olmaması hususundadır. Yani eûzü çekmek yani Kur'an okumak için sünnettir velev
ki vesveseden korkulan her yerde çekilmesi meşru olsun. Şârih «sünnet değildir.»
Sözü ile buna işaret etmiştir. Lakin bu cevap söz götürür. Çünkü eûzü çekmek
helaya girmezden önce dahi sünnettir. Ancak«Eûzü billâhî min el hubsi vel habâis
lafzı iledir.
Sonra
zâhirenin ibâresi şöyledir: «Bir adam Bismillâhirrahmânirrahim dediği vakit
Kur'an okumak isterse daha önce eûzü çeker, çünkü bu hususta âyet vardır. Söze
başlamak isterse meselâ talebe hocasına dersini okursa eûzü çekmez. Çünkü
bununla Kur'an okumayı arzu etmiş değildir. Görülmüyor mu ki bir adam şükür
etmek isteyerek. Elhamdülillah-i Rabbil âlemîn dese bu sözden önce eûzü çekmeğe
muhtaç değildir. Bu izaha göre cünüp bir kimse bu sözü söyleyerek Kur'an okumayı
kast etse caiz değildir. Fakat söze başlamayı kast ederse caizdir.» Kısaltılarak
alınmıştır.
Hâsılı
Kur'an'dan besmele ve hamdele gibi bir şey okurda bundan Kur'an okumayı kast
ederse besmeleden önce eûzü çeker aksi takdirde çekmez. Nitekim söze başlarken
besmele çekmek, talebenin dersini üstazına okurken evvela besmele çekmesi bu
kabildendir. Daha önce eûzü çekmeğe hacet yoktur. Hamdeleden şükûr kast edilirse
hüküm yine budur. Kezâ Kur'an'da olmayan bir şeyi söylerken eûzü çekmek
evleviyetle sünnet değildir. Binaenaleyh Zahîre'nin sözü konuşmağa başlamazdan
önceki eûzu hakkındadır. Başka fiillere şumûlü yoktur. Ve Helâya girmezden önce
eûzü çekmenin sünnet olmasına aykırı değildir.
Kıraata
yetişemeyen mesbûk dahi kıraatı kaza etmek için ayağa kalktığında eûzüyü çeker.
Musannıf burada kıraat üzerine üç fer'î mesele zikir etmiştir ki bunlar ebû
Hanîfe ile imam Muhammed'in kavline binaendir. Onlara göre eûzü çekmek kıraata
tabidir. İmam ebu Yusuf'a göre ise sübhanekeye tabidir. Şu halde ona göre mesbûk
bir kimse sübhaneke'den sonra biri imama uyarken diğeri kazaya kalkarken olmak
üzere iki defa eûzü çeker. İmama yetişen kimse dahi eûzü çeker. Zira o da
subhaneke okur. Nitekim eûzüyü imam olan, yalnız kılan ve bayram namazlarında
sübhanekeden sonra tekbirlerden önce hem imam hem cemaat çekerler. Münye'de
böyle denilmiş; Hulâsa'da bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Lâkin kâdıhan,
Hidâye sahibi, Hidaye şârihleri. kâfi ve ihtiyar sahipleri ile ekser ulema imam
Muhammed'in kavlini tercih etmiş; eûzünun kıraata tâbi olduğunu söylemişlerdir.
Münye şerhinde: «Biz de onunla amel ederiz.» deniliyor.
Cemaattan
başkasından murad: İmam ve yalnız kılandır. Bunlardan biri euzüden önce besmele
çekerse yerinde yapılmadığı için onu tekrarlar Besmeleyi unuturda Fatiha'yı
bitirdikten sonra hatırlarsa Fatiha için besmele çekmez. çünkü besmelenin yeri
geçmiştir. Yukarda geçtiği vecihle «Fatiha'dan sonra hatırlarsa» sözünün mefhumu
muteber değildir.
Hayvan
keserken ve abdest alırken besmele çekmekten murad mutlak
zikirdir.
Besmeleyi
gizli çekmek tabiri bazı nushalarda mevcud değildir. Fakat mutlaka lazımdır.
Kifâye'de Müçteba'dan naklen şöyle denilmiştir: Üçüncüsü bize göre namazda
besmeleyi âşikâra çekmemektir. Şâfiî buna muhaliftir. Namaz dışında rivayetler
muhteliftir. Ulema namaz dışındaki eûzü besmele hakkında dahi ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları yalnız eûzüyü gizli çeker; besmeleyi gizli çekmez
demişlerdir. Sahih kavle göre kişi bu hususta muhayyerdir. Lâkin Kuran'dan olan
imamına tâbi olur. Kuran'dan Hamza'dan başkaları besmeleyi âşikâr okurlar Hamza
ikisini de Sizli okumuştur.
«Aşikâr
okunan namaz bile olsa» ifâdesi Münye sâhibine red cevabıdır. O: «Aşikâra okunan
namaz imam besmele çekmez. Yalnız gizli okunan namazda çeker.» demiştir. Fakat
büyük bir hatadır. Bunu. Bahır sahibi söylemiş Bahır şârihi ise «Onu âşikâra
çekmez» şeklinde te'vil etmiştir.
«Fatiha
ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir» Bu kavil imam
Azam'la imam ebu Yusuf'a aittir. Bedaî sahibi onu sahih kabul etmiştir. İmam
Muhammed: «Gizli okursa sünnet âşikar okursa sünnet değildir.» demiştir. İbni
Ziya Gazneviye şerhinde birinci kavil yalnız imam ebu Yusuf'a nisbet etmiş ve
şöyle demiştir: «Bu ebu Yusuf'un kavlidir. Musaffa nâm eserin fetvânın imam ebu
Yusuf kavline göre yani her rekatın başında gizlice besmele çekeceği
bildirilmektedir. Muhitte ise Muhtar olan imam Muhammed'in kavlidir ki o da her
rekata Fatiha'dan ve her sureden önce besmelenin çekilmesidir. Hasan İbni
Ziyad'ın rivayetine göre yalnız ilk rekatta besmele çeker. Burada ebû Yusuf'un
kavli tercih edilmiştir. Çünkü Fetva lafzı muhtar lafzından daha kuvvetli ve
daha belî'dir. Bir de ebu Yusuf'un kavli ortadadır. Umurun en hayırlısı ise orta
olanıdır. Umdet-ül-musallî şerhin de böyle denilmiştir. Nehir'de burada
Gazneviye şerhinde yapılan nakilde dahi hata edilmiştir. Ondan sakınıver.
Fatiha
ile sure arasında besmele çekilirse bil'ittifak mekruh olmaz. Onun için Zahire
ve Müçtebâ'da bu cihet sarahaten bildirilmiş ve: «Gizli veya âşikâr okunsun
Fâtiha ile sûre arasında besmele çekilirse ebu Hanife'ye göre iyi olur.»
denilmiştir. Bu kavli muhakkıklardan ibn Hümâm ve tilmizi Halebî tercih
etmişlerdir. Çünkü Besmelenin her sureden bir âyet olup olmadığında ihtilaf
edildiği için ortada şübhe vardır. Zâhidî Fâtiha'nın başında besmele çekmenin
vacip olduğunu sahih bulmuştur. Bu kavli Zeylei'de secde-i sehiv bahsinde sahih
kabul etmiş, Münye şârihi dahi bunu kabul ile en ihtiyatlı kavil olduğunu
söylemiştir. Çünkü sahih hadisler peygamber (s.a.v.)in besmeleye devam
buyurduğunu göstermektedir. Vehbaniye şârihi bu kavli ekseriyete nisbet
etmiştir. Çünkü Hulvânî: «Ekser ulemaya göre besmele Fatiha'dandır.» demiştir.
Fatihâ'dan olunca onun gibi okunması da vâcip olur. Lâkin bu kavlin ekser
ulemaya aid olduğu kabul edilmemiştir. Bahır sahibi Zâhidî'nin sözünü zaif
bulmuş ve secde-i sehiv bahsinde şunları söylemiştir: «Bütün bunlar metin ve
şerhlerde, fetva kitablarında beyan edilen zahir mezhebe muhaliftir. Zâhir
mezhep besmelenin vacip değil sünnet olmasıdır. Binaenaleyh onu terk etmekle bir
şey lazım gelmez. Nehir sahibi diyor ki: Hakikatta bunlar tercih edilen iki
kavildir. Yalnız metinler birinciyi almışlardır.» Ben derim ki yani birinci
kavil rivayet yönünden, ikincisi dirâyet yönünden tercih edilmiştir. Allah'u
âlem.
METİN
Besmele
bütün Kur'an'dan bir âyettir. Surelerin arasını ayırmak için indirilmiştir.
Nemil sûresindeki besmele bil'ittifak bir ayetin cüz'üdür. Esah kavle göre
besmele Fatiha'dan ve diğer surelerin hiç birinden değildir. Cünüp kimsenin onu
okuması haramdır. İhtiyaten onunla namaz caiz değildir. İmam Malik'in
besmeledeki ihtilafı şüphesinden dolayı onu inkâr eden kâfir olmaz.
Namaz
kılan kimse imam olsun yalnız olsun besmeleden sonra Fatiha'yı ve ondan sonra
vûcûbenbir sure yahud üç âyet okur. Okuduğu bir veya iki âyet olurda üç ayete
denk gelirse kerahati tahrimiye ortadan kalkar. Bunu Halebî söylemiştir. Ama
keraheti tenzihiye ancak sünnet olan miktarı okumakla ortadan kalkar.
İZAH
Besmele
Kur'an'dan bir âyettir. Fakat imam Malik ile bizim ulemamızdan bazıları buna
muhaliftir. Onlara göre besmele asla Kur'an'dan değildir. Kuhistanî diyor ki:
«Keşşâf hâşiyeleri ile telvihte besmelenin Kur'an'dan olmadığı ebû Hanife'den
nakledilen meşhur rivayetlerde bulunmamaktadır. Yani bize göre bu kavil zaiftir.
Demek istiyor. Besmele sûre(erin aralarını ayırmak için indirilmiş Fatiha'nın
evvelinede teberrük için yazılmıştır. Nemil suresindeki besmele âyetinin başı
İnnehü min süleymane sonu ve etuni müslimin dir.
Besmele
Fâtiha'dan değildir. Nehir sahibi: «Bu sözde Hulvâni ile ekser ulemanın besmele
Fatiha'dandır iddialarını red vardır. Zahîre de bu kavil imam ebu Yusuf'un
imam-ı A'zam'dan rivayeti olduğu bildirilmiş ve tercih edilmiştir. En ihtiyat
olan da budur.» demiştir. Nehir sahibinin Hulvânî'den naklettiğini Kuhistânî
Muhit'ten Zâhîre, Hulâsa ve diğer kitablardan naklen beyan etmiştir.
Besmele
hiç bir sureden bir âyet değildir. İmam Şâfiî buna muhaliftir Ona göre Berâe'den
maada bütün surelerde besmele sureden bir âyettir. Cünüb ve o mânâdâ olan hayız
ve nifaslı kimselerin Kur'an kasdiyle besmeleyi okumaları haramdır.
Şârihin
«ihtiyaten» sözü her iki meselenin illetidir şöyle ki: Cumhurun mezhebine göre
besmele Kur'andandır. Çünkü mahallinde mütevatirdir. Bu hususta imam Malik
muhalefet etmiştir. Binaenaleyh cumhurun mezhebine bakarak okumak cünüp kimseye
ihtiyaten haram olmuştur. Hilaf şüphesine bakarak da namazda yalnız besmele ile
iktifa etmek caiz görülmemiştir. Çünkü namazda kıraat yüzde yüz farzdır. Şüpheli
olan bir şeyle sâkıt olamaz. «Onu inkar eden kâfir olmaz.» Cümlesi besmele
hakkındaki işkâle cevaptır. İşkâl şudur:
Besmele
mütevâtir ise onu inkâr edenin kâfir sayılması lazım gelir. Mütevatir değilse
Kur'an sayılmaması lazım gelir. Cevap tahrirde de beyan edildiği vecihle
şöyledir: Kat'î bir şeyi inkar eden kimsenin kâfir sayılması o şey hakkında
kuvvetli şübhe sabit olmadığına göredir. Meselâ bir rüknü inkar etmek bu
kabildendir. Burada ise kuvvetli şübhe mevcuttur. Çünkü imam Malik gibi onu
inkar edenler ilk asırlarda Kur'an olarak mütevâtır olmadığını ve mushafa
yazılması şeriatta onunla işe başlamanın sünnet olduğu şöhret bulduğundan ileri
geldiğini iddia etmişlerdir. Ayet olduğunu isbat edenler ise: İlk çağlar
müslümanları mushafları ALLAH kelâmı olmayan sözlerden korumaya son derece
ehemmiyet verdikleri halde besmeleyi ittifakla mushaflara yazmaları Kur'an
olmasını icap eder. Sünnet sayılması icmâ teşkil edemez. İstiazede sünnettir.
Hak şudur ki besmele Kur'andandır. Çünkü mushafta tevatüren nakledilmiştir. Bu
onun Kur'an olduğuna delildir. Biz onun Kur'an olmasının sûbutunu Kur'an'dır
diye tevatüren şuyû bulmasına bağlı olduğunu kabul etmiyoruz. Kur'an'da şart
olan yalnız yerinde mütevatir olmasıdır. Velev ki bu tevatüren duyulmuşolmasın.»
demişlerdir.
Hâsılı
besmelenin yerinde mütevatır oluşu aslen Kur'an olduğunu isbat eder. Kur'an
olduğunun tevatüren şüyûu ise bu husustaki haberlerin tevatürüne bağlıdır. Onun
için besmeleyi inkâr eden tekfir olunmamıştır. Sair âyetler böyle değildir.
Onların Kur'an olduğunu bildiren haberler mütevatirdir. Bu söylediklerimizden
anlaşılır ki şârihe düşen metni haline bırakmak, İmam Malik'in ihtilafını
ibâreye katmamak idi. Böyle yapsa imam Malik'in onun Kur'an olduğunu inkar
etmesine de cevap vermiş olurdu. Çünkü şübhe imam Malik'in inkâriyle meydana
gelmiş değildir. O daha önce başka cihetten sabit olmuştur.
«Bir
sûre yahud âyet okur.» sözünde bir sûre okumanın efdal olduğuna işaret vardır.
Cami-ul-Fetevâ'da şöyle denilmiştir: «İmam Hasan'ın rivayetine göre ebu Hanife:
Ben farz namazlarda Fatiha'dan sonra iki sûre okunmasını iyi görmem. Ama okumuş
olsa mekruh sayılmaz. Nâfilelerde bunda bir beis yoktur, demiştir. Namazda
okunması sünnet olan miktar. sabah ile öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi
ile yatsıda orta, akşam namazında kısa sureleri okumaktır. T.
METİN
«Fatiha
bitince» imama gizlice âmin der nitekim cemâat ve yalnız kılanlarda gizlice âmin
derler. Velev ki gizli okunan namazda olsun. Cemaat olan kimse imamın Fatiha'yı
bitirdiğini işitirse âmin der. Velev ki cuma ve bayram gibi namazlarda kendi
gibi bir cemaatın âmin dediğini işitmişte söylemiş olsun.
«İmam
âmîn dediği vakit sizde âmin deyin» hadisine gelince bu hadis hükmî vücûdi mâlum
olan şeye ta'lik kabilindendir. Binaenaleyh imamdan işitmesine bağlı değildir.
Fâtiha tamam olmakla dahi okunur.
Buna
delil: «İmam Veleddâllîn deyince sizde âmin deyin!» hadisidir. Bu kelime med ile
âmîn kasır ile âmin ve imâle ile eeminü şekillerinde okunabilir. Emmmînü yahud
yâ atılarak âminü okumakla namaz bozulmaz. Fakat bunlardan biri ile kasır
yapıldığı emmiin yahud ikisi ile birlikte uzatarak emmin okunursa namaz bozulur.
Bunu yalnız ben yazmışımdır. Amin bittikten sonra eğilirken rükû için tekbir
alır. Kıraatı tekbirine eklemek mekruh değildir. Bir harf veya bir kelime
kalırda onu lirken tamamlarsa bazılarına göre bunda bir beis yoktur.
Münyet-Musallî.
İZAH
Musannıf
«imam gizlice âmin der» sözü ile imam Malik'in muhâlefetine işâret etmiştir.
İmam Malik âmin demeyi yalnız cemaat olan tahsis etmiştir. Ona göre imam âmin
demez. Bu kavli imam Hasan imam-ı A'zam'dan da rivayet etmiştir. «Gizlice» sözü
ile de imam Şâfiî'nin muhalefetine işâret etmiştir. Çünkü ona göre imam ve
cemaattan herbiri âmini âşikâra söyler. «Nitekim cemaat ve yalnız kılanda
ilh...» meselesinde bütün imamlar müttefiktirler. «Velev ki gizli okunan namazda
okusun.» Çünkü aşağıdaki hadisdeki emir mutlaktır. Ve cemaata aittir.
Şârih
bu hükmü o hadisten sonra söylese daha iyi ederdi. Bazıları gizli okunan
namazlarda imamı işitse bile cemaatın âmin diyeceğini söylemişlerdir. Çünkü bu
kadarcık işittirmenin itibarı yoktur. Şârih'in rivayet ettiği hadis Buharî ile
Müslim'in sahihlerinde şu lafızladır: «İmam âmin dediği vakit sizde âmin deyin
çünkü bir kimsenin âmini meleklerin aminine rastlarsa geçmiş günahları afv
olunur.» Hadisi şerif imamla cemaatin âmin demesi gerektiğine delâlet
etmektedir. Yalnız, imam hakkında işaretiyle, cemaat hakkında ibâresi ile
delâlet eder. Çünkü ibâre cemaat hükmünü beyân için getirilmiştir. Sonra şârihin
muradı imam Şâfiî'nin sözüne cevap vermektir. Şâfiî «Bu hadis imamın âşikâre
olarak âmin diyeceğine delildir. Çünkü cemâatın âmin demelerini imamın âminine
bağlamıştır.» der. Cevap şudur: Âmin yeri bellidir. İmamın veleddallin dediğini
işitmek kâfidir. Zira şârih imamdan bu sözden sonra âmin demesini istemiştir.
Binaenaleyh hadisi şerif hükmi vücûdu mâlûm bir bağlamak kabilindendir. Her iki
tarafın delilleri mufassal kitablardadır. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse
imamdan uzak olurda onun okuduğunu hiç işitmezse âmin demez. Nitekim Bahır'da da
böyle denilmiştir. Yani âmin yerini işitmediği için âmin demesi gerekmez. Meğer
ki yukarda arz edildiği vecihle kendi gibi bir cemaatın âmin dediğim işitmiş
olsun. O zaman âmin der.
İkinci
hadisin tamamı şöyledir: «Zira melekler âmin derler. Bir kimsenin âmini
meleklerin âmin demesine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur..) Bu hadisi
Abdürrezzak, Nesaî ve ibn-i Hıbbân rivayet etmişlerdir. Nevevî'nin Müslim
şerhinde şöyle deniliyor: «Sahih ve doğrusu şudur ki murad âmin vaktinde
meleklere muvafakat etmektir. Bazıları sıfat, huşû ve ihlâsta muvafakat olduğunu
söylemişlerdir. Sonra bu meleklerin hafaza olduğunu söyleyenler ve hafaza
olmadığını söyleyenler vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) başka bir hadiste:
«Âmîni göktekilerin söylediğine tesadüf ederse ilh...» buyurmuştur.
Âmin
demek hadiste emir olunduğu için sünnettir. Bu kelimenin Kur'an'dan olmadığına
ulemâ ittifak etmişlerdir. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir En meşhur ve en
kasim okunuşu uzatarak âmîn şeklinde okumaktır. Âmîn diye çekmeden okumakta
meşhurdur. Manâsı kabul et demektir. T. imâle uzatarak okunduğu vakit yapılır.
Çekilmeyen yerde İmale mümkün değildir. İmâlenin hakikatı fethayı kesreye
kaydırarak okumaktır. Eşmûnî'nin târifine göre eliften sonra elif bulunursa yâya
kaydırılarak okunur.
Şârih
«namaz bozulmaz» ifâdesi ile sözünün sünnet nasıl ifâ edileceğine değil namazın
bozulmamasında olduğuna işâret etmiştir. Çünkü sünnet ancak med, kasır ve imâle
şekilleri ile hâsıl olur. Nitekim bunu Tahtavî'de rivayet etmiştir. Âmmin
demekle mezhebimizin müftabih kavline göre namaz bozulmaz. Çünkü bu şekil
kelimenin lügatlarından biridir. Kur'an'ı Kerim'de de mevcuttur. Bunu Vâhidî
rivayet etmiştir. Mânâsı Hulvânî'nin dediği gibi «İcâbetini dileyerek sana dua
ediyoruz.» demektir, Zirâ âmmîn dileyenler mânâsına gelir. Ulemamızdan bir
cemaat âmmîn şeklinin lügat olduğunu kabul etmemiş bununla namazın bozulduğuna
hüküm vermişlerdir. Bahır.
Bu
şekil Teâlâ Hazretleri kelimenin ikinci sureti âmin
nin
«Veyleke âmin Yazık sana iman et» kerimesinde mevcuttur. Nitekim İmdat'ta
bildirilmiştir. Kasırla emminü derse namaz bozulur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de
böyle bir kelime yoktur. Bazıları Eminü şeklinde okunursa dahi bozulacağını
söylemişlerse de bu söz götürür. Çünkü bu şekilKur'an'ı Kerim'de mevcuttur.
Teâla Hazretleri fein êminü buyurmuştur.
Hâ
Yani bundan dolayıdır ki Bahır ve Nahir sahipleri bu şekilden bahis
etmemişlerdir.
Emminü
okunduğu takdirde dahi namaz bozulur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de böyle bir kelime
yoktur. Şârih'in saydıkları sekiz veche olup bunların beşi sahih üçü namazı
bozar (sahih olanlar: âmin - êemin - eemin - âmmin - âmin'dir. Sahih olmayanlar
(emmin - emin - emmin kelimeleridir. Dokuzuncu bir şekil daha vardır ki o da
emmin' dir bu da namazı bozar. Çünkü Kur'an'ı Kerimde yoktur. Ben derim ki:
Sekizinci ile bu dokuzuncuyu Bahır sahibi zikir etmiş ve: «Bunların ikisinde
namazın bozulması ihtimalden uzak görülemez.» demiştir.
«Eğilirken
rükû için tekbir alır» sözü tekbirin eğilirken başlayıp sırt dümdüz olduğu zaman
biteceğini gösterir. Bazıları ayakta iken tekbir alınacağını söylemişlerdir.
Sahih olan birinci kavildir. Nitekim Müzmeratta'da öyle denilmiştir. Tamamı
Kuhıstanî'dedir. Kırâatı tekbire eklemenin misâli Allâhu ekber ve emmâ bini'meti
rakkike fehaddisillahu ekber' dir. Fehaddis kelimesinin son harfi et tâi sakinin
sebebiyle kesre okunur. H.
Kuhistânî'de
beyân edildiğine göre musannıfın «sonra rükû için tekbir alır.» sözü tekbirin
kıraatla birleştirilmeyeceğine delâlet eder. Ama bu bir ruhsattır. Efdâl olan
birleştirmektir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Ebu Yusuf'tan rivayet
olunduğuna göre, Ben bazan kıraatı tekbire eklerim. Bazan eklemem demiştir.»
Tatarhâniye'de
bu hususta güzel bir tafsilat vardır. Şöyle ki: Sûrenin sonu ve kebbirhu tekbirâ
gibi sena ile bitirse eklemek evlâdır.
değil
de:inne şâni eke hüvel ebter gibi biterse ayırmak evladır.
Durakta
durur. Fasılayı yapar sonra rükû için tekbir alır. Şârih «Bazılarına göre bunda
beis yoktur.» Sözü ile bu kavlın itimad edilmeyen kavil olduğuna işâret
etmiştir. İtimad edilen kavil «sonra eğilirken rükû için tekbir alır.» diyerek
işâret ettiğidir. Çünkü bu söz kıraâtın bütününü tamamladıktan sonra tekbir
alarak rükûa gidileceği hususunda açıktır, ve esah olan da budur. Binaenaleyh
şârih her iki kavle işaret ettiği gibi birincinin mu'temed ikincinin zaif
olduğunu en kısa ibâre ve en latif işâret ile göstermiş demektir. Şarih'in
kelamında ihmal yoktur. Nitekim Kemâl sahiplerine gizli değildir.
METİN
Ellerini
dizleri üzerine koyarak onlara dayanır ve kuvvet bulmak için parmaklarını açar.
Topuklarını birbirine yapıştırmak ve baldırlarını dik tutmak sünnettir. Sırtını
çantıları ile birlikte düz tutar başını da kaldırmaz ve eğmez. Rükû'da en az üç
defa tesbih eder tesbihi hiç yapmaz veya noksan bırakırsa tenzihen mekruh olur.
İZAH
Rükûda,
topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir. Ebu's Suûd: «Secde halinde de
böyledir. Bu sünnetler bahsinde de geçmiştir.» diyor. Sünnetler bahsinde geçen:
«Secde de topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir.» sözüdür. Şübhesiz ki bu
bir göz hatasıdır. Çünkü şârihimiz bunune Dürrü muhtârda ne de Dürr-ü Müntekâ da
zikir etmemiştir. Başkasının zikir ettiğini de görmedim. Evet: Olabilir ki bu
mânâ rükûdan anlaşılmıştır. Rükûda topukları bir birine yapıştırmak sünnet
olunca ondan sonra onları ayırmaktan bahis etmemişlerdir. Esası olan secde
halinde de yapışık kalmalarıdır.
Musannıfın
«ellerini dizleri üzerine koyar.» derken sünnettir. Sözünü de kullanması
gerekirdi. Tâ ki elleri dizlere koymak, üzerlerine dayanmak, parmakları açmak,
topukları yapıştırmak, baldırları dik tutmak, sırtı yaymak ve düz tutmanın hepsi
sünnet olduğu anlaşılsın. Nitekim Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Kuhistânî:
«Bazularını açarak, parmaklarını dikerek ibârelerini de ilâve etmek gerekir.
Çünkü bunlar da sünnettir.» demiştir. Nitekim Zahîdî'de zikir edilmiştir. Mi'rac
sahibi diyor ki: «Müçtebâ' da beyan edildiğine göre bunların hepsi erkek
hakkındadır».
«Kadına
gelince: O rükûda hafifçe eğilir, parmaklarını açmaz, bilakis toplar. Ellerini
sâdece dizlerinin üzerine koyar. Dizlerini büker, kollarını açmaz. Çünkü bunlar
onun örtünmesine daha elverişlidir. Veciz şerhinde hunsânın da kadın hükmünde
olduğu bildirilmiştir.» Baldırlarını dik tutmak sünnettir. Avamdan bir
çoklarının yaptığı gibi bunları kavisleştirmek mekruhtur. Bahır.
Rukû
tesbihlerini tamamen terk etmek veya noksan bırakmak kerahet-i tenzihiye ile
mekruhtur. Bu tesbih emrinin müstehap mânâsına alındığına göredir. Bahır.
Mi'rac'ta bildirildiğine göre ebu Hanîfe'nin tilmîzi ebu Mutî' Belhî: «Üç defa
tesbih farzdır.» demiştir. İmam Ahmed'e göre bir defa tesbih vacibtir. Nitekim
secde de tesbih, tekbirler, tesmî ve iki secde arasında dua da böyledir. Bunu
kasten terk ederse namazı bâtıl olur. Yanılarak terk ederse bâtıl olmaz.
Kuhistanî'de «vacip olduğunu söyleyenler vardır» denilmiştir. Bu kavil bizim
mezhebe göre üçüncü bir kavildir.
Hılye'de
beyân edildiğine göre tesbihin emir buyurulması ve devamla yapılması vacip
olduğunu takviye etmektedir. Binaenaleyh yanılarak terk edilirse secde-i sehiv,
kasten bırakılırsa namazını iâdesi lazım gelir. Bu bahiste allâme İbrahim Halebî
dahî Münye şerhinde Hılye sahibine uymuş Bahır sahibi ise bunlara şu cevabı
vermiştir: Peygamber (s.a.v.) bedeviye namazı öğretirken tesbihi söylememiştir.
Bu da emri vücûp mânâsına hükümden değiştirir. Lâkin Münye şerhinde Halebî böyle
bir itiraz yapılacağını hissederek şu cevabı vermiştir: «Biri çıkarda şöyle
diyebilir:
Bu
ancak namazda Rasulullah (s.a.v.)'ın bedeviye öğrettiğinden başka vacip yoksa
doğrudur. Fakat ona öğretmediği başka vacipler vardır. Meselâ: Fatiha'yı tayin
etmek zammı sûre yahud üç âyet okumak bedeviye öğretmediği vaciblerdendir.
Bunlar başka delille sabittir. Burada da niçin öyle oluvermesin!»
Hâsılı
rükû ve secdede üçer tesbih getirmenin lüzumu hakkında mezhebimizde üç kavil
vardır. Delil yönünden bunların en tercihe şayan olanı mezhebin kaidelerine göre
vacip olmasıdır. Binaenaleyh bu kavle itimad gerekir. Nitekim Kemâl İbn-i Hümâm
ile ona tabi olanlara rivayet yönünden rükûdan doğrulmanın, iki secde arasında
oturmanın ve bunların her ikisinde âza sükûnet bulacak kadar durmanın vacip
olduğuna itimad etmişlerdir. Bu yukarda da geçmişti. Rivayet yönünden ise en
şâyanı tercih kavil sünnet olmasıdır. Çünkü meşhur kitablarda söylenenbudur.
Ulema tesbihlerin üçten az bırakılması mekruh olduğunu üçden ziyâdenin ise tek
sayıda bitirmek şartiyle beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap
olduğunu söylemişlerdir. Ama bu imam olmayan hakkındadır. İmam olursa cemaata
bıkkınlık vermemek üzere uzatmaz.
Namazın
sünnetleri bahsinde ebu-l-Yüsr'un usulünden naklen demiştik ki: Sünnetin hükmü:
İfâsına teşvik terkinden dolayı zem olunmak birazda günaha girmektir. Bu söz
sünnet bırakılırsa tenzihden yukarı tahrimdende aşağı bir kerahet hâsıl
olacağını gösterir. Böylece Bahır sahibinin: «Burada ki kerahet-i tenzihidir.
Çünkü fiili müstehabtır.» Sözünün zaif olduğu meydana çıkar. Velev ki şârih ve
başkaları ona tâbi olmuş bulunsunlar.
T
E N B İ H: Rükû tesbihînde Subhâne rabbiyel azîm demek sünnettir. Ancak (za)
harfini söylemezse azîm yerine kerîm der tâ ki dili (azîm) deyivermesin çünkü
böyle derse namaz bozulur. Dürerül-Bıhar şerhinde de böyle denilmiştir. Bu
bellenmelidir. Çünkü avam bundan gâfildir (za) yerine (ze) yi söylerler.
METİN
Rükûu
yahud kırâatı gelen yetişsin diye uzatmak tahrimen mekruhtur. Yani geleni tanır
da uzatırsa mekruhtur. Aksi takdirde uzatmakta beis yoktur. Uzatmakla Allah'a
yaklaşmayı kast ederse bil'ittifak mekruh olmaz. Lâkin bu nâdirdir. Buna riyâ
meselesi derler. Ondan korunmak gerekir.
İZAH
Gelen
yetişsin diye kırâatı veya rükûu uzatmak kerâhati tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü
Bedâyi ve Zahîre'de imam ebu Yusuf'tan şu rivayet vardır: «Bu meseleyi ebu
Hanife ile ibn ebî Leylâ'ya sordum ikisi de mekruh gördüler. Ebu Hanîfe o
kimseye büyük bir şey lazım geleceğinden - yani şirkten - korkarım dedi.»
Hişâm'da İmam Muhammed'den bunu mekruh gördüğünü rivayet etmiştir. Kezâ imam
Malik'le yeni mezhebin imamı Şâfiî'den dahi mekruh gördükleri rivayet
olunmuştur.
Bazıları
İmamı A'zam'ın «müşrik olur.» Sözünden tevehhüme kapılarak o kimsenin kanının da
mubah olduğuna fetvâ vermişlerdir. Halbuki hazreti imam sâdece ameldeki şirki
kast etmiştir. Çünkü rükûun evveli ALLAH Teâla için idi sonu, gelen kimsenin
hatırı için olur. Ama gelen kimse için tezellül ve ibâdeti murad etmedikçe kâfir
olmaz. Meselenin tamâmı Hılye ve Bahır'dadır.
Son
oturuşu selâm vermeyip uzatmak dahi mekruhtur. Sirâc'ta bu mesele de ihtilâf
olduğu bildirilmiş ve bu husustaki sözün namaz kılan hakkında olduğuna işârette
bulunmuştur.
Namazdan
önce beklerse; Bezzaziye'nin ezan bahsinde şöyle denilmiştir: «Cemâat yetişsin
diye ikâmeti beklerse câizdir. Cemâat toplandıktan sonra bir kişiyi dahi
beklemek câiz değildir. Meğer ki huysuz ve yaramaz ola. «Yani geleni tanır da
uzatırsa» ifâdesi Münye şerhinde ekser ulemaya nisbet edilmiştir. Çünkü o zaman
bekleyişi ibâdet ve hayra yardım için değil dostluk için olur. Geleni tanımazsa
uzatmasında beis yoktur. Çünkü tâata yardım olur. Lâkin cemâatı sıkmayacak kadar
uzatmalı mu'tattan bir veya iki tesbih miktarı fazla durmalıdır.
Beis
yoktur sözü ekseriye yapılmasa daha iyi olur mânâsında kullanılır. Burada da
öyle olmakgerekir. Zira ALLAH'a ihlas bulunmamak şübhesiyle yapılan bir ibâdetin
terki şübhesiz efdaldir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Sona şübhe veren şeyi bırak,
şübhe vermeyeni yap» buyurmuştur. Şu da var ki bu rekata yetişmeye yardım için
de olsa bunda tembelliğe ve vakti gelmeden namaza hazırlanıp koşmayı terk etmeye
yardım eder. Binaenaleyh terki evlâdır. Ama kalbine bir şey gelmeksizin sırf
ALLAH'a yaklaşmak için uzatırsa mekruh olmaz. Bilakis efdâl bile olur. Lâkin
böylesi pek nâdir bulunur. ALLAH'a yaklaşmaktan murad rekata yetişmeye yardım
etmek de olabilir. Çünkü bunda Allah'a ibâdet için kullarına yardım vardır. Onun
için yukarda beyân ettiğimiz şübheden dolayı terki efdal olur. Burası Münye
şerhinden kısaltılarak alınmıştır.
Ben
derim ki: Rekata yetişmek için yardım kasti şer'an matlûp ve makbul bir şeydir.
Sabah namazında birinci rekatın uzatılması bil'ittifak meşrudur. Başka
namazlarda cemâata yardım için uzatmanın meşru olup olmaması ihtilaflıdır. Çünkü
sabah zamanı uyku ve gaflet zamanıdır. Nitekim sahâbe Peygamber (s.a.v.)in
fiilinden bunu anlamışlardır. Münye'de «imamın cemâata sünneti tamamlatmayacak
kadar işi acele tutması mekruhtur.» denilmiştir. Hılye'de Abdullah bin Mubârek,
İshak, İbrahim ve Sevrî'den naklen: «İmamın beş defa tesbih etmesi müstehabtır.
Tâ ki gelen üç tesbihe yetişebilsin.» denilmiştir. Bu izaha göre gelen kimseye
yardım kasdı ile beklemek, ona iyi görünmek veya utanmak gibi bir şey hatırına
gelmemek şartiyle efdaldir. Onun için Mi'rac'da El-Cemi-ul-Esgar'dan naklen o
imamın me'cûr olduğu nakledilmiştir. Çünkü Teâlâ hazretleri: «İyilik ve takvâ
hususunda birbirinize yardım edin.» buyurmuştur.
Tatarhaniye'nin
ezan bahsinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da bildirildiğine göre. bazı
kimseler yetişsinler diye ezanı geciktirmek ve kıraatı uzatmak haramdır. Bu
uzatıp geciktirmekte, cemâata usanç verecek derecede, dünya ehli olanlara meyl
ettiği vakittir. Hulâsa hayr ehline yardım için azıcık geciktirme mekruh
değildir.»
Tahtavî
şöyle diyor: «Anlaşılıyor ki imamın rükûu, tekbir alan bir kimse yetişecek kadar
uzatması ALLAH'a yaklaşmaktan ma'duttur. Çünkü imam o kimse yetişmeden başın
rükû'dan kaldırırsa gelen kimse o rekata yetişdim zanneder. Nitekim avâm
takımından bir çokları bunu yapar ve yetişdim zanniyle imamla birlikte selam
verir. İmam da namazını yeniden kılmasını veya tamamlamasını kendisine söylemeye
imkân bulamaz.»
METİN
Bilmiş
ol ki rükünlerde imama tabi olmanın lüzûmuna ibtina eden şeylerden bazıları
şunlardır: İmam rükû veya sücûttan başını cemaat üç tesbihi tamamlamadan
kaldırırsa cemaatın ona tabi olması vacibtir. Aksi de öyledir. Ve imamdan önce
başını kaldıran cemâat tekrar rükûa döner. Bu iki rükû sayılmaz. Ama cemaat
teşehhüdü bitirmeden selâm vermesi yahud üçüncü rekata kalkması böyle değildir.
Burada cemâat ona tâbi olmaz teşehhüd vacip olduğu için onu tamamlar. Fakat
tamamlamasa da câiz olur. Cemaat teşehhüd dualarını okurken imam selâm verirse
cemaat ona tabi olur. Çünkü bu dualar sünnettir. İnsanlar bundan gâfildir. Sonra
tesmî yaparak rükûdan başınıkaldırır.
Valvalciye'de
:«İmam nûnu lama tebdil ederek okursa namaz bozulur.» denilmiştir. Tesmî
cümlesinin sonunda cezimle mi yoksa hareke ile mi duracağı hususunda iki kavil
vardır.
İZAH
Namazın
vâcipleri bahsinde cemaatın imamı tâkibi hususunda yeteri kadar bahsettik.
Oradaki tahkikatımız neticesinde farz ve vaciplerde imamdan geri kalmamak
manasına takibin vacip, sünnetlerde sünnet olduğu anlaşıldı. Şu halde burada
«rükünlerde» diye kayıtlamak söz götürür. Halbuki rükû veya secdeden doğrulmak
ya vacip ya sünnettir. Şu da var ki musannıf burada imama tabi olmaktan bahis
etmedi ki sözü ona bina edilmiş olsun. Şârih'in buradaki «Cemâatın ona tabi
olması vâciptir.» Sözünü evvelce geçen «rukû'da üç defa tesbih eder.» ifâdesine
ibtina ettirmesi gerekirdi. Çünkü üç tesbih mezhepte meşhur ve mutemed olan
kavle göre farz veya vacip değil sünnettir. Binaenaleyh ondan dolayı vacip olan
mütabeat (yani imama tâbi olup onu takip) terk edilemez.
Cemâat
üç tesbihi tamamlamadan imam başını rükûdan veya secdeden kaldırırsa cemâatın
ona tâbi olması hususunda iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre
cemaatın imama tâbi olmaları vaciptir. Bahır'da da böyle denilmiştir. «Aksi de
böyledir.» Yani imam tesbihleri tamamlamadan cemâat rükû veya secdeden başını
kaldırırsa, imama tâbi olmaları yine vaciptir. Tekrar dönerek imamla birlikte
rükûu tamamlar. Dönmezse keraheti tahrimiye irtikâp etmiş olur. Rükûa dönmesi
iki rükû sayılmaz. Çünkü bu dönüş müstakil rükû yapmak için değil ilk rukûu
tamamlamak içindir. H.
Cemâat
teşehhüdü bitirmeden imam selâm verir veya üçüncü rekata kalkarsa o rekatı
imamla birlikte yetiştiremeyeceğinden korksa bile imama tâbi olmaz. Bunu Zahîre
sahibi açıklamıştır. Mutlak olan bu söz, imama ilk veya son teşehhüd esnasında
uyana da şâmildir. O oturduğu vakit imam kalkar veya selâm verirse cemaat olanın
teşehhüdü tamamlayıp kalkması iktiza eder. Ama ben bunu açık olarak bir yerde
görmedim. Sonra Zahire'de ebu-l-Leys'den naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bence
muhtar olan teşehhüdü tamamlamasıdır. Ama tamamlamazsa namazı câizdir.» Hamd
ALLAH'a mahsustur. «Fakat tamamlamasa da câiz olur.» Yani teşehhüdü tamamlamazsa
keraheti tahrimiye ile namazı sahihtir. Nitekim bunu Halebî söylemiştir. Tahtavî
ile Rahmetî onunla münâkaşa etmişlerdir. Münye şerhinin şu ifâdesinden anlaşılan
budur: «Hâsılı farz ve vaciplerde gecikmeden imamı tâkip etmek vaciptir. Buna
başka bir vacip engel olursa bırakması gerekmez. Bilâkis onu yapar. Sonra imamı
tâkip eyler. Çünkü o vacibi yapmak tamamiyle imamı takipten alıkoymaz Sâdece
geciktirir. Ama vacibi tamamen bırakırsa bu imamı tâkibi tamamen ortadan
kaldırır. Binaenaleyh birini biraz geciktirmek suretiyle iki vacibi birden ifâ
etmek birini tamamen bırakmaktan evlâdır. Ama sünnetin ârız olması böyle
değildir. Çünkü sünnetin terki vâcibi geciktirmekten
evlâdır.»
Ben
derim ki: Bu ibâreden anlaşıldığına göre teşehhüdü tamamlamak vâcip değil
evlâdır. Lâkin burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Burada vacip olan
mütâbeatın mânâsı geciktirmemektir. Binaenaleyh teşehhüdü tamamlamaktan
mütâbeatın tamamen terk edilmesi lazım gelir. Ve şöyle ta'lil gerekir: Mezkûr
mütâbeat ancak ona başka bir vacip ârız olmadığı zaman vacip olur. Nasıl ki
selâm almak vacibtir. Ama hutbe dinlemek te vacibtir. Bu vacip ârız olunca selâm
almak sâkıt olur. Bunun iktizasıda teşehhüdü tamamlamanın vacip olmasıdır. Lâkin
ta'lîlin aksi iddia edilerek şöyle denilebilir: Teşehhüdü tamamlamak ona imama
tâbi olmanın vücûbu ârizî olmadığı zaman vacibtir. Evet ulemanın «Ona tabi
olmaz.» sözleri teşehhüdü tamamlamanın hâlâ vacip olduğuna, imama tâbi olmanın
sukût ettiğine delâlet eder. Çünkü namaz kılanın içinde bulunduğu fiil ondan
sonra ârız olacak fiilden daha kuvvetlidir. Zahîreye'den naklettiğimiz de
böyledir. Şu halde ulemanın «fakat tamamlamasada câiz olur.» sözlerinin mânâsı
kerahet-i tahrimiye ile sahih olur demektir. Teşehhüd vaciptir diye ta'lilleride
bunu gösterir. Çünkü imama tâbi olmak ta vâcip olsaydı bu ta'lil sahih olamazdı.
Teşehhüd
duaları salavâta şâmildir. Münye şerhinde de böyle açıklanmıştır.
Tesmî
yapmaktan murad: Semiallahülimen Hamideh demektir. Bundan anlaşılır ki rükûdan
doğrulurken tekbir almaz. Muhit'te buna muhâlif olarak tekbir almanın sünnet
olduğu bildirilmiş ve «Tahâvî bununla amel tevatüren sabittir. Çünkü Peygamber
(s.a.v., Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Ebu Hüreyre (Radıyellâhü anhüm) her eğilip
doğruldukça tedbir alırlardı» diye iddia edilmiş olsa da bu sünnettir. Mi'rac
sâhibi kendisine cevap vermiş: «Tekbirden murad bütün rivayet, eser, ve
haberlerde ALLAH Teâlâyı ta'zîm bildiren zikirdir.» demiştir. Nûnu lâma
çevirerek okumak limen hamd yerine limel hamd demekle olur. Bu namazı bozar.
Lâkin Münyet-ül-Musallî'nin namazda yanılanlar bahsinde: «Namazın bozulmaması
ümid edilir.».. denilmiş ayni eserin şerhinde Halebî «Mahreç yakın olduğu için»
diyerek bozulmamanın illetini göstermiştir. Anlaşıldığına göre bunun hükmü
pelteğin hükmü gibidir. Kınye sahibi bunu beğenmiş hatta Hılye'de: «Hulvanî'nin
beyânına göre sahabeden bazıları bunu Peygamber (s.a.v.)'den rivayet
etmişlerdir. Böyle okumak bazı Arab kabilelerinin lehçesidir.» denilmiş sonra
En'amte - dinüküm - vemenfûşü kelimelerindeki nun'ların lame tebdili ile namazın
bozulması lazım gelip gelmeyeceği hususunda ulemanın ihtilaf ettiklerini
Haddâdî'den nakletmiştir.
«Tesmî
cümlesinin sonunda cezmle mi yoksa hareka ile mi durulacağı hususunda iki kavil
vardır.» Hamidehu kelimesinin sonundaki hê'nin durak için geldiğini söyleyenlere
göre hamideh diyerek cezmle durur. Hê zamirdir; diyenlere göre onu hareke ve
işbâh ile okur. Fetevâ-i sofiye'de ikinci şeklin müstehap olduğu bildirilmiştir.
Şârihin Fetevâ-i Sofiye muhtasarında bildirildiğine göre Muhitin ifâdesinden
anlaşılan tehayyür «yani okuyanı muhayyer bırakmak»dır. Sonra şöyle demiştir:
«Bu hâ zamir değil isimdir. Binaenaleyh hiç bir suretle sâkin okunamaz. Bu vecih
daha beli' dır. Çünkü ALLAH'ın isimlerinde izhâr ızmardan (yani ismi söylemek
zamirle ifâde etmekten» daha ziyâde ta'zim ifâde eder. Bustî'nin tefsirinde
böyle denilmiştir.
Muhit'te:
«Çünkü Hâ yı harekelemek daha ağır ve meşekkatlidir. İbâdetin efdali ise
meşekkatli olanıdır.» cümlesi ziyâde edilmiştir. Hâsılı kavaid iktizâsı Ha durak
içinse sâkin okunur. Zamir iseharekelenmez. Yalnız cümle arasında harekelenir.
Durulduğu vakit harekeleneceğini söyleyenlerin murâdı: Kırâat imamlarınca meşhur
olan revm olmak ihtimâli var. Bu Hâ nın bazı sofiyyenin dedikleri gibi ALLAH
teâlânın isimlerinden biri olduğu sübût bulursa hiç bir suretle sâkin okunması
doğru olamaz. bilakis zamme ve işba'la okunması gerekir. Tâ ki sâkin vâv meydana
çıksın.
Seyyid-i
Abdülgânî'nin bir risalesi vardır ki orada Sofiyyenin mezhebini tahkik etmiş hu
kelimesinin onların ıstılahında galebe yolu ile ALLAH Teâlâ'ya alem (yani özel
isim) olduğunu bunun bir zamir olmayıp zâhir isim sayıldığını bildirmiştir.
Seyyid-i Abdülganî bunu bir cemaattan nakletmiştir ki bunlardan bazıları sâm,
(Beyzâvî hâşiyesinde) Fâsi, (Delâil şerhinde) İmam Gazâlî, Cîli ve başkalarıdır.
Fakat burada maksadın bu olduğu zâhirin hilâfınadır. Onun için Mi'rac sahibi
Fevâid-i Hamidiye'den naklen: Hamideh kelimesindeki hâ durak ve istirahat
içindir. Zamir hâ sı değildir. Mutemed ulemadan böyle nakledilmiştir.
Müstesfâ'da Hâ nın zamir olduğu bildirilmiştir. Tatarhâniye'de ise: «Enfe'da
bildirildiğine göre hâ durak ve istirahat içindir.» denilmiş, Hüccet'de bunun
cezmle okunacağı hareke gösterilmeyeceği ve hüve şeklinde de telaffuz
edilmiyeceği açıklanmıştır.»
METİN
İmam
sâdece tesmi ile yetinir. İmameyn «Ona gizlice tahmidi de katar.» demişlerdir.
İmama uyan da tahmidle yetinir. Tahmidin en fazîletlisi «Allahümme Rabbenâ
velekel hamd» demektir. Sonra vâyı hazf ederek söylemek gerekir. Ondan sonra
yalnız Allahümme'yi hazf ederek söylemek gelir. Mûtemed kavle göre yalnız kılan
kimse tesmî ve tahmidin ikisini de yapar. Rükûdan doğrulurken tesmîi
doğrulduktan sonra da tahmîdi yapar. Ve dümdüz durur. Çünkü evvelce geçtiği
vecihle bu ya sünnet ya vacip veya farzdır. Sonra secdeye inerken tekbir alır ve
evvela dizlerini yere koyarak secde eder. Çünkü dizleri yere yakındır. Sonra
ellerini yere koyar. Ancak bir özür bulunursa koymayabilir. Sonra evvelce
görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından yüzünü iki elinin arasına koyar.
Bunu rekatın sonunu başına kıyas ederek ve kıbleye dönmek için el parmaklarını
bir yere toplayarak yapar. Kalkarken aksini yapar.
İZAH
İmameyne
göre imam rükû'dan doğrulurken tesmîi âşikar yaptığı gibi gizlice tahmîdi de
yapar, bu kavil imam-A'zam'dan da rivayet olunmuştur. Fadlî Tahavî ve
müteehhirinden bir cemaat bu kavle meyl etmişlerdir. Hâvil Kudsî sahibi onu
tercih etmiş Nur-ul-İzah'da dahi bu kavil üzere yürünmüştür. Lâkin metinler İmam
A'zam'ın kavline göre yazılmıştır. Tahmidin en faziletlisi Allahümme rabbenâ
velekel hamd ! demektir. Ondan sonra fazîletçe vâvı atarak Allahümme rabbenâ
lekel hamd, Ondan sonra yalnız Allahümmeyi atarak Rabbenâ velekel hamd, ondan
sonra da Rabbenâ lekel hamd, gelir Mutemed kavle yalnız kılan kimse tesmî ile
tahmidin ikisini de yapar. Bu husustaki üç sahih kavlin mutemed olanı budur.
Şârih Hazâin'de bu kavlin esah olduğunu söylemiştir. Hidâye, Mecmâ, ve
Mültekâ'da dahi böyle denilmiştir.
İkinci
kavi imama uyan gibi olmasıdır. Mebsût'da bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir.
«Yani yalnıztahmidi yapar.»
Üçüncü
kavil imam gibi olmasıdır. (Yani yalnız tesmîi yapar) Sirâc sahibi
Şeyh-ul-İslâm'a nisbet ederek bu kavlin sahih olduğunu söylemiştir. Bakânî:
«Mutemed olan birinci kavildir.» demiştir.
Rükûdan
doğrulduktan sonra dümdüz durmaktan maksad tâdili erkândır. Nitekim İnâye'de
bildirilmiştir. Bu ifâde te'kid için getirilmiştir. Çünkü mutlak kıyâm ancak
vücudun ait ve üst kısmının doğrulmasiyle olur ekseriyetle halk bundan gâfil
olduğu için musannıf bu te'kidi yapmaya mecbur kalmıştır.
Tâdili
erkân İmam A'zam'la İmam Muhammed'e göre sünnet, Kemâl ibn-i Hümâm'la
tilmizî'nin tercihine göre vacip İmam ebu Yusuf'a göre farzdır. Bu kavlı Tahâvî
uç imamdan nakletmiştir.
Secdeye
inerken tekbir almaktan murad: İnme hareketinin başında tekbire başlayıp sonunda
bitirmektir. Secdeye inmek için dümdüz doğrulmak gerekir. Beli doğrulmadan
secdeye inerse namaza bir rükû daha ilave etmiş olur. Tatarhâniye'nin sözü buna
delâlet eder. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse namaz kılarda konuştuktan
sonra bir rükû terk ettiğini hatırlarsa bakılır. Ulema ve ehli takvâ namazı
kılmışsa o namazı tekrarlar. Avam namazı kılmışsa tekrarlamaz. Çünkü takvâ
sahibi âlim iyice doğrularak secdeye gider. Avamdan olan bir kimse ise eğilerek
secdeye iner. Bu ise rükû'dur. Çünkü biraz eğilmek rükûdan hesap edilir.»
Secdeye
inerken evvelâ dizlerini sonra ellerini sonra yüzünü yere koyar. Buradaki tâdil
erkâna da riâyet eder. Yere evvelâ sağ dizini sonra sol dizini koyar. Nasıl ki
Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Lâkin Hazâin'de böyle denilmeyip: «evvelâ
dizlerini sonra ellerini yere koyar, meğer ki mestten veya başka bir şeyden
dolayı beraberce yere koymak güç gele! Bu takdirde ellerinden başlar ve önce sağ
elini yere koyar.» denilmiştir. Bedâyî, Tatarhâniye, Mirac, Bahır ve diğer
kitablarda da böyle denilmiştir. Bu sözün müktezâsı. Evvela sağ eli yere koymak
ancak elleri dizlerden önce yere koymaya sebep olan bir özür bulunduğu
takdirdedir. Dizleri koyarken sağdan başlamak yoktur. Anlaşılan budur. Çünkü
bunda güçlük vardır. «Sonra evvelce görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından
yüzünü iki elinin arasına koyar.» Evvelce görüldüğü vecihleden murad: Yere yakın
olmasıdır. Şârihin ibâresi bahırdan alınmadır. Lâkin Bedâyi'de şöyle
denilmiştir: «Sünnetlerden biri de evvelâ alnını sonra burnunu yere koymaktır.
Bazıları evvelâ burnunu sonra alnını yere koyacağını söylemişlerdir.
Tatarhaniye'de ve Tahavî şerhinden naklen Mi'rac'da dahi böyle denilmiştir. Bu
evvelâ alın yere konulur diyenlerin kavline itimad edileceğini, aksini
söyleyenler bazı kimselerden ibâret olduğunu gösterir.
Secde
ellerin arasına yapılır. Öyle ki başparmakları kulakları hizâsına gelmelidir.
Kuhistânî'de de böyle denilmiştir. İmam Şâfii'ye göre ellerini omuzlarının
hizasına koyar. Birinci kavil Müslim'in Sahihinde, ikincisi Buharî'nin
sahihindedir. Muhakkıklardan Kemâl ibn-i Hümâm bunların ikisininde sünnet
olduğunu tercih etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zaman zaman her ikisini
yapmıştır. İbn-i Hümâm: «Şu kadar vardır ki birinci kavil efdâldir. Çünkü onda
sünnet olan kollarını açmak vardır.» demiştir. Münye ve Şurunbulâlîye şârihleri
de kendisini tasdik etmişlerdir.
Rekatın
sonunu başına kıyâs etmekten murad: Namaza niyetlenirken başını nasıl ellerinin
arasına alırsa secde de dahi öyle yapar demektir. Geri kalan rekatlar ilk rekata
mülhaktır. Parmaklarını da birbirine yapıştırır. Zeyleî ve diğer kitablarda
bildirildiğine göre parmakları birbirine yapıştırmak yalnız burada, birbirinden
ayırmak ta yalnız rükûda menduptur. Parmakları kıbleye çevirmenin en iyi yoluda
budur. Çünkü onları aralasa baş parmakla küçük parmak kıbleden başka tarafa
doğru dönerler. Bu ta'lili Hazâin şârihi Şumunnî ve başkalarına nisbet etmiş ve
şunları söylemiştir: «Bahırda bunu ta'lil ederken rahmet secdede iner. Parmaklar
bir araya toplanmakla daha çok rahmet elde edilir. denilmiştir.» «Kalkarken
aksini yapar.» yani secdeden evvela yüzünü sonra ellerini, sonra dizlerini
kaldırır. Acaba evvelâ burun yere konur diyenlere göre secde de evvelâ burun mu
kaldırılır? Hılye sahibi: «Bu hususta açık bir kavle rastlamadım.» demiştir.
METİN
Burnuna
yani burunun serî yerine ve alnına secde eder. Alnın uzunluğuna hudud şakaktan
şakağa. genişliğine hududu kâşların dibinden kafa kemiğine kadardır. AInın
ekserisini yere koymak vaciptir. Bazıları az da olsa bir kısmını yere koymak
nasıl farz ise ekserisini yere koymak da farzdır demişlerdir. Secde halinde
alınla burunun birisini yere koymakla yetinmek mekruhtur. İmameyn özürsüz olarak
sadece buruna secde etmenin câiz olmadığını söylemişlerdir. İmam A'zam'ın dahi
bu kavle döndüğü sahihtir. Fetvâ buna göredir. Nitekim biz bunu Mültekâ
şerhinden yazdık.
İZAH
Burunun
yalnız yumuşak yerine secde etmek bil'ittifak câiz değildir. Bahır alnın
kitabımızda çizilen hududunu Hazâin şârihi Tecnis'den naklen Münye şerhine
nisbet etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bazıları alnın hududu başın ön
tarafından iki yanının arasıdır, demiş. Bir takımları kaşların üstünden saç
biten yere kadar olduğunu söylemişlerdir. Bu daha açıktır. Mânâ birdir.» Alnın
ekserisini mi yoksa az da olsa bir kısmını mı yere koymak farz olduğu hususunda
ihtilaf edilmiştir.
Burada
iki kavil olup tercih edilenine göre alnın az da olsa bir kısmını yere koymak
farzdır. Ekserisini yere koymak vacibtir. Çünkü buna Rasûlullah (s.a.v.) devam
buyurmuştur. Mi'rac'da beyân edildiğine göre secde de alnın her tarafını yere
koymak bil'ittifak şart değildir. Az da olsa bir kısmına secde etmekle yetinmek
caizdir. Şârih Mültekâ şerhinde şöyle demiştir: «İmam A'zam'ın bu kavle döndüğü
sahihtir. Nitekim Burhan' dan naklen Şurunbulâlî'de dahi böyle denilmiştir.
Fetvâ buna göredir. Mecme'da, ve şerhlerinde keza Vikâye'de ve şerhlerinde,
Cevhere, Sadr-'ş-Şeria. Aynî Bahır, Nehir ve diğer kitablarda dahi böyle
denilmektedir.» Allâme Kâsım'ın sahih kavli bildirirken söylediğine göre
imameynin kavli İmam A'zam'dan bir rivayettir. Ve fetvâ buna göredir. Ama bu
kavli İbn Hümâm Fetih'de müşkil görmüş: «Yalnız burun üzerine secde etmekle
yetinmek câiz değildir. Demekten kitap üzerine haber-i vahidle yani: Ben yedi
kemik üzerine secde etmekle me'mur oldum. Hadisi ile ziyâde lazım gelir.»
demiştir.
Kemâl
ibn-i Hümâm sözüne devamla şunları söylemiştir: «Hak şudur ki bu hadisin ve
alınla burun üzerine secdeye devam buyurmasının müktezası bunun vacip olmasıdır.
İmam A'zam'ın kavlikerahet-i tahrimiyeye imameynin kavlide her ikisinin vücûbuna
hamledilirse hilâf ortadan kalkar.» Münye şârihi bunu tasdik etmiştir. Bahır
sahibi dahi bunu tasdik etmiş ve ilâveten şöyle demiştir: «Delil burnun üzerine
dahi secde etmenin vâcip olmasını iktiza eder. Nitekim Kenz ve musannıfın
sözlerinden anlaşılan da budur. Zira kerahet mutlak söylenirse kerahet-i
tahrimiye anlaşılır. Müfîd ve Mezid'de bu açıklanmıştır. Bedâyi, Tühfe ve
İhtiyar'da «burunun üzerine secdeyi terk etmek mekruh değildir.» denilmişsede bu
kavil zaiftir.»
METİN
Ayni
eserde: «Ayak parmaklarını velev bir tanesini olsun kıbleye doğru yere koymak
farzdır. Aksi takdirde namaz câiz değildir. Halk bundan gafildir.» demiştik.
Nitekim sarığının katı üzerine secde etmek de tenzihen mekruhtur. Meğer ki
özürden dolayı ola. Velev ki bize göre sağrının katı alnının bütünü veya bir
kısmı üzerinde bulunmak şartiyle secde sahih olsun nasıl ki yukarıda geçti.
İZAH
Ayni
eserde yani Mültekâ şerhinde kezâ Hidâye'de ayak parmaklarının bir tanesini
olsun yere koymanın farz olduğu bildirilmiştir. Her iki ayağın yere konmasını
ise Kudûrî secde de farz olduğunu söylemiştir. Secde ederde iki ayağının
parmaklarını yerden kaldırırsa namaz câiz değildir. Bunu Kerhî ve Cessâs'da
söylemiştir. Bir ayağını yere koyarsa caizdir. Kâdıhân mekruh olduğunu
söylemiştir. İmam Timurtaşî'nin bildirdiğine göre farz olmamakta eller ve
ayaklar müsâvidir. Şeyh-ul-İslâm'ın Mebsûtun' da kezâ Nihâye ve İnâye'de
söylenenlerde buna delâlet eder. Müçtebâ sâhibi şunları söylemiştir:
«Ben
derim ki: Kerhî'nin muhtasarı ile Muhît ve Kudurî'den anlaşıldığına göre
ayaklarından birini yerden kaldırırda diğerini kaldırmazsa namaz câiz değildir.
Ben bazı nushalarda bu hususta iki rivayet olduğunu gördüm.»
Feyz
ve Hulâsa sahipleri bir ayağın kalkmasiyle namaz câiz olur kavlini tercih
etmişlerdir. Bu suretle meselede üç rivayet hasıl olmuştur. Birinci rivayete
göre; ayakları yere koymak farzdır. İkinci rivayete göre; bir ayağını yere
koymak farzdır. Üçüncü rivayete göre; ayakları yere koymak farz değildir.
Anlaşıldığına göre sünnettir. Bahır sahibi Şeyh-ul-İslâm'ın ayakları yere koymak
sünnettir. Dediğini söylemiştir. Binaenaleyh keraheti tenzihi olur. İnâye sahibi
bu üçüncü rivayeti tercih ederek: «Hak budur.» demiş; Dürer sahibi de onu tasdik
etmiştir. Bu kavlin izâhı şudur: Secdenin tahakkuku ayakları yere koymağa bağlı
değildir. Binaenaleyh ayakları yere koymanın farz olması kitap üzerine haber-i
vahidle ziyade demek olur. Lâkin Münye şârihi bunu red etmiş ve: «İnâye
sahibinin hak budur demesi haktan uzaktır. Zıddı daha haktır. Çünkü ona yardım
edecek bir rivayet olmadığı gibi dirayette de onun sözünü kabul etmez. Zira
farza ulaşmak ancak bir şeyin mevcud olmasına bağlı ise o şeyde fazdır.
İmamlarımızdan gelen rivayetler elleri ve dizleri secde halinde yere koymanın
sünnet olduğunu gösterdiğine, farz olduğuna delâlet eden hiç bir delil
bulunmadığına göre ayakları yahud ayaklardan birini yere koymanın farz oluşu
alnını yere koymaya imkân bulabilmek zaruretinden dolayı taayyün etmiştir. Bu
imamlarımızdan rivayet gelmemişolduğuna göredir. Halbuki bu hususta onlardan
rivayet çoktur. Mecmâ şarihinin sözleri de bunu te'yid eder.
Mecmâ
şârihi secde de el ve dizlerin yere konmasının sünnet olduğuna şöyle istidtâl
etmiştir: Secdenin hakikatı yüz ve ayakları yere koymakla hâsıl olur... ilh.
Kezâ kifâye'de Zâhidî'den naklen zahir rivayet Kerhî'nin muhtasarında
söyledikleridir. Sirâc sâhibi kat'î olarak bunu kabul etmiş ve secde halinde
ayakların kaldırılması câiz olmadığını, birinin kaldırılması caiz olduğunu
söylemiştir. Feyz'de «bununla fetvâ verilir.» denilmiştir. Şu da var ki Hılye
sâhibi: «Yukarda geçene göre en uygunu vâcip olmasıdır. Bunun delili zikri geçen
hadistir.» demiştir. Yani üstadının incelediği şekilde istidlâli kast etmiştir.
O secde halinde ellerle dizlerin yere konmasının vâcip olduğuna istidlal
etmiştir. Bu kavlin bu husustaki kaviller arasında en âdil olduğunu yukarda
görmüştük burada da öyledir. Ve ayakları yere koymak dahi vacip olur. Bahır ve
Şurunbulâliye sahibleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir.
Ben
derim ki: Sâbık iki rivayetin her birini buna hamletmek mümkündür. Kerhi ve
diğerlerinin ayakları kaldırmak câiz değildir sözü sahih değildir mânâsına
alınmayıp helâl değildir mânâsına alınır. Timurtaşî ile Şeyh-ul-islâm'ın
ayakları yere koymak farzdır. Sözleri de vücûbe münâfi değildir. Kudûrî'nin
farzdır sözünü te'vil de mümkündür. Çünkü farz kelimesi bazen vacibe de ıtlak
olunur.
Yukarda
geçen Münye şerhinin söyledikleri incelemeye değer. Çünkü alnını yere koymak
ayakları yere koymaya bağlı değildir. AInını yere koymanın dizlerle ellere bağlı
olması daha kuvvetlidir. Binaenaleyh başka uzuvların değil de ayakları yere
koymanın farz oluşu dâvâsı mürehcihsiz tercihtir. Kuvvetli rivayetler sâdece
caiz olmadığı hususundadır. Farz olduğu hususunda değildir. Nitekim ulemanın
sözlerinden anlaşılan da budur. Câiz olmamak söylediğimiz gibi vücûbe sâdıktır.
Farz tabiri Kudûrî'den başkasından nakledilmemiştir. ALLAH'u âlem Bahır sahibi
bundan olayı: «Kudurî ayakları yere koymanın farz olduğunu söylemiştir. Fakat bu
kavil zaiftir.» demiştir.
Hâsılı
mezhebin kitablarında meşhur olan ayakları yere koymanın farz oluşudur. Delil ve
kaideler yönünden tercih edilen ise farz olmadığıdır. Onun içindir ki İnâye ve
Dürer'de «hak budur» denilmiştir. Sonra en iyisi farz değildir tâbirini vâcip
değildir mânâsına hamletmektir. ALLAH'u âlem.
Bezzâziye
sâhibi diyor ki: «Burada ayakları yere koymaktan murad: Parmakları yahud ayağın
bir cüzünü koymaktır. Bir parmağını yahud parmaksız olarak ayağının sırtını yere
koymuş olsa bunu ayaklarından biriyle koyarsa sahihtir. Aksi takdirde sahih
olmaz.» Münye şârihi bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Bundan anlaşılır
ki parmakları yere koymaktan murad onları kıbleye doğru çevirmektir. Tâ ki
üzerlerine basabilsin, böyle olmazsa ayağının sırtını yere koymuş olur. Ulema
bunu muteber saymamışlardır. Bu dikkat edilmesi gereken şeylerdendir. Çünkü
insanların ekserisi bundan gâfildirler.»
Ben
derim ki: Bu mesele söz götürür. Feyz sahibi şunu söylemiştir:
«Bir
kimse parmaklarını değilde ayağının sırtını yere koyarsa meselâ yer dar olur
yahud ayaklarını birbirinin üzerine koyarda yer darlığından dolayı biri yere
temas eder öteki temas etmezse câizdir. Nitekim bir ayak üstünde dursa hüküm
budur yer dar değilse mekruh olur.» Bu söz ayağın sırtının yere konması itibara
alınacağı hususunda açıktır. Bizim sözümüz ise özürsüz kerahet hakkındadır.
Parmakları kıbleye çevirmenin şart olduğu hususunda serahat yoktur. Açıklanan
husus onları kıbleye çevirmenin sünnet olmasıdır. Bunun terki mekruhtur.
Bercendî ile Kuhistânî'de de böyle denilmiştir. Tamamı az ileride musannıf
sözünde gelecektir.
«Velev
ki bize göre sarığının katı alnının bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunmak
şartiyle secde sahih olsun.» Şurunbulâliye'nin: «yanı bazı bilgisizlerin yaptığı
gibi sarığının katlarından biri' alnına iner bütünü inmezse ilh...» sözünün
mânâsı budur. Bütünü inmezse sözünün mânâsı bizim dediğimiz gibidir. Yoksa alnın
üzerinde birden fazla kat varsa üzerine secde câiz olmaz, mânâsına değildir ki
itiraz edilerek illet yerin sertliğini bulmaktır. Binaenaleyh bu sarığın bir
katı ile kayıtlanamaz denilebilsin zira bu mânâyı kimse hatırına getirmez.
Şurunbulâli'nin muradı bizim söylediklerimiz olduğuna ibâresinin sonu delâlet
etmektir. Orada şöyle demiştir: «Bu söylediklerimizle güzel bir tenbihde
bulunmuş oluyoruz, ki o da şudur: Sarığın katı üzerine secdenin câiz olması kat
alnın bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunduğuna göredir. Ama sadece başı
üzerinde bulunurda onun üzerine secde eder ve alnı yere değmezse alın yere
değmek şarttır diyenlere göre sahih olmadığı gibi mukabilini söyleyenlere görede
burnu yere değmediği vakit sahih olmaz.
Nitekim
yukarda geçti ifâdesinden murad «bazıları az da olsa bir kısmım yere koymak
nasıl farz ise ekserisini yere koymakta farzdır. demişlerdir.» Sözüdür.
METİN
Ama
sarığın katı başının üzerinde olurda sadece onun üzerinde secde ederse yani alnı
yere değmezse veya burnu değmek kâfidir. Diyenlere göre burnu yere değmezse
sahih olmaz. Çünkü secde yerine yapılmamıştır. Secdenin sahih olması için yerin
temizliği ve sertliğini duymasıda şarttır. İnsanlar bundan gâfildirler. Yeninin
veya elbisesinin eteğinin üzerine secde ederse o secde ettiği kısım temiz olmak
şartiyle câizdir. Aksi takdirde temiz bir şey üzerine secdeyi tekrarlamadıkça
câiz değildir. Secdesini temiz bir şey üzerine tekrarlarsa bil'ittifak sahih
olur. Bedenine bitişik olan her şeyin hükmü böyledir. Esah kavle göre velev ki
avucu gibi bir cüz'ü olsun. Özürden dolayı ise velev ki uyluğu olsun özürden
dolayı yahud özürsüz olarak dizine secde etmesi câiz değildir. Lâkin Halebî
dizininde uyluğu gibi olduğunu doğrulamıştır.
İZAH
«Çünkü
secde yerine yapılmamıştır.» Secdenin yeri alınla burundur. Yerin sertliğini
duymak şöyle izah olunur: «Secde eden kimse ne kadar mübâlega gösterirse alnı
bulunduğu halden daha aşağı inmezse o yerin sertliğini bulmuştur. Binaenaleyh
kilim, hasır, buğday, arpa, karyola gibi şeyler yer üzerinde olursa üzerlerine
secde câizdir. Hayvan üzerinde olursa câiz değildir. Nitekim ağaçlararasına
gerilen yaygı üzerine secde câiz olmadığı gibi, çuvallarda olmadıkça darı ve
pirinç gibi. hububat üzerine, yumuşak kar ve çimen üzerine secde câiz değildir.
Meğer ki sertliğini duymuş ola.
Buradan
anlaşılıyor ki pamuk şiltenin üzerine secde câiz olmak için altındaki yerin
sertliğini duymak şarttır. Bir çok insanlar sarığın katı ve şilte gibi şeylerin
üzerine secde caiz olmak için yerin sertliğini duymanın şort olduğunu bilmezler.
Yen veya etek üzerine secdenin sahih olması, o parçanın namaz kılan kimseye tâbi
sayılması namaza mâni sayılmamasını gerektirdiği içindir. O kimse sanki arada
mâni yokmuş gibi secde etmiş olur. Ve eli ile mushafa dokunması câiz olmadığı
gibi yeni ile dokunmakta câiz olmaz. «Secdesini bir tek şey üzerine tekrarlarsa
bil'ittifak sahih olur.»
Ama
ben bu meselenin hassaten bir yerde nakledildiğini görmedim. Yalnız Sirâc'ta
buna delâlet eden sözler gördüm. Orada şöyle denilmiştir: «Pislik secde edeceği
yerde olursa İmam A'zam'dan iki rivayet vardır. Birinci rivayete göre namazı
câiz değildir. Çünkü secde kıyâm gibi bir rükündür. Ebu Yusuf, Muhammed ve
Züfer'de buna kaildirler. Çünkü onlara göre alnını yere koymak farzdır. Alın
dirhem miktarından fazladır. Bunu namazda kullanırsa câiz olmaz. O secdeyi temiz
bir yere tekrarlarsa üç imamımıza göre câiz olur. İmam Züfer'e göre caiz olmaz
namazı yeniden kılması gerekir.
İmam
A'zam'dan ikinci rivayete göre o kimsenin namazı caizdir. Çünkü ona göre secdede
vacip olan burnun kenarını yere koymaktır. Bu ise dirhem miktarından azdır.» «O
secdeyi temiz bir yere tekrarlarsa» cümlesi şârihin söylediklerine evleviyetle
delâlet eder. Çünkü burada söz arada mâni bulunmaksızın necaset üzerine yapılan
secde hakkındadır. Lâkin Münye ve şerhinde buna muhâlif sözler gördüm. Orada
şöyle denilmiş: «Pis bir şey üzerine secde ederse tarafeyne göre sonra o secdeyi
temiz bir yer üzerine tekrarlasın tekrarlamasın namazı bozulur. İmam Ebu Yusuf
temiz bir şey üzerine tekrarlarsa namazı bozulmayacağını söylemiştir. Bu söz
necis üzerine secde etmekle ona göre namaz değil secde bozulduğuna binâendir.
Tarafeyne göre namaz bozulur. Çünkü namazın bir cüzü bozulmuştur. Namaz
parçalanmayı kabul etmez.
İmdâd-ül-Fettah'ta:
«Zâhir rivayeye göre secdeyi temiz bir şey üzerine tekrarlarsa sahih olmaz. İmam
ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna göre caizdir.» denilmiştir. Mecmâ, Manzume,
kâfi, Dürer, Mevâhip ve diğer kitaplarda ve kezâ Menâr, Tahrir, Usul
fahrul-İslâm gibi usul fıkıh kitablarında hilâfın bu şekilde olduğu zikir
edilmiştir. Sirac'da zikir edildiği şekildeki hilâfı ise Tahrir şârihi Kerhî'nin
muhtasarı üzerine yazılan Kudûrî şerhine nisbet etmiş Hılye sâhibi ise Zâhidî'ye
ve Nevâdir' den naklen muhîte nisbet ederek şöyle ta'lilde bulunmuştur: «Alnını
yere koymak hakikaten necaseti kullanmak suretiyle olmamıştır. Bu sebeple
necaseti taşımak derecesinden düşmüştür. Namazı bozmaz lâkin itibarı
kalmamıştır. Ama bize Sirac'takinin Nevâdirin rivayeti olması kâfidir.
Umumiyetle kıtabların naklettikleri zahir rivayedir. Nitekim imdâd'tan naklen
yukarda geçti. Hılye ve Bedâî sahipleri de bunu açıklamışlardır. Ulemanın hilâf
nakil etmeksizin elbise, beden ve mekânın temiz olmasını şart koşmalarıda bunu
teyit eder.
Bir
kimse namaza başlarken pis bir yere dursa namazı mün'akit olmaz. Hâniye'de:
«Namaz kılan kimse temiz bir yere dururda sonra pis yere intikal eder; sonra
yine ilk yerine dönerse pisliğin üzerinde en az bir rükün edâ edecek kadar
durmadığı takdirde namazı câiz olur. Aksi takdirde namazı câiz değildir.»
denilmiştir. Bütün bu izahat secde ve kıyâmın pislik üzerine ayırıcı bir mâni
bulunmaksızın doğrudan doğruya yapıldığına göredir. Fetih'ten
naklettiklerimizden biliyorsun ki ulema bitişik olan mânî saymamışlardır. Çünkü
o namaz kılan kimseye tâbidir. Onun içindir ki bir kimse ayaklarında mest olduğu
halde namaza dursa namazı sahih olmaz. Secdesi de böyledir. Bunlar fâsıla ve
mâni sayılsa secdesi tekrarsız sahih olurdu. Anlaşılıyor ki şârihin söyledikleri
Sirac'dakine mebnidir. Onun mezhebimizin umumi kitablarındakine ve zahir
rivâyeye muhalif olduğunu gördük.
«Bedenine
bitişik olan her şeyin hükmü böyledir.» Yâni altındaki yerin temiz olması
şartiyle o şeyin üzerine secde câizdir. «Esah kavle göre velev ki avucu gibi bir
cüz'î şey olsun.» Birçok kitablarda burada olduğu gibi sahihdir sözü mutlak
söylenmiştir. Kınye'de ise «mekruhtur.» İfâdesi ziyâde edilmiştir. Yani bunda
öteden beri nakledilegelen şekle muhalif olduğu için mekruhtur. Denilmek
istenmiştir. Fetih sahibi: «EI ve uyluk üzerine yapılan secdenin fâsid olması
tercih edîlmelidir.» demiş. Münye şârihi ise ortayı kınye'de söylenenler teşkil
ettiğini bildirmiştir. Yani umurun en hayırlısı ortasıdır demek istemiştir.
Özürden dolayı uyluğu üzerine bile secde câizdir. Buradaki özürden murad:
Sıkışıktır. Nitekim Münye'de de böyle denilmiştir. Lâkin Hılye sahibi şöyle
diyor: «Uyluk üzerine secdeyi caiz kılacak özrün ancak imâyı câiz kılan şer'î
özür olması icap eder. Bu onun zımmında imâ bulunması itibariyle câiz olur.
Nitekim bir kimse yüzüne bir şey kaldırırda başını eğilterek onun üzerine secde
ederse meselesinde söylemiştik. Malumdur ki sıkışıklık secdeyi imâ ile yapmayı
câiz kılacak bir özür değildir.»
Ben
derim ki: Onu câiz kılacak bir özür olduğu anlaşılıyor. Çünkü ilerde geleceği
vecihle ayni namazı kılan birinin sırtına secde etmek câizdir. Bu secdeyi imâ
ile yapmanın caiz olduğunu gösterir.
Anlaşılıyor
ki bu mesele mümkün olmuş olsa diye farz edilerek ortaya çıkarılmıştır. Yoksa
uyluk üzerine secde âdeten mümkün değildir. Halebî dizinde uyluk gibi olduğunu
doğruladığına göre özürden dolayı dizine secde de câiz demektir. Buradaki hilâf
secde de alnın ekserisinin yahud az da olsa bir kısmının yere konması şartına
mebnidir. Malumdur ki diz alnın ekserisini kaplamaz. Esah olan kavlin ikincisi
olduğunu da gördün onun için Halebî câizdir kavlini sahih bulmuştur.
METİN
Yerde
toprak, çakıl, sıcak veya soğuk yoksa bunu yapmak mekruhtur. Çünkü büyüklenmek
olur. Büyüklenmek yoksa eziyetten de korkmadığı takdirde yapmakta beis yoktur.
Ama tenzihen mekruh olur. Eziyetten korkarsa mubah olur. Zeyleî'de: «Eğer
yüzünden toprağı def etmek için ise mekruhtur. Sarığından toprağı def etmek
içinde mekruh değildir.» denilmiştir. Halebî yere kumaşparçası yaymanın mekruh
olmadığını sahih bulmuştur. Palto yayarsa omuz tarafını ayaklarının altına
getirerek eteği üzerine secde eder. Çünkü bu tavazuva daha yakındır. Bir kimse
sıkışıklıktan dolayı aynı namazı kılan birinin sırtına secde ederse zaruretten
dolayı câiz olur. Sırtına sözü ihtirazi bir kayıtmıdır? Bunu bir yerde
göremedim. O kimse aynı namazı kılmazda başka bir namaz kılar yahut hiç namaz
kılmaz, veya aralarında boşluk bulunursa câiz olmaz.
Kifâye
nâm kitabta secde eden kimsenin dizlerinin yerde olması Müçtebâ'da ise üzerine
secde edilen şahsın yere secde etmesi şart kılınmıştır. Böylece şartlar beş
olur. Lâkin Kuhistâni özürden dolayı ikinci şahsın üçüncünün sırtına hatta namaz
kılmayanın sırtına hatta eti yenilen herhangi bir hayvanın sırtına ve hatta
uyluklar gibi sırttan başka bir şeyin üzerine bile secde etse câiz olduğunu
nakletmiştir. Secde ettiği yer ayaklarının bulunduğu yerden üst üste konmuş iki
kerpiç miktarı yüksek olursa secdesi câizdir. Daha fazla olursa câiz değildir.
Ancak yukarda geçtiği vecihle sıkışıklık müstesnâdır. Maksat Buhârâ kerpicidir.
Bu kerpiç arşının dörtte biri kadar olup genişliğine altı parmak miktarıdır. İki
kerpicin yüksekliği yarım arşın oniki parmak eder. Bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
Toprak
çakıl ve emsâli mâniler yoksa bedene bitişik olan hâili yaymak mekruh olur.
Bedenden ayrı olan hâili yaymak ise mekruh değildir. Nitekim gelecektir.
Buradaki mekruhtan murad kerahet-i tahrimiyedir. O şahıs bunu yaymakla
büyüklenmeyi kast etmezse mekruh olmaz. Şarih bu ve bundan sonraki sözleriyle
ulemanın ibârelerini birleştirmek istemiştir. Çünkü bazıları mekruh olur demiş.
Bazıları beis yoktur tabirini kullanmış, bir takımlarıda mekruh olmaz
demişlerdir. Şârih bunların her birinin bir hâle hamledileceğine işarette
bulunmuştur. Nitekim Hılye'ye tâbi olarak Bahırda da böyle birleştirilmiştir.
Yüzünden
toprağı defetmek için yere bir şey yaymak mekruhtur. Çünkü bu büyüklenmeye
delildir. Sarığına toz toprak bulaşmasın diye bir şey yaymak ise mekruh
değildir. Zira malı korumak için yapılmıştır. Halebî yere seccâde gibi bir şey
yaymanın mekruh olmadığını doğrulamış ve şunları söylemiştir: «Bez parçası ve
emsâline gelince sahih olan bunda kerahet bulunmamaktır. Sahih hadiste varid
olduğuna göre: Peygamber (s.a.v.) yanında seccade taşır onun üzerine secde
ederdi. Bu seccade Hurma yaprağından yapılmış küçük bir hasır idi.
İmam
A'zam'dan rivayet ederler ki Mescid-i Haram'da seccade üzerine secde etmişde bir
adam kendisini bundan men etmiş. Hazreti imam ona sen nerelisin diye sormuş.
Harzem'liyim diye cevap verince İmam A'zam «Tekbir arkamdan geldi» demiş. Bizden
öğrenirsiniz sonra bize öğretirsiniz, demek istemiş. Siz memleketinizde kamıştan
yapma hasırlarda namaz kılarmısınız?» diye sormuş. Evet cevabını alınca: «Sen
kuru ot üzerinde namaz kılmayı câiz görüyorsun seccade üzerinde câiz
görmüyorsun» demiştir. Hasılı yere serilen ve namaz kılanın hareketi ile hareket
eden bir şeyin üzerine secde etmek bil'ittifak câizdir. Keraheti yoktur. Lâkin
bize göre efdâl olanı çıplak yere yahud yerde biten nebat üzerine secde
etmektir. Nitekim Nurul-İzah ileMünyet-ül-musallî'de de böyle denilmiştir. Namaz
için yere cübbe veya paltosunu yayan kimse onun kollarını ayaklarının altına
getirerek eteklerinin üzerine secde eder. Bu tavazua daha yakındır. Çünkü
etekler yere daha yakındır.
Bezzâziye
sahibi bunu şöyle ta'lil etmiştir: Çünkü etek pislik düşen yerlerde sürünür.
Halbuki namazda kıyâm halinde ayakların yerinin bil'ittifak temiz olması
şarttır. Secde yeri ise ihtilâflıdır. Çünkü secde burun üzerinede yapılabilir.
Burun bir dirhemden daha azdır. «Sırtına sözü ihtirazî bir kayıtmıdır bunu
görmedim.» Burada asıl tevekkufu yapan Şurunbulâlî'dir. Bu da ayni namazı kılan
kimsenin sırtına secde etmek şarttır. Sözüne binaendir. Metinde musannıf bu
kavil üzerine yürümüştür. Nitekim Vikâye, Mültekâ, Hulâsa Vâkıât, sahipleri ile
Kemâl. İbni Kemâl ve başkaları da ayni kavli tercih etmişlerdir. Şübhesiz ki
kitabların mefhumları mûteberdir. Gerçi aşağıda Kuhistânî'den naklen sırt
üzerine secde etmek ve secde edenle edilenin ayni namazda olması şart değildir.
Denilecekse de bu ayrı bir kavil olup bilumum kitablardakine muhaliftir. Halbuki
Kuhistânî'de secde sırt şart değildir sözüde yoktur. Anla! «Lâkin Kuhistâni
ilh...» sözü Müçtebâ'ya istidrâk «düzeltme»dir. Kuhistânî'den ibâresi şöyledir:
Bu dizleri yerde olduğuna göredir. Dizleri yerde değilse câiz olmaz. Bazıları
ikinci şahsın secdesi üçüncünün sırtına bile olsa gene câiz olmayacağını
söylemişlerdir. Nitekim Kifâye'nin cuma bahsinde beyân edilmiştir.
Bu
sözde sıkışıklık ortadan kalkıncaya kadar namazı geciktirmenin müstehap olduğuna
işaret vardır. Nitekim sırtından başka bir şey üzerine secde caiz olmadığına da
işaret vardır. Lâkin Zâhidî muhtar kavle göre bir özürden dolayı uylukların ve
dizlerin üzerine secde câiz olacağını, ellerle yenlerin üzerine ise mutlak
surette caiz olduğunu söylemiştir. Mezkûr sözde namaz kılmayan kimsenin sırtına
da secde etmenin caiz olmayacağına işaret vardır. Nitekim imam Hasan'ın kavlı
budur. Lâkin imam Muhammed Asıl nâm kitabında caiz olduğunu söylemiştir. Bu
Muhitte beyân edilmiştir.
Zâhidî'nin
teyemmüm bahsinde eti yenilen hayvanın sırtına' secde etmek caiz olduğu
bildirilmiştir.» Namaz kılan kimsenin sırtından başka secde edilecek yeri
çantıları veya ayağının ökçesidir. Fakat bu söz gördüğün gibi Kuhistanî'nin
ibâresinde yoktur.
Secde
yerinin yüksek olması meselesi elde dolaşan bütün kitablarda mevcuttur. Mi'rac
sahibi onu Şeyh-ul-İslam'ın Mebsût'una nisbet etmiştir. Musannıfın bu meseleyi
bundan öncekinden evvel zikir etmesi gerekirdi. Çünkü şârihinde işaret ettiği
gibi önceki mesele bundan istisnâ edilmiştir. Anlaşıldığına göre secde yeri
ayakların yerinden iki kerpiç miktarı yüksek olursa namaz kerahetle caizdir.
Çünkü o kimse peygamber (s.a.v.) den rivayet edilene muhalefette bulunmuştur.
«Genişliğine altı parmak miktarıdır.» ifadesinden murad parmaklar uzunluğuna
değil genişliğine ölçülecek ve yumulacaktır. Demektir. Şârihin oniki parmak sözü
yarım arşının bedelidir. (yani yarım arşın genişliğine ölçülen oniki parmak
kadar) arşından murad kirbas arşınıdır. Bu arşın sular bahsinde de beyân
ettiğimiz vecihle aşağı yukarı iki karıştır. Yarım arşını bu miktarla tahdid
eden Halebî'dır. Hılye sahibi bunun miktarında ve nasıl tahdid edildiğine bir
şey söylemeyip «bunu ALLAHbilir» demiştir.
METİN
Sıkışıklık
yoksa kollarını açar. Ve her uzuv bizzat meydana çıksın diye karnını
uyluklarından uzaklaştırır. Saflar bunun hilâfınadır. Çünkü onlarda maksat
birleşmeleri ve bir vücutmuş gibi olmalarıdır. Ayak parmaklarının uçlarını
kıbleye karşı çevirir. Bunu yapmazsa mekruh işlemiş olur. Nitekim özürsüz bir
ayağını yere koyup bir ayağını kaldırmakta mekruhtur. Evvelce geçtiği vecihle
secde de dahi üç defa tesbih eder. Kadın büzülür kollarını açmaz. Karnını
uyluklarına yapıştırır. Çünkü bu onun örtünmesini daha çok sağlar. Kadının
yirmibeş yerde erkeğe uymadığını biz Hazâin'de yazdık.
İZAH
«Bunu
yapmazsa mekruh işlemiş olur.» Tecnis sahibi dahi böyle demiştir. Remlî Bahır
hâşiyesinde: «Bundan anlaşılan sünnet olmasıdır. Nitekim ZâdEl-Fakîr'de
açıklanmıştır.» demiştir.
Ben
derim ki: İsmail Nablusî bunun sünnet olduğunu Bercendî ile Hâvî'den açıkca
nakletmiştir. Ziyâ-i mânevî ile Kuhistânî'de de bunun misli Cellâbî'den
nakledilmiştir. Hılye sahibi şöyle demektedir: «Secdenin sünnetlerinden biride
parmaklarını kıbleye doğru çevirmektir. Çünkü Buharî'nin sahibi ile ebu Davud'un
süneninde ebu Hümeyy (r.a.) dan Peygamber (s.a.v.) in namazının sünneti hakkında
şöyle dediği rivayet olunmuştur: «Secde ettiği vakit ellerini yaymadan, büzmeden
yere koyar. Ayak parmaklarının kenarlarını kıbleye doğru çevirirdi.» Ayakları
yere koymak hususunda üç rivayet olduğunu evvelce arzetmiştik:
Bir
rivayete göre ayakları yere koymak farz.
İkinci
rivayete göre vacip;
Üçüncüye
göre sünnettir.
Ayakları
yere koymaktan murad: parmaklarını velev ki bir tanesini olsun yere koymaktır.
Mezhebimizin kitablarında meşhur olan kavle göre ayakları yere koymak farzdır.
İbn-i Emîr Hâcc Hılye'de vacip olduğunu tercih etmiştir. Burada ise parmakları
kıbleye çevirmenin sünnet olduğu açıklanmıştır. Bu suretle sabit oluyor ki
evvelce arzettiğimiz hilaf parmakları kıbleye çevirmek hususunda değil asıl
ayakları yere koymak hususundadır. Parmakları çevirmek bize göre tek kelime ile
sünnettir. Şârih'in Münye şerhine uyarak tuttuğu yol bunun hilafınadır. Bizim
söylediklerimizi Kemal ibn-i Hümâm'ın Zâdel-Fakîr'deki şu sözü te'yid eder:
«Namazın sünnetlerinden biri de ayak parmaklarını kıbleye çevirmek dizlerini
yere koymaktır. Ayaklar hakkında ihtilâf olunmuştur.» Bu söz bizim
söylediklerimiz hakkında açıktır. Çünkü Kemâl ibn Hümâm parmakları kıbleye
çevirmenin sünnet olduğunu kat'î bir lisanla söylemiş. Ayaklar hakkındaki asıl
hilafı sünnetmidir farz veya vacibmidir. Beyan etmemiştir. Bu izahı ganimet bil.
Çünkü ben buna tenbih eden kimse görmedim. Hamd ALLAH'a mahsustur.
T
E N B İ H: «Rükû'da gördük ki topukları birbirine yapıştırmak sünnettir. Ulema
secde hakkındabunu söylememişlerdir. Ve yine arzetmiştik ki bundan secdeninde
böyle olduğu anlaşılabilir. Zira Rükû'dan sonra ayakların birbirinden
ayrılacağını söylememişlerdir. Kaide icabı burada da o halde kalmaları gerekir.
Şârih Hazâin'de şöyle demiştir:
T
E N B İ H: Zeyleî'nin bildirdiğine göre kadın erkeğe on yerde muhâlefet eder.
Ben bu sayıya bir mislinden ziyadesini ilâve ettim. şöyle ki:
Kadın
ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, ellerini yenlerinden çıkarmaz,
ellerini birbiri üzerine koyarak memelerinin altına kaldırır. Rükû' da az
eğilir, dizlerine dayanmaz, rükûda parmaklarını aralamaz bilakis yumar, ellerini
dizlerine koyar, dizlerini bükmez, rükû ve sücûdunda toplanıp büzülür, kollarını
yere döşer, teşehhüdde çantısı üzerine oturup ayaklarını sağ taraftan çıkarır.
teşehhüdde ellerini parmaklarının uçları dizlerine varacak şekilde uylukları
üzerine koyar, teşehhüdde parmaklarını bir araya toplar. Namazda başına bir şey
gelirse el çarpar. Tesbih etmez, erkeğe imam olmaz. Kadınların cemaat olmaları
mekruhtur. İmam ortalarına durur, kadının cemaata gitmesi mekruhtur, erkeklerle
beraber olursa arka safa durdurulur, kadına cuma namazı yoktur lâkın kadınla
cemaat mün'akit olur.» Kadına bayram ve tekbir teşrik yoktur. Sabah namazını
aydınlık zamana geciktirmesi müstehap değildir. Cehri namazlarda âşikara
okuyamaz, hatta kadının âşikar okumasiyle namaz bozulur denilse mümkündür. Bu
onun sesi avret olduğuna binaendir. Haddâdi cariyenin de hür kadın gibi olduğunu
söylemiştir. Yalnız ihramda sesini kaldırma hususunda erkek gibidir.»
Ben
derim ki: Dizlerini bükmez ifâdesi yanlıştır. Doğrusu büker olacaktır. Ellerim
dizleri üzerine koyma hususunda da erkekle kadın müsâvidir. Nitekim bundan
ilerde de bahsedeceğiz. «Lâkin kadın bulunursa cemaat mün'akit olur.» İbâresi de
yanlıştır. Doğrusu «Lâkin cuma namazı kılması sahihtir.» Şeklinde olacaktır.
Çünkü cuma cemaatı hakkında kadın ve çocuklara itibar yoktur. Erkekler hakkında
şart üç kişi olmalarıdır. Evvelce hunsânın da kadın gibi olduğunu arzetmiştik.
Şârih'in söylediklerinin mecmuu yirmi altı yerde muhalefettir. Bahır'da kadının
ayak parmaklarını dikmeyeceği de bildirilmiştir. Nitekim bunu Müçtebâ sahibi de
söylemiştir. Sonra bütün bunlar namaza aid hususattadır. Yoksa kadın bir çok
meselelerde erkeğe muhâliftir. Bunlar Eşbah'ın inkâmât bahsinde zikir
edilmiştir. Oraya müracâat edebilirsin!
METİN
Sonra
tekbir alarak başını kaldırır. Bu hususta kerahetle beraber en azından kaldırma
adı verilecek hareket kâfidir. Nitekim Muhît sahibi bunu sahihlemiştir. Çünkü
rükün olmak sair rükünler gibi en azına taalluk eder. Hatta bir kimse tahta
üzerine secde ederde tahta alınır ve başını kaldırmadan secde yaparsa sahih
olur. Hidâye sahibi oturuşa yakınsa sahih olacağını değilse olmayacağını sahih
kabul etmiştir. Nehir ve Şurun-bulâli'ye de dahi bu tercih edilmiştir. Sonra
namaz secdesi imam Muhammed'e göre başını kaldırmakla tamam olur. Fetvâ da buna
göredir. Nasıl ki tilavet secdesi de bil'ittifak öyledir. Mecma.
İki
secde arasında sükûnet bularak oturur. Sebebi yukarda geçti. Ellerini
teşehhüddeki gibi uyluklarının üzerine koyar. Münyet-ül-Musallî. İki secde
arasında okunması sünnet olan zikiryoktur. Kezâ rükûdan doğrulduktan sonra da
dua yoktur. Rükûunda sücûdunda mezhebe göre tesbihden başka bir şey okumaz.
Okunacağını gösteren deliller nâfileye hamledilmiştir. Tekbir alarak ikinci
secdeyi sâkinâne yapar ve dayanmadan, istirahat oturuşu yapmadan ayağa kalkmak
için ayaklarının üzerinde tekbir alır. Ama bunları yapmış olsa bir beis yoktur.
Ayağa kalkarken bir ayağını önce harekete geçirmesi mekruhtur.
İZAH
«Kerahetle
beraber» sözünden murad en şiddetli kerahettir. Nitekim Münye şerhinde de böyle
denilmiştir. Hidâye sahibi «oturuşa daha yakınsa sahih o!ur.» sözünü zira bir
şeye yakın olan onun hükmünü alır. Diye ta'lil etmiştir.
Namaz
secdesi, İmam Muhammed'e göre başı secdeden kaldırmakla tamam olur. İmam ebu
Yusuf'a göre ise başını secdeye kovmakla tamam olur. Bu hilâfın semeresi şurada
kendini gösterir: Bir kimse secde halinde iken abdesti bozulurda giderek abdest
tazelerse imam Muhammed'e göre o secdeyi tekrarlar. Ebu Yusuf'a göre
tekrarlamaz. Bir de şurada kendini gösterir: Bir kimse dördüncü rekatta
oturmazda beşinci rekatın ilk secdesinde abdesti bozulursa imam Muhammed'e göre
abdest alarak oturur. Ebu Yusuf'a göre secdesi bâtıl olur. H.
Ben
derim ki: Ebu Yusuf'un bir bu kavline, bir de iki secde arasında oturuş ve
sükûnet farzdır diyen kavline bak! Çünkü bu ikinci kavil secdeden baş
kaldırmanın farz olduğunu gerektirmektedir. Sonra anlaşıldı ki mezkûr secdeden
baş kaldırma ona göre müstakil bir farzdır. Secdeyi tamamlayıcı değildir.
Üstadımız böyle söylemiştir.
Tilâvet
secdesi bil'ittifak başını kaldırmakla tamam olur. Hatta o secde esnasında
konuşur veya abdesti bozulursa secdeyi tekrarlaması icap eder. Bunu Hâniye'den
naklen ibn-i Melek söylemiştir.
«Sükûnet
bularak» ifadesinden murad bir tesbih miktarı durmaktır. Nitekim Dürer metninde
ve Sirâc'da da böyle denilmiştir. Acaba bu en azının mı en çoğunun mu beyanıdır,
zâhire bakılırsa en çoğunun beyanıdır. Buna delil musannıfın «aralarında mesnun
zikir yoktur» sözüdür.
Namazın
vâcipleri bahsinde. Tahtavî'den naklen beyan etmiştik ki bir kimse unutarak bu
oturuşu veya rükûdan doğruluşu bir tesbih miktarından bir o kadar fazla uzatırsa
secde-i sehiv yapması lazım gelir. «Sebebi yukarda geçti.» Yani bu oturuş ya
sünnet ya vacip yahud farzdır. H.
İki
secde arasında okunması sünnet olan zikir yoktur. İmam ebu Yusuf şöyle demiştir
«İmam-ı A'zam'a sordum bir adam başını rükû veya sücuddan kaldırdıktan sonra
Allahümağfirlî diyecek mi? dedim. Rabbena lekel hamd diyecek cevabını verdi ve
sustu.» Hazreti imam gerçekten güzel cevap vermiştir. Çünkü onu istiğfardan men
etmemiştir.
Ben
derim ki bu sözde istiğfârın mekruh olmadığına işaret vardır. Çünkü mekruh olsa
ondan men ederdi. Nitekim rükû ve sücûdda Kur'an'ı okumaktan men etmiştir. Bunun
sünnet olmaması câiz olmasına aykırı değildir. Nasıl ki Fatiha ile sûre arasında
besmele çekmekte öyledir. Hatta imam Ahmed'in hilâfından kurtulmak için iki
secde arasında mağfiret duasında bulunmanın mendup olması gerekir. Çünkü imam
Ahmed'e göre kasten bu duayı terk etmekle namaz bozulur. Bizimmezhebde sarahaten
bunu söyleyen görmedim. Ama ulema hilâfa riâyet etmenin müstehap olduğunu
söylemişlerdir. ALLAH'u âlem.
Rükû
ve sücûdda tesbihten başka bir şey okunacağını gösteren delillerden biri
Müslim'in sahihindeki şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.) rukû ettiği vakit:
Mânâsı
şudur: Allah'ım ancak sana rükû ettim, ancak sana inandım ve ancak sana teslim
oldum. Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve sinirim ancak sana ram olmuştur »
«Allahümme
leke rekatü ve bike âmentü veleke eslemtü haşaa leke sem'î ve basarî ve mühyî ve
azmî ve asabî.» Secde ettiği vakitte
Secde
halinde: «Allahım ancak sana secde ettim yalnız sana inandım, ancak sana teslim
oldum. Yüzüm kendisini halk edip şekillendiren kulak ve gözünü halk eden ALLAH'a
secde etti en güzel yaratan Allah mübârektir.» derdi.
«Allahümme
leke secedtü ve bike âmentü ve leke eslemtü secede vechillezî halkahu ve
savvarehu ve sekka sem'ahu ve basarahu tebarekellah'u ahsen ul hâlikîn» derdi.
Rükûdan doğrulurken: Rasûlullah (s.a.v.)'in: «Rabbena velekel hamdü miles
semavati vel ardı ve melema şi'te min şey'in yaiddü ehlessenâ ve'l-mecdi ehakku
mâ gale'l-abdü ve kullunâ leke abdu lâ mani'a e'tay'te velâ mu'tî lima mena'te
velcr yenfoü zelced'di minke'l-ceddü» dediği varid olmuştur. Bu hadisi Müslim,
Ebû Davud ve başkaları rivayet etmişlerdir (dipnotgoster6072). İki secde
arasında da. «Allahümağfirli verhamnî ve âfınî vehdini verzüknî» der idiği
rivayet olunmuştur Bunu Ebu Davud rivayet etmiş; Nevevî hasen olduğunu Hâkim ise
sahih olduğunu bildirmiştir. Hılye'de de böyle
denilmiştir.
Ey
Allah'ımız. Gökler ve yer dolusu ve sana hamda ve senâ edenlerin hamdinden maada
dilediğin her şey dolusu hamd dahi yalnız sana mahsustur. Kulun - ki hepimiz
sana kuluz - söyleyeceğim en yerinde söz: senin verdiğine mâni olacak yoktur;
vermediğini de verecek yoktur. Varlık sahibinin varlığı sana bir fâîde temin
etmek Sözüdür.» «Allah'ım beni afv et! Bana acı! Bana âfiyet ver: Bana hidayet
ver! bana rızık ihsan eyle!.»
Rükû
ve sücûdda tesbihden başka bir şey okunacağını gösteren deliler teheccüd ve
diğer nafilelere hamledilmiştir. Hazâin'in derkenarında «Burada Zeyleî'ye red
cevâbı vardır. O nâfileyi yalnız teheccüde tahsis etmiştir.» denilmiştir. Ulema
rükû ve sücûd hakkında varid olan hadislerin bu manaya hamledildiğini
açıklamışlardır. Hılye sahibi rükû ve secdeden doğrulurken okunacak şeyler
hakkında vârid olanları da bu manaya hamlettiklerini açıklamış ve şöyle
demiştir: «şu da var ki bunlar farz namaz hakkında sâbit olmuşsa yalnız kılana
yahud sayılı olup kendilerine ağır gelmeyecek cemaata hamledilmelidir. Nitekim
Şâfiîler bunu söylemişlerdir. Ulemamız açık söylemese de bunu iltizam edip
yapmakta bir zarar yoktur. Çünkü şer'î kaideler buna aykırı değildir. Nasıl
aykırı olabilir zaten namaz sünnette sabit olduğu vecihle tesbih, tekbir ve
kıraattan ibâret değilmidir?
«Dayanmamak»
tabirinden murad yere dayanmamaktır. Kifâye sahibi, diyor ki: Musannıf bu sözü
ile iki yerde Şâfiî'nin hilâfına işaret etmiştir. Birincisi elleri ile bize göre
dizlerine, ona göre yere dayanır. İkincisi: Hafif oturuştur. Şemsü'l-Eimme'nin
beyanına göre hilaf efdal olmasındadır. Hatta namaz kılan kimse bizim mezhebimiz
gibi yapsa Şafiî'ye göre beis yoktur. Onun mezhebi gibi yapsa bize göre beis
yoktur. Muhit'ta böyle denilmiştir.»
METİN
Geçenler
hakkında ikinci rekatta birinci gibidir. Ancak ikinci rekatda sübhâneke eûzü
besmeleyi okumaz. Çünkü bunlar yalnız bir defa meşru olmuşlardır. Elleri
kaldırmak ancak yedi yerde müekked sünnettir. Nitekim hadiste variddir. Ama bu
sa'ya nazaran Safa ile Merve'nin bir sayıldığına göredir. Bu yedi yerin üçü
namazdadır. Bunlar iftitah tekbiri ile kunut ve bayram tekbirleridir. Beşi
hacdadır. Bunlarda Hacer-i esvedi istilâm ile Safa, Merve, Arafat ve cemrelerde
el kaldırmaktır. Bu tertibe
göre
Nesirle bunları kısaltmaları topladığı gibi nazımla da ibni-Fâsih'in şu beyt!
bir yere toplar: «İftitah, kunut, ve bayram tekbirleri istilâm et Safa ile
Merve, Arafat cemreleri.» İlk üçünde elleri kaldırmak tahrimede olduğu gibi
kulaklarının hizâsına kadardır.
İstilâm
ile ilk ve orta cemrelerde taş atarken ise ellerini omuzlarına kadar kaldırır.
Ellerinin içini Hacer-i Esved ile Kâbeye doğru çevirir. Safâ ile Merve de ve
Arafat'ta ellerini dua eder gibi kaldırır burada ve yağmur duasında elleri
kaldırmak sünnettir. Ve ellerini göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar. Zira gök
yüzü duanın kıblesidir. Ve ellerinin orasında az da olsa bir aralık bulundurur.
Soğuk gibi bir özürden dolayı şehâdet parmağı ile işaret dahi kâfidir. Esah
kavle göre duadan sonra ellerini yüzüne sürmek sünnettir. Şurunbulâli'ye,
Bahır'ın vitir bahsinde şöyle denilmektedir: «Dua dört kısımdır.»
Birincisi:
Rağbet duasıdır yukarda geçtiği gibi yapılır.
İkincisi:
Rahbet (korku) duasıdır. Bunda ellerini bir şeyden korkup imdâd isteyen gibi
yüzüne çevirir.
Üçüncüsü:
Niyaz duasıdır Bunda küçük parmağı ile yüzük parmağını yumar. Orta parmağı ile
baş parmağını halka yaparak şehadet parmağı ile işaret eder.
Dördüncüsü:
Gizli duadır: Bunu içinden yapar.»
«Geçenler
hakkında» ifadesinden murad: Rükun, vâcip ve sünnetlerdir. «Ancak yedi yerde
müekked sünnettir.» Cümlesindeki müekked kaydı dua ve istiskade el kaldırmakla
itiraz olunmasın diyedir. Çünkü görüleceği vecihle bunlarda el kaldırmak
müstehaptır. Şârih yedi yerde demekle intikal tekbirlerinde el
kaldırılmayacağına işaret etmiştir. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed buna
muhaliftirler. Bize göre intikal tekbirlerinde el kaldırmak mekruh isede namazı
bozmaz. Yalnız Mekhul'ün İmam-A'zam'dan rivayetine göre bozar. Bu mesele Fetih
ve Münye şerhinde izah olunmuştur.
İZAH
«Sa'ye
nazaran Safâ ile Merve bir sayıldığına göredir.» Bu sözü şârih musannıfın sözü
ile aşağıdagelen ibn-i Fasîh'in manzumesi: Ve el kaldırılan yerleri yedi
gösteren hadisin arasını bulmak için söylemiştir. Çünkü manzumede sekiz yerde el
kaldırılacağı bildirilmiştir. Yani el kaldırılan yerler sekizdir, Hadiste yedi
gösterilmesi safâ ile merve'yi tazammun eder sa'ye bakaraktır. Musannıf ile
ibn-ı Fasîh Safâ ile Merve'yi iki şey saymışlar. Onun için el kaldırılan yerler
sekiz olmuştur. Bu hususta vârid olan hadis şudur: «Eller ancak yedi yerde yani
iftitah tekbirinde kunut ve bayram tekbirlerinde kaldırılır. ilh...»
Dört
yer hacda zikir edilmiştir. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bunlar Hacer-i esvedi
istilâm ederken, Safa ile Merve'de, iki mevkufta (yani Arafatla Müzdelife'de) ve
iki cemre'de yani birinci ve üçüncü cemrelerdedir. Kifâye'de de böyle
denilmiştir. Feth-u!-kadîr sahibinin beyanına göre bu lafızla bu hadis garibtir.
Tebarânî'nin ibn-i Abbas (r.a.)dan rivayetine göre peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuşlardır: «Eller ancak yedi yerde kaldırılır. Bunlar: Namaza başlarken,
mescid-i Haram'a girip beyte bakarken, safâya çıkarken, merve'de dururken.
cemaatla birlikte Arafat'ta Müzdelife'de vakfe yaparken bir de taş atılan iki
makamdadır.
Anlarsın
ki Hidâye'de vârid olduğu şekilde tefsir şârihin sözüne muvafık olandır.
Feth-ul-Kadîr'deki ona uymaz. Çünkü oradaki rivayette Safâ ile Merve bir
sayılmamıştır. Hatta kunut ile bayram dahi zikir edilmemiştir.
İlk
ve orta cemrelerde taş atarken ellerini omuzları hizâsına kaldırır son cemrede
ise el kaldırmaz. Ondan sonra dua yoktur. Zira dua arkasından taş atılan
cemreden sonra yapılır. Onun içindir ki kurban gününün şeytan taşlamasında dua
etmez.
«Ellerini
göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar.» İbni Abbas'dan Rasûlüllah (s.a.v.) in
böyle yaptığı rivayet olunmuştur. Bunu Kınye sahibi tefsir Semman'dan
nakletmiştir. İmam Ebu-I-Kâsım Semerkandî'nin müstahlis adlı eserindeki beyanatı
buna aykırı değildir. Orada şöyle denilmiştir: «Dua âdabından biri de kıbleye
karşı durarak ellerini koltuklarının beyâzı görününceye kadar kaldırmaktır.»
Çünkü Semerkandî'nin sözünü mübalağa haline, didinme ve fazla ihtimâm göstermeye
hamletmek mümkündür. Nitekim yağmur duasında böyle yapılır. Tâ ki menfaat umuma
raci olsun. Buradaki başka yerlere hamledilir. Onun içindir ki sahihayn
hadisinde ravi: «Rasûlüllah (s.a.v.) yağmur duasından başka bir şeyde ellerini
kaldırmazdı. Yağmur duasında ise koltuklarının beyazı görününceye kadar ellerini
kaldırırdı.» demiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir.
«Gökyüzü
duanın kıblesidir.» Sözü namaz için kıble ne ise dua içinde gök yüzü onun
gibidir; demektir. Binaenaleyh kendisine dua edilen Cenabı hakkın gökyüzü
cihetinde olduğu tevehhüm edilmemelidir. T.
Duânın
dört kısım olduğu Muhammed bin Hanefiye'den rivayet edilmiştir. Nitekim bunu
Bahır sahibi Nihâye'den naklen ona nisbet etmiştir. Kezâ Mebsût'tan naklen Münye
şerhinde de böyle denilmiştir.
Rağbet
duası cenneti istemek gibi istek duasıdır. Ve eller gökyüzüne açılarak yapılır.
Rahmetduasına misâl: Cehennemden kurtulmayı niyâz etmektir. Burada bu dua
yapılırken ellerini yüzüne koyar denilmişse de Bahır'da ellerinin sırtı yüzüne
çevrileceği bildirilmiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir. Şu halde «sırt»
kelimesi Şârih'in kaleminden düşmüş demektir. Şâfiî'lerin sözünün manasıda
budur. Onlar: «Dua eden kimse bir şeyin olmasını dilerse avuçlarının içini, bir
şeyin giderilmesini dilerse dışını gökyüzüne doğru kaldırması sünnettir.»
Derler.
Niyaz
duasından murad: Allah Teâlâya huşu ve tevazu göstermek için yapılan duadır.
Bunda cenneti istemek veya cehennemden kurtulmayı dilemek gibi bir şey yoktur.
Yarab ben senin fakir ve hakir kulunum gibi halisâne duadan ibarettir.
Gizli
duada el kaldırmak olmadığı Münye şerhinde beyân edilmiştir. Çünkü el kaldırmak
ilan demektir.
METİN
İkinci
rekatın secdelerini bitirdikten sonra erkek sol ayağını yere döşeyerek iki
budunun arasına alır ve üzerine oturur. Sağ ayağını da dikerek dikili
parmaklarını kıbleye çevirir. Farz ve nâfilelerde sünnet olan budur. Sağ elini
sağ uyluğunun, sol elini de sol uyluğunun üzerine koyar. Veya parmaklarının
uçlarını dizlerine getirerek onları biraz aralıklı yayar. Parmakları kıbleye
karşı kalsın diye avuçları ile dizlerini tutmaz. Esah olan kavil budur. Şehâdet
getirirken şehadet parmağı ile işarette bulunmaz. Fetvâ buna göredir. Nitekim
Valvalciye, Tecnis, Ümdet-ül-Müftî ve bilumum fetevâ kitablarında böyle
denilmiştir. Lâkin mutemed olan kavil Şârihlerin bilhassa Kemâl. Halebi,
Behensî, Bâkânî'de de Şeyh-ul-İslâm ve başkaları gibi müteehhirinin sahih
buldukları kavlidîr ki o da şehâdet parmağı ile işaret etmesidir. Çünkü
Peygamber (s.a.v.) bunu yapmıştır. Ulema bu kavlı imam Muhammed'le imam-A'zam'a
nisbet etmişlerdir. Hatta Dürer-ül-Bıhâr metninde ve şerhi Gurer-üI-Ezkâr da
«bize göre müftâbih olan kavil şudur ki bütün parmaklarını yayarak şehâdet
parmağı ile işaret eder.» denilmiştir.
Şurunbulâliye'de
dahi Burhan'dan naklen: «Sahih olan yalnız şehadet parmağı ile işaret etmesidir.
Nefi ederken onu kaldırır; isbât ederken indirir» demiştir. Sahih kaydı ile
işaret etmez diyenlerden ihtiraz etmiştir. Çünkü. o söz dirâyet ve rivayette
muhaliftir. Şehâdet parmağı tâbiriylede işaret ederken elini yumar diyenlerin
sözünden ihtiraz etmiştir. Aynî'de Tuhfe'den naklen: «Esah olan parmak kaldırmak
müstehaptır.» denilmiş muhit'te ise sünnet olduğunu söylemiştir.