08 Ekim 2012

KİTABU'L KAZA..İKİNCİ BÖLÜM



İkinci muteber görüş ise (düşmanlık sebebiyle fasık olmadıkça), düşmanın düşman aleyhinde
şahadeti kabul edilir görüşüdür. Bu da İbnü Vehban, İbnü Şıhne tarafından benimsenen görüştür.
Eğer kabul ediliyor ise bunun zaruri neticesi de düşmanı aleyhinde hakimin kararının da sahih ve
geçerli olacağıdır. Tabiki bu da hakimin adil olması ile kayıtlıdır.
Bu gerekçeler muvacehesinde yukarda adı geçen iki değerli alim sahih olduğunu benimsemişler,
bu ifadelerle şu husus da ortaya çıkmış bulunmaktadır: Düşmanın düşman aleyhinde şahadeti eğer
adil ise kabul edilir. Dolayısıyla hakim olduğu taktirde hükmü de sahihtir. Adil olmayan kişinin
şahadeti kabul edilmeyeceği gibi, hükmü de geçerli değildir.
Bu konuda Nasihi'nin yukarda beyan ettiği ifadeler bu iki bilim adamının sözlerine muarız ve ters
gelmemektedir. Çünkü illetler değişik sayılmakta, meselelerin yorumu değişik açılardan ele
alınmaktadır.
«Bu konuda itahkike değer ver, telfiki bırak» yazısına itimad edilmez ilh...» Yani yukarda izahına
çalıştığımız sicil dediğimiz dosyanın düşman aleyhinde hazırlanıp başka bir mahkemeye havale
edilmesi halinde bu dosyanın muhtevasına güvenilemez. Tahtavi.
«Musannıfın benimsediği görüşte de ilh...» Metinde mutlak bir şekilde kabul edilemeyeceği ifade
edilmiştir.
«Şafiilerin muhakkıklanndan olan imam Remli de bu görüş ile fetva vermiştir ilh...» Bu ifade
Vehbaniye şerhinde Rafi'den, onun da Maverdi'den naklettiği görüşün aksine bir görüştür. Ki orada
düşman aleyhine hüküm vermeye yetkili olduğu, ancak düşman aleyhine şahitliğinin kabul
edilemeyeceği ifade edilmiştir. Çünkü hüküm verme için sebeplerin, gerekçelerin açık olduğu
bilinmekte, şahadetle ilgili sebepler ise bizce gizli kalmış olduğundan şahadeti kabul edilmemekte,
ama verdiği hüküm düşmanı aleyhinde de olsa geçerli sayılmaktadır. Bu da yerinde bir görüştür.
Bunun için de İbnü Vehban hakimin hüküm vermesinin sahih olması ifadesini adil şahitlerin
şahadetine dayanarak toplum huzurunda karar vermesiyle kayıtlamaktadır. Bu da hükme dayanak
ve gerekçe olan sebeplerin müşahade edilmesiyle, töhmetin bertaraf edilmesi söz konusu
olduğundan kabul edilmesi gerekir.
Bana göre hüküm sahih olmalıdır. Bilhassa hüküm bu şekilde verilecek olursa. Hatta, «Düşmanın
düşman aleyhine şahitliği kabul edilmez,» diyen kavil, şahadette geçerli olsa da hüküm itibariyle
bütün tühmete vesile olacak hususların ortadan kalkması ile sahih olması gerektiği kanaati bende
hasıl olmuş olmaktadır.
«Şurumbulali'nin Vehbaniye şerhinde ilh...» Bu kitap aslında nazmen İbnu Vehban tarafından
yazılmış, İbnü Abdülber yukarda zikredilen ifadeyi ondan aynen şu şekilde nakletmiştir: «İbnü
Vehban der ki: Bazı fıkıh alimlerinin vehme düştükleri görülmekte. Şöyleki, bir kimse herhangi bir
hak konusunda mahkemede hasım olsa veya aleyhine bir hak iddia etse düşmanı olur, buna binaen
şahitlerde aralarında düşmanlık vardır şeklinde şahitlik yapabilirler, demekteler. Halbuki mesele
yle olmamakta, düşmanlık ancak şu gibi hususlarla sabit olmaktadır.» diyerek yukarda
açıklamaya çalıştığımız «Şeref ve haysiyetim ihlal eden iftira, yaralama, öldürme ve borcunu
mumatele etmesi vermemesi, imkanı olmasına rağmen geciktirmesi şeklinde tecelli eder.»
demektedir.
Ben derim ki: Yukarda bildiğimize, öğrendiğimize göre İbni Vehban'ın benimsediği görüş, dünyevi
sebeplere dayanarak arada meydana gelen düşmanlığın kişinin fasık olmasına sebep olmadıkça
şahadetinin kabulüne mani değildir. Buna göre dünyevi gerekçelerle meydana gelen düşmanlık,
bazan kişinin fasık olmasını gerektirir, bazan da gerektirmeyebilir. Bunun için de ancak düşmanlık
şununla sabit olur diyerek fasık olmasını gerektiren bazı misaller vermekte. Bunlar düşman
aleyhine ve hatta başkaları aleyhine fasık oldukları için şahitliklerinin kabulüne mani olacağı
hususunda bir tereddüde mahal bırakmamaktadır. Yine ilerde, şahadet bahsinde bu gibi
düşmanlıkların hangilerinin insanın fasık olmasını gerektirdiği, hangilerinin gerektirmediği,
dolayısıyla şahitlik yapamayacağı konusu, şahitler bölümünde ele alınacaktır.
Vasi olan kişinin şahadeti de kabul edilmez. Yani vesayetle ilgili kendisini ilgilendiren meselelerde
ve o kişilerle ilgili olarak şahitliği kabul edilmez. Ortağın da şirket malı ile ilgili diğer ortağı
hakkında şahitliği kabul edilmez. Tahtavi.
METİN
Fasık olan kişi müftü olmaya salih değildir. Çünkü fetva din işleriyle ilgilidir. Fasık olan kişinin sözü



dini konularda kabul edilmez. muteber sayılmaz. İbn-i Melek. Ayni bu konuda şu ifadeleri de
eklemiştir: «Müteahhirin fukahadan çokları bu görüşü benimsemişlerdir.»
Mecma sahibi metninde buna kesin gözü ile bakmıştır. Onun şerhinde bu konuda sarih ve veciz
ifadeler bulunmakta ve üç imamın görüşünün böyle olduğu söylenmektedir. Tahrirde olan ifadenin
zahirinden de anlaşılacağına göre böyle kişilerden dini konuların sorulması ittifakla helal olmaz
denmekte, musannıf da bu görüşü geniş bir şekilde nakledip benimsediğini ilave etmektedir.
Diğer bir kavle göre fasık da olsa müftü olmaya salihtir. Bu görüş Kenz isimli eserde kesin şekilde
ifade edilmiştir. Çünkü fasık da olsa karar verirken hataya düşmesi kişiler tarafından
ayıplanacağından ayıbına sebeb olacak durumlara düşmek istemeyeceği kesin gözüyle müteala
edilmektedir.
Ancak bazıları müftünün aklı başında, tam müslüman olması, bazıları da uyanık, meseleleri
kavrayan biri olması şartını da koşmuşlar, hürriyeti şart koşmamışlardır. Köle de olsa dini konuda
verdiği fetvaya güvenilir denmiştir. Erkek olması da şart değildir. Kişinin konuşur olması da şart
değildir. Dilsiz olan kişinin fetvası sahihtir. Ancak hakim olduğu taktirde karar vermesi, hüküm
vermesi sahih değildir. Müftü dilsiz olduğu taktirde, işaretiyle iktifa edilir. Ama hakimin işaretiyle
iktifa edilemez. Çünkü belirli sigalara dayanarak hüküm vermesi ve ilzam etmesi gerekir ki bu da
«hükmettim ve ilzam ettim» demesi ile olur. Bu da sahih olarak acılan bir dava sonucu verilmesi
şartına bağlıdır. Sağır olan kişinin, yani tamamıyla sağır değil de ağır işiten kişinin durumu ise
sahih olan kavle göre, onun hakim olması, karar vermesi sahihtir. Ancak anadan doğma sağır olan,
hiç duymayan kişinin durumu bunun hilafınadır. Yani sahih değildir. Mahkemede kadı olan kişinin
velevki mahkeme meclisinde de olsa davayla ilgili olmayan kişiler hakkında fetva vermesi sahihtir.
Ve bu görüş sahih olan bir görüştür.
İlerde geleceği gibi, kadı da müftü gibi mutlak olarak Ebu Hanife'nin kavilleriyle amel etmeli, ondan
sonra Ebu Yusuf'un, ondan sonra İmam Muhammed'in, daha sonra İmam Züfer ve Hasan İbnü
Ziyad'ın görüşleriyle bu tertip üzere hüküm vermeli, müftü de fetva verirken bu tertibe riayet
etmelidir. Esah olan görüşte budur. Minye. Siraciye.
Nehir isimli eserin bu konudaki ifadesi şöyledir: «Züfer'den sonra Hasan İbnü Ziyad'ın görüşü ile
hüküm verir» demekte ve bu ifadeye de dikkat edilmesi gerekmektedir. Havi isimli eserde delil
bakımından daha kuvvetli olan görüşün alınabileceği ifadeleri benimsenmekte ve sahih olduğu
ylenmekte ise de birinci görüşün daha mazbut. daha tutarlı olduğu Nehir sahibi tarafından beyan
edilmektedir.
Müctehid olmadığı müddetçe hakim, görüşler arasında dilediğiyle hüküm verme konusunda
muhayyer değildir. Mukallit olan bir kadı, yani meseleleri direkt kaynağından çıkaramayacak kişi
mezhebinde muteber ve mutemet olan görüşe muhalefet ettiği taktirde verdiği hükümler geçerli
değildir, bozulur. Fetva da bu kavle göredir. Nitekim musannıf fetavasında ve diğer eserlerinde bu
görüşü benimsemiştir. Bu bölümün baş tarafında bununla ilgili ifadelere de yer verdik. Kuhistani ve
bazı fıkıh kitaplarında şöyle denmektedir: «Fukahanın görüşü, kadının görüşüdür. Buradaki rey
kadıya aittir denilen her yerde ordaki kadıdan maksat, kendisinde ictihat melekesi olan kadıdır;»
Hülasa isimli eserde ise, «Değişik ictihadlar olan meselelerde, değişik ictihadlar olduğunu bilerek
bunlardan birine dayanıp hükmü o istikamette verirse geçerlidir, aksi halde geçerli değildir.»
denmektedir. Bir meselenin cevabında iki müftü ihtilaf etseler, en fakih olanın, fıkıhta bilgi
bakımından kuvvetli olanın görüşü ile amel edilir. Tabiki bu daha fakih olanın daha muttaki olması
kayıdını da getirir. Siraciye. Mültekat isimli eserde, «Hakim bir konuda tereddüde düşse o konuda
bir görüş beyan edemese ulema ile istişare eder, onların görüşlerinden en uygununu seçer ve
doğru olduğuna kanaat getirdiği görüşle hüküm verir. Ancak diğer görüşleri beyan eden kişilerin
fıkıh melekeleri daha kuvvetli ise ve delil bakımından onların görüşleri kuvvet kazanıyor ise, onun
reyini benimsemek için diğer görüşü terk edebilir.» daha sonra devamla, «Kadı müctehid değil ise
onları taklit edebilir ve etmesi gerekir.» denmektedir. Bunun yanında ulemanın görüşlerine uyması
şarttır. O görüşlerden birinin hilafına karar verdiği taktirde hükmü geçerli sayılmamaktadır.
İZAH
«Fasık olan kişi müftü olmaya salih değildir ilh...» Bunun fetvasına da itimat edilmez. Mecma isimli
eserin zahirinden anlaşıldığına göre, bu tür insanlardan fetva istemekte helal olmaz. Bu görüşü
Kemal İbn-i Hümam'ın usulü fıkıhtaki Tahrir isimli eserinde şu sözü desteklemektedir: «İlim ehli
arasında müctehid ve adil olduğu bilinen kişilerden sormanın helal olduğu hususunda ittifak vardır
veya kendisini bu konuya ehil sayıp insanların onu ta'zım ederek, ona hürmet göstererek fetva



sorduklarını görmesi ondan fetva sorması için de yeterlidir.»
Eğer bu durumlardan biri mevcut değil ise yani adil değil, müctehid de değil ise, bu kimselerden
soru sormanın fetva almanın doğru olmayacağı beyan edilmektedir. Nitekim şerhinde bu ifadelere
genişçe yer verilmiştir. Ancak buradaki ictihat kelimesinin şart koşulması, yani müftilerin müctehid
olması ifadesi usul alimlerinin ıstılahına göredir. Müctehid müftü direk delillere dayanarak
meselenin hükmünü belirleyen kişidir. Ancak bu yetki kendisinde olmayan, başkalarının görüşlerini
naklederek fetva veren kişi gerçek manada müfti değildir. Fetvayı nakleden kişidir.
İkinci husus ise kadının veya müftinin müctehid olması. Evleviyet şartıdır. Bugün müctehit
olmadığına göre, nakili fetva dediğimiz meseleleri iyi bilen, meselelerin tümüne vakıf kişilerden
fetva sorulabilir. Netice olarak fasık olan müftinin mutlak bir şekilde fetvasına itimat edilemez.
«Şerhinde beliğ ve veciz ifadeleri vardır ilh...» Müellif yukarda ismini verdiğimiz eserde beliğ
ifadelerle şunları söylemektedir: «Kişinin dini meseleleri araştırması ve tahkik etmesi esnasında
ilahi rahmetin tecellisine en büyük yardımcısı ve rahmet kaynağı Allah'a itaat etmek onun kopmaz
takva ipine sımsıkı sarılmaktır. Zira Cenabı Hak, «Allah'tan korkunuz ki yüce Allah sizleri ilimle
donatsın.» buyurmaktadır. Kim kendi görüşüne veya kendi alil ve kelil zihnine dayanarak fıkhın ince
meselelerine ve onun inci tanelerine benzeyen hükümlerini izaha, istihraca çalışırsa o kimse,
masiyete günaha düşebilir. Zira kendi görüşüne dayanan kişi yalnız başına kalabilir, doğruya
muvaffak olmayabilir. Çünkü itimat edilmemesi gereken hususlara itimat etmiş olmaktadır. Allah'ın
nur ve ışık vermediği kişilerin ne nuru ne de ışığı olamaz.»
«Tahrir isimli eserin zahirinde ise ilh...» Orada sarih olarak yukarda belirttiğimiz hükümler yer
almakta, takva ve ilmine güvenilmeyen fasık kişilerden fetva sormanın caiz olmadığı beyan
edilmektedir.
«Kenz'de bu görüşe kesin gözle bakılmıştır ilh...» Orada fasık da olsa o kişi müftü olabilir. Diğer bir
kavle göre olamaz denmiştir. Birinci görüş Kenz sahibi tarafından benimsenmiş, ikinci görüş ise
zayıf bir kavil sigası olan kıyl ifadesi ile mahaline ve kailine nisbet edilmeye çalışılmıştır.
«Bazıları uyanık olmasını, yani meseleleri iyi kavrayan biri olmasını da şart koşmuşlardır ilh..
Sehve, hataya, gaflete düşme korkusu olabileceğinden bu şartı ileri sürmüşlerdir.
Ben derim ki: Bu zamanımızda gerekli bir şarttır. Çünkü bugün örfte elinde bir müftü fetvası olan
kişi hasmına karşı haddini aşmakta ve falan müftü bana şu şekilde fetva verdi diyerek onu ezmeye
çalışmaktadır. Ve bunu söylerken de hak benimle beraberdir, hasmım ise cahildir, fetvada ne
olduğunu bilmemektedir. Bunun içinde müftünün uyanık olması insanların desise ve hilelerini
kavraması, bilmesi sorudan maksadın ne olduğunu öğrenmesi bakımından uyanık olması şartı
bugün önem kazanmaktadır.
Binaenaleyh bir müstefti gelip kendisine soru sorduğu zaman meseleyi onun dilinden ikrar yoluyla
dinler, ondan sonra verilen ikrarı kaleme alması da uygun olur. Ancak, «Eğer şöyle ise haklı sensin,
şöyle ise haklı hasmındır» gibi ifadelere baş vurmaz. Çünkü sözünde daima kendi lehinde olanı
tercih edecektir. Hatta yalancı şahitlerle ylediklerini isbattan aciz kalmayacaktır. Bunun için de
mümkün mertebe müftünün her iki tarafı da birleştirmesi, her iki tarafı da dinledikten sonra hak
kimin lehine tecelli ediyor ise yazıyı (fetvayı) ona göre yazması ve bu konuda hasım olan kişilerin
vekillerini kabul etmekten sakınması gerekir. Çünkü onlardan herhangi biri kendi meselesini
olduğu gibi söylemekte ve mübalağa etmekte tereddüt etmeyecek kendi lehine yontacaktır.
Bilhassa bu konuda ilerde tazir konusunda açıklanacağı gibi, mahir olan kişiler vardır, sözü
değiştirebilir, batılı hak suretinde sunmaya çalışır ve bu ifadelerle müftüden aldığı fetvaya
dayanarak hasmını ezmeye çalışır, fasit maksat ve hedefine ulaşır. Bunun için de müftinin böyle
kimselere yardımcı olması onun batıla yönelmesine yardım etmesi caiz olmaz. Bunun içindir ki
ulema zamanın ehlini bilmeyen kişi cahildir demişlerdir. Bakarsın şer'i bir mesele hakkında
kendisine soru sorulur. Uyanık olan müftü karineler yoluyla bu sorudan maksadın ne olduğunu,
nereye varılmak istendiğini, hangi fasit garaz ve hedefe ulaşılmak istendiğini bilebilir. Biz benzeri
meselelere çoğu kez şahit olduk.
Netice olarak müftünün gafil olmasının bu zamanda büyük zararları doğuracağı kesindir. Soruyu iyi
anlaması, cevabı verirken cevabının hangi hedeflere yönelik olduğunu da tartması önem kazanır.
«Hür olması şartı yoktur ilh...» Çünkü müftü hadis rivayet eden kişinin durumuna benzer. Şahit ve
kadı gibi değildir. Dolayısıyla lehinde şahadeti kabul edilmeyen yakın akrabalarına fetvası sahihtir.
Ama kadı olduğu taktirde onlar için hüküm vermeye yetkili değildir.
«Dilsiz olan kişinin fetvası sahihtir ilh...» Yani eğer işareti anlaşılır şekilde ise. Hatta konuşan bir



kişinin anlaşılır mahiyette olan işareti ile amel etmek dahi caizdir. Nitekim Hindiye'de böyle ifade
edilmektedir. Musannıfın genel bir şekilde bu ifadeye yer vermesi de bunu göstermektedir. Çünkü
musannıf, «işareti ile iktifa edilir» demektedir. Tahtavi.
«Sahih olun görüşe göre onun hakim olması sahihtir ilh...» Çünkü dava açanla, aleyhinde dava
açılan kişiyi (davalıyla davacıyı) fark edebilecek durumdadır. Bir rivayete göre ise caiz değildir.
Çünkü ikrarı yeteri kadar duyamamakta, dolayısıyla insanların hakkının zayi olması ihtimali ile karşı
karşıya bulunmaktadır.
Tamamen sağır olan kişi ise, kadı olduğu taktirde, hüküm vermeye yetkili bulunmamaktadır.
Vehbaniye şarihi de meseleyi bu şekilde tafsil etmiş, müftülükte de durumun aynı olması
gerektiğini söylemiştir. Eğer ikisi arasında bir fark vardır denecek olursa, mesela müftü fetvanın
suretini okur, cevabını yazabilir. Dinlemeye ve meseleyi duymaya ihtiyaç hissetmeyebilir, diye bir
itiraz vaki olursa cevaben derim ki, fukahanın zahir ifadelerinden anlaşılan da kadının mahkemede
bununla iktifa edememesi, halbuki hasımların cevabının ona yazılı olarak verilmesi mümkündür.
Müftüde de durum böyledir.
Ancak ikisi arasında fark olması gerekir. Çünkü hükümde belirli sigalarla sahih davadan sonra
ifade kullanarak kararı açıklaması gerekir. Bu da ihtiyatı gerektirir. Müftüdeki durum bunun
hilafınadır. Çünkü onun görevi şer'i olan bir hükmün ifadesidir. Velevki bu ifade işaretle de olsa,
kendisinin duyması şart değildir. Menih isimli eserden özetle bunları nakletmeye çalıştık.
Ben derim ki: Eğer kendisine yazı ile soru tevcih edilir o da buna binaen yazılı cevap verecek
olursa, bununla amel etmek caizdir. Eğer bu kimse fetvaya ehil, fetva vermek üzere devlet
tarafından görevlendirilmiş ve insanların ekseriyetinin fetva sormak için bu kimseye geliyorlar ise,
o zaman bunun verdiği fetva ile amel etmek caiz olur. Buna göre iyi duyan bir kimse olması şarttır.
Çünkü her soran kişinin sorusunu yazılı olarak sorması mümkün olamamakta, bazan iki hasım iki
tarafta huzura gelmektedirler. Birinin lehindeki veya aleyhindeki ifadeleri müftü duyamadığı taktirde
ancak duyduğu bazı ifadelere dayanarak fetva verme durumu ile karşı karşıya bulunmakta,
dolayısıyla hasmın (diğer tarafın) hakkının zayi olmasına yol açacağından onun da duyan kişi
olması şartı getirilmektedir.
Biz bunları çoğu kez müşahade ettik. Bu durumda olan ağır işiten veya hiç işitmeyen kişilerin
genelde müftü olmayacağı hususunda hiç tereddüde düşmemek gerekir. Çünkü böyle bir makamda
olan kişilerin cevabı, kadı tarafından da benimsenecek ona göre hüküm verilecektir. Anlaşılamadığı
takdirde bunun üzerine tereddüp edecek zararın menfaatinden daha çok olacağından böyle
kimselerin müftü olarak tayin edilmeleri uygun olmamaktadır.
«Kadı da fetva verir ilh...» Zahiriye'de bu konuda, «Kendisine dava için müracaat etmeyen herhangi
bir kişiye kadının fetva vermesinde bir beis yoktur. Ama kendisine herhangi bir konuda davalı veya
davacı olarak müracaat eden iki hasımdan birine dava konusunda fetva veremez.» denmektedir.
Bahır. Hülasa'da kadının (hakim) fetva verip veremeyeceği konusunda birkaç görüşün olduğu
beyan edilmekte, sahih olan görüşe göre kaza meclisinde ve o meclisin dışında da olsa ibadet ve
muamelatla ilgili konularda fetva vermesinde bir beis yoktur. Bu ifadeyi kendisine herhangi bir
davada hasmı için müracaat edenlerin dışında olan kişilere hamletmek gerekir. Bu do Zahiriye'deki
ifadeye uygun düşmesi bakımından gereklidir. Bu sebebten bu eserde o görüş muteber kabul
edilmiş, bununla iktifa edilmiştir. Menih.
Şarih bu iki ifade arasını yukarda beyan ettiğimiz uyum şeklinde açıklamaya çalışmış, sonuç
itibariyle aynı olduğu kararına varmıştır. Hakim'in Kafi isimli eserinde, «Kaza meclisinde kadının
hasımlardan herhangi biri için fetva vermesini hoş karşılamam. Çünkü diğer hasım verilen fetvaya
muttali olup başka yollardan doğruyu söylemekten sakınabilir, kaçınabilir. Bunu önlemek için
mecliste hasımlardan biri için fetva vermesini uygun görmüyorum.» denmektedir.
«Kadı da müftü gibi mutlak olarak Ebu Hanife'nin kavli ile amel eder ilh...» Bu görüşünde Ebu
Hanife'yi talebelerinden biri desteklesin veya desteklemesin durum aynıdır denmekte ise de bir fasıl
sonra ve ondan önce geleceğine göre davayı yürütme ile ilgili meselelerde daha fazla tecrübesi
olması bakımından fetvanın Ebu Yusuf'un kavli ile olacağı belirtilmektedir.
«Daha sahih olan görüş de budur ilh...» Yani müftü ve kadı birinci derecede Ebu Hanife'nin daha
sonra Ebu Yusuf'un daha sonra İmam Muhammed'in daha sonra Züfer'in ve Hasan İbn-ü Ziyad'in
kavilleri ile bu dereceye göre amel eder, onlarla fetva verir. Bu kavlin mukabili olarak Havi'den
naklen bu ifade aynen Camiü'l-Fusuleyn'de de mevcuttur. Ebu Hanife'yle birlikte iki talebesi Ebu
Yusuf ve İmam Muhammed'den biri onunla birlikte olduğu taktirde yani aynı görüşü paylaştıkları



zaman Ebu Hanife'nin kavli ile amel edilir. Eğer talebeleri Ebu Yusuf'la İmam Muhammed Ebu
Hanife'ye görüşünde muhalefet ederler, onunla aynı görüşü paylaşmazlarsa, bu durumda bir kavle
göre durum aynıdır. Yani Ebu Hanife'nin kavli ile fetva verilmesi gerekir. Diğer bir kavle göre ise
müftü veya kadı muhayyerdir. İsterse Ebu Hanife'nin kavli ile, isterse talebeleri Ebu Yusuf'la İmam
Muhammed'in kavli ile amel edilir.
Ancak ihtilaf zamanla ilgili bir meselede ise, yani fetvanın değişmesi, zamanın değişmesinden
kaynaklanıyor ise, mesela Ebu Hanife şahitlik yapacak kişilerin zahiri durumlarıyla iktifa edip
haklarında bir soruşturmaya gerek duymamakta, talebeleri Ebu Yusuf'la İmam Muhammed zahirî
adaletle iktifa etmeyip şahitler hakkında aleni ve gizli soruşturma yapılması gerektiğini
ylemektedirler. Yine istisna edilebilecek meselelerden biri de müteahhir ulemanın ittifakla kabul
ettiği, Ebu Hanife'nin ise kabul etmediği meselelerdeki muamele, yani ağaç yetiştirmedeki ortaklık
veya ekimindeki müzaraa dediğimiz ortaklık konularında hüküm ve fetva Ebu Hanife'nin talebeleri
olan Ebu Yusuf'Ia İmam Muhammed'in kavline göredir. Dolayısıyla müftü ve kadı onların görüşünü
benimser.
«Nehr'in ibaresi ise şöyledir ilh...» Yani Ebu Hanife, daha sonra Ebu Yusuf, daha sonra İmam
Muhammed daha sonra İmam Züfer ondan sonrada Hasan İbnü Ziyad Lü'lüi'nin kavli ile bu
sıralamaya göre amel edilir fetva verilir demektedir. Zira Hasan İbnü Ziya Lü'lüi'nin ilmi derecesi,
görüşlerine itibar ve itimat İmam Züfer'den sonra gelmektedir. Bu ifade ise musannıfın benimsediği
ifadenin tersinedir. Çünkü İmam Züfer'le İmam Hasan İbn Ziyad Lü'lüi'nin aynı derecede olduğunu
kabul etmiştir. Dolayısıyla musannıfın ibaresi bütün fıkıh kitaplarında meşhur olan görüşe göredir.
Nehir sahibi ise bu görüşü değil Hasan İbn Ziyad'ın Züfer'den sonraki bir derecede olduğu
görüşünü benimsemektedir.
«Havi isimli eserde ise şu görüş daha sahihtir denmiştir ilh...» Yani Kutsiye ait Havi isimli eserde
şöyle denmektedir: «Ebu Hanife ile talebeleri Ebu Yusuf ve imam Muhammed ayrı görüşlerde
olurlarsa bu durumda iki görüşten birinin tercih edilmesinde delil hangi tarafı destekliyor, hangi
tarafın delili daha kuvvetli görünüyor ise onu benimsemek, onunla amel etmek gerekir. Zira hükmü
ortaya koyan çıkaran delildir. Hüküm delilden alınmaktadır. Bu sebeple hangi tarafın delili daha
kuvvetli görülüyor ise onunla amel edilmesi gerekir. Tabiki bu da deliller arası tercih yapabilecek
durumda olan kişiler için geçerlidir.
«Birinci görüş daha kuvvetli görülmektedir ilh...» Çünkü Havi'de biraz önce zikredilen görüş ayet ve
hadislere muttali olan, onların delalet etmiş olduğu hükümlerin kuvvet derecesini idrak eden
kişilere mahsustur. Kendisinde deliller arası tercih yapma melekesi olan, direk onlardan hüküm
çıkarma imkanına sahip olan kişiler için durum böyledir. Bu da mutlak müctehidler içindir veyahut
mezhep içerisinde müctehit olan kişiler içindir. Birinci görüş ise bunun hilafınadır. O deliller arası
tercih yapamayan, müctehit olmayan. ancak hazır malzeme olarak hükümleri bulan kişilerin
yapacakları birinci derecede Ebu Hanife'nin kavli, daha sonra Ebu Yusuf'un kavli daha sonra
ilaahirihi bu şekilde devam eder denmektedir.
«Müftü veya kadı istediği görüşü almakta muhayyer değildir, ancak müctehid olduğu taktirde
muhayyerdir ilh...» Yani yukarda saydığımız o tertibe muhalefet etmek doğru değildir. Ancak
kendisinde delillere ıttıla imkanı olan, deliller arası tercih yapma istidadı bulunan kişiler için iki
görüşten birim seçme muhayyerliği vardır. Bu son duruma göre birinci görüş Havi'deki ifadeye irca
edilmiş olmaktadır. Şöyle ki, müctehid müftülerde itibar deliledir. Delil kuvvetli görüldüğü taktirde o
görüşle amel etmesi gerekir.
Her ne kadar Havi'nin susmayı tercih ettiği bu konuda tafsilat var ise de sonuçta iki görüş ittifak
halindedir. Şöyle ki, mezhepte müctehid olan ulemanın, tercihine muhatab olan kişiler hakkında
sahih olan görüş, o sırayı takip etmemesi mutlak bir şekilde Ebu Hanife'nin kavli ile amel etmesi,
fetva vermesi gerekir, sözü bunlar için geçerli olmamaktadır. Zira onların delillere bakarak delilleri
kuvvetli olan görüşü diğerlerine tercih etmesi gerekir. Bizim de uyduğumuz benimsediğimiz onların
tercih ettikleri, mutemet (muteber) görüş olarak benimsedikleri kavillerdir. Mesela onların
hayatlarında fetva verdikleri görüşler ne ise, bizde onları tercih ederiz, Nitekim şarih kitabının
başında bununla ilgili olarak âllame Kasım'dan bazı tahkikler beyan etmişti.
Yine biraz sonra Mültekat isimli eserden naklen şu ifadelere de yer verilecektir: «Eğer kadı veya
müftü müctehid değil ise, onları taklit etmesi ve onların görüşlerine uyması gerekir. Bunların
hilafına hüküm verdiği taktirde kadı'nın verdiği hüküm nafiz olmaz, geçerli sayılmaz. İbn-i Şelebi'nin
Fetava isimli eserinde Ebu Hanife'nin görüşünden ancak daha sonra gelen Ashabı tercih dediğimiz
ulemanın sarih bir ifade ile fetva başkasının kavline göredir dedikleri zaman onun kavlinden



vazgeçilerek fetva verilir, onunla amel edilir. Bu ifade ile de Bahır isimli eserde ilerî sürülen bazı
hususlar kendiliğinden düşmüş olur ki orada bizim için gerekli olan başta Ebu Hanife'nin kavli ile
fetva vermektir. Her ne kadar ulema fetva onun hilafına deseler de.»
Bu görüş biraz önce belirttiğimiz gibi pek muteber sayılmamaktadır. Nitekim Bahır üzerine haşiye
yazan Hayreddin Remli itiraz etmiş ve özetle şöyle demiştir: «Müftü hakikatte müctehid olan kişidir.
Müctehit olmayan müftü ise daha önce verilmiş fetvaları nakleden kişidir. Nasıl olur da Ebu
Hanife'nin kavli ile fetva vermek bize vacip olur? Her ne kadar ulema fetvanın onun görüşü
hilafınadır deseler de biz onların fetvalarını naklettiğimize göre fetva verilen görüş hangisi ise
onunla amel ederiz.»
Bu meselelerin tamamı ve geniş bir şekilde izahı manzum olarak yazdığımız Resmıl Müftü adını
verdiğimiz ve üzerine de şerh yazdığımız risalemizde geniş bir şekilde açıklanmıştır. Oradaki
ifadelerden bazılarını haşiyemizin başında nakletmeye çalıştık.
«Mukallit durumda olan kişi mezhebince muteber ve mutemet olan görüşe ters düşerse ilh...»
Velevki bu mesele Ebu Hanife'nin görüşüne muvafık olmasın. Daha sonra gelen alimler, «Mezhepte
muteber ve mutemet olan görüş budur.» dedikleri taktirde Ebu Hanife'nin görüşüne uyup
uymamasına bakılmaksızın onunla hüküm vermesi gerekir. Aksi halde hüküm geçerli
sayılmamaktadır.
«Fukahanın görüş kadıya aittir dedikleri her yerde ilh...» Ben derim ki müctehid olan kadılar
kasdedilmektedir. Bu meseleleri yani kadının görüşüne terfiz edilen meseleleri Eşbah isimli eser
onbir olarak saymakta, onun üzerine haşiye yazan Hayreddin Remli ise bunlara ondört mesele daha
ilave etmektedir. Bunları Hamevi, haşiyesinde zikretmiştir. Musannıfın torunu Muhammed İbn-i
Salih'e ait bu konuda bir de risale bulunmaktadır. Bu risalede hakimin kendi görüşüne dayanarak
hüküm vereceği meseleler açıklanmaktadır.
Ancak oradaki hakimin mutlak müctehid bir hakim olduğu meselesi üzerinde tereddütler de
bulunmaktadır. Nitekim bunlarla ilgili meseleler ilerde «Münasip gördüğü şekilde onu
hapsedebilir.» ifadesi açıklanırken zikredilecektir.
«Hakim müctehit olduğu taktirde görüşlerden herhangi birini benimseyerek vermiş olduğu hüküm
geçerlidir ilh...» Bu müctehid olan hakimler ve kadılar içindir. Ama mukallit mertebesinde olan
kadıların mezhepte muteber olan görüşle amel etmesi gerekir. O meselede bir ihtilafın olduğunu
bilsin veya bilmesin, ulemanın fetva için seçtiği görüşlerle amel etmesi gerekir. Meselenin
devamına, «Hakime bir hüküm iletildiği taktirde yani başka bir hakimin verdiği hüküm iletildiği
getirildiği taktirde onu uygular» ifadesi açıklanırken daha da açıklık getirilecektir.
«Hakim bir konuda tereddüt ederse ilh...» Hindiye'de bu konuda eğer hakimin içtihadı, müctehid
olduğu taktirde bir noktada tebarüz etmeyecek olursa, mesele hala ihtilafını sürdürüyor ise,
zamanında bulunan diğer fakihlere meseleyi yazı ile bildirir, onlarla istişarede bulunur. Bu da
eskiden beri devamedegelen bir adettir, gelenektir.
Onların görüşleri bir noktada birleştiği taktirde onunla amel eder. Bu da görüşü onların görüşüne
muafık olacak olursa. Eğer kendisi de yukarda belirttiğimiz gibi görüş beyan edecek ehli içtihadtan
biri ise hükmü o istikamette uygulamaya koyar. Eğer onlar da ihtilaf edecek olurlarsa kimin daha
çok isabet etmiş olduğu hususunda araştırma yapar. Eğer kendisi de bu araştırmalara ehil biri ise.
Yok değil ise, daha fakih olan, daha müttaki olan kişinin görüşü ile amel ederek hükmü uygular
demektedir. Tahtavi.
«Kanaatine göre hangisi daha doğru ise onunla hüküm verir ilh...» Yani ulema ile istişare ettikten
sonra içtihadının ve görüşünün hangi istikamette olduğu belirlenecek olursa, onunla hüküm verir.
Bu ifade de yukarda söylediğimiz hakimin eğer bu konuda bir görüşü yoksa meselesine ters
düşmemektedir. Çünkü istişareden sonra muhakkak ki onda da bir görüş meydana gelecek,
bunlardan birini tercih edecektir.
«Ancak diğeri kendisinden daha fakih ise ilh...» O taktirde kendi görüşünü terk edip o daha fakih
olan müftünün görüşü ile amel etmesi caiz görülmektedir. Ancak bu da kendi görüşünü
beğenmediği taktirdeyledir.
Hindiye'de Muhit'ten naklen «Hakim bir kişi ile istişare etse, yeter, «Eğer görüşü onun görüşüne
ters olacak olur ve onun kendisinden daha fakih, daha meziyetli olduğu kanaatine varacak olursa
bu durumda ne yapar.» meselesinin hükmü burada zikredilmemiştir.
Hududla ilgili bölümlerde o alim olan kişinin görüşü ile hüküm verdiği taktirde caiz olacağı



kanaatindeyim. Eğer kadı (hakim) kendi görüşünü zayıf bulmaz, delillere uygun olduğu kanaatine
varacak olursa, o zaman kendi görüşünü terk etmesi gerekmez ve görüşüne muhalif gelen fetva ile
hüküm vermesi mecburiyeti hasıl olmaz. Çünkü müctehid olan hakim başkasını taklit edemez.
«Görüş sorduğu taktirde toplu halde bir görüş üzerinde kanaat belirtilirse ona uyması gerekir ilh...»
Bu da yukarda belirtildiği gibi bir konuda ittifak halinde oldukları taktirde böyledir. Eğer onlar da
ihtilaf etmişler ise, yine yukarda belirtildiği gibi, onun kanaatine göre hem fakih (bilgili) olan, hem
müttaki olanın görüşü ile amel eder. O görüş istikametinde hükmü uygular.
Fetih'te bu konuda şöyle demektedir: «Bana göre kalben meyletmediği görüş ile de amel etse
caizdir. Çünkü onun meyledip etmemesi eşittir. Üzerine düşen müctehit olan bir imamın görüşünü
taklit etmek, o hükmü benimsemektir. O da o hükmü uygulamıştır. Müctehid görüşünde isabet
kaydetsin veya hata etmiş olsun, ondan sorumlu değildir.
Ben derim ki: Bunlar müftülerin müctehit olmaları ve hükümde ihtilaf etmiş olmaları halindedir.
Benzeri durum aynen mukallit olan kişiler için de geçerlidir. Kitaplarda hangi görüşün tercih
edildiği, hangi görüşün daha muteber olduğu açıkça belirtilmemiş ise veya görüşler tercih edilmiş
ama aksi istikametlerde tercihle karşı karşıya geldiği taktirde, durum aynen yukardaki gibidir.
Olmadığı taktirde günümüzde vacip olan, tercih konusunda ittifak ettikleri görüşe uyması gerekir
veya zahirur rivaye ne ise ona uyması gerekir veyahut Ebu Hanife'nin kavli ile amel ederek o
istikamette uygulamaya girmesi gerekir. Veya benzeri tercih sebeplerinden herhangi biri ile
karşılaşacak olursa o tercih edilen kavli benimseyerek onunla amel eder. Niitekim kitabımızın
başında yukarda adı gecen risalemiz ve şerhinde bunlarla ilgili geniş açıklamalara yer verilmiştir.
METİN
Zahirur rivayeye göre verilen hükmün geçerli sayılması için şehir veya şehir hükmünde olan bir
yerde olması şarttır. Nevadurul rivayeye göre şart değildir. Buna göre köylerde verilen/hükümler ve
hakimin velayetinin dışında (yetki alanının dışında) olan bir akar hakkında verilen hüküm sahih olan
kavle göre geçerlidir. Hülasa. Fetvada bu görüşe göredir. Bezzaziye.
Hakim olmasını rüşvetle sağlamış ise ve bu rüşveti devletin en yüksek kademesinde olan sultana
veya onun haşiyesi olan kişilere sultanın bilgisi altında vererek elde etmiş veya bazı vasıtalar ile
elde etmiş ise -ki Camiü'l Fusuleyn Fetavayı İbn-ü Nüceyn'de böyle nakledilmiştir- veya hakim
kendisi rüşvet alır veya onun bilgisi dahilinde avenesi alırsa. Şurumbulaliye'nin ifadesine göre bu
durumda olan hakim hüküm verse dahi hükmü geçerli değildir.
Kendisini tayin eden kişiye ayda belirli bir meblağı ödemeyi üstlenir, o da buna karşılık o bölgenin
hakimliğini ona verirse caiz değildir. Fetava el Musannıf. Ancak Fetih isimli eserde «Tavassut ve
vasıta ile hakimlik mesleğini alan kişi, hizmet vermek için alan kişiye benzemektedir. Rüşvet
yoluyla alan kişi gibi değildir.» denilmektedir. Benzeri mesele Bezzaziye'de de biraz farklı olarak
zikredilmiştir. Orada, «Her ne kadar vasıtalar yolu ile böyle bir görevi istemesi helal olmuyor ise
de.» denmektedir.
Hakim göreve başlarken adil olarak başlasa, rüşvet alması veya başka sebeblerden dolayı fasık
olsa -burada rüşvet kelimesi çoğu kez vuku bulduğu için özellikle zikredilmiştir- bu kadı azle
müstehaktır. Görevden alınması yetkililer üzerine vaciptir. Diğer bir kavle göre görevden alınmaya
gerek yoktur, kendiliğinden azledilmiş sayılır. Fetva da buna göredir. İbni Kemal. İbni Melek.
Nevadir'den naklen Hülasa isimli eserde, «Hakim fasık olsa veya irtidad etse (dinden çıksa) veya
gözleri kapansa daha sonra durumunu düzeltse veya gözleri açılsa eski görevine devam eder.
Ancak fasık iken veya diğer hallerde iken hüküm vermiş ise o hükmü batıldır, geçerli değildir.»
denilmiştir. Bahır'da da bu görüş benimsenmiştir. Fetih'te ise, «Fukahanın, emir ve sultan gibi
kimselerin fasık olmaları sebebi ile azl olunmayacakları üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü bu
görevler güç ve kuvvete bina edilir.» denmektedir. Ancak Haniye isimli eserin dava bölümünün baş
tarafında, «Vali kadı gibidir.» denmiştir.
İZAH
«Zahiru'r Rivayeye göre ilh...» Hanefi mezhebinde Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in
görüşlerinin İmam Muhammed tarafından altı kitapta derlenmesi ve bu kitabın günümüze kadar
meşhur veya mütevatir bir şekilde nakledilmiş olması sebebiyle en kuvvetli görüşler olduğundan
bunlara Zahiru'r Rivaye denmektedir. Bahır isimli eserde «Zahiru'r Riyave'ye göre hükmün şehir
veya şehir hükmünde olan yerde verilmiş olması şart değildir. Köylerde ve daha küçük bölgelerde
verilen hükümler de sahihtir. Fetva da Bezzaziye'de olduğu gibi bu görüşe göredir.» denmektedir.
Bununla da her iki gö''üşün Zahiru'r Rivaye'ye isnat edildiği anlaşılmaktadır. Remli. Ancak bu görüş



tartışılabilir.
«Akarda ise ilh...» Bahır'da yine bu konuda, «Dava açan kişilerin hakimin bulunduğu bölgeden
olmaları şart değildir. Özellikle dava konusu borç ve menkul mallarda ise. Ama hakimin yetki
bölgesinde olmayan bir akar konusunda açılan davada sahih olan kavle göre hakimin bu davaya
bakmasının ve hüküm vermesinin caiz olduğu istikametindedir. Hülasa ve Bezaziye isimli eserlerde
de bu görüş benimsenmiştir. Bunun tersini anlama dikkat et, aksi halde hataya düşersin.»
denilmiştir.
Rüşvet ve hediye ile ilgili özel meseleler
«Hakimlik görevini rüşvetle alan kişi ilh...» Rüşvet kelimesi rüşvet ve raşvet şeklinde ylenebilir.
Misbah isimli lügat kitabında rüşvet şeklinde zaptedilmiş ve kişinin hakime veya bir başkasına
lehinde hüküm vermek için veya istediğine ulaşabilmek için vermiş olduğu şey diye tarif edilmiştir.
Fetih'te rüşvetin dört bölümde inceleneceğine yer verilmiş, dört kısım olduğu da söylenmiştir.
Bunlardan biri alana ve verene haram olan rüşvettir. O da valilik, emirlik, hakimlik almak için verilen
rüşvettir. İkincisi, bir kimsenin lehinde hüküm vermek için hakimin rüşvet almasıdır. Onun hükmü
de aynıdır, yani haramdır. Velev ki verdiği hüküm doğru da olsa. Çünkü doğruyu bulup çıkarmak o
istikamette hüküm vermek onun görevidir. Görevine karşı rüşvet alması kesinlikle haramdır.
Üçüncüsü, daha üst kademede işini görmek üzere birinden bir mal alması veya ona bir menfaat
sağlaması için rüşvet alması, yüksek kademede ki memurların amirlerin verebilecekleri zara
bertaraf etmesi için ona mal para vermesidir. Bu da ancak alan kişi için haramdır. Bunun helal
olmasının yolu ise bu işini görmek ve takip etmek için onu belirli günler karşılığında ücretle
tutmasıdır. Bu durumda o kimsenin mesaisi (işleri) onu tutan kişiye ait olacağından amirlere
(sultana) belirli bir iş için göndermesi sahih görülmektedir.
Yine kaza bahsinde hediyeler de kısımlara ayrılmış bu da hediyelerden bir kısım olarak mütalaa
edilmiş ve şöyle denmiştir: «Birbirlerine olan sevgilerinin artması, dostluğun pekişmesi için
hediyeleşmeleri her iki taraf için helaldir. Ama haksız olduğu bir konuda kendisine yardımcı olması
için yapılan hediye her iki taraf için de haramdır. Kendisine gelebilecek bir zulmü ve bir zararı
önlemesi için vermiş olduğu hediye ise yalnız alan kişi için haramdır. Bunun helal olması için çare,
yukarda zikrettiğimiz meseledir.»
Yine aynı bölümde devamla, «Eğer bu hediye verilirken şartlı olarak verilirse hüküm böyledir. Ama
şart koşulmadan verilecek olursa karinelerle sultan veya başkan nezdinde ona yardımcı olması için
hediye ettiğini yakınen bilirse ulemamız böyle bir hediye verilmesinde bir beis olmadığını
ylemişlerdir. Eğer ihtiyacını şart koşmaksızın ve ondan bir şey beklemeksizin giderir o da buna
karşılık daha sonra bir hediye getirirse o helaldir, alınmasında bir beis yoktur.
İbn-i Mesut'tan mekruh olduğuna dair nakledilen ifade takva ve vera gereği olsa gerektir.»
denilmiştir.
Dördüncüsü ise parayı verdiği kişinin zulmünden ve onun yapacağı bir kötülükten korktuğu için
kendisine bir miktar para veya mal verecek olursa, bu durumda yalnız kendi nefsi ve aile efradı için
korkması şart değil, malı için korkmasında da durum yine aynıdır. Bu durumda verilen, veren kişi
için helal, alan kişi için haramdır. Çünkü herhangi bir müslümana karşı meydana gelecek zararı
önlemek vaciptir. Buna mukabil bir mal almakta caiz değildir. Çünkü üzerine düşen görev karşılığı
para alması caiz değildir. Fetih'teki ifadeler özetle bundan ibarettir.
Kınye isimli eserde, «Rüşvet olarak verilen paranın veya malın iade edilmesi vaciptir. Çünkü alan
kişi ona malik olamaz.» denilmektedir: Yine aynı eserde, «Kadıya veya bir başkasına haram bir mal
verilse, önemli bir durumu islah etmesi için verse, o da islah etse, daha sonra alan aldığına nadim
olsa geri vermesi gerekir.» denilmiştir. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
İlerde kaya, müftüye veya devlet memurlarına valiye veya hükümet temsilcilerine verilen
hediyelerin hükmü açıklanacaktır.
«Devletin en üst kademesindeki bir memura hakimlik görevini tevdi etmek için rüşvet verse ilh..
Yanı hakım vazife alabilmek için bu görevi veren kişiye veya bir başkasına rüşvet vererek bu görevi
alacak olursa hüküm yukarda belirtildiği gibidir. Nitekim Bezzaziye'den naklen Bahır'da da böyledir.
«Veya hakim hükmü esnasında rüşvet alsa ilh...» Uygun olan bu ifadenin buradan kaldırılmasıdır.
Çünkü daha sonra bu konuda söyleyeceği «Adil olarak göreve başlayıp rüşvet alması ile fasık
duruma düşerse» meselesinde bu hüküm beyan edileceğinden burada zikredilmesine gerek yok idi.
«Rüşvet olarak veya rüşvet vererek görev alan kişinin hüküm vermesi halinde verdiği hüküm



geçerli olmaz ilh...» Bu ifadede rüşvet vererek görev alma ile göreve geldikten sonra rüşvet almanın
hükmü sanki eşitmiş gibi görünmektedir. Halbuki hakimlik görevini rüşvet vererek alan kişinin
hakimliği sahih olamamakta, verdiği hüküm de geçerli sayılmamaktadır. Nitekim Kenz isimli eserde
bu şekilde ifade edilmiştir. Adı geçen kitabın şerhi Bahır isimli eserde sahih olan da budur
denmiştir. Bahır'da devamla, «Hüküm verse de verdiği hüküm geçerli olmaz. Fetva da buna
göredir.» denmiştir. Benzeri ifadeler İmadiye'den naklen Dürer'de de yer almış bulunmaktadır. Ama
bütün şartların kendisinde bulunması nedeniyle göreve getirilmiş, göreve geldikten sonra henüz
hüküm vermeden rüşvet almış veya hüküm vermiş, daha sonra rüşvet almış ise -Fetih'te olduğu
gibi- durum ne olur? İmadiye isimli eserde bu konuda üç görüşün olduğuna yer verilmiştir. Bir
görüşe göre verdiği hüküm gerek rüşvet aldığı konuda gerek başka konularda olsun geçerlidir.
Diğer bir rivayete göre ise rüşvet aldığı konuda geçerli değil, diğer konularda geçerlidir. Serahsi de
bu görüşü benimsemiştir. Diğer bir görüşe göre ise, her ikisinde de hükmü geçerli olmaz, yani
rüşvet aldığı konuda ve başka konuda hüküm geçerli olmaz. Birinci görüş Bezdevî tarafından
benimsenmekte, Fetih'te de bunun daha uygun olacağı söylenmektedir. Çünkü hak ve doğru olarak
hüküm vermesi halinde ancak rüşvet almakla fasık olmuş olur. Bu da İmam Bezdeviî'nin «Fasık
olması onun azlini gerektirmez» görüşünden kaynaklanmakta, dolayısıyla onun hakim olarak
göreve devam etmesi ve verdiği hükmün geçerli olması gerekir. Neden geçerli olmasın, ki fasık
olması onun hüküm vermesine mani değildir. Ancak bu konuda söylenebilecek, husus, rüşvet
aldığı taktirde bütün mesaisini kendisi için yapmış olmaktadır. Halbuki onun görevi hükümde
adaleti gerçekleştirmek ve o konuda hakkı arayıp bulmak, hüküm verirken de Allah rızası
kastedmesi gerekmektedir.
Nehir'de Bahır'a uyarak şöyle denmiştir: «Görüyorsun ki bu fasık olma durumu hükümde müessir
değildir» sözü pek kabul edilir cinsten değildir. Nasıl tesir etmez, nasıl müessir olmaz. Çünkü bu
rüşveti almakla kendisi için çalışır duruma gelmiştir. Bunun için de Serahsi'nin görüşünün tercih
edilmesi gerekir. Yani o rüşvet konusu olan meselede geçerli değil, onun dışındaki meselelerde
verdiği hüküm geçerlidir görüşü daha uygundur. Haniye'de fukahanın şu konuda icma ettiğine yer
verilmiştir: Rüşvet alacak olursa, rüşvet aldığı konuda verdiği hüküm geçerli olmaz.»
Ben derim ki: Bu konuda icma vardır sözü de geçerli olmasa gerektir. Çünkü İmamı Bezdevi bunun
hilafını tercih etmiştir. Onun bulunmadığı bir icmaa icma denemez. Bezdevi'nin o görüşü
Fethü'l-Kadir'de de hoş karşılanmış, benimsenmiştir. Zarurete binaen bilhassa günümüzde o görüş
ile amel etmek gerekir. Aksi halde bu olayın yaygın olması sebebiyle bütün verilen hükümlerin
geçersiz sayılması gerekir. Zira hiçbir hadisede hakimin mahsul adını verdiğimiz rüşvet almadan
hüküm verdiğine rastlanmamakta, ancak bu bazan hükümden önce bazan da hükümden sonra
olmaktadır. Buna göre eğer verilen hükümler caiz değildir denecek olursa bu ana kadar verilmiş
bütün hükümlerin tümünün iptal edilmesi gerekir, bu da mümkün olmamaktadır.
Halbuki Nehir sahibinden naklettiğimiz ifadeye göre fasık olan kişinin hakim olmaya ehil olduğu
benimsenen bir görüştü. Bütün hakimler de istenilen vasıfta adalet aranacak olursa, kaza
kapılarının kapanması gerekir. Aynı şeyin burada da tekrarı mümkündür. İlerde hakem konusunda
yleyeceklerimiz buradakilere açıklık getirecektir.
Hamidiye'de Cevahirul Fetva isimli eserden naklen şöyle denmekte: «Hocamız ve imamımız
Cemaluddin Bezdevi ben bu konuda mütereddidim bir şey söylemeye muktedir değilim. Özellikle
verdikleri hükümler geçerlidir diyemem. Çünkü işlenen suçlar konu hakkındaki bilgisizlik ve fazla
miktarda cüret beni onların verdiği hükümlerin geçerli olmayacağı sevkediyor. Öbür taraftan geçerli
değildir de diyemiyorum çünkü zamanımız hakimlerinin hepsi böyledir. Davaların batıl olduğu
istikametinde fetva versem bütün verilen hükümlerin batıl olması gerekir. Burada tek söylenecek
söz mesele Allaha kalmış, onlarla bizim aramızda hüküm verecek yine odur. Çünkü hakimler bizim
adil olan dinimizi ifsad etmektedirler. Hazreti Peygamber Aleyhüsselatu Vessellamın bizlere tebliğ
ettiği o yüce dininden ve onun şeriatından ancak bize onların davranışları sebebiyle bir isim bir de
resim kalmıştır.» Bu, o günkü kadılarla ilgili bir durumdur. Ya zamanımız kadıları hakkında ne
denir? Bugünküler onları aşmışlar hatta aldıkları rüşvetin helal olduğuna itikat ederek, helal
olduğunu sanarak almaktadırlar. Gerekçe olarak ta «Sultan da bizden alıyor ve bize almamız için
izin veriyor.» gibi batıl mesnetleri kendilerine mesnet kabul ediyorlar. Hatta bazılarından Ebu
Suud'un bu konuda fetva verdiğini bile naklettiğini duydum. Zannedersem bu o büyük alime bir
iftiradır. Bununla ilgili şahadet babından önce zikredeceğimiz meselelerle karşılaştırmanı istiyorum.
Güç kuvvet yalnız Allahtandır, iltica yalnız onadır.
«Yine o kabildendir ilh...» Yani rüşvet yoluyla göreve gelme kısmından sayılır. Buna zamanımızda
mukataa ve iltizam adı verilmektedir. Mesela bir bölgenin hüküm verme yetkisi bir kimseye tevdi edilir, bir başkası da ona bir bölgede hüküm vermek üzere bir miktar para verecek olursa, daha
sonra mahsul adı altında aldıklarının tümü de kendisine kalacak olursa bu durumda rüşvet yoluyla
göreve gelme demektir. Hayriye'de bu gibi kimseler hakkında nazmen ifade edildiğine göre,
bunların dini bakımdan inançlarının bile zedelenmiş olduğu söylenmektedir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...