İkinci
muteber görüş ise (düşmanlık sebebiyle fasık olmadıkça), düşmanın düşman aleyhinde
şahadeti
kabul edilir görüşüdür. Bu da İbnü Vehban, İbnü Şıhne tarafından benimsenen görüştür.
Eğer
kabul ediliyor ise bunun zaruri neticesi de düşmanı aleyhinde hakimin kararının da sahih ve
geçerli
olacağıdır. Tabiki bu da hakimin adil olması ile kayıtlıdır.
Bu
gerekçeler muvacehesinde yukarda adı
geçen iki değerli alim sahih olduğunu benimsemişler,
bu
ifadelerle şu husus da ortaya çıkmış
bulunmaktadır: Düşmanın düşman aleyhinde şahadeti eğer
adil
ise kabul edilir. Dolayısıyla hakim olduğu taktirde hükmü de
sahihtir. Adil olmayan kişinin
şahadeti
kabul edilmeyeceği gibi, hükmü de
geçerli
değildir.
Bu
konuda Nasihi'nin yukarda beyan ettiği ifadeler bu iki bilim adamının sözlerine muarız ve ters
gelmemektedir. Çünkü illetler değişik sayılmakta, meselelerin yorumu değişik açılardan ele
alınmaktadır.
«Bu
konuda itahkike değer ver, telfiki
bırak» yazısına itimad edilmez ilh...» Yani yukarda izahına
çalıştığımız
sicil dediğimiz dosyanın düşman aleyhinde hazırlanıp başka bir mahkemeye havale
edilmesi
halinde bu dosyanın muhtevasına güvenilemez.
Tahtavi.
«Musannıfın
benimsediği görüşte de ilh...» Metinde mutlak bir şekilde kabul edilemeyeceği ifade
edilmiştir.
«Şafiilerin muhakkıklanndan olan imam Remli de bu görüş ile fetva vermiştir ilh...» Bu ifade
Vehbaniye
şerhinde Rafi'den, onun da Maverdi'den naklettiği görüşün aksine bir görüştür. Ki orada
düşman
aleyhine hüküm vermeye yetkili
olduğu, ancak düşman aleyhine
şahitliğinin kabul
edilemeyeceği
ifade edilmiştir. Çünkü hüküm verme
için sebeplerin, gerekçelerin açık olduğu
bilinmekte,
şahadetle ilgili sebepler ise bizce gizli kalmış olduğundan şahadeti kabul edilmemekte,
ama
verdiği hüküm düşmanı aleyhinde de olsa geçerli sayılmaktadır. Bu da yerinde bir görüştür.
Bunun
için de İbnü Vehban hakimin hüküm
vermesinin sahih olması ifadesini adil şahitlerin
şahadetine
dayanarak toplum huzurunda karar
vermesiyle kayıtlamaktadır. Bu
da hükme dayanak
ve
gerekçe olan sebeplerin müşahade edilmesiyle, töhmetin bertaraf edilmesi söz konusu
olduğundan
kabul edilmesi gerekir.
Bana
göre hüküm sahih olmalıdır. Bilhassa hüküm bu şekilde verilecek olursa. Hatta, «Düşmanın
düşman
aleyhine şahitliği kabul edilmez,»
diyen kavil, şahadette geçerli olsa
da hüküm itibariyle
bütün
tühmete vesile olacak hususların
ortadan kalkması ile sahih olması gerektiği kanaati bende
hasıl
olmuş olmaktadır.
«Şurumbulali'nin
Vehbaniye şerhinde ilh...» Bu
kitap aslında nazmen İbnu Vehban tarafından
yazılmış,
İbnü Abdülber yukarda zikredilen ifadeyi ondan aynen şu şekilde nakletmiştir: «İbnü
Vehban
der ki: Bazı fıkıh alimlerinin vehme düştükleri görülmekte. Şöyleki, bir kimse herhangi bir
hak
konusunda mahkemede hasım olsa veya aleyhine bir hak iddia etse düşmanı olur, buna binaen
şahitlerde
aralarında düşmanlık vardır şeklinde şahitlik yapabilirler, demekteler. Halbuki mesele
böyle olmamakta, düşmanlık ancak şu gibi hususlarla sabit olmaktadır.» diyerek yukarda
açıklamaya çalıştığımız «Şeref ve haysiyetim ihlal eden iftira, yaralama,
öldürme ve borcunu
mumatele
etmesi vermemesi, imkanı olmasına rağmen geciktirmesi şeklinde tecelli eder.»
demektedir.
Ben
derim ki: Yukarda bildiğimize, öğrendiğimize göre İbni Vehban'ın benimsediği görüş, dünyevi
sebeplere dayanarak arada meydana gelen düşmanlığın kişinin fasık olmasına sebep olmadıkça
şahadetinin
kabulüne mani değildir. Buna göre dünyevi gerekçelerle meydana gelen düşmanlık,
bazan
kişinin fasık olmasını gerektirir, bazan da gerektirmeyebilir. Bunun için de ancak düşmanlık
şununla
sabit olur diyerek fasık olmasını
gerektiren bazı misaller vermekte. Bunlar düşman
aleyhine
ve hatta başkaları aleyhine fasık oldukları için şahitliklerinin kabulüne mani olacağı
hususunda
bir tereddüde mahal bırakmamaktadır. Yine ilerde, şahadet bahsinde bu gibi
düşmanlıkların hangilerinin insanın fasık olmasını gerektirdiği, hangilerinin gerektirmediği,
dolayısıyla şahitlik yapamayacağı konusu, şahitler bölümünde ele alınacaktır.
Vasi
olan kişinin şahadeti de kabul edilmez. Yani vesayetle ilgili kendisini
ilgilendiren meselelerde
ve
o kişilerle ilgili olarak şahitliği kabul edilmez. Ortağın da şirket malı ile ilgili diğer ortağı
hakkında
şahitliği kabul edilmez. Tahtavi.
METİN
Fasık
olan kişi müftü olmaya salih
değildir. Çünkü fetva din işleriyle ilgilidir. Fasık olan kişinin sözü
dini
konularda kabul edilmez. muteber sayılmaz. İbn-i Melek. Ayni bu konuda şu ifadeleri de
eklemiştir: «Müteahhirin fukahadan çokları bu görüşü benimsemişlerdir.»
Mecma
sahibi metninde buna kesin gözü ile bakmıştır. Onun şerhinde bu konuda sarih ve veciz
ifadeler
bulunmakta ve üç imamın görüşünün
böyle olduğu söylenmektedir. Tahrirde olan ifadenin
zahirinden
de anlaşılacağına göre böyle kişilerden dini konuların sorulması ittifakla helal olmaz
denmekte,
musannıf da bu görüşü geniş bir şekilde nakledip benimsediğini ilave
etmektedir.
Diğer
bir kavle göre fasık da olsa müftü olmaya salihtir. Bu görüş Kenz isimli eserde kesin şekilde
ifade
edilmiştir. Çünkü fasık da olsa karar verirken hataya düşmesi kişiler tarafından
ayıplanacağından ayıbına sebeb olacak durumlara düşmek istemeyeceği kesin gözüyle müteala
edilmektedir.
Ancak
bazıları müftünün aklı başında, tam müslüman olması, bazıları da uyanık, meseleleri
kavrayan biri olması şartını da koşmuşlar, hürriyeti şart koşmamışlardır. Köle de olsa dini konuda
verdiği
fetvaya güvenilir denmiştir. Erkek olması da şart değildir. Kişinin konuşur olması da şart
değildir.
Dilsiz olan kişinin fetvası sahihtir. Ancak hakim olduğu taktirde karar vermesi, hüküm
vermesi
sahih değildir. Müftü dilsiz olduğu
taktirde, işaretiyle iktifa edilir. Ama hakimin işaretiyle
iktifa
edilemez. Çünkü belirli sigalara dayanarak hüküm vermesi ve ilzam
etmesi gerekir ki bu da
«hükmettim
ve ilzam ettim» demesi ile olur. Bu da sahih olarak acılan bir dava sonucu verilmesi
şartına
bağlıdır. Sağır olan kişinin, yani tamamıyla sağır değil de ağır işiten kişinin durumu ise
sahih
olan kavle göre, onun hakim
olması, karar vermesi sahihtir. Ancak anadan doğma sağır
olan,
hiç
duymayan kişinin durumu bunun hilafınadır. Yani sahih değildir. Mahkemede kadı olan kişinin
velevki mahkeme meclisinde de olsa davayla ilgili olmayan kişiler hakkında fetva vermesi sahihtir.
Ve
bu görüş sahih olan bir
görüştür.
İlerde
geleceği gibi, kadı da müftü gibi mutlak olarak Ebu Hanife'nin kavilleriyle amel etmeli, ondan
sonra
Ebu Yusuf'un, ondan sonra İmam
Muhammed'in, daha sonra İmam
Züfer ve Hasan İbnü
Ziyad'ın görüşleriyle bu tertip üzere hüküm
vermeli, müftü de fetva verirken bu tertibe riayet
etmelidir.
Esah olan görüşte budur. Minye.
Siraciye.
Nehir
isimli eserin bu konudaki ifadesi şöyledir: «Züfer'den sonra Hasan İbnü Ziyad'ın görüşü ile
hüküm
verir» demekte ve bu ifadeye de dikkat edilmesi gerekmektedir. Havi isimli eserde delil
bakımından
daha kuvvetli olan görüşün alınabileceği ifadeleri benimsenmekte ve sahih olduğu
söylenmekte ise de birinci görüşün daha mazbut. daha tutarlı olduğu Nehir sahibi tarafından beyan
edilmektedir.
Müctehid
olmadığı müddetçe hakim, görüşler arasında dilediğiyle hüküm verme konusunda
muhayyer değildir. Mukallit olan bir kadı, yani meseleleri direkt kaynağından çıkaramayacak kişi
mezhebinde
muteber ve mutemet olan görüşe
muhalefet ettiği taktirde verdiği
hükümler geçerli
değildir,
bozulur. Fetva da bu kavle göredir. Nitekim musannıf fetavasında ve diğer eserlerinde bu
görüşü
benimsemiştir. Bu bölümün baş
tarafında bununla ilgili ifadelere de yer verdik. Kuhistani ve
bazı
fıkıh kitaplarında şöyle denmektedir:
«Fukahanın görüşü, kadının görüşüdür. Buradaki rey
kadıya
aittir denilen her yerde ordaki kadıdan maksat, kendisinde ictihat melekesi olan kadıdır;»
Hülasa
isimli eserde ise, «Değişik ictihadlar olan meselelerde, değişik ictihadlar olduğunu bilerek
bunlardan
birine dayanıp hükmü o istikamette
verirse geçerlidir, aksi halde geçerli değildir.»
denmektedir.
Bir meselenin cevabında iki müftü ihtilaf etseler, en fakih olanın, fıkıhta bilgi
bakımından
kuvvetli olanın görüşü ile amel
edilir. Tabiki bu daha fakih olanın daha muttaki olması
kayıdını
da getirir. Siraciye. Mültekat isimli
eserde, «Hakim bir konuda tereddüde düşse o konuda
bir
görüş beyan edemese ulema ile
istişare eder, onların görüşlerinden en uygununu seçer ve
doğru
olduğuna kanaat getirdiği görüşle
hüküm verir. Ancak diğer görüşleri beyan eden kişilerin
fıkıh
melekeleri daha kuvvetli ise ve delil bakımından onların görüşleri kuvvet kazanıyor ise, onun
reyini
benimsemek için diğer görüşü terk
edebilir.» daha sonra devamla, «Kadı müctehid değil ise
onları
taklit edebilir ve etmesi gerekir.» denmektedir. Bunun yanında ulemanın görüşlerine uyması
şarttır.
O görüşlerden birinin hilafına karar verdiği taktirde hükmü geçerli sayılmamaktadır.
İZAH
«Fasık
olan kişi müftü olmaya salih değildir
ilh...» Bunun fetvasına da itimat
edilmez. Mecma isimli
eserin
zahirinden anlaşıldığına göre, bu tür insanlardan fetva istemekte helal olmaz. Bu görüşü
Kemal
İbn-i Hümam'ın usulü fıkıhtaki
Tahrir isimli eserinde şu sözü desteklemektedir: «İlim ehli
arasında
müctehid ve adil olduğu bilinen
kişilerden sormanın helal olduğu hususunda ittifak vardır
veya kendisini bu konuya ehil sayıp insanların onu ta'zım ederek, ona hürmet göstererek fetva
sorduklarını
görmesi ondan fetva sorması için de yeterlidir.»
Eğer
bu durumlardan biri mevcut değil ise
yani adil değil, müctehid de değil
ise, bu kimselerden
soru
sormanın fetva almanın doğru olmayacağı beyan edilmektedir. Nitekim şerhinde bu ifadelere
genişçe
yer verilmiştir. Ancak buradaki ictihat kelimesinin şart koşulması, yani müftilerin müctehid
olması
ifadesi usul alimlerinin ıstılahına göredir. Müctehid müftü direk delillere dayanarak
meselenin
hükmünü belirleyen kişidir. Ancak bu yetki kendisinde olmayan,
başkalarının görüşlerini
naklederek fetva veren kişi gerçek manada müfti değildir. Fetvayı nakleden
kişidir.
İkinci
husus ise kadının veya müftinin müctehid olması. Evleviyet şartıdır. Bugün müctehit
olmadığına
göre, nakili fetva dediğimiz
meseleleri iyi bilen, meselelerin tümüne vakıf kişilerden
fetva
sorulabilir. Netice olarak fasık olan müftinin mutlak bir şekilde fetvasına itimat edilemez.
«Şerhinde
beliğ ve veciz ifadeleri vardır ilh...» Müellif yukarda ismini
verdiğimiz eserde beliğ
ifadelerle
şunları söylemektedir: «Kişinin dini meseleleri araştırması ve tahkik etmesi esnasında
ilahi
rahmetin tecellisine en büyük yardımcısı ve rahmet kaynağı Allah'a itaat etmek onun kopmaz
takva
ipine sımsıkı sarılmaktır. Zira Cenabı Hak, «Allah'tan korkunuz ki yüce Allah sizleri ilimle
donatsın.»
buyurmaktadır. Kim kendi görüşüne veya kendi alil ve kelil zihnine dayanarak fıkhın ince
meselelerine ve onun inci tanelerine benzeyen hükümlerini izaha, istihraca çalışırsa o kimse,
masiyete
günaha düşebilir. Zira kendi
görüşüne dayanan kişi yalnız başına kalabilir, doğruya
muvaffak
olmayabilir. Çünkü itimat edilmemesi gereken hususlara itimat etmiş olmaktadır. Allah'ın
nur
ve ışık vermediği kişilerin ne nuru
ne de ışığı
olamaz.»
«Tahrir
isimli eserin zahirinde ise ilh...» Orada sarih olarak yukarda belirttiğimiz hükümler yer
almakta,
takva ve ilmine güvenilmeyen fasık kişilerden fetva sormanın caiz olmadığı beyan
edilmektedir.
«Kenz'de
bu görüşe kesin gözle bakılmıştır ilh...» Orada fasık da olsa o kişi müftü olabilir. Diğer bir
kavle
göre olamaz denmiştir. Birinci
görüş Kenz sahibi tarafından benimsenmiş, ikinci görüş ise
zayıf bir kavil sigası olan kıyl ifadesi ile mahaline ve kailine nisbet edilmeye
çalışılmıştır.
«Bazıları
uyanık olmasını, yani meseleleri iyi
kavrayan biri olmasını da şart koşmuşlardır ilh...»
Sehve,
hataya, gaflete düşme korkusu olabileceğinden bu şartı ileri sürmüşlerdir.
Ben
derim ki: Bu zamanımızda gerekli bir şarttır. Çünkü bugün örfte elinde bir
müftü fetvası olan
kişi
hasmına karşı haddini aşmakta ve falan müftü bana şu şekilde fetva verdi diyerek onu ezmeye
çalışmaktadır. Ve bunu söylerken de hak benimle beraberdir, hasmım ise cahildir, fetvada ne
olduğunu
bilmemektedir. Bunun içinde müftünün
uyanık olması insanların desise ve hilelerini
kavraması,
bilmesi sorudan maksadın ne olduğunu öğrenmesi bakımından uyanık olması şartı
bugün
önem kazanmaktadır.
Binaenaleyh
bir müstefti gelip kendisine soru
sorduğu zaman meseleyi onun dilinden
ikrar yoluyla
dinler,
ondan sonra verilen ikrarı kaleme alması da uygun olur. Ancak, «Eğer şöyle ise haklı sensin,
şöyle ise haklı hasmındır» gibi ifadelere baş vurmaz. Çünkü sözünde daima kendi lehinde olanı
tercih
edecektir. Hatta yalancı
şahitlerle söylediklerini isbattan aciz kalmayacaktır. Bunun için de
mümkün
mertebe müftünün her iki tarafı da
birleştirmesi, her iki tarafı da dinledikten sonra hak
kimin
lehine tecelli ediyor ise yazıyı (fetvayı) ona göre yazması ve bu konuda hasım
olan kişilerin
vekillerini
kabul etmekten sakınması gerekir. Çünkü onlardan herhangi biri kendi meselesini
olduğu
gibi söylemekte ve mübalağa etmekte tereddüt etmeyecek kendi lehine yontacaktır.
Bilhassa
bu konuda ilerde tazir konusunda açıklanacağı gibi, mahir olan kişiler vardır, sözü
değiştirebilir, batılı hak suretinde sunmaya çalışır ve bu
ifadelerle müftüden aldığı fetvaya
dayanarak hasmını ezmeye çalışır, fasit maksat ve hedefine ulaşır. Bunun için de müftinin böyle
kimselere yardımcı olması onun batıla yönelmesine
yardım etmesi caiz olmaz. Bunun
içindir ki
ulema
zamanın ehlini bilmeyen kişi
cahildir demişlerdir. Bakarsın şer'i bir mesele hakkında
kendisine
soru sorulur. Uyanık olan müftü
karineler yoluyla bu sorudan
maksadın ne olduğunu,
nereye
varılmak istendiğini, hangi fasit garaz ve hedefe ulaşılmak istendiğini bilebilir. Biz benzeri
meselelere çoğu kez şahit olduk.
Netice
olarak müftünün gafil olmasının bu
zamanda büyük zararları doğuracağı kesindir. Soruyu iyi
anlaması, cevabı verirken cevabının hangi
hedeflere yönelik olduğunu da tartması önem kazanır.
«Hür
olması şartı yoktur ilh...» Çünkü
müftü hadis rivayet eden kişinin durumuna benzer. Şahit ve
kadı
gibi değildir. Dolayısıyla lehinde şahadeti kabul edilmeyen yakın akrabalarına fetvası sahihtir.
Ama
kadı olduğu taktirde onlar için hüküm vermeye yetkili
değildir.
«Dilsiz
olan kişinin fetvası sahihtir
ilh...» Yani eğer işareti anlaşılır şekilde ise. Hatta konuşan bir
kişinin
anlaşılır mahiyette olan işareti
ile amel etmek dahi caizdir. Nitekim Hindiye'de böyle ifade
edilmektedir. Musannıfın genel bir şekilde bu ifadeye yer vermesi de bunu göstermektedir. Çünkü
musannıf,
«işareti ile iktifa edilir» demektedir. Tahtavi.
«Sahih
olun görüşe göre onun hakim olması sahihtir ilh...» Çünkü dava açanla, aleyhinde dava
açılan
kişiyi (davalıyla davacıyı) fark edebilecek durumdadır. Bir rivayete göre ise caiz değildir.
Çünkü
ikrarı yeteri kadar duyamamakta, dolayısıyla insanların hakkının zayi olması ihtimali ile karşı
karşıya
bulunmaktadır.
Tamamen
sağır olan kişi ise, kadı olduğu taktirde, hüküm vermeye yetkili bulunmamaktadır.
Vehbaniye
şarihi de meseleyi bu şekilde tafsil
etmiş, müftülükte de durumun aynı
olması
gerektiğini
söylemiştir. Eğer ikisi arasında bir fark vardır denecek olursa, mesela müftü fetvanın
suretini
okur, cevabını yazabilir. Dinlemeye ve meseleyi duymaya ihtiyaç hissetmeyebilir, diye bir
itiraz
vaki olursa cevaben derim ki,
fukahanın zahir ifadelerinden anlaşılan da kadının mahkemede
bununla
iktifa edememesi, halbuki hasımların cevabının ona yazılı olarak verilmesi mümkündür.
Müftüde
de durum böyledir.
Ancak
ikisi arasında fark olması gerekir. Çünkü hükümde belirli sigalarla sahih davadan sonra
ifade
kullanarak kararı açıklaması gerekir. Bu da ihtiyatı gerektirir. Müftüdeki
durum bunun
hilafınadır.
Çünkü onun görevi şer'i olan bir
hükmün ifadesidir. Velevki bu
ifade işaretle de olsa,
kendisinin
duyması şart değildir. Menih isimli
eserden özetle bunları nakletmeye
çalıştık.
Ben
derim ki: Eğer kendisine yazı ile soru tevcih edilir o da buna
binaen yazılı cevap verecek
olursa,
bununla amel etmek caizdir. Eğer bu kimse fetvaya ehil, fetva vermek üzere devlet
tarafından
görevlendirilmiş ve insanların
ekseriyetinin fetva sormak için bu kimseye geliyorlar ise,
o
zaman bunun verdiği fetva ile amel etmek caiz olur. Buna göre iyi duyan bir kimse olması şarttır.
Çünkü
her soran kişinin sorusunu yazılı
olarak sorması mümkün olamamakta, bazan iki hasım iki
tarafta
huzura gelmektedirler. Birinin lehindeki veya aleyhindeki ifadeleri müftü duyamadığı
taktirde
ancak
duyduğu bazı ifadelere dayanarak fetva verme durumu ile karşı karşıya bulunmakta,
dolayısıyla hasmın (diğer tarafın) hakkının zayi olmasına yol açacağından onun da duyan kişi
olması
şartı getirilmektedir.
Biz
bunları çoğu kez müşahade ettik. Bu durumda olan ağır işiten veya hiç işitmeyen kişilerin
genelde
müftü olmayacağı hususunda hiç tereddüde düşmemek gerekir. Çünkü böyle bir makamda
olan
kişilerin cevabı, kadı tarafından da benimsenecek ona göre hüküm verilecektir. Anlaşılamadığı
takdirde
bunun üzerine tereddüp edecek zararın menfaatinden daha çok olacağından böyle
kimselerin müftü olarak tayin edilmeleri uygun
olmamaktadır.
«Kadı
da fetva verir ilh...» Zahiriye'de bu konuda, «Kendisine dava için müracaat etmeyen herhangi
bir
kişiye kadının fetva vermesinde
bir beis yoktur. Ama kendisine herhangi bir konuda davalı veya
davacı
olarak müracaat eden iki hasımdan birine dava konusunda fetva veremez.» denmektedir.
Bahır.
Hülasa'da kadının (hakim) fetva verip veremeyeceği konusunda birkaç
görüşün olduğu
beyan edilmekte, sahih olan görüşe göre kaza meclisinde ve o meclisin dışında da olsa ibadet ve
muamelatla
ilgili konularda fetva vermesinde bir beis yoktur. Bu ifadeyi kendisine herhangi bir
davada
hasmı için müracaat edenlerin dışında olan kişilere hamletmek gerekir. Bu do Zahiriye'deki
ifadeye
uygun düşmesi bakımından gereklidir. Bu sebebten bu eserde o görüş muteber kabul
edilmiş,
bununla iktifa edilmiştir. Menih.
Şarih
bu iki ifade arasını yukarda beyan ettiğimiz uyum şeklinde açıklamaya çalışmış, sonuç
itibariyle
aynı olduğu kararına varmıştır. Hakim'in Kafi isimli eserinde, «Kaza meclisinde kadının
hasımlardan
herhangi biri için fetva vermesini hoş karşılamam. Çünkü diğer hasım verilen fetvaya
muttali
olup başka yollardan doğruyu söylemekten sakınabilir, kaçınabilir. Bunu önlemek için
mecliste
hasımlardan biri için fetva vermesini uygun görmüyorum.» denmektedir.
«Kadı
da müftü gibi mutlak olarak Ebu
Hanife'nin kavli ile amel eder ilh...» Bu görüşünde Ebu
Hanife'yi
talebelerinden biri desteklesin
veya desteklemesin durum aynıdır denmekte ise de bir fasıl
sonra
ve ondan önce geleceğine göre davayı
yürütme ile ilgili meselelerde daha fazla tecrübesi
olması
bakımından fetvanın Ebu Yusuf'un
kavli ile olacağı belirtilmektedir.
«Daha
sahih olan görüş de budur ilh...» Yani müftü ve kadı birinci derecede Ebu Hanife'nin daha
sonra
Ebu Yusuf'un daha sonra İmam
Muhammed'in daha sonra Züfer'in ve
Hasan İbn-ü Ziyad'in
kavilleri
ile bu dereceye göre amel eder,
onlarla fetva verir. Bu kavlin
mukabili olarak Havi'den
naklen
bu ifade aynen Camiü'l-Fusuleyn'de de mevcuttur. Ebu
Hanife'yle birlikte iki talebesi Ebu
Yusuf
ve İmam Muhammed'den biri onunla birlikte olduğu taktirde yani aynı görüşü paylaştıkları
zaman
Ebu Hanife'nin kavli ile amel edilir. Eğer talebeleri Ebu Yusuf'la İmam Muhammed Ebu
Hanife'ye
görüşünde muhalefet ederler, onunla
aynı görüşü paylaşmazlarsa,
bu durumda bir kavle
göre
durum aynıdır. Yani Ebu Hanife'nin kavli ile fetva verilmesi gerekir. Diğer bir kavle göre ise
müftü
veya kadı muhayyerdir. İsterse Ebu Hanife'nin kavli ile, isterse talebeleri Ebu Yusuf'la İmam
Muhammed'in
kavli ile amel
edilir.
Ancak
ihtilaf zamanla ilgili bir meselede ise, yani fetvanın değişmesi,
zamanın değişmesinden
kaynaklanıyor ise, mesela Ebu Hanife şahitlik yapacak kişilerin zahiri durumlarıyla iktifa edip
haklarında
bir soruşturmaya gerek duymamakta, talebeleri Ebu Yusuf'la İmam Muhammed zahirî
adaletle
iktifa etmeyip şahitler hakkında
aleni ve gizli soruşturma yapılması
gerektiğini
söylemektedirler. Yine istisna edilebilecek meselelerden biri de müteahhir ulemanın ittifakla kabul
ettiği,
Ebu Hanife'nin ise kabul etmediği meselelerdeki muamele, yani ağaç yetiştirmedeki ortaklık
veya ekimindeki müzaraa dediğimiz ortaklık konularında hüküm ve fetva Ebu Hanife'nin
talebeleri
olan
Ebu Yusuf'Ia İmam Muhammed'in
kavline göredir. Dolayısıyla müftü ve kadı onların görüşünü
benimser.
«Nehr'in
ibaresi ise şöyledir ilh...» Yani Ebu Hanife, daha sonra Ebu Yusuf, daha sonra İmam
Muhammed
daha sonra İmam Züfer ondan
sonrada Hasan İbnü Ziyad Lü'lüi'nin
kavli ile bu
sıralamaya göre amel edilir fetva verilir demektedir.
Zira Hasan İbnü Ziya Lü'lüi'nin ilmi
derecesi,
görüşlerine
itibar ve itimat İmam Züfer'den
sonra gelmektedir. Bu ifade ise musannıfın benimsediği
ifadenin
tersinedir. Çünkü İmam Züfer'le İmam Hasan İbn Ziyad Lü'lüi'nin aynı derecede olduğunu
kabul
etmiştir. Dolayısıyla musannıfın ibaresi bütün fıkıh
kitaplarında meşhur olan görüşe göredir.
Nehir
sahibi ise bu görüşü değil Hasan İbn Ziyad'ın Züfer'den sonraki bir
derecede olduğu
görüşünü
benimsemektedir.
«Havi
isimli eserde ise şu görüş daha sahihtir denmiştir ilh...» Yani Kutsiye ait Havi isimli eserde
şöyle denmektedir: «Ebu Hanife ile talebeleri Ebu Yusuf ve imam Muhammed ayrı
görüşlerde
olurlarsa
bu durumda iki görüşten birinin
tercih edilmesinde delil hangi tarafı destekliyor, hangi
tarafın
delili daha kuvvetli görünüyor ise onu benimsemek, onunla amel etmek gerekir. Zira hükmü
ortaya koyan çıkaran delildir. Hüküm delilden alınmaktadır. Bu sebeple hangi tarafın delili daha
kuvvetli görülüyor ise onunla amel edilmesi gerekir. Tabiki bu da deliller arası tercih yapabilecek
durumda
olan kişiler için geçerlidir.
«Birinci
görüş daha kuvvetli görülmektedir ilh...» Çünkü Havi'de biraz önce zikredilen görüş ayet ve
hadislere
muttali olan, onların delalet etmiş olduğu hükümlerin kuvvet derecesini
idrak eden
kişilere mahsustur. Kendisinde deliller arası tercih yapma melekesi olan, direk onlardan hüküm
çıkarma imkanına sahip olan kişiler için durum böyledir. Bu da mutlak
müctehidler içindir veyahut
mezhep
içerisinde müctehit olan kişiler içindir. Birinci görüş ise bunun hilafınadır. O deliller arası
tercih
yapamayan, müctehit olmayan. ancak
hazır malzeme olarak hükümleri bulan kişilerin
yapacakları birinci derecede Ebu Hanife'nin kavli, daha sonra Ebu Yusuf'un kavli daha sonra
ilaahirihi
bu şekilde devam eder denmektedir.
«Müftü
veya kadı istediği görüşü almakta muhayyer değildir, ancak müctehid olduğu taktirde
muhayyerdir ilh...» Yani yukarda saydığımız o tertibe muhalefet
etmek doğru değildir. Ancak
kendisinde
delillere ıttıla imkanı olan, deliller arası tercih yapma istidadı bulunan kişiler için iki
görüşten
birim seçme muhayyerliği vardır. Bu son duruma göre
birinci görüş Havi'deki ifadeye irca
edilmiş
olmaktadır. Şöyle ki, müctehid
müftülerde itibar deliledir. Delil kuvvetli görüldüğü taktirde o
görüşle
amel etmesi gerekir.
Her
ne kadar Havi'nin susmayı tercih
ettiği bu konuda tafsilat var ise de sonuçta iki görüş ittifak
halindedir.
Şöyle ki, mezhepte müctehid olan
ulemanın, tercihine muhatab olan kişiler hakkında
sahih
olan görüş, o sırayı takip etmemesi
mutlak bir şekilde Ebu Hanife'nin kavli ile amel etmesi,
fetva
vermesi gerekir, sözü bunlar için geçerli olmamaktadır. Zira onların delillere bakarak delilleri
kuvvetli olan görüşü diğerlerine tercih etmesi gerekir. Bizim de uyduğumuz benimsediğimiz
onların
tercih
ettikleri, mutemet (muteber) görüş
olarak benimsedikleri kavillerdir. Mesela onların
hayatlarında fetva verdikleri görüşler
ne ise, bizde onları tercih ederiz, Nitekim şarih kitabının
başında
bununla ilgili olarak âllame Kasım'dan bazı tahkikler beyan etmişti.
Yine
biraz sonra Mültekat isimli eserden naklen şu ifadelere de yer verilecektir: «Eğer kadı veya
müftü
müctehid değil ise, onları taklit
etmesi ve onların görüşlerine uyması gerekir. Bunların
hilafına
hüküm verdiği taktirde kadı'nın
verdiği hüküm nafiz olmaz, geçerli
sayılmaz. İbn-i Şelebi'nin
Fetava
isimli eserinde Ebu Hanife'nin
görüşünden ancak daha sonra gelen Ashabı tercih dediğimiz
ulemanın
sarih bir ifade ile fetva başkasının kavline göredir dedikleri zaman onun kavlinden
vazgeçilerek
fetva verilir, onunla amel edilir. Bu
ifade ile de Bahır isimli eserde ilerî sürülen bazı
hususlar
kendiliğinden düşmüş olur ki orada bizim için gerekli olan başta Ebu Hanife'nin kavli ile
fetva
vermektir. Her ne kadar ulema fetva onun hilafına deseler de.»
Bu
görüş biraz önce belirttiğimiz gibi
pek muteber sayılmamaktadır. Nitekim
Bahır üzerine haşiye
yazan
Hayreddin Remli itiraz etmiş ve özetle şöyle demiştir: «Müftü hakikatte müctehid olan kişidir.
Müctehit
olmayan müftü ise daha önce verilmiş fetvaları nakleden kişidir. Nasıl olur da Ebu
Hanife'nin
kavli ile fetva vermek bize vacip olur? Her ne kadar ulema fetvanın onun görüşü
hilafınadır
deseler de biz onların fetvalarını naklettiğimize göre fetva verilen görüş hangisi ise
onunla
amel ederiz.»
Bu
meselelerin tamamı ve geniş bir şekilde izahı manzum olarak yazdığımız Resmıl Müftü adını
verdiğimiz
ve üzerine de şerh yazdığımız risalemizde
geniş bir şekilde açıklanmıştır. Oradaki
ifadelerden
bazılarını haşiyemizin başında nakletmeye
çalıştık.
«Mukallit
durumda olan kişi mezhebince muteber ve mutemet olan görüşe ters düşerse ilh...»
Velevki
bu mesele Ebu Hanife'nin görüşüne
muvafık olmasın. Daha sonra gelen alimler, «Mezhepte
muteber
ve mutemet olan görüş budur.» dedikleri taktirde Ebu Hanife'nin görüşüne uyup
uymamasına bakılmaksızın onunla hüküm vermesi gerekir. Aksi halde hüküm geçerli
sayılmamaktadır.
«Fukahanın
görüş kadıya aittir dedikleri her yerde ilh...» Ben derim ki müctehid olan kadılar
kasdedilmektedir. Bu meseleleri yani kadının görüşüne terfiz edilen meseleleri Eşbah isimli eser
onbir
olarak saymakta, onun üzerine haşiye yazan Hayreddin Remli ise bunlara ondört mesele daha
ilave
etmektedir. Bunları Hamevi,
haşiyesinde zikretmiştir. Musannıfın torunu Muhammed İbn-i
Salih'e
ait bu konuda bir de risale bulunmaktadır. Bu risalede hakimin kendi görüşüne dayanarak
hüküm
vereceği meseleler açıklanmaktadır.
Ancak
oradaki hakimin mutlak müctehid bir hakim olduğu meselesi üzerinde tereddütler de
bulunmaktadır.
Nitekim bunlarla ilgili meseleler ilerde «Münasip gördüğü şekilde onu
hapsedebilir.» ifadesi açıklanırken zikredilecektir.
«Hakim
müctehit olduğu taktirde görüşlerden
herhangi birini benimseyerek vermiş olduğu hüküm
geçerlidir
ilh...» Bu müctehid olan hakimler ve kadılar içindir. Ama mukallit mertebesinde olan
kadıların
mezhepte muteber olan görüşle amel etmesi gerekir. O meselede bir ihtilafın olduğunu
bilsin
veya bilmesin, ulemanın fetva için seçtiği görüşlerle amel etmesi gerekir. Meselenin
devamına,
«Hakime bir hüküm iletildiği taktirde yani başka bir hakimin verdiği hüküm iletildiği
getirildiği
taktirde onu uygular» ifadesi açıklanırken daha da açıklık getirilecektir.
«Hakim
bir konuda tereddüt ederse ilh...» Hindiye'de bu konuda eğer hakimin içtihadı, müctehid
olduğu
taktirde bir noktada tebarüz
etmeyecek olursa, mesele hala ihtilafını sürdürüyor ise,
zamanında
bulunan diğer fakihlere meseleyi yazı ile bildirir, onlarla istişarede bulunur. Bu da
eskiden
beri devamedegelen bir adettir, gelenektir.
Onların
görüşleri bir noktada birleştiği taktirde onunla amel eder. Bu da görüşü onların görüşüne
muafık
olacak olursa. Eğer kendisi de yukarda belirttiğimiz gibi görüş beyan edecek
ehli içtihadtan
biri
ise hükmü o istikamette
uygulamaya koyar. Eğer onlar da
ihtilaf edecek olurlarsa kimin daha
çok
isabet etmiş olduğu hususunda araştırma yapar. Eğer kendisi de bu araştırmalara ehil biri ise.
Yok
değil ise, daha fakih olan, daha müttaki olan kişinin görüşü ile amel ederek hükmü uygular
demektedir.
Tahtavi.
«Kanaatine
göre hangisi daha doğru ise onunla hüküm verir ilh...» Yani ulema ile istişare ettikten
sonra
içtihadının ve görüşünün hangi istikamette olduğu belirlenecek olursa, onunla hüküm verir.
Bu
ifade de yukarda söylediğimiz
hakimin eğer bu konuda bir görüşü yoksa meselesine ters
düşmemektedir. Çünkü istişareden sonra muhakkak ki onda da bir görüş meydana gelecek,
bunlardan
birini tercih
edecektir.
«Ancak diğeri kendisinden daha fakih ise ilh...» O taktirde kendi görüşünü terk edip o daha fakih
olan
müftünün görüşü ile amel etmesi
caiz görülmektedir. Ancak bu da kendi
görüşünü
beğenmediği
taktirde böyledir.
Hindiye'de Muhit'ten naklen «Hakim bir kişi ile istişare etse, yeter, «Eğer görüşü onun görüşüne
ters
olacak olur ve onun kendisinden daha
fakih, daha meziyetli olduğu
kanaatine varacak olursa
bu
durumda ne yapar.» meselesinin hükmü
burada zikredilmemiştir.
Hududla
ilgili bölümlerde o alim olan kişinin görüşü ile hüküm verdiği taktirde caiz olacağı
kanaatindeyim.
Eğer kadı (hakim) kendi görüşünü
zayıf bulmaz, delillere uygun olduğu kanaatine
varacak
olursa, o zaman kendi görüşünü
terk etmesi gerekmez ve görüşüne muhalif gelen fetva ile
hüküm
vermesi mecburiyeti hasıl olmaz. Çünkü müctehid olan hakim başkasını taklit edemez.
«Görüş
sorduğu taktirde toplu halde bir
görüş üzerinde kanaat belirtilirse ona uyması gerekir ilh...»
Bu
da yukarda belirtildiği gibi bir konuda ittifak halinde oldukları taktirde böyledir. Eğer onlar da
ihtilaf
etmişler ise, yine yukarda belirtildiği gibi, onun kanaatine göre hem fakih (bilgili) olan, hem
müttaki
olanın görüşü ile amel eder. O görüş istikametinde hükmü
uygular.
Fetih'te
bu konuda şöyle demektedir: «Bana
göre kalben meyletmediği görüş ile de
amel etse
caizdir.
Çünkü onun meyledip etmemesi
eşittir. Üzerine düşen
müctehit olan bir imamın görüşünü
taklit
etmek, o hükmü benimsemektir. O da o hükmü uygulamıştır. Müctehid görüşünde isabet
kaydetsin
veya hata etmiş olsun, ondan sorumlu değildir.
Ben
derim ki: Bunlar müftülerin müctehit
olmaları ve hükümde ihtilaf
etmiş olmaları halindedir.
Benzeri
durum aynen mukallit olan kişiler
için de geçerlidir. Kitaplarda hangi görüşün tercih
edildiği,
hangi görüşün daha muteber olduğu
açıkça belirtilmemiş ise veya görüşler tercih edilmiş
ama
aksi istikametlerde tercihle karşı karşıya geldiği taktirde, durum aynen
yukardaki gibidir.
Olmadığı
taktirde günümüzde vacip olan,
tercih konusunda ittifak ettikleri
görüşe uyması gerekir
veya zahirur rivaye ne ise ona uyması
gerekir veyahut Ebu Hanife'nin kavli
ile amel ederek o
istikamette
uygulamaya girmesi gerekir. Veya benzeri tercih sebeplerinden herhangi biri ile
karşılaşacak olursa o tercih edilen kavli benimseyerek onunla amel eder. Niitekim kitabımızın
başında
yukarda adı gecen risalemiz ve
şerhinde bunlarla ilgili geniş açıklamalara yer verilmiştir.
METİN
Zahirur
rivayeye göre verilen hükmün geçerli sayılması için şehir veya şehir hükmünde olan bir
yerde
olması şarttır. Nevadurul rivayeye göre şart değildir. Buna göre köylerde
verilen/hükümler ve
hakimin
velayetinin dışında (yetki
alanının dışında) olan bir akar hakkında verilen hüküm sahih olan
kavle
göre geçerlidir. Hülasa. Fetvada bu görüşe göredir.
Bezzaziye.
Hakim
olmasını rüşvetle sağlamış ise ve bu rüşveti devletin en yüksek kademesinde olan sultana
veya onun haşiyesi olan kişilere sultanın bilgisi altında vererek elde etmiş veya bazı vasıtalar ile
elde
etmiş ise -ki Camiü'l Fusuleyn Fetavayı İbn-ü Nüceyn'de böyle nakledilmiştir- veya hakim
kendisi
rüşvet alır veya onun bilgisi dahilinde avenesi alırsa. Şurumbulaliye'nin ifadesine göre bu
durumda
olan hakim hüküm verse dahi hükmü
geçerli
değildir.
Kendisini
tayin eden kişiye ayda belirli
bir meblağı ödemeyi üstlenir, o da buna karşılık o bölgenin
hakimliğini
ona verirse caiz değildir. Fetava el Musannıf. Ancak Fetih isimli eserde «Tavassut ve
vasıta
ile hakimlik mesleğini alan kişi, hizmet vermek için alan kişiye benzemektedir. Rüşvet
yoluyla alan kişi gibi değildir.» denilmektedir. Benzeri mesele Bezzaziye'de de biraz farklı olarak
zikredilmiştir. Orada, «Her ne kadar vasıtalar yolu ile böyle bir görevi istemesi helal
olmuyor ise
de.»
denmektedir.
Hakim
göreve başlarken adil olarak başlasa, rüşvet alması veya başka
sebeblerden dolayı fasık
olsa
-burada rüşvet kelimesi çoğu kez vuku bulduğu için özellikle zikredilmiştir- bu kadı azle
müstehaktır.
Görevden alınması yetkililer üzerine
vaciptir. Diğer bir kavle göre
görevden alınmaya
gerek
yoktur, kendiliğinden azledilmiş
sayılır. Fetva da buna göredir. İbni Kemal. İbni Melek.
Nevadir'den
naklen Hülasa isimli eserde, «Hakim fasık olsa veya irtidad etse (dinden çıksa) veya
gözleri
kapansa daha sonra durumunu düzeltse veya gözleri açılsa eski görevine devam eder.
Ancak
fasık iken veya diğer hallerde iken hüküm vermiş ise o hükmü batıldır, geçerli değildir.»
denilmiştir.
Bahır'da da bu görüş benimsenmiştir. Fetih'te ise, «Fukahanın, emir ve sultan gibi
kimselerin fasık olmaları sebebi ile azl olunmayacakları üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü bu
görevler
güç ve kuvvete bina edilir.»
denmektedir. Ancak Haniye isimli eserin dava bölümünün baş
tarafında,
«Vali kadı gibidir.» denmiştir.
İZAH
«Zahiru'r
Rivayeye göre ilh...» Hanefi mezhebinde Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in
görüşlerinin
İmam Muhammed tarafından altı kitapta derlenmesi ve bu kitabın günümüze kadar
meşhur
veya mütevatir bir şekilde nakledilmiş olması sebebiyle en kuvvetli görüşler olduğundan
bunlara
Zahiru'r Rivaye denmektedir. Bahır isimli eserde «Zahiru'r Riyave'ye göre hükmün şehir
veya şehir hükmünde olan yerde verilmiş olması şart değildir. Köylerde ve daha küçük bölgelerde
verilen
hükümler de sahihtir. Fetva da
Bezzaziye'de olduğu gibi bu görüşe göredir.» denmektedir.
Bununla
da her iki gö''üşün Zahiru'r
Rivaye'ye isnat edildiği
anlaşılmaktadır. Remli. Ancak bu görüş
tartışılabilir.
«Akarda ise ilh...» Bahır'da yine bu konuda, «Dava açan kişilerin hakimin bulunduğu bölgeden
olmaları
şart değildir. Özellikle dava konusu borç ve menkul mallarda ise. Ama hakimin yetki
bölgesinde
olmayan bir akar konusunda açılan
davada sahih olan kavle göre hakimin bu davaya
bakmasının
ve hüküm vermesinin caiz olduğu
istikametindedir. Hülasa ve Bezaziye
isimli eserlerde
de
bu görüş benimsenmiştir. Bunun
tersini anlama dikkat et, aksi halde hataya düşersin.»
denilmiştir.
Rüşvet
ve hediye ile ilgili özel meseleler
«Hakimlik görevini rüşvetle alan kişi ilh...» Rüşvet kelimesi rüşvet ve raşvet şeklinde söylenebilir.
Misbah
isimli lügat kitabında rüşvet
şeklinde zaptedilmiş ve kişinin hakime veya bir başkasına
lehinde
hüküm vermek için veya istediğine ulaşabilmek için vermiş olduğu şey diye tarif edilmiştir.
Fetih'te
rüşvetin dört bölümde inceleneceğine
yer verilmiş, dört kısım olduğu da söylenmiştir.
Bunlardan
biri alana ve verene haram olan
rüşvettir. O da valilik, emirlik,
hakimlik almak için verilen
rüşvettir.
İkincisi, bir kimsenin lehinde hüküm vermek için hakimin rüşvet almasıdır. Onun hükmü
de
aynıdır, yani haramdır. Velev ki verdiği hüküm doğru da olsa.
Çünkü doğruyu bulup çıkarmak o
istikamette
hüküm vermek onun görevidir.
Görevine karşı rüşvet alması kesinlikle haramdır.
Üçüncüsü,
daha üst kademede işini görmek üzere birinden bir mal alması veya ona bir menfaat
sağlaması için rüşvet alması, yüksek kademede ki memurların amirlerin verebilecekleri zararı
bertaraf
etmesi için ona mal para vermesidir. Bu da ancak alan kişi için haramdır. Bunun helal
olmasının
yolu ise bu işini görmek ve takip
etmek için onu belirli günler karşılığında ücretle
tutmasıdır.
Bu durumda o kimsenin mesaisi (işleri) onu tutan kişiye ait olacağından amirlere
(sultana)
belirli bir iş için göndermesi sahih görülmektedir.
Yine
kaza bahsinde hediyeler de
kısımlara ayrılmış bu da hediyelerden bir kısım olarak mütalaa
edilmiş
ve şöyle denmiştir: «Birbirlerine
olan sevgilerinin artması, dostluğun
pekişmesi için
hediyeleşmeleri her iki taraf için helaldir. Ama haksız olduğu bir konuda kendisine yardımcı olması
için
yapılan hediye her iki taraf için de haramdır. Kendisine gelebilecek bir zulmü ve bir zararı
önlemesi
için vermiş olduğu hediye ise yalnız alan kişi için haramdır. Bunun helal olması için çare,
yukarda
zikrettiğimiz meseledir.»
Yine
aynı bölümde devamla, «Eğer bu hediye verilirken şartlı olarak verilirse hüküm böyledir. Ama
şart
koşulmadan verilecek olursa karinelerle sultan veya başkan nezdinde ona yardımcı olması için
hediye ettiğini yakınen bilirse ulemamız böyle bir hediye verilmesinde bir beis
olmadığını
söylemişlerdir. Eğer ihtiyacını şart koşmaksızın ve ondan bir şey beklemeksizin
giderir o da buna
karşılık daha sonra bir hediye getirirse o helaldir, alınmasında bir beis yoktur.
İbn-i
Mesut'tan mekruh olduğuna dair
nakledilen ifade takva ve vera gereği olsa gerektir.»
denilmiştir.
Dördüncüsü
ise parayı verdiği kişinin zulmünden ve onun
yapacağı bir kötülükten korktuğu için
kendisine
bir miktar para veya mal verecek
olursa, bu durumda yalnız kendi nefsi ve aile efradı için
korkması
şart değil, malı için korkmasında da durum yine aynıdır. Bu durumda verilen, veren kişi
için
helal, alan kişi için haramdır. Çünkü herhangi bir müslümana karşı meydana gelecek zararı
önlemek
vaciptir. Buna mukabil bir mal almakta caiz değildir. Çünkü üzerine düşen görev karşılığı
para
alması caiz değildir. Fetih'teki ifadeler özetle bundan ibarettir.
Kınye isimli eserde, «Rüşvet olarak verilen paranın veya malın iade edilmesi vaciptir. Çünkü alan
kişi
ona malik olamaz.» denilmektedir: Yine aynı eserde, «Kadıya veya bir başkasına haram bir mal
verilse,
önemli bir durumu islah etmesi için verse, o da islah etse, daha sonra alan aldığına nadim
olsa
geri vermesi gerekir.» denilmiştir. Meselenin tamamı Bahır'dadır.
İlerde
kadıya, müftüye veya devlet memurlarına valiye veya hükümet temsilcilerine verilen
hediyelerin hükmü açıklanacaktır.
«Devletin
en üst kademesindeki bir memura hakimlik görevini tevdi etmek için rüşvet verse ilh...»
Yanı
hakım vazife alabilmek için bu
görevi veren kişiye veya bir başkasına rüşvet vererek bu görevi
alacak olursa hüküm yukarda belirtildiği
gibidir. Nitekim Bezzaziye'den naklen
Bahır'da da
böyledir.
«Veya
hakim hükmü esnasında rüşvet alsa
ilh...» Uygun olan bu ifadenin buradan kaldırılmasıdır.
Çünkü
daha sonra bu konuda söyleyeceği «Adil olarak göreve başlayıp rüşvet alması ile fasık
duruma
düşerse» meselesinde bu hüküm beyan edileceğinden
burada zikredilmesine gerek yok idi.
«Rüşvet
olarak veya rüşvet vererek görev
alan kişinin hüküm vermesi halinde
verdiği hüküm
geçerli
olmaz ilh...» Bu ifadede rüşvet vererek görev alma ile göreve
geldikten sonra rüşvet almanın
hükmü
sanki eşitmiş gibi görünmektedir. Halbuki hakimlik görevini rüşvet vererek alan kişinin
hakimliği
sahih olamamakta, verdiği hüküm de geçerli sayılmamaktadır. Nitekim Kenz isimli eserde
bu
şekilde ifade edilmiştir. Adı geçen kitabın şerhi Bahır isimli eserde sahih olan da budur
denmiştir.
Bahır'da devamla, «Hüküm verse de
verdiği hüküm geçerli olmaz. Fetva da
buna
göredir.»
denmiştir. Benzeri ifadeler İmadiye'den naklen Dürer'de de yer almış bulunmaktadır. Ama
bütün
şartların kendisinde bulunması
nedeniyle göreve getirilmiş, göreve geldikten sonra henüz
hüküm
vermeden rüşvet almış veya hüküm
vermiş, daha sonra rüşvet almış
ise -Fetih'te olduğu
gibi-
durum ne olur? İmadiye isimli eserde
bu konuda üç görüşün olduğuna yer verilmiştir. Bir
görüşe
göre verdiği hüküm gerek rüşvet
aldığı konuda gerek başka konularda olsun geçerlidir.
Diğer
bir rivayete göre ise rüşvet aldığı konuda geçerli değil, diğer konularda geçerlidir. Serahsi de
bu
görüşü benimsemiştir. Diğer bir
görüşe göre ise, her ikisinde de hükmü geçerli olmaz, yani
rüşvet
aldığı konuda ve başka konuda hüküm
geçerli olmaz. Birinci görüş Bezdevî tarafından
benimsenmekte, Fetih'te de bunun daha uygun olacağı
söylenmektedir. Çünkü hak ve doğru olarak
hüküm
vermesi halinde ancak rüşvet
almakla fasık olmuş olur. Bu da İmam Bezdeviî'nin «Fasık
olması
onun azlini gerektirmez» görüşünden kaynaklanmakta, dolayısıyla onun hakim olarak
göreve
devam etmesi ve verdiği hükmün
geçerli olması gerekir. Neden geçerli olmasın, ki fasık
olması
onun hüküm vermesine mani değildir.
Ancak bu konuda söylenebilecek, husus, rüşvet
aldığı
taktirde bütün mesaisini kendisi için yapmış olmaktadır. Halbuki onun görevi hükümde
adaleti
gerçekleştirmek ve o konuda hakkı arayıp bulmak, hüküm verirken de Allah rızasını
kastedmesi gerekmektedir.
Nehir'de
Bahır'a uyarak şöyle denmiştir: «Görüyorsun ki bu fasık olma durumu hükümde müessir
değildir»
sözü pek kabul edilir cinsten değildir. Nasıl tesir etmez, nasıl müessir olmaz. Çünkü bu
rüşveti
almakla kendisi için çalışır duruma gelmiştir. Bunun için de Serahsi'nin görüşünün tercih
edilmesi
gerekir. Yani o rüşvet konusu olan meselede geçerli değil, onun dışındaki meselelerde
verdiği
hüküm geçerlidir görüşü daha uygundur. Haniye'de fukahanın şu konuda icma ettiğine yer
verilmiştir:
Rüşvet alacak olursa, rüşvet aldığı
konuda verdiği hüküm geçerli
olmaz.»
Ben
derim ki: Bu konuda icma vardır sözü
de geçerli olmasa gerektir. Çünkü İmamı Bezdevi bunun
hilafını
tercih etmiştir. Onun bulunmadığı
bir icmaa icma denemez. Bezdevi'nin o görüşü
Fethü'l-Kadir'de
de hoş karşılanmış, benimsenmiştir. Zarurete binaen bilhassa günümüzde o görüş
ile
amel etmek gerekir. Aksi halde bu olayın yaygın olması sebebiyle bütün verilen hükümlerin
geçersiz
sayılması gerekir. Zira hiçbir hadisede hakimin mahsul adını verdiğimiz rüşvet almadan
hüküm
verdiğine rastlanmamakta, ancak bu bazan hükümden önce bazan da hükümden sonra
olmaktadır.
Buna göre eğer verilen hükümler
caiz değildir denecek olursa bu ana kadar verilmiş
bütün
hükümlerin tümünün iptal edilmesi
gerekir, bu da mümkün olmamaktadır.
Halbuki
Nehir sahibinden naklettiğimiz ifadeye göre fasık olan kişinin hakim olmaya ehil olduğu
benimsenen
bir görüştü. Bütün hakimler de
istenilen vasıfta adalet aranacak olursa, kaza
kapılarının
kapanması gerekir. Aynı şeyin burada da tekrarı
mümkündür. İlerde hakem konusunda
söyleyeceklerimiz buradakilere açıklık getirecektir.
Hamidiye'de
Cevahirul Fetva isimli eserden naklen şöyle denmekte: «Hocamız ve imamımız
Cemaluddin
Bezdevi ben bu konuda mütereddidim
bir şey söylemeye muktedir
değilim. Özellikle
verdikleri
hükümler geçerlidir diyemem. Çünkü
işlenen suçlar konu hakkındaki bilgisizlik ve fazla
miktarda
cüret beni onların verdiği
hükümlerin geçerli olmayacağı
sevkediyor. Öbür taraftan geçerli
değildir
de diyemiyorum çünkü zamanımız hakimlerinin hepsi böyledir. Davaların batıl olduğu
istikametinde
fetva versem bütün verilen hükümlerin batıl olması gerekir. Burada tek söylenecek
söz
mesele Allaha kalmış, onlarla bizim aramızda hüküm verecek yine odur. Çünkü hakimler
bizim
adil
olan dinimizi ifsad etmektedirler. Hazreti Peygamber Aleyhüsselatu Vessellamın bizlere tebliğ
ettiği
o yüce dininden ve onun şeriatından
ancak bize onların davranışları sebebiyle bir isim bir de
resim
kalmıştır.» Bu, o günkü kadılarla ilgili bir durumdur. Ya zamanımız kadıları hakkında ne
denir?
Bugünküler onları aşmışlar hatta aldıkları rüşvetin helal olduğuna itikat ederek, helal
olduğunu
sanarak almaktadırlar. Gerekçe olarak ta «Sultan da bizden alıyor ve bize almamız için
izin
veriyor.» gibi batıl mesnetleri kendilerine mesnet kabul ediyorlar. Hatta bazılarından
Ebu
Suud'un
bu konuda fetva verdiğini bile naklettiğini duydum. Zannedersem bu o büyük alime
bir
iftiradır.
Bununla ilgili şahadet babından
önce zikredeceğimiz meselelerle karşılaştırmanı istiyorum.
Güç
kuvvet yalnız Allahtandır, iltica yalnız onadır.
«Yine
o kabildendir ilh...» Yani rüşvet
yoluyla göreve gelme kısmından sayılır. Buna zamanımızda
mukataa
ve iltizam adı verilmektedir.
Mesela bir bölgenin hüküm verme
yetkisi bir kimseye tevdi edilir,
bir başkası da ona bir bölgede hüküm vermek üzere bir miktar para verecek olursa, daha
sonra
mahsul adı altında aldıklarının tümü de kendisine kalacak olursa bu durumda rüşvet yoluyla
göreve
gelme demektir. Hayriye'de bu gibi kimseler hakkında nazmen ifade edildiğine göre,
bunların
dini bakımdan inançlarının bile zedelenmiş olduğu söylenmektedir.