Müstemin: Hem emân
isteyen, hem de kendisine emân verilen kimse demektir. Fıkıh ıstılahında; gerek
müslüman gerek harbî (kâfir) olsun, başka bir milletin memleketine emân
(pasaport) ile giren kimsedir. Bir müslüman emânla dar-ı harbe girerse kendisine
onların kanlarından, mallarından, namuslarından bir şeye dokunması haramdır.
Çünkü müslümanlar şartlarında sabittirler. Şayet onlardan bize izinsiz bir şey
çıkarırsa ahdini bozduğu için ona haram olarak mâlik olur ve onu tasadduk etmesi
vâcib olur.
Musannıf "dar-ı
harbe emânla giren bir müslüman onlardan bize izinsiz bir şey çıkarırsa" diye
kayıdladı. Çünkü onlardan bir şey gasbetse, onların memleketlerinde bulundukça
onu onlara vermesi vâcibdir. Ama esir olan bir kimse - her ne kadar kâfirler bu
esiri kendi rızalarıyla bıraksalar bile- müstemin gibi olmayıp hırsız gibi
olduğundan kendisine onların mallarını alması kendilerini öldürmesi caizdir.
Fakat kadınlarına dokunması meşru değildir. Kadınların helâl olması ancak mâlik
olmakladır. Şu kadar var kî esir olan kimse dar-ı harbde esir olan zevcesini
yahut ümmi veledini yahut müdebberesini orada bulup onlara kâfirler cinsî
yakınlıkta bulunmuşlarsa, onlar kendisine mubahtır. Çünkü kâfirler onlara mâlik
olmamalardır. Eğer kâfirler onlara cinsî yakınlıkta bulunmuşlarsa mülk şübhesi
için iddet vâcib olur. Cariyesini dar-ı harbde bulursa ona cinsî yakınlıkta
bulunması kendisine mutlak surette helâl delildir. Dar-ı harbde bir kâfir,
müstemini satışla veya ödünç vermekle borçlandırsa yahut müslüman müstemin
kâfiri satışla veya ödünç vermekle borçlandırsa yahut birisi diğerinin malını
gasbetse, sonra islâm memleketine gelseler hiç birisine bir şeyle hüküm olunmaz.
Çünkü kâfir müstemin dar-ı harbde iken İslâm hükmünü kabul etmeyip bilâkis
gelecekte olacak hükümleri kabul etmiş olur. Ancak müstemin müslümana kâfirden
gasb veya borç yoluyla almış olduğu şeyleri diyâneten geri vermesi için fetva
verilir. Çünkü emânla onlara hainlik etmemeyi kabul etmiştir. Ama kazaen hüküm
olunmaz.
İki kâfirden biri
diğerine borç verse veya biri diğerinden gasb yoluyla bir şey alıp sonra bu iki
kâfir müstemin olarak İslâm memleketine gelseler yine hiç birisine bir şeyle
hüküm olunmaz. Dar-ı harbden bir kâfir ile bir müslüman İslâm ordusuna gelip
müslüman, kâfirin kendisinin esiri olduğunu iddia edip kâfir ise "ben emanla
çıktım" dese kâfirin sözü kabul edilir. Ancak esir olmasına iple veya zincirle
bağlı olması gibi bir alamet bulunursa, görünüşe göre hüküm verilerek müslümanın
sözü kabul edilir, iki kâfir müslüman olarak İslâm memleketine gelip muhakeme
olsalar aralarında din ile hüküm olunur. Çünkü din ile hükmedil-meşine razı
olmuşlardır. Ama gasp dâvalarında din ile hüküm olunmaz. Çünkü kâfirlerin istilâ
etmesi bahsinde geçtiği üzere gasbeden kimse dar-ı harbte gasbetmiş olduğu şeye
mâlik olur.
Emânla dar-ı harbe
giren iki müslümandan biri gerek kasden gerekse hataen diğerini öldürmüş olsa
-dar-ı harbde haddin düştüğü gibi kısas da düşeceği için - katilin öldürdüğü
kimsenin diyetini kendi malından vermesi vâcib olur. Çünkü iki memleket
birbirinden ayrı olduğu için âkilenin katili korumaları mümkün olmadığından
kendilerine bir şey lâzım gelmez. Hataen öldürmede ayrıca keffâret de vâcib
olur. Çünkü hataen öldürmede keffâretin vâcib olması hususundaki âyet-i kerîme
mutlakdır. Dar-ı harbde iki esirden biri diğerini hataen öldürürse, kendisine
ancak keffâret lâzım olur. Kasden öldürürse kendisine hiç bir şey lâzım gelmez.
Çünkü esir olmasıyla kâfirlerin elinde bulunduğu için onlara tâbi otur da
kendisine saldırılması vaktinde 'kıymeti gerektiren dokunulmazlığı düşmüş olur.
Bu yüzden gerek hataen gerekse kasden öldürülmesinde diyet vâcib olmaz. Nitekim
bir müslüman dar-ı harbde bir esiri veya orda müslüman olmuş bir kimseyi öldürse
- bu öldürülen kimsenin vereseleri dar-ı harbde olurlarsa - bakılır; eğer hataen
öldürmüşse kendisine yalnız kefaret lâzım gelir. Kasden öldürmüşse kendisine hiç
bir şey lâzım gelmez. Çünkü öldürülen kimse İslâm memleketine gelip kendisini
korumamıştır.
İZAH
"Müstemin ilh..."
Bu kelime ism-i mef'ûl sigasıyla "müstemen" diye de okunabilir. Bu takdirde
kendisine eman verilmiş kimse mânâsını ifade eder.
"Bir şeye dokunması
haramdır ilh..." Hatta müslüman olan müstemin, kâfirler 'tarafından esir edilmiş
cariyesine bile dokunamaz. Çünkü bu cariye onların mülkü olmuştur. Ama
zevcesini, ümmi veledini ve müdebberesini imkanını bulursa, kurtarır. Çünkü
kâfirler bunlara mâlik olmamışlardır. Keza esir edilmiş müslüman kadınları ve
çocukları da imkanını bulursa onların elinden kurtarır.
TENBİH: Hâkimin
Kâfî'sinde zikredilmiştir ki, dar-ı harbde müslüman bir müste'minin bir dirhemi
iki dirhem ile peşin veya veresiye olarak değişmesi yahut fâsid akidler ile elde
edeceği 'bir maldan istifade etmesi caizdir Çünkü dar-ı harbde müstemin bulunan
bir kimsenin onların mallarını rızalarıyla alması caizdir. Bu İmam-ı Azam ile
İmam Muhammed'e göredir, İmam Ebû Yusuf'a göre bu gibi muameleler dar-ı harbde
de caiz değildir, İmam Ebû Yusuf'a göre bir müslüman nerede olursa olsun
müslümanlığın hükümlerini kabul etmiştir, ona aykırı olan bir şeyi yapamaz.
"Müslümanlar
şartlarında sabittirler ilh..." Çünkü emân ile dar-ı harbe giren bir müslüman
onların haklarına tecavüz etmemeyi 'kabul etmiştir. Bu bakımdan onlara hıyanette
bulunması haramdır. Ancak o memleketin hükümdarı veya hükümdarın müsaadesiyle
birisi, müslümanın hakkına tecavüz ederek malını alır veya kendisini hapsederse,
bu takdirde verilen ahdi bozmuş olduğundan müslüman da bazı hususlarda misliyle
mukabelede bulunabilir. Bahır.
"Ve onu tasadduk
etmesi vâcib olur ilh..." Çünkü hıyanet etmekle onu haram yoldan elde etmiştir.
Hatta müslüman müsteminin dar-ı harb-den hıyanetle çıkarmış olduğu şey cariye
olsa ona cinsî yakınlıkta bulunması helâl olmaz. Ondan o cariyeyi satın alan
kimseye de helâl olmaz. Ama fâsid olarak satın alınan cariyeye cinsî yakınlıkta
bulunmak yalnız satın alana haramdır. Fâsid olarak satın alan kimseden o
cariyeyi başka bir şahıssatiri alsa, kendisine o cariye helâl olur. Çünkü cariye
ikinci satın alan şahsa sahih olarak satılmıştır. Bu yüzden cariyeyi ilk satan
kimsenin geri alma hakkı kalmamıştır. Bu bahsin tamamı Fetih'dedir.
Yine Fetih'de
zikredilmiştir ki; dar-ı harbe müste'min olarak giren kimse orada bir kadınla
evlense, sonra kadını zorla islâm memleketine çıkarsa ona mâlik olur. Nikâh
bozulur, onu satması sahih olur. Eğer kadın kendi rızasıyla islâm memleketine
gelmiş otursa, onu satması sahih olmaz. Çünkü ona mâlik olmamıştır.
"Esir olan kimse
esir olan zevcesini ilh..." Bu ifadede nikâhın bozulmadığına işaret vardır.
Gerek zevce zevcinden önce esir edilmiş olsun, gerekse sonra esir edilmiş olsun.
"Âyet-i kerîme
mutlaktır ilh..."
"Kim bir mümini
hataen (yanlışlıkla) öldürürse, mümin bir köleyi âzâd etmesi ve ölenin ailesini
(mirasçılarına) teslim edilecek bir diyet vermesi lâzımdır." (Nisâ Sûresi, ayet:
92) Bu âyet-i kerîmede İslâm memleketi veya dar-ı harble kayıdlanmaksızın hataen
öldürülmede diyetle beraber keffâretin de vâcib olduğu beyan buyurulmuştur.
"Kasden öldürürse
kendisine hiç bir şey lâzım gelmez ilh..." Yani dar-ı harbde iki esirden biri
diğerini kasden öldürürse. İmam-ı Azam'a göre kısas vâcib olmadığı gibi keffaret
de vâcib olmaz. İmameyn'e göre öldürülme gerek hataen gerekse amden olsun her
iki surette katile kendi malından öldürdüğü kimsenin diyeti vâcib olur. Bu
bahsin tamamı Bahır'dadır.
"Çünkü esir
olmasıyla ilh..." Bu ifade İmam-ı Azam'a göre dar-ı harbde bulunan müslüman
müsteminler île esirler arasındaki farkı açıklamak içindir. Şöyle ki: Dar-ı
harbde bulunan esirler kâfirlerin elinde bulundukları için onlara tâbi olup
onların mukim olmasıyla mukim, misafir olmalarıyla misafir olurlar. Nitekim
müslümanların köleleri efendilerine tâbi olurlar. Müslüman esirler kâfirlere
tâbi olunca -asıl olan kâfirlerden birisinin öldürülmesiyle diyet vâcib olmadığı
gibi- esirlerden birinin diğerini öldürmesiyle kendisine diyet vâcib olmaz.
Ancak hataen öldürmüş olursa, kendisine yalnız kefaret lâzım gelir.
Şu halde dar-ı
harbde esir bulunan müslümanlar, dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine
hicret etmemiş müslümanlar gibi olurlar. Nitekim metinde beyan edildiği üzere
dar-ı harbde müslüman olup İslâm memleketine hicret etmemiş bir kimseyi bir
müslüman orada hataen öldürse kendisine yalnız kefaret vâcib olur, kasden
öldürse kendisine bir şey lâzım gelmez. Çünkü dar-ı harbde müslüman olan kimse
İslâm memleketine hicret ederek kendisini korumamıştır. Orada kaldığı için
onlara tâbi olmuştur. Biz Hanefilerce kısası veya diyeti gerektiren
dokunulmazlık ancak İslâm memleketinde korunmakla sabit olur. Yalnız müslüman
olmakla sabit olmaz. İmam Şafiî'ye göre hataen öldürülmede diyet, kasden
öldürülmede kısas vâcibdir. Çünkü günahsız olan bir müslüman öldürülmüştür.
Dar-ı harbde
müstemin olarak bulunan müslümanlara gelince: Bunların her zaman kendi
istekleriyle oradan çıkmaları mümkün olduğu için kâfirlere tâbi olmazlar. Bu
bakımdan müsteminlerden biri diğerini orada kasden veya hataen öldürürse her iki
surette kendisine öldürdüğü kimsenin diyetini kendi malından vermesi vâcib olur.
Hataen öldürmüş ise diyet vâcib olduğu gibi keffaret de vâcib olur.