Marifetullah (Allah’ı Tanıyış İlmi) ve Kalb Gözü
Allahu Teala Zariyat
Suresindeki bir ayette şöyle buyurdu, mealen;
- Müminlerin Allah’a inancı ve kulluğu O’nu tanıtan
ma’rifet ilmi kadardır. Zira, allah’ın Rasulü bir hadisi şeriflerinde şöyle
buyurdular:
- “Ebu
Bekr’in sizlere olan üstünlüğü, onun namazının , zekatının , veya sair
ibadetlerinin sizlerden daha çok olmasından değildir. Bilakis, kalbindeki Allah
bilgisinin sizlerden daha fazla olmasındandır.”
Bu dünya da Allahu
Tealayı insanlar nasıl tanıyabilir? Allahu Tealanın cemâlini bu dünyada görmek
mümkün değildir. Ancak O’nu şeriatin bildirdiği sıfatlar ve isimleri ile
tanıyabiliriz. Bu bilgiler üç aşamadır.
Birincisi; her müslümanın zaruri
olar bilmesi farz olan Yüce Allah’ın Zatî ve Subutî sıfatlarını öğrenip
inanmasıdır. Bu bilgide alim ve avam eşittir.
İkincisi ise, şeriatin
bildirdiği O’nun isimlerinin manalarını bilerek itikat edilmesidir. Bu ilimler
ise, alimlerin okuyup öğrenmeleri ile elde edilen türdendir.
İlmi
Ma’rifetin üçüncüsü ise, alimlerin öğrenerek bildiklerini Allah’ın seçkin
kullarının kalblerini masivadan temizleyerek kalb gözleri ile görmeleridir.
Bundan şu anlaşılmasın hiçbir kimse kalb gözü ilede olsa, Allahu Tealanın
zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatini bilemez ve göremez. Bu
bilinenler ve görülenler O’nun zat, isim ve sıfatlarının nurlarının
tecellileridir..
Allah’ın dostu büyük alim ve velî, İmam-ı Rabbani
(kaddesallahu sirrahul akdes)hazretleri, bu dünya
hayatında ancak O’nun isim, sıfat ve yüce zâtının nurlarını kalb gözü ile
müşahede edebilmenin mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Allahu tealanın
varlığına inanmak farzdır ama, “Nasıldır
?”diye düşünmek haramdır. Zira, O’nun Yüce zâtını ve sıfatlarını akıl
kavrayıp anlamaktan yana acizdir.
İmam-ı Rabbani (k.s.)hazretleri bir
tasavvuf yolcusu salikin çalışması sebebi ile, İslamiyetin öte alemlere ait
verdiği bilgilere ve Allahu tealanın isim, sıfat ve zatının nurlarına kalb gözü
ile müşahede ve idrakten sonra emmare-i nefsin islamla şereflenerek imanın
hakikatına kavuşacağını beyan etmektedir. Buna rağmen Allahu teala kullarına
merhamet ederek, sadece kalbin tasdikini iman etmek için kabul etmiş ve nefsin
mutmeinne olmasını şart kılmamıştır. Bu da, Yüce Allah’ın mü’min kullarına çok
büyük bir rahmeti ve lutfudur.
Peygamber
(sallâllâhu aleyhi ve
sellem)
Efendimizin:
-”Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zâtı
üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr
edemezsiniz…” hadisi
şerifleri, Allâhu Tealâ’nın Zâtî hakikatını kavramanın mümkün
olmadığını ifâde buyurmaktadır. (Deylemî, Müsned, II,
56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)
Bu hususta Şah-ı Nakşibendi hazretleri şöyle ifade
ederler:
-” Allahu tealanın varlığı
hakkında aklınıza ve hayalinize her ne geliyorsa o,
mahluktur.”
İmam-ı Rabbani
(kuddise sirruh) hazretlerinin, 1.c.266. Mektubunda bu hususta şu ifadeleri yer
alır:
-”Allahü teâlâ, kendi Zâtı ile
vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve
sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. (Ya’nî, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya
benzemez.) Varlıkda, şerîki,
ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve
kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve
anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve
uymaz.
Allahü teâlâ
bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep
vardı ve basîttir, (ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz).
Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin
bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz.
(Geçmişdeki sonsuzdan
gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği,
yalnız bir biliş ile bilmekdedir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan
herşeyi), birbirine benzeyen ve
benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini
kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını,
hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini,
ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda,
yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve
kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ
Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne
ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik
olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar,
parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir.
Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve
ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın
eremiyeceği bir bağlanmakdır.
Kelâm sıfatı, ya’nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar,
hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen
şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün
kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş,
Kur’ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
Tekvîn
sıfatı; ya’nî yaratıcıdır. Bütün yarattıkları, yapdıkları da, bir fi’l, bir
yapışdır ki, ilk yarattığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi’l ile
var olmakdadır. (Bir göz kırpacak zemânda
herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i kerîme,
bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi’l iledir. Yaratması ve
yok etmesi de o fi’ldendir. Fi’linde de çeşidli bağlantılar yokdur. Bir te’alluk
ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında yaratıyor. Akl, onun işlerini
anlıyamıyacağı gibi, fi’lin bağlanmalarına da erememekdedir. Aklın oraya yolu
yokdur.
Allahü teâlânın,
herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna
inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma’ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz.
(İlmi ihâta etmişdir, ilmi
yakîndir) demek, Kur’ân-ı kerîmin açık olan
ma’nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma’nâlar vermeği doğru
bulmuyoruz.
Allahü teâlâ,
hiçbirşey ile birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden,
ittihâd ma’nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek
istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile,
(Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr,
Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık
olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım
buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma’nâsı, (Ben yokum,
yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir.”
Burada, konuya bir başka cihetten bakılırsa; Tasavvufta,
fena(yokluk) hali bir veliyi kapladığı zaman, velinin aklı Allah sevgisi ile
örtülür ve Allahu Teala, Tûr-i Sina’da ağacın dili ile Musa’ya nasıl hitab etti
ise, aklı İlahi muhabbetle örtülen velinin lisanı ile de “Enel Hakk”(Ben Hakk’ım) demesini bir çok
kimse anlayamamış ve Allahu Tealanın, veli kulu Hüeseyin Hallac’ın lisanı ile
insanlara;”EnelHak”diye hitab
etmesini Hallac’tan bilmişlerdir.
İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat-ı
Rabbani 1.c.266. mektubunda bu hususu şöyle izah ederler:
”Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve
fi’llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi
yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmuyor.
Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya’nî Allahü teâlânın, bu
mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak
ma’nâda değildir. Bu ma’nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler,
Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin
aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi’llerinde bir
değişiklik olmuyor.
Allahü
teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya’nî, hiçbirşey için,
hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi’llerine, hiçbir
sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda,
belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize
muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla,
biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler
söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için
yarattım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve
insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref
ve se’âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde,
Allahü teâlânın, (Mahlukları, bilinmem için
yaratdım) buyurması, (Onların; Beni
tanıyarak şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım)
demek değildir. Bu ma’nâ, Allahü teâlâya lâyık
değildir.
Allahü teâlâda,
noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir.
Cism değildir. Mekânlı değildir. (Ya’nî, yer
kaplayıcı değildir.) Zemânlı değildir. (Bir
yerde bulunmadığı gibi, zemânı da yokdur.) Kemâl sıfatları,
kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl subûti sıfatı vardır. Bu sıfatları,
kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir. (Ya’nî, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp),
hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca
vardır.
Müslimânlardan,
sıfatları inkâr eden Mu’tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de,
sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır
diyorlar. (Ya’nî, sıfatların nazarî olarak),
kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma’nâsı, zâtın
ma’nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma’nâları,
birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O
hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına
inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide
vermez.
Allahü teâlâ,
(Kadîm)dir. (Ya’nî, varlığının başlangıcı yokdur. Varlığından önce,
yok değil idi, hep var idi.) (Ezelî)dir. (Ya’nî, hiçbir ân yok değil idi.) Ondan başka,
hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle
îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir
demişlerdir. Çünki öyle yanlış inananlar, bunlar aklın, rûhun ve (maddenin ilk hâli dedikleri) heyûlânın kadîm
olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını
söylemişlerdir.”
(Mektubat-ı İmam-ı Rabbani 1.c.266
mktb.)
Allah’ın
Rasulü(s.a.v.): “Ölmeden önce, ölüm ötesinin sırrına
erişiniz”hadisi şerifini İmam-ı Gazali, Kimya’nın 1.c.116. shf.de bu
hadis-i şerifi şöyle izah ediyor:
-“Bir kimse, tasavvuf
yolunun başlangıcında, kötü duygularından arınır ve uzaklaşırsa, ahiret
hallerini zevkle müşahede etmeye başlar. Başkalarına ölümden sonra görünen
haller, o kimseye ölmeden önce yaşarken gösterilir. Bu halleri gören kimse,
şehadet alemine(görünen alem) dönünce, gördüklerini
başkalarına anlatması caizdir.”
Yine İmam-ı Gazali
hazretleri tasvvuf hakkında şöyle diyor:
- ” Tasavvuf; Muhammed aleyhisselamın batınıdır. Kim
tasavvufu inkar ederse, o kimse Muhammed aleyhisselamın batınını inkar etmiş
olur. ”
Kalb Gözü Ve Rüya
Nedir?
31.05.2012
/ 08:09 ( S. K.)
S.K. adında bir
tasavvuf münkiri, İslam Dergisi Sitemizi, şu sözlerle
eleştirmektedir:
- “Siz bu derginin adını değiştirin zira islam
ismiyle alakasız hurafe edebiyatından başka bir şeyde yok, hele ki bu yazı.
Kuran’a dayanmayan sahih sünnete dayanmayan bilakis hilafına bir sürü uyduruk
şeylerden ibaret. Ha ismini tesavvuf dergisi, tarikat dergisi, keşif, ilham,rüya
bilmem ne deyin ama islam demeyiniz belki bu vesileyle vebalinizi azaltmış
olursunuz. ben Allah rızası için uyarıyorum.”
Meğer anlayış özürlü
olan bir kimsenin özrü, kabahatinden büyük olurmuş. Bu adamın amacı, üzüm yemek
değil bağcı dövmek deyimi gereğince amacı doğruyu görmek olmadığı için, sitemiz
içinde bulunan onca ayet ve hadis-i şerifleri görmeyerek şöyle
diyor:
-”Siz bu derginin
adını değiştirin. Zira islam ismiyle alakası olmayan hurafe edebiyatından başka
bir şeyde yok “ diyerek farkında olmadan ayet ve hadislere hurafe
diyebilecek kadar şaşırıyor. Bu kimseler güya, Kur’an’ı çok okuduklarını
söylüyorlar ama; demek ki Kur’an’ı Rasulullah’ın anlatmak istediği gibi değilde,
kendi kısır akıllarınca anlamak istedikleri gibi okudukları için olsa gerek ki,
yazılan ayet ve hadis meallerini bile görememektedirler. Bu haddini bilmez
şahsın “Hurafeler” dediği rüyalara Kur’an, bakınız ne kadar yer
vermiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Yûsuf
Sûresi 4. 5. 6. ayetlerinde mealen:
“Bir vakit Yusuf babasına: “babacığım, ben rüyada
onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlar.”
dedi. (4.ayet)
“Babası:
“Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar; çünkü şeytan,
insana belli bir düşmandır.” (5.ayet)
“İşte böyle. Rabbin seni seçecek, sana olayların
yorumuna ait bilgiler öğretecek ve hem sana ve hem de Ya’kub soyuna, bundan önce
ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi nimetini tamamlayacaktır. Şüphe yok
ki, Rabbin herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.” dedi.
(6.ayet)
(Yusuf S.
Ayet-47)
(Yusuf
S. Ayet-48)
“Sonra bunun ardından
insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra
ve yağ sıkacaklar.”
(Yusuf S. Ayet-49)
Rüyalar
konusunda Buhari ve diğer hadis kitablarında başka başka hadis-i şerifler
bulunmaktadır. Rasulullah(s.a.v.) buyurdularki;:
- ”Zehebetin nübüvvetü ve
bakıyyetil mübeşşirât.”(Buhari, Tabir
5
) Mealen: “Benden sonra
peygamberlik kalmaz. Lakin mübeşşirât kalır“diye buyurunca yanındakiler ;
- “Mubeşşirat nedir?”diye sorduklarında Allah’ın
Rasulü:
-” Salih
rüyadır.”diye buyurdular.
Hadis-i Buhari’deki başka bir nakilde ise, İbn Abbas(r.a.)hazretleri, Allah’ın
Rasulü’ne (s.a.v.), mübeşşiratı sorduklarında;
-”Müslümanların
rüyası peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür.”diye açıklamıştır.
Bu anlayış ve görme özürlü adam, bizim rüya ve diğer
hususlarda Kur’an’dan ve en sahih hadislerden yaptığımız nakilleri göremiyor
olmalı ki:
-”Hele ki bu yazı. Kur’an’a
dayanmayan, sahih sünnete dayanmayan, bilakis hilafına bir sürü uyduruk
şeylerden ibaret“diye ifade
ediyorlar.
Yukarıda verdiğimiz
ayetlerin ve hadis-i şeriflerin kaynakları bellidir. Kimin hurafe ve iftira
ettiğide ortadadır. Böylelerine; ”Hasedi
basiretinin önünü kapatmış böyle kimseleri Allah islah etsin”
diye, dua
edebiliriz ancak. Tabii anlayabilirlerse..
Bir
Şiir:
Göz odur ki hakkı göre
Köre ne gerek,
köre?
Gündüz gören
göz ,
Vardır merkepte
bile
Rüya-i Sahiha haktır.
Ayet ve hadis-i şeriflerle sabittir. Kim, rüyanın islamda yeri olmadığına itikat
ediyorsa, o kimse Kur’an ve Hadis-i şerifleri karşısında bulur.
Rüya da, keşif de, Allah’ın dilemesiyle, Levh-i
Mahfuzdaki görevli bir melek vasıtası ile, rüya görenin veya veli kulun basiret
gözüne, misal aynası vesilesiyle yansıtılarak gösterilmektedir. Rüya gören veya
ehl-i keşif sahibi bir kimsenin kalbi havuzun üzerindeki suya benzer. Su ne
kadar durgun ise görüntü o kadar nettir.
Yeri gelmişken şu hususuda
hatırlatmamız yerinde olmalıdır: Hiç bir kimse dinî bir mevzuuda, Kur’an ve
Rasulullah’ın sünnetleri veya Eshabın İcması ve müctehidlerin ictihatları
varken, keşif ve rüya ile amel edemez. İmam-ı Rabbani hazretlerinin de ifade
ettikleri gibi; rüya da ve keşiflerde hatalar oluşabilir. Şeriate uymayan keşfî
bilgilerin hiçbir kıymeti yoktur. Keşif ve rüyalar şeriate uygunsa o, Allahu
tealadan kuluna bir müjdedir.
Allahın Rasulü(s.a.v.) : “Eğer ki, Adem oğlu alemi melekuttaki zevkleri tatmış
olsaydı, dünyadan(kalbi) meşguliyetini keserdi.” diye buyurarak bu ilahi nurların zevkinden haber
vermektedir. Bunu tadanlar, bunun şahitleridir.
Kalb gözü, yani gönül gözü, ruhun öte aleme açılan
penceresidir. İnsan ruhunun bu beden de, bir bu aleme, bir de öte
alemlere açılan penceresi bulunmaktadır. Ruhumuz bu aleme açılan penceresinden,
beş duyu ve hayal alemi ve hafızamız yolu ile iletişimini sağlar. Bunlardan
biri çalışmadığında, ruhun o yöndeki iletişimi kesiliverir. Aynı şeyler öte
alemler için de geçerlidir. Ruhumuz, Melekût alemini algılayabilmek için bu
dünyaya olan bağlılıklarını kalben azaltmadıkça, öte alemleri algılayamaz. Nasıl
ki, uyumadan rüya görmemiz mümkün olmuyorsa, gönül gözünün öteleri görüp
algılayabilmesi de, kalbin bu aleme ait bağlılıklarını azaltıp kesmesi ile
mümkündür.
Gönül gözünün perdesi,
iki türlüdür. Birincisi biraz açlık, biraz yalnız kalmakla kalbin önünden
aralanacak olan bir perdedir. Bu perdenin açılmasında görülen alem, çalışıldığı
zaman kafir ve mü’mine açılabilen, cahillerin esrar ilmi dedikleri, içinde
şeytanların ve cinlerin de yaşadıkları, madde aleminin baş gözü ile görülmeyen
kısmıdır. Din istismarcıları, cahil insanları bu tür keramet ve kehanet karışık
şeylerle kandırararak onları aldatırlar.
Kalb gözünün önündeki ikinci perde ise, kalbden
manevi pası, Allah’ın zikri ve sevgisi ile silip, melekut aleminin ihtişamlı
güzelliği müşahede edilmeye başlandığında, kalb İlahi isimlerin nurları ile
doldurulur ve bu vesile ile ma’rifetullah ve muhabbetullaha erilir. Bu ise ancak
gerçek mü’minlere nasib olur ki, bu durumda olan bir manevi yolcu, şeriatin
üçüncü kısmı olan ihlasa ererek imanın hakikatına ermiş olur. Bu gibi insanların
davranışları samimi, imanları taklitten kurtulmuş tahkike ermiştir. Bunlar asla
bir kimseyi dünya menfaatleri için sevmezler. Seven varsa, onun ihlası
yalandır.
Keşif :
Soru: Tasavvufla elde
edilen zevk ve görüntülerin hayal ürünü olduğunu iddia edenler vardır. Bu doğru
mudur?
“Kedi ulaşamadığı ciğere
mundar“dermiş deyimi, bunlar için çok
yerindedir.
Keşif; Rabbul-âlemînin, levhi mahfuzdaki bazı bilgi
ve görüntüleri veya bu aleme ait bilgi ve görüntüleri, veli kulunun gönül
aynasına yansıtarak ötelerden kulunu haberdar kılmasıdır. Bu keşif esnasında
bir çok kerametler ve manevi sırlar belirmektedir. Ehli olan kimse bunları her
yerde Allah dilemedikçe söyleyemez. Bu keşfe dair bazı misaller:
Allah’ın Rasulü Eshabı kirama Veda Hutbesi’nde cennetteki Havz-ı
Kevseri, o esnada orada gördüğünü oradakilere söylemesi. Bedir’de öldürülen
müşriklerin ruhlarına”Şimdi benim söylediklerimin hak olduğunu anladınız
mı?”diye hitab ettiğinde, Hazreti Ömer’in; “Ya Rasulullah, onlar leş oldular
seni nasıl duyabilirler” dediğinde, Rasulullah’ın; “ya Ömer, şu anda onlar
benim sözlerimi, senden daha iyi duymaktadırlar lakin; cevap veremezler “diye
ifade etmesi gibi.
Bu aleme ait keşiflerden bir örnek ise, bir gün,
Hazreti Ali Medine’den üç aylık uzak bir mesafede düşmanlarla savaş ederken, bir
kâfir arkadan yakalaşıp, Ali(radıyallahu anh) hazretlerine kılıcını arkadan
vurmak istediği esnada, Peygamber(s.a.v.) Efendimiz :
-”Ya Ali! Arkana bak! ” diyerek Hazreti
Ali’yi uyardı. Eshabdan bazıları bu uyarının tarihini yazdılar ve üç ay sonra
Medine’ye dönen Hazreti Ali’ye bunu sordular. Hz.Ali:
-” Evet bundan üç ay
önce böyle bir olay vukuu buldu. Ben o gün, Rasulullah’ın: ” Ya Ali! Arkana
bak!” dediğini duydum ve geriye baktığımda, bir kafir arkamdan bana kılıcını
vurmak üzere olduğunu fark ettim ve onu bertaraf ettim.”dedi.
Bunun
benzeri bir durum da, Hazreti Ömer’in(r.a.) halifeliği zamanın da oldu. Hazreti
Ömer’in İranlılarla savaşan Kumandan Sariye’ye, çok uzak mesafelerden:”Ya
Sariyel-cebel”(Ey Sariye Dağa çekil”diye hitab etmeleri meşhur haberlerdendir.
Bu ve bunun benzeri olaylar, Allah’ın kudreti ile yaratılmaktadır.
Manevî
Zevk:
Evliyanın büyüklerinden Seyyid Abdulhakîm Arvasî
hazretleri şunlardan söz eder: Başlangıçta burunda çok güzel kokular ve damakta
ve dimağda ve kalbede, bazen de bedenin her tarafına yayılan manevi bir zevk
hasıl olur. (Bunlar bazen saatlerce, hatta ömür boyu sürebilir.) Bundan sonraki
aşamalarda; Seyyid Abdul Hakim Hüsyin hazretlerinin ifadesyle: “Nefis
emmare İlahi isimlerin nurlarından bir nurla karşılaşınca, o İlahi nurlarların
dayanılmaz güzelliği karşısında mutmein olur, Allah’tan razı olur ve Allah’a
aşık olur ve hakiki kul olur.
Tasavvuf bazı münkirlerinin tarif ettiği gibi, hayaller
alemi değildir. “Eşek rüyasında hiç Hindistanı
görebilir mi?” “Hindistanı rüyada görebilmek
için fil olmak gerekir. Zira Hindistan, filin anavatanıdır” diyor Hz.
Mevlana. Tasavvufta keşif ve keramette bulunur ama tasavvufun amacı bu değildir.
Tasavvufun amacı ihlası elde edip Allahu telanın rızasına ermektir. Haller ve
keşifler amaç değil, araçtır. Bidayette bazı tasavvufi halleri yaşamadan kişi
ihlası nasıl yakalayabilir bu mümkün mü?
Şunu da belirtelim ki;
Allahu tealanın muhabbetine ermenin tadı yanında bu tadlar, tat bile değildir.
Hepimize hidayte ve yardım ve başarı Allahu tealadandır.
V E S İ L
E:
“ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ
اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “
“Ey îmân
edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın ve O’nun
yolunda mücadele veriniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide Sûresi-35)buyurulmaktadır.
Bu ayeti kerime de inanan bir kulun, Allah’ın rızasının
yolunu öğrenip kazanabilmesi için vesile aramasının gerekliliği ifade
edilmektedir. Bu vesile, dinimizi bize doğru öğretecek alim ve takva ehl-i
alimlerdir. Böyle bir kimse, ilmi ile amel eden bir rehber öğretmen veya
mürşid-i kâmil ve mükemmil bir zatta olabilir.
Vesile ile hırıstiyanlıktaki ruhbanlığı birbirine
karıştıranlar kasıtlı ve art niyetli kimselerdir. Zira, ruhbanlıkta bir kimse
papaz olmadan ne Allah’a ibadet edebilir, ne de Allah’tan günahlarının affını
isteyebilir. İslam tasavvufunda ise, kul ile Allah arasına kimse giremez ancak
kul, bir başka kulun hidayetine ve islahına vesile olmaktadır. Dua ettiğinde
ise, salih kulları vesile edebilir. Bunu Peygamber efendimiz de
yapmıştır.
Vesselam.