KİTABU'L KAZA
BİRİNİCİ BÖLÜM
METİN
Çoğu
kez anlaşmazlıklar borçlarda, alışverişlerde vuku bulduğundan bu bölümü
onlardan sonra
zikretmiş,
çünkü anlaşmazlıkları gidermenin yolu budur.
Kaza
lügatte hükmetmek, hüküm vermek
manasınadır. Şeri ıstılahta ise «anlaşmazlıkları giderme,
anlaşamayan kişileri ayırma» şeklinde tarif edilmiş başka tariflerin olduğu da beyan edilerek
bunların
yerinin daha geniş kitaplar olduğu
da ilave edilmiştir.
Kazanın
rüknü altıdır. Bunları İbnül Ras
isimli müellif şu sözleriyle nazmen ifade etmiştir: «Her
hüküm
verme olayının tarafları altıdır tahkikten sonra belirir. Bunlardan biri hükümdür, diğer biride
mahkemenin
verdiği karardır. Biride lehinde karar verilen öbürü ise aleyhinde karar verilendir.
Beşincisi
hakim, altıncısıda karar vermede izlenilen
yoldur.»
Şahitliğe
ehil olan kişi kazaya da ehildir. Yani şehadet ehli olan herkes müslümanlar arasında karar
vermeye de yetkilidir. Kadı haşiyelerinde
böyle zikredilmiştir. Ancak bu
ifadeye yapılabilen îtiraz,
gayri müslim kişinin de kendileri arasında yani İslam ülkesinde yaşayan gayri müslim ehli zimme
dediğimiz
kişiler arasında hüküm vermesi için hakim olması da caizdir sözüdür. Zeylai Hakem
bahsinde
böyle demiştir.
İZAH
Hidaye isimli eserde kaza ile ilgili bölümü hakimin bu konuda takınması gereken tavır ve onun
edebi
ile ilgili olması bakımından Edebülkadı diye bahsetmektedir. Bunun içinde
kadı olacak yani
hakim
olacak kişiler için gerekli olan vasıfları saymıştık. Sakınması gereken hususları da bunlara
eklemiştik. Zaten edep kelimesi lügatte toparlamak çağırmak manasına gelir. Ki insanları yemeğe
veya herhangi bir toplantıya çağırmak, davet etmek
manasınadır.
Hidaye'de bu bölüme kadı ile ilgili hususlarda takınması gereken tavırları, lehinde ve aleyhinde olan
hususları
bilmesi ve hayır diyebileceğimiz bütün vasıfları
zatında cem etmesine yönelik olması
bakımından
Edebülkadı adı verilmiştir.
Fethü'l-Kadir'de meselenin tamamı açıklanmıştır.
«Çoğu
kez münakaşalar ve anlaşmazlıklar borçlarda ve alışverişlerde vuku bulduğundan
ilh...»
Hidaye şerhleri İnaye ve Fethü'l-Kadir'de böyle zikredilmiştir.
Bu da açıkça şunu ifade etmektedir;
kazadan
maksat burada hükümdür, hüküm vermektir. Buna göre de davanın
sonunda bunun
zikredilmesi gerekir idi. Yine bu bölümün önce geçenlerden sonra zikredilmesinin gerekçesinin de
açıklanması önemi sayılan mesele idi, böyle ifade edilmiştir. Buna cevap olarak onların maksatları
kimlerin
hüküm vermeye yetkili olduğunu
açıklamaktır ki bu da hüküm verecek kişi nezdinde
davanın
sahih olması şartına bağlıdır.
Binaenaleyh hükme esas teşkil edecek davaların çoğu kez
borçlarda
ve mutlak havalelerde ve benzeri
meselelerde olduğu için onlardan sonra zikretmenin
daha
uygun olacağı açıkça ortaya çıkmış olmaktadır. Nehir.
«Lügatte
hüküm etmek hüküm vermek
manasınadır ilh...» «Rabbın kendisinden başkasına ibadet
etmememizi
ilzam etti.» mealindeki ayeti kerimede kaza kelimesi hükmetti, ilzam etti manasına
gelmektedir.
Diğer bir manası da bir işi bitirmek, sona erdirmektir. Mesela ihtiyacımı giderdim, o
mesele
ile ilgili durumu sona erdirdim manasınadır. Ayrıca vurdu ve öldürdü, onun hayatını sona
erdirdi
manasına da gelmekte ve hayatının son bulması manasına kullanılan Gadanabbehu ifadesi
de
hayatın sona ermesi, son bulması
manasınadır. Ayrıca eda etmek, yerine getirmek, sona
erdirmek
manasına da gelir. Yaratmak, kılmak, takdir etmek manaları da bu kelimenin çok
kullanılan
manaları arasındadır. Kaza ve kader ifadesi de bu kabildendir.
«Fıkıh
ıstılahında husumetlerin fasledilmesi anlaşamayan kişilerin arasının bulunması demektir
ilh...»
Bu tarif Bahır'da Muhit isimli esere nisbet edilmektedir. Ancak bu ifadeye «özel bir
metodla»
(özel
bir yol ile) ifadesi de eklenmesi
gerekir. Aksi halde iki hasım arasında sulh olma da bunun
içine
girebilir. Onu tarif dışı tutabilmek için «özel bir yolla» diye kayıtlaması
şarttır.
«Diğer
başka tariflerde kullanılmıştır ilh...» Bunlardan biri de Allame Kasım'ın şu sözüdür: «Dünyevi
masalihi
temin bakımından kendisinde çoğu kez niza vuku bulan birbirine yakın
ictihadı
meselelerde bağlayıcı bir hükmün tesisidir.» Bu ifade ile icma hilafına verilen hüküm tarif dışı
kalmış,
hadise olmayan (vuku bulmayan) meseleler hakkında verilen kararlar do hüküm olma
niteliğinde
olmadığından tarif dışı kalmıştır. Yine ibadetle ilgili meseleler hakkında verilen hükümler
de
bu manada kaza ve hüküm verme
manasında olmadığından tarifin
dışında kalmış olmaktadır.
Allame
İbnül Karsın ifadesi de buna yakın bir ifadedir. Şöyle ki. «Gerçekte şer'an var olduğu kabul
edilen
bir olay hakkında zahiri itibarıyla
belirli cümle ve ifadelerle bir
hüküm vermek ve tarafları
ilzam
etmektir.» şeklinde de tarif edilmiştir. Buradaki «ilzamdan» maksat mümkün mertebe tam bir
takdiri
ve kararı belirtmektir.
Zahir
ifadesini kullanmıştır, çünkü bizatihi emirde ilzam yalnız Allah'a mahsustur. Belirli bir kelime
ve
cümle ifadesiyle de -ki bunlar ilzam
ettim hükmettim hüküm verdim nafiz kıldım gibi ifadelerdir-
varlığı
şer'an kabul edilen ifadeler, yani sözü ile de kendi görüşü veya zulme dayanarak verilecek
kararın
tarif dışı kalmasını sağlamak içindir.
Yine
şeklen ifadesi ile de görünüşte zahiren mesele böyledir. Bu da mahkemenin vermiş
olduğu
karar
şer'i bir vakıayı açıklayıcı
mahiyettedir. Vakıaya ters de olsa ona yeni bir durum ve hüküm
isbat
edici mahiyette değildir. Bazıları Ebu Hanife'nin «Yalancı şahitlerin şehadetine dayanarak
fesih
ve akidlerde hakimin verdiği hem
zahiren hem batınan geçerlidir.» sözünden yeni bir hüküm
isbat
ettiğine istidlal etmişlerse de bu uygun görülmemekledir. Çünkü
şer'i olaylar aslında sabittir,
mevcuttur.
Mahkemenin kararı, şariin bu
konuda vermiş olduğu hükmü zahirde
açıklayıcı, takrir
edici
mahiyette olmakta, yeni bir husus isbat etme durumu söz konusu olmamaktadır. Çünkü şer'an
bazan
olmayan mevcut, bazan da mevcut yok
kabul edilebilir. Mesela batıda ikamet eden bir
erkeğin
şarkta ikamet eden bir kadınla evlenmesi ve evlilikten altı ay sonra bir
çocuk doğurması
halinde,
bu çocuğun nesebinin o kocaya ait
olduğunu kabul etmek, hükmen burada
onların
birleşmelerini kabul etmeye dayanmaktadır. Çünkü mümkün olan
husus, burada gerçekten vaki
olmuş
mesabesinde kabul edilmektedir. Bu da çocuğun nesebinin zayi olmasını önlemek içindir.
Çünkü
ortada çocuğun nesebini isbat
edecek ve o nesebin varlığını kabul
edecek bir akit mevcuttur.
«Kazanın
rüknü altıdır ilh...» Bu tartışılabilir. Çünkü burada kazadan maksat yukarda belirtildiği gibi
hüküm
vermektir. Hüküm vermek ise yukarda sayılan altı husustan biridir. Buna göre hüküm,
kendisi
için bir hüküm olmuş oimaktadır. Durum böyle olunca burada uygun olan Bahır'daki şu
ifade
olsa gerektir ki o da ona delalet eden söz ve fiilden ibarettir. İlerde açıklaması gelecektir.
«İbni
Gars'ın nazmen beyan ettiği gibi
ilh...» Bu zat Ebu Yûsûr Bedreddin
Muhammed İbni Gars
olarak
bilinen meşhur kişidir. Bu zatın yukardaki iki beyit
üzerine şerh mahiyetinde bir risalesi
mevcuttur.
Adı Elfevakinul-bedriye Filbahsi
antrafil Gadaya El-Hükmiye'dir.
Yine bu zata ait Akaidi
Nesefiye
üzerine Taftazâninin yazmış olduğu şerhe bir haşiya ve şerhi
vardır.
«Hüküm
olayındaki taraflara ilh...»
Buradaki olaydan maksat karşılıklı dava konusu olan
anlaşmazlık noktasıdır. Mesela bir alışverişle ilgili dava buna örnek olabilir. Bunun hükmü
de buna
delalet
eden bir lafzın bulunmasıdır.
Hükmün
sahih olması ve hükme davanın
elverişli olması ve müddai dediğimiz
kişinin hakkının sabit
olup
olmaması bu şartların bulunmasından sonra verilecek karara bağlıdır. Dolayısıyla karan ihata
eden
taraflar mesabesinde olduğu için verilen hükümde bu altı
hususun bulunması gerekir, Bir
insanın
tam insan olabilmesi elinin ayağının tam olmasına bağlı olduğu gibi.
«Hüküm
kelimesi ilh...» Yukarda tarifine temas etmiştik. Orada bunun sözlü ve fiili olabileceğine
işaret
etmiş idik. Sözlü olan hüküm ilzam ettim, karar verdim, hüküm verdim gibi
ifadelerdir. Yine
beyyinenin ikame edilmesinden sonra yanında olan katibine parayı
ondan iste onu mesul tut gibi
ifadeler
de bu kabildendir.
Bize
göre sabit olmuştur, sözü de
yeterlidir. Bana zahir olduğuna göre
veya benim kesin olarak
bildiğim
şeklindeki ifadelere dayanarak vermiş olduğu hüküm aslında
sahih olan kavle göre hüküm
sayılmakta.
Hidaye isimli eserde bunun böyle olduğuna şehâdet ederim
ifadesi de yeterli
sayılmaktadır.
Tetimme isimli eserde bununla hükmün sabit olup olamayacağının ihtilaflı olacağı
nakledilmiş, fetva verilen kavle göre Haniye ve diğer muteber eserlerde beyan edildiği gibi, hüküm
sayılacağı
belirtilmiştir. Meselenin tamamı Bahır isimli eserde mevcuttur.
Yukarda
adı gecen müellifin Fevâkihûl Bedriye
isimli eserinde zikrettiğine
göre mezhepte mutemet
olan
görüş de budur. Günümüz alimleri ve
güvenilir kişilerin ifade
ettiklerine göre bu ifadelerle
hüküm
verilmiş olmamaktadır. Bunun içinde
şöyle ifade edilmiştir: Hakim nezdinde hüküm ve
hükmün
gerekçeleri meydana geldikten sonra
şöyle ifade edilmesidir. Eğer bu sabit olma hükmün
mukaddimesi
mesabesinde olan hususlarda ise mesela tescil eden kişinin ifadesine göre malın
satışa
kadar satıcının mülkünde olduğu anlaşılmıştır ifadesi eğer bu malın mülkiyetinin müşteriye
intikali
ile ilgili ise bu kadarını söylemek hüküm sayılmamakta, yani müşterinin mülküne intikal
ettiğine
dair karar kesinlikle belirtilmedikçe bu ifade hüküm
sayılmamaktadır.
Hükmün
Tenfizi
Tenfizde
asıl olan hükmün olmasıdır. Çünkü tenfiz hüküm hakkında kullanılan ifadeden ibarettir.
Mesela
senin hakkında hükmü infaz ettim, yürürlüğe koydum demektir. Bunun için de fukaha başka
bir
mahkemenin vermiş olduğu karar
kendisine getirildiği taktirde o şartlara binaen hükmü infaz
etmesi
yürüriuğe koyması da tenfiz demektir ki, şer'i manadaki tenfizde bu olsa gerektir. Çünkü
zamanımızdaki tenfiz çoğu kez ikinci hakimin birincisinin vermiş olduğu hükmü
bilmesi ve verildiği
şekilde
aynen kabul edip onu açığa çıkarmasıdır ki buna irtisal adı verilir.
Hakimin
emri o konuda hüküm müdür,
değil midir sorusunun cevabı
ise, fukahaya göre, aleyhinde
dava
açılan kişinin hapsedilmesi hakkında verdiyi emir, o konu
hakkında bir karar ve hüküm
mesabesindedir. Aynen (ödemesi gerekeni) emrinde olduğu gibi. Ancak fakirler için yapılmış olan
vakıftan
bir miktarının vakfedenin yakınlarından birine verilmesi şeklindeki emir o konuda verilmiş
bir
hüküm ve karar sayılmamakta, ancak akraba olmayan başka bir fakire verilmesi, sarfedilmesi
şeklindeki emri ise hüküm olarak kabul edilmektedir. Evi teslim et sözünde ise fukaha ihtilaf
etmişlerdir.
Bu mesele ile ilgili hükümler Nehir ve Bahır isimli eserlerde açıklanmıştır.
Şarih
feri meselelerle ilgili olarak bu faslın sonunda Bezzaziye'ye tabi olarak hüküm olduğunu
mutlak
bir şekilde ifade etmiş, ancak vakıf meselesini istisna etmiştir. Meselenin tamamı ilerde
gelecektir.
Sözlü
ifadelerle ilgili hüküm yukarda
geçti. Fiili olan hüküm ise aşağıdaki feri meselelerde
gelecektir. Mesela hakimin herhangi bir fiili hüküm sayılır. Bundan iki mesele müstesnadır. İbnül
Gars
dediğimiz fakihin tahkikine göre, hüküm sayılmamaktadır. Bu konuda Bahır ve Nehir isimli
eserlerde uzun uzadıya söz edilmiştir. Yine ilerde açıklaması gelecektir.
«Hükümde
rükün sayılan hükümlerden biride hakkında hüküm verilen husustur ilh...» Bu da dört
kısımdır: 1) Yalnız Şari'in hakkı olan mesela zina ve şarap içmeden dolayı vurulması gereken
hadlerde,
2) Sırf kul hakkı olanlarda ki onlarda, bilinen hususlardır. 3) İki hakkın birleşmesi ve
Cenab-ı
Hakk'ın hakkının daha galip olmasıdır ki sirkat ve kazif buna örnektir. 4) Kul hakkının galip
olmasıdır
ki kısas ve tazir bunlardandır. İbnül Gars'a göre bunun şartı da malum olmasıdır. Bahır.
Bedai.
Buna göre bir hükmün gereği ile hüküm vermek ancak o hükmün tek olan mucibinin
varlığına
bağlıdır. Mesela satışın gereği, talakın gereği veya azad etmenin gereği ile hüküm verecek
olursa
ki satışın gereği, mülkiyetin sabit olması, azad etmenin gereği, hürriyetin sabit olması,
talakın
gereği ise karı koca arasındaki nikah bağının zail olmasıdır. Ama mucip birden fazla
olacak
olursa
bakılır. Biri diğerini gerektiriyorsa sahihtir. Mesela kefil ve asil borçluya borçlu olmalarına
dair
hüküm vermek gibi. Çünkü kefalet
gereği, hem kefili borçlu saymak hem de mevcut olmayan
asil
borçluyu borçlu kabul etmektir. Eğer
durum böyle olmayacak olursa, hüküm verilmiş
sayılmamaktadır.
Mesela bir akarın satışı ile ilgili meselede anlaşmazlık vuku bulsa, Şafii kadı
bunun
gereği ile hüküm verse, bununla
komşunun şuf'a hakkından men edilmesi sabit olmaz.
Onun
için Hanefi kadısının komşu ile ilgili şuf'a hakkına karar verme yetkisi vardır. İbnül Gars bu
konuda
uzun uzun bahsetmiştir. Şarih'te
bundan ilerde bahsedecektir. Ancak bütün bunlar daha
çok
hükümde dava açmanın şart olmasına racidir. Nitekim Bahır da buna işaret edilmiştir. Aşağıda
davayı yürütürken başvurulması ve izlenmesi
gereken yolla ilgili bölümde açıklanacaktır.
«Hükmün
diğer bir şartı da lehinde hüküm verilendir ilh...» Bu Şar'i olabilir. Mesela Şar'in hakkı
olan
hukuk-u mahza dediğimiz haklarda veya kul hakkıyla şer'in hakkının birleşmesi halinde şer'in
hakkının
galip olduğu meselelerde olduğu gibi. Bu meselelerde davaya gerek yoktur. Ama yalnız
kul
hakkı olur, veya kul hakkıyla şer'in hakkı birleşir, kul hakkı daha galip olur, davacıda kul olursa
o
zaman davaya gerek
vardır.
Müddai
dediğimiz davacıyı fukaha istemediği takdirde, husumete ve dava açmaya zorlanmayan
ona,
mecbur edilmeyen kişidir diye tarif etmişlerdir. Yani dilediği zaman dava açan, dilediğinde
davayı terk eden kişi demektir. Başka tarifleri olduğu da söylenmiştir. Ancak bu konuda icmaen
kabul
edilen bir şart vardır. O da davayı
açan kişinin hüküm meclisinde
hazır bulunması veya onun
yerine
birinin kaim olması gerekir ki bu da vekil, veli, veya vasi olabilir. Lehinde hüküm verilen kişi,
mahcur
olduğu taktirde hazır olmayan kişi
mesabesindedir. Fevakihi Bedriye
isimli eserden özetle
bu
hususları nakletmeye
çalıştık.
«Diğer
bir şart da aleyhine hüküm
verilendir ilh...» Bu da daima kul
olmaktadır. Ancak kul belli bir
kişi
veya birden fazla kişiler olabileceği gibi. Mesela bir öldürme olayına birkaç kişinin iştirak
etmesi
halinde hepsi aleyhine kısasla verilen hükümde olduğu gibi, belirli olmayabilir de. Mesela
asli
hürriyetle ilgili verilen hükümde olduğu gibi. Burada verilen hüküm belirli bir kişiyi değil, bütün
insanları
ilgilendiren ve onlar için geçerli sayılan hükümdür.
Asli
olmayıp ta arızi olan hürriyet meselesi -ki azad etme yoluyla gerçekleşen hürriyet- bunun
hilafınadır.
Çünkü o genel değil cüzidir, yani yalnız azad edenle ilgilidir.
Vakıf
konusunda fukaha ihtilaf etmişlerdir. Müftabih ve sahih olan görüşe
göre, bütün insanlar
aleyhine
verilmiş bir karar olmamakta, daha sonra bu konuda bazı kişilerin mülkiyet davası
dinlenebilmekte veya onda başka bir vakıf davası isbat edildiği takdirde geçerli sayılmaktadır.
Aleyhinde
hüküm verilen mahkumualeyh dediğimiz mükellef. Şer'i hukuk bakımından kendisinden
hak
kamilen alınan istenen kişi demektir. Bu isterse aleyhinde dava açılan olsun veya olmasın.
Nitekim
yukarda bana işaret edilmiş idi.
Yine aynı eserden özetle bu ifadeleri nakletmeye çalıştık.
Burada
şunu da ilave etmek gerekir.
Musannıf bu bölümün sonunda bu konuda
bir ihtilafın
olduğuna
yer verecektir. Özellikle mevcut olmayan gaip kişinin aleyhine mahkemenin verdiği
hükmün
geçerli olup olmayacağı konusunda
ihtilaf olduğuna ilerde temas
edecektir.
«Diğer
bir şartı da hakimdir ilh...» Bu da yo direk devletin ilk
sorumlusu olan İmam diye
vasıflandırdığımız
devlet başkanıdır veya kadıdır
(hakimdir) veya aralarında hüküm vermek üzere
seçtikleri hakemdir. İmam dediğimiz devletin birinci sorumlu ve yetkilisi hakkında ulemamız şöyle
demektedir: Adil olan sultanın hükmü nafizdir. Kadın olduğu taktirde bu hakimin hudud ve kısasın
dışında
hükmünün geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Zira ancak şahadeti kabul
edilen
kişinin hakim olma, hüküm verme yetkisi vardır. Hudud ve kısas bölümünde
kadınların
şahadetine
yer verilmediği için o, konuda hakem
veya hakim olmaları da muteber değildir. Bunun
dışındakilerde ise ihtilaf vardır. Fukahanın mutlak ifadeleri cahil ve fasik olanın hükme yetkili ve
ehil
olduğu anlaşılmakta ise de ancak tartışılabilen bir husustur.
Hakem
olarak tayin edilen, kişinin ise vereceği hükmün geçerli olabilmesi için hakimde bulunan
vasıfların
kendisinde bulunması şartına bağlıdır. Hakem hudut ve kısasın dışındaki konularda
hüküm
vermeye yetkilidir. Devlet başkanı
tarafından tayin edilen hakim veya
kadının velayet
yetkileri
zaman, mekan ve bazı olaylarla mukayyettir. Fevakih. Meseleler geniş bir şekilde ilerde
anlatılacak ve orada hakimle ilgili diğer sıfat ve şartlara da ayrıca yer verilecektir.
«Davada
takip edilen yol ilh...» Hükme varabilmek için hakimin uygulayacağı yol ve metod. Hükme
konu
olan ve hüküm verilmesi gereken
meselelerin değişmesiyle değişebilir. Özellikle mahza
hukuku
ibad sayılan meselelerde ana nokta, davanın açılması, birde bu davayı isbat eden bir
hüccet
(delil)in bulunmasıdır. Bu da ya
şahit getirmek (beyyine) veya aleyhinde dava acılanın ikrar
etmesi
veya yemin etmesi veya kendisine yemin teklif edildiği zaman yeminden vazgeçmesi
veyahut kasame dediğimiz kalili meçhul öldürülmüş bir kişinin ölü olarak bulunduğu bölgede
katilin
bulunmaması halinde o bölgede takip edilecek metod ve varılacak sonuçtur ki ilerde bunun
geniş
açıklaması gelecektir. Veya hakimin hüküm vermek istediği
konuda yeteri kadar bilgiye sahip
olması
veyahut yeterli, açık derecede karinelerin bulunması ve bu karineler sebebiyle bir bakıma
kesinlik kazanmış bir durum arzeden hallerin ortaya
çıkmasıdır.
Bu
konuda şöyle bir misal vermişlerdir:
Bir kimse kanlı bir bıçakla bir evden çıksa, koşarak korku
içinde
oradan uzaklaşsa, eve girdikleri zaman henüz kanı sıcak, boğazlanmış bir insana rastlasalar
ve
orada başka hiç kimse ile de karşılaşmayacak olsalar oradan çıkan ve kaçan kişinin tek olarak
orada
bulunduğuna kanaat getirilecek olursa, bütün bu karineler katilin o kimse olduğunu, katil
zanlısı
olarak muhakeme edileceğini göstermektedir. Çünkü bu konuda hiç kimse o çıkan kişiden
başkasının katil olduğunu düşünemez. Bu konuda birinin onu boğazlayıp duvara tırmanarak
kaçmış
veya kendi kendini boğazlamış
şeklindeki ihtimaller uzak ihtimaller olması bakımından
bunlara
iltifat edilmemekte, böyle bir
ihtimal de delilden kaynaklanmadığı
için muteber
sayılmamaktadır.
İbnül Gars.
Eserinde
davanın açıklanmasıyla ilgili bölümde
uzun uzun bu konuda münakaşalara yer vermiştir.
Orada
tarifini, şartlarını saydıktan sonra sözlerini şöyle noktalamaktadır: «Hükme varabilmek için
uyguladığı metodlarda bir hakime göre yolların aynı olması, tamamına riayet edilmesi şart değildir.
Hatta
hakimin naibi olan kişi nezdinde açılan bir dava beyyine ile isbat edilecek olursa daha sonra
hadise
hakime intikal etse veya bunun aksi olsa sahih olmakta, o ana kadar vuku bulan hususlar
üzerine
bina etme yetkisi bulunmakta ve sonuçta karara varabilmektedir.»
Yine
aynı müellif metinde bunları bahsettikten sonra yedinci fasılda şu ifadelere de yer
vermektedir:
«Şafii ve Hanefi imamları şu meselede ittifak halindedirler ki o da, verilen hükmün
sahih
ve muteber sayılabilmesi için,
bilhassa hukuk-u ibad'la ilgili meselelerde, davanın şekline
uygun bir şekilde açılmış sahih bir dava olması ve şer'i bir husumetin bulunmasıdır. Eğer hakim
olan
kişi işin içyüzünün dış görünüşü
gibi olmadığını bilecek olursa
veya konuda karşılıklı birbirini
suçlama
gibi bir dava yoksa, iddia edenler arasında hattızatında o konuda bir kavgada yoksa,
hakimin
böyle bir davayı dinlemesi doğru olmaz ve buna binaen verilecek
hükümler de muteber
sayılmaz.
Hüküm vermek için çarelere baş
vurmak, hileli yollara gitmek sahih değildir. Ama hakim
meselenin
iç yüzünü bilmeyecek olursa mazurdur. Bu konuda vermiş olduğu hükümler geçerlidir.
Bu
da çoğu kez vuku bulan umumubelva haline gelmiş bir meseledir.»
TENBİH:
Hükmün verilmesinden sonra böyle bir hükmün (verildiğini) isbat
meselesi kalmaktadır.
Bahır'da
bunun için iki yol olduğuna yer verilmektedir. Birisi, o zamanlar devlet tarafından yetkili bir
hakim
olduğunun itiraf edilmesi hali. Eğer azledilmiş biri olacak olursa, diğer tebaadan biri
mesabesinde olduğundan ancak elinde olan bazı emanet mallar konusunda sözü kabul edilir, onun
dışında
sözüne itibar edilmez. İkinci husus ise, sahih bir dava sonucu, inkar etmemiş ise, onun
hüküm
verdiğine dair şehadetin bulunması.
Ama onun hüküm verdiğine ve
hükmünde şu şekildedir
diye iki şahit şahadet ederler, hakimde ben böyle bir hüküm vermedim derse, onların bu konudaki
şehadetleri kabul edilmez.
İmam-ı
Muhammed'in görüşü, bunun
hilafınadır. Camiu'l-Fusuleyn'de zamanımız hakimlerinin
eskiden
olduğu gibi takvanın olmaması
nedeniyle İmam Muhammed'in kavli
tercih edilmiştir. Bu
meseleye
ayrıca, metindeki «azledilmiş hakimin» sözüyle amel edilmez ifadesini açıklarken geniş
yer
verilecektir. Bununla ilgili Bahır
da birçok meseleler zikretmiştir. Onlara muttali olmak, bilmek
gerekir.
«Şahitliğe
ehil olan kişi hakim olmaya, hüküm vermeye de ehildir ilh...» Yani
hakim olan, hüküm
yeren
kişinin o konuda şahit olmaya şahadetinin dinlenmesine yer verilen o konuda yetkili
olan bir
kişi
olması şarttır. Netice olarak şahitliğin şartları olarak; Müslüman olmak, akıllı olmak, baliğ
olmak,
hür olmak, gözlerinin kör olmaması, başka birini zina suçuyla itham edipte kendisine had
vurulmuş
biri olmaması gibi şartlar onun hakim
olabilmesinin sıhhati ile ilgili şartlardır. Ayrıca
hakim
olduktan sonra hükmünün geçerli
olması da bu şartların kendisinde bulunmasına bağlıdır.
Bu
sebeple gayrimüslim kişinin hakim
olarak tayini sahih olmamaktadır.
Müslüman olacak olursa,
Bahır'da
bu konuda şöyle demektedir: «Vakıati Hüsami isimli eserde, fetva, hakimin mürted olması
ile
hemen azledilmiş olmaz. Çünkü başlangıçta iki rivayetten birine göre gayrimüslimin kadı
olarak
tayinine cevaz vardır. Buna göre
gayrimüslim hakim olarak tayin edilir, daha sonra müslüman
olacak
olursa yeniden ona hakim olması konusunda yetki verilmesine ihtiyaç var mıdır
meselesinde iki rivayetin olduğu
zikredilmiştir.»
Bununla
şu husus açıklığa kavuşmuş olmaktadır: Gayrimüslim bir
insanın hakim olarak tayini
sahihtir.
Her ne kadar verdiği hüküm geçerli olmasa da. Ancak bu hükmü bir müslüman aleyhine
olması
halinde geçerli değildir. Yani gayri müslim iken bir
hakimin müslüman aleyhine verdiği
hüküm
geçerli sayılmaz. Bahır. Bu da
yukarda fetva konusu olan mürted
olmakla hakimlikten
otomatik
azledilmiş olmaz, sözüne dayanarak gayri müslimin hakim tayin edilebileceği rivayetini
tercihten
ibarettir. Bu da musannıfın
hakemle ilgili bölümde sahih olmayacağına dair tercih ettiği
rivayetin hilafınadır.
Fetih
isimli eserde, «Köle iken bir kişinin hakim olarak tayin edilip daha sonra azad edilmesi
halinde
tayin yenilenmeden vereceği hüküm geçerlidir. Yeniden tayine gerek yoktur. Çocuğun tayin
edilip
daha sonra baliğ olması halinde verdiği hüküm bunun
hilafınadır. Baliğ olduktan sonra
yetkinin
yenilenmesi şarttır.» denilmektedir.
Ayrıca
yine bu konuda gayri müslim
biri hakim olarak tayin edilse daha sonra müslüman olsa,
İmam
Muhammed'e göre, birinci tayine
dayanarak hakim olmaya devam eder. Bu durumda gayri
müslim
kölenin durumuna benzemektedir. Aralarındaki fark ise yani bu ikisinin meselesi ile çocuk
arasındaki fark, bunların her birinin yani gayri müslimle kölenin velayetleri var, ancak bununla
birlikte
hakim olmaya mani halleri de vardır.
Kölenin azad olması, gayri müslimin müslüman olması
ile
bu mani ortadan kalkmış olmakta, mani zail olunca memnu avdet eder hükmüne binaen, onların
yetkileri
devam etmektedir. Henüz sabi iken tayin edilen çocuğun durumuna
gelince, onun hiç bir
surette
velayet hakkı olmadığından yani tayini esnasında velayeti bulunmadığından, ve buna ehil
olmadığından
daha sonra ehliyet kazanmasıyla eski
tayinin devamı söz konusu olmamaktadır.
Camiü'l-Fusuleyn'de
bu konuda, «Eğer yetkili olan kişi çocuğa veya gayri müslime ehil olduğun
taktirde
insanlara namaz kıldır veya aralarında hükmet diyecek olursa caizdir sözü, yukarda çocuk
hakkında
zikredilenlere ters değildir. Çünkü burada çocuğun velayeti şarta talik
edilmiştir. Talik
edilen
o husus, yani velayeti, şarttan önce, yani ehil olmadan önce mevcut değildir. Yukardaki
meselede ise böyle bir talik söz konusu değildir. Henüz çocukken kendisine yetki verilmiştir. Yetkili
kılınması, buluğ cağına ermesine talik edilmemiştir. Buna göre iki mesele arasındaki farkta açıkça
ortaya çıkmış olmaktadır.
Buna
göre yukarda kadılığa ehil olan kişi
ifadesinden eğer hüküm verme kastediliyor ise, gayri
müslim
ve köle olanın ehil olmadıkları ama kadı olarak tayinleri söz konusu ise, tayin
edilebilecekleri ama hükme yetkili olmadıkları meselesi arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ancak
ehliyetten kamil bir ehliyet, yani hükmü nafiz olan, verdiği hükmü geçerli olan kişi kastedilecek
olursa,
o zaman yukardaki şartlar aynen geçerlidir. Sağır olan kişinin hakim olarak tayin edilip
edilemeyeceği
meselesi ise ilerde şarih tarafından açıklanacaktır.
«Bu
hususta şu itiraz varittir ilh...»
Yani Sadi'nin haşiyesinde meselenin
müslümanlarla
kayıtlanması
durumuna itiraz varit olabilir. Buna göre
müslümanlarla kaydının
zikredilmemesi, daha
uygun olurdu. Çünkü bundan maksat şehadetin aleyhinde hüküm verilen kişi hakkında eda
edilmesi, yerine getirilmesi kastediliyor ise o zaman gayri müslim de buna dahildir. Ancak eda ile,
yani
şahadet ehli ifadesiyle eda
kastediliyor ise, bu şehadeti üstlenme (tahammül) meselesinden
ihtiraz
için zikredilmiş olur. Çünkü gayri müslim ve köle olan kişinin herhangi bir konuda şehadeti
tahammül
etmeleri, üstlenmeleri caizdir. Ama eda etmeleri sahih değildir. Zira bu edaya dayanarak
mahkeme
karar veremez. Buna göre eğer ehil olmasından maksat hakim olmaya yani tayine ehil
olması
kastediliyor ise, o zaman şehadet kelimesinden maksat onu üstlenmesidir. Köle ve gayri
müslimde
şahadeti tahammül edebileceğine göre onların hakim olarak tayinleri de
sahihtir.
Ancak
sabi dediğimiz çocuk hiçbir surette velayeti olmadığı için
bunun dışında kalır. Eğer
ehliyetten maksat hüküm verme ise, o zaman şahadet kelimesinden de maksat yalnız eda etme
hususudur.
Bunun içerisine ehli zimme hakkında hüküm vermek üzere gayri müslim bir hakimin
tayini bunun zımninde muteala edilir. Çünkü onun onlar aleyhine vereceği hüküm geçerli ve onun
hakim
olarak özellikle tayin edilmesi konuya zarar vermemektedir. Nasıl ki müslümanların
hakiminin
belirli bir cemaata tahsis edilmesi, onun kadılığına zarar vermiyor ise, gayri müslim bir
hakimin
yine gayri müslimler arasında hüküm vermek üzere tayini de zarar vermez. Çünkü
hüküm
vermeden
maksat hükmünün sahih olmasıdır.
Genelde kastedilen de budur, öyle olunca yukardaki
müslümanlarla ilgili hüküm ve kaydın tariften
çıkarılması gerekir. Ancak hakimden maksadı, kamil
bir
hakimin tarifi kastediliyor ise, o
zaman meseleye itiraz
olmamaktadır.
«Ehli
zimme arasında hüküm vermek üzere ilh...» Yani gayri müslim bir hakimin yine
gayri müslim
tebaa
arasında hüküm vermesi caizdir. Nitekim yukarda bunu izaha çalıştık ve yine yukarda beyan
edildiği
gibi bir kimsenin hakim olarak tayin edilmesi mutlak şekilde caizdir. Velevki gayri müslim
olsun.
Ancak müslümanlar aleyhine hüküm verebilmesi için
gayri müslim hakimin hüküm
esnasında
müslüman olması şarttır. Aksi halde müslümanlar aleyhine hüküm verememektedir.
TENBİH:
Fukahanın yukarda ifade etmiş olduğu
hususlardan anlaşıldığına göre, Şam şehri
yakınlarında dürzülerin sakin olduğu bölgede onların arasında hüküm vermek üzere tayin edilen
kadı
(hakim) Dürzi olduğu taktirde
veya Hıristiyan olduğu taktirde,
onlar orasında hüküm vermeye
yetkilidir.
Ancak onlardan hiçbirisinin
müslümanlar aleyhine hüküm vermeleri sahih kabul
edilmemektedir. Çünkü Dürzi denilen o bölge sakinlerinin belirli bir semavi dine intisapları yoktur.
Her
ne kadar kendilerini müslüman kesimden kabul edip kendilerini müslüman olarak tanıtsalar da.
Bu
konuda Hayriye'de, «Onların müslümanlar aleyhinde eda edecekleri şahitlikleri muteber
değildir.
Fetva da bu istikamettedir.»
denmektedir. Zahir'den anlaşıldığına göre Dürzi dediği
kişilerin Hıristiyanlar aleyhine veya hıristiyan hakimin dürziler aleyhine hüküm vermesi geçerli ve
sahihtir.
Bütün bunlar tabiki devletin tayin ettiği, yetki verdiği kişilerle ilgilidir. Ama o bölgenin emiri
sayılan
kendileri tarafından tayin edilen hakimin yetkisinin ne derece geçerli olup olmayacağı
bilinememektedir. Yalnız bu güne kadar örf, Soyda bölgesinin emirinin o
bölgelerde olan kişilere
hakim
tayın etme yetkisi vardır. Şam ve
benzeri etraf bölgelerdeki hakimleri tayine o bölge emirinin
yetkisi
yoktur. Çünkü Şam gibi vilayet ve o
eyaletlere tayin edilen kadılar, taraf-ı sultaniden
gönderilmektedir.
Fetih'te
gördüğüm bu ifadede şöyle denmektedir: «Hakim tayin etme yetkisi birinci derecede halife
ve
onun vekili sayılan ve onun tarafından ikame edilen sultanındır. Eğer kendisine bu konuda yetki
verilmiş
ise ayrıca bu sultan tarafından bölgeye emir olarak tayin edilen kişilerin, bölgenin haracını
ve
vergilerini alma yetkisi kendilerine verilmiş mutlak tasarruf hakkına sahip ise onun tayin etmesi
ve
azletmesi de sahihtir.» Yine
fukahanın burada da açıktan men edilmiş olmamaları örfen böyle bir
yetkilerinin
olmadığının bilinmemesi halinde böyledir. Zira Şam, Halep gibi bölgemize tayin
edilenlere mutlak tasarruf hakkı verilmesi ve vergileri toplama hakkına sahip olmalarına rağmen
hakim
tayin etmeye onları görevden almaya
yetkili kılınmadıkları açıktır. Dolayısıyla bunların ne
hakim
tayinine ne de hakimleri görevden
almaya yetkileri
yoktur.
METİN
Şahadete
ehil olmada aranan şartlar ne ise, hakim olmada aranan şortlar da aynıdır. Çünkü her ikisi
de
velayet babındandır. Ancak şehadet
kadı ve hakimlikten daha
kuvvetlidir. Zira şahadet hakimi
ilzam
eder. Hakimin hükmü ise ancak hasmı ilzam eder. Bunun içinde kaza ile ilgin hükümler
şahadetle
ilgili hükümlerden kaynaklanır, ondan alınır, denmiştir. İbnî Kemal.
Fasık
olan kişi şahadete ehli olduğundan hakim olmaya da ehildir. Ancak hakim tayin
edilmemelidir. Eden kişi aynen şahadetini kabul eden gibi günahkârdır. Fetva da bu istikamettedir.
Kaidiye isimli eserde bu şu ifade ile kayıtlanmıştır: «Doğru söylediği kanaati hakim olması halinde
fasikin
şahadeti kabul edilir.» Dürer. Ebu Yusuf; toplum içerisinde kişiliği ve yeri bulunan fasığın
durumunu
istisna etmiş, şahadetinin kabulunün gerektiğini söylemiştir.
Bezzaziye. Bu hususta
Nehir'de;
(Buna binaen günahkar olmaz. Böyle bir kişiyi, hakim olarak tayin eden de günahkar
olmaz.
Çünkü şehadeti kabul edilen her insanın, hakim olarak tayin edilebileceği söz konusudur.
«Ancak ikisi arasında fark vardır» denecek olursa, o zaman durum değişir» denmektedir.
Ben
derim ki: Bu rivayetin zayıf olduğu ilerde
gelecektir. Yeri ve kaynağına bakılmasında yarar
vardır.
Ebussuud efendinin Maruzat isimli
eserinde konuyla ilgili olarak şu
ifadelere yer verilir:
«Zamanımız
hakim ve kadıları arasında eşitlik olunca bilhassa zahiren adalet konusunda kimlerin
tayin edileceği konusunda sadır olan fermanda öncelikle diyanet ve adalet konusunda daha
yeterli
olan
kişilerin tayin ve takdim edilmeleri vardır. Dünyevî konularda birbirine düşman olan kişilerin,
birbirleri
aleyhinde şehadetleri kabul edilmez. Hatta böyle bir şehadete binaen hüküm verilecek
olursa,
bu hüküm geçerli değildir. Mesele, Yakup Paşa tarafından özelikle zikredilmiştir. Düşmanın
düşman
aleyhine şahadeti kabul edilmediğine
göre onun aleyhinde hüküm, vermesi de sahih
olmamaktadır.» Nitekim yukarda Kaidede beyan edildiği
gibi hükme yetkili olan kişinin,
şehadete de
yetkili
ve ehil olması şartı var idi. Mısır
müftüsü Şeyhülislâm Emirüddin İbni Abdül de bu hususta
fetva
vermiştir.Musannıf, Menih isimli eserinde, «Düşmanın düşman aleyhinde vereceği raporların
hükmü
de böyledir, geçerli değildir»
demektedir. Daha sonra Vehbaniye şerhinden yapılan bir nakle
göre
Hanefi, mezhebinde düşman aleyhine bir hakimin karar vermesinin geçerli olmayacağı
meselesi, bir nakle dayanmamaktadır. Kadı (hakim) adil olduğu müddetçe hükmü geçerlidir.»
denmektedir.
İbn-i Vehban ise konuyu daha başka bir şekilde de izah etmektedir.. «Eğer hakim
kendi
ilmine (bilgisine) dayanarak hüküm
veriyor ise caiz değildir. Ama adil kişilerin şehadetine
dayanarak insanlar huzurunda dinlenen şehadeti ve onların huzurunda o şahadete dayanarak
hüküm
verecek olursa
caizdir.»
Ben
derim ki: Muhiddin isimli kadı, manzum eserinde bu tefsiri benimsemiş ve nazmen şöyle
demiştir:
«Eğer kadı, düşmanı aleyhine hüküm verirse, - adil
olduğu takdirde- - o hükmü sahih ve
kesinlik kazanır. Bazı, alimler bu konuda şu tafsili de yapmışlardır: Eğer hakim kendi ilmine
(bilgisine)
dayanarak hüküm verirse kabul edilmez
ama bu bir topluluk huzurunda adil
şahitlerin
şahadetine
dayanarak hüküm verirse, hükmü
makbuldür, kabul
edilir.»
Ben
derim ki: Adil olmayan bir yetkili tarafından hakim tayin edilir mi, edilmez mi? Bu meselenin
açıklanması esnasında Bahır, Ayni, Zeylai, musannıf ve diğer fakihlerin
bir takım nakilleri vardır. Bu
nakiller
de Nasihi isimli müellifin Hassafa ait Edebü'l Kadı isimli kitabını ihtisar ettiği eserinden
nakledilmekte ve şöyle denmektedir: Şehadet caiz olmayanın hükmü de caiz değildir. Hükmü caiz
olmayanın
da yazısına itibar edilmez. Buradaki yazıdan maksat, hakimin düşmanı hakkında rapor
etmesi
veya dosya hazırlaması veya düşmanın düşman aleyhinde rapor vermesi demektir. Bu da
musannıfın
benimsediği görüşün sarih bir ifadesidir. İtimad edilen görüşte budur. Hatta Şafii
mezhebinin
muhakkiklerinden İmam Remlî'de bu mesele ile fetva vermektedir. Ben de, bizatihi
onun
yazısından şu ifadeleri naklettim: «Bir kimse düşmanı aleyhinde hüküm verse, daha sonra
onun
düşmanı olduğu açıkça ortaya çıksa,
vermiş olduğu hüküm geçersizdir,
batıldır.»
Şurumbulali'nin
Vehbaniye şerhînde, «Aralarında düşmanlığın sabit olması, ırz ve namusu ile ilgili
bir
iftirada bulunması, yaralama ve öldürme olayı, borcunu vermemesi, mumatele etmesi olayları ile
sabit
olur herhangi bir konuda dava
açmaları sebebiyle meydana gelen düşmanlık ise muteber
değildir,
Her ne kadar bu konu şahadete mani ise de bilhassa muhasemenin vuku bulduğu konuda
şahadet
muteber olmaz. Mesele vekîl tayin edilen kişinin vekil tayin edildiği konu ile ilgili şahadetini
vasinin
vasiyetle ilgili şahadeti ortağın ortaklıkla ilgili şahadetlerinin kabul edilmediği gibi. »
denilmiştir.
İZAH
«Şahadete
ehliyetin şartı, hakim olma ehliyetinin şartıdır ilh...» Bu cümle yukardakinin aynen
tekrarıdır.
Yani şahadete ehil olan hakim olmaya da ehildir, hakim olmaya ehil olan da şahadete de
ehildir
demektir. Bundan da anlaşıldığına göre musannıf birinci cümleyi Kenz ve diğer bazı
eserlere
tabi
olarak zikretmiş, ikincisini de Dürer metni Gurar'a göre zikretmiş olmakta, her ne kadar bu
konuda
fasıkın şahadete ehil olup olmadığını belirtmek için buna ihtiyaç duymuştur şeklindeki
mazeretleri de bir fayda sağlamaktadır. Ne olursa olsun ifade yukardakinin aynen tekrarıdır.
«Fasık
şahadete ehildir ilh...» İlerde fasık kimdir, fısk nedir, adalet nedir, şahadetle ilgili bölümlerde
bunlar
açıklanacaktır. Bu meseleyi burada açıklaması, bu cümleyi burada zikretmesi bazı
kimselerin zannını bertaraf etmek içindir. Ki onlara göre, fasık olan hakim olmaya ehil değildir.
Dolayısıyla verdikleri hüküm sahih olmaz. Fıskından dolayı onların verdikleri hükme
güven
duyulmaz. Bu üç imamın görüşüdür. Tahtavi de bunu
benimsemiştir. Ayni bu konuda fetvanın da
bilhassa
zamanımızda bu kavle göre verilmesi gerekir, demektedir.
Ben
derim ki: Eğer bu, nazarı itibara alınacak olursa, bilhassa zamanımızda hakim tayini
konusunun
artık kapanmış olması gerekir. Bunun içinde musannıfın kabul ettiği ve fasık olan
kişinin
hakim tayin edilebileceği görüşü daha sahihtir. Nitekim Hülasa'da da bu görüş
benimsenmiştir. İmadiye. Nehir'de beyan edildiğine göre bu konuda söylenen ifadelerin en uygunu
da
ve en sahihi de bu olsa
gerektir. Fetih'te ise, «Kudretli ve otoriter sultan tarafından
tayin edilen
herhangi
bir hakimin hükmü geçerlidir. Velevki bu tayin edilen hakim cahil ve fasık da olsa. Bize
göre
zahirul mezhepte budur. Yani Hanefi
mezhebinde delil bakımından kabul edilmesi gereken
Zahirur
rivayeninde desteklediği bu olsa gerektir» Buna binaen de onun hükmü sahih olmaktadır.
Zira
cahil olan kişi için başkasından hükmü öğrenerek fetvasını alarak hüküm verme imkanı
mevcuttur.»
denmektedir.
«Ancak fasık olan kişinin kadı olarak tayin edilmemesi gerekir ilh...» Bahır'da ve diğer eserlerde bu
vacip
olarak değil, bir öncelik olarak kabul edilmektedir. Yani evla olan bu tip insanların
şehadetinin
mahkemece kabul edilmemesidir. Kabul edildiği taktirde hüküm verilse caizdir.
Fetih'te,
«Delilin gereği helal olmaması ve buna dayanarak hüküm
verilmemesidir. Verildiği taktirde
caiz
ve geçerlidir. Ancak bunun gereği günahkar olur. Cenabı Hakkın, «Sizlere bir fasık herhangi bir
haber
getirdiğinde onu araştırın.»
buyurması ve bu ifadenin zahiri, araştırma yapmadan onun
sözünün
ifadesinin ve bu tip insanların
şahadetinin kabul edilmeyeceği bunun
helal olmadığına
delalet
etmekte ve aynca şahitler hakkında gizli ve aleni soruşturma yapılmasının
gerekli olduğu,
hasmına
ta'n edip etmediği bilhassa hudud ve kısasın dışında da olsa bütün haklarda sahibeyne
göre
ki mûftabi olan da budur. Soruşturma
yapmadan hüküm vermesi araştırma
görevini terk
ettiğinden
fasıkın sözüne itimad ederek hüküm vermiş olduğundan günahkar
olur.»
denmektedir.
İbn-i
Kemal ise bu konuda, «Bir kimse fasık olan bir kişiyi hakim tayin etse günahkardır. Hakim
olan
kişi fasıkın şahadetini kabul etse günahkardır.» demektedir.
«Fetvada
bununla verilmiştir ilh...» Bu ifade
metinde geçen fasıkın şahadete ehil olması dolayısıyla
hakim
olmaya ehil olması ile
ilgilidir. Fetvada bu istikamettedir
denmek istenmiştir. Yukarda açıkça
belirtildiği
gibi sahih olan ve Hanefi mezhebinde
muteber görüşün de bu olduğu
belirtilmiş idi. Ama
böyle kimselerin vazifeye getirilmemesinin vacip olduğu istikametindeki sözleri tartışılabilir.
«Kaidiye
isimli eserde bunu şu kayda
bağlamıştır ilh...» Yani fasık olan
kişinin şahadetinin kabul
edilmesi, galibizan olarak doğru söylediği kanaatine varılması
halindedir. Bu ifadede daha sonra
gelecek hususlardan anlaşılmaktadır. Dürer'de «Hakim fasığın şahadetini kabul etse ve buna
dayanarak hüküm verse günahkardır. Ancak hükmü
geçerlidir,» denmektedir. Fetavayı Kaidiye'de
bunun
doğru söylediğine dair zannı galip hasıl olursa böyledir şeklinde de kayıt vardır.
Ben
derim ki: Bunun zahirinden anlaşıldığına göre günahkar da olmaması gerekir. Çünkü gereken
araştırma
yapılmıştır. Zira ayeti kerimede emrolunan araştırma burada gerçekleştirilmiş, onun
galiben
doğru söylediği kanaatine varılmıştır.
Tahtavi
der ki: «Eğer ki kadının zannı galibine göre doğru söylemediği, yalan söylediği anlaşılacak
olursa
veya doğru söyleyip söylemediği eşit olacak olursa hakimin onun şehadetini kabul
etmemesi
ve bu şehadete binaen hüküm
vermemesi
gerekir.»
«Ebu
Yusuf istisna etmiştir ilh...» Yani
hakimin şahadetini kabul ettiği taktirde hüküm vermesi ile
günahkar
olması meselesinden Ebu Yusuf fasikin durumunu istisna etmiştir. Bundan maksat da
hakimin
galib zannına göre doğru söylediği
anlaşılırsa ifadesi olsa gerektir. Bu da yukarda Kaidiye
isimli
eserden nakledilen ifadenin zımninde mevcuttur, ayrıca ifadesine gerek yoktur.
«Bu
meselenin zayıf olduğu ilerde gelecektir ilh...» Yani şahadet bahsinde bu kavlin zayıf olduğu
söylenecek ve şöyle denecektir: «Kınye'de, Mücteba'da doğru
söyleyen kişilik sahibi kişinin fasık
da
olsa şahadeti kabul edilir şeklindeki ifadeleri, Ebu Yusuf'un kavlidir. Kemal İbn-i
Hümam bu
görüşü
zayıf addetmiş gerekçe olarakta
nass karşısında zannı galibe dayanarak verilmiş bir
hükümdür,
kabul edilmez demekte musannıfta bunu benimsemektedir.
Ben
derim ki: Yukarda Bahır'dan nakletmeye çalıştığımız ifadede nassın zahirine göre fasıkın
şahadetinin
kabul edilmesi özellikle araştırmadan önce helal olmaz. Eğer kadının yaptığı araştırma
sonucu
sadık (doğru) olduğu anlaşılır ve
buna binaen şahadetini kabul ederse, nassa uygun bir
davranış
içine girmiş olur. Ancak nas kelimesinden kasdı Cenabı Hakkın
«Sizlerden
adil olan iki kişiyi şahit gösterin» sözü kasdediliyor ise, o zaman hüküm başka olur. Zira
bu
ayeti kerimenin delalet ettiği mana o zaman adil olmayan kişilerin şahadetinin kabul
edilemeyeceğidir
ki bu da mefhumu muhaliftir. Mefhumu
muhalif Hanefi mezhebinde muteber
değildir.
Özellikle mefhumu lakab olacak olursa. Halbuki yukardaki ayeti kerimede fasik hakkında
araştırma
yapıp soruşturmayı tamamladıktan sonra durum aydınlanırsa kabul edilebileceği
şeklindedir.
«Ebussuud'un
maruzatında ilh...» Maruzattan maksat, zamanın sultanına taktim ettiği ve sultanın da
o
meseleler muktezatınca amelini emrettiği meselelerdir.
«Adaletin varlığında ilh...» Yani hakim ve kadı olmaya layık olan kişilerin o dönemde hemen hemen
hepsinde
adalet müsavi şekilde mevcut idi.
Bugün ise adaletsizlikte eşitlik sağlanmış durumdadır.
Dolayısıyla bu göreve talip olanların düşünmeleri, dikkat etmeleri gerekir. Tahtavi.
«Eğer
düşmanlık sebebi dünyevi bir meseleye taalluk ediyorsa ilh... » Musannıf Şurumbulali
şerhinden
naklen bu dünyevi dediğimiz düşmanlığın veya anlaşmazlığın açıklamasını yapacaktır.
Dünyevi sebeplere dayanarak anlaşmazlık, düşmanlık ifadesiyle dini sebeplerden dolayı
anlaşmazlığın ve düşmanlığın şahitliğe mani olmadığı anlaşılmaktadır. Binaenaleyh İslamda helal
olmayan
bir şeyi irtikap etmesinden dolayı biri ona düşmanlık beslese müttehem sayılmaz, ifa
edeceği
şahadette de yalancı şahitliği
ihtimali var
denemez.
Dünyevi sebeplerden dolayı meydana gelen düşmanlıklar ise kişinin yalan yere şahitlik yapmasına
vesile
ve vasıta olabilir. Bunun içinde müslümanın gayri müslim aleyhinde şahitlik yapması caiz
görülmüştür.
Her ne kadar aralarındaki anlaşmazlık birbirlerinden kopma ve nefret baisi ve sebebi
dini
inançlar ve dini hususlar olduğu
için müslümanın gayri müslim aleyhinde de olsa iftira
edemeyeceği,
aleyhinde yalan söyleyemeyeceği sabit olduğundan
şahadetinin geçerli olduğu
söylenmiştir. Yahudinin hıristiyan aleyhine şahitliği de
böyledir.
«Aralarında dünyevi düşmanlık (adavet) olan kişinin diğer biri aleyhinde şahitlik yapması halinde
mahkeme
bu şahadete dayanarak hüküm verse,
hükmü nafiz sayılmaz ilh...» Bu
konuda dünyevi
sebeplere dayanarak aradaki adalet sebebiyle yapılan şahitlik fasık olan kişinin şahitliğine benzer
diyen görüşü bertaraf etmek için burada bu ifadeye yer vermiştir. Yukarda beyan edildiği gibi
fasık
olan
kişinin şahadetinin mahkemece kabul edileceği, fetvanın da bu istikamette olduğu
metinde
beyan edilmişti. Her ne kadar onun şahadetine dayanarak (tabiki başkaları varsa) hakimin hüküm
vermesi
halinde dini açıdan bir mahzur
irtikap etmiş oluyor ise de.
Düşmanın düşman aleyhindeki
şahadeti
fasıkın şahadeti gibi değil. Kölenin ve çocuğun şahitliğinin kabul edilmesi meselesi gibidir.
«Yakup
Paşa bunu bu şekilde beyan etmiştir ilh...» Bu zatın Sadru Şeria isimli eser üzerine, yani
Vikaye
şerhi üzerine yazmış olduğu haşiyesinde bu ifadelere yer verilmiştir. Hayriye isimli eserde
ise,
«Mesele kitaplarda değişik şekillerde dolaşmaktadır.» denmektedir. Aralarında düşmanlık
sebebi
ile şahitliği reddedilmesi gereken kişinin şahadetine binaen hüküm verilmesinin doğru
olmayacağı
gibi hakim olan kişinin dünyevi sebebten düşmanı aleyhine de hüküm vermesi sahih ve
caiz
değildir.
«Hakimin
düşmanı olan müddaaleyh hakkında
verdiği hüküm sahih değildir
ilh...» Yani düşmanın,
dünyevi sebeplerle düşmanı aleyhine yapmış olduğu şahadet nasıl kabul edilmiyor, mahkeme bu
şahadete
dayanarak hüküm verse de hükmü
geçersiz oluyor ise, hakimin düşmanı aleyhine
vereceği
kararlar da aynı şekilde sahih
olmamakta ve geçerli sayılmamaktadır. Bununla da
Yakubiye'den nakledilen ifade ve itirazlar bertaraf edilmiş olmaktadır.
TENBİH:
Düşmanı aleyhinde hakimin karar yetkisi olmadığına göre kurtuluş bir başkasını yerine
vekil
tayin etmesi ki bu da vekil bırakmaya yetkili ve mezun olmasına bağlıdır. Nitekim, ilerde
geleceği
gibi kendisi için veya çocukları için bir hadise vuku bulsa, mahkemeye intikal etse, kendi
davasına
ve çocuklarıyla ilgili davaya
bakamayacağından bir başkasını vekil tayin edebileceği
ilerde
izah edilecektir.
«Yine
musannıfın beyanına göre ilh...» Musannıf Menih isimli eserin de nassan şöyle demektedir:
«Bazı
fetva kitaplarına nisbet edilen
güvenilir bir kaynakta, -zannedersem
bu fetva kitabı Haşi'nin
Fetava-yı Kübra'sı olsa gerektir- gördüm ki, orada; «Düşmanın düşman aleyhinde dosya
hazırlaması, rapor tutması kabul edilemez. Nasıl ki düşmanın düşman aleyhinde şahitliği kabul
edilmiyor
ise bu da aynıdır.» denilmektedir.» Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre, sicil
şeklinde
varit olan bu ifade, Tahtavi'nin
beyanına göre, kadının diğer bir kadıya herhangi bir hadise
hakkında
düşmanı olan kişi ile ilgili yazısı veya onun hakkında tutmuş olduğu dosyadır.
Bu da
Nasihi'den
naklen verilecek ifadeye tamamen
uygundur.
Daha
sonra musannıf, «Vehbaniye şerhinde
böyle bir nakil görülmedi.» diye bir ifadede bulunmuş,
yani
hakimin düşmanı aleyhine karar
veremeyeceği meselesinin Vehbaniye
şerhinde nakli
görülmediği
beyan edilmiştir. Devamla, «Ancak bu konuda uygun olan hakim adil ise, mutlak bir
şekilde
düşmanı aleyhine de olsa verdiği
kararın geçerli sayılmasıdır. Gerek kendi kesin bilgilerine
dayanarak bu hükmü versin, gerekse iki adil şahidin şahadetine istinaden karar vermiş olsun. Bu
bahis
Vehbaniye isimli eserin şarihi tarafından zikredilmiş. İbni Vehbana ve onun açıklayış biçimine
ters
düşmektedir.» dendikten sonra bu ifadenin akabinde, «şöyle derim» diyerek: «Hakim adil
olduktan
sonra mutlak bir şekilde verdiği karar düşmanı aleyhine de olsa geçerlidir.» diye sözlerini
bitirmiştir.
«Eğer
kendi bilgisine dayanarak vermiş ise
caiz değildir ilh...» Bu ifade hakimin dava ile ilgili kendi
bilgilerine
dayanarak hüküm vermenin caiz
olduğunu benimseyen görüşe göredir. Mutemet ve
muteber
olan görüş bunun tersidir. Yani
hakim hadise hakkındaki özel bilgilerine dayanarak karara
yetkili
değildir. Binaenaleyh İbni Şihne ile
İbni Vehba'nın sözleri arasında bir tezat olduğu
söylenemez. Zira her ikisinin sözlerinin neticesi «Hakim ve şahitler adil ise düşman aleyhinde
hakimin
verdiği hüküm geçerlidir.»
sözüdür.
«Ancak Bahır, Ayni ve Zaylai'de nakledilen, musannıfın da desteklediği bir görüşse ilh...» Meselenin
aslı
musannıf tarafından beyan edilmekte
ve şöyle denmektedir: «İbnü Vehban ile eserinin şarihi
Abdülber
ibnü Şıhne fukahanın muteber
eserlerinde ittifakla kabul ettikleri hükmü sanki unutmuş
veya ihmal etmiş gibi davranmaktadırlar. Ki muteber eserlere göre hükme ehil olma, şahitliğe ehil
olmadan
kaynaklanır, şahitliğe ehil olan
hüküm vermeye de ehildir. Şahitliğe ehil olmayan ise,
hüküm
vermeye de ehil değildir. Düşman düşmanı aleyhinde şahitlik yapamaz. Nitekim
müteahhirin
ulemanın
çoğunluğu bunu beyan buyurmuşlardır. Dolayısıyla düşmanı aleyhinde de hüküm
vermeye yetkili sayılmamaktadır. Tahtavi.
Ben
derim ki: Bu ifadeleri musannıfın şerh'ine ait elimdeki nüshalarda bulamadım. Ancak burada
söylenebilecek husus, şarihin maksadı İbnü Vehban ile İbnü Şıhne'nin söylediklerini tenkit
etmek.
metindeki
ifadeyi desteklemek için bunu
zikretmiştir. Zira metin sahibi müellif, hakimin düşman kişi
aleyhinde
karar verememesini onun aleyhindeki hükmünün sahih olmamasını, aleyhinde
şahitliğinin
kabul edilmemesine bina etmiştir. Onun bir feri olarak nitelemiştir. Bu da bütün
muteber
metin kitaplarından anlaşılan külli bir mefhumdur ki fukahanın metinlerdeki ifadeleri
hüküm
vermeye yetki şahadete yetkiden
kaynaklanır. Bunun aksi ise şahadete ehil olmayan hüküm
vermeye de o konuda ehil değildir demektir. Bunun için de musannıf metinde düşmanın düşman
aleyhine
şahadeti kabul edilemez,
dolayısıyla aleyhinde vereceği
hüküm de sahih olmaz,
demiştir.
Bu
sonuç mefhuma dayanarak isbat edilmiş bir sonuçtur. Bu ifade de şarihin naklettiği «Bu külli
mefhum
Nasihi dediğimiz fakihin ifadesinde açıkça yer almaktadır.» sözünü de unutmamak gerekir.
Ancak
şarihin bunu açıkça beyan etmesi ile de İbni Vehban ve İbni Şıhne'nin sözleri de bertaraf
edilmiş
ve musannıfın metinde benimsediği
görüş teyid edilmiş olur. Bunun için de şarih,
Musannıfın
benimsediği görüş ya açık ya açığa yakın bir ifade ile zikredilmiş.» diyerek açıklamasını
yapmış
idi. Burada iki görüş arasında bir telif ve uzlaştırmaya gitme konusu kendililiğinden ortaya
çıkmaktadır. Kınye isimli eserde zikredildiği gibi, dünyevi sebeplere dayanan düşmanlık fıskını
gerektirmedikçe şahadetinin kabulüne mani değildir. Sahih olan da budur. İtimatta bu görüşedir.
Yine
Muhit ve Vakiat isimli eserlerde, «Düşmanın düşman aleyhine şahadeti kabul edilmez ifadesi,
müteahhirin
ulemanın benimsediği görüştür.»
denilmektedir.
Mezhepten
naklen beyan edilen rivayet buna ters düşmekte,
Şafii mezhebinin görüşü de bu
istikamette
olmaktadır. Ebu Hanife ise bu konuda, «Eğer adil ise kabul edilir.» demektedir. Mebsut
isimli
eserde, «Düşmanlık dünyevi bir sebebten kaynaklanıyor ise bu fasık olmasını gerektirir,
şahadeti
kabul edilmez.» denilmiştir.
Netice
olarak meselede iki muteber görüş bulunmakta birincisi, düşmanın aleyhine yapılan
şahitliğin
kabul edilmemesi, bu da; müteahhirin ulemanın benimsediği görüştür. Kenz ve Mülteka
sahipleri
bu görüşü benimsemektedirler. Bunun gereği düşmanlıktır. Düşmanlık sebebiyle fasık
olması
değildir. Eğer böyle olmasaydı
birine düşmanlık beslemesiyle fasık
olacağına göre bir
başkası aleyhine yapmış olduğu şahadetinin de kabul edilmemesi gerekirdi. Bu görüşe göre,
aralarında dünyevi sebeplerden kaynaklanan düşmanlık kadının (hakimin) düşmanı olan kişi aleyhinde karara yetkili olmadığı, verdiği kararın geçerli olmayacağı istikametindedir.
METİN
Çoğu
kez anlaşmazlıklar borçlarda, alışverişlerde vuku bulduğundan bu bölümü
onlardan sonra
zikretmiş,
çünkü anlaşmazlıkları gidermenin yolu budur.
Kaza
lügatte hükmetmek, hüküm vermek
manasınadır. Şeri ıstılahta ise «anlaşmazlıkları giderme,
anlaşamayan kişileri ayırma» şeklinde tarif edilmiş başka tariflerin olduğu da beyan edilerek
bunların
yerinin daha geniş kitaplar olduğu
da ilave edilmiştir.
Kazanın
rüknü altıdır. Bunları İbnül Ras
isimli müellif şu sözleriyle nazmen ifade etmiştir: «Her
hüküm
verme olayının tarafları altıdır tahkikten sonra belirir. Bunlardan biri hükümdür, diğer biride
mahkemenin
verdiği karardır. Biride lehinde karar verilen öbürü ise aleyhinde karar verilendir.
Beşincisi
hakim, altıncısıda karar vermede izlenilen
yoldur.»
Şahitliğe
ehil olan kişi kazaya da ehildir. Yani şehadet ehli olan herkes müslümanlar arasında karar
vermeye de yetkilidir. Kadı haşiyelerinde
böyle zikredilmiştir. Ancak bu
ifadeye yapılabilen îtiraz,
gayri müslim kişinin de kendileri arasında yani İslam ülkesinde yaşayan gayri müslim ehli zimme
dediğimiz
kişiler arasında hüküm vermesi için hakim olması da caizdir sözüdür. Zeylai Hakem
bahsinde
böyle demiştir.
İZAH
Hidaye isimli eserde kaza ile ilgili bölümü hakimin bu konuda takınması gereken tavır ve onun
edebi
ile ilgili olması bakımından Edebülkadı diye bahsetmektedir. Bunun içinde
kadı olacak yani
hakim
olacak kişiler için gerekli olan vasıfları saymıştık. Sakınması gereken hususları da bunlara
eklemiştik. Zaten edep kelimesi lügatte toparlamak çağırmak manasına gelir. Ki insanları yemeğe
veya herhangi bir toplantıya çağırmak, davet etmek
manasınadır.
Hidaye'de bu bölüme kadı ile ilgili hususlarda takınması gereken tavırları, lehinde ve aleyhinde olan
hususları
bilmesi ve hayır diyebileceğimiz bütün vasıfları
zatında cem etmesine yönelik olması
bakımından
Edebülkadı adı verilmiştir.
Fethü'l-Kadir'de meselenin tamamı açıklanmıştır.
«Çoğu
kez münakaşalar ve anlaşmazlıklar borçlarda ve alışverişlerde vuku bulduğundan
ilh...»
Hidaye şerhleri İnaye ve Fethü'l-Kadir'de böyle zikredilmiştir.
Bu da açıkça şunu ifade etmektedir;
kazadan
maksat burada hükümdür, hüküm vermektir. Buna göre de davanın
sonunda bunun
zikredilmesi gerekir idi. Yine bu bölümün önce geçenlerden sonra zikredilmesinin gerekçesinin de
açıklanması önemi sayılan mesele idi, böyle ifade edilmiştir. Buna cevap olarak onların maksatları
kimlerin
hüküm vermeye yetkili olduğunu
açıklamaktır ki bu da hüküm verecek kişi nezdinde
davanın
sahih olması şartına bağlıdır.
Binaenaleyh hükme esas teşkil edecek davaların çoğu kez
borçlarda
ve mutlak havalelerde ve benzeri
meselelerde olduğu için onlardan sonra zikretmenin
daha
uygun olacağı açıkça ortaya çıkmış olmaktadır. Nehir.
«Lügatte
hüküm etmek hüküm vermek
manasınadır ilh...» «Rabbın kendisinden başkasına ibadet
etmememizi
ilzam etti.» mealindeki ayeti kerimede kaza kelimesi hükmetti, ilzam etti manasına
gelmektedir.
Diğer bir manası da bir işi bitirmek, sona erdirmektir. Mesela ihtiyacımı giderdim, o
mesele
ile ilgili durumu sona erdirdim manasınadır. Ayrıca vurdu ve öldürdü, onun hayatını sona
erdirdi
manasına da gelmekte ve hayatının son bulması manasına kullanılan Gadanabbehu ifadesi
de
hayatın sona ermesi, son bulması
manasınadır. Ayrıca eda etmek, yerine getirmek, sona
erdirmek
manasına da gelir. Yaratmak, kılmak, takdir etmek manaları da bu kelimenin çok
kullanılan
manaları arasındadır. Kaza ve kader ifadesi de bu kabildendir.
«Fıkıh
ıstılahında husumetlerin fasledilmesi anlaşamayan kişilerin arasının bulunması demektir
ilh...»
Bu tarif Bahır'da Muhit isimli esere nisbet edilmektedir. Ancak bu ifadeye «özel bir
metodla»
(özel
bir yol ile) ifadesi de eklenmesi
gerekir. Aksi halde iki hasım arasında sulh olma da bunun
içine
girebilir. Onu tarif dışı tutabilmek için «özel bir yolla» diye kayıtlaması
şarttır.
«Diğer
başka tariflerde kullanılmıştır ilh...» Bunlardan biri de Allame Kasım'ın şu sözüdür: «Dünyevi
masalihi
temin bakımından kendisinde çoğu kez niza vuku bulan birbirine yakın
ictihadı
meselelerde bağlayıcı bir hükmün tesisidir.» Bu ifade ile icma hilafına verilen hüküm tarif dışı
kalmış,
hadise olmayan (vuku bulmayan) meseleler hakkında verilen kararlar do hüküm olma
niteliğinde
olmadığından tarif dışı kalmıştır. Yine ibadetle ilgili meseleler hakkında verilen hükümler
de
bu manada kaza ve hüküm verme
manasında olmadığından tarifin
dışında kalmış olmaktadır.
Allame
İbnül Karsın ifadesi de buna yakın bir ifadedir. Şöyle ki. «Gerçekte şer'an var olduğu kabul
edilen
bir olay hakkında zahiri itibarıyla
belirli cümle ve ifadelerle bir
hüküm vermek ve tarafları
ilzam
etmektir.» şeklinde de tarif edilmiştir. Buradaki «ilzamdan» maksat mümkün mertebe tam bir
takdiri
ve kararı belirtmektir.
Zahir
ifadesini kullanmıştır, çünkü bizatihi emirde ilzam yalnız Allah'a mahsustur. Belirli bir kelime
ve
cümle ifadesiyle de -ki bunlar ilzam
ettim hükmettim hüküm verdim nafiz kıldım gibi ifadelerdir-
varlığı
şer'an kabul edilen ifadeler, yani sözü ile de kendi görüşü veya zulme dayanarak verilecek
kararın
tarif dışı kalmasını sağlamak içindir.
Yine
şeklen ifadesi ile de görünüşte zahiren mesele böyledir. Bu da mahkemenin vermiş
olduğu
karar
şer'i bir vakıayı açıklayıcı
mahiyettedir. Vakıaya ters de olsa ona yeni bir durum ve hüküm
isbat
edici mahiyette değildir. Bazıları Ebu Hanife'nin «Yalancı şahitlerin şehadetine dayanarak
fesih
ve akidlerde hakimin verdiği hem
zahiren hem batınan geçerlidir.» sözünden yeni bir hüküm
isbat
ettiğine istidlal etmişlerse de bu uygun görülmemekledir. Çünkü
şer'i olaylar aslında sabittir,
mevcuttur.
Mahkemenin kararı, şariin bu
konuda vermiş olduğu hükmü zahirde
açıklayıcı, takrir
edici
mahiyette olmakta, yeni bir husus isbat etme durumu söz konusu olmamaktadır. Çünkü şer'an
bazan
olmayan mevcut, bazan da mevcut yok
kabul edilebilir. Mesela batıda ikamet eden bir
erkeğin
şarkta ikamet eden bir kadınla evlenmesi ve evlilikten altı ay sonra bir
çocuk doğurması
halinde,
bu çocuğun nesebinin o kocaya ait
olduğunu kabul etmek, hükmen burada
onların
birleşmelerini kabul etmeye dayanmaktadır. Çünkü mümkün olan
husus, burada gerçekten vaki
olmuş
mesabesinde kabul edilmektedir. Bu da çocuğun nesebinin zayi olmasını önlemek içindir.
Çünkü
ortada çocuğun nesebini isbat
edecek ve o nesebin varlığını kabul
edecek bir akit mevcuttur.
«Kazanın
rüknü altıdır ilh...» Bu tartışılabilir. Çünkü burada kazadan maksat yukarda belirtildiği gibi
hüküm
vermektir. Hüküm vermek ise yukarda sayılan altı husustan biridir. Buna göre hüküm,
kendisi
için bir hüküm olmuş oimaktadır. Durum böyle olunca burada uygun olan Bahır'daki şu
ifade
olsa gerektir ki o da ona delalet eden söz ve fiilden ibarettir. İlerde açıklaması gelecektir.
«İbni
Gars'ın nazmen beyan ettiği gibi
ilh...» Bu zat Ebu Yûsûr Bedreddin
Muhammed İbni Gars
olarak
bilinen meşhur kişidir. Bu zatın yukardaki iki beyit
üzerine şerh mahiyetinde bir risalesi
mevcuttur.
Adı Elfevakinul-bedriye Filbahsi
antrafil Gadaya El-Hükmiye'dir.
Yine bu zata ait Akaidi
Nesefiye
üzerine Taftazâninin yazmış olduğu şerhe bir haşiya ve şerhi
vardır.
«Hüküm
olayındaki taraflara ilh...»
Buradaki olaydan maksat karşılıklı dava konusu olan
anlaşmazlık noktasıdır. Mesela bir alışverişle ilgili dava buna örnek olabilir. Bunun hükmü
de buna
delalet
eden bir lafzın bulunmasıdır.
Hükmün
sahih olması ve hükme davanın
elverişli olması ve müddai dediğimiz
kişinin hakkının sabit
olup
olmaması bu şartların bulunmasından sonra verilecek karara bağlıdır. Dolayısıyla karan ihata
eden
taraflar mesabesinde olduğu için verilen hükümde bu altı
hususun bulunması gerekir, Bir
insanın
tam insan olabilmesi elinin ayağının tam olmasına bağlı olduğu gibi.
«Hüküm
kelimesi ilh...» Yukarda tarifine temas etmiştik. Orada bunun sözlü ve fiili olabileceğine
işaret
etmiş idik. Sözlü olan hüküm ilzam ettim, karar verdim, hüküm verdim gibi
ifadelerdir. Yine
beyyinenin ikame edilmesinden sonra yanında olan katibine parayı
ondan iste onu mesul tut gibi
ifadeler
de bu kabildendir.
Bize
göre sabit olmuştur, sözü de
yeterlidir. Bana zahir olduğuna göre
veya benim kesin olarak
bildiğim
şeklindeki ifadelere dayanarak vermiş olduğu hüküm aslında
sahih olan kavle göre hüküm
sayılmakta.
Hidaye isimli eserde bunun böyle olduğuna şehâdet ederim
ifadesi de yeterli
sayılmaktadır.
Tetimme isimli eserde bununla hükmün sabit olup olamayacağının ihtilaflı olacağı
nakledilmiş, fetva verilen kavle göre Haniye ve diğer muteber eserlerde beyan edildiği gibi, hüküm
sayılacağı
belirtilmiştir. Meselenin tamamı Bahır isimli eserde mevcuttur.
Yukarda
adı gecen müellifin Fevâkihûl Bedriye
isimli eserinde zikrettiğine
göre mezhepte mutemet
olan
görüş de budur. Günümüz alimleri ve
güvenilir kişilerin ifade
ettiklerine göre bu ifadelerle
hüküm
verilmiş olmamaktadır. Bunun içinde
şöyle ifade edilmiştir: Hakim nezdinde hüküm ve
hükmün
gerekçeleri meydana geldikten sonra
şöyle ifade edilmesidir. Eğer bu sabit olma hükmün
mukaddimesi
mesabesinde olan hususlarda ise mesela tescil eden kişinin ifadesine göre malın
satışa
kadar satıcının mülkünde olduğu anlaşılmıştır ifadesi eğer bu malın mülkiyetinin müşteriye
intikali
ile ilgili ise bu kadarını söylemek hüküm sayılmamakta, yani müşterinin mülküne intikal
ettiğine
dair karar kesinlikle belirtilmedikçe bu ifade hüküm
sayılmamaktadır.
Hükmün
Tenfizi
Tenfizde
asıl olan hükmün olmasıdır. Çünkü tenfiz hüküm hakkında kullanılan ifadeden ibarettir.
Mesela
senin hakkında hükmü infaz ettim, yürürlüğe koydum demektir. Bunun için de fukaha başka
bir
mahkemenin vermiş olduğu karar
kendisine getirildiği taktirde o şartlara binaen hükmü infaz
etmesi
yürüriuğe koyması da tenfiz demektir ki, şer'i manadaki tenfizde bu olsa gerektir. Çünkü
zamanımızdaki tenfiz çoğu kez ikinci hakimin birincisinin vermiş olduğu hükmü
bilmesi ve verildiği
şekilde
aynen kabul edip onu açığa çıkarmasıdır ki buna irtisal adı verilir.
Hakimin
emri o konuda hüküm müdür,
değil midir sorusunun cevabı
ise, fukahaya göre, aleyhinde
dava
açılan kişinin hapsedilmesi hakkında verdiyi emir, o konu
hakkında bir karar ve hüküm
mesabesindedir. Aynen (ödemesi gerekeni) emrinde olduğu gibi. Ancak fakirler için yapılmış olan
vakıftan
bir miktarının vakfedenin yakınlarından birine verilmesi şeklindeki emir o konuda verilmiş
bir
hüküm ve karar sayılmamakta, ancak akraba olmayan başka bir fakire verilmesi, sarfedilmesi
şeklindeki emri ise hüküm olarak kabul edilmektedir. Evi teslim et sözünde ise fukaha ihtilaf
etmişlerdir.
Bu mesele ile ilgili hükümler Nehir ve Bahır isimli eserlerde açıklanmıştır.
Şarih
feri meselelerle ilgili olarak bu faslın sonunda Bezzaziye'ye tabi olarak hüküm olduğunu
mutlak
bir şekilde ifade etmiş, ancak vakıf meselesini istisna etmiştir. Meselenin tamamı ilerde
gelecektir.
Sözlü
ifadelerle ilgili hüküm yukarda
geçti. Fiili olan hüküm ise aşağıdaki feri meselelerde
gelecektir. Mesela hakimin herhangi bir fiili hüküm sayılır. Bundan iki mesele müstesnadır. İbnül
Gars
dediğimiz fakihin tahkikine göre, hüküm sayılmamaktadır. Bu konuda Bahır ve Nehir isimli
eserlerde uzun uzadıya söz edilmiştir. Yine ilerde açıklaması gelecektir.
«Hükümde
rükün sayılan hükümlerden biride hakkında hüküm verilen husustur ilh...» Bu da dört
kısımdır: 1) Yalnız Şari'in hakkı olan mesela zina ve şarap içmeden dolayı vurulması gereken
hadlerde,
2) Sırf kul hakkı olanlarda ki onlarda, bilinen hususlardır. 3) İki hakkın birleşmesi ve
Cenab-ı
Hakk'ın hakkının daha galip olmasıdır ki sirkat ve kazif buna örnektir. 4) Kul hakkının galip
olmasıdır
ki kısas ve tazir bunlardandır. İbnül Gars'a göre bunun şartı da malum olmasıdır. Bahır.
Bedai.
Buna göre bir hükmün gereği ile hüküm vermek ancak o hükmün tek olan mucibinin
varlığına
bağlıdır. Mesela satışın gereği, talakın gereği veya azad etmenin gereği ile hüküm verecek
olursa
ki satışın gereği, mülkiyetin sabit olması, azad etmenin gereği, hürriyetin sabit olması,
talakın
gereği ise karı koca arasındaki nikah bağının zail olmasıdır. Ama mucip birden fazla
olacak
olursa
bakılır. Biri diğerini gerektiriyorsa sahihtir. Mesela kefil ve asil borçluya borçlu olmalarına
dair
hüküm vermek gibi. Çünkü kefalet
gereği, hem kefili borçlu saymak hem de mevcut olmayan
asil
borçluyu borçlu kabul etmektir. Eğer
durum böyle olmayacak olursa, hüküm verilmiş
sayılmamaktadır.
Mesela bir akarın satışı ile ilgili meselede anlaşmazlık vuku bulsa, Şafii kadı
bunun
gereği ile hüküm verse, bununla
komşunun şuf'a hakkından men edilmesi sabit olmaz.
Onun
için Hanefi kadısının komşu ile ilgili şuf'a hakkına karar verme yetkisi vardır. İbnül Gars bu
konuda
uzun uzun bahsetmiştir. Şarih'te
bundan ilerde bahsedecektir. Ancak bütün bunlar daha
çok
hükümde dava açmanın şart olmasına racidir. Nitekim Bahır da buna işaret edilmiştir. Aşağıda
davayı yürütürken başvurulması ve izlenmesi
gereken yolla ilgili bölümde açıklanacaktır.
«Hükmün
diğer bir şartı da lehinde hüküm verilendir ilh...» Bu Şar'i olabilir. Mesela Şar'in hakkı
olan
hukuk-u mahza dediğimiz haklarda veya kul hakkıyla şer'in hakkının birleşmesi halinde şer'in
hakkının
galip olduğu meselelerde olduğu gibi. Bu meselelerde davaya gerek yoktur. Ama yalnız
kul
hakkı olur, veya kul hakkıyla şer'in hakkı birleşir, kul hakkı daha galip olur, davacıda kul olursa
o
zaman davaya gerek
vardır.
Müddai
dediğimiz davacıyı fukaha istemediği takdirde, husumete ve dava açmaya zorlanmayan
ona,
mecbur edilmeyen kişidir diye tarif etmişlerdir. Yani dilediği zaman dava açan, dilediğinde
davayı terk eden kişi demektir. Başka tarifleri olduğu da söylenmiştir. Ancak bu konuda icmaen
kabul
edilen bir şart vardır. O da davayı
açan kişinin hüküm meclisinde
hazır bulunması veya onun
yerine
birinin kaim olması gerekir ki bu da vekil, veli, veya vasi olabilir. Lehinde hüküm verilen kişi,
mahcur
olduğu taktirde hazır olmayan kişi
mesabesindedir. Fevakihi Bedriye
isimli eserden özetle
bu
hususları nakletmeye
çalıştık.
«Diğer
bir şart da aleyhine hüküm
verilendir ilh...» Bu da daima kul
olmaktadır. Ancak kul belli bir
kişi
veya birden fazla kişiler olabileceği gibi. Mesela bir öldürme olayına birkaç kişinin iştirak
etmesi
halinde hepsi aleyhine kısasla verilen hükümde olduğu gibi, belirli olmayabilir de. Mesela
asli
hürriyetle ilgili verilen hükümde olduğu gibi. Burada verilen hüküm belirli bir kişiyi değil, bütün
insanları
ilgilendiren ve onlar için geçerli sayılan hükümdür.
Asli
olmayıp ta arızi olan hürriyet meselesi -ki azad etme yoluyla gerçekleşen hürriyet- bunun
hilafınadır.
Çünkü o genel değil cüzidir, yani yalnız azad edenle ilgilidir.
Vakıf
konusunda fukaha ihtilaf etmişlerdir. Müftabih ve sahih olan görüşe
göre, bütün insanlar
aleyhine
verilmiş bir karar olmamakta, daha sonra bu konuda bazı kişilerin mülkiyet davası
dinlenebilmekte veya onda başka bir vakıf davası isbat edildiği takdirde geçerli sayılmaktadır.
Aleyhinde
hüküm verilen mahkumualeyh dediğimiz mükellef. Şer'i hukuk bakımından kendisinden
hak
kamilen alınan istenen kişi demektir. Bu isterse aleyhinde dava açılan olsun veya olmasın.
Nitekim
yukarda bana işaret edilmiş idi.
Yine aynı eserden özetle bu ifadeleri nakletmeye çalıştık.
Burada
şunu da ilave etmek gerekir.
Musannıf bu bölümün sonunda bu konuda
bir ihtilafın
olduğuna
yer verecektir. Özellikle mevcut olmayan gaip kişinin aleyhine mahkemenin verdiği
hükmün
geçerli olup olmayacağı konusunda
ihtilaf olduğuna ilerde temas
edecektir.
«Diğer
bir şartı da hakimdir ilh...» Bu da yo direk devletin ilk
sorumlusu olan İmam diye
vasıflandırdığımız
devlet başkanıdır veya kadıdır
(hakimdir) veya aralarında hüküm vermek üzere
seçtikleri hakemdir. İmam dediğimiz devletin birinci sorumlu ve yetkilisi hakkında ulemamız şöyle
demektedir: Adil olan sultanın hükmü nafizdir. Kadın olduğu taktirde bu hakimin hudud ve kısasın
dışında
hükmünün geçerli olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Zira ancak şahadeti kabul
edilen
kişinin hakim olma, hüküm verme yetkisi vardır. Hudud ve kısas bölümünde
kadınların
şahadetine
yer verilmediği için o, konuda hakem
veya hakim olmaları da muteber değildir. Bunun
dışındakilerde ise ihtilaf vardır. Fukahanın mutlak ifadeleri cahil ve fasik olanın hükme yetkili ve
ehil
olduğu anlaşılmakta ise de ancak tartışılabilen bir husustur.
Hakem
olarak tayin edilen, kişinin ise vereceği hükmün geçerli olabilmesi için hakimde bulunan
vasıfların
kendisinde bulunması şartına bağlıdır. Hakem hudut ve kısasın dışındaki konularda
hüküm
vermeye yetkilidir. Devlet başkanı
tarafından tayin edilen hakim veya
kadının velayet
yetkileri
zaman, mekan ve bazı olaylarla mukayyettir. Fevakih. Meseleler geniş bir şekilde ilerde
anlatılacak ve orada hakimle ilgili diğer sıfat ve şartlara da ayrıca yer verilecektir.
«Davada
takip edilen yol ilh...» Hükme varabilmek için hakimin uygulayacağı yol ve metod. Hükme
konu
olan ve hüküm verilmesi gereken
meselelerin değişmesiyle değişebilir. Özellikle mahza
hukuku
ibad sayılan meselelerde ana nokta, davanın açılması, birde bu davayı isbat eden bir
hüccet
(delil)in bulunmasıdır. Bu da ya
şahit getirmek (beyyine) veya aleyhinde dava acılanın ikrar
etmesi
veya yemin etmesi veya kendisine yemin teklif edildiği zaman yeminden vazgeçmesi
veyahut kasame dediğimiz kalili meçhul öldürülmüş bir kişinin ölü olarak bulunduğu bölgede
katilin
bulunmaması halinde o bölgede takip edilecek metod ve varılacak sonuçtur ki ilerde bunun
geniş
açıklaması gelecektir. Veya hakimin hüküm vermek istediği
konuda yeteri kadar bilgiye sahip
olması
veyahut yeterli, açık derecede karinelerin bulunması ve bu karineler sebebiyle bir bakıma
kesinlik kazanmış bir durum arzeden hallerin ortaya
çıkmasıdır.
Bu
konuda şöyle bir misal vermişlerdir:
Bir kimse kanlı bir bıçakla bir evden çıksa, koşarak korku
içinde
oradan uzaklaşsa, eve girdikleri zaman henüz kanı sıcak, boğazlanmış bir insana rastlasalar
ve
orada başka hiç kimse ile de karşılaşmayacak olsalar oradan çıkan ve kaçan kişinin tek olarak
orada
bulunduğuna kanaat getirilecek olursa, bütün bu karineler katilin o kimse olduğunu, katil
zanlısı
olarak muhakeme edileceğini göstermektedir. Çünkü bu konuda hiç kimse o çıkan kişiden
başkasının katil olduğunu düşünemez. Bu konuda birinin onu boğazlayıp duvara tırmanarak
kaçmış
veya kendi kendini boğazlamış
şeklindeki ihtimaller uzak ihtimaller olması bakımından
bunlara
iltifat edilmemekte, böyle bir
ihtimal de delilden kaynaklanmadığı
için muteber
sayılmamaktadır.
İbnül Gars.
Eserinde
davanın açıklanmasıyla ilgili bölümde
uzun uzun bu konuda münakaşalara yer vermiştir.
Orada
tarifini, şartlarını saydıktan sonra sözlerini şöyle noktalamaktadır: «Hükme varabilmek için
uyguladığı metodlarda bir hakime göre yolların aynı olması, tamamına riayet edilmesi şart değildir.
Hatta
hakimin naibi olan kişi nezdinde açılan bir dava beyyine ile isbat edilecek olursa daha sonra
hadise
hakime intikal etse veya bunun aksi olsa sahih olmakta, o ana kadar vuku bulan hususlar
üzerine
bina etme yetkisi bulunmakta ve sonuçta karara varabilmektedir.»
Yine
aynı müellif metinde bunları bahsettikten sonra yedinci fasılda şu ifadelere de yer
vermektedir:
«Şafii ve Hanefi imamları şu meselede ittifak halindedirler ki o da, verilen hükmün
sahih
ve muteber sayılabilmesi için,
bilhassa hukuk-u ibad'la ilgili meselelerde, davanın şekline
uygun bir şekilde açılmış sahih bir dava olması ve şer'i bir husumetin bulunmasıdır. Eğer hakim
olan
kişi işin içyüzünün dış görünüşü
gibi olmadığını bilecek olursa
veya konuda karşılıklı birbirini
suçlama
gibi bir dava yoksa, iddia edenler arasında hattızatında o konuda bir kavgada yoksa,
hakimin
böyle bir davayı dinlemesi doğru olmaz ve buna binaen verilecek
hükümler de muteber
sayılmaz.
Hüküm vermek için çarelere baş
vurmak, hileli yollara gitmek sahih değildir. Ama hakim
meselenin
iç yüzünü bilmeyecek olursa mazurdur. Bu konuda vermiş olduğu hükümler geçerlidir.
Bu
da çoğu kez vuku bulan umumubelva haline gelmiş bir meseledir.»
TENBİH:
Hükmün verilmesinden sonra böyle bir hükmün (verildiğini) isbat
meselesi kalmaktadır.
Bahır'da
bunun için iki yol olduğuna yer verilmektedir. Birisi, o zamanlar devlet tarafından yetkili bir
hakim
olduğunun itiraf edilmesi hali. Eğer azledilmiş biri olacak olursa, diğer tebaadan biri
mesabesinde olduğundan ancak elinde olan bazı emanet mallar konusunda sözü kabul edilir, onun
dışında
sözüne itibar edilmez. İkinci husus ise, sahih bir dava sonucu, inkar etmemiş ise, onun
hüküm
verdiğine dair şehadetin bulunması.
Ama onun hüküm verdiğine ve
hükmünde şu şekildedir
diye iki şahit şahadet ederler, hakimde ben böyle bir hüküm vermedim derse, onların bu konudaki
şehadetleri kabul edilmez.
İmam-ı
Muhammed'in görüşü, bunun
hilafınadır. Camiu'l-Fusuleyn'de zamanımız hakimlerinin
eskiden
olduğu gibi takvanın olmaması
nedeniyle İmam Muhammed'in kavli
tercih edilmiştir. Bu
meseleye
ayrıca, metindeki «azledilmiş hakimin» sözüyle amel edilmez ifadesini açıklarken geniş
yer
verilecektir. Bununla ilgili Bahır
da birçok meseleler zikretmiştir. Onlara muttali olmak, bilmek
gerekir.
«Şahitliğe
ehil olan kişi hakim olmaya, hüküm vermeye de ehildir ilh...» Yani
hakim olan, hüküm
yeren
kişinin o konuda şahit olmaya şahadetinin dinlenmesine yer verilen o konuda yetkili
olan bir
kişi
olması şarttır. Netice olarak şahitliğin şartları olarak; Müslüman olmak, akıllı olmak, baliğ
olmak,
hür olmak, gözlerinin kör olmaması, başka birini zina suçuyla itham edipte kendisine had
vurulmuş
biri olmaması gibi şartlar onun hakim
olabilmesinin sıhhati ile ilgili şartlardır. Ayrıca
hakim
olduktan sonra hükmünün geçerli
olması da bu şartların kendisinde bulunmasına bağlıdır.
Bu
sebeple gayrimüslim kişinin hakim
olarak tayini sahih olmamaktadır.
Müslüman olacak olursa,
Bahır'da
bu konuda şöyle demektedir: «Vakıati Hüsami isimli eserde, fetva, hakimin mürted olması
ile
hemen azledilmiş olmaz. Çünkü başlangıçta iki rivayetten birine göre gayrimüslimin kadı
olarak
tayinine cevaz vardır. Buna göre
gayrimüslim hakim olarak tayin edilir, daha sonra müslüman
olacak
olursa yeniden ona hakim olması konusunda yetki verilmesine ihtiyaç var mıdır
meselesinde iki rivayetin olduğu
zikredilmiştir.»
Bununla
şu husus açıklığa kavuşmuş olmaktadır: Gayrimüslim bir
insanın hakim olarak tayini
sahihtir.
Her ne kadar verdiği hüküm geçerli olmasa da. Ancak bu hükmü bir müslüman aleyhine
olması
halinde geçerli değildir. Yani gayri müslim iken bir
hakimin müslüman aleyhine verdiği
hüküm
geçerli sayılmaz. Bahır. Bu da
yukarda fetva konusu olan mürted
olmakla hakimlikten
otomatik
azledilmiş olmaz, sözüne dayanarak gayri müslimin hakim tayin edilebileceği rivayetini
tercihten
ibarettir. Bu da musannıfın
hakemle ilgili bölümde sahih olmayacağına dair tercih ettiği
rivayetin hilafınadır.
Fetih
isimli eserde, «Köle iken bir kişinin hakim olarak tayin edilip daha sonra azad edilmesi
halinde
tayin yenilenmeden vereceği hüküm geçerlidir. Yeniden tayine gerek yoktur. Çocuğun tayin
edilip
daha sonra baliğ olması halinde verdiği hüküm bunun
hilafınadır. Baliğ olduktan sonra
yetkinin
yenilenmesi şarttır.» denilmektedir.
Ayrıca
yine bu konuda gayri müslim
biri hakim olarak tayin edilse daha sonra müslüman olsa,
İmam
Muhammed'e göre, birinci tayine
dayanarak hakim olmaya devam eder. Bu durumda gayri
müslim
kölenin durumuna benzemektedir. Aralarındaki fark ise yani bu ikisinin meselesi ile çocuk
arasındaki fark, bunların her birinin yani gayri müslimle kölenin velayetleri var, ancak bununla
birlikte
hakim olmaya mani halleri de vardır.
Kölenin azad olması, gayri müslimin müslüman olması
ile
bu mani ortadan kalkmış olmakta, mani zail olunca memnu avdet eder hükmüne binaen, onların
yetkileri
devam etmektedir. Henüz sabi iken tayin edilen çocuğun durumuna
gelince, onun hiç bir
surette
velayet hakkı olmadığından yani tayini esnasında velayeti bulunmadığından, ve buna ehil
olmadığından
daha sonra ehliyet kazanmasıyla eski
tayinin devamı söz konusu olmamaktadır.
Camiü'l-Fusuleyn'de
bu konuda, «Eğer yetkili olan kişi çocuğa veya gayri müslime ehil olduğun
taktirde
insanlara namaz kıldır veya aralarında hükmet diyecek olursa caizdir sözü, yukarda çocuk
hakkında
zikredilenlere ters değildir. Çünkü burada çocuğun velayeti şarta talik
edilmiştir. Talik
edilen
o husus, yani velayeti, şarttan önce, yani ehil olmadan önce mevcut değildir. Yukardaki
meselede ise böyle bir talik söz konusu değildir. Henüz çocukken kendisine yetki verilmiştir. Yetkili
kılınması, buluğ cağına ermesine talik edilmemiştir. Buna göre iki mesele arasındaki farkta açıkça
ortaya çıkmış olmaktadır.
Buna
göre yukarda kadılığa ehil olan kişi
ifadesinden eğer hüküm verme kastediliyor ise, gayri
müslim
ve köle olanın ehil olmadıkları ama kadı olarak tayinleri söz konusu ise, tayin
edilebilecekleri ama hükme yetkili olmadıkları meselesi arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Ancak
ehliyetten kamil bir ehliyet, yani hükmü nafiz olan, verdiği hükmü geçerli olan kişi kastedilecek
olursa,
o zaman yukardaki şartlar aynen geçerlidir. Sağır olan kişinin hakim olarak tayin edilip
edilemeyeceği
meselesi ise ilerde şarih tarafından açıklanacaktır.
«Bu
hususta şu itiraz varittir ilh...»
Yani Sadi'nin haşiyesinde meselenin
müslümanlarla
kayıtlanması
durumuna itiraz varit olabilir. Buna göre
müslümanlarla kaydının
zikredilmemesi, daha
uygun olurdu. Çünkü bundan maksat şehadetin aleyhinde hüküm verilen kişi hakkında eda
edilmesi, yerine getirilmesi kastediliyor ise o zaman gayri müslim de buna dahildir. Ancak eda ile,
yani
şahadet ehli ifadesiyle eda
kastediliyor ise, bu şehadeti üstlenme (tahammül) meselesinden
ihtiraz
için zikredilmiş olur. Çünkü gayri müslim ve köle olan kişinin herhangi bir konuda şehadeti
tahammül
etmeleri, üstlenmeleri caizdir. Ama eda etmeleri sahih değildir. Zira bu edaya dayanarak
mahkeme
karar veremez. Buna göre eğer ehil olmasından maksat hakim olmaya yani tayine ehil
olması
kastediliyor ise, o zaman şehadet kelimesinden maksat onu üstlenmesidir. Köle ve gayri
müslimde
şahadeti tahammül edebileceğine göre onların hakim olarak tayinleri de
sahihtir.
Ancak
sabi dediğimiz çocuk hiçbir surette velayeti olmadığı için
bunun dışında kalır. Eğer
ehliyetten maksat hüküm verme ise, o zaman şahadet kelimesinden de maksat yalnız eda etme
hususudur.
Bunun içerisine ehli zimme hakkında hüküm vermek üzere gayri müslim bir hakimin
tayini bunun zımninde muteala edilir. Çünkü onun onlar aleyhine vereceği hüküm geçerli ve onun
hakim
olarak özellikle tayin edilmesi konuya zarar vermemektedir. Nasıl ki müslümanların
hakiminin
belirli bir cemaata tahsis edilmesi, onun kadılığına zarar vermiyor ise, gayri müslim bir
hakimin
yine gayri müslimler arasında hüküm vermek üzere tayini de zarar vermez. Çünkü
hüküm
vermeden
maksat hükmünün sahih olmasıdır.
Genelde kastedilen de budur, öyle olunca yukardaki
müslümanlarla ilgili hüküm ve kaydın tariften
çıkarılması gerekir. Ancak hakimden maksadı, kamil
bir
hakimin tarifi kastediliyor ise, o
zaman meseleye itiraz
olmamaktadır.
«Ehli
zimme arasında hüküm vermek üzere ilh...» Yani gayri müslim bir hakimin yine
gayri müslim
tebaa
arasında hüküm vermesi caizdir. Nitekim yukarda bunu izaha çalıştık ve yine yukarda beyan
edildiği
gibi bir kimsenin hakim olarak tayin edilmesi mutlak şekilde caizdir. Velevki gayri müslim
olsun.
Ancak müslümanlar aleyhine hüküm verebilmesi için
gayri müslim hakimin hüküm
esnasında
müslüman olması şarttır. Aksi halde müslümanlar aleyhine hüküm verememektedir.
TENBİH:
Fukahanın yukarda ifade etmiş olduğu
hususlardan anlaşıldığına göre, Şam şehri
yakınlarında dürzülerin sakin olduğu bölgede onların arasında hüküm vermek üzere tayin edilen
kadı
(hakim) Dürzi olduğu taktirde
veya Hıristiyan olduğu taktirde,
onlar orasında hüküm vermeye
yetkilidir.
Ancak onlardan hiçbirisinin
müslümanlar aleyhine hüküm vermeleri sahih kabul
edilmemektedir. Çünkü Dürzi denilen o bölge sakinlerinin belirli bir semavi dine intisapları yoktur.
Her
ne kadar kendilerini müslüman kesimden kabul edip kendilerini müslüman olarak tanıtsalar da.
Bu
konuda Hayriye'de, «Onların müslümanlar aleyhinde eda edecekleri şahitlikleri muteber
değildir.
Fetva da bu istikamettedir.»
denmektedir. Zahir'den anlaşıldığına göre Dürzi dediği
kişilerin Hıristiyanlar aleyhine veya hıristiyan hakimin dürziler aleyhine hüküm vermesi geçerli ve
sahihtir.
Bütün bunlar tabiki devletin tayin ettiği, yetki verdiği kişilerle ilgilidir. Ama o bölgenin emiri
sayılan
kendileri tarafından tayin edilen hakimin yetkisinin ne derece geçerli olup olmayacağı
bilinememektedir. Yalnız bu güne kadar örf, Soyda bölgesinin emirinin o
bölgelerde olan kişilere
hakim
tayın etme yetkisi vardır. Şam ve
benzeri etraf bölgelerdeki hakimleri tayine o bölge emirinin
yetkisi
yoktur. Çünkü Şam gibi vilayet ve o
eyaletlere tayin edilen kadılar, taraf-ı sultaniden
gönderilmektedir.
Fetih'te
gördüğüm bu ifadede şöyle denmektedir: «Hakim tayin etme yetkisi birinci derecede halife
ve
onun vekili sayılan ve onun tarafından ikame edilen sultanındır. Eğer kendisine bu konuda yetki
verilmiş
ise ayrıca bu sultan tarafından bölgeye emir olarak tayin edilen kişilerin, bölgenin haracını
ve
vergilerini alma yetkisi kendilerine verilmiş mutlak tasarruf hakkına sahip ise onun tayin etmesi
ve
azletmesi de sahihtir.» Yine
fukahanın burada da açıktan men edilmiş olmamaları örfen böyle bir
yetkilerinin
olmadığının bilinmemesi halinde böyledir. Zira Şam, Halep gibi bölgemize tayin
edilenlere mutlak tasarruf hakkı verilmesi ve vergileri toplama hakkına sahip olmalarına rağmen
hakim
tayin etmeye onları görevden almaya
yetkili kılınmadıkları açıktır. Dolayısıyla bunların ne
hakim
tayinine ne de hakimleri görevden
almaya yetkileri
yoktur.
METİN
Şahadete
ehil olmada aranan şartlar ne ise, hakim olmada aranan şortlar da aynıdır. Çünkü her ikisi
de
velayet babındandır. Ancak şehadet
kadı ve hakimlikten daha
kuvvetlidir. Zira şahadet hakimi
ilzam
eder. Hakimin hükmü ise ancak hasmı ilzam eder. Bunun içinde kaza ile ilgin hükümler
şahadetle
ilgili hükümlerden kaynaklanır, ondan alınır, denmiştir. İbnî Kemal.
Fasık
olan kişi şahadete ehli olduğundan hakim olmaya da ehildir. Ancak hakim tayin
edilmemelidir. Eden kişi aynen şahadetini kabul eden gibi günahkârdır. Fetva da bu istikamettedir.
Kaidiye isimli eserde bu şu ifade ile kayıtlanmıştır: «Doğru söylediği kanaati hakim olması halinde
fasikin
şahadeti kabul edilir.» Dürer. Ebu Yusuf; toplum içerisinde kişiliği ve yeri bulunan fasığın
durumunu
istisna etmiş, şahadetinin kabulunün gerektiğini söylemiştir.
Bezzaziye. Bu hususta
Nehir'de;
(Buna binaen günahkar olmaz. Böyle bir kişiyi, hakim olarak tayin eden de günahkar
olmaz.
Çünkü şehadeti kabul edilen her insanın, hakim olarak tayin edilebileceği söz konusudur.
«Ancak ikisi arasında fark vardır» denecek olursa, o zaman durum değişir» denmektedir.
Ben
derim ki: Bu rivayetin zayıf olduğu ilerde
gelecektir. Yeri ve kaynağına bakılmasında yarar
vardır.
Ebussuud efendinin Maruzat isimli
eserinde konuyla ilgili olarak şu
ifadelere yer verilir:
«Zamanımız
hakim ve kadıları arasında eşitlik olunca bilhassa zahiren adalet konusunda kimlerin
tayin edileceği konusunda sadır olan fermanda öncelikle diyanet ve adalet konusunda daha
yeterli
olan
kişilerin tayin ve takdim edilmeleri vardır. Dünyevî konularda birbirine düşman olan kişilerin,
birbirleri
aleyhinde şehadetleri kabul edilmez. Hatta böyle bir şehadete binaen hüküm verilecek
olursa,
bu hüküm geçerli değildir. Mesele, Yakup Paşa tarafından özelikle zikredilmiştir. Düşmanın
düşman
aleyhine şahadeti kabul edilmediğine
göre onun aleyhinde hüküm, vermesi de sahih
olmamaktadır.» Nitekim yukarda Kaidede beyan edildiği
gibi hükme yetkili olan kişinin,
şehadete de
yetkili
ve ehil olması şartı var idi. Mısır
müftüsü Şeyhülislâm Emirüddin İbni Abdül de bu hususta
fetva
vermiştir.Musannıf, Menih isimli eserinde, «Düşmanın düşman aleyhinde vereceği raporların
hükmü
de böyledir, geçerli değildir»
demektedir. Daha sonra Vehbaniye şerhinden yapılan bir nakle
göre
Hanefi, mezhebinde düşman aleyhine bir hakimin karar vermesinin geçerli olmayacağı
meselesi, bir nakle dayanmamaktadır. Kadı (hakim) adil olduğu müddetçe hükmü geçerlidir.»
denmektedir.
İbn-i Vehban ise konuyu daha başka bir şekilde de izah etmektedir.. «Eğer hakim
kendi
ilmine (bilgisine) dayanarak hüküm
veriyor ise caiz değildir. Ama adil kişilerin şehadetine
dayanarak insanlar huzurunda dinlenen şehadeti ve onların huzurunda o şahadete dayanarak
hüküm
verecek olursa
caizdir.»
Ben
derim ki: Muhiddin isimli kadı, manzum eserinde bu tefsiri benimsemiş ve nazmen şöyle
demiştir:
«Eğer kadı, düşmanı aleyhine hüküm verirse, - adil
olduğu takdirde- - o hükmü sahih ve
kesinlik kazanır. Bazı, alimler bu konuda şu tafsili de yapmışlardır: Eğer hakim kendi ilmine
(bilgisine)
dayanarak hüküm verirse kabul edilmez
ama bu bir topluluk huzurunda adil
şahitlerin
şahadetine
dayanarak hüküm verirse, hükmü
makbuldür, kabul
edilir.»
Ben
derim ki: Adil olmayan bir yetkili tarafından hakim tayin edilir mi, edilmez mi? Bu meselenin
açıklanması esnasında Bahır, Ayni, Zeylai, musannıf ve diğer fakihlerin
bir takım nakilleri vardır. Bu
nakiller
de Nasihi isimli müellifin Hassafa ait Edebü'l Kadı isimli kitabını ihtisar ettiği eserinden
nakledilmekte ve şöyle denmektedir: Şehadet caiz olmayanın hükmü de caiz değildir. Hükmü caiz
olmayanın
da yazısına itibar edilmez. Buradaki yazıdan maksat, hakimin düşmanı hakkında rapor
etmesi
veya dosya hazırlaması veya düşmanın düşman aleyhinde rapor vermesi demektir. Bu da
musannıfın
benimsediği görüşün sarih bir ifadesidir. İtimad edilen görüşte budur. Hatta Şafii
mezhebinin
muhakkiklerinden İmam Remlî'de bu mesele ile fetva vermektedir. Ben de, bizatihi
onun
yazısından şu ifadeleri naklettim: «Bir kimse düşmanı aleyhinde hüküm verse, daha sonra
onun
düşmanı olduğu açıkça ortaya çıksa,
vermiş olduğu hüküm geçersizdir,
batıldır.»
Şurumbulali'nin
Vehbaniye şerhînde, «Aralarında düşmanlığın sabit olması, ırz ve namusu ile ilgili
bir
iftirada bulunması, yaralama ve öldürme olayı, borcunu vermemesi, mumatele etmesi olayları ile
sabit
olur herhangi bir konuda dava
açmaları sebebiyle meydana gelen düşmanlık ise muteber
değildir,
Her ne kadar bu konu şahadete mani ise de bilhassa muhasemenin vuku bulduğu konuda
şahadet
muteber olmaz. Mesele vekîl tayin edilen kişinin vekil tayin edildiği konu ile ilgili şahadetini
vasinin
vasiyetle ilgili şahadeti ortağın ortaklıkla ilgili şahadetlerinin kabul edilmediği gibi. »
denilmiştir.
İZAH
«Şahadete
ehliyetin şartı, hakim olma ehliyetinin şartıdır ilh...» Bu cümle yukardakinin aynen
tekrarıdır.
Yani şahadete ehil olan hakim olmaya da ehildir, hakim olmaya ehil olan da şahadete de
ehildir
demektir. Bundan da anlaşıldığına göre musannıf birinci cümleyi Kenz ve diğer bazı
eserlere
tabi
olarak zikretmiş, ikincisini de Dürer metni Gurar'a göre zikretmiş olmakta, her ne kadar bu
konuda
fasıkın şahadete ehil olup olmadığını belirtmek için buna ihtiyaç duymuştur şeklindeki
mazeretleri de bir fayda sağlamaktadır. Ne olursa olsun ifade yukardakinin aynen tekrarıdır.
«Fasık
şahadete ehildir ilh...» İlerde fasık kimdir, fısk nedir, adalet nedir, şahadetle ilgili bölümlerde
bunlar
açıklanacaktır. Bu meseleyi burada açıklaması, bu cümleyi burada zikretmesi bazı
kimselerin zannını bertaraf etmek içindir. Ki onlara göre, fasık olan hakim olmaya ehil değildir.
Dolayısıyla verdikleri hüküm sahih olmaz. Fıskından dolayı onların verdikleri hükme
güven
duyulmaz. Bu üç imamın görüşüdür. Tahtavi de bunu
benimsemiştir. Ayni bu konuda fetvanın da
bilhassa
zamanımızda bu kavle göre verilmesi gerekir, demektedir.
Ben
derim ki: Eğer bu, nazarı itibara alınacak olursa, bilhassa zamanımızda hakim tayini
konusunun
artık kapanmış olması gerekir. Bunun içinde musannıfın kabul ettiği ve fasık olan
kişinin
hakim tayin edilebileceği görüşü daha sahihtir. Nitekim Hülasa'da da bu görüş
benimsenmiştir. İmadiye. Nehir'de beyan edildiğine göre bu konuda söylenen ifadelerin en uygunu
da
ve en sahihi de bu olsa
gerektir. Fetih'te ise, «Kudretli ve otoriter sultan tarafından
tayin edilen
herhangi
bir hakimin hükmü geçerlidir. Velevki bu tayin edilen hakim cahil ve fasık da olsa. Bize
göre
zahirul mezhepte budur. Yani Hanefi
mezhebinde delil bakımından kabul edilmesi gereken
Zahirur
rivayeninde desteklediği bu olsa gerektir» Buna binaen de onun hükmü sahih olmaktadır.
Zira
cahil olan kişi için başkasından hükmü öğrenerek fetvasını alarak hüküm verme imkanı
mevcuttur.»
denmektedir.
«Ancak fasık olan kişinin kadı olarak tayin edilmemesi gerekir ilh...» Bahır'da ve diğer eserlerde bu
vacip
olarak değil, bir öncelik olarak kabul edilmektedir. Yani evla olan bu tip insanların
şehadetinin
mahkemece kabul edilmemesidir. Kabul edildiği taktirde hüküm verilse caizdir.
Fetih'te,
«Delilin gereği helal olmaması ve buna dayanarak hüküm
verilmemesidir. Verildiği taktirde
caiz
ve geçerlidir. Ancak bunun gereği günahkar olur. Cenabı Hakkın, «Sizlere bir fasık herhangi bir
haber
getirdiğinde onu araştırın.»
buyurması ve bu ifadenin zahiri, araştırma yapmadan onun
sözünün
ifadesinin ve bu tip insanların
şahadetinin kabul edilmeyeceği bunun
helal olmadığına
delalet
etmekte ve aynca şahitler hakkında gizli ve aleni soruşturma yapılmasının
gerekli olduğu,
hasmına
ta'n edip etmediği bilhassa hudud ve kısasın dışında da olsa bütün haklarda sahibeyne
göre
ki mûftabi olan da budur. Soruşturma
yapmadan hüküm vermesi araştırma
görevini terk
ettiğinden
fasıkın sözüne itimad ederek hüküm vermiş olduğundan günahkar
olur.»
denmektedir.
İbn-i
Kemal ise bu konuda, «Bir kimse fasık olan bir kişiyi hakim tayin etse günahkardır. Hakim
olan
kişi fasıkın şahadetini kabul etse günahkardır.» demektedir.
«Fetvada
bununla verilmiştir ilh...» Bu ifade
metinde geçen fasıkın şahadete ehil olması dolayısıyla
hakim
olmaya ehil olması ile
ilgilidir. Fetvada bu istikamettedir
denmek istenmiştir. Yukarda açıkça
belirtildiği
gibi sahih olan ve Hanefi mezhebinde
muteber görüşün de bu olduğu
belirtilmiş idi. Ama
böyle kimselerin vazifeye getirilmemesinin vacip olduğu istikametindeki sözleri tartışılabilir.
«Kaidiye
isimli eserde bunu şu kayda
bağlamıştır ilh...» Yani fasık olan
kişinin şahadetinin kabul
edilmesi, galibizan olarak doğru söylediği kanaatine varılması
halindedir. Bu ifadede daha sonra
gelecek hususlardan anlaşılmaktadır. Dürer'de «Hakim fasığın şahadetini kabul etse ve buna
dayanarak hüküm verse günahkardır. Ancak hükmü
geçerlidir,» denmektedir. Fetavayı Kaidiye'de
bunun
doğru söylediğine dair zannı galip hasıl olursa böyledir şeklinde de kayıt vardır.
Ben
derim ki: Bunun zahirinden anlaşıldığına göre günahkar da olmaması gerekir. Çünkü gereken
araştırma
yapılmıştır. Zira ayeti kerimede emrolunan araştırma burada gerçekleştirilmiş, onun
galiben
doğru söylediği kanaatine varılmıştır.
Tahtavi
der ki: «Eğer ki kadının zannı galibine göre doğru söylemediği, yalan söylediği anlaşılacak
olursa
veya doğru söyleyip söylemediği eşit olacak olursa hakimin onun şehadetini kabul
etmemesi
ve bu şehadete binaen hüküm
vermemesi
gerekir.»
«Ebu
Yusuf istisna etmiştir ilh...» Yani
hakimin şahadetini kabul ettiği taktirde hüküm vermesi ile
günahkar
olması meselesinden Ebu Yusuf fasikin durumunu istisna etmiştir. Bundan maksat da
hakimin
galib zannına göre doğru söylediği
anlaşılırsa ifadesi olsa gerektir. Bu da yukarda Kaidiye
isimli
eserden nakledilen ifadenin zımninde mevcuttur, ayrıca ifadesine gerek yoktur.
«Bu
meselenin zayıf olduğu ilerde gelecektir ilh...» Yani şahadet bahsinde bu kavlin zayıf olduğu
söylenecek ve şöyle denecektir: «Kınye'de, Mücteba'da doğru
söyleyen kişilik sahibi kişinin fasık
da
olsa şahadeti kabul edilir şeklindeki ifadeleri, Ebu Yusuf'un kavlidir. Kemal İbn-i
Hümam bu
görüşü
zayıf addetmiş gerekçe olarakta
nass karşısında zannı galibe dayanarak verilmiş bir
hükümdür,
kabul edilmez demekte musannıfta bunu benimsemektedir.
Ben
derim ki: Yukarda Bahır'dan nakletmeye çalıştığımız ifadede nassın zahirine göre fasıkın
şahadetinin
kabul edilmesi özellikle araştırmadan önce helal olmaz. Eğer kadının yaptığı araştırma
sonucu
sadık (doğru) olduğu anlaşılır ve
buna binaen şahadetini kabul ederse, nassa uygun bir
davranış
içine girmiş olur. Ancak nas kelimesinden kasdı Cenabı Hakkın
«Sizlerden
adil olan iki kişiyi şahit gösterin» sözü kasdediliyor ise, o zaman hüküm başka olur. Zira
bu
ayeti kerimenin delalet ettiği mana o zaman adil olmayan kişilerin şahadetinin kabul
edilemeyeceğidir
ki bu da mefhumu muhaliftir. Mefhumu
muhalif Hanefi mezhebinde muteber
değildir.
Özellikle mefhumu lakab olacak olursa. Halbuki yukardaki ayeti kerimede fasik hakkında
araştırma
yapıp soruşturmayı tamamladıktan sonra durum aydınlanırsa kabul edilebileceği
şeklindedir.
«Ebussuud'un
maruzatında ilh...» Maruzattan maksat, zamanın sultanına taktim ettiği ve sultanın da
o
meseleler muktezatınca amelini emrettiği meselelerdir.
«Adaletin varlığında ilh...» Yani hakim ve kadı olmaya layık olan kişilerin o dönemde hemen hemen
hepsinde
adalet müsavi şekilde mevcut idi.
Bugün ise adaletsizlikte eşitlik sağlanmış durumdadır.
Dolayısıyla bu göreve talip olanların düşünmeleri, dikkat etmeleri gerekir. Tahtavi.
«Eğer
düşmanlık sebebi dünyevi bir meseleye taalluk ediyorsa ilh... » Musannıf Şurumbulali
şerhinden
naklen bu dünyevi dediğimiz düşmanlığın veya anlaşmazlığın açıklamasını yapacaktır.
Dünyevi sebeplere dayanarak anlaşmazlık, düşmanlık ifadesiyle dini sebeplerden dolayı
anlaşmazlığın ve düşmanlığın şahitliğe mani olmadığı anlaşılmaktadır. Binaenaleyh İslamda helal
olmayan
bir şeyi irtikap etmesinden dolayı biri ona düşmanlık beslese müttehem sayılmaz, ifa
edeceği
şahadette de yalancı şahitliği
ihtimali var
denemez.
Dünyevi sebeplerden dolayı meydana gelen düşmanlıklar ise kişinin yalan yere şahitlik yapmasına
vesile
ve vasıta olabilir. Bunun içinde müslümanın gayri müslim aleyhinde şahitlik yapması caiz
görülmüştür.
Her ne kadar aralarındaki anlaşmazlık birbirlerinden kopma ve nefret baisi ve sebebi
dini
inançlar ve dini hususlar olduğu
için müslümanın gayri müslim aleyhinde de olsa iftira
edemeyeceği,
aleyhinde yalan söyleyemeyeceği sabit olduğundan
şahadetinin geçerli olduğu
söylenmiştir. Yahudinin hıristiyan aleyhine şahitliği de
böyledir.
«Aralarında dünyevi düşmanlık (adavet) olan kişinin diğer biri aleyhinde şahitlik yapması halinde
mahkeme
bu şahadete dayanarak hüküm verse,
hükmü nafiz sayılmaz ilh...» Bu
konuda dünyevi
sebeplere dayanarak aradaki adalet sebebiyle yapılan şahitlik fasık olan kişinin şahitliğine benzer
diyen görüşü bertaraf etmek için burada bu ifadeye yer vermiştir. Yukarda beyan edildiği gibi
fasık
olan
kişinin şahadetinin mahkemece kabul edileceği, fetvanın da bu istikamette olduğu
metinde
beyan edilmişti. Her ne kadar onun şahadetine dayanarak (tabiki başkaları varsa) hakimin hüküm
vermesi
halinde dini açıdan bir mahzur
irtikap etmiş oluyor ise de.
Düşmanın düşman aleyhindeki
şahadeti
fasıkın şahadeti gibi değil. Kölenin ve çocuğun şahitliğinin kabul edilmesi meselesi gibidir.
«Yakup
Paşa bunu bu şekilde beyan etmiştir ilh...» Bu zatın Sadru Şeria isimli eser üzerine, yani
Vikaye
şerhi üzerine yazmış olduğu haşiyesinde bu ifadelere yer verilmiştir. Hayriye isimli eserde
ise,
«Mesele kitaplarda değişik şekillerde dolaşmaktadır.» denmektedir. Aralarında düşmanlık
sebebi
ile şahitliği reddedilmesi gereken kişinin şahadetine binaen hüküm verilmesinin doğru
olmayacağı
gibi hakim olan kişinin dünyevi sebebten düşmanı aleyhine de hüküm vermesi sahih ve
caiz
değildir.
«Hakimin
düşmanı olan müddaaleyh hakkında
verdiği hüküm sahih değildir
ilh...» Yani düşmanın,
dünyevi sebeplerle düşmanı aleyhine yapmış olduğu şahadet nasıl kabul edilmiyor, mahkeme bu
şahadete
dayanarak hüküm verse de hükmü
geçersiz oluyor ise, hakimin düşmanı aleyhine
vereceği
kararlar da aynı şekilde sahih
olmamakta ve geçerli sayılmamaktadır. Bununla da
Yakubiye'den nakledilen ifade ve itirazlar bertaraf edilmiş olmaktadır.
TENBİH:
Düşmanı aleyhinde hakimin karar yetkisi olmadığına göre kurtuluş bir başkasını yerine
vekil
tayin etmesi ki bu da vekil bırakmaya yetkili ve mezun olmasına bağlıdır. Nitekim, ilerde
geleceği
gibi kendisi için veya çocukları için bir hadise vuku bulsa, mahkemeye intikal etse, kendi
davasına
ve çocuklarıyla ilgili davaya
bakamayacağından bir başkasını vekil tayin edebileceği
ilerde
izah edilecektir.
«Yine
musannıfın beyanına göre ilh...» Musannıf Menih isimli eserin de nassan şöyle demektedir:
«Bazı
fetva kitaplarına nisbet edilen
güvenilir bir kaynakta, -zannedersem
bu fetva kitabı Haşi'nin
Fetava-yı Kübra'sı olsa gerektir- gördüm ki, orada; «Düşmanın düşman aleyhinde dosya
hazırlaması, rapor tutması kabul edilemez. Nasıl ki düşmanın düşman aleyhinde şahitliği kabul
edilmiyor
ise bu da aynıdır.» denilmektedir.» Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre, sicil
şeklinde
varit olan bu ifade, Tahtavi'nin
beyanına göre, kadının diğer bir kadıya herhangi bir hadise
hakkında
düşmanı olan kişi ile ilgili yazısı veya onun hakkında tutmuş olduğu dosyadır.
Bu da
Nasihi'den
naklen verilecek ifadeye tamamen
uygundur.
Daha
sonra musannıf, «Vehbaniye şerhinde
böyle bir nakil görülmedi.» diye bir ifadede bulunmuş,
yani
hakimin düşmanı aleyhine karar
veremeyeceği meselesinin Vehbaniye
şerhinde nakli
görülmediği
beyan edilmiştir. Devamla, «Ancak bu konuda uygun olan hakim adil ise, mutlak bir
şekilde
düşmanı aleyhine de olsa verdiği
kararın geçerli sayılmasıdır. Gerek kendi kesin bilgilerine
dayanarak bu hükmü versin, gerekse iki adil şahidin şahadetine istinaden karar vermiş olsun. Bu
bahis
Vehbaniye isimli eserin şarihi tarafından zikredilmiş. İbni Vehbana ve onun açıklayış biçimine
ters
düşmektedir.» dendikten sonra bu ifadenin akabinde, «şöyle derim» diyerek: «Hakim adil
olduktan
sonra mutlak bir şekilde verdiği karar düşmanı aleyhine de olsa geçerlidir.» diye sözlerini
bitirmiştir.
«Eğer
kendi bilgisine dayanarak vermiş ise
caiz değildir ilh...» Bu ifade hakimin dava ile ilgili kendi
bilgilerine
dayanarak hüküm vermenin caiz
olduğunu benimseyen görüşe göredir. Mutemet ve
muteber
olan görüş bunun tersidir. Yani
hakim hadise hakkındaki özel bilgilerine dayanarak karara
yetkili
değildir. Binaenaleyh İbni Şihne ile
İbni Vehba'nın sözleri arasında bir tezat olduğu
söylenemez. Zira her ikisinin sözlerinin neticesi «Hakim ve şahitler adil ise düşman aleyhinde
hakimin
verdiği hüküm geçerlidir.»
sözüdür.
«Ancak Bahır, Ayni ve Zaylai'de nakledilen, musannıfın da desteklediği bir görüşse ilh...» Meselenin
aslı
musannıf tarafından beyan edilmekte
ve şöyle denmektedir: «İbnü Vehban ile eserinin şarihi
Abdülber
ibnü Şıhne fukahanın muteber
eserlerinde ittifakla kabul ettikleri hükmü sanki unutmuş
veya ihmal etmiş gibi davranmaktadırlar. Ki muteber eserlere göre hükme ehil olma, şahitliğe ehil
olmadan
kaynaklanır, şahitliğe ehil olan
hüküm vermeye de ehildir. Şahitliğe ehil olmayan ise,
hüküm
vermeye de ehil değildir. Düşman düşmanı aleyhinde şahitlik yapamaz. Nitekim
müteahhirin
ulemanın
çoğunluğu bunu beyan buyurmuşlardır. Dolayısıyla düşmanı aleyhinde de hüküm
vermeye yetkili sayılmamaktadır. Tahtavi.
Ben
derim ki: Bu ifadeleri musannıfın şerh'ine ait elimdeki nüshalarda bulamadım. Ancak burada
söylenebilecek husus, şarihin maksadı İbnü Vehban ile İbnü Şıhne'nin söylediklerini tenkit
etmek.
metindeki
ifadeyi desteklemek için bunu
zikretmiştir. Zira metin sahibi müellif, hakimin düşman kişi
aleyhinde
karar verememesini onun aleyhindeki hükmünün sahih olmamasını, aleyhinde
şahitliğinin
kabul edilmemesine bina etmiştir. Onun bir feri olarak nitelemiştir. Bu da bütün
muteber
metin kitaplarından anlaşılan külli bir mefhumdur ki fukahanın metinlerdeki ifadeleri
hüküm
vermeye yetki şahadete yetkiden
kaynaklanır. Bunun aksi ise şahadete ehil olmayan hüküm
vermeye de o konuda ehil değildir demektir. Bunun için de musannıf metinde düşmanın düşman
aleyhine
şahadeti kabul edilemez,
dolayısıyla aleyhinde vereceği
hüküm de sahih olmaz,
demiştir.
Bu
sonuç mefhuma dayanarak isbat edilmiş bir sonuçtur. Bu ifade de şarihin naklettiği «Bu külli
mefhum
Nasihi dediğimiz fakihin ifadesinde açıkça yer almaktadır.» sözünü de unutmamak gerekir.
Ancak
şarihin bunu açıkça beyan etmesi ile de İbni Vehban ve İbni Şıhne'nin sözleri de bertaraf
edilmiş
ve musannıfın metinde benimsediği
görüş teyid edilmiş olur. Bunun için de şarih,
Musannıfın
benimsediği görüş ya açık ya açığa yakın bir ifade ile zikredilmiş.» diyerek açıklamasını
yapmış
idi. Burada iki görüş arasında bir telif ve uzlaştırmaya gitme konusu kendililiğinden ortaya
çıkmaktadır. Kınye isimli eserde zikredildiği gibi, dünyevi sebeplere dayanan düşmanlık fıskını
gerektirmedikçe şahadetinin kabulüne mani değildir. Sahih olan da budur. İtimatta bu görüşedir.
Yine
Muhit ve Vakiat isimli eserlerde, «Düşmanın düşman aleyhine şahadeti kabul edilmez ifadesi,
müteahhirin
ulemanın benimsediği görüştür.»
denilmektedir.
Mezhepten
naklen beyan edilen rivayet buna ters düşmekte,
Şafii mezhebinin görüşü de bu
istikamette
olmaktadır. Ebu Hanife ise bu konuda, «Eğer adil ise kabul edilir.» demektedir. Mebsut
isimli
eserde, «Düşmanlık dünyevi bir sebebten kaynaklanıyor ise bu fasık olmasını gerektirir,
şahadeti
kabul edilmez.» denilmiştir.
Netice
olarak meselede iki muteber görüş bulunmakta birincisi, düşmanın aleyhine yapılan
şahitliğin
kabul edilmemesi, bu da; müteahhirin ulemanın benimsediği görüştür. Kenz ve Mülteka
sahipleri
bu görüşü benimsemektedirler. Bunun gereği düşmanlıktır. Düşmanlık sebebiyle fasık
olması
değildir. Eğer böyle olmasaydı
birine düşmanlık beslemesiyle fasık
olacağına göre bir
başkası aleyhine yapmış olduğu şahadetinin de kabul edilmemesi gerekirdi. Bu görüşe göre,
aralarında dünyevi sebeplerden kaynaklanan düşmanlık kadının (hakimin) düşmanı olan kişi aleyhinde karara yetkili olmadığı, verdiği kararın geçerli olmayacağı istikametindedir.