02 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR...NAMAZIN ÂDABI...1


NAMAZIN ÂDABI


METİN
Namazın bir takım âdabı vardır. Âdabın terki isâet ve muvâheze icap etmez. Sünen-i zevâidi terk etmek bu kabildendir. Lâkın yapılması efdaldir. Ayakta iken secde yerine, rükû halinde ayaklarının üzerine, secde de burunun yanı başına, otururken kucağına. birinci selâmda sağ omuzuna, ikinci selamda sol omuzuna bakmak âdabtandır. Huşû böyle hâsıl olur.
Esnerken velev dişi ile dudağını ısırmak suretiyle olsun ağzını kapamakta âdabtandır. Bunu yapamazsa ağzını sol elinin arkası ile yahud yeni ile kapar. bazıları: Ayakta ise sağ eliyle. değilse sol eliyle kapayacağını söylemişlerdir. Müçtebâ. Zira zarûret yok iken ağzını kapamak mekruhtur.
Erkeklerin iftitah tekbiri anında ellerini cübbelerinin yeninden çıkarmaları dahi âdabtandır. Meğer ki soğuk gibi bir zaruret buluna.
Âdabtan bazıları da şunlardır:
1 - Mümkün mertebe öksürüğünü tutmak, Çünkü özürsüz öksürmek namazı bozar. Bundan sakınmalıdır.
2 - İmam Mihraba yakınsa müezzin hayyalel felah derken imam ve cemaatın ayağa kalkması.
İmam Züfer buna muhâliftir. Ona göre Hayya ales Salah derken kalkılacaktır. İbn-i Kemâl. İmam mihraba yakın değilse en münasibi her safın imam yanına geldiği zaman kalkmasıdır. İmam ön taraftan girerse cemaat onu gördüğü vakit kalkarlar. Ancak bir mescitte müezzinliği bizzat imam yaparsa o zaman imam ikameti bitirmedikçe cemaat kalkmazlar. Zahîriye. İkameti mescidin dışında yaparsa her saf imam yanına geldiği zaman ayağa kalkar. Nehir.
3 - Kad kamet-is-Salah denildiği vakit imamın namaza başlaması, fakat ikamet tamamlanıncaya kadar geciktirirse bilittifak beis yoktur.
İmam ebu Yusuf ile eimme-i selâsenin kavilleri budur. Mecmâ şerhinde bildirildiğine göre en mütedil mezhebte budur. Kuhistânî de Hulâsaya nisbet edilerek bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. FER'Î bir mesele: «Bir kimse namazın farzlarını. sünnetlerini bilmese kıldığı namaz caizdir. Bunu imam Zâhidî Kınyet-ül-fetevâda söylemiştir.
İZAH
Âdab edebin cem'idir. Namazda edeb Rasulullah (s.a.v.)'in bir veya iki defa yaparak devam buyurmadığı fiildir. Rükû ve sücûd tesbihlerini üçten fazla yapmak bu kabildendir. Gayet-ul-beyan, İnâye ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Hılye'nin başında namazın âdabı muhtelif şekillerde tarif edilmiş: «Anlaşılan edep mendûbe müsavîdir.» denilmiştir.
Süneni Zevâit'ten murad sünneti gayri müekkedelerdir. Rasulullah (s. a.v.)'in giyinişinde, oturup kalkmasında, taranmasında, ayakkabı giymesinde vesâiredeki tavır ve hareketleri bu kabildendir. «Mukabili Süneni Hüdâdır ki bu sünnetler ezan ve cemaat gibi dinin alametlerini teşkil ederler. Her iki sünnetin mukabili nâfiledir. Mendûp, müstehap ve edep nâfilenin nevileridir. Bunun tahkikatını abdestin sünnetleri bahsinde yapmıştık. Abdestin âdâbına huşû için riayet edilir. Zira maksat huşû elde etmek ve, teklif gösterilen yerlere bakar. Birde bunda kendisini meşgul edecek şeye
bakmaktan korunmak vardır.
TENBİH: Zâhir rivâyede nakledilen kavle göre namaz kılanın gözü secde yerine bakacaktır. Kenz ve diğer kitablarda bu kadarcığı söylemekle iktifa edilmiştir. Bu hususta tafsilata gidenler Tahavî ve Kerhî gibi kendilerinden tasarrufta bulunanlardır.
Esnemek namaz dışında da mekruhtur. Çünkü şeytandan gelir. Peygamberler bundan mahfuzdurlar.
Faide: Tühfet-ül-Mülûk şerhinde şunu gördüm: «Zâhidî'nin söylediğine göre esnemeyi def etmenin çaresi peygamberlerin (aleyhim es-Salat-ü ve's-Selam) hiç esnemediklerini hatırlamaktır. Kudûrî: Biz bunu defalarca tecrübe ettik ve doğruluğunu gördük demiştir.» Ben derim ki: Onu ben de tecrübe ettim ve doğru olduğunu gördüm.
Namazda öksürmek iki şıktan hâli değildir. Bundan murad ya izdırâri öksürüktür yahud değildir. Izdırarî öksürüğü tutmak mümkün değildir. Fakat ızdırarî öksürüğü tutmak farzdır çünkü namazı bozar. Şöylede denilebilir: öksürükten murad tabiatın gerektirdiği ve önüne geçmesi mümkün olan öksürüktür. Böyle öksürüğü mümkün mertebe tutmak müstehabtır. Teemmül buyurula!
Sonra Hılye'de gördüm ki öksürmeğe bir nevi sebep olan özürse bilhassa harf çıkaran özür bulunursa öksürüğü ızdırârî olmayan öksürük mânâsına hamlederek cevap vermiş. Çünkü bunda hilâftan kurtulmak vardır. Özürden murad, yâ sesi düzeltmek yahud namazda olduğunu bildirmektir. Namazı bozan şeyler babında görüleceği vecihle namazda olduğunu bildirmek için boğaz kazımak sahih kavle göre namazı bozmaz. Şu halde öksürükten murad boğazını kazımaktır. Teemmül eyle!
İmam ve cemaat müezzin Hayya alel felah derken ayağa kalkarlar. Kenz. Nurul-İzah, Islah, Zahîriyye, Bedâyî ve diğer kitablarda böyle denilmiştir. Dürer'in metin ve şerhinde ise Hayya-aIes-Salah dediği zaman kalkacakları bildirilmektedir. Bu kavli İsmail Nablûsî kendi şerhinde Uyûn-ul-Mezâhibe, feyz, Vikâye, Nikâye, Hâvî ve Muhtâr nâm eserlere nisbet etmiştir.
Ben derim ki: Mültekâ metninde bu kavle itimad edilmesi birinci kavil zaiflik bildiren (denildi ki) lafzı ile hikâye edildiği içindir. Lâkin ibn-i Kemâl birinci kavlin sahih kabul edildiğini naklediyor! «Zahîre'de bildirildiğine göre imam ve cemaat üç imamımıza göre müezzin Hayya-alel-Felâh dediği vakit ayağa kalkarlar. Hasan ibn-ı Ziyâd ile Züfer'e göre ise müezzin Kad kamet-is-SaIah dediği vakit kalkarlar safa dururlar. Bunu ikinci defa tekrarladığında tekbir alırlar. Sahih olan kavil üç imamımızın kavlidir.» Şârih «İmam Züfer buna muhaliftir ilh...» demişse de bu nakil doğru değildir. İbn-i Kemâl'in beyân ettiğimiz ibâresinede uygun değildir. Ben Zâhîre'ye mürâcâat ettim gördüm ki o da hilâfı İbn Kemâl'in ondan naklettiği gibi rivayet etmiş. Bedâyî ve diğer kitablarda da onun gibi nakil edilmiştir. Kod kâmet-is-SaIah denilince imam namaza başlar. Cemaat ta öyledir. Çünkü ileride görüleceği vecihle İmam-A'zam'a göre cemaatın imamla beraber niyetlenmeleri efdaldir: «Bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir.» Çünkü bunda müezzine tabi olmak fazîleti ve onun imamla beraber namaza başlamasına yardım vardır.
METİN
Namaza başlamak isteyen kimse müktedir ise iftitah tekbiri alır. Yani vücûben ALLAH'u EKBER der. Cümlenin yalnız mübtedasiyle meselâ: ALLAH demekle namaz başlamış olmayacağı gibi yalnız Ekber demekle de başlamış olmaz. Muhtar olan kavil budur. İmamla birlikte ALLAH der ekberi daha önce söylerse yahud imama rükûda yetişirde ayakta iken ALLAH der ekberi rükû halinde söylerse esah kavle göre namaz sahih değildir. Nitekim ALLAH'ı imamdan evvel bitirirse yine sahih değildir.
İsmüllâhı sıfatsız olarak söylerse İmam-A'zam'a göre namaz sahihtir. İmam Muhammed buna muhâliftir. Tekbir kelimeleri uzatmadan ayakta yapılır. Çünkü iki hemzeden birini uzatmak namazı bozar kasten uzatılırsa küfür olur. Esah kavle göre ekberin bâsını uzatmak dahi böyledir. İmamı rükû halinde bulursa eğilerek tekbir aldığı takdirde kıyâm haline daha yakınsa namaz sahih olur, rükû tekbirini niyet etmesi hükümsüz kalır.
İZAH
Bu fasılda ekseriyetle namaz fiillerinin vasıflarına yani farz veya vacip olduklarına temas etmeksizin namazın başından sonuna kadar bütün fiilleri öteden beri yapıla geldiği şekilde beyân edilecektir. Çünkü fiillerin sıfatları evvelce görülmüştür. Şârih muktedirse sözü ile âcizden ihtiraz etmiştir. Acizin hükmü ileride gelecektir.
İftitah takbiri ile yalnız namaza başladığını bildirmek isterse namaza başlamış sayılmaz. Bunu yukarıda görmüştük tamamı ileride gelecekti.r. Hılye sahibi Münyenin: «Namaza ancak iftitah tekbiri ile girilir» sözünü izah ederken şunları söylemiştir: «İftitah tekbiri: Allah'u ekber,
Allah'ul ekber, Allah'ul kebîr yahut, Allahu kebîr. gibi cümlelerle olur.»
İmam Malik AIIah'u ekber'i tayin etmiştir. Çünkü tevarüs yolu ile gelen budur. Buna şöyle cevap verilmiştir. Tevarüs bu cümle ile başlamanın sünnet veya vacip olduğunu gösterir. Bizde buna kâiliz. Zira İmam A'zam'dan esah rivayete göre Allah'u ekberden başka cümle ile namaza başlamak mekruhtur. Nitekim Tühfe, Zahîre, Nihâye ve diğer kitablarda beyan edilmiştir. Tamamı Hılye'dedir. Şu halde geri kalan lafızlardan biri ile iftitah yaparsa vacip yerini bulmaz. Anla!
Yalnız mübteda ile namaza başlanmaz. Çünkü cümlenin tam olması şarttır. Nitekim yukarıda geçti. Muhtar olan kavil budur. Mezkûr kavil İmam Muhammed'in olup zâhir rivayede İmam-A'zam'dan nakledilmiştir. Ayni zamanda ebu Yusuf'unda kavlidir. Çünkü ileride geleceği vecihle ebu Yusuf'a göre namazın sahih olması beş lafza mahsustur. H. «Ayakta tabirinden kelimenin hakikatı kast edilmiştir murad dimdik durmaktır. Hükmen dikilmek de kast edilmiş olabilir. O da elleri dizlerine varmamak şartiyle biraz eğilmektir. H.
Buradaki «esah kavle göre» tabirinden murad zâhir rivâyedir. Ve imama uyması sahih olmadığı gibi namazın kendisine başlaması sahih olmadığını ifade eder. Esah olan budur. Nitekim nehirde sirâc'dan naklen beyân edilmiştir. «İsmillâhı sıfatsız olarak söylerse ilh...» cümlesi yukarda söylenenin tekrarıdır. Sıfattan cümlenin haberi kast edildiğini gösterir. Fakat bu kavil zaiftir. Zahir rivaye değildir. Bunu Halebî söylemiştir.
Malumun olsun ki İftitah tekbirinde uzatma ALLAH kelimesinde olursa ya başında ya ortasında yahud sonundadır. Başında uzatırsa namaza başlamış olmaz. Namaz içinde iken uzatırsa namazı bozulur hükmünü bilmezse kâfirde olmaz. Çünkü şübhe etmiş değildir. Küfür cümlenin mânâsında şübhe etmekten ileri gelir. Ortasında uzatırsa lâm ile he arasında ikinci bir elif meydana gelecek kadar fazla uzattığı takdirde mekruh olur. Bazıları muhtar kavle göre namazın bozulmayacağını söylemişlerdir. Bu ihtimalden uzak değildir. Sonunda uzatırsa hatadır. Fakat yine bozulmaz, Bu iki surette namaz bozulmadığına bakılırsa namaza başlamanın sahih olması gerekir.
Uzatma «ekber kelimesinde olursa evvelini uzattığı takdirde hatâdır namazı bozar. Bunu kasten yaparsa kâfir olacağını söyleyen)er vardır. Çünkü şübhe mânâsı vardır. Bazıları kâfir olmaz demişlerdir. Fakat bu şekilde o kelime ile namaza başlamanın caiz olmaması hususunda ihtilaf olmamak lazım gelir. Uzatma kelimenin ortasında ise namazı bozar ve o kelime ile namaza başlamak sahih olmaz. Sadr-ış-Şehîd sahih olduğunu söylemiştir ama «bununla muhâlefet kast etmediği zaman» diye kayıtlanması gerekir. Nitekim Muhammed bin Mukâtil buna tenbih etmiştir. Mübtegâ'da namazın fâsid olmadığı çünkü bunun bir eşbâdan (kalın kalın okumaktan) ibâret olduğu bildirilmiştir ki bir kabilenin lügatıdır. Bazıları namazın bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü «Ekbâr iblisin çocuğunun adıdır. Bunun bir lügat olduğu sübût bulursa o zaman namazın sahih olması gerekir. Uzatma kelimenin sonunda ise bazılarına göre namazı bozulur. Bozulmasına bakarak onunla namaza başlamanın sahih olmaması gerekir. Hılye'de de böyle denilmiştir. Bu meselenin tam bahisleri Bahır ile Nehir'dedir.
Ben derim ki: Allâhu'nün hâsını uzatmakla dahi namazın bozulması lazım gelir. Çünkü bu takdirde kelime «lâh»ın cem'i olur. Nitekim Şâfiî'lerden bazıları bunu açıklamışlardır. Allahu'nün veya ekberin hamzesini kasten uzatmak küfürdür, Çünkü sualdir. Bu şahıs indinde Allah teâlâ'nın azamet ve kibriyasının sabit olmadığını iktiza eder. Kifâye'de böyle denilmiştir. Ama en iyisi Mebsût'un kavlidir. Orada: «Kasten uzatırsa küfründen korkulur.» denilmiştir. şu da var ki Ekmel İnâye adlı eserinde bu zevâta itiraz etmiş: «uzatılarak okunan bu kelime takrir ve kabul için söylenmiş olabilir. Binaenaleyh küfrü ile namazın bozulmasını icap etmez.» demiştir. Lâkin ona şöyle cevap verilebilir: Kabul kasdı fesâdı def etmez.Zira Münye şerhinde bildirildiğine göre bir insanın kendini kabul ve tasdik etmesi doğru değildir. Başkasını tasdik ederse fesâd lazım gelir. Çünkü muhatabı olur. Bu izâha göre şöyle demek lazım gelir: «Kasten uzatırsa kâfir olmaz meğer ki bununla şek ve şübheyi kastetmiş ola. Zira bu takdirde tasdik ihtimali kalmaz. Namazın bozulması ve o kelime ile namaz başlamanın sahih olmaması için söz yoktur. Velev ki kasten uzatmasın. Yahud şek şübheyi kast etmesin. Çünkü küfre ihtimali olan bir kelimeyi söylemiştir. Bu şer'an bir hatadır. Onun için Hılye sahibi: «Namazın bozulmasının sebebi kelimeyi sual şeklinde söylemesidir. Mânâsını bilip bilmediği fark etmez. Buna delil uyuyanın konuşmasiyle namazın bozulmasıdır.» demiştir.
Kıyâm hâline daha yakın olmak yukarda da geçtiği vecihle ellerini saldığı vakit dizlerineermemektir. İsmail Nablusî'nin şerhinde Huccet'ten nakledildiğine göre bir kimse nâfile namaz için rükû halinde iftitah tekbiri alırsa câiz değildir. Ama nâfile namazı oturarak kılarsa oturarak iftitah tekbiri caizdir.
Ben derim ki: Bunların arasında fark şudur: Oturarak namaz kılmanın caiz olması her vecihle kıyâmın halefidir. Rükûa gelince ona bir vecihle kıyam hükmü verilir. Bir vecihle verilmez. Onun için rükû hâlinde âyet okusa câiz olmaz. Teemmül eyle!
(Rükû tekbirine niyet etmesi hükümsüz kalır.) yani aldığı tekbir ile iftitahı değil de rükû tekbirine niyet ederse niyeti hükümsüz kalır. Ve aldığı tekbir iftitah tekbiri yerine geçer.
Çünkü bu tekbirle halis zikir kast ettiğine, namaz haricinden bir şey düşünmediğine ve o kimseye farz olan vazife tahrime olduğuna göre getirdiği tekbir farz yerine geçer. Çünkü o bir farz yeridir. Farz nâfileden daha kuvvetlidir. Nasıl ki fâtihayı okumakla zikir ve senâyı kast etse kıraat yerine geçtiği gibi hac da rükün için cünüp olarak sader için temiz olarak tavaf etse temiz olarak yaptığı tavaf rükün yerine geçer Ama tekbirle sâdece namazda olduğunu bildirmek isterse iş değişir. Zira zikri kast etmemiştir. Ağzından çıkan kelime namaza yabancı bir söz olup onunla namaza başlamak câiz olmaz.
METİN
FER'İ MESELELER:
1 - Bir kimse imamının tekbir aldığını bilmeyerek tekbir alsa kanaatine göre kendisi imamdan önce tekbir almışsa namazı câiz değildir. Aksi halde caiz olur. Muhit.
2 - Tekbir ile bir şey şaştığını yahut müezzine tabi olduğunu kast ederse namaza başlamış sayılmaz.
3 - Tekbirin râsı cezmle okunur.
Çünkü peygamber (s.a.v.): «Ezan cezm, ikamet cezm, tekbir de cezmdir.» buyurmuştur. Mineh. O hadis ezanda geçmişti.
Namaza ancak tekbir getirirken niyet etmekle girer. Yani sâdece tekbirle namaza girmiş olmadığı gibi sâdece niyetlede girmiş olmaz. Her ikisi ile birlikte girer. Dilsiz ve okumak bilmeyen gibi söylemekten âciz olan kimsenin dilini kıpırdatması lazım değildir. Kıraat hakkında da sahih kavle göre hüküm budur. Çünkü vacibi ifâ imkânsızdır. Vacibten başkası ise, ancak delil ile lazım gelir. Binaenaleyh niyet kâfidir. Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ve niyetin önce yapılmaması gerekir. Çünkü niyet tahrimenin yerine geçer. Ama ben bunu bir yerde görmedim: «Aksi halde caiz olur.»
İZAH
Yani. kanaatince (namaz kılanın) imamla birlikte yahud ondan sonra tekbir aldı ise yahud bu hususta bir fikri yoksa namazı caizdir. Fikri olmadığı halde namazının caiz olması müslümanın işini doğruya yormak içindir. Lâkin en ihtiyatlı hareket ikinci defa tekbir almak ve şübheyi yüzde yüz ilimle ortadan kaldırmaktır. Bu mesele de Fetih sahibi hata etmiştir. Nehir sahibi buna tenbihtebulunmuştur.
Tekbirle şaşmayı kast meselesini İbn Nüceym Eşbah'ın lügazlar bahsinde, müezzine tabi olma meselesini de musannıf kesilen hayvanlar bahsinde kitabın metninde zikir etmiştir. Bu iki meselede ki tekbirle namaza başlamanın caiz olmaması şaşmakla müezzine icabetin namaza yabancı iki fiil olmasındandır. Bunlar namazı bozarlar.
İsmail Nablusî, şerhinin namazı bozan şeyler bahsinde şunu söylemiştir: «Bir kimse AIIahümme salli alâ Muhammed yahud Allah'u ekber der de bununla cevap vermeyi kast ederse namazı bilittifak bozulur. Müezzine icabet ederse yine bozulur. Namazı esnasında ezan okursa ezanı kast ettiği takdirde namazı bozulur:
Tekbirin râsı cezmle okunur. Hılye sahibi şunları söylemiştir: «Sonra bilmelisin ki tekbirde sünnet, iftitah için olsun namaz için olsun cezmle okumaktır. Ulema buna delil olarak İbrahim Nehaî kendisine mevkuf ve Rasulullah'a merfû olarak rivâyet ettiği şu hadisi göstermişlerdir: Ezan cezmdir; ikamet cezmdir; tekbirde cezmdir. Kâfi sahibi bundan muradın tekbirde harekeyi kalın okumamak; fazla derinleşmemek, ıfrat derecede ki hemzeyi ifrata vardırmamak ve fazla uzatmamak olduğunu söylemiştir. Sonra ALLAH'unun He' si hilafsız merfu ötre okunur. Ra'sına gelince muzmıratta muhit'ten naklen isterse merfu isterse meczum okuyacağı bildirilmiştir. Mübtegâ'da ise bunda asıl meczum okunmaktır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) tekbir cezmdir, tesmî de cezmdir buyurmuştur deniliyor.»
Tekbirden murad: Mutlak zikirdir. Namaza niyet ve tekbirin mecmuu ile girilir. Yani namaza girmek hususunda niyet müstakil olmayıp tahrimeye bağlı bulunduğundan namaza giriş ikisi ile beraber mûteber olmuştur. Yalnız birisi ile namaza girilmez. Nasıl ki hac için ihrama giren bir kimse telbiye getirmedikçe yalnız hacca niyet etmekle hacca başlamış olmaz. Yalnız niyet eder de telbiye getirmez yahud sâdece telbiye getirirde niyet etmezse ihrama girmiş sayılmaz.
«Vacibi ifâ imkansızdır.» Cümlesinden murad dili ile tekbir ve kıraatı söylemektir. «Lâkin burada kıyâmın şart koşulması ilh.. » cümlesi şöyle izah olunur. Tahrime yerine niyet kâfi gelince bu, niyetin tahrime yerine geçmesini iktiza eder. Niyet tahrime yerine geçince tahrimenin şartlarına niyettede riâyet olunur. Ve niyette ayağa kalkmak, kıyamdan önce yapılmamak şart olur. Çünkü niyet tahrimenin yerini tutar ama zatından dolayı değildir. Çünkü söylemekten âciz olmayan bir kimse otururken namaza niyet etse de sonra kalkarak ihram tekbirini alsa namaz sahihdir. Niyeti önceden yapmasıda böyledir. Nitekim ulema: «Bir kimse evinde abdest alırda cemaatla namazı kast ederek evinden çıkar ve imamla beraber namaza girerken niyet hatırına gelmezse konuşmak vesaire gibi namaza yabancı bir fasıla bulunmadıkça namazı sahihtir.» demişlerdir. Mescide yürümesi afv olunur. Şârih'in sözünün izahı budur.
Bu bahiste o Nehir sâhibine tabi olmuştur. Haşiye yazarları da kendisini tasdik etmişlerdir. Fakat söylediklerinin ihtirazdan hâli kalmadığı meydandadır. Çünkü niyet müstakil bir şarttır.
Tahrime de diğer şartlar gibi ayrı bir şarttır. Bir özürden dolayı bir şart sâkıt olurda başka bir şartlayetinilirse onun yerine başka bir şart konulmuş olması lazım gelmez. Çünkü şartlar rey ile konulamaz. Onun için şârihde başkasına tabi olarak başkası ancak delille lazım gelir demiştir. Bu da kıyamdan yahud suyu kullanmaktan âciz kaldığı vakit oturmanın ve toprağın onların yerine geçmesi gibidir ki bu hususta delil vardır. Avret yerini örtmekten âciz kalırsa iş değişir. Çünkü onun yerini tutacak bir şey için delil yoktur. Binaenaleyh tamamiyle sâkıt olur. Burada dili kıpırdatmak delil bulunmadığı için konuşmak yerini tutamayınca niyet delilsiz olarak nasıl onun yerini tutabilir? Halbuki dilini kıpırdatmak konuşmaya niyetten daha yakındır.
METİN
Sonra Eşbah'da «tabi tabi'dir» kaidesine şöyle denildiğini gördüm:
«Müftâbih kavle göre tekbir ve telbiyede dili kıpırdatmak lazım, kıraatta lazım değildir.»
Ellerini tekbirden önce bazılarına göre tekbirle beraber baş parmaklarını kulaklarının yumuşaklarına değdirecek şekilde kaldırır «kulaklarının hizasına» tabirinden murad budur. Çünkü hizasına gelmek ancak değmekle yüzde yüz bilinir. Avuçlarını kıbleye karşı acar. Yanaklarına karşı açacağını söyleyenlerde vardır.
Kadın cariye bile olsa ellerini parmak uçları omuzları hizasına gelecek şekilde kaldırır. Onun da erkek gibi kaldıracağını söyleyenler dahi vardır. Bahır'da kadın câriye bile olsa denilmişse de Nehir'de Sirâc'tan naklen: «Cariye burada erkek gibidir. Başka yerlerde hür kadın hükmündedir» denilmiştir.
Namaza yine keraheti tahrimiye ile tesbih, tehlil, tahmid ve diğer ALLAH Teâlâya mahsus ta'zim kelimelerini söyleyerek başlamak sahihdir. Esah kavle göre velev ki rahîm, kerîm gibi müşterek kelimelerle olsun.
İmam ebu Yusuf namaza başlamayı ma'rife ve nekre olmak üzere Ekber ve kebir kelimelerine tahsis etmiştir. Hulâsa'da Kübâr ve kübbâr kelimeleri de ziyade edilmiştir.
İZAH
Ben derim ki, bir çok nüshalarında gördüğüme göre; Eşbah'ın ibâresi şöyledir: «Kâide hârici kalanlardan biri de dilsizdir. Dilini kıpırdatmak lazımdır diyenlere göre iftitah tekbiriyle telbiyede dilsizin dilini kıpırdatması lazım değildir.» Bazı nüshalarda (diyenlere göre) tabirinin yerine (müftabih kavle göre) denilmiştir.
Birinci tabir daha güzeldir. Çünkü Eşbâh sahibinin Bahır nâmındaki eserinde namazın farzı tahrimedir diye başladığı sırada tahrimede vacip olmadığının sahih kabul edildiğini söylemesine uyar. Muhit sahibi de buna cezm etmiştir. Lâkin tahrime ile telbiye arasında fark göstermeğe muhtaçtır. Çünkü imam Muhammed Telbiyede dili kıpırdatmanın şart olduğunu söylemiştir. Muhit sahibi: «Namazda olduğu gibi telbiyede de dili kıpırdatmak müstehabtır.» diyor.
Lübâb-ül-Menâsik şerhinde de böyle denilmiştir, dedikten sonra şunları söylüyor: «Ben derim ki şu halde hacda dilini kıpırdatmak evleviyetle lazım gelmez. Zira kıraat kat'î farzdır. Telbiye ise zannî bir iştir.»
Namaza niyetlenirken eller tekbirlerden evvel kaldırılır sözünü mecmâ sahibi İmam-ı A'zam'la İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. Hidâye sahibi bunu sahih bulmuştur. Ellerin tekbirle beraber kaldırılacağını Hâniye, Hulâsa, Tühfe, Bedâyî ve Muhît sahipleri tercih etmişlerdir. Eller kaldırılırken tekbire başlanacak. kulaklara vardığında tekbir de bitecektir. Bakâlî bu sözü bütün ulemamıza nisbet etmiştir. Hılye sahibi de onu tercih etmiştir. Burada üçüncü bir kavil daha vardır ki o da ellerin tekbirden sonra kaldırılmasıdır. Bunların hepsi peygamber (s.a.v.)'den rivâyet olunmuştur. Hidâye'deki kavil evlâdır. Nitekim Bahır ve Nehir'de de öyle denilmiştir. Onun için şârih bu kavle itimad etmiştir.
«Kulakların hizasına tabiri zâhir rivâye kitablarında ve hadisin bazı rivayetlerinde mevcuttur. Nitekim Hılye sâhibi bunu bahis mevzuu yapmış ve omuzlara kadar kaldırır rivayetleriyle aralarını bulmuştur. Omuzlara kadar kaldırır rivayetini o «eller soğuktan dolayı yenlerin içinde ise» diye te'vil etmiştir. Nitekim Tahavî'de bazı rivâyetlerden alarak bunu söylemiş, Hidâye sahibi ile başkaları da ona tabi olmuşlardır. Kemal ibn Hümâm iki rivayetin arasını bulmağa itimad etmiş ve: «Eller dirseklerden omuzlar hizasına kaldırılınca başparmaklar kulaklar hizasına varır.» demiştir.
Ebû Davud'un rivayeti de açıkca böyledir. Hılye sahibi (Şafî'nin kavlı de budur.) demiş; Nevevî'de bunu tercih ederek Müslim şerhinde cumhur ulemanın meşhur kavli bu olduğunu söylemiştir.
«Cariye burada yani ellerini kaldırmakta erkek gibidir. Rükû, sücûd ve oturuş gibi yerlerde hür kadın gibidir.» Sözünü Kınye sahibi denildi ki ifâdesiyle zaif bir kavil olmak üzere hikâye etmiştir. Mutemed olan kavil Bahırın söylediğidir. O da bu hususta Hılye'ye tabi olmuştur.
Kadının do ellerini erkek gibi kaldıracağını imam Hasan Ebû Hanîfe' den rivayet etmiş: «Kadın ellerini erkek gibi kulaklarının hizasına kaldırır. Çünkü onun avuçları avret değildir.» demiştir. Ama metinde bildirildiği vecihle omuzlan hizasına kaldırmasını Hidâye sahih bulmuş Kunut, bayram ve cenaze tekbirlerinde de bu şekilde hareket edeceğini söylemiştir.
«Namaza yine kerahet-i tahrime ile ilah...» cümlesinden murad: yukarda geçen tekbirle başlamak sahih olduğu gibi tesbih ve emsâli ile namaza başlamak da sahihtir. Lâkın keraheti tahrimiye ile mekruhtur demektir. Çünkü tekbirle başlamak vacibtir. Yukarda tekbir lafızlarının içinden ALLAH'u ekberle başlamanın vacip olduğunu söylemiştik. Hazâin nâm eserde burada şöyle denilmiştir: «Acaba ALLAH'u ekberden başka bir cümle ile namaza başlamak mekruh mudur? Burada ki sahih kavil vardır. Tercih edilen kavle göre keraheti tahrimiye ile mekruhtur ve bunun vacip olması yalnız bayrama mahsus değil her namaza âmm ve şâmildir. Çünkü rasûlüllah (s.a.v.) bırakmadan buna devam etmiştir.
Diğer ta'zim kelimeleri: Allah'u ecel - Allah'u e'zam - Errahman'u ekber Lâilâhe illellah - Tebârekellâh gibi cümlelerdir. Zira delillerde varid olan «Verabbeke Fekebbir-lelerin mânası ta'zimdir. Bunların anlaşılmayacak yeri yoktur. Meselenin tamamı Münye şerhindedir.»
Esah kavle göre rahîm ve kerîm gibi Allah ile kul arasında müşterek kullanılan kelimelerle de namaza başlanılabilir. Zahîre ve Hâniye sahipleri buna muhalefet ederek cevazı sırf ALLAH'amahsus olan lafızlara tahsis etmişlerdir. Buradaki hilaf ortaklık mânâsını giderecek bir sözle beraber değilse diye kayıtlanmıştır. Böyle bir sözle ise meselâ er-Rahîm bi ibâdetin Kullarına rahim
olan» denilirse bilittifak müştak olan kelimeleri Allah'u ekber gibi nekre yahut Allah'u el-ekber gibi ma'rife kullanmakla sahih olur. Sahih olan, tarafeynin (İmam-A'zam'la imam Muhammed'in) kavlidir. Nitekim Nehir ve Hılye'de de böyle denilmiştir. Anlaşılıyor ki İmam Ebi Yusuf'a göre el-Ekber, el-Kebir kelimelerinde nekre okumak câiz olduğu gibi Kübâr ve Kübbâr'da da nekre okumak caizdir. Araştırılmalıdır. H.
METİN
Nasıl ki Arabça olmayan kelimelerle başlamak da sahihtir. Hangi dilden olursa olsun! Berdeî, cevazı Farsçaya tahsis etmiştir. Çünkü Farsçanın bir meziyeti vardır. Hadisi şerifte: «Cennetliklerin dili Arabça ve Durrî Farsçadır.» buyurulmuştur. Kuhistânî.
İmameyn âcizliği şart koşmuşlardır. Hutbe ve namazın bütün zikirleri bu hilafa göredir. Ama Musannıf: «Yahud Arabçadan başka bir dille iman eder, telbiye getirir. selâm verir yahud hayvan keserken besmele çekerse veya Arabçadan caiz kalarak o dille kur'an okursa sahihtir.» diyerek anlattıkları bilittifak caizdir. Hâkimin yanında şahidlik yapmak ve selam almak dahi böyledir. Aksırana teşmihin (Yerhamükellah)demenin hükmünü göremedim. Musannıfın kıraatı (namazda kur'an okumayı) âciz kalarak diye kayıtlaması esah rivayete göre ebu Hanife imameynin kavline döndüğü içindir. Fetva da buna göredir.
Ben derim ki: Aynî, namaza başlamayı da kıraat hükmünde tutmuştur. Bu hususta onun selefi olmadığı gibi kendisini takviye edecek mesnedi de yoktur. Bil'akis Tatarhâniye'de namaza başlamak, telbiye gibi kabul edilmiş bilittifak câiz olduğu bildirilmiştir. Bu sözün zâhirine bakılırsa kitabımızın metni gibi imameynin imam-A'zam kavline döndüklerini gösterir. İmam-A'zam'ın imameyn kavline döndüğünü göstermez. Bu meselede bir çok bilgisi kıt kimseler şaşırmışlardır. Hatta Şurunbulâlî bile bütün kitablarında bunu anlayamamıştır.
İZAH
Berdeî'nin rivayeti zaiftir. Farsça İranlıların konuştuğu dil olup Arabça'dan sonra en meşhur ve Arabçaya en yakındır. T. Dürrî Farsçadan murad fasîh İran dilidir. Kuhistânî'nin farsçayı dürrî diye zabtı yersizdir. Halebî'nin ibn Kemâl'den rivayetine göre Farsça beş lehceden müteşekkildir. Bunlar Heleviyye, Dürriye, Farsiye, Hursiye ve Süryaniyedir. Heleviyye lehcesini Kisrâlar kendi meclislerinde konuşurlardı. Dürriye lehcesi ile saray mensupları, fârsiyye lehcesi ile hâkimler ve emsâli Hursiyy lehcesi Huristan bölgesinin dili olup bu lehceyi kırallarla eşraf yalnız kaldıkları ve hamama girecekleri zaman konuşurlardı Suryaniyye suryanın yani Irakın lehcesidir.
İmameyn başka bir dille namaza girmenin sahih olması için Arabça tekbir almaktan âciz kalmayı şart koşmuşlardır. Bu hususta mutemed olan İmam-A'zam'ın kavlidir. Hatta aşağıdaki aczin şart olmadığına ittifak ettiklerini bildiren sözler gelecektir. Namazın zikirleri hakkında Tatarhâniye de muhit'ten naklen şöyle denilmektedir: Namazda farsça tesbih eder. dua okur, Allah'a senâdabulunur, eûzü çeker, tehlil veya teşehhüdde bulunur. Yahud Peygamber (s.a.v.)'e Farsça salavat getirirse mesele bu hilafa göredir. İmam-A'zam'a göre sahih olur. Lâkin Acemce duanın mekruh olduğu ileride gelecektir.
Aynî, Arabçadan âciz kalmanın şart koşulması hususunda ve kezâ ebû Hanife'nin imameyn kavline dönmesi baında namaza başlamayı kıraatla bir tutmuştur. Çünkü imameyne göre aciz namazın bütün zikirlerinde şarttır. Nitekim yukarıda geçti: «Bu hususta onun selefi olmadığı gibi» cümlesinden murad Aynî'den önce bu sözü kimse söylememiş olmasıdır. Nakil edilen rivayet sadece İmam-A'zam'ın Arabça okumayı şart koşmak hususunda imameynin kavline döndüğü bundan yalnız aciz meselesini istisnâ ettiğidir.
Namaza başlamak meselesi ise bil'umum kitabların rivayetine göre döndüğü aslâ zikir edilmeksizin ayni hilaf üzeredir. Kenz ve diğer metinlerin ibâresi bu hususta açık gibidir. Kenz de aciz yalnız kıraatta kayt olarak itibara alınmıştır. Aynî'nin iddiasını takviye edecek bir delili de yoktur. Çünkü İmam-A'zam namazda Arabça okumanın şart olması hususunda imameynin kavline dönmüştür. Zira bize emir edilen namazda Kur'an okumaktır. Kur'an ise Arabça lafızlarla indirilen nazmin ismidir. Bu hususî nazm mushaflara yazılmış bize de tevatür yolu ile nakledilmiştir. Arabça olmayan söze ancak mecaz yolu ile Kur'an denilebilir. Onun için o söze Kur'an değildir demek sahih olur. İmameynin delili kuvvetli olduğu için İmam-ı A'zam ona dönmüştür.
Farsça namaza başlamak meselesine gelince burada İmam A'zam'ın delili daha kuvvetlidir. Bu delil namaza girerken aranan şeyin zikir ve ta'zim olmasıdır. Bu ise her hangi bir lisanla ve her hangi bir lafızla hasıl olur.
Evet ALLAH'u ekber lafziyle başlamak vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) buna devam etmiştir. Fakat farz değildir. «Tatarhâniye'de şöyle denilmiştir:» Tahavî şerhinde bildirildiğine göre bir kimse Farsça tekbir alır veya hayvan keserken Farsça besmele çeker yahud ihrama girerken Farsça veya her hangi dille telbiye getirirse Arabçasını söyleyebilsin söyleyemesin bil'ittifak câizdir.»
«Kitabımızın metni gibi» ifadesinden murad: Kıraatı acizle kayıt ettiği halde namaza girişini onunla kayıtlamamasıdır. Bundan da imameynin İmam-ı A'zam kavline döndükleri anlaşılır ki o da Arabçadan âciz olmadığı halde Farsça sözle namaza başlamanın sahih olmasıdır. Fakat imameynin onun kavline döndüğünü kimse nakletmemiştir. Bu babta Nakil edilen yukarda arzettiğimiz gibi aralarında hilaf olmasıdır.
Tatarhâniye'nin sözüne gelince: Onun sözü namaza giriş tekbiri hakkında olduğu açık değildir. Teşrik tekbirine ve kurban keserken alınan tekbire de ihtimali vardır. Hatta bu mânâ evladır. Çünkü Tatarhâniye sahibi onu namaz dışındaki zikirlerle beraber söylemiştir. Kitabımızın metni ise İmam-ı A'zam kavline göredir. Hâsılı şarihin imameyn kavline döndü iddiasiyle Aynî'ye yaptığı itiraz, imameynin ebu Hanîfe kavline döndükleri davasında kendi aleyhine variddir. Şârih bu meselede Şurunbulâli'nin bile şaşırdığını söylüyorsa da şaşıranlardan biri de bizzat kendisidir. Mültekâ üzerine yazdığı şerh de ve Hazain'de Aynî'ye tabi olmuştur.
Fettal hâşiyesinde şöyle diyor: «Aynî nüshasının derkenarında şarihin el yazısı ile burada şunu gördüm: Ey bu söze vakıf olan! Bilmiş ol ki İmam-ı A'zam'ın döndüğü yalnız Farsça kıraat meselesinde sabit olmuştur. Îftitah tekbirinde döndüğü sabit olmamıştır. O diğer namaz zikirleri gibi hilaf üzerine bakidir. Nitekim bu ciheti mecma sarihleri ile ıısul fıkıh kitabları ve bil'umum muteber fıkıh kitabları yazmışlardır. Bu metnin yani kenz'in açık ifadesi de bil'umum metinler gibî bunu göstermektedir. Binaenaleyh sen Aynî'ye tabî olma, velev ki Şurunbulâli bütün kitaplarında ona tabi olmuş bulunsun! Alaeddîn.
Bu mesele Burhan Tırablûsî'ye dahi gizli kalmış Mevâhib-ür-Rahman adlı metinde şöyle demiştir: «Esah rivayete göre Arabçadan âciz olmayan kimseye Farsça kıraat ve Farsça namaza başlamanın caiz olmaması hususunda İmam-ı A'zam imameynin kavline dönmüştür.»
METİN
Esah kavle göre Farsça ile ezan okumak ezan olduğunu bilse bile caiz değildir. Bunu Haddâdî söylemiştir. Zeyleî ise örf ve âdete itibar etmiştir.
F E R' İ M E S E L E L E R: Bir kimse namazda Farsça okusa yahud Tevrat veya İncilden okusa okuduğu kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz. Bahır nâm eserde Şâzz kıraatta buna katılmıştır. Lâkin Nehir'de: «En münâsibi bozulmamaktır. Fakat namaz câiz olmaz. Nitekim hece harflerini söylemek böyledir.» denilmiştir. Farsça bir veya iki âyet yazmak câizdir. Fazlası caiz değildir. Mushafın altına farsça tefsirini yazmak mekruhtur.
İZAH
Zeyleî örf ve âdete itibar etmiştir. Hidâye'de buna cezm edilmiş şârihler de bunu tasdik etmişlerdir. Kifâye'de Mebsut'tan naklen şöyle deniliyor:
«İmam Hasan'ın ebu Hanife'den rivayetine göre bir kimse Farsça ezan okurda halk bunun ezan olduğunu bilirlerse caizdir. Bilmezlerse caiz olmaz, çünkü, maksat namaz vaktini bildirmektir. Bu hâsıl olmamıştır.
«Okuduğu kıssa ise namazı bozulur. Zikir ise bozulmaz.» Fetih sahibi iki kavlin arasını bulmak için bu tafsilatı tercih etmiştir. İki kavilden biri Hidâye'nin: «İncille beraber namaz caiz olacak kadar Arabça okursa namazın bozulmayacağında hilaf yoktur.» sözüdür. Diğeri Nesefî ile Kâdıhan'ın: «İmameyne göre namaz bozulur.» sözleridir. Bunun üzerine fetih sahibi şunları söylemiştir: «O işin olur şekli şudur ki okunan kısım kıssa yerinden emir ve nehiden olursa mücerred okumakla namaz bozulur. Çünkü bu takdirde Kur'an'dan başka bir söz konuşmuş olur. Ama okunan zikir veya tenzih ise yalnız onu okumakla iktifa ettiği takdirde namazı bozulur. Zira namazı kıraattan hâli bırakmıştır.» Bahır sahibi ona tabi olmuş Nehir sahibi de onu takviye etmiştir. Şârihin kat'î lisanla söylemesi bundandır.
Nehir'de şöyle denilmiştir: «Bence aralarında fark vardır. Şöyle ki Farsça aslâ Kur'an değildir. Zira şeriat örfünde Kur'an denilince Arabçası anlaşılır. Farsça bir kıssa okuyan kimse insan sözü konuşmuş olur. Şâzz kıraat böyle değildir. O Kur'an'dır. Yalnız Kur'an olup olmadığında şübhevardır. Binaenaleyh onunla namaz bozulmaz. Velev ki okuduğu kıssa olsun. Ulema bununla namazın bozulmayacağına ittifak olunduğuna rivayet etmişlerdir.
Binaenaleyh en iyisi Muhît'ın te'vilidir. Muhît sâhibi şems-ül eimme'nin sözünü fesad, sâdece onunla yetindiği zaman lâzım gelir diye te'vil etmiştir.» Yani namazın bozulması Şâz kıraatı okuduğu için mütevatın kıraatı terk ettiğindendir demek istemiştir. Lâkin buna şöyle itiraz olunur. Kur'an ALLAH kelamı olduğunda şübhe bulunmayan bir nazım. Namazda kıraattan zikirden başka bir şeyin okunması katiyyen memnu'dur. Kur'an olup olmadığı sübût bulmayan kıssa kıraat ve zikir değildir. Binaenaleyh namaz bozulur. Ama zikir olursa iş değişir. Onun Kur'an olup olmadığı sübût bulmasa bile insan sözü değildir. Çünkü zikirdir. Lâkin sâdece onunla yetinirse namaz bozulur. Onunla birlikte namaz caiz olacak kadar mütevâtir âyet okursa bozulmaz. Bahır sahibinin yaptığı birleştirme budur. Muhit sahibinin sözünü de ona hamletmek icap eder.
T E T İ M M E: Kendisiyle bil'ittifak namaz caiz olan Kur'an: İmamların mushaflarında mazbut olanlardır ki onu Hazreti Osman (r.a.) bütün şehirlere göndermişti. On kıraat imamının ittifak ettikleri de budur. İcmâ ve tafsil itibariyle mütevatir olan Kur'an budur. Yediden ona kadar olan kıraatlar şâz değildir. Şâz olan kıraatlar ondan yukarı olanlardır. Sahih olan budur. Bu hususta ki tahkikin tamamı allâme Kâsım'ın fetevâsındadır.
«Nitekim hece harflerini söylemek böyledir.» Yani namaz bozulmaz ama kâfi de sayılmaz. Şurunbulâlî şerhinde hece harflerini söylemenin şeklini şöyle anlatıyor: «Bir adam namazında, s, b, ha, I, he, n, yahud a, v, z, l, he, m, n, I, ş, i. ta, n, dese namaz bozulmaz, lakin Bezzâziye'de bunun hilafı söylenmiştir. Bezzaziye sahibi: Kıraat miktarı harfleri isimleri ile okumak namazı bozar. Çünkü insan sözüdür. demiştir. Bezzâzî bunu talak bahsinde söylemiştir. İbn-ı Şıhne diyor ki: «Bunun mânâsı açıktır. Lâkin Bezzaziye namaz bahsinde Kınye'deki gibi söylemiştir.»
İmdât sahibi secde-i tilâvet bâbında Tecnîs ve Hâniye'den naklen bununla secde-i sehiv vacip olmayacağını fakat namazda kıraat yerini tutmayacağını söylemiştir. Çünkü o kimse Kur'an okumamıştır. Namaz da bozulmaz. Zira okuduğu harfler Kur'an harfleridir. Harflerin resminden anlaşılıyor ki maksad harflerin isimlerini değil müsemmalarını okumaktır. İsimleri s sin, ba, ha, elif, nun ilh dır. hükümleride böylemidir? Bunu bir yerde görmedim.
«Farsça bir veya iki ayet yazmak caizdir.» Fetih'te kâfiden naklen şöyle deniliyor: «Bir kimse farsça Kur'an okumayı âdet edinir yahud farsça mushaf yazmak isterse men edilir. Bir veya iki âyet yazarsa men edilmez. Kur'an'ı yazar da her kelimenin tefsir ve tercemesini yaparsa câiz olur.»
«Mushafın altına Farsça tefsirini yazmak mekruhtur.» Bu söz yukarıda Fetih'ten naklettiğimize muhaliftir. Lâkin Hazâin'in derkenarında Şarihin el yazısiyle Müçtebâ'nın hazır bahsinden naklen şöyle dediğini gördüm: «Bazılarının âdet edindiği vecihle mushafa farsça tefsir yazmak mekruhtur. Hinduvânî buna ruhsat vermiştir. Anlaşıldığına göre farsça olmayan bir kayıt değildir. (Başka dille yazılması da ayni hükümdedir).
METİN
Namaza eûzü besmele ve havkala gibi kendi haceti ile karışık olan
cümlelerle ve Allahümağfirli «Allahım beni bağışla» diyerek başlar, yahud bu sözü hayvan keserken söylerse caiz olmaz. Yalnız Allahümme derse iş değişir. Zira esah kavle göre bu her ikisinde câizdir. Nitekim ya Allah demek de böyledir. Namazda erkek bileğini baş ve küçük parmaklariyle tutarak sağ elini sol eli üzerine bağlar ve göbeğinin altına koyar. Muhtar olan kavil budur.
Kadın ve hunsâ sağ elini sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Bu hemen tekbir bittiği gibi yapılır. Esah kavle göre eller salınmaz. El bağlamak kıyâmın sünnetidir. Bundan anlaşıldığına göre oturan kimse el bağlamaz. Bunu görmemiştim. Sonra Mecma-ul-en hur'da gördüm ki kıyâmdan murad umumî mânâ imiş, bunu oturanda yapacakmış. Eller devamı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyam halinde bağlanır. Senâ, kunut ve cenaze tekbirlerinde salınır. Rükû ile secde arasında doğrulduğu vakit devamlı kıyam olmadığı için ellerini bağlamak sünnet olmadığı gibi bayram tekbirleri arasında da sünnet değildir. Çünkü kıyamı uzatmadıkça bunlar zikir değildir. Fakat uzatırsa ellerini bağlar. Siraciye.
İZAH
Besmelenin kendi haceti ile karışık olmasını Zahîre sâhibi şöyle ta'lil etmiştir: «Besmele teberrük içindir. Ve o kimse sanki bu işte bana bereket var. demiş gibi olur. Zeyleî'nin sözünden anlaşılan bunu tercih etmiş olmasıdır. Hılye'de: «En muvâfık olanı budur.» denilmiş Nehir sahibi ise bu kavlin sahih kabul edildiğini Sirâc'dan ve fetevâ-i Merginânî'den nakletmiştir. Bahır sâhibi, Müçtebâ ile Mübtega'dan besmele ile başlamanın câiz olduğunu nakletmiş ve hâlis bir zikir olmasına bakarak bunu tercih etmiştir. Delili hâlis zikir şart olan hayvan kesiminde besmelenin câiz olmasıdır.»
Manzume-i Veybâniye'de bu kavil kat'î olarak kabul edilmiş ve İmam-ı A'zam'a nisbet olunmuştur. Vehbaniye şârihi onu, İmam-ı Hulvânî'den Zahiriddîn Merginânî Kâdî Abd'ül Cebbâr ve şihâp İmâmî'den nakletmiş birinci kavlin imameyne ait olduğunu söylemiş; rivayetlerin arasını böyle birleştirmiştir.
Havkale (Lâ havle velâ kuvvete illâ billah) demektir. Havkale ile namaza başlamanın câiz olmaması mânâ itibariyle dua olduğu içindir. O kimse sanki: «Yârab beni sana günah işlemekten çevir! Sana itaat etmek için bana kuvvet ver; çünkü güç, kuvvet ancak seninle mümkün olur. Yâ Allah» demek gibidir.
Namazda erkek sağ elinin baş ve küçük parmaklarını halka yaparak sol bileğini tutar. Diğer üç parmağını yayar. Münye şerhinde böyle denilmiştir. Bahır, Nihâye, Mi'rac, kifâye, fetih, Sirâc ve diğer kitablarda da bunun benzeri söylenmiştir. Bedâyi sahibi ise: «Küçük parmağı ile yanındaki yüzük parmağını baş parmağına halka eder. Orta parmağı ile şehâdet parmağını bileğinin üzerine koyar.» demiş: Hılye sahibi de ona tabi olmuştur. İsmail Nablûsî'nin şerhinde dahi Müçtebâ'dan naklen böyle denilmiştir. Fakat muhtâr olan kavil birincisidir. Fetih ve Tebyinide de böyledenilmiştir. Hadislerde rivayet edilen «tutmak» ve «koymak» kelimelerini birleştirmiş olmak ve ihtiyaten mezheple amel etmek için ulemadan bir çokları bu kavli beğenmişlerdir. Nitekim Müçtebâ ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir.
Seyyidi AbdülGanî Hediyyet-İbn-ül-İmâd şerhinde şöyle diyor: «Bu da söz götürür çünkü ellerini koyar diyen bütününü kast ettiği gibi tutar diyen de bütününü kastetmiştir. Binaenaleyh elin bir kısmını tutmak bir kısmını koymak ne tutmak sayılır ne de koymak! Bence muhtar olan sünnete muvafık olmak şartiyle bunlardan biridir.»
Ben derim ki: Bu bahis nakledilmiştir. Mi'racta yukardaki sözler Müçtebâ, Mebsût ve Zahiriye'den nakledildikten sonra şöyle denilmiştir: «Bazıları bunun mezheplerden ve hadislerden hariç olduğunu söylemişlerdir. Binaenaleyh onunla amel etmek ihtiyat olamaz.» Sonra gördüm ki Şurunbulâlî bu itirazı zikir ederek şöyle demiş:
Ben derim ki: Şu halde bazen iki hadisten birinin tavsifine göre, bazen da diğerinin tavsifine göre amel etmelidir ki iki rivayetin arası hakikaten birleştirilmiş olsun.»
Ben de derim ki buna şöyle itiraz edilir: Her ne zaman bunların biriyle amel edilirse, öteki ile amel terk edilmiş olur. Halbuki hadislerde vârid olduğuna göre bazılarında ellerin salınacağı bazılarında da tutulacağı bildirilmiş. Bunların nasıl yapılacağı açıklanmamıştır. Ulemânın beğendiklerinde de her ikisi ile amel vardır. Zira şübhesiz ki tutmakta koymak mânâsı olduğu gibi fazlası da vardır. Usul kâidesine göre her ne zaman bir birine zıd görünen iki delilin arasını bulmak mümkün olursa hiç biri terk edilemez.
Kadın ve hunsâ sağ eli, sol elinin üzerinde olarak memesinin altına koyar. Münye'nin bazı nushalarında da böyle denilmiş bazılarında ise memesinin üzerine koyar denilmiştir. Evlâ olan şarihin ellerini göğsüne koyar. demesi idi. Nitekim pek çok ulema ellerini memelerinin üzerine koyar demişlerdir. Velev ki göğse koymak bunu istilzam etmiş olur. Meselâ her elin bir kısmı memenin üzerine tesadüf eder lâkin ifâdeden maksat bu değildir. Esah kavle göre eller yanlara salınmaz. Zâhir rivaye budur.
Nevâdir'de imam Muhammed'den rivayet olunduğuna göre.namaz kılan kimse subhâneke okurken ellerim salar onu bitirince bağlar. Bu söz el bağlamanın zâhir mezhebe göre devamlı kıyâmın sünneti, imam Muhammed'e göre ise kıraatın sünneti olduğuna göredir. Hılye. Umumî manadan murad hakiki ve hükmî kıyâmın ikisine de şâmil olmaktır. Zira nâfile namaza oturarak kılmak bir özürden dolayı, farz ve ona kılmak olan namazı oturarak kılmak ayakta kılmak gibidir. T. Zâhire göre yan üstü yatarak kılmakta öyledir. Çünkü o da ayakta kılmanın halefidir. Rahmetî.
«Eller devamlı olan ve içinde meşru zikir bulunan kıyâm halinde bağlanır.» Malumun olsun ki Bedâyî'de el bağlamak kararı yani devamı olan kıyâmın sünneti kabul edilmiştir. Bu kavil imameynin olup zâhir mezheptir. Bazıları el bağlamanın imameynin kaidesine göre içinde meşru zikir bulunan kıyâmın sünneti olduğunu söylemişlerdir. Hulvanî, Serahsî ve diğer ulema bunu kabul etmişlerdir. Hidaye'de de «sahih olan budur.» denilmiş; Mecmâ ve diğer kitablarda bu kavil tercih olunmuştur. Bahır sahibi iki kaideyi birleştirerek bir kaide yapmış. Tilmizi olan musannıf ta ona tabi olmuştur. Halbuki Hılye sahibinin naklettiğine göre Şeyh-ul-İslâm aynı yerde imameynin kavline göre Şeyh-ul-İslâm'dan rükûdan doğruluşta ellerin salınacağını, başka bir yerde bağlanacağını söylemiş sonra iki kavli birleştirerek: «bu iki kaidenin muhtelif olmasından ileri gelmiştir. Çünkü bu doğruluşta mesnun bir zikir vardır ki o da tesmi' veya tahmiddir. Nitekim Mültekât sâhibi de ayni yoldan yürümüştür.» demiştir. Bu söz gördüğün gibi iki kaidenin birbirine zıd olmasını iktiza eder.
Sirâc'ın aşağıda beyan edeceğimiz sözü de bunu te'yid eder. Bundan dolayıdır ki Hidâye sahibi: «Rükûdan doğrulunca ellerini salar» deyince sahih sahibi kendisine itiraz etmiş ve: «Bu söz ancak tahmid ile tesmi doğruluşta değil ona intikal ederken sünnettir. Denilirse tamam olur. Lâkin bu nasların zâhirine muhâliftir ilh...» demiştir. Evet Molla Mişkîn zikri uzun olmakla kayıtlamıştır. Böyle olursa Hidâye'ye itiraz ortadan kalkar. Lâkin zikir uzun olunca bundan kıyâmın da devamlı olması lazım gelir. Ve mesele dönüp dolaşarak Bahır sâhibinin dediğine gelir.
Meşru olan zikir farz, vacip veya sünnet olabilir. «Fakat uzatırsa ellerini bağlar.» Yani cemaatın çokluğundan dolayı tekbirlerin arasını uzatırsa ellerini bağlar. Bu söz kaide el bağlamanın devamı olan kıyâmın sünneti olduğuna, içinde meşru zikir bulunan kıyâmın sünneti olmadığına göredir. Bu da gösterir ki bu iki kavil bir değil ayrı ayrı iki kaidedir.
METİN
Tekbir alıp ellerini bağladıktan sonra subhânekeyi okur. Ve celle senaüke cümlesini terk eder. Onu yalnız cenâze namazında okur. Subhâneke ile yetinir ona «Veccehtü vechiye duasını ilâve edemez. Onu yalnız nâfile namazda ilâve eder. Esah kavle göre «Ve ene evvelü-l müslimîne» «Ben müslümanların ilkiyim» cümlesini katmakla namaz bozulmaz. Ancak İmam kıraata başlamışsa cemaat olan kimse mesbûk olsun müdrik olsun ve kezâ imamı âşikâr okusun okumasın subhânekeyi terk eder. Çünkü Nehir'de Suğradan naklen «Bir kimse imama kıyâm halinde yetişirse kıraata başlamadıkça subhânekeyi okur.» denilmiştir. Bazıları: Gizli namazda imama rükû veya secde halinde bile erse, kanaatince imama yetişecekse subhânekeyi okur.» demişlerdir.
İZAH
Bedâyî'nin beyânına göre subhânekeyi vecelle senâüke cümlesini bırakarak okumak zâhir rivayedir. Çünkü meşhur kitablarda nakledilmemiştir. Binaenaleyh evlâ olan rivayete bir şey katmamak şartiyle her namazda subhânekeyi mezkûr cümleyi katmaksızın okumaktır. «Bu sözde Hidâye sahibinin mezkur cümleyi farzlarda okumaz.» ifâdesinin mefhumu olmadığına işaret vardır. Lâkin Hidâye sâhibi Muhtarat-ün-Nevâ)zil adlı kitabında şöyle demiştir: «Vecelle senâüke sözü meşhur kitablarda farzlar hakkında nakledilmemiştir. Nerede rivayet edilmişse ondan maksat teheccüt namazıdır.» Vecelle senâüke cümlesinin yalnız cenâze namazında okunacağını Münyet-üs-Sağîr şârihi söylemiş fakat bu sözü kimseye nisbet etmemiştir. Bunu Hidâye ve Muhtarât-ün-Nevâzil'den maada kimsenin zikir ettiğini görmedim.
«Nâfile namazlarda veccehtü vechiye» cümlesini okumak caizdir. Çünkü hadislerde varid olan haberler buna hamledilmiştir. Binaenaleyh bilittifak câizdir. Müteehhirîn ulema bunun iftitahtekbirinden önce okunacağını tercih etmişlerdir. Münyede imameyne göre «veccehtü» cümlesinin iftitahtan yani niyetten önce okunacağı bildirilmiş «niyetten sonra ittifak okunmaz.» denilmiştir. Lâkin Hılye'de. «Hak olan onun niyetten önce ve sonra tekbirden önce okunmasının Peygamber (s.a.v.) den ve eshabından sübût bulmamış olmasıdır.» deniliyor. Hazâin'de de: «Okunacağına dair varid olan haber esah kavle göre nâfile namazda senâdan sonraya hamledilmiştir.» denilmektedir. Hazâin'in derkenarında «bunu Zâhidi ve başkaları sahih bulmuşlardır.» ibâresi vardır.
«Esah kavle göre «Ve ene evvelül-Müslimîne» cümlesi ile namaz bozulmaz. Bazıları bozulacağını söylemişlerdir. Çünkü yalan söylemiştir. «Zira bu cümleyi okuyan ilk müslüman değildir.» Bahır sahibi Hılye'ye tâbi olarak bu sözü red etmiş ve Müslimin sahihinde sabit olan ve her iki cümleyi ihtiva eden hadisle istidlâlde bulunmuştur. Bir de: «Bu kimsenin söylediği ancak kendini haber verirse yalan olur. İbâreyi okursa yalan olmaz. Kendini haber verdiği takdirde bütün ulemâya göre namaz fâsid olur.» demiştir.
«Ancak imam kıraata başlamışsa ilh» burada şârih musannıfın ibâresini değiştirmiştir. Çünkü onun ibâresinden anlaşıldığına göre gizli okunan namazda imam kıraata başlamış bile olsa ona uyan kimse subhânekeyi okur. Şârih bu kavli zaif görmüştür çünkü suğra nâm eserde zaifliğine işaret edilmiştir. Vechi şudur: O kimse kırâatı terk ettiğine göre subhanekeyi evleviyetle terk edecektir.
Ben derim ki: Musannıfın söylediğini Dürer sâhibi kat'î lisanla ifâde etmiş Mineh nâm eserde: «Bu kavli Zahire ve Müzmırat sâhibleri sahih bulmuşlardır. Fetvada ona göredir.» demiştir. Minyet-ül-Musallî sâhibi ile Hazâin nâm eserinde kitabımızın şârihi ve mültekâ şârihi bunu tercih etmişlerdir. Kâdıhân dahi: «İmam kıraata başladıktan sonra yetişen kimse hakkında ibn-i Fadl subhâneke okumaz demiş başkaları ise okuyacağını söylemişlerdir. Burada tafsilat gerekir. Eğer imam âşikâra okursa subhanekeyi terk eder; gizli okursa subhanekeyi terk etmez.» diyerek bu sözü tercih eylemiştir. Şeyh-ul-İslâm Hâherzâde dahi bunu tercih etmiş.
Zahire'de şöyle ta'lilde bulunmuştur: «Gizli okunan namazda imamı dinlemek farz değil kıraata ta'zim için sünnettir. Binaenaleyh bu sünnet bizzat maksud değildir. Gizli namazda cemaatın okumamasını susmak vacip olduğu için, imamın okuması onun da okuması yerine geçtiği içindir. Subhaneke okumak ise bizzat maksut bir sünnettir. İmamın onu okuması cemaatın okuması yerine geçmez. Subhanekeyi terk ederse bizzat maksut olan bir sünneti terk etmiş olması lazım gelir. Âşikâra okunan namaz hâli bunun hilâfınadır. Binaenaleyh mutemed olan kavil musannıfın tercih ettiği kavildir. Yani gizli okunan namazda ve imam kıraata başlamış bile olsa cemaata yetişen kimse subhanekeyi okur.»
«İmama secde halinde bile erse» cümlesinden murad: Birinci secdedir. Nitekim Münye'de de böyle denilmiştir. Rükû ve secde hali diye kayıtlamakla oturuş halinde yetişmiş olsa subhaneke okumamanın evlâ olduğuna işaret etmiştir. Çünkü oturmakta fazîlete daha ziyade iştirak hâsıl olur. İkinci secde halinde yetişirse yine subhanekeyi terk etmek evlâ olur. Meselenin tamamı Münye şerhindedir.
METİN
Mezhebe göre kıraat için gizlice eûzü lafzıyle iftitah tekbirini aldığı gibi istiaze eder. Gizlice kelimesi iftitafın da kaydıdır. İstiâzeyi fatihadan sonra hatırlarsa terk eder. Fatiha'yı bitirmeden hatırlarsa eûzüyü çeker. Fatiha'yı yeniden başlaması gerekir. Bunu Halebî söylemiştir.
Talebe dersi hocaya okursa eûzü çekmez. Yani çekmesi sünnet değildir, Bunu zâhire sahibi söylemiştir.
Kıraata yetişemeyen mesbûk dahi onu kazaya kalktığı zaman eûzü çeker. Ancak imama vaktinde uyan kimse eûzü çekmez. Çünkü onun için kıraat yoktur. İmam eûzüyü bayram tekbirlerinden sonra çeker. Çünkü kıraatı tekbirlerden sonra okur. Cemaattan başkası eûzü çektiği gibi besmelenin kelimelerini söyleyerek besmele dahi çeker. Hayvan keserken ve abdest alırken olduğu gibi burada mutlak zikir caiz değildir. Aşikâra okunan namaz bile olsa besmeleyi her rekatın başında gizlice çeker. Fatiha ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir. Velev ki gizli okunan namaz olsun. Ama çekilse bil'ittifak mekruh olmaz. Gerçi Zâhidî besmelenin vacip olduğunu sahih kabul etmiş ise de Bahır sahibi bunu zaif bulmuştur.
İZAH
İstiâze eûzü lafziyle başlayarak yapılır. Hidâye'de esteizü lafziyle yapılacağı bildirilmişse de bu söz muteber değildir. Meselenin tamamı Bahır ve Zeyleî'dedir.
«Fatiha'ya yeniden başlaması gerekir.» Sözünü Halebî Münye şerhinde söylemiş ve ezcümle şöyle demiştir: «Eûzü çekmek ancak namaza başlarken meşrûdur. Onu unuturda fatihayı okursa ondan sonra eûzü çekmez. Hulâsa'da da böyle denilmiştir. Bundan anlaşılır ki Fatiha'yı bitirmeden eûzüyü hatırlarsa onu çeker. Bu takdirde Fatiha'yı yeniden okuması gerekir.» Bu anlayış yerinde değildir. Çünkü Hulâsa'nın «Fatiha'yı okur.» sözünün mânâsı okumağa başlarsa demektir. Zira Fatiha'ya başlamakla eûzü çekmenin yeri geçmiştir. Aksi takdirde sünneti ifâ için farzı terk lazım gelir. Vacibi terk dahi lazım gelir. Çünkü Fatiha'yı yahud onun ekserisini ikinci defa okumak secde-i sehiv icap eder. Halbuki Münye şerhinde dahi birbuçuk yaprak kadar sonra şöyle denilmektedir: «Fakih ebu Ca'fer'in Nevâdir'de beyan ettiğine göre bir kimse tekbir alır ve eûzü çekerde subhanekeyi unutursa onu tekrar okumaz. Kezâ tekbir alır ve kıraata başlarda subhaneke ile eûzü besmeleyi unutursa bunları dönüp okumaz çünkü yeri geçmiştir. Secde-i sehiv dahi lazım gelmez. Bunu Zâhidî söylemiştir. Bu ibâredeki «kıraata başlarda ilh» sözü bizim söylediklerimizi te'yid eder.
«Talebe eûzü çekmez.» Sözü eûzünün yalnız kur'an okumak için çekileceğine işârettir. Bunu Zahîre sahibi nakletmiştir. Bundan anlaşıldığına göre istiaze ancak Kur'an okurken ve namazda meşru olmuştur. Fakat bunun söz götürdüğü meydandadır. Nehir sahibi şöyle demektedir:
Ben derim ki Zahire'de nakledilen söz eûzünün meşru olup olmamada değil, sünnet olup olmaması hususundadır. Yani eûzü çekmek yani Kur'an okumak için sünnettir velev ki vesveseden korkulan her yerde çekilmesi meşru olsun. Şârih «sünnet değildir.» Sözü ile buna işaret etmiştir. Lakin bu cevap söz götürür. Çünkü eûzü çekmek helaya girmezden önce dahi sünnettir. Ancak«Eûzü billâhî min el hubsi vel habâis lafzı iledir.
Sonra zâhirenin ibâresi şöyledir: «Bir adam Bismillâhirrahmânirrahim dediği vakit Kur'an okumak isterse daha önce eûzü çeker, çünkü bu hususta âyet vardır. Söze başlamak isterse meselâ talebe hocasına dersini okursa eûzü çekmez. Çünkü bununla Kur'an okumayı arzu etmiş değildir. Görülmüyor mu ki bir adam şükür etmek isteyerek. Elhamdülillah-i Rabbil âlemîn dese bu sözden önce eûzü çekmeğe muhtaç değildir. Bu izaha göre cünüp bir kimse bu sözü söyleyerek Kur'an okumayı kast etse caiz değildir. Fakat söze başlamayı kast ederse caizdir.» Kısaltılarak alınmıştır.
Hâsılı Kur'an'dan besmele ve hamdele gibi bir şey okurda bundan Kur'an okumayı kast ederse besmeleden önce eûzü çeker aksi takdirde çekmez. Nitekim söze başlarken besmele çekmek, talebenin dersini üstazına okurken evvela besmele çekmesi bu kabildendir. Daha önce eûzü çekmeğe hacet yoktur. Hamdeleden şükûr kast edilirse hüküm yine budur. Kezâ Kur'an'da olmayan bir şeyi söylerken eûzü çekmek evleviyetle sünnet değildir. Binaenaleyh Zahîre'nin sözü konuşmağa başlamazdan önceki eûzu hakkındadır. Başka fiillere şumûlü yoktur. Ve Helâya girmezden önce eûzü çekmenin sünnet olmasına aykırı değildir.
Kıraata yetişemeyen mesbûk dahi kıraatı kaza etmek için ayağa kalktığında eûzüyü çeker. Musannıf burada kıraat üzerine üç fer'î mesele zikir etmiştir ki bunlar ebû Hanîfe ile imam Muhammed'in kavline binaendir. Onlara göre eûzü çekmek kıraata tabidir. İmam ebu Yusuf'a göre ise sübhanekeye tabidir. Şu halde ona göre mesbûk bir kimse sübhaneke'den sonra biri imama uyarken diğeri kazaya kalkarken olmak üzere iki defa eûzü çeker. İmama yetişen kimse dahi eûzü çeker. Zira o da subhaneke okur. Nitekim eûzüyü imam olan, yalnız kılan ve bayram namazlarında sübhanekeden sonra tekbirlerden önce hem imam hem cemaat çekerler. Münye'de böyle denilmiş; Hulâsa'da bu kavlin esah olduğu bildirilmiştir. Lâkin kâdıhan, Hidâye sahibi, Hidaye şârihleri. kâfi ve ihtiyar sahipleri ile ekser ulema imam Muhammed'in kavlini tercih etmiş; eûzünun kıraata tâbi olduğunu söylemişlerdir. Münye şerhinde: «Biz de onunla amel ederiz.» deniliyor.
Cemaattan başkasından murad: İmam ve yalnız kılandır. Bunlardan biri euzüden önce besmele çekerse yerinde yapılmadığı için onu tekrarlar Besmeleyi unuturda Fatiha'yı bitirdikten sonra hatırlarsa Fatiha için besmele çekmez. çünkü besmelenin yeri geçmiştir. Yukarda geçtiği vecihle «Fatiha'dan sonra hatırlarsa» sözünün mefhumu muteber değildir.
Hayvan keserken ve abdest alırken besmele çekmekten murad mutlak zikirdir.
Besmeleyi gizli çekmek tabiri bazı nushalarda mevcud değildir. Fakat mutlaka lazımdır. Kifâye'de Müçteba'dan naklen şöyle denilmiştir: Üçüncüsü bize göre namazda besmeleyi âşikâra çekmemektir. Şâfiî buna muhaliftir. Namaz dışında rivayetler muhteliftir. Ulema namaz dışındaki eûzü besmele hakkında dahi ihtilaf etmişlerdir. Bazıları yalnız eûzüyü gizli çeker; besmeleyi gizli çekmez demişlerdir. Sahih kavle göre kişi bu hususta muhayyerdir. Lâkin Kuran'dan olan imamına tâbi olur. Kuran'dan Hamza'dan başkaları besmeleyi âşikâr okurlar Hamza ikisini de Sizli okumuştur.
«Aşikâr okunan namaz bile olsa» ifâdesi Münye sâhibine red cevabıdır. O: «Aşikâra okunan namaz imam besmele çekmez. Yalnız gizli okunan namazda çeker.» demiştir. Fakat büyük bir hatadır. Bunu. Bahır sahibi söylemiş Bahır şârihi ise «Onu âşikâra çekmez» şeklinde te'vil etmiştir.
«Fatiha ile sure arasında besmele çekmek mutlak surette sünnet değildir» Bu kavil imam Azam'la imam ebu Yusuf'a aittir. Bedaî sahibi onu sahih kabul etmiştir. İmam Muhammed: «Gizli okursa sünnet âşikar okursa sünnet değildir.» demiştir. İbni Ziya Gazneviye şerhinde birinci kavil yalnız imam ebu Yusuf'a nisbet etmiş ve şöyle demiştir: «Bu ebu Yusuf'un kavlidir. Musaffa nâm eserin fetvânın imam ebu Yusuf kavline göre yani her rekatın başında gizlice besmele çekeceği bildirilmektedir. Muhitte ise Muhtar olan imam Muhammed'in kavlidir ki o da her rekata Fatiha'dan ve her sureden önce besmelenin çekilmesidir. Hasan İbni Ziyad'ın rivayetine göre yalnız ilk rekatta besmele çeker. Burada ebû Yusuf'un kavli tercih edilmiştir. Çünkü Fetva lafzı muhtar lafzından daha kuvvetli ve daha belî'dir. Bir de ebu Yusuf'un kavli ortadadır. Umurun en hayırlısı ise orta olanıdır. Umdet-ül-musallî şerhin de böyle denilmiştir. Nehir'de burada Gazneviye şerhinde yapılan nakilde dahi hata edilmiştir. Ondan sakınıver.
Fatiha ile sure arasında besmele çekilirse bil'ittifak mekruh olmaz. Onun için Zahire ve Müçtebâ'da bu cihet sarahaten bildirilmiş ve: «Gizli veya âşikâr okunsun Fâtiha ile sûre arasında besmele çekilirse ebu Hanife'ye göre iyi olur.» denilmiştir. Bu kavli muhakkıklardan ibn Hümâm ve tilmizi Halebî tercih etmişlerdir. Çünkü Besmelenin her sureden bir âyet olup olmadığında ihtilaf edildiği için ortada şübhe vardır. Zâhidî Fâtiha'nın başında besmele çekmenin vacip olduğunu sahih bulmuştur. Bu kavli Zeylei'de secde-i sehiv bahsinde sahih kabul etmiş, Münye şârihi dahi bunu kabul ile en ihtiyatlı kavil olduğunu söylemiştir. Çünkü sahih hadisler peygamber (s.a.v.)in besmeleye devam buyurduğunu göstermektedir. Vehbaniye şârihi bu kavli ekseriyete nisbet etmiştir. Çünkü Hulvânî: «Ekser ulemaya göre besmele Fatiha'dandır.» demiştir. Fatihâ'dan olunca onun gibi okunması da vâcip olur. Lâkin bu kavlin ekser ulemaya aid olduğu kabul edilmemiştir. Bahır sahibi Zâhidî'nin sözünü zaif bulmuş ve secde-i sehiv bahsinde şunları söylemiştir: «Bütün bunlar metin ve şerhlerde, fetva kitablarında beyan edilen zahir mezhebe muhaliftir. Zâhir mezhep besmelenin vacip değil sünnet olmasıdır. Binaenaleyh onu terk etmekle bir şey lazım gelmez. Nehir sahibi diyor ki: Hakikatta bunlar tercih edilen iki kavildir. Yalnız metinler birinciyi almışlardır.» Ben derim ki yani birinci kavil rivayet yönünden, ikincisi dirâyet yönünden tercih edilmiştir. Allah'u âlem.
METİN
Besmele bütün Kur'an'dan bir âyettir. Surelerin arasını ayırmak için indirilmiştir. Nemil sûresindeki besmele bil'ittifak bir ayetin cüz'üdür. Esah kavle göre besmele Fatiha'dan ve diğer surelerin hiç birinden değildir. Cünüp kimsenin onu okuması haramdır. İhtiyaten onunla namaz caiz değildir. İmam Malik'in besmeledeki ihtilafı şüphesinden dolayı onu inkâr eden kâfir olmaz.
Namaz kılan kimse imam olsun yalnız olsun besmeleden sonra Fatiha'yı ve ondan sonra vûcûbenbir sure yahud üç âyet okur. Okuduğu bir veya iki âyet olurda üç ayete denk gelirse kerahati tahrimiye ortadan kalkar. Bunu Halebî söylemiştir. Ama keraheti tenzihiye ancak sünnet olan miktarı okumakla ortadan kalkar.
İZAH
Besmele Kur'an'dan bir âyettir. Fakat imam Malik ile bizim ulemamızdan bazıları buna muhaliftir. Onlara göre besmele asla Kur'an'dan değildir. Kuhistanî diyor ki: «Keşşâf hâşiyeleri ile telvihte besmelenin Kur'an'dan olmadığı ebû Hanife'den nakledilen meşhur rivayetlerde bulunmamaktadır. Yani bize göre bu kavil zaiftir. Demek istiyor. Besmele sûre(erin aralarını ayırmak için indirilmiş Fatiha'nın evvelinede teberrük için yazılmıştır. Nemil suresindeki besmele âyetinin başı İnnehü min süleymane sonu ve etuni müslimin dir.
Besmele Fâtiha'dan değildir. Nehir sahibi: «Bu sözde Hulvâni ile ekser ulemanın besmele Fatiha'dandır iddialarını red vardır. Zahîre de bu kavil imam ebu Yusuf'un imam-ı A'zam'dan rivayeti olduğu bildirilmiş ve tercih edilmiştir. En ihtiyat olan da budur.» demiştir. Nehir sahibinin Hulvânî'den naklettiğini Kuhistânî Muhit'ten Zâhîre, Hulâsa ve diğer kitablardan naklen beyan etmiştir.
Besmele hiç bir sureden bir âyet değildir. İmam Şâfiî buna muhaliftir Ona göre Berâe'den maada bütün surelerde besmele sureden bir âyettir. Cünüb ve o mânâdâ olan hayız ve nifaslı kimselerin Kur'an kasdiyle besmeleyi okumaları haramdır.
Şârihin «ihtiyaten» sözü her iki meselenin illetidir şöyle ki: Cumhurun mezhebine göre besmele Kur'andandır. Çünkü mahallinde mütevatirdir. Bu hususta imam Malik muhalefet etmiştir. Binaenaleyh cumhurun mezhebine bakarak okumak cünüp kimseye ihtiyaten haram olmuştur. Hilaf şüphesine bakarak da namazda yalnız besmele ile iktifa etmek caiz görülmemiştir. Çünkü namazda kıraat yüzde yüz farzdır. Şüpheli olan bir şeyle sâkıt olamaz. «Onu inkar eden kâfir olmaz.» Cümlesi besmele hakkındaki işkâle cevaptır. İşkâl şudur:
Besmele mütevâtir ise onu inkâr edenin kâfir sayılması lazım gelir. Mütevatir değilse Kur'an sayılmaması lazım gelir. Cevap tahrirde de beyan edildiği vecihle şöyledir: Kat'î bir şeyi inkar eden kimsenin kâfir sayılması o şey hakkında kuvvetli şübhe sabit olmadığına göredir. Meselâ bir rüknü inkar etmek bu kabildendir. Burada ise kuvvetli şübhe mevcuttur. Çünkü imam Malik gibi onu inkar edenler ilk asırlarda Kur'an olarak mütevâtır olmadığını ve mushafa yazılması şeriatta onunla işe başlamanın sünnet olduğu şöhret bulduğundan ileri geldiğini iddia etmişlerdir. Ayet olduğunu isbat edenler ise: İlk çağlar müslümanları mushafları ALLAH kelâmı olmayan sözlerden korumaya son derece ehemmiyet verdikleri halde besmeleyi ittifakla mushaflara yazmaları Kur'an olmasını icap eder. Sünnet sayılması icmâ teşkil edemez. İstiazede sünnettir. Hak şudur ki besmele Kur'andandır. Çünkü mushafta tevatüren nakledilmiştir. Bu onun Kur'an olduğuna delildir. Biz onun Kur'an olmasının sûbutunu Kur'an'dır diye tevatüren şuyû bulmasına bağlı olduğunu kabul etmiyoruz. Kur'an'da şart olan yalnız yerinde mütevatir olmasıdır. Velev ki bu tevatüren duyulmuşolmasın.» demişlerdir.
Hâsılı besmelenin yerinde mütevatır oluşu aslen Kur'an olduğunu isbat eder. Kur'an olduğunun tevatüren şüyûu ise bu husustaki haberlerin tevatürüne bağlıdır. Onun için besmeleyi inkâr eden tekfir olunmamıştır. Sair âyetler böyle değildir. Onların Kur'an olduğunu bildiren haberler mütevatirdir. Bu söylediklerimizden anlaşılır ki şârihe düşen metni haline bırakmak, İmam Malik'in ihtilafını ibâreye katmamak idi. Böyle yapsa imam Malik'in onun Kur'an olduğunu inkar etmesine de cevap vermiş olurdu. Çünkü şübhe imam Malik'in inkâriyle meydana gelmiş değildir. O daha önce başka cihetten sabit olmuştur.
«Bir sûre yahud âyet okur.» sözünde bir sûre okumanın efdal olduğuna işaret vardır. Cami-ul-Fetevâ'da şöyle denilmiştir: «İmam Hasan'ın rivayetine göre ebu Hanife: Ben farz namazlarda Fatiha'dan sonra iki sûre okunmasını iyi görmem. Ama okumuş olsa mekruh sayılmaz. Nâfilelerde bunda bir beis yoktur, demiştir. Namazda okunması sünnet olan miktar. sabah ile öğle namazlarında uzun sureleri, ikindi ile yatsıda orta, akşam namazında kısa sureleri okumaktır. T.
METİN
«Fatiha bitince» imama gizlice âmin der nitekim cemâat ve yalnız kılanlarda gizlice âmin derler. Velev ki gizli okunan namazda olsun. Cemaat olan kimse imamın Fatiha'yı bitirdiğini işitirse âmin der. Velev ki cuma ve bayram gibi namazlarda kendi gibi bir cemaatın âmin dediğini işitmişte söylemiş olsun.
«İmam âmîn dediği vakit sizde âmin deyin» hadisine gelince bu hadis hükmî vücûdi mâlum olan şeye ta'lik kabilindendir. Binaenaleyh imamdan işitmesine bağlı değildir. Fâtiha tamam olmakla dahi okunur.
Buna delil: «İmam Veleddâllîn deyince sizde âmin deyin!» hadisidir. Bu kelime med ile âmîn kasır ile âmin ve imâle ile eeminü şekillerinde okunabilir. Emmmînü yahud yâ atılarak âminü okumakla namaz bozulmaz. Fakat bunlardan biri ile kasır yapıldığı emmiin yahud ikisi ile birlikte uzatarak emmin okunursa namaz bozulur. Bunu yalnız ben yazmışımdır. Amin bittikten sonra eğilirken rükû için tekbir alır. Kıraatı tekbirine eklemek mekruh değildir. Bir harf veya bir kelime kalırda onu lirken tamamlarsa bazılarına göre bunda bir beis yoktur. Münyet-Musallî.
İZAH
Musannıf «imam gizlice âmin der» sözü ile imam Malik'in muhâlefetine işâret etmiştir. İmam Malik âmin demeyi yalnız cemaat olan tahsis etmiştir. Ona göre imam âmin demez. Bu kavli imam Hasan imam-ı A'zam'dan da rivayet etmiştir. «Gizlice» sözü ile de imam Şâfiî'nin muhalefetine işâret etmiştir. Çünkü ona göre imam ve cemaattan herbiri âmini âşikâra söyler. «Nitekim cemaat ve yalnız kılanda ilh...» meselesinde bütün imamlar müttefiktirler. «Velev ki gizli okunan namazda okusun.» Çünkü aşağıdaki hadisdeki emir mutlaktır. Ve cemaata aittir.
Şârih bu hükmü o hadisten sonra söylese daha iyi ederdi. Bazıları gizli okunan namazlarda imamı işitse bile cemaatın âmin diyeceğini söylemişlerdir. Çünkü bu kadarcık işittirmenin itibarı yoktur. Şârih'in rivayet ettiği hadis Buharî ile Müslim'in sahihlerinde şu lafızladır: «İmam âmin dediği vakit sizde âmin deyin çünkü bir kimsenin âmini meleklerin aminine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur.» Hadisi şerif imamla cemaatin âmin demesi gerektiğine delâlet etmektedir. Yalnız, imam hakkında işaretiyle, cemaat hakkında ibâresi ile delâlet eder. Çünkü ibâre cemaat hükmünü beyân için getirilmiştir. Sonra şârihin muradı imam Şâfiî'nin sözüne cevap vermektir. Şâfiî «Bu hadis imamın âşikâre olarak âmin diyeceğine delildir. Çünkü cemâatın âmin demelerini imamın âminine bağlamıştır.» der. Cevap şudur: Âmin yeri bellidir. İmamın veleddallin dediğini işitmek kâfidir. Zira şârih imamdan bu sözden sonra âmin demesini istemiştir. Binaenaleyh hadisi şerif hükmi vücûdu mâlûm bir bağlamak kabilindendir. Her iki tarafın delilleri mufassal kitablardadır. Bundan anlaşılıyor ki bir kimse imamdan uzak olurda onun okuduğunu hiç işitmezse âmin demez. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir. Yani âmin yerini işitmediği için âmin demesi gerekmez. Meğer ki yukarda arz edildiği vecihle kendi gibi bir cemaatın âmin dediğim işitmiş olsun. O zaman âmin der.
İkinci hadisin tamamı şöyledir: «Zira melekler âmin derler. Bir kimsenin âmini meleklerin âmin demesine rastlarsa geçmiş günahları afv olunur..) Bu hadisi Abdürrezzak, Nesaî ve ibn-i Hıbbân rivayet etmişlerdir. Nevevî'nin Müslim şerhinde şöyle deniliyor: «Sahih ve doğrusu şudur ki murad âmin vaktinde meleklere muvafakat etmektir. Bazıları sıfat, huşû ve ihlâsta muvafakat olduğunu söylemişlerdir. Sonra bu meleklerin hafaza olduğunu söyleyenler ve hafaza olmadığını söyleyenler vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) başka bir hadiste: «Âmîni göktekilerin söylediğine tesadüf ederse ilh...» buyurmuştur.
Âmin demek hadiste emir olunduğu için sünnettir. Bu kelimenin Kur'an'dan olmadığına ulemâ ittifak etmişlerdir. Nitekim Bahır'da da böyle denilmiştir En meşhur ve en kasim okunuşu uzatarak âmîn şeklinde okumaktır. Âmîn diye çekmeden okumakta meşhurdur. Manâsı kabul et demektir. T. imâle uzatarak okunduğu vakit yapılır. Çekilmeyen yerde İmale mümkün değildir. İmâlenin hakikatı fethayı kesreye kaydırarak okumaktır. Eşmûnî'nin târifine göre eliften sonra elif bulunursa yâya kaydırılarak okunur.
Şârih «namaz bozulmaz» ifâdesi ile sözünün sünnet nasıl ifâ edileceğine değil namazın bozulmamasında olduğuna işâret etmiştir. Çünkü sünnet ancak med, kasır ve imâle şekilleri ile hâsıl olur. Nitekim bunu Tahtavî'de rivayet etmiştir. Âmmin demekle mezhebimizin müftabih kavline göre namaz bozulmaz. Çünkü bu şekil kelimenin lügatlarından biridir. Kur'an'ı Kerim'de de mevcuttur. Bunu Vâhidî rivayet etmiştir. Mânâsı Hulvânî'nin dediği gibi «İcâbetini dileyerek sana dua ediyoruz.» demektir, Zirâ âmmîn dileyenler mânâsına gelir. Ulemamızdan bir cemaat âmmîn şeklinin lügat olduğunu kabul etmemiş bununla namazın bozulduğuna hüküm vermişlerdir. Bahır.
Bu şekil Teâlâ Hazretleri kelimenin ikinci sureti âmin
nin «Veyleke âmin Yazık sana iman et» kerimesinde mevcuttur. Nitekim İmdat'ta bildirilmiştir. Kasırla emminü derse namaz bozulur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de böyle bir kelime yoktur. Bazıları Eminü şeklinde okunursa dahi bozulacağını söylemişlerse de bu söz götürür. Çünkü bu şekilKur'an'ı Kerim'de mevcuttur. Teâla Hazretleri fein êminü buyurmuştur.
Hâ Yani bundan dolayıdır ki Bahır ve Nahir sahipleri bu şekilden bahis etmemişlerdir.
Emminü okunduğu takdirde dahi namaz bozulur. Çünkü Kur'an'ı Kerim'de böyle bir kelime yoktur. Şârih'in saydıkları sekiz veche olup bunların beşi sahih üçü namazı bozar (sahih olanlar: âmin - êemin - eemin - âmmin - âmin'dir. Sahih olmayanlar (emmin - emin - emmin kelimeleridir. Dokuzuncu bir şekil daha vardır ki o da emmin' dir bu da namazı bozar. Çünkü Kur'an'ı Kerimde yoktur. Ben derim ki: Sekizinci ile bu dokuzuncuyu Bahır sahibi zikir etmiş ve: «Bunların ikisinde namazın bozulması ihtimalden uzak görülemez.» demiştir.
«Eğilirken rükû için tekbir alır» sözü tekbirin eğilirken başlayıp sırt dümdüz olduğu zaman biteceğini gösterir. Bazıları ayakta iken tekbir alınacağını söylemişlerdir. Sahih olan birinci kavildir. Nitekim Müzmeratta'da öyle denilmiştir. Tamamı Kuhıstanî'dedir. Kırâatı tekbire eklemenin misâli Allâhu ekber ve emmâ bini'meti rakkike fehaddisillahu ekber' dir. Fehaddis kelimesinin son harfi et tâi sakinin sebebiyle kesre okunur. H.
Kuhistânî'de beyân edildiğine göre musannıfın «sonra rükû için tekbir alır.» sözü tekbirin kıraatla birleştirilmeyeceğine delâlet eder. Ama bu bir ruhsattır. Efdâl olan birleştirmektir. Münye şerhinde şöyle denilmiştir: «Ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna göre, Ben bazan kıraatı tekbire eklerim. Bazan eklemem demiştir.»
Tatarhâniye'de bu hususta güzel bir tafsilat vardır. Şöyle ki: Sûrenin sonu ve kebbirhu tekbirâ gibi sena ile bitirse eklemek evlâdır.
değil de:inne şâni eke hüvel ebter gibi biterse ayırmak evladır.
Durakta durur. Fasılayı yapar sonra rükû için tekbir alır. Şârih «Bazılarına göre bunda beis yoktur.» Sözü ile bu kavlın itimad edilmeyen kavil olduğuna işâret etmiştir. İtimad edilen kavil «sonra eğilirken rükû için tekbir alır.» diyerek işâret ettiğidir. Çünkü bu söz kıraâtın bütününü tamamladıktan sonra tekbir alarak rükûa gidileceği hususunda açıktır, ve esah olan da budur. Binaenaleyh şârih her iki kavle işaret ettiği gibi birincinin mu'temed ikincinin zaif olduğunu en kısa ibâre ve en latif işâret ile göstermiş demektir. Şarih'in kelamında ihmal yoktur. Nitekim Kemâl sahiplerine gizli değildir.
METİN
Ellerini dizleri üzerine koyarak onlara dayanır ve kuvvet bulmak için parmaklarını açar. Topuklarını birbirine yapıştırmak ve baldırlarını dik tutmak sünnettir. Sırtını çantıları ile birlikte düz tutar başını da kaldırmaz ve eğmez. Rükû'da en az üç defa tesbih eder tesbihi hiç yapmaz veya noksan bırakırsa tenzihen mekruh olur.
İZAH
Rükûda, topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir. Ebu's Suûd: «Secde halinde de böyledir. Bu sünnetler bahsinde de geçmiştir.» diyor. Sünnetler bahsinde geçen: «Secde de topuklarını birbirine yapıştırmak sünnettir.» sözüdür. Şübhesiz ki bu bir göz hatasıdır. Çünkü şârihimiz bunune Dürrü muhtârda ne de Dürr-ü Müntekâ da zikir etmemiştir. Başkasının zikir ettiğini de görmedim. Evet: Olabilir ki bu mânâ rükûdan anlaşılmıştır. Rükûda topukları bir birine yapıştırmak sünnet olunca ondan sonra onları ayırmaktan bahis etmemişlerdir. Esası olan secde halinde de yapışık kalmalarıdır.
Musannıfın «ellerini dizleri üzerine koyar.» derken sünnettir. Sözünü de kullanması gerekirdi. Tâ ki elleri dizlere koymak, üzerlerine dayanmak, parmakları açmak, topukları yapıştırmak, baldırları dik tutmak, sırtı yaymak ve düz tutmanın hepsi sünnet olduğu anlaşılsın. Nitekim Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Kuhistânî: «Bazularını açarak, parmaklarını dikerek ibârelerini de ilâve etmek gerekir. Çünkü bunlar da sünnettir.» demiştir. Nitekim Zahîdî'de zikir edilmiştir. Mi'rac sahibi diyor ki: «Müçtebâ' da beyan edildiğine göre bunların hepsi erkek hakkındadır».
«Kadına gelince: O rükûda hafifçe eğilir, parmaklarını açmaz, bilakis toplar. Ellerini sâdece dizlerinin üzerine koyar. Dizlerini büker, kollarını açmaz. Çünkü bunlar onun örtünmesine daha elverişlidir. Veciz şerhinde hunsânın da kadın hükmünde olduğu bildirilmiştir.» Baldırlarını dik tutmak sünnettir. Avamdan bir çoklarının yaptığı gibi bunları kavisleştirmek mekruhtur. Bahır.
Rukû tesbihlerini tamamen terk etmek veya noksan bırakmak kerahet-i tenzihiye ile mekruhtur. Bu tesbih emrinin müstehap mânâsına alındığına göredir. Bahır. Mi'rac'ta bildirildiğine göre ebu Hanîfe'nin tilmîzi ebu Mutî' Belhî: «Üç defa tesbih farzdır.» demiştir. İmam Ahmed'e göre bir defa tesbih vacibtir. Nitekim secde de tesbih, tekbirler, tesmî ve iki secde arasında dua da böyledir. Bunu kasten terk ederse namazı bâtıl olur. Yanılarak terk ederse bâtıl olmaz. Kuhistanî'de «vacip olduğunu söyleyenler vardır» denilmiştir. Bu kavil bizim mezhebe göre üçüncü bir kavildir.
Hılye'de beyân edildiğine göre tesbihin emir buyurulması ve devamla yapılması vacip olduğunu takviye etmektedir. Binaenaleyh yanılarak terk edilirse secde-i sehiv, kasten bırakılırsa namazını iâdesi lazım gelir. Bu bahiste allâme İbrahim Halebî dahî Münye şerhinde Hılye sahibine uymuş Bahır sahibi ise bunlara şu cevabı vermiştir: Peygamber (s.a.v.) bedeviye namazı öğretirken tesbihi söylememiştir. Bu da emri vücûp mânâsına hükümden değiştirir. Lâkin Münye şerhinde Halebî böyle bir itiraz yapılacağını hissederek şu cevabı vermiştir: «Biri çıkarda şöyle diyebilir:
Bu ancak namazda Rasulullah (s.a.v.)'ın bedeviye öğrettiğinden başka vacip yoksa doğrudur. Fakat ona öğretmediği başka vacipler vardır. Meselâ: Fatiha'yı tayin etmek zammı sûre yahud üç âyet okumak bedeviye öğretmediği vaciblerdendir. Bunlar başka delille sabittir. Burada da niçin öyle oluvermesin!»
Hâsılı rükû ve secdede üçer tesbih getirmenin lüzumu hakkında mezhebimizde üç kavil vardır. Delil yönünden bunların en tercihe şayan olanı mezhebin kaidelerine göre vacip olmasıdır. Binaenaleyh bu kavle itimad gerekir. Nitekim Kemâl İbn-i Hümâm ile ona tabi olanlara rivayet yönünden rükûdan doğrulmanın, iki secde arasında oturmanın ve bunların her ikisinde âza sükûnet bulacak kadar durmanın vacip olduğuna itimad etmişlerdir. Bu yukarda da geçmişti. Rivayet yönünden ise en şâyanı tercih kavil sünnet olmasıdır. Çünkü meşhur kitablarda söylenenbudur. Ulema tesbihlerin üçten az bırakılması mekruh olduğunu üçden ziyâdenin ise tek sayıda bitirmek şartiyle beş, yedi veya dokuza kadar çıkarılmasının müstehap olduğunu söylemişlerdir. Ama bu imam olmayan hakkındadır. İmam olursa cemaata bıkkınlık vermemek üzere uzatmaz.
Namazın sünnetleri bahsinde ebu-l-Yüsr'un usulünden naklen demiştik ki: Sünnetin hükmü: İfâsına teşvik terkinden dolayı zem olunmak birazda günaha girmektir. Bu söz sünnet bırakılırsa tenzihden yukarı tahrimdende aşağı bir kerahet hâsıl olacağını gösterir. Böylece Bahır sahibinin: «Burada ki kerahet-i tenzihidir. Çünkü fiili müstehabtır.» Sözünün zaif olduğu meydana çıkar. Velev ki şârih ve başkaları ona tâbi olmuş bulunsunlar.
T E N B İ H: Rükû tesbihînde Subhâne rabbiyel azîm demek sünnettir. Ancak (za) harfini söylemezse azîm yerine kerîm der tâ ki dili (azîm) deyivermesin çünkü böyle derse namaz bozulur. Dürerül-Bıhar şerhinde de böyle denilmiştir. Bu bellenmelidir. Çünkü avam bundan gâfildir (za) yerine (ze) yi söylerler.
METİN
Rükûu yahud kırâatı gelen yetişsin diye uzatmak tahrimen mekruhtur. Yani geleni tanır da uzatırsa mekruhtur. Aksi takdirde uzatmakta beis yoktur. Uzatmakla Allah'a yaklaşmayı kast ederse bil'ittifak mekruh olmaz. Lâkin bu nâdirdir. Buna riyâ meselesi derler. Ondan korunmak gerekir.
İZAH
Gelen yetişsin diye kırâatı veya rükûu uzatmak kerâhati tahrimiye ile mekruhtur. Çünkü Bedâyi ve Zahîre'de imam ebu Yusuf'tan şu rivayet vardır: «Bu meseleyi ebu Hanife ile ibn ebî Leylâ'ya sordum ikisi de mekruh gördüler. Ebu Hanîfe o kimseye büyük bir şey lazım geleceğinden - yani şirkten - korkarım dedi.» Hişâm'da İmam Muhammed'den bunu mekruh gördüğünü rivayet etmiştir. Kezâ imam Malik'le yeni mezhebin imamı Şâfiî'den dahi mekruh gördükleri rivayet olunmuştur.
Bazıları İmamı A'zam'ın «müşrik olur.» Sözünden tevehhüme kapılarak o kimsenin kanının da mubah olduğuna fetvâ vermişlerdir. Halbuki hazreti imam sâdece ameldeki şirki kast etmiştir. Çünkü rükûun evveli ALLAH Teâla için idi sonu, gelen kimsenin hatırı için olur. Ama gelen kimse için tezellül ve ibâdeti murad etmedikçe kâfir olmaz. Meselenin tamâmı Hılye ve Bahır'dadır.
Son oturuşu selâm vermeyip uzatmak dahi mekruhtur. Sirâc'ta bu mesele de ihtilâf olduğu bildirilmiş ve bu husustaki sözün namaz kılan hakkında olduğuna işârette bulunmuştur.
Namazdan önce beklerse; Bezzaziye'nin ezan bahsinde şöyle denilmiştir: «Cemâat yetişsin diye ikâmeti beklerse câizdir. Cemâat toplandıktan sonra bir kişiyi dahi beklemek câiz değildir. Meğer ki huysuz ve yaramaz ola. «Yani geleni tanır da uzatırsa» ifâdesi Münye şerhinde ekser ulemaya nisbet edilmiştir. Çünkü o zaman bekleyişi ibâdet ve hayra yardım için değil dostluk için olur. Geleni tanımazsa uzatmasında beis yoktur. Çünkü tâata yardım olur. Lâkin cemâatı sıkmayacak kadar uzatmalı mu'tattan bir veya iki tesbih miktarı fazla durmalıdır.
Beis yoktur sözü ekseriye yapılmasa daha iyi olur mânâsında kullanılır. Burada da öyle olmakgerekir. Zira ALLAH'a ihlas bulunmamak şübhesiyle yapılan bir ibâdetin terki şübhesiz efdaldir. Çünkü Peygamber (s.a.v.): «Sona şübhe veren şeyi bırak, şübhe vermeyeni yap» buyurmuştur. Şu da var ki bu rekata yetişmeye yardım için de olsa bunda tembelliğe ve vakti gelmeden namaza hazırlanıp koşmayı terk etmeye yardım eder. Binaenaleyh terki evlâdır. Ama kalbine bir şey gelmeksizin sırf ALLAH'a yaklaşmak için uzatırsa mekruh olmaz. Bilakis efdâl bile olur. Lâkin böylesi pek nâdir bulunur. ALLAH'a yaklaşmaktan murad rekata yetişmeye yardım etmek de olabilir. Çünkü bunda Allah'a ibâdet için kullarına yardım vardır. Onun için yukarda beyân ettiğimiz şübheden dolayı terki efdal olur. Burası Münye şerhinden kısaltılarak alınmıştır.
Ben derim ki: Rekata yetişmek için yardım kasti şer'an matlûp ve makbul bir şeydir. Sabah namazında birinci rekatın uzatılması bil'ittifak meşrudur. Başka namazlarda cemâata yardım için uzatmanın meşru olup olmaması ihtilaflıdır. Çünkü sabah zamanı uyku ve gaflet zamanıdır. Nitekim sahâbe Peygamber (s.a.v.)in fiilinden bunu anlamışlardır. Münye'de «imamın cemâata sünneti tamamlatmayacak kadar işi acele tutması mekruhtur.» denilmiştir. Hılye'de Abdullah bin Mubârek, İshak, İbrahim ve Sevrî'den naklen: «İmamın beş defa tesbih etmesi müstehabtır. Tâ ki gelen üç tesbihe yetişebilsin.» denilmiştir. Bu izaha göre gelen kimseye yardım kasdı ile beklemek, ona iyi görünmek veya utanmak gibi bir şey hatırına gelmemek şartiyle efdaldir. Onun için Mi'rac'da El-Cemi-ul-Esgar'dan naklen o imamın me'cûr olduğu nakledilmiştir. Çünkü Teâlâ hazretleri: «İyilik ve takvâ hususunda birbirinize yardım edin.» buyurmuştur.
Tatarhaniye'nin ezan bahsinde şöyle denilmektedir: «Müntekâ'da bildirildiğine göre. bazı kimseler yetişsinler diye ezanı geciktirmek ve kıraatı uzatmak haramdır. Bu uzatıp geciktirmekte, cemâata usanç verecek derecede, dünya ehli olanlara meyl ettiği vakittir. Hulâsa hayr ehline yardım için azıcık geciktirme mekruh değildir.»
Tahtavî şöyle diyor: «Anlaşılıyor ki imamın rükûu, tekbir alan bir kimse yetişecek kadar uzatması ALLAH'a yaklaşmaktan ma'duttur. Çünkü imam o kimse yetişmeden başın rükû'dan kaldırırsa gelen kimse o rekata yetişdim zanneder. Nitekim avâm takımından bir çokları bunu yapar ve yetişdim zanniyle imamla birlikte selam verir. İmam da namazını yeniden kılmasını veya tamamlamasını kendisine söylemeye imkân bulamaz.»
METİN
Bilmiş ol ki rükünlerde imama tabi olmanın lüzûmuna ibtina eden şeylerden bazıları şunlardır: İmam rükû veya sücûttan başını cemaat üç tesbihi tamamlamadan kaldırırsa cemaatın ona tabi olması vacibtir. Aksi de öyledir. Ve imamdan önce başını kaldıran cemâat tekrar rükûa döner. Bu iki rükû sayılmaz. Ama cemaat teşehhüdü bitirmeden selâm vermesi yahud üçüncü rekata kalkması böyle değildir. Burada cemâat ona tâbi olmaz teşehhüd vacip olduğu için onu tamamlar. Fakat tamamlamasa da câiz olur. Cemaat teşehhüd dualarını okurken imam selâm verirse cemaat ona tabi olur. Çünkü bu dualar sünnettir. İnsanlar bundan gâfildir. Sonra tesmî yaparak rükûdan başınıkaldırır.
Valvalciye'de :«İmam nûnu lama tebdil ederek okursa namaz bozulur.» denilmiştir. Tesmî cümlesinin sonunda cezimle mi yoksa hareke ile mi duracağı hususunda iki kavil vardır.
İZAH
Namazın vâcipleri bahsinde cemaatın imamı tâkibi hususunda yeteri kadar bahsettik. Oradaki tahkikatımız neticesinde farz ve vaciplerde imamdan geri kalmamak manasına takibin vacip, sünnetlerde sünnet olduğu anlaşıldı. Şu halde burada «rükünlerde» diye kayıtlamak söz götürür. Halbuki rükû veya secdeden doğrulmak ya vacip ya sünnettir. Şu da var ki musannıf burada imama tabi olmaktan bahis etmedi ki sözü ona bina edilmiş olsun. Şârih'in buradaki «Cemâatın ona tabi olması vâciptir.» Sözünü evvelce geçen «rukû'da üç defa tesbih eder.» ifâdesine ibtina ettirmesi gerekirdi. Çünkü üç tesbih mezhepte meşhur ve mutemed olan kavle göre farz veya vacip değil sünnettir. Binaenaleyh ondan dolayı vacip olan mütabeat (yani imama tâbi olup onu takip) terk edilemez.
Cemâat üç tesbihi tamamlamadan imam başını rükûdan veya secdeden kaldırırsa cemâatın ona tâbi olması hususunda iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre cemaatın imama tâbi olmaları vaciptir. Bahır'da da böyle denilmiştir. «Aksi de böyledir.» Yani imam tesbihleri tamamlamadan cemâat rükû veya secdeden başını kaldırırsa, imama tâbi olmaları yine vaciptir. Tekrar dönerek imamla birlikte rükûu tamamlar. Dönmezse keraheti tahrimiye irtikâp etmiş olur. Rükûa dönmesi iki rükû sayılmaz. Çünkü bu dönüş müstakil rükû yapmak için değil ilk rukûu tamamlamak içindir. H.
Cemâat teşehhüdü bitirmeden imam selâm verir veya üçüncü rekata kalkarsa o rekatı imamla birlikte yetiştiremeyeceğinden korksa bile imama tâbi olmaz. Bunu Zahîre sahibi açıklamıştır. Mutlak olan bu söz, imama ilk veya son teşehhüd esnasında uyana da şâmildir. O oturduğu vakit imam kalkar veya selâm verirse cemaat olanın teşehhüdü tamamlayıp kalkması iktiza eder. Ama ben bunu açık olarak bir yerde görmedim. Sonra Zahire'de ebu-l-Leys'den naklen şöyle denildiğini gördüm: «Bence muhtar olan teşehhüdü tamamlamasıdır. Ama tamamlamazsa namazı câizdir.» Hamd ALLAH'a mahsustur. «Fakat tamamlamasa da câiz olur.» Yani teşehhüdü tamamlamazsa keraheti tahrimiye ile namazı sahihtir. Nitekim bunu Halebî söylemiştir. Tahtavî ile Rahmetî onunla münâkaşa etmişlerdir. Münye şerhinin şu ifâdesinden anlaşılan budur: «Hâsılı farz ve vaciplerde gecikmeden imamı tâkip etmek vaciptir. Buna başka bir vacip engel olursa bırakması gerekmez. Bilâkis onu yapar. Sonra imamı tâkip eyler. Çünkü o vacibi yapmak tamamiyle imamı takipten alıkoymaz Sâdece geciktirir. Ama vacibi tamamen bırakırsa bu imamı tâkibi tamamen ortadan kaldırır. Binaenaleyh birini biraz geciktirmek suretiyle iki vacibi birden ifâ etmek birini tamamen bırakmaktan evlâdır. Ama sünnetin ârız olması böyle değildir. Çünkü sünnetin terki vâcibi geciktirmekten evlâdır.»
Ben derim ki: Bu ibâreden anlaşıldığına göre teşehhüdü tamamlamak vâcip değil evlâdır. Lâkin burada şöyle bir itiraz vârid olabilir: Burada vacip olan mütâbeatın mânâsı geciktirmemektir. Binaenaleyh teşehhüdü tamamlamaktan mütâbeatın tamamen terk edilmesi lazım gelir. Ve şöyle ta'lil gerekir: Mezkûr mütâbeat ancak ona başka bir vacip ârız olmadığı zaman vacip olur. Nasıl ki selâm almak vacibtir. Ama hutbe dinlemek te vacibtir. Bu vacip ârız olunca selâm almak sâkıt olur. Bunun iktizasıda teşehhüdü tamamlamanın vacip olmasıdır. Lâkin ta'lîlin aksi iddia edilerek şöyle denilebilir: Teşehhüdü tamamlamak ona imama tâbi olmanın vücûbu ârizî olmadığı zaman vacibtir. Evet ulemanın «Ona tabi olmaz.» sözleri teşehhüdü tamamlamanın hâlâ vacip olduğuna, imama tâbi olmanın sukût ettiğine delâlet eder. Çünkü namaz kılanın içinde bulunduğu fiil ondan sonra ârız olacak fiilden daha kuvvetlidir. Zahîreye'den naklettiğimiz de böyledir. Şu halde ulemanın «fakat tamamlamasada câiz olur.» sözlerinin mânâsı kerahet-i tahrimiye ile sahih olur demektir. Teşehhüd vaciptir diye ta'lilleride bunu gösterir. Çünkü imama tâbi olmak ta vâcip olsaydı bu ta'lil sahih olamazdı.
Teşehhüd duaları salavâta şâmildir. Münye şerhinde de böyle açıklanmıştır.
Tesmî yapmaktan murad: Semiallahülimen Hamideh demektir. Bundan anlaşılır ki rükûdan doğrulurken tekbir almaz. Muhit'te buna muhâlif olarak tekbir almanın sünnet olduğu bildirilmiş ve «Tahâvî bununla amel tevatüren sabittir. Çünkü Peygamber (s.a.v., Ebu Bekir, Ömer, Ali ve Ebu Hüreyre (Radıyellâhü anhüm) her eğilip doğruldukça tedbir alırlardı» diye iddia edilmiş olsa da bu sünnettir. Mi'rac sâhibi kendisine cevap vermiş: «Tekbirden murad bütün rivayet, eser, ve haberlerde ALLAH Teâlâyı ta'zîm bildiren zikirdir.» demiştir. Nûnu lâma çevirerek okumak limen hamd yerine limel hamd demekle olur. Bu namazı bozar. Lâkin Münyet-ül-Musallî'nin namazda yanılanlar bahsinde: «Namazın bozulmaması ümid edilir.».. denilmiş ayni eserin şerhinde Halebî «Mahreç yakın olduğu için» diyerek bozulmamanın illetini göstermiştir. Anlaşıldığına göre bunun hükmü pelteğin hükmü gibidir. Kınye sahibi bunu beğenmiş hatta Hılye'de: «Hulvanî'nin beyânına göre sahabeden bazıları bunu Peygamber (s.a.v.)'den rivayet etmişlerdir. Böyle okumak bazı Arab kabilelerinin lehçesidir.» denilmiş sonra En'amte - dinüküm - vemenfûşü kelimelerindeki nun'ların lame tebdili ile namazın bozulması lazım gelip gelmeyeceği hususunda ulemanın ihtilaf ettiklerini Haddâdî'den nakletmiştir.
«Tesmî cümlesinin sonunda cezmle mi yoksa hareka ile mi durulacağı hususunda iki kavil vardır.» Hamidehu kelimesinin sonundaki hê'nin durak için geldiğini söyleyenlere göre hamideh diyerek cezmle durur. Hê zamirdir; diyenlere göre onu hareke ve işbâh ile okur. Fetevâ-i sofiye'de ikinci şeklin müstehap olduğu bildirilmiştir. Şârihin Fetevâ-i Sofiye muhtasarında bildirildiğine göre Muhitin ifâdesinden anlaşılan tehayyür «yani okuyanı muhayyer bırakmak»dır. Sonra şöyle demiştir: «Bu hâ zamir değil isimdir. Binaenaleyh hiç bir suretle sâkin okunamaz. Bu vecih daha beli' dır. Çünkü ALLAH'ın isimlerinde izhâr ızmardan (yani ismi söylemek zamirle ifâde etmekten» daha ziyâde ta'zim ifâde eder. Bustî'nin tefsirinde böyle denilmiştir.
Muhit'te: «Çünkü Hâ yı harekelemek daha ağır ve meşekkatlidir. İbâdetin efdali ise meşekkatli olanıdır.» cümlesi ziyâde edilmiştir. Hâsılı kavaid iktizâsı Ha durak içinse sâkin okunur. Zamir iseharekelenmez. Yalnız cümle arasında harekelenir. Durulduğu vakit harekeleneceğini söyleyenlerin murâdı: Kırâat imamlarınca meşhur olan revm olmak ihtimâli var. Bu Hâ nın bazı sofiyyenin dedikleri gibi ALLAH teâlânın isimlerinden biri olduğu sübût bulursa hiç bir suretle sâkin okunması doğru olamaz. bilakis zamme ve işba'la okunması gerekir. Tâ ki sâkin vâv meydana çıksın.
Seyyid-i Abdülgânî'nin bir risalesi vardır ki orada Sofiyyenin mezhebini tahkik etmiş hu kelimesinin onların ıstılahında galebe yolu ile ALLAH Teâlâ'ya alem (yani özel isim) olduğunu bunun bir zamir olmayıp zâhir isim sayıldığını bildirmiştir. Seyyid-i Abdülganî bunu bir cemaattan nakletmiştir ki bunlardan bazıları sâm, (Beyzâvî hâşiyesinde) Fâsi, (Delâil şerhinde) İmam Gazâlî, Cîli ve başkalarıdır. Fakat burada maksadın bu olduğu zâhirin hilâfınadır. Onun için Mi'rac sahibi Fevâid-i Hamidiye'den naklen: Hamideh kelimesindeki hâ durak ve istirahat içindir. Zamir hâ sı değildir. Mutemed ulemadan böyle nakledilmiştir. Müstesfâ'da Hâ nın zamir olduğu bildirilmiştir. Tatarhâniye'de ise: «Enfe'da bildirildiğine göre hâ durak ve istirahat içindir.» denilmiş, Hüccet'de bunun cezmle okunacağı hareke gösterilmeyeceği ve hüve şeklinde de telaffuz edilmiyeceği açıklanmıştır.»
METİN
İmam sâdece tesmi ile yetinir. İmameyn «Ona gizlice tahmidi de katar.» demişlerdir. İmama uyan da tahmidle yetinir. Tahmidin en fazîletlisi «Allahümme Rabbenâ velekel hamd» demektir. Sonra vâyı hazf ederek söylemek gerekir. Ondan sonra yalnız Allahümme'yi hazf ederek söylemek gelir. Mûtemed kavle göre yalnız kılan kimse tesmî ve tahmidin ikisini de yapar. Rükûdan doğrulurken tesmîi doğrulduktan sonra da tahmîdi yapar. Ve dümdüz durur. Çünkü evvelce geçtiği vecihle bu ya sünnet ya vacip veya farzdır. Sonra secdeye inerken tekbir alır ve evvela dizlerini yere koyarak secde eder. Çünkü dizleri yere yakındır. Sonra ellerini yere koyar. Ancak bir özür bulunursa koymayabilir. Sonra evvelce görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından yüzünü iki elinin arasına koyar. Bunu rekatın sonunu başına kıyas ederek ve kıbleye dönmek için el parmaklarını bir yere toplayarak yapar. Kalkarken aksini yapar.
İZAH
İmameyne göre imam rükû'dan doğrulurken tesmîi âşikar yaptığı gibi gizlice tahmîdi de yapar, bu kavil imam-A'zam'dan da rivayet olunmuştur. Fadlî Tahavî ve müteehhirinden bir cemaat bu kavle meyl etmişlerdir. Hâvil Kudsî sahibi onu tercih etmiş Nur-ul-İzah'da dahi bu kavil üzere yürünmüştür. Lâkin metinler İmam A'zam'ın kavline göre yazılmıştır. Tahmidin en faziletlisi Allahümme rabbenâ velekel hamd ! demektir. Ondan sonra fazîletçe vâvı atarak Allahümme rabbenâ lekel hamd, Ondan sonra yalnız Allahümmeyi atarak Rabbenâ velekel hamd, ondan sonra da Rabbenâ lekel hamd, gelir Mutemed kavle yalnız kılan kimse tesmî ile tahmidin ikisini de yapar. Bu husustaki üç sahih kavlin mutemed olanı budur. Şârih Hazâin'de bu kavlin esah olduğunu söylemiştir. Hidâye, Mecmâ, ve Mültekâ'da dahi böyle denilmiştir.
İkinci kavi imama uyan gibi olmasıdır. Mebsût'da bu kavlin sahih olduğu bildirilmiştir. «Yani yalnıztahmidi yapar.»
Üçüncü kavil imam gibi olmasıdır. (Yani yalnız tesmîi yapar) Sirâc sahibi Şeyh-ul-İslâm'a nisbet ederek bu kavlin sahih olduğunu söylemiştir. Bakânî: «Mutemed olan birinci kavildir.» demiştir.
Rükûdan doğrulduktan sonra dümdüz durmaktan maksad tâdili erkândır. Nitekim İnâye'de bildirilmiştir. Bu ifâde te'kid için getirilmiştir. Çünkü mutlak kıyâm ancak vücudun ait ve üst kısmının doğrulmasiyle olur ekseriyetle halk bundan gâfil olduğu için musannıf bu te'kidi yapmaya mecbur kalmıştır.
Tâdili erkân İmam A'zam'la İmam Muhammed'e göre sünnet, Kemâl ibn-i Hümâm'la tilmizî'nin tercihine göre vacip İmam ebu Yusuf'a göre farzdır. Bu kavlı Tahâvî uç imamdan nakletmiştir.
Secdeye inerken tekbir almaktan murad: İnme hareketinin başında tekbire başlayıp sonunda bitirmektir. Secdeye inmek için dümdüz doğrulmak gerekir. Beli doğrulmadan secdeye inerse namaza bir rükû daha ilave etmiş olur. Tatarhâniye'nin sözü buna delâlet eder. Orada şöyle denilmiştir: «Bir kimse namaz kılarda konuştuktan sonra bir rükû terk ettiğini hatırlarsa bakılır. Ulema ve ehli takvâ namazı kılmışsa o namazı tekrarlar. Avam namazı kılmışsa tekrarlamaz. Çünkü takvâ sahibi âlim iyice doğrularak secdeye gider. Avamdan olan bir kimse ise eğilerek secdeye iner. Bu ise rükû'dur. Çünkü biraz eğilmek rükûdan hesap edilir.»
Secdeye inerken evvelâ dizlerini sonra ellerini sonra yüzünü yere koyar. Buradaki tâdil erkâna da riâyet eder. Yere evvelâ sağ dizini sonra sol dizini koyar. Nasıl ki Kuhistânî'de böyle denilmiştir. Lâkin Hazâin'de böyle denilmeyip: «evvelâ dizlerini sonra ellerini yere koyar, meğer ki mestten veya başka bir şeyden dolayı beraberce yere koymak güç gele! Bu takdirde ellerinden başlar ve önce sağ elini yere koyar.» denilmiştir. Bedâyî, Tatarhâniye, Mirac, Bahır ve diğer kitablarda da böyle denilmiştir. Bu sözün müktezâsı. Evvela sağ eli yere koymak ancak elleri dizlerden önce yere koymaya sebep olan bir özür bulunduğu takdirdedir. Dizleri koyarken sağdan başlamak yoktur. Anlaşılan budur. Çünkü bunda güçlük vardır. «Sonra evvelce görüldüğü vecihle evvelâ burnunu arkasından yüzünü iki elinin arasına koyar.» Evvelce görüldüğü vecihleden murad: Yere yakın olmasıdır. Şârihin ibâresi bahırdan alınmadır. Lâkin Bedâyi'de şöyle denilmiştir: «Sünnetlerden biri de evvelâ alnını sonra burnunu yere koymaktır. Bazıları evvelâ burnunu sonra alnını yere koyacağını söylemişlerdir. Tatarhaniye'de ve Tahavî şerhinden naklen Mi'rac'da dahi böyle denilmiştir. Bu evvelâ alın yere konulur diyenlerin kavline itimad edileceğini, aksini söyleyenler bazı kimselerden ibâret olduğunu gösterir.
Secde ellerin arasına yapılır. Öyle ki başparmakları kulakları hizâsına gelmelidir. Kuhistânî'de de böyle denilmiştir. İmam Şâfii'ye göre ellerini omuzlarının hizasına koyar. Birinci kavil Müslim'in Sahihinde, ikincisi Buharî'nin sahihindedir. Muhakkıklardan Kemâl ibn-i Hümâm bunların ikisininde sünnet olduğunu tercih etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) zaman zaman her ikisini yapmıştır. İbn-i Hümâm: «Şu kadar vardır ki birinci kavil efdâldir. Çünkü onda sünnet olan kollarını açmak vardır.» demiştir. Münye ve Şurunbulâlîye şârihleri de kendisini tasdik etmişlerdir.
Rekatın sonunu başına kıyâs etmekten murad: Namaza niyetlenirken başını nasıl ellerinin arasına alırsa secde de dahi öyle yapar demektir. Geri kalan rekatlar ilk rekata mülhaktır. Parmaklarını da birbirine yapıştırır. Zeyleî ve diğer kitablarda bildirildiğine göre parmakları birbirine yapıştırmak yalnız burada, birbirinden ayırmak ta yalnız rükûda menduptur. Parmakları kıbleye çevirmenin en iyi yoluda budur. Çünkü onları aralasa baş parmakla küçük parmak kıbleden başka tarafa doğru dönerler. Bu ta'lili Hazâin şârihi Şumunnî ve başkalarına nisbet etmiş ve şunları söylemiştir: «Bahırda bunu ta'lil ederken rahmet secdede iner. Parmaklar bir araya toplanmakla daha çok rahmet elde edilir. denilmiştir.» «Kalkarken aksini yapar.» yani secdeden evvela yüzünü sonra ellerini, sonra dizlerini kaldırır. Acaba evvelâ burun yere konur diyenlere göre secde de evvelâ burun mu kaldırılır? Hılye sahibi: «Bu hususta açık bir kavle rastlamadım.» demiştir.
METİN
Burnuna yani burunun serî yerine ve alnına secde eder. Alnın uzunluğuna hudud şakaktan şakağa. genişliğine hududu kâşların dibinden kafa kemiğine kadardır. AInın ekserisini yere koymak vaciptir. Bazıları az da olsa bir kısmını yere koymak nasıl farz ise ekserisini yere koymak da farzdır demişlerdir. Secde halinde alınla burunun birisini yere koymakla yetinmek mekruhtur. İmameyn özürsüz olarak sadece buruna secde etmenin câiz olmadığını söylemişlerdir. İmam A'zam'ın dahi bu kavle döndüğü sahihtir. Fetvâ buna göredir. Nitekim biz bunu Mültekâ şerhinden yazdık.
İZAH
Burunun yalnız yumuşak yerine secde etmek bil'ittifak câiz değildir. Bahır alnın kitabımızda çizilen hududunu Hazâin şârihi Tecnis'den naklen Münye şerhine nisbet etmiş sonra şunları söylemiştir: «Bazıları alnın hududu başın ön tarafından iki yanının arasıdır, demiş. Bir takımları kaşların üstünden saç biten yere kadar olduğunu söylemişlerdir. Bu daha açıktır. Mânâ birdir.» Alnın ekserisini mi yoksa az da olsa bir kısmını mı yere koymak farz olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Burada iki kavil olup tercih edilenine göre alnın az da olsa bir kısmını yere koymak farzdır. Ekserisini yere koymak vacibtir. Çünkü buna Rasûlullah (s.a.v.) devam buyurmuştur. Mi'rac'da beyân edildiğine göre secde de alnın her tarafını yere koymak bil'ittifak şart değildir. Az da olsa bir kısmına secde etmekle yetinmek caizdir. Şârih Mültekâ şerhinde şöyle demiştir: «İmam A'zam'ın bu kavle döndüğü sahihtir. Nitekim Burhan' dan naklen Şurunbulâlî'de dahi böyle denilmiştir. Fetvâ buna göredir. Mecme'da, ve şerhlerinde keza Vikâye'de ve şerhlerinde, Cevhere, Sadr-'ş-Şeria. Aynî Bahır, Nehir ve diğer kitablarda dahi böyle denilmektedir.» Allâme Kâsım'ın sahih kavli bildirirken söylediğine göre imameynin kavli İmam A'zam'dan bir rivayettir. Ve fetvâ buna göredir. Ama bu kavli İbn Hümâm Fetih'de müşkil görmüş: «Yalnız burun üzerine secde etmekle yetinmek câiz değildir. Demekten kitap üzerine haber-i vahidle yani: Ben yedi kemik üzerine secde etmekle me'mur oldum. Hadisi ile ziyâde lazım gelir.» demiştir.
Kemâl ibn-i Hümâm sözüne devamla şunları söylemiştir: «Hak şudur ki bu hadisin ve alınla burun üzerine secdeye devam buyurmasının müktezası bunun vacip olmasıdır. İmam A'zam'ın kavlikerahet-i tahrimiyeye imameynin kavlide her ikisinin vücûbuna hamledilirse hilâf ortadan kalkar.» Münye şârihi bunu tasdik etmiştir. Bahır sahibi dahi bunu tasdik etmiş ve ilâveten şöyle demiştir: «Delil burnun üzerine dahi secde etmenin vâcip olmasını iktiza eder. Nitekim Kenz ve musannıfın sözlerinden anlaşılan da budur. Zira kerahet mutlak söylenirse kerahet-i tahrimiye anlaşılır. Müfîd ve Mezid'de bu açıklanmıştır. Bedâyi, Tühfe ve İhtiyar'da «burunun üzerine secdeyi terk etmek mekruh değildir.» denilmişsede bu kavil zaiftir.»
METİN
Ayni eserde: «Ayak parmaklarını velev bir tanesini olsun kıbleye doğru yere koymak farzdır. Aksi takdirde namaz câiz değildir. Halk bundan gafildir.» demiştik. Nitekim sarığının katı üzerine secde etmek de tenzihen mekruhtur. Meğer ki özürden dolayı ola. Velev ki bize göre sağrının katı alnının bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunmak şartiyle secde sahih olsun nasıl ki yukarıda geçti.
İZAH
Ayni eserde yani Mültekâ şerhinde kezâ Hidâye'de ayak parmaklarının bir tanesini olsun yere koymanın farz olduğu bildirilmiştir. Her iki ayağın yere konmasını ise Kudûrî secde de farz olduğunu söylemiştir. Secde ederde iki ayağının parmaklarını yerden kaldırırsa namaz câiz değildir. Bunu Kerhî ve Cessâs'da söylemiştir. Bir ayağını yere koyarsa caizdir. Kâdıhân mekruh olduğunu söylemiştir. İmam Timurtaşî'nin bildirdiğine göre farz olmamakta eller ve ayaklar müsâvidir. Şeyh-ul-İslâm'ın Mebsûtun' da kezâ Nihâye ve İnâye'de söylenenlerde buna delâlet eder. Müçtebâ sâhibi şunları söylemiştir:
«Ben derim ki: Kerhî'nin muhtasarı ile Muhît ve Kudurî'den anlaşıldığına göre ayaklarından birini yerden kaldırırda diğerini kaldırmazsa namaz câiz değildir. Ben bazı nushalarda bu hususta iki rivayet olduğunu gördüm.»
Feyz ve Hulâsa sahipleri bir ayağın kalkmasiyle namaz câiz olur kavlini tercih etmişlerdir. Bu suretle meselede üç rivayet hasıl olmuştur. Birinci rivayete göre; ayakları yere koymak farzdır. İkinci rivayete göre; bir ayağını yere koymak farzdır. Üçüncü rivayete göre; ayakları yere koymak farz değildir. Anlaşıldığına göre sünnettir. Bahır sahibi Şeyh-ul-İslâm'ın ayakları yere koymak sünnettir. Dediğini söylemiştir. Binaenaleyh keraheti tenzihi olur. İnâye sahibi bu üçüncü rivayeti tercih ederek: «Hak budur.» demiş; Dürer sahibi de onu tasdik etmiştir. Bu kavlin izâhı şudur: Secdenin tahakkuku ayakları yere koymağa bağlı değildir. Binaenaleyh ayakları yere koymanın farz olması kitap üzerine haber-i vahidle ziyade demek olur. Lâkin Münye şârihi bunu red etmiş ve: «İnâye sahibinin hak budur demesi haktan uzaktır. Zıddı daha haktır. Çünkü ona yardım edecek bir rivayet olmadığı gibi dirayette de onun sözünü kabul etmez. Zira farza ulaşmak ancak bir şeyin mevcud olmasına bağlı ise o şeyde fazdır. İmamlarımızdan gelen rivayetler elleri ve dizleri secde halinde yere koymanın sünnet olduğunu gösterdiğine, farz olduğuna delâlet eden hiç bir delil bulunmadığına göre ayakları yahud ayaklardan birini yere koymanın farz oluşu alnını yere koymaya imkân bulabilmek zaruretinden dolayı taayyün etmiştir. Bu imamlarımızdan rivayet gelmemişolduğuna göredir. Halbuki bu hususta onlardan rivayet çoktur. Mecmâ şarihinin sözleri de bunu te'yid eder.
Mecmâ şârihi secde de el ve dizlerin yere konmasının sünnet olduğuna şöyle istidtâl etmiştir: Secdenin hakikatı yüz ve ayakları yere koymakla hâsıl olur... ilh. Kezâ kifâye'de Zâhidî'den naklen zahir rivayet Kerhî'nin muhtasarında söyledikleridir. Sirâc sâhibi kat'î olarak bunu kabul etmiş ve secde halinde ayakların kaldırılması câiz olmadığını, birinin kaldırılması caiz olduğunu söylemiştir. Feyz'de «bununla fetvâ verilir.» denilmiştir. Şu da var ki Hılye sâhibi: «Yukarda geçene göre en uygunu vâcip olmasıdır. Bunun delili zikri geçen hadistir.» demiştir. Yani üstadının incelediği şekilde istidlâli kast etmiştir. O secde halinde ellerle dizlerin yere konmasının vâcip olduğuna istidlal etmiştir. Bu kavlin bu husustaki kaviller arasında en âdil olduğunu yukarda görmüştük burada da öyledir. Ve ayakları yere koymak dahi vacip olur. Bahır ve Şurunbulâliye sahibleri bu kavli ihtiyar etmişlerdir.
Ben derim ki: Sâbık iki rivayetin her birini buna hamletmek mümkündür. Kerhi ve diğerlerinin ayakları kaldırmak câiz değildir sözü sahih değildir mânâsına alınmayıp helâl değildir mânâsına alınır. Timurtaşî ile Şeyh-ul-islâm'ın ayakları yere koymak farzdır. Sözleri de vücûbe münâfi değildir. Kudûrî'nin farzdır sözünü te'vil de mümkündür. Çünkü farz kelimesi bazen vacibe de ıtlak olunur.
Yukarda geçen Münye şerhinin söyledikleri incelemeye değer. Çünkü alnını yere koymak ayakları yere koymaya bağlı değildir. AInını yere koymanın dizlerle ellere bağlı olması daha kuvvetlidir. Binaenaleyh başka uzuvların değil de ayakları yere koymanın farz oluşu dâvâsı mürehcihsiz tercihtir. Kuvvetli rivayetler sâdece caiz olmadığı hususundadır. Farz olduğu hususunda değildir. Nitekim ulemanın sözlerinden anlaşılan da budur. Câiz olmamak söylediğimiz gibi vücûbe sâdıktır. Farz tabiri Kudûrî'den başkasından nakledilmemiştir. ALLAH'u âlem Bahır sahibi bundan olayı: «Kudurî ayakları yere koymanın farz olduğunu söylemiştir. Fakat bu kavil zaiftir.» demiştir.
Hâsılı mezhebin kitablarında meşhur olan ayakları yere koymanın farz oluşudur. Delil ve kaideler yönünden tercih edilen ise farz olmadığıdır. Onun içindir ki İnâye ve Dürer'de «hak budur» denilmiştir. Sonra en iyisi farz değildir tâbirini vâcip değildir mânâsına hamletmektir. ALLAH'u âlem.
Bezzâziye sâhibi diyor ki: «Burada ayakları yere koymaktan murad: Parmakları yahud ayağın bir cüzünü koymaktır. Bir parmağını yahud parmaksız olarak ayağının sırtını yere koymuş olsa bunu ayaklarından biriyle koyarsa sahihtir. Aksi takdirde sahih olmaz.» Münye şârihi bunu naklettikten sonra şöyle demiştir: «Bundan anlaşılır ki parmakları yere koymaktan murad onları kıbleye doğru çevirmektir. Tâ ki üzerlerine basabilsin, böyle olmazsa ayağının sırtını yere koymuş olur. Ulema bunu muteber saymamışlardır. Bu dikkat edilmesi gereken şeylerdendir. Çünkü insanların ekserisi bundan gâfildirler.»
Ben derim ki: Bu mesele söz götürür. Feyz sahibi şunu söylemiştir:
«Bir kimse parmaklarını değilde ayağının sırtını yere koyarsa meselâ yer dar olur yahud ayaklarını birbirinin üzerine koyarda yer darlığından dolayı biri yere temas eder öteki temas etmezse câizdir. Nitekim bir ayak üstünde dursa hüküm budur yer dar değilse mekruh olur.» Bu söz ayağın sırtının yere konması itibara alınacağı hususunda açıktır. Bizim sözümüz ise özürsüz kerahet hakkındadır. Parmakları kıbleye çevirmenin şart olduğu hususunda serahat yoktur. Açıklanan husus onları kıbleye çevirmenin sünnet olmasıdır. Bunun terki mekruhtur. Bercendî ile Kuhistânî'de de böyle denilmiştir. Tamamı az ileride musannıf sözünde gelecektir.
«Velev ki bize göre sarığının katı alnının bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunmak şartiyle secde sahih olsun.» Şurunbulâliye'nin: «yanı bazı bilgisizlerin yaptığı gibi sarığının katlarından biri' alnına iner bütünü inmezse ilh...» sözünün mânâsı budur. Bütünü inmezse sözünün mânâsı bizim dediğimiz gibidir. Yoksa alnın üzerinde birden fazla kat varsa üzerine secde câiz olmaz, mânâsına değildir ki itiraz edilerek illet yerin sertliğini bulmaktır. Binaenaleyh bu sarığın bir katı ile kayıtlanamaz denilebilsin zira bu mânâyı kimse hatırına getirmez. Şurunbulâli'nin muradı bizim söylediklerimiz olduğuna ibâresinin sonu delâlet etmektir. Orada şöyle demiştir: «Bu söylediklerimizle güzel bir tenbihde bulunmuş oluyoruz, ki o da şudur: Sarığın katı üzerine secdenin câiz olması kat alnın bütünü veya bir kısmı üzerinde bulunduğuna göredir. Ama sadece başı üzerinde bulunurda onun üzerine secde eder ve alnı yere değmezse alın yere değmek şarttır diyenlere göre sahih olmadığı gibi mukabilini söyleyenlere görede burnu yere değmediği vakit sahih olmaz.
Nitekim yukarda geçti ifâdesinden murad «bazıları az da olsa bir kısmım yere koymak nasıl farz ise ekserisini yere koymakta farzdır. demişlerdir.» Sözüdür.
METİN
Ama sarığın katı başının üzerinde olurda sadece onun üzerinde secde ederse yani alnı yere değmezse veya burnu değmek kâfidir. Diyenlere göre burnu yere değmezse sahih olmaz. Çünkü secde yerine yapılmamıştır. Secdenin sahih olması için yerin temizliği ve sertliğini duymasıda şarttır. İnsanlar bundan gâfildirler. Yeninin veya elbisesinin eteğinin üzerine secde ederse o secde ettiği kısım temiz olmak şartiyle câizdir. Aksi takdirde temiz bir şey üzerine secdeyi tekrarlamadıkça câiz değildir. Secdesini temiz bir şey üzerine tekrarlarsa bil'ittifak sahih olur. Bedenine bitişik olan her şeyin hükmü böyledir. Esah kavle göre velev ki avucu gibi bir cüz'ü olsun. Özürden dolayı ise velev ki uyluğu olsun özürden dolayı yahud özürsüz olarak dizine secde etmesi câiz değildir. Lâkin Halebî dizininde uyluğu gibi olduğunu doğrulamıştır.
İZAH
«Çünkü secde yerine yapılmamıştır.» Secdenin yeri alınla burundur. Yerin sertliğini duymak şöyle izah olunur: «Secde eden kimse ne kadar mübâlega gösterirse alnı bulunduğu halden daha aşağı inmezse o yerin sertliğini bulmuştur. Binaenaleyh kilim, hasır, buğday, arpa, karyola gibi şeyler yer üzerinde olursa üzerlerine secde câizdir. Hayvan üzerinde olursa câiz değildir. Nitekim ağaçlararasına gerilen yaygı üzerine secde câiz olmadığı gibi, çuvallarda olmadıkça darı ve pirinç gibi. hububat üzerine, yumuşak kar ve çimen üzerine secde câiz değildir. Meğer ki sertliğini duymuş ola.
Buradan anlaşılıyor ki pamuk şiltenin üzerine secde câiz olmak için altındaki yerin sertliğini duymak şarttır. Bir çok insanlar sarığın katı ve şilte gibi şeylerin üzerine secde caiz olmak için yerin sertliğini duymanın şort olduğunu bilmezler. Yen veya etek üzerine secdenin sahih olması, o parçanın namaz kılan kimseye tâbi sayılması namaza mâni sayılmamasını gerektirdiği içindir. O kimse sanki arada mâni yokmuş gibi secde etmiş olur. Ve eli ile mushafa dokunması câiz olmadığı gibi yeni ile dokunmakta câiz olmaz. «Secdesini bir tek şey üzerine tekrarlarsa bil'ittifak sahih olur.»
Ama ben bu meselenin hassaten bir yerde nakledildiğini görmedim. Yalnız Sirâc'ta buna delâlet eden sözler gördüm. Orada şöyle denilmiştir: «Pislik secde edeceği yerde olursa İmam A'zam'dan iki rivayet vardır. Birinci rivayete göre namazı câiz değildir. Çünkü secde kıyâm gibi bir rükündür. Ebu Yusuf, Muhammed ve Züfer'de buna kaildirler. Çünkü onlara göre alnını yere koymak farzdır. Alın dirhem miktarından fazladır. Bunu namazda kullanırsa câiz olmaz. O secdeyi temiz bir yere tekrarlarsa üç imamımıza göre câiz olur. İmam Züfer'e göre caiz olmaz namazı yeniden kılması gerekir.
İmam A'zam'dan ikinci rivayete göre o kimsenin namazı caizdir. Çünkü ona göre secdede vacip olan burnun kenarını yere koymaktır. Bu ise dirhem miktarından azdır.» «O secdeyi temiz bir yere tekrarlarsa» cümlesi şârihin söylediklerine evleviyetle delâlet eder. Çünkü burada söz arada mâni bulunmaksızın necaset üzerine yapılan secde hakkındadır. Lâkin Münye ve şerhinde buna muhâlif sözler gördüm. Orada şöyle denilmiş: «Pis bir şey üzerine secde ederse tarafeyne göre sonra o secdeyi temiz bir yer üzerine tekrarlasın tekrarlamasın namazı bozulur. İmam Ebu Yusuf temiz bir şey üzerine tekrarlarsa namazı bozulmayacağını söylemiştir. Bu söz necis üzerine secde etmekle ona göre namaz değil secde bozulduğuna binâendir. Tarafeyne göre namaz bozulur. Çünkü namazın bir cüzü bozulmuştur. Namaz parçalanmayı kabul etmez.
İmdâd-ül-Fettah'ta: «Zâhir rivayeye göre secdeyi temiz bir şey üzerine tekrarlarsa sahih olmaz. İmam ebu Yusuf'tan rivayet olunduğuna göre caizdir.» denilmiştir. Mecmâ, Manzume, kâfi, Dürer, Mevâhip ve diğer kitaplarda ve kezâ Menâr, Tahrir, Usul fahrul-İslâm gibi usul fıkıh kitablarında hilâfın bu şekilde olduğu zikir edilmiştir. Sirac'da zikir edildiği şekildeki hilâfı ise Tahrir şârihi Kerhî'nin muhtasarı üzerine yazılan Kudûrî şerhine nisbet etmiş Hılye sâhibi ise Zâhidî'ye ve Nevâdir' den naklen muhîte nisbet ederek şöyle ta'lilde bulunmuştur: «Alnını yere koymak hakikaten necaseti kullanmak suretiyle olmamıştır. Bu sebeple necaseti taşımak derecesinden düşmüştür. Namazı bozmaz lâkin itibarı kalmamıştır. Ama bize Sirac'takinin Nevâdirin rivayeti olması kâfidir. Umumiyetle kıtabların naklettikleri zahir rivayedir. Nitekim imdâd'tan naklen yukarda geçti. Hılye ve Bedâî sahipleri de bunu açıklamışlardır. Ulemanın hilâf nakil etmeksizin elbise, beden ve mekânın temiz olmasını şart koşmalarıda bunu teyit eder.
Bir kimse namaza başlarken pis bir yere dursa namazı mün'akit olmaz. Hâniye'de: «Namaz kılan kimse temiz bir yere dururda sonra pis yere intikal eder; sonra yine ilk yerine dönerse pisliğin üzerinde en az bir rükün edâ edecek kadar durmadığı takdirde namazı câiz olur. Aksi takdirde namazı câiz değildir.» denilmiştir. Bütün bu izahat secde ve kıyâmın pislik üzerine ayırıcı bir mâni bulunmaksızın doğrudan doğruya yapıldığına göredir. Fetih'ten naklettiklerimizden biliyorsun ki ulema bitişik olan mânî saymamışlardır. Çünkü o namaz kılan kimseye tâbidir. Onun içindir ki bir kimse ayaklarında mest olduğu halde namaza dursa namazı sahih olmaz. Secdesi de böyledir. Bunlar fâsıla ve mâni sayılsa secdesi tekrarsız sahih olurdu. Anlaşılıyor ki şârihin söyledikleri Sirac'dakine mebnidir. Onun mezhebimizin umumi kitablarındakine ve zahir rivâyeye muhalif olduğunu gördük.
«Bedenine bitişik olan her şeyin hükmü böyledir.» Yâni altındaki yerin temiz olması şartiyle o şeyin üzerine secde câizdir. «Esah kavle göre velev ki avucu gibi bir cüz'î şey olsun.» Birçok kitablarda burada olduğu gibi sahihdir sözü mutlak söylenmiştir. Kınye'de ise «mekruhtur.» İfâdesi ziyâde edilmiştir. Yani bunda öteden beri nakledilegelen şekle muhalif olduğu için mekruhtur. Denilmek istenmiştir. Fetih sahibi: «EI ve uyluk üzerine yapılan secdenin fâsid olması tercih edîlmelidir.» demiş. Münye şârihi ise ortayı kınye'de söylenenler teşkil ettiğini bildirmiştir. Yani umurun en hayırlısı ortasıdır demek istemiştir. Özürden dolayı uyluğu üzerine bile secde câizdir. Buradaki özürden murad: Sıkışıktır. Nitekim Münye'de de böyle denilmiştir. Lâkin Hılye sahibi şöyle diyor: «Uyluk üzerine secdeyi caiz kılacak özrün ancak imâyı câiz kılan şer'î özür olması icap eder. Bu onun zımmında imâ bulunması itibariyle câiz olur. Nitekim bir kimse yüzüne bir şey kaldırırda başını eğilterek onun üzerine secde ederse meselesinde söylemiştik. Malumdur ki sıkışıklık secdeyi imâ ile yapmayı câiz kılacak bir özür değildir.»
Ben derim ki: Onu câiz kılacak bir özür olduğu anlaşılıyor. Çünkü ilerde geleceği vecihle ayni namazı kılan birinin sırtına secde etmek câizdir. Bu secdeyi imâ ile yapmanın caiz olduğunu gösterir.
Anlaşılıyor ki bu mesele mümkün olmuş olsa diye farz edilerek ortaya çıkarılmıştır. Yoksa uyluk üzerine secde âdeten mümkün değildir. Halebî dizinde uyluk gibi olduğunu doğruladığına göre özürden dolayı dizine secde de câiz demektir. Buradaki hilâf secde de alnın ekserisinin yahud az da olsa bir kısmının yere konması şartına mebnidir. Malumdur ki diz alnın ekserisini kaplamaz. Esah olan kavlin ikincisi olduğunu da gördün onun için Halebî câizdir kavlini sahih bulmuştur.
METİN
Yerde toprak, çakıl, sıcak veya soğuk yoksa bunu yapmak mekruhtur. Çünkü büyüklenmek olur. Büyüklenmek yoksa eziyetten de korkmadığı takdirde yapmakta beis yoktur. Ama tenzihen mekruh olur. Eziyetten korkarsa mubah olur. Zeyleî'de: «Eğer yüzünden toprağı def etmek için ise mekruhtur. Sarığından toprağı def etmek içinde mekruh değildir.» denilmiştir. Halebî yere kumaşparçası yaymanın mekruh olmadığını sahih bulmuştur. Palto yayarsa omuz tarafını ayaklarının altına getirerek eteği üzerine secde eder. Çünkü bu tavazuva daha yakındır. Bir kimse sıkışıklıktan dolayı aynı namazı kılan birinin sırtına secde ederse zaruretten dolayı câiz olur. Sırtına sözü ihtirazi bir kayıtmıdır? Bunu bir yerde göremedim. O kimse aynı namazı kılmazda başka bir namaz kılar yahut hiç namaz kılmaz, veya aralarında boşluk bulunursa câiz olmaz.
Kifâye nâm kitabta secde eden kimsenin dizlerinin yerde olması Müçtebâ'da ise üzerine secde edilen şahsın yere secde etmesi şart kılınmıştır. Böylece şartlar beş olur. Lâkin Kuhistâni özürden dolayı ikinci şahsın üçüncünün sırtına hatta namaz kılmayanın sırtına hatta eti yenilen herhangi bir hayvanın sırtına ve hatta uyluklar gibi sırttan başka bir şeyin üzerine bile secde etse câiz olduğunu nakletmiştir. Secde ettiği yer ayaklarının bulunduğu yerden üst üste konmuş iki kerpiç miktarı yüksek olursa secdesi câizdir. Daha fazla olursa câiz değildir. Ancak yukarda geçtiği vecihle sıkışıklık müstesnâdır. Maksat Buhârâ kerpicidir. Bu kerpiç arşının dörtte biri kadar olup genişliğine altı parmak miktarıdır. İki kerpicin yüksekliği yarım arşın oniki parmak eder. Bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
Toprak çakıl ve emsâli mâniler yoksa bedene bitişik olan hâili yaymak mekruh olur. Bedenden ayrı olan hâili yaymak ise mekruh değildir. Nitekim gelecektir. Buradaki mekruhtan murad kerahet-i tahrimiyedir. O şahıs bunu yaymakla büyüklenmeyi kast etmezse mekruh olmaz. Şarih bu ve bundan sonraki sözleriyle ulemanın ibârelerini birleştirmek istemiştir. Çünkü bazıları mekruh olur demiş. Bazıları beis yoktur tabirini kullanmış, bir takımlarıda mekruh olmaz demişlerdir. Şârih bunların her birinin bir hâle hamledileceğine işarette bulunmuştur. Nitekim Hılye'ye tâbi olarak Bahırda da böyle birleştirilmiştir.
Yüzünden toprağı defetmek için yere bir şey yaymak mekruhtur. Çünkü bu büyüklenmeye delildir. Sarığına toz toprak bulaşmasın diye bir şey yaymak ise mekruh değildir. Zira malı korumak için yapılmıştır. Halebî yere seccâde gibi bir şey yaymanın mekruh olmadığını doğrulamış ve şunları söylemiştir: «Bez parçası ve emsâline gelince sahih olan bunda kerahet bulunmamaktır. Sahih hadiste varid olduğuna göre: Peygamber (s.a.v.) yanında seccade taşır onun üzerine secde ederdi. Bu seccade Hurma yaprağından yapılmış küçük bir hasır idi.
İmam A'zam'dan rivayet ederler ki Mescid-i Haram'da seccade üzerine secde etmişde bir adam kendisini bundan men etmiş. Hazreti imam ona sen nerelisin diye sormuş. Harzem'liyim diye cevap verince İmam A'zam «Tekbir arkamdan geldi» demiş. Bizden öğrenirsiniz sonra bize öğretirsiniz, demek istemiş. Siz memleketinizde kamıştan yapma hasırlarda namaz kılarmısınız?» diye sormuş. Evet cevabını alınca: «Sen kuru ot üzerinde namaz kılmayı câiz görüyorsun seccade üzerinde câiz görmüyorsun» demiştir. Hasılı yere serilen ve namaz kılanın hareketi ile hareket eden bir şeyin üzerine secde etmek bil'ittifak câizdir. Keraheti yoktur. Lâkin bize göre efdâl olanı çıplak yere yahud yerde biten nebat üzerine secde etmektir. Nitekim Nurul-İzah ileMünyet-ül-musallî'de de böyle denilmiştir. Namaz için yere cübbe veya paltosunu yayan kimse onun kollarını ayaklarının altına getirerek eteklerinin üzerine secde eder. Bu tavazua daha yakındır. Çünkü etekler yere daha yakındır.
Bezzâziye sahibi bunu şöyle ta'lil etmiştir: Çünkü etek pislik düşen yerlerde sürünür. Halbuki namazda kıyâm halinde ayakların yerinin bil'ittifak temiz olması şarttır. Secde yeri ise ihtilâflıdır. Çünkü secde burun üzerinede yapılabilir. Burun bir dirhemden daha azdır. «Sırtına sözü ihtirazî bir kayıtmıdır bunu görmedim.» Burada asıl tevekkufu yapan Şurunbulâlî'dir. Bu da ayni namazı kılan kimsenin sırtına secde etmek şarttır. Sözüne binaendir. Metinde musannıf bu kavil üzerine yürümüştür. Nitekim Vikâye, Mültekâ, Hulâsa Vâkıât, sahipleri ile Kemâl. İbni Kemâl ve başkaları da ayni kavli tercih etmişlerdir. Şübhesiz ki kitabların mefhumları mûteberdir. Gerçi aşağıda Kuhistânî'den naklen sırt üzerine secde etmek ve secde edenle edilenin ayni namazda olması şart değildir. Denilecekse de bu ayrı bir kavil olup bilumum kitablardakine muhaliftir. Halbuki Kuhistânî'de secde sırt şart değildir sözüde yoktur. Anla! «Lâkin Kuhistâni ilh...» sözü Müçtebâ'ya istidrâk «düzeltme»dir. Kuhistânî'den ibâresi şöyledir: Bu dizleri yerde olduğuna göredir. Dizleri yerde değilse câiz olmaz. Bazıları ikinci şahsın secdesi üçüncünün sırtına bile olsa gene câiz olmayacağını söylemişlerdir. Nitekim Kifâye'nin cuma bahsinde beyân edilmiştir.
Bu sözde sıkışıklık ortadan kalkıncaya kadar namazı geciktirmenin müstehap olduğuna işaret vardır. Nitekim sırtından başka bir şey üzerine secde caiz olmadığına da işaret vardır. Lâkin Zâhidî muhtar kavle göre bir özürden dolayı uylukların ve dizlerin üzerine secde câiz olacağını, ellerle yenlerin üzerine ise mutlak surette caiz olduğunu söylemiştir. Mezkûr sözde namaz kılmayan kimsenin sırtına da secde etmenin caiz olmayacağına işaret vardır. Nitekim imam Hasan'ın kavlı budur. Lâkin imam Muhammed Asıl nâm kitabında caiz olduğunu söylemiştir. Bu Muhitte beyân edilmiştir.
Zâhidî'nin teyemmüm bahsinde eti yenilen hayvanın sırtına' secde etmek caiz olduğu bildirilmiştir.» Namaz kılan kimsenin sırtından başka secde edilecek yeri çantıları veya ayağının ökçesidir. Fakat bu söz gördüğün gibi Kuhistanî'nin ibâresinde yoktur.
Secde yerinin yüksek olması meselesi elde dolaşan bütün kitablarda mevcuttur. Mi'rac sahibi onu Şeyh-ul-İslam'ın Mebsût'una nisbet etmiştir. Musannıfın bu meseleyi bundan öncekinden evvel zikir etmesi gerekirdi. Çünkü şârihinde işaret ettiği gibi önceki mesele bundan istisnâ edilmiştir. Anlaşıldığına göre secde yeri ayakların yerinden iki kerpiç miktarı yüksek olursa namaz kerahetle caizdir. Çünkü o kimse peygamber (s.a.v.) den rivayet edilene muhalefette bulunmuştur. «Genişliğine altı parmak miktarıdır.» ifadesinden murad parmaklar uzunluğuna değil genişliğine ölçülecek ve yumulacaktır. Demektir. Şârihin oniki parmak sözü yarım arşının bedelidir. (yani yarım arşın genişliğine ölçülen oniki parmak kadar) arşından murad kirbas arşınıdır. Bu arşın sular bahsinde de beyân ettiğimiz vecihle aşağı yukarı iki karıştır. Yarım arşını bu miktarla tahdid eden Halebî'dır. Hılye sahibi bunun miktarında ve nasıl tahdid edildiğine bir şey söylemeyip «bunu ALLAHbilir» demiştir.
METİN
Sıkışıklık yoksa kollarını açar. Ve her uzuv bizzat meydana çıksın diye karnını uyluklarından uzaklaştırır. Saflar bunun hilâfınadır. Çünkü onlarda maksat birleşmeleri ve bir vücutmuş gibi olmalarıdır. Ayak parmaklarının uçlarını kıbleye karşı çevirir. Bunu yapmazsa mekruh işlemiş olur. Nitekim özürsüz bir ayağını yere koyup bir ayağını kaldırmakta mekruhtur. Evvelce geçtiği vecihle secde de dahi üç defa tesbih eder. Kadın büzülür kollarını açmaz. Karnını uyluklarına yapıştırır. Çünkü bu onun örtünmesini daha çok sağlar. Kadının yirmibeş yerde erkeğe uymadığını biz Hazâin'de yazdık.
İZAH
«Bunu yapmazsa mekruh işlemiş olur.» Tecnis sahibi dahi böyle demiştir. Remlî Bahır hâşiyesinde: «Bundan anlaşılan sünnet olmasıdır. Nitekim ZâdEl-Fakîr'de açıklanmıştır.» demiştir.
Ben derim ki: İsmail Nablusî bunun sünnet olduğunu Bercendî ile Hâvî'den açıkca nakletmiştir. Ziyâ-i mânevî ile Kuhistânî'de de bunun misli Cellâbî'den nakledilmiştir. Hılye sahibi şöyle demektedir: «Secdenin sünnetlerinden biride parmaklarını kıbleye doğru çevirmektir. Çünkü Buharî'nin sahibi ile ebu Davud'un süneninde ebu Hümeyy (r.a.) dan Peygamber (s.a.v.) in namazının sünneti hakkında şöyle dediği rivayet olunmuştur: «Secde ettiği vakit ellerini yaymadan, büzmeden yere koyar. Ayak parmaklarının kenarlarını kıbleye doğru çevirirdi.» Ayakları yere koymak hususunda üç rivayet olduğunu evvelce arzetmiştik:
Bir rivayete göre ayakları yere koymak farz.
İkinci rivayete göre vacip;
Üçüncüye göre sünnettir.
Ayakları yere koymaktan murad: parmaklarını velev ki bir tanesini olsun yere koymaktır. Mezhebimizin kitablarında meşhur olan kavle göre ayakları yere koymak farzdır. İbn-i Emîr Hâcc Hılye'de vacip olduğunu tercih etmiştir. Burada ise parmakları kıbleye çevirmenin sünnet olduğu açıklanmıştır. Bu suretle sabit oluyor ki evvelce arzettiğimiz hilaf parmakları kıbleye çevirmek hususunda değil asıl ayakları yere koymak hususundadır. Parmakları çevirmek bize göre tek kelime ile sünnettir. Şârih'in Münye şerhine uyarak tuttuğu yol bunun hilafınadır. Bizim söylediklerimizi Kemal ibn-i Hümâm'ın Zâdel-Fakîr'deki şu sözü te'yid eder: «Namazın sünnetlerinden biri de ayak parmaklarını kıbleye çevirmek dizlerini yere koymaktır. Ayaklar hakkında ihtilâf olunmuştur.» Bu söz bizim söylediklerimiz hakkında açıktır. Çünkü Kemâl ibn Hümâm parmakları kıbleye çevirmenin sünnet olduğunu kat'î bir lisanla söylemiş. Ayaklar hakkındaki asıl hilafı sünnetmidir farz veya vacibmidir. Beyan etmemiştir. Bu izahı ganimet bil. Çünkü ben buna tenbih eden kimse görmedim. Hamd ALLAH'a mahsustur.
T E N B İ H: «Rükû'da gördük ki topukları birbirine yapıştırmak sünnettir. Ulema secde hakkındabunu söylememişlerdir. Ve yine arzetmiştik ki bundan secdeninde böyle olduğu anlaşılabilir. Zira Rükû'dan sonra ayakların birbirinden ayrılacağını söylememişlerdir. Kaide icabı burada da o halde kalmaları gerekir. Şârih Hazâin'de şöyle demiştir:
T E N B İ H: Zeyleî'nin bildirdiğine göre kadın erkeğe on yerde muhâlefet eder. Ben bu sayıya bir mislinden ziyadesini ilâve ettim. şöyle ki:
Kadın ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, ellerini yenlerinden çıkarmaz, ellerini birbiri üzerine koyarak memelerinin altına kaldırır. Rükû' da az eğilir, dizlerine dayanmaz, rükûda parmaklarını aralamaz bilakis yumar, ellerini dizlerine koyar, dizlerini bükmez, rükû ve sücûdunda toplanıp büzülür, kollarını yere döşer, teşehhüdde çantısı üzerine oturup ayaklarını sağ taraftan çıkarır. teşehhüdde ellerini parmaklarının uçları dizlerine varacak şekilde uylukları üzerine koyar, teşehhüdde parmaklarını bir araya toplar. Namazda başına bir şey gelirse el çarpar. Tesbih etmez, erkeğe imam olmaz. Kadınların cemaat olmaları mekruhtur. İmam ortalarına durur, kadının cemaata gitmesi mekruhtur, erkeklerle beraber olursa arka safa durdurulur, kadına cuma namazı yoktur lâkın kadınla cemaat mün'akit olur.» Kadına bayram ve tekbir teşrik yoktur. Sabah namazını aydınlık zamana geciktirmesi müstehap değildir. Cehri namazlarda âşikara okuyamaz, hatta kadının âşikar okumasiyle namaz bozulur denilse mümkündür. Bu onun sesi avret olduğuna binaendir. Haddâdi cariyenin de hür kadın gibi olduğunu söylemiştir. Yalnız ihramda sesini kaldırma hususunda erkek gibidir.»
Ben derim ki: Dizlerini bükmez ifâdesi yanlıştır. Doğrusu büker olacaktır. Ellerim dizleri üzerine koyma hususunda da erkekle kadın müsâvidir. Nitekim bundan ilerde de bahsedeceğiz. «Lâkin kadın bulunursa cemaat mün'akit olur.» İbâresi de yanlıştır. Doğrusu «Lâkin cuma namazı kılması sahihtir.» Şeklinde olacaktır. Çünkü cuma cemaatı hakkında kadın ve çocuklara itibar yoktur. Erkekler hakkında şart üç kişi olmalarıdır. Evvelce hunsânın da kadın gibi olduğunu arzetmiştik. Şârih'in söylediklerinin mecmuu yirmi altı yerde muhalefettir. Bahır'da kadının ayak parmaklarını dikmeyeceği de bildirilmiştir. Nitekim bunu Müçtebâ sahibi de söylemiştir. Sonra bütün bunlar namaza aid hususattadır. Yoksa kadın bir çok meselelerde erkeğe muhâliftir. Bunlar Eşbah'ın inkâmât bahsinde zikir edilmiştir. Oraya müracâat edebilirsin!
METİN
Sonra tekbir alarak başını kaldırır. Bu hususta kerahetle beraber en azından kaldırma adı verilecek hareket kâfidir. Nitekim Muhît sahibi bunu sahihlemiştir. Çünkü rükün olmak sair rükünler gibi en azına taalluk eder. Hatta bir kimse tahta üzerine secde ederde tahta alınır ve başını kaldırmadan secde yaparsa sahih olur. Hidâye sahibi oturuşa yakınsa sahih olacağını değilse olmayacağını sahih kabul etmiştir. Nehir ve Şurun-bulâli'ye de dahi bu tercih edilmiştir. Sonra namaz secdesi imam Muhammed'e göre başını kaldırmakla tamam olur. Fetvâ da buna göredir. Nasıl ki tilavet secdesi de bil'ittifak öyledir. Mecma.
İki secde arasında sükûnet bularak oturur. Sebebi yukarda geçti. Ellerini teşehhüddeki gibi uyluklarının üzerine koyar. Münyet-ül-Musallî. İki secde arasında okunması sünnet olan zikiryoktur. Kezâ rükûdan doğrulduktan sonra da dua yoktur. Rükûunda sücûdunda mezhebe göre tesbihden başka bir şey okumaz. Okunacağını gösteren deliller nâfileye hamledilmiştir. Tekbir alarak ikinci secdeyi sâkinâne yapar ve dayanmadan, istirahat oturuşu yapmadan ayağa kalkmak için ayaklarının üzerinde tekbir alır. Ama bunları yapmış olsa bir beis yoktur. Ayağa kalkarken bir ayağını önce harekete geçirmesi mekruhtur.
İZAH
«Kerahetle beraber» sözünden murad en şiddetli kerahettir. Nitekim Münye şerhinde de böyle denilmiştir. Hidâye sahibi «oturuşa daha yakınsa sahih o!ur.» sözünü zira bir şeye yakın olan onun hükmünü alır. Diye ta'lil etmiştir.
Namaz secdesi, İmam Muhammed'e göre başı secdeden kaldırmakla tamam olur. İmam ebu Yusuf'a göre ise başını secdeye kovmakla tamam olur. Bu hilâfın semeresi şurada kendini gösterir: Bir kimse secde halinde iken abdesti bozulurda giderek abdest tazelerse imam Muhammed'e göre o secdeyi tekrarlar. Ebu Yusuf'a göre tekrarlamaz. Bir de şurada kendini gösterir: Bir kimse dördüncü rekatta oturmazda beşinci rekatın ilk secdesinde abdesti bozulursa imam Muhammed'e göre abdest alarak oturur. Ebu Yusuf'a göre secdesi bâtıl olur. H.
Ben derim ki: Ebu Yusuf'un bir bu kavline, bir de iki secde arasında oturuş ve sükûnet farzdır diyen kavline bak! Çünkü bu ikinci kavil secdeden baş kaldırmanın farz olduğunu gerektirmektedir. Sonra anlaşıldı ki mezkûr secdeden baş kaldırma ona göre müstakil bir farzdır. Secdeyi tamamlayıcı değildir. Üstadımız böyle söylemiştir.
Tilâvet secdesi bil'ittifak başını kaldırmakla tamam olur. Hatta o secde esnasında konuşur veya abdesti bozulursa secdeyi tekrarlaması icap eder. Bunu Hâniye'den naklen ibn-i Melek söylemiştir.
«Sükûnet bularak» ifadesinden murad bir tesbih miktarı durmaktır. Nitekim Dürer metninde ve Sirâc'da da böyle denilmiştir. Acaba bu en azının mı en çoğunun mu beyanıdır, zâhire bakılırsa en çoğunun beyanıdır. Buna delil musannıfın «aralarında mesnun zikir yoktur» sözüdür.
Namazın vâcipleri bahsinde. Tahtavî'den naklen beyan etmiştik ki bir kimse unutarak bu oturuşu veya rükûdan doğruluşu bir tesbih miktarından bir o kadar fazla uzatırsa secde-i sehiv yapması lazım gelir. «Sebebi yukarda geçti.» Yani bu oturuş ya sünnet ya vacip yahud farzdır. H.
İki secde arasında okunması sünnet olan zikir yoktur. İmam ebu Yusuf şöyle demiştir «İmam-ı A'zam'a sordum bir adam başını rükû veya sücuddan kaldırdıktan sonra Allahümağfirlî diyecek mi? dedim. Rabbena lekel hamd diyecek cevabını verdi ve sustu.» Hazreti imam gerçekten güzel cevap vermiştir. Çünkü onu istiğfardan men etmemiştir.
Ben derim ki bu sözde istiğfârın mekruh olmadığına işaret vardır. Çünkü mekruh olsa ondan men ederdi. Nitekim rükû ve sücûdda Kur'an'ı okumaktan men etmiştir. Bunun sünnet olmaması câiz olmasına aykırı değildir. Nasıl ki Fatiha ile sûre arasında besmele çekmekte öyledir. Hatta imam Ahmed'in hilâfından kurtulmak için iki secde arasında mağfiret duasında bulunmanın mendup olması gerekir. Çünkü imam Ahmed'e göre kasten bu duayı terk etmekle namaz bozulur. Bizimmezhebde sarahaten bunu söyleyen görmedim. Ama ulema hilâfa riâyet etmenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. ALLAH'u âlem.
Rükû ve sücûdda tesbihten başka bir şey okunacağını gösteren delillerden biri Müslim'in sahihindeki şu hadistir: «Peygamber (s.a.v.) rukû ettiği vakit:
Mânâsı şudur: Allah'ım ancak sana rükû ettim, ancak sana inandım ve ancak sana teslim oldum. Kulağım, gözüm, iliğim, kemiğim ve sinirim ancak sana ram olmuştur »
«Allahümme leke rekatü ve bike âmentü veleke eslemtü haşaa leke sem'î ve basarî ve mühyî ve azmî ve asabî.» Secde ettiği vakitte
Secde halinde: «Allahım ancak sana secde ettim yalnız sana inandım, ancak sana teslim oldum. Yüzüm kendisini halk edip şekillendiren kulak ve gözünü halk eden ALLAH'a secde etti en güzel yaratan Allah mübârektir.» derdi.
«Allahümme leke secedtü ve bike âmentü ve leke eslemtü secede vechillezî halkahu ve savvarehu ve sekka sem'ahu ve basarahu tebarekellah'u ahsen ul hâlikîn» derdi. Rükûdan doğrulurken: Rasûlullah (s.a.v.)'in: «Rabbena velekel hamdü miles semavati vel ardı ve melema şi'te min şey'in yaiddü ehlessenâ ve'l-mecdi ehakku mâ gale'l-abdü ve kullunâ leke abdu lâ mani'a e'tay'te velâ mu'tî lima mena'te velcr yenfoü zelced'di minke'l-ceddü» dediği varid olmuştur. Bu hadisi Müslim, Ebû Davud ve başkaları rivayet etmişlerdir (dipnotgoster6072). İki secde arasında da. «Allahümağfirli verhamnî ve âfınî vehdini verzüknî» der idiği rivayet olunmuştur Bunu Ebu Davud rivayet etmiş; Nevevî hasen olduğunu Hâkim ise sahih olduğunu bildirmiştir. Hılye'de de böyle denilmiştir.
Ey Allah'ımız. Gökler ve yer dolusu ve sana hamda ve senâ edenlerin hamdinden maada dilediğin her şey dolusu hamd dahi yalnız sana mahsustur. Kulun - ki hepimiz sana kuluz - söyleyeceğim en yerinde söz: senin verdiğine mâni olacak yoktur; vermediğini de verecek yoktur. Varlık sahibinin varlığı sana bir fâîde temin etmek Sözüdür.» «Allah'ım beni afv et! Bana acı! Bana âfiyet ver: Bana hidayet ver! bana rızık ihsan eyle!.»
Rükû ve sücûdda tesbihden başka bir şey okunacağını gösteren deliler teheccüd ve diğer nafilelere hamledilmiştir. Hazâin'in derkenarında «Burada Zeyleî'ye red cevâbı vardır. O nâfileyi yalnız teheccüde tahsis etmiştir.» denilmiştir. Ulema rükû ve sücûd hakkında varid olan hadislerin bu manaya hamledildiğini açıklamışlardır. Hılye sahibi rükû ve secdeden doğrulurken okunacak şeyler hakkında vârid olanları da bu manaya hamlettiklerini açıklamış ve şöyle demiştir: «şu da var ki bunlar farz namaz hakkında sâbit olmuşsa yalnız kılana yahud sayılı olup kendilerine ağır gelmeyecek cemaata hamledilmelidir. Nitekim Şâfiîler bunu söylemişlerdir. Ulemamız açık söylemese de bunu iltizam edip yapmakta bir zarar yoktur. Çünkü şer'î kaideler buna aykırı değildir. Nasıl aykırı olabilir zaten namaz sünnette sabit olduğu vecihle tesbih, tekbir ve kıraattan ibâret değilmidir?
«Dayanmamak» tabirinden murad yere dayanmamaktır. Kifâye sahibi, diyor ki: Musannıf bu sözü ile iki yerde Şâfiî'nin hilâfına işaret etmiştir. Birincisi elleri ile bize göre dizlerine, ona göre yere dayanır. İkincisi: Hafif oturuştur. Şemsü'l-Eimme'nin beyanına göre hilaf efdal olmasındadır. Hatta namaz kılan kimse bizim mezhebimiz gibi yapsa Şafiî'ye göre beis yoktur. Onun mezhebi gibi yapsa bize göre beis yoktur. Muhit'ta böyle denilmiştir.»
METİN
Geçenler hakkında ikinci rekatta birinci gibidir. Ancak ikinci rekatda sübhâneke eûzü besmeleyi okumaz. Çünkü bunlar yalnız bir defa meşru olmuşlardır. Elleri kaldırmak ancak yedi yerde müekked sünnettir. Nitekim hadiste variddir. Ama bu sa'ya nazaran Safa ile Merve'nin bir sayıldığına göredir. Bu yedi yerin üçü namazdadır. Bunlar iftitah tekbiri ile kunut ve bayram tekbirleridir. Beşi hacdadır. Bunlarda Hacer-i esvedi istilâm ile Safa, Merve, Arafat ve cemrelerde el kaldırmaktır. Bu tertibe
göre Nesirle bunları kısaltmaları topladığı gibi nazımla da ibni-Fâsih'in şu beyt! bir yere toplar: «İftitah, kunut, ve bayram tekbirleri istilâm et Safa ile Merve, Arafat cemreleri.» İlk üçünde elleri kaldırmak tahrimede olduğu gibi kulaklarının hizâsına kadardır.
İstilâm ile ilk ve orta cemrelerde taş atarken ise ellerini omuzlarına kadar kaldırır. Ellerinin içini Hacer-i Esved ile Kâbeye doğru çevirir. Safâ ile Merve de ve Arafat'ta ellerini dua eder gibi kaldırır burada ve yağmur duasında elleri kaldırmak sünnettir. Ve ellerini göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar. Zira gök yüzü duanın kıblesidir. Ve ellerinin orasında az da olsa bir aralık bulundurur. Soğuk gibi bir özürden dolayı şehâdet parmağı ile işaret dahi kâfidir. Esah kavle göre duadan sonra ellerini yüzüne sürmek sünnettir. Şurunbulâli'ye, Bahır'ın vitir bahsinde şöyle denilmektedir: «Dua dört kısımdır.»
Birincisi: Rağbet duasıdır yukarda geçtiği gibi yapılır.
İkincisi: Rahbet (korku) duasıdır. Bunda ellerini bir şeyden korkup imdâd isteyen gibi yüzüne çevirir.
Üçüncüsü: Niyaz duasıdır Bunda küçük parmağı ile yüzük parmağını yumar. Orta parmağı ile baş parmağını halka yaparak şehadet parmağı ile işaret eder.
Dördüncüsü: Gizli duadır: Bunu içinden yapar.»
«Geçenler hakkında» ifadesinden murad: Rükun, vâcip ve sünnetlerdir. «Ancak yedi yerde müekked sünnettir.» Cümlesindeki müekked kaydı dua ve istiskade el kaldırmakla itiraz olunmasın diyedir. Çünkü görüleceği vecihle bunlarda el kaldırmak müstehaptır. Şârih yedi yerde demekle intikal tekbirlerinde el kaldırılmayacağına işaret etmiştir. İmam Şâfiî ile İmam Ahmed buna muhaliftirler. Bize göre intikal tekbirlerinde el kaldırmak mekruh isede namazı bozmaz. Yalnız Mekhul'ün İmam-A'zam'dan rivayetine göre bozar. Bu mesele Fetih ve Münye şerhinde izah olunmuştur.
İZAH
«Sa'ye nazaran Safâ ile Merve bir sayıldığına göredir.» Bu sözü şârih musannıfın sözü ile aşağıdagelen ibn-i Fasîh'in manzumesi: Ve el kaldırılan yerleri yedi gösteren hadisin arasını bulmak için söylemiştir. Çünkü manzumede sekiz yerde el kaldırılacağı bildirilmiştir. Yani el kaldırılan yerler sekizdir, Hadiste yedi gösterilmesi safâ ile merve'yi tazammun eder sa'ye bakaraktır. Musannıf ile ibn-ı Fasîh Safâ ile Merve'yi iki şey saymışlar. Onun için el kaldırılan yerler sekiz olmuştur. Bu hususta vârid olan hadis şudur: «Eller ancak yedi yerde yani iftitah tekbirinde kunut ve bayram tekbirlerinde kaldırılır. ilh...»
Dört yer hacda zikir edilmiştir. Hidâye'de böyle denilmiştir. Bunlar Hacer-i esvedi istilâm ederken, Safa ile Merve'de, iki mevkufta (yani Arafatla Müzdelife'de) ve iki cemre'de yani birinci ve üçüncü cemrelerdedir. Kifâye'de de böyle denilmiştir. Feth-u!-kadîr sahibinin beyanına göre bu lafızla bu hadis garibtir. Tebarânî'nin ibn-i Abbas (r.a.)dan rivayetine göre peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: «Eller ancak yedi yerde kaldırılır. Bunlar: Namaza başlarken, mescid-i Haram'a girip beyte bakarken, safâya çıkarken, merve'de dururken. cemaatla birlikte Arafat'ta Müzdelife'de vakfe yaparken bir de taş atılan iki makamdadır.
Anlarsın ki Hidâye'de vârid olduğu şekilde tefsir şârihin sözüne muvafık olandır. Feth-ul-Kadîr'deki ona uymaz. Çünkü oradaki rivayette Safâ ile Merve bir sayılmamıştır. Hatta kunut ile bayram dahi zikir edilmemiştir.
İlk ve orta cemrelerde taş atarken ellerini omuzları hizâsına kaldırır son cemrede ise el kaldırmaz. Ondan sonra dua yoktur. Zira dua arkasından taş atılan cemreden sonra yapılır. Onun içindir ki kurban gününün şeytan taşlamasında dua etmez.
«Ellerini göğsü hizâsında gök yüzüne doğru açar.» İbni Abbas'dan Rasûlüllah (s.a.v.) in böyle yaptığı rivayet olunmuştur. Bunu Kınye sahibi tefsir Semman'dan nakletmiştir. İmam Ebu-I-Kâsım Semerkandî'nin müstahlis adlı eserindeki beyanatı buna aykırı değildir. Orada şöyle denilmiştir: «Dua âdabından biri de kıbleye karşı durarak ellerini koltuklarının beyâzı görününceye kadar kaldırmaktır.» Çünkü Semerkandî'nin sözünü mübalağa haline, didinme ve fazla ihtimâm göstermeye hamletmek mümkündür. Nitekim yağmur duasında böyle yapılır. Tâ ki menfaat umuma raci olsun. Buradaki başka yerlere hamledilir. Onun içindir ki sahihayn hadisinde ravi: «Rasûlüllah (s.a.v.) yağmur duasından başka bir şeyde ellerini kaldırmazdı. Yağmur duasında ise koltuklarının beyazı görününceye kadar ellerini kaldırırdı.» demiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir.
«Gökyüzü duanın kıblesidir.» Sözü namaz için kıble ne ise dua içinde gök yüzü onun gibidir; demektir. Binaenaleyh kendisine dua edilen Cenabı hakkın gökyüzü cihetinde olduğu tevehhüm edilmemelidir. T.
Duânın dört kısım olduğu Muhammed bin Hanefiye'den rivayet edilmiştir. Nitekim bunu Bahır sahibi Nihâye'den naklen ona nisbet etmiştir. Kezâ Mebsût'tan naklen Münye şerhinde de böyle denilmiştir.
Rağbet duası cenneti istemek gibi istek duasıdır. Ve eller gökyüzüne açılarak yapılır. Rahmetduasına misâl: Cehennemden kurtulmayı niyâz etmektir. Burada bu dua yapılırken ellerini yüzüne koyar denilmişse de Bahır'da ellerinin sırtı yüzüne çevrileceği bildirilmiştir. Münye şerhinde de böyle denilmiştir. Şu halde «sırt» kelimesi Şârih'in kaleminden düşmüş demektir. Şâfiî'lerin sözünün manasıda budur. Onlar: «Dua eden kimse bir şeyin olmasını dilerse avuçlarının içini, bir şeyin giderilmesini dilerse dışını gökyüzüne doğru kaldırması sünnettir.» Derler.
Niyaz duasından murad: Allah Teâlâya huşu ve tevazu göstermek için yapılan duadır. Bunda cenneti istemek veya cehennemden kurtulmayı dilemek gibi bir şey yoktur. Yarab ben senin fakir ve hakir kulunum gibi halisâne duadan ibarettir.
Gizli duada el kaldırmak olmadığı Münye şerhinde beyân edilmiştir. Çünkü el kaldırmak ilan demektir.
METİN
İkinci rekatın secdelerini bitirdikten sonra erkek sol ayağını yere döşeyerek iki budunun arasına alır ve üzerine oturur. Sağ ayağını da dikerek dikili parmaklarını kıbleye çevirir. Farz ve nâfilelerde sünnet olan budur. Sağ elini sağ uyluğunun, sol elini de sol uyluğunun üzerine koyar. Veya parmaklarının uçlarını dizlerine getirerek onları biraz aralıklı yayar. Parmakları kıbleye karşı kalsın diye avuçları ile dizlerini tutmaz. Esah olan kavil budur. Şehâdet getirirken şehadet parmağı ile işarette bulunmaz. Fetvâ buna göredir. Nitekim Valvalciye, Tecnis, Ümdet-ül-Müftî ve bilumum fetevâ kitablarında böyle denilmiştir. Lâkin mutemed olan kavil Şârihlerin bilhassa Kemâl. Halebi, Behensî, Bâkânî'de de Şeyh-ul-İslâm ve başkaları gibi müteehhirinin sahih buldukları kavlidîr ki o da şehâdet parmağı ile işaret etmesidir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) bunu yapmıştır. Ulema bu kavlı imam Muhammed'le imam-A'zam'a nisbet etmişlerdir. Hatta Dürer-ül-Bıhâr metninde ve şerhi Gurer-üI-Ezkâr da «bize göre müftâbih olan kavil şudur ki bütün parmaklarını yayarak şehâdet parmağı ile işaret eder.» denilmiştir.
Şurunbulâliye'de dahi Burhan'dan naklen: «Sahih olan yalnız şehadet parmağı ile işaret etmesidir. Nefi ederken onu kaldırır; isbât ederken indirir» demiştir. Sahih kaydı ile işaret etmez diyenlerden ihtiraz etmiştir. Çünkü. o söz dirâyet ve rivayette muhaliftir. Şehâdet parmağı tâbiriylede işaret ederken elini yumar diyenlerin sözünden ihtiraz etmiştir. Aynî'de Tuhfe'den naklen: «Esah olan parmak kaldırmak müstehaptır.» denilmiş muhit'te ise sünnet olduğunu söylemiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...