17 Ekim 2012

Marifetullah (Allah’ı Tanıyış İlmi) ve Kalb Gözü


Marifetullah (Allah’ı Tanıyış İlmi) ve Kalb Gözü


      Allahu Teala Zariyat Suresindeki bir ayette şöyle buyurdu, mealen;
-    Müminlerin Allah’a inancı ve kulluğu O’nu tanıtan ma’rifet ilmi kadardır. Zira, allah’ın Rasulü bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurdular:
- “Ebu Bekr’in sizlere olan üstünlüğü, onun namazının , zekatının , veya sair ibadetlerinin sizlerden daha çok olmasından değildir. Bilakis, kalbindeki Allah bilgisinin sizlerden daha fazla olmasındandır.”
     Bu dünya da Allahu Tealayı insanlar nasıl tanıyabilir? Allahu Tealanın cemâlini bu dünyada görmek mümkün değildir. Ancak O’nu şeriatin bildirdiği sıfatlar ve isimleri ile tanıyabiliriz. Bu bilgiler üç aşamadır.
     Birincisi; her müslümanın zaruri olar bilmesi farz olan Yüce Allah’ın Zatî ve Subutî sıfatlarını öğrenip inanmasıdır. Bu bilgide alim ve avam eşittir.
     İkincisi ise, şeriatin bildirdiği O’nun isimlerinin manalarını bilerek itikat edilmesidir. Bu ilimler ise, alimlerin okuyup öğrenmeleri ile elde edilen türdendir.
     İlmi Ma’rifetin üçüncüsü ise, alimlerin öğrenerek bildiklerini Allah’ın seçkin kullarının kalblerini masivadan temizleyerek kalb gözleri ile görmeleridir. Bundan şu anlaşılmasın hiçbir kimse kalb gözü ilede olsa, Allahu Tealanın zatının, sıfatlarının ve isimlerinin hakikatini bilemez ve göremez. Bu bilinenler ve görülenler O’nun zat, isim ve sıfatlarının nurlarının tecellileridir.. 
     Allah’ın dostu büyük alim ve velî, İmam-ı Rabbani (kaddesallahu sirrahul akdes)hazretleri, bu dünya hayatında ancak O’nun isim, sıfat ve yüce zâtının nurlarını kalb gözü ile müşahede edebilmenin mümkün olabileceğini ifade etmektedir. Allahu tealanın varlığına inanmak farzdır ama, “Nasıldır ?”diye düşünmek haramdır. Zira, O’nun Yüce zâtını ve sıfatlarını akıl kavrayıp anlamaktan yana acizdir. 
     İmam-ı Rabbani (k.s.)hazretleri bir tasavvuf yolcusu salikin çalışması sebebi ile, İslamiyetin öte alemlere ait verdiği bilgilere ve Allahu tealanın isim, sıfat ve zatının nurlarına  kalb gözü ile müşahede ve idrakten sonra emmare-i nefsin islamla şereflenerek imanın hakikatına kavuşacağını beyan etmektedir. Buna rağmen Allahu teala kullarına merhamet ederek, sadece kalbin tasdikini iman etmek için kabul etmiş ve nefsin mutmeinne olmasını şart kılmamıştır. Bu da, Yüce Allah’ın mü’min kullarına çok büyük bir rahmeti ve lutfudur.
     Peygamber (sallâllâhu aleyhi ve sellem) Efendimizin:
 -”Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin, Zâtı üzerinde düşünmeyin. Zîrâ siz O’nun kadrini (O’na lâyık bir sûrette) aslâ takdîr edemezsiniz…” hadisi şerifleri, Allâhu Tealâ’nın Zâtî hakikatını kavramanın mümkün olmadığını ifâde buyurmaktadır.      (Deylemî, Müsned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 81)           
     Bu hususta Şah-ı Nakşibendi hazretleri şöyle ifade ederler:
-” Allahu tealanın varlığı hakkında aklınıza ve hayalinize her ne geliyorsa o, mahluktur.”
     İmam-ı Rabbani (kuddise sirruh) hazretlerinin,  1.c.266. Mektubunda bu hususta şu ifadeleri yer alır:
-”Allahü teâlâ, kendi Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile, var olmuşdur. Kendisi ve sıfatları ve işleri yegânedir, birdir. (Ya’nî, hiçbirşey, hiçbir bakımdan, Allahü teâlâya benzemez.) Varlıkda, şerîki, ortağı olmadığı gibi, hiçbir bakımdan benzeri yokdur. Benzerlik yalnız ismde ve kelimelerdedir. Onun sıfatları da, işleri de, kendi gibi, akl ile anlaşılmaz ve anlatılamaz ve insanların sıfatlarına, işlerine, hiç benzemez ve uymaz.
     Allahü teâlâ bilicidir. Bu sıfatı da, kendi gibi kadîmdir. Ya’nî sonradan olma değildir. Hep vardı ve basîttir, (ya’nî bir hâldedir. Hiç değişmez, bölünmez ve çoğalmaz). Bildiği şeyler değişmekde, her değişmeyi bilmekdedir. Fekat, ilminde ve ilminin bu şeylere bağlanmasında, bir değişiklik olmaz. (Geçmişdeki sonsuzdan gelecekdeki sonsuza kadar, ya’nî ezelden ebede kadar herşeyi, her değişmeği, yalnız bir biliş ile bilmekdedir. Ya’nî, bu sonsuz zemânlarda olan herşeyi), birbirine benzeyen ve benzemiyen hâlleri ile, hem büyüklerini, hem de ufak zerrelerini, herbirini kendi zemânında olarak bir anda bilmekdedir. Meselâ, bir kimsenin hem varlığını, hem yokluğunu, hem doğmadan evvelki hâllerini, çocukluğunu, gençliğini, ihtiyârlığını, diri olmasını ve ölü olmasını, ayakda, oturmakda, dayanmakda, yatmakda, gülmekde, ağlamakda, neş’e ve lezzetde, derd ve kederde, izzet ve kıymetde, zillet ve aşağılıkda, mezârda, kıyâmetde ve mahşer yerinde ve meselâ Cennetde ni’metler içinde olduğunu, hep bir ânda ve bir hâlde bilmekdedir. Ne ilminde, ne de ilminin bu şeylere bağlanmasında bir değişiklik olmaz. Değişiklik olsa, zemânın da, değişmesi olur. Hâlbuki orada, ezelden ebede kadar, parçalanamıyan bir ân vardır. Dahâ doğrusu, Allahü teâlâ, zemânlı değildir. Öncelik ve sonralık yokdur. İlmi herşeye yetişir dersek, herşeyi bir bilmekle ve ilmin bunlara bir bağlanması ile biliyor. Bu bir bilgi ve bir bağlantı da, aklın eremiyeceği bir bağlanmakdır. 
       Kelâm sıfatı, ya’nî söylemesi de, bir basît kelimedir ki, ezelden ebede kadar, hep o bir kelâm ile söyleyicidir. Bütün emrler, bütün yasaklar, bütün bildirilen şeyler, bütün süâller, bütün dilekler, hep o bir kelâmdır. Gönderdiği bütün kitâblar ve sahîfeler, hep o bir basît kelâmdandır. Tevrât ondan meydâna gelmiş, Kur’ân-ı kerîm, ondan nâzil olmuş, inmişdir.
      Tekvîn sıfatı; ya’nî yaratıcıdır. Bütün yarattıkları, yapdıkları da, bir fi’l, bir yapışdır ki, ilk yarattığından, sonsuza kadar yaratmaları, hep o bir fi’l ile var olmakdadır. (Bir göz kırpacak zemânda herşeyi yapdık) meâlindeki âyet-i kerîme, bunu gösteriyor. Hayât vermesi ve öldürmesi, hep o bir fi’l iledir. Yaratması ve yok etmesi de o fi’ldendir. Fi’linde de çeşidli bağlantılar yokdur. Bir te’alluk ile ilk ve sonradaki herşeyi kendi zemânlarında yaratıyor. Akl, onun işlerini anlıyamıyacağı gibi, fi’lin bağlanmalarına da erememekdedir. Aklın oraya yolu yokdur.     
      Allahü teâlânın, herşeyi ihâta etdiğine ve herşeye yakın olduğuna ve herşey ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu ihâta, kurb ve ma’ıyyetin, ne demek olduğunu bilemeyiz. (İlmi ihâta etmişdir, ilmi yakîndir) demek, Kur’ân-ı kerîmin açık olan ma’nâsını çevirmek demekdir. Biz, böyle ma’nâlar vermeği doğru bulmuyoruz.
      Allahü teâlâ, hiçbirşey ile birleşmez. Hiçbirşey de, Onunla birleşmez. Tesavvuf büyüklerinden, ittihâd ma’nâsı anlaşılan sözler çıkmış ise de, onlar, başka şey demek istemişdir. Meselâ, (Fakîrlik temâm olunca, Allahü teâlâdır) sözleri ile, (Herşey yokdur, ancak Allahü teâlâ vardır) demek istiyorlar. Yoksa, o fakîr, Allahü teâlâ ile birleşir, demek istemiyorlar. Bunu demek, kâfirlik, zındıklık olur. Allahü teâlâ, zâlimlerin, kâfirlerin sandığı gibi değildir. Üstâdım buyurmuşdu ki: Hallâc-i Mensûrun, (Ben Hakkım) sözünün ma’nâsı, (Ben yokum, yalnız Allahü teâlâ vardır) demekdir.”
      Burada, konuya bir başka cihetten bakılırsa; Tasavvufta, fena(yokluk) hali bir veliyi kapladığı zaman, velinin aklı Allah sevgisi ile örtülür ve Allahu Teala, Tûr-i Sina’da ağacın dili ile Musa’ya nasıl hitab etti ise, aklı İlahi muhabbetle örtülen velinin lisanı ile de “Enel Hakk”(Ben Hakk’ım) demesini bir çok kimse anlayamamış ve Allahu Tealanın, veli kulu Hüeseyin Hallac’ın lisanı ile insanlara;”EnelHak”diye hitab etmesini Hallac’tan bilmişlerdir. 
      İmam-ı Rabbani hazretleri Mektubat-ı Rabbani 1.c.266. mektubunda bu hususu şöyle izah ederler:
     ”Allahü teâlânın zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmaz. Hareketlerin, işlerin olması ile, herşeyi yaratması ile, Onun zâtında, sıfatlarında ve fi’llerinde değişiklik olmuyor. Vahdet-i vücûd var diyenler, (Tenezzülât-i hams) ya’nî Allahü teâlânın, bu mevcûdâtı var etmesi, beş derecede olmuşdur demeleri, Onda değişiklik yapacak ma’nâda değildir. Bu ma’nâ ile söyliyen kâfir olur, yoldan çıkar. Bu büyükler, Allahü teâlânın sıfatlarının zuhûrunda, meydâna çıkmalarında, beş derecenin aşağıya indiğini söylüyor ki, zâtında ve sıfatlarında ve fi’llerinde bir değişiklik olmuyor.
      Allahü teâlâ, (Ganiyy-i mutlak)dır. Ya’nî, hiçbirşey için, hiçbirşeye muhtâc değildir. Ne kendine, ne sıfatlarına, ne de fi’llerine, hiçbir sûretle hiçbirşey lâzım değildir. Varlıkda muhtâc olmadıkları gibi, zuhûrda, belli olmakda da, ihtiyâcları yokdur. Sôfiyyenin büyüklerinin, (Allahü teâlâ, ismlerini ve sıfatlarını izhâr için, bize muhtâcdır) anlaşılan sözleri, bu fakîre çok ağır geliyor. Yaratılmakla, biz kıymetlendik, şereflendik. Allahü teâlâda birşey artmadı. Böyle şeyler söylemek, çok yersiz ve çirkindir. Ez-zâriyât sûresinin, (Cinnîleri ve insanları, ancak bana ibâdet etmeleri için yarattım) meâlindeki ellialtıncı âyeti gösteriyor ki, cinnîlerin ve insanların yaratılması, Allahü teâlâyı tanımaları içindir ki, bunlar için şeref ve se’âdetdir. Yoksa, Onun birşey kazanması için değildir. Hadîs-i kudsîde, Allahü teâlânın, (Mahlukları, bilinmem  için yaratdım) buyurması, (Onların; Beni tanıyarak şereflenmesi için) demektir. Yoksa, (Tanınayım ve onların tanıması ile kemâl bulayım) demek değildir. Bu ma’nâ, Allahü teâlâya lâyık değildir.
      Allahü teâlâda, noksanlık sıfatları ve mahlûkların hâssa ve alâmetleri yokdur. Madde değildir. Cism değildir. Mekânlı değildir. (Ya’nî, yer kaplayıcı değildir.) Zemânlı değildir. (Bir yerde bulunmadığı gibi, zemânı da yokdur.) Kemâl sıfatları, kusûrsuzluklar yalnız Ondadır. Sekiz kemâl subûti sıfatı vardır. Bu sıfatları, kendinden ayrı olarak vardır. Varlıkları ilmde değildir. (Ya’nî, nazarî ve teorik var denilmiş olmayıp), hâricde ve hakîkatde vardırlar. Kendi var olduğu gibi, bu sıfatları da ayrıca vardır. 
      Müslimânlardan, sıfatları inkâr eden Mu’tezile fırkası ile kâfirlerden eski felsefeciler de, sıfatları nazarî olarak kendinden ayrı ise de, hâricde yalnız kendi vardır diyorlar. (Ya’nî, sıfatların nazarî olarak), kendinden ayrı olduğunu inkâr etmiyorlar. Meselâ, ilm sıfatının ma’nâsı, zâtın ma’nâsının aynıdır demiyorlar. Yâhud, kudret ve irâdet sıfatlarının ma’nâları, birbirinin aynıdır demiyorlar. Fekat, hâricdeki varlıkları, aynıdır diyorlar. O hâlde, sıfatları inkârdan kurtulmak için, hâricde ayrı ayrı var olduklarına inanmak lâzımdır. Nazarî olarak ayrı bilmek fâide vermez.
      Allahü teâlâ, (Kadîm)dir. (Ya’nî, varlığının başlangıcı yokdur. Varlığından önce, yok değil idi, hep var idi.) (Ezelî)dir. (Ya’nî, hiçbir ân yok değil idi.) Ondan başka, hiçbir varlık kadîm, ezelî değildir. Din sâhibleri, kitâb sâhibleri, hep böyle îmân etmişdir ve Allahü teâlâdan başkasını kadîm, ezelî bilenlere, kâfir demişlerdir. Çünki öyle yanlış inananlar, bunlar aklın, rûhun ve (maddenin ilk hâli dedikleri) heyûlânın kadîm olduğuna inanmış ve göklerin içindekilerle berâber, kadîm olduklarını söylemişlerdir.”  
                                                                                                                                                                 (Mektubat-ı İmam-ı Rabbani 1.c.266 mktb.)


      Allah’ın Rasulü(s.a.v.): “Ölmeden önce, ölüm ötesinin sırrına erişiniz”hadisi şerifini İmam-ı Gazali, Kimya’nın 1.c.116. shf.de bu hadis-i şerifi şöyle izah ediyor: 

   -“Bir kimse, tasavvuf yolunun başlangıcında, kötü duygularından arınır ve uzaklaşırsa, ahiret hallerini zevkle müşahede etmeye başlar. Başkalarına ölümden sonra görünen haller, o kimseye ölmeden önce yaşarken gösterilir. Bu halleri gören kimse, şehadet alemine(görünen alem) dönünce, gördüklerini başkalarına anlatması caizdir.” 
      Yine İmam-ı Gazali hazretleri tasvvuf hakkında şöyle diyor:
- ” Tasavvuf; Muhammed aleyhisselamın batınıdır. Kim tasavvufu inkar ederse, o kimse Muhammed aleyhisselamın batınını inkar etmiş olur. ”


     Kalb Gözü Ve Rüya Nedir?

     31.05.2012 / 08:09 ( S. K.)
     S.K. adında bir tasavvuf münkiri, İslam Dergisi Sitemizi, şu sözlerle eleştirmektedir:
- “Siz bu derginin adını değiştirin zira islam ismiyle alakasız hurafe edebiyatından başka bir şeyde yok, hele ki bu yazı. Kuran’a dayanmayan sahih sünnete dayanmayan bilakis hilafına bir sürü uyduruk şeylerden ibaret. Ha ismini tesavvuf dergisi, tarikat dergisi, keşif, ilham,rüya bilmem ne deyin ama islam demeyiniz belki bu vesileyle vebalinizi azaltmış olursunuz. ben Allah rızası için uyarıyorum.”

     Meğer anlayış özürlü olan bir kimsenin özrü, kabahatinden büyük olurmuş. Bu adamın amacı, üzüm yemek değil bağcı dövmek deyimi gereğince amacı doğruyu görmek olmadığı için, sitemiz içinde bulunan onca ayet ve hadis-i şerifleri görmeyerek şöyle diyor: 
-”Siz bu derginin adını değiştirin. Zira islam ismiyle alakası olmayan hurafe edebiyatından başka bir şeyde yok “ diyerek farkında olmadan ayet ve hadislere hurafe diyebilecek kadar şaşırıyor.  Bu kimseler güya, Kur’an’ı çok okuduklarını söylüyorlar ama; demek ki Kur’an’ı Rasulullah’ın anlatmak istediği gibi değilde, kendi kısır akıllarınca anlamak istedikleri gibi okudukları için olsa gerek ki, yazılan ayet ve hadis meallerini bile görememektedirler. Bu haddini bilmez şahsın “Hurafeler” dediği rüyalara Kur’an, bakınız ne kadar yer vermiştir.
     Kur’ân-ı Kerîm’in Yûsuf Sûresi 4. 5. 6. ayetlerinde mealen:  
   “Bir vakit Yusuf babasına: “babacığım, ben rüyada onbir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki, onlar bana secde ediyorlar.” dedi.     (4.ayet)
   “Babası: “Yavrum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana tuzak kurarlar; çünkü şeytan, insana belli bir düşmandır.” (5.ayet)
   “İşte böyle. Rabbin seni seçecek, sana olayların yorumuna ait bilgiler öğretecek ve hem sana ve hem de Ya’kub soyuna, bundan önce ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi nimetini tamamlayacaktır. Şüphe yok ki, Rabbin herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.” dedi.  (6.ayet)



       (Yusuf S. Ayet-47)



    (Yusuf S. Ayet-48)


    “Sonra bunun ardından insanların yağmura kavuşacağı bir yıl gelecek. O zaman (bol rızka kavuşup) şıra ve yağ sıkacaklar.”

       (Yusuf S. Ayet-49)
     Rüyalar konusunda Buhari ve diğer hadis kitablarında başka başka hadis-i şerifler bulunmaktadır.   Rasulullah(s.a.v.) buyurdularki;:
-  ”Zehebetin nübüvvetü ve bakıyyetil mübeşşirât.”(Buhari, Tabir 5 ) Mealen: “Benden sonra peygamberlik kalmaz. Lakin mübeşşirât kalır“diye buyurunca yanındakiler ;
- “Mubeşşirat nedir?”diye sorduklarında Allah’ın Rasulü:
-” Salih rüyadır.”diye buyurdular. Hadis-i Buhari’deki başka bir nakilde ise, İbn Abbas(r.a.)hazretleri, Allah’ın Rasulü’ne (s.a.v.), mübeşşiratı sorduklarında;
-”Müslümanların rüyası peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür.”diye açıklamıştır.
     Bu anlayış ve görme özürlü adam, bizim rüya ve diğer hususlarda Kur’an’dan ve en sahih hadislerden yaptığımız nakilleri göremiyor olmalı ki:
-”Hele ki bu yazı. Kur’an’a dayanmayan, sahih sünnete dayanmayan, bilakis hilafına bir sürü uyduruk şeylerden ibaret“diye ifade ediyorlar.
    Yukarıda verdiğimiz ayetlerin ve hadis-i şeriflerin kaynakları bellidir. Kimin hurafe ve iftira ettiğide ortadadır. Böylelerine; ”Hasedi basiretinin önünü kapatmış böyle kimseleri Allah islah etsin” diye, dua edebiliriz ancak. Tabii anlayabilirlerse..
     Bir Şiir:
     Göz odur ki hakkı göre
     Köre ne gerek, köre?
     Gündüz gören göz ,
     Vardır merkepte bile
    Rüya-i Sahiha haktır. Ayet ve hadis-i şeriflerle sabittir. Kim, rüyanın islamda yeri olmadığına itikat ediyorsa, o kimse Kur’an ve Hadis-i şerifleri karşısında bulur.
     Rüya da, keşif de, Allah’ın dilemesiyle, Levh-i Mahfuzdaki görevli bir melek vasıtası ile, rüya görenin veya veli kulun basiret gözüne, misal aynası vesilesiyle yansıtılarak gösterilmektedir.  Rüya gören veya ehl-i keşif sahibi bir kimsenin kalbi havuzun üzerindeki suya benzer. Su ne kadar durgun ise görüntü o kadar nettir. 
     Yeri gelmişken şu hususuda hatırlatmamız yerinde olmalıdır: Hiç bir kimse dinî bir mevzuuda, Kur’an ve Rasulullah’ın sünnetleri veya Eshabın İcması ve müctehidlerin ictihatları varken, keşif ve rüya ile amel edemez. İmam-ı Rabbani hazretlerinin de ifade ettikleri gibi;  rüya da ve keşiflerde hatalar oluşabilir. Şeriate uymayan keşfî bilgilerin hiçbir kıymeti yoktur. Keşif ve rüyalar şeriate uygunsa o, Allahu tealadan kuluna bir müjdedir.
     Allahın Rasulü(s.a.v.) : “Eğer ki, Adem oğlu alemi melekuttaki zevkleri tatmış olsaydı, dünyadan(kalbi) meşguliyetini keserdi.” diye buyurarak bu ilahi nurların zevkinden haber vermektedir. Bunu tadanlar, bunun şahitleridir. 
     Kalb gözü, yani gönül gözü, ruhun öte aleme açılan penceresidir. İnsan ruhunun bu beden de, bir bu aleme, bir de öte alemlere açılan penceresi bulunmaktadır. Ruhumuz bu aleme açılan penceresinden, beş duyu ve hayal alemi ve hafızamız yolu ile  iletişimini sağlar. Bunlardan biri çalışmadığında, ruhun o yöndeki iletişimi kesiliverir. Aynı şeyler öte alemler için de geçerlidir. Ruhumuz, Melekût alemini algılayabilmek için bu dünyaya olan bağlılıklarını kalben azaltmadıkça, öte alemleri algılayamaz. Nasıl ki, uyumadan rüya görmemiz mümkün olmuyorsa, gönül gözünün öteleri görüp algılayabilmesi de, kalbin bu aleme ait bağlılıklarını azaltıp kesmesi ile mümkündür.   
     Gönül gözünün perdesi, iki türlüdür. Birincisi biraz açlık, biraz yalnız kalmakla kalbin önünden aralanacak olan bir perdedir. Bu perdenin açılmasında görülen alem, çalışıldığı zaman kafir ve mü’mine açılabilen, cahillerin esrar ilmi dedikleri, içinde şeytanların ve cinlerin de yaşadıkları, madde aleminin baş gözü ile görülmeyen kısmıdır. Din istismarcıları, cahil insanları bu tür keramet ve kehanet karışık şeylerle kandırararak onları aldatırlar. 
     Kalb gözünün önündeki ikinci perde ise, kalbden manevi pası, Allah’ın zikri ve sevgisi ile silip, melekut aleminin ihtişamlı güzelliği müşahede edilmeye başlandığında, kalb İlahi isimlerin nurları ile doldurulur ve bu vesile ile ma’rifetullah ve muhabbetullaha erilir. Bu ise ancak gerçek mü’minlere nasib olur ki, bu durumda olan bir manevi yolcu, şeriatin üçüncü kısmı olan ihlasa ererek imanın hakikatına ermiş olur. Bu gibi insanların davranışları samimi, imanları taklitten kurtulmuş tahkike ermiştir. Bunlar asla bir kimseyi dünya menfaatleri için sevmezler. Seven varsa, onun ihlası yalandır.


      Keşif : 

      Soru: Tasavvufla elde edilen zevk ve görüntülerin hayal ürünü olduğunu iddia edenler vardır. Bu doğru mudur?
    “Kedi ulaşamadığı ciğere mundar“dermiş deyimi, bunlar için çok yerindedir. 
      Keşif; Rabbul-âlemînin, levhi mahfuzdaki bazı bilgi ve görüntüleri veya bu aleme ait bilgi ve görüntüleri, veli kulunun gönül aynasına yansıtarak ötelerden kulunu haberdar kılmasıdır. Bu keşif esnasında bir çok kerametler ve manevi sırlar belirmektedir. Ehli olan kimse bunları her yerde Allah dilemedikçe söyleyemez. Bu keşfe dair bazı misaller:


      Allah’ın Rasulü Eshabı kirama Veda Hutbesi’nde cennetteki Havz-ı Kevseri, o esnada orada gördüğünü oradakilere söylemesi. Bedir’de öldürülen müşriklerin ruhlarına”Şimdi benim söylediklerimin hak olduğunu anladınız mı?”diye hitab ettiğinde, Hazreti Ömer’in; “Ya Rasulullah, onlar leş oldular seni nasıl duyabilirler” dediğinde, Rasulullah’ın; “ya Ömer,  şu anda onlar benim sözlerimi, senden daha iyi duymaktadırlar lakin; cevap veremezler “diye ifade etmesi gibi.

     Bu aleme ait keşiflerden bir örnek ise, bir gün, Hazreti Ali Medine’den üç aylık uzak bir mesafede düşmanlarla savaş ederken, bir kâfir arkadan yakalaşıp, Ali(radıyallahu anh) hazretlerine  kılıcını arkadan vurmak istediği esnada,  Peygamber(s.a.v.) Efendimiz :
-”Ya Ali! Arkana bak! ” diyerek Hazreti Ali’yi uyardı. Eshabdan bazıları bu uyarının tarihini yazdılar ve üç ay sonra Medine’ye dönen Hazreti Ali’ye bunu sordular. Hz.Ali:
-” Evet bundan üç ay önce böyle bir olay vukuu buldu. Ben o gün, Rasulullah’ın: ” Ya Ali! Arkana bak!” dediğini duydum ve geriye baktığımda, bir kafir arkamdan bana kılıcını vurmak üzere olduğunu fark ettim ve onu bertaraf ettim.”dedi.
   Bunun benzeri bir durum da, Hazreti Ömer’in(r.a.) halifeliği zamanın da oldu. Hazreti Ömer’in İranlılarla savaşan Kumandan Sariye’ye, çok uzak mesafelerden:”Ya Sariyel-cebel”(Ey Sariye Dağa çekil”diye hitab etmeleri meşhur haberlerdendir.  Bu ve bunun benzeri olaylar, Allah’ın kudreti ile yaratılmaktadır.


     Manevî Zevk:

     Evliyanın büyüklerinden Seyyid Abdulhakîm Arvasî hazretleri şunlardan söz eder: Başlangıçta burunda çok güzel kokular ve damakta ve dimağda ve kalbede, bazen de bedenin her tarafına yayılan manevi bir zevk hasıl olur. (Bunlar bazen saatlerce, hatta ömür boyu sürebilir.) Bundan sonraki aşamalarda; Seyyid Abdul Hakim Hüsyin hazretlerinin ifadesyle: “Nefis emmare İlahi isimlerin nurlarından bir nurla karşılaşınca, o İlahi  nurlarların dayanılmaz güzelliği karşısında mutmein olur, Allah’tan razı olur ve Allah’a aşık olur ve hakiki kul olur. 
     Tasavvuf bazı münkirlerinin tarif ettiği gibi, hayaller alemi değildir. “Eşek rüyasında hiç Hindistanı görebilir mi?” “Hindistanı rüyada görebilmek için fil olmak gerekir. Zira Hindistan, filin anavatanıdır” diyor Hz. Mevlana. Tasavvufta keşif ve keramette bulunur ama tasavvufun amacı bu değildir. Tasavvufun amacı ihlası elde edip Allahu telanın rızasına ermektir. Haller ve keşifler amaç değil, araçtır. Bidayette bazı tasavvufi halleri yaşamadan kişi ihlası nasıl yakalayabilir bu mümkün mü? 
      Şunu da belirtelim ki; Allahu tealanın muhabbetine ermenin tadı yanında bu tadlar, tat bile değildir. Hepimize hidayte ve yardım  ve başarı Allahu tealadandır.  

       V E S İ L E:
  “ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَابْتَغُواْ إِلَيهِ الْوَسِيلَةَ “

   “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmak için vesîle (sebep) arayın ve O’nun yolunda mücadele veriniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Maide Sûresi-35)buyurulmaktadır.

     Bu ayeti kerime de inanan bir kulun, Allah’ın rızasının yolunu öğrenip kazanabilmesi için vesile aramasının gerekliliği ifade edilmektedir. Bu vesile, dinimizi bize doğru öğretecek alim ve takva ehl-i alimlerdir.  Böyle bir kimse, ilmi ile amel eden bir rehber öğretmen veya mürşid-i kâmil ve mükemmil bir zatta olabilir.
     Vesile ile hırıstiyanlıktaki ruhbanlığı birbirine karıştıranlar kasıtlı ve art niyetli kimselerdir. Zira, ruhbanlıkta bir kimse papaz olmadan ne Allah’a ibadet edebilir, ne de Allah’tan günahlarının affını isteyebilir. İslam tasavvufunda ise, kul ile Allah arasına kimse giremez ancak kul, bir başka kulun hidayetine ve islahına vesile olmaktadır. Dua ettiğinde ise, salih kulları vesile edebilir. Bunu Peygamber efendimiz de  yapmıştır.
      Vesselam.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...