KİTABU'L KAZA ..ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
«Yalnız
Fetih isimli eserde ilh...» Bu ifade, vasıta ile göreve gelenlerin durumunun da
aynı olduğu
söylenmiş idi ona itiraz mahiyetinde, vasıta ile göreve
gelenlerin durumu rüşvet yolu ile göreve
gelenlerin
durumundan farklı olduğunu belirtmek
için zikredilmiştir.
«Adil iken göreve başlayıp daha sonra rüşvet alarak veya başka sebeplerle fasık olsa ilh...» Yani
zina
yapsa içki içse bunlar sebebiyle
fasık olan kişinin görevden
azledilmesi gerekir. Yetkililer
üzerine
bunu görevden alması vaciptir denmektedir.
«Çünkü
rüşvet çoğu kez alınan olması
bakımından ilh...» Çünkü kadıların çoğunun fasık olmaları,
yoldan
çıkmaları, sapmaları rüşvet kanalı ile olmaktadır. Nehir.
«Bu
tip kadı azle müstehaktır ilh...» Mezhebin kabul ettiği zahir görüş budur. Buharalı ve
Semerkantlı ulemanın görüşleri de bu istikamettedir. Yani devlet başkanı üzerine bunları azletmek,
görevden
almak vaciptir. Camiü'l Fusuleyn'de de şöyle zikredilmiştir: «Bir başka rivayete göre adil
olarak
göreve başlayıp daha sonra fasık olan kişi, azle gerek kalmadan kendiliğinden otomatik
olarak
azledilmiş sayılır. Çünkü hakimliğe devam etmesi adaletinin devamı ile kayıtlıdır. Adaleti zail
olunca
görev de zail olur. Zira onu o göreve
getiren kişi, onun adil olduğuna
inanarak, güvenerek,
adaleti
sebebiyle getirmiştir. Adaletin zail olmasıyla görev de zail olur.»
«Diğer
bir görüşe göre kendiliğinden otomatik azlolunmuş olur fetva da buna
göredir ilh...» Bahır
isimli
eserde bunu naklettikten sonra, «Garip bir olaydır. Mezhepte muteber olan
görüş bunun
hilafınadır»
demektedir.
«Görevine
devam eder ilh...» Fasık olan, irtidad eden, gözlerini kaybeden daha sonra müslüman
olsa,
adaleti tövbe ile yerine gelse, gözleri açılsa görevine devam eder. Bu da Bezzaziye'den naklen
Bahır'da
zikredilen şu ifadelere ters düşmektedir: «Dört haslet vardır ki hakim olan kişide
bulunduğu
taktirde azledilir. Duyma hissini, görme hissini, aklını ve dinim kaybettiği taktirde kadı
görevden
alınır.» Bundan sonra devamla «Vakaatı Hüsamiye isimli eserde fetva verilen görüşe göre
hemen
irtidad etmesi ile otomatik hakimlikten düşmüş olmaz çünkü insanın müslüman olmaması
iki
rivayetten birine göre kadı olarak tayinine başlangıçta münafi değildir.» Daha sonra devamla,
«Bununla
da yukarda söylenenlerin fetva
verilen görüşün mukabili bir görüş
olduğu ortaya
çıkmaktadır.» denilmektedir. Velvaliciye'de «Kadı irtidad
eder veya fasık olur, daha sonra islahı hal
ederse
eskiden olduğu gibi görevine devam
eder. Çünkü irtidad fısıktır.
Fasık olma ile otomatik
görevden
düşmez. Ancak irtidat halinde verdiği hükümler batıldır, geçerli değildir.» denilmiştir.
Ben
derim ki:Velvaliciye'deki ifadenin
zahirinden anlaşıldığına göre fasık iken vermiş olduğu
hükümleri
geçerlidir. Bu da yukarda geçen
ifadeye uygundur. Ancak fasık olma ifadesiyle Hülasa'da
zikredilen
«rüşvet yoluyla fasık olma» kastedilirse o zaman hüküm değişik olmaktadır.
«Bahır'da
da bu görüşe itimad edilmiş o görüş benimsenmiştir ilh...»
Aynı
eserde söylenenlerin özeti şundan ibarettir: Kadı fasık olduğu taktirde görevden düşmez,
verdiği
hükümleri geçerlidir. Ancak rüşvet yoluyla fasık olduğu taktirde o zaman rüşvet aldığı
olayda rüşvet sebebiyle o konuda vermiş
olduğu hüküm geçerli değildir.
Tarsusi bu konuda, «Azle
müstehaktır
diyenler, hükmünün sahih ve geçerli
olduğunu kabul edenlerdir.
Azledilmiş sayılır
diyenler yani kendiliğinden azlolunur
diyenler. verdiği hükümlerin batıl olduğunu söyleyenlerdir.»
demiştir.
«Ancak Haniye'nin dava ile ilgili bölümünün
baş tarafında ilh...» Bu ifade Bahır'da aynen
nakledilmektedir. Vali fasık olduğu taktirde kadı mesabesindedir, azle müstahaktır. Fakat otomatik
görevden
düşmez, azledilmiş olmaz. Gördüğüm
kadarıyla bu da Fetih'deki ifadeye muhalif değildir.
Sultan
yani devlet başkanı olan kişi iki husus ile devlet başkanı olur. Bahır'da Haniye'den naklen bu
konuda
şöyle denmektedir: «Devletin başında
sultan namı ile bulunan kişi
iki husustan biri ile
sultan
olur. Bir ayan ve eşrafın kendisine mubayaat etmesiyle, bir de hükmünün tebaa üzerinde
onun
kahır ve zulmünden korkulduğu için geçerli sayılması ile. Eğer kendisine mubayaat edilmiş ve
hükmü
onlar hakkında aczinden dolayı geçerli değil ise, sultan sayılmaz. Mubayaa ile sultan olur,
daha
sonra halka zulmederse. Eğer kahır ve galebesi var ise, görevden azledilmiş olmaz. Çünkü
azledilse yine kuvveti ve otoritesiyle o göreve devam edecektir. Başka türlü mümkün olmamakta,
azledilir
denmesi de bir faide sağlamamaktadır. Ama gücü kuvveti de yok ise otomatik
azledilmiş.görevden alınmış sayılır.» Uygun olan burada ikinci ifadenin Feth'ül Kadir'deki ifadeye
uyum sağlaması için daha sonra zikredilmesi gerekirdi. Oradaki ifade, güç ve kuvveti olan kişinin
hükümden
azlolunmayacağı istikametindedir.
METİN
Hakım
olan kişinin güvenilir, iffetli,
akıl ve düşüncesine güvenilir, salah
ve takvasına itimat edilir,
anlayış
kabiliyeti olan, sünnet ve Hazreti
Peygamberden varit olan eserler hakkında bilgisi olan,
fıkhı
bütün yönleri ile bilen kişi olması gerekir. Müçtehit olması tercih sebebidir. Çünkü müctehid
her
zaman olması mümkün olmamaktadır. Ayrıca bazan belirli zaman dilimleri arasında ekseri
fukahaya
göre müctehid bulunmayabilir,
bulunmaması da caizdir. Nehir. Dolayısıyla avni âmm'l
olan
kişinin göreve getirilmesi
sahihtir. İbni Kemal. Bu kişi, başkasından alacağı fetvalarla
hükmünü
verebilir.
Ancak
Bezzaziye'nin bir bölümünde bulunan, «Müftü olan kişi nakledilen meselede, vak'ada durum
ne
ise ona göre fetva verir. Kadı veya hakım ise zahire göre hüküm verir.» ifadesi, cahil olan kişinin
başkasından alacağı fetva ile hüküm vermesinin mümkün
olmayacağına delalet etmektedir.
Dolayısıyla kan davalarında, evlilik ve diğer
konularda hüküm verme hakime ait
olduğundan.
dindar,
alim bir kişi olması gerekmektedir ki, bu durumda olan kişiler kibrit-i ahmer (kıymetli
maden)
kadar nadirdir. Bu nadir maden nerde, ilim nerde?
Kadı
hakkında yukarda söylenenler usul alimlerine göre, aynen müftü için de söylenir. Yani usul
alimlerine göre müftünün müctehid olması gerekir. Ama müctehitlerin kavillerini
ifadelerini bilen
kişi
aslında müftü değildir. Verdiği fetvalar, fetva değil, bir önceki
fetvayı nakilden ibarettir. Bu
görüş
aynen Kemal İbnül Hümam tarafından da benimsenmiştir.
İnsan
kadı olmayı kalben istememeli ve bu
isteğini de diliyle ifade etmemeli.
Hülasada görev
isteyen
kişi göreve getirilmez kendisine
görev verilmez. Ancak ondan kadı
olmaya layık başka biri
bulunmaz,
yalnız onun olması gerekirse veya vakıf konusunda mütevellilik onun için
şort koşulmuş
ise
veya birinci kadı tarafından azlinin gerekçesiz ve sebepsiz yere olduğunu iddia edip
görevine
dönmeyi istemesi hali müstesnadır. Nehir. Şafii ve Maliki ulemasından nakledilen bir ifadeye göre,
bilinmeyen
tanınmayan meşhur bir alimin ilmini neşretmek üzere kadılığa talip olması müstehaptır.
İZAH
«Kadının
aşağıdaki sıfatlarla muttasıf olması şarttır ilh...» Kadı, şiddete kaçmadan otoriter, zafa
düşmeden
yumuşak olmalıdır. Çünkü hükmetme,
müslümanlar için önemli bir olaydır. Daha çok
bilen,
daha kudretli olan, daha heybetli ve insanlar arasında daha çok maruf olan, insanların ona
olan
davranışlarına karşı daha sabırlı olanlar, kadı olmaya daha layık olanlardır.
Devletin birinci
kademesinde olan sultanın bu sıfatları taşıyan kişileri araması ve en evlâ olanın,
görevlendirmesi
gerekir.
Buna
delil olarak Hazreti Peygamber
Sallallahu Aleyhi Vesellemin şu ifadeleri getirilmektedir: «Kim
ki
bir insanı bir iş başına getirir, o toplum içerisinde ondan daha evlâsı, o işe daha layıkı varsa,
Allaha
ve Resulüne ve İslam toplumuna hıyanet etmiş olur.» buyurmaktadır. Bahır.
Benzeri ifade
Zeylai'de de mevcuttur. Burada «gerekir» ifadesinden anlaşıldığı ve hadisi şerifin de delalet ettiği
gibi,
devlet başkanının veya tayine yetkili olan kişinin daha ehli dururken zayıfları tayin etmesi
günahtır.
«Güvenilir
bir kişi olması gerekir ilh...» Kadının her hususta kendisine güvenilir bir insan olması,
afif
olması, günahlardan sakınan bir kişi olması, kişiliğini zedeleyen küçük düşürücü hadiselerden
sakınması gerekir. Burada «güvenilir kişi» olmasından maksat her bakımdan mükemmel, aklı
başında.
kâmil, ehliyetli birisinin
olması demektir. Hafif meşrep kişiler veya akıl noksanlığı olan
kişiler, şerre meyyal ve şerden kaçınmayan kişilerin tayin edilmemesi
gerekir.
Burada
«salih» olarak geçen kelimeyi İmam Hassaf. «Hali mestur istediği suçlarla rezil olmuş veya
şahsiyeti
zedelenmemiş, şüpheleri üzerinde toplayan biri olmaması, istikamette olması, her
bakımdan
mükemmel, insanlara eza ve cefadan uzak, insanlar arasında en az kusur işleyenlerden
biri
olması, alkollü içki kullanmayan, kullananların sohbetinde bulunmayan, afif insanları
itham
etmeyen,
yalan söylemeyen bir insan olması gerekir.» Bu sıfatları şahsında toplayan kişi bize göre
ehli
salahtan bir kişidir.» demiştir.
Sünnet
hakkında bilgisi olması gerektiği ifadesinden maksat da Hazreti Peygamber Alehüsselatu
vesselamdan
varit olan söz, takrir ve fiilleri
bilen, fıkıhta mesnetleri, delilleri ve fıkıh kaidelerini
bilen
biri olması demektir. Seleften varit olan eserlerin merfu veya mevkuf olanı hakkında yeterli
bilgiye sahip olması gerekir. Her ne kadar bazı fakihlerimiz eser kelimesini yalnız mevkufa
hamlediyorlar
ise de.
Müctehit
ve ictihadın şartları
«Hakimde
ictihad öncelik şartıdır ilh...» İctihad lugatta insanın güç sarf etmesi, zor olan bir şeyi
başarması demektir. Istılahta ise şeri hükümleri kaynaklarından doğru bir şekilde çıkaran ve bunları
layıkı
vecile başaran kişiye müctehit denir. Telvihte gücün sarf edilmesi demek o konuda daha
fazlasını
başaramayacağını hissetmesi demektir. Yani son merhaleye kadar gücünü sarfedecek
fakat
aciz olduğu konularda da haddi aşmayacak.
İctihadın
şartlan ise birinci derecede müslüman olmak, akıllı olmak, baliğ olmak, meseleleri
kaynaklarından
istimbata ehil olmak, arapçaya tam vakıf olmak, ahkamla ilgili ayetleri çok iyi
bilmek,
hadislerin senet ve metinleri ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmak, nasih ve mensuhu bilmek,
kıyas
ve kıyasın şartlarını iyi
bilmektir. Bütün bu şartlar mutlak
müştehitlerde aranan şartlardır ki
bu
müctehit her hususta, bütün hükümlerde fetva vermeye yetkili olan kişi demektir.
Ama
bir konuda hüküm verebilen,
diğerinde hüküm veremeyen müctehit ise. yukarda saydığımız
şartlan
ihtiva etmesi, mesela namazla ilgili bir hükümde müctehit olan bir kişinin, nikahla ilgili
bütün
meseleleri bilmesi gerekmez. Ama namaz konusuyla ilgili bütün
mesele ve delilleri bilmesi,
onları
ihata etmesi gerekir. Burada musannıfın ictihattan maksadı birinci manada olan ictihattır.
Yani
bütün konularda mutlak müctehid olan
kişidir.
Nehir.
«Müctehidin
bulunması mümkün olmayabilir ilh...»
Her zaman ve her yerde müctehit olmayabilir.
Bunun
için de kadının müctehit olması
öncelik şartıdır. Yani müctehit olan kişi varken diğerini tayin
etse
sahihtir, ama müctehit olanın tayinde öncelik hakkı vardır
demektir.
«Ekseri ulemaya göre asırlar veya herhangi bir asır müctehitten hali olabilir ilh...» Bu her asırda bir
müctehidin
bulunması gerekir diyen görüşün
hilafınadır. Mesele usulü
fıkıhla ilgili olduğundan
geniş
bilgi için usulü fıkıh kitaplarına müracaat edilmesi gerekir.
«Binaenaleyh
amm'i olan kişinin görevlendirilmesi
caizdir ilh...» Bu arada amm'i kelimesinden
maksat
hiç okuma yazma bilmeyen anasından doğduğu gibi cahil olan bir insan demek değildir.
Burada
mukallit olan, müctehit olmayan bir
alimin kadı olarak tayini sahihtir
demesi daha uygun
olurdu.
Çünkü müctehid kelimesinin
mukabilinde kullanılan ifade mukallit ifadesidir. Her ne kadar
mukallit,
amm'i dediğimiz avami nasdan birini ihtiva ediyor ise de. Ancak İbnül Ğars'ın ifadesine
göre
buradaki amm'iden maksat ilim ve irfan sahibi olan, ancak müctehit olmayan mukallitlerdir. Bu
konuda
en az bazı hadiseleri değerlendirebilen ve birtakım meselelere nüfuz edebilen, hükümlerin
nereden
ve nasıl alınacağını nasıl uygulanacağını, meselelerin hangi kitaplarla olduğunu bilen biri
olmasıdır.
Ayrıca mezhep içerisinde hangi alimlerin görüşlerinin tercih edilmesi gerektiği,
meselelerin nasıl değerlendirîldiğini, vaka ve davalarda
fetvaların nasıl istimbat edildiğini,
delillerin
değerlendirilmesini ve muhaliflerle en azından o konuda münakaşa edebilecek durumda olan biri
olması
gerektiğine işaret edilmiştir. Ancak İbnül Ğars'ın bu
ifadeleri Nehir sahibi tarafından
münakaşa
edilmiş, buradan amm'inden maksadın cahil bir insan olduğu görüşü tercih edilmiştir.
Çünkü
fukahanın meseleyi izah ederken ve
gerekçesini anlatırken her ne kadar kendisi bilemiyor
ise
de hakkı ehline ulaştırmada, doğruyu bulmada başkalarına sorarak onlardan aldığı fetva ile
amel
edebilir demektedirler. Bu da direk kendisinin kitaplara inemeyecek meselelere nüfuz
edemeyecek
derecede biri olduğunu gösterir
ki o da cahil biridir.
Yakubiye haşiyesinde bu konuda şöyle denmiştir:
«Başkasının fetvasına muhtaç olan kişi, fıkıh
kitaplarından
meseleleri direk almaya, çıkarmaya muktedir olamayan kişidir. Fukahanın sözlerini
kaidelere irca ederek zapturap altına alamayan kişi demektir.»
Aynı
görüşler İnaye'den naklen Bahır'da da
zikredilmiş, Kemal İbnül Hümam da bunu tercih etmiştir.
Ben
derim ki: Bu konuda münakaşaya yer verilebilir. Zira usul alimlerine göre müftü müctehid
olandır.
Nitekim ilerde de buna aynca temas edilecektir. Binaenaleyh bu ifadeye göre, kadı olan
kişinin
müctehit olması gerekmez. Çünkü başkasının içtihadına dayanarak amel etme imkanı vardır.
Bundan
da amm'inin cahil biri olması anlaşılmaz. Yalnız denebilir ki, içtihat, kadı olan kişide
mümkün
olamadığı gibi, zamanımız
müftülerinde de mümkün olmamaktadır. İhtiyaç duyduğu
taktirde
kitaplardan hükümleri nakledebilecek kişilere sorması, kendisinin kitaplardan hükmü
çıkarmaya
muktedir olamadığını
gösterir.
«Müftü
diyaneten fetva verir ilh...» Yani
bir kimse gelip «Ben karıma sen boş oldun dedim. Ancak
bu
ifade ile de geçmişte yalan olan bir
olayı kasdettim.» dese, müftü bu
durum karşısında talakın
vaki
olmadığı istikametinde fetva verir, oma kadı talakın vuku olduğu istikametinde hüküm verir.
Çünkü
kadı zahire göre hükmeder, Eğer hakim (kadı) fetva dayanarak hüküm verse, onun
hükmünün
bu konuda batıl olması gerekir. Çünkü müftüye sorduğunda talakın vuku olmadığını
söyleyecek, halbuki onun zahire dayanarak talakın vuku bulduğu istikametinde hüküm
vermesi
gerekecektir. Bu da alınan fetva ile her konuda hükmetmenin mümkün olamayacağını
gösterir.
Bu
ifade münakaşa edilebilir. Çünkü kadı olan kişi, benzeri bir meselede müftüye sorduğu zaman
müftü
ona talakın vaki olmadığı şeklinde
fetva vermez. Çünkü kadı hüküm vereceği
bir mesele
hakkında
sormuş, hükmün hangi istikamette olması gerektiğini ondan istifsar etmiştir. Buna göre
kaza
yoluyla hüküm neyi gerektiriyorsa,
müftünün ona onu açıklaması gerekir.
Bundan da
anlaşıldığına göre Bezzaziye'de olan husus, fukahanın başkasının fetvasına dayanarak hüküm verir
sözlerine
ters
düşmemektedir.
«Kanlarda
ve ırzlarda ilh...» Hatta mallarda hüküm verecek bir kişi olması, dolayısıyla güveniIen biri
olması
şarttır. Kanlarda ve ırzlarda ifadesini özellikle zikretmesinin sebebi bu iki hususta hiçbir
surette
bunların mubah olmayacağı, mubah sayılarak bunlara tevessül edilemeyeceğidir.
Mal
konusu ise bunun hilafınadır. Bir
ikinci sebebte bu iki noktanın çok önemli konular olduğuna
işaret
etmek içindir. Zira hükümleri içerisinde bu iki hususun da bulunduğu kabul edilirse, hakimin
alim
olması, dindar olması, güvenilir bir kişi olması gerekir.
Müctehide
ait bir sözü nakletmenin
yolu
«Müctehit
olmayan müftünün naklettiği içtihat değil başkasına ait bir sözü nakilden ibarettir ilh...»
Müctehidin
görüşlerini, verdiği hükümleri
nakletmenin yolu da iki şekilde olur.
Onun söylediğine
dair
kuvvetli bir kaynaktan veya hadislerde olduğu gibi bir senetle sözün ona ait olduğunu isbat
etmekle
olur. Kitaptan derken herhangi bir kitabın ifadesi bu konuda yeterli değildir. Ulema
arasında
muteber sayılan, o müctehidin
sözlerini ihtiva ettiğine kesin
gözüyle bakılan, mesela
İmam-ı
Muhammed'in Zahirü'r Rivaye dediğimiz kitapları buna bir örnek teşkil edebilir. Diğer
müctehitlerin
aynı derecede şöhrete sahip olmuş
eserleri de bu kabildendir. Çünkü bu kitaplar
onlardan
bize kadar mütevatir ve meşhur bir
şekilde nakledilen haberler mesabesindedir. İmam
Razi
bu şekilde
zikretmiştir.
Buna
göre nevadırür rivayeye ait eserlerin zamanımızda bulunan bazı nüshalarındaki meselelerin
bir
kısmını İmam Muhammed'e veya İmam
Yusuf'a nisbet etmenin doğru olmadığı
beyan edilmiştir.
Çünkü
bölgemizde ve cağımızda o kitapların
tevatür veya şöhret yoluyla nakledilegelen eserler
olmadığı
bilinmektedir. Çünkü ulema arasında elden ele dolaşan, müracaat kaynağı sayılan
eserlerden olmamaktadır.
Eğer
nevadirden nakledilen bir mesele meşhur bir eserde yer almış ise, mesela Hidaye gibi Mebsut
gibi
eserlerde yer almış ise, bu gibi
eserlere güvenmek ve kavillerin müctehitlere ait olduğuna dair
hüküm
vermek caizdir. Fetih. Bu görüşe
Bahır sahibi, Nehir ve Menih sahibi
fakihler de
katılmışlardır.
Ben
derim ki: Buna göre günümüzde çok
geniş yazılmış bir takım şerhlerden nakiller yapmak caiz
değildir,
denmesi gerekir veya isimleri meşhur
bazı fetva kitaplarında yer alan
görüşlerin
müctehitlere
ait olduğu söylenmesine rağmen kabul edilmesinde tereddüt olması gerekir. Çünkü
bu
eserler Fukahanın elinde olmayabilir. Dolayısıyla ondaki ifadeler tevatür veya şöhret yoluyla
ulaşan
haberler mesabesinde kabul edilmeyebilir. Bu kitaplardan çoğu
bazı medreselerde veya bazı
kimselerîn kütüphanesinde bulunmayabilir. Mebsut
gibi, Muhit gibi. Bedai
gibi.
Ancak
bu görüşte de münakaşa edilecek taraflar vardır. Çünkü her eserin tevatür yoluyla
nakledilmiş olması gerekmez, galibi zan yeterlidir. Mesela nüshaları pek bulunmayan bir eserden
ulema
nakil yaptığı"a göre meseleyi de öyle bir kitaba nisbet etmeleri halinde o kitaba nüshaları
azdır
diye güvensizlik duymaya da bir gerek yoktur. Bazen kitabın bir nüshası,
bazan bir koç
nüshası
bulunabilir. Meselenin o kitapta yer alması, belki bir senetle müctehide isnadı
yapılmaktadır. Ama her sene din mütevatir veya meşhur olması gerekmez.
Mesela
yukarda beyan ettiğimiz gibi kadının herhangi bir konuda şüpheye düşmesi halinde o
bölgenin
fakihlerine yazı ile soru tevcih etmesi ve onlarla istişare etmesi hafinde -ki bu şer'i
meselelerde çoğu kez vuku bufan bir adettir-
onların yazı ile vermiş oldukları cevapta tezvir ihtimali
(hata
ihtimali) eski hat ile yazılmış
büyük bir esere nisbet edilen hata ihtimalinden daha çok olsa
gerektir.
Alimlerin vermiş oldukları bu cevaba itibar edileceğine göre, muteber eserlerden
nakledilen
özellikle özerinde bazı alimlerin yazısı veya tahkiki olan eserlere güvenmek gerekir.
Binaenaleyh
bu konuda zannı galiple iktifa
edilmelidir. Aksi halde İslam hukuku ve diğer konularda
yazılmış
birçok eserleri terketmek, onların muhtevası ile amel etmemek gerekir. Bu da doğru bir
ifade
olmaz. Özellikle zamanımızda bu meseleler daha da kendisini göstermektedir.
«Hakîm
olmak için tayinini istemez
ilh...» Zira bu konuda Ebu Davud'un
tahriç ettiği, İmam Tirmizi
ve
İbn-i Mace'nin de rivayet ettikleri
Enes hadisinde, Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem,
«Bir
kimse kadı olmayı isterse kendi nefsiyle baş başa bırakır. Ama o görevi kabul etmesi
kendisinden
istenir veya ehil iken ona zorlanırsa onu doğru yola sevk edecek bir melek indirilir.»
buyurmaktadır. Ayrıca İmam Buhari'nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Hazreti Peygamber. «Ey
Semura
oğlu Abdurrahman sen valilik ve emirlik isteme. Eğer istediğin taktirde sana bu görev
verilirse
kendi nefsinle baş başa kalırsın. Sormadan sana bu görev verilecek olursa Cenab-ı hak
tarafından
sana yardım edilir.» buyurmuştur. Durum böyle olduğuna göre, böyle bir görevi
istemesi
helal
olmasa gerektir. Çünkü kendi haline terk edilen, Kendisinden yardım esirgenen kişinin çoğu
kez
hataya düşeceği malum olmaktadır.
Fetih.
«Kalben
böyle bir şey istemez ilh...» Yani arzulamaz. Bu ifade ile de talep ve sual arasında bir farkın
olduğu
belirtilmek istenmiştir. Arzulama kalp ile olan, istemek ise dille olan talepler şeklinde tefsir
edilmiştir.
Nitekim Mustasfa'da bu şekilde beyan edilmiş, Nehir'de de mesele aynen
benimsenmiştir.
«Hülasa
isimli eserde ilh...» Böyle bir görevi kalben ve
lisanen istemenin helal olmadığına göre bu
gibi
taliplerin göreve getirilmesinin,
kendilerine görev verilmesinin de
helal olmadığı anlaşılır.
Nitekim
Nehir'de bu ifade açıkça zikredilmiştir. Bu özellikle hakim olma ile ilgili değildir. Genel veya
özel
bütün vazifelerde hüküm aynıdır. Mesela vakıf mal üzerine mütevelli tayin edilmesini istemek,
yetimin
malı üzerinde vasi olmasını talep etmek te aynıdır..
Bahır.
«Ancak hakim olması onun üzerine şart olur bir başkası bulunmadığı için onun olması gerekirse
durum
müstesnadır ilh...» Bu metinde ve
Hülasa'da olan ifadelerden istisna edilmiştir. Yani vazife
istemez,
talep etmez ama ondan başka o vazifeye ehil biri bulunmayacak
olursa, müslümanların
haklarını
korumak, adaletin tecellisine yardımcı olmak o zaman vacip olmaktadır. Bu durumda tayin
edilmesi
gereken, ondan başka o vazifeye ehil olan biri bulunmadığı halde göreve getirilmez ve
göreve
gelebilmesi için bir miktar mal, yani rüşvet vermesi gerekirse böyle bir durumda vermesi
helal
olur mu, olmaz mı meselesine rastlamadım. Yine başkası olmadığı taktirde böyle bir vasıfta
kadının
vazifeden azledilmesinin caiz olup olmadığı meselesine de tesadüf etmedik. Cevap olarak
deriz
ki, böyle bir vazifeyi talep
etmesi, kendisinden başka bu vazifeyi üstlenecek biri
bulunmaz, bu
vazifeye de ancak bir mal ödeyerek gelmesi gerekiyorsa ödemesi helaldir. Bu insanın -başka biri
olmadığı
takdirde- vazifeden azledilmesi de
haram olsa gerektir. Ve azledilse azlin sahih olmaması
gerekir.
Bahır. Nehir'de bu konuda böyle kimselerin vazifeye getirilmesi, göreve atanmalarının
sahih
olduğu hakkında acık bir ifade olsa gerektir. Musannıfın mutlak bir şekilde ifadeye yer
vermesi
de yani hakimliği rüşvet yoluyla alsa, kadı olamaz, tayin edilemez ifadesine ters
düşmektedir.
Böyle bir kimsenin vazifeden azil
edilmesi sahih olmaz sözü
ise o da kabul edilemez.
Çünkü
Fetih'te bu konuda, «Sultanın
şüpheye binaen kadıyı azletmesi yetkileri arasındadır. Hatta
bir
şüpheye maruz kalmasa da onu
azledebilir. Ancak azil haberi kendisine ulaşmadan yani
vazifeden
alındığı kendisine tebliğ
edilmeden görevden uzaklaşmış sayılmaz. Tebliğ anına kadar
verdiği
hükümler geçerli sayılır. Bu durumda
azli caiz olmaz dense yeridir. Adil olan vasinin azlinin
caiz
olmadığı gibi onun azlinin de caiz olmaması gerekir.» denilmiştir.
Ben
derim ki: Böyle bir kişinin göreve getirilmesi gerektiği taktirde, vazifeyi istemekle üzerine
düşen
görevi yapmış sorumluluktan kurtulmuş olur. Kendisine görev vermeyen sultan günahkardır.
Çünkü
daha ehil olan varken başkasını tayin eden yetkili, hadiste geçtiği gibi; Allaha, Resulüne ve
İslam
toplumuna hıyanet etmiş olduğuna göre, burada da kendisine görev vermediği taktirde
sorumluluk,
günah, ona aittir. O kimse üzerine terettüp eden başka bir vacip olmasa gerektir.
Bunun
için kendisinin rüşvet vererek böyle bir vazifeye gelmesinin helal olmasının delili, gerekçesi
ne
olabilir? Hatta bu konuda bazı
alimlerimiz, bedevilere rüşvet
vererek hacca gitmesi gerekiyorsa,
yol
emniyeti sağlanıncaya kadar haccın farziyeti muvakkat bir zaman için de olsa ondan sakıt olur,
demektedirler. Nitekim hac bahsinde bu konuya temas
etmiştik.
Ama
bu gibi kadıların azledilmesi de, azillerinin sahih olması da açıktır. Çünkü o sultanın vekilidir.
Verdiği
hükümleri ona niyabeten vermektedir. Azletmesiyle günahkar olan o yetkilidir.
Bundan da
azlin
sahih olmadığı anlaşılmaz. Mesela kadı tarafından tayin edilen adil vasinin durumu do buna
benzemektedir.
Ölen
kimse tarafından nassan vasi tayın edilen kişiye gelince, mutemet olan kavle göre onun
azledilmesi sahih değildir. Ancak burada bu meseleyle bizim şerhini yapmaya çalıştığımız mesele
arasında
bir fark olsa gerektir ki o da, bu vasi ölünün yerine kaimdir. Hakimin onu azletmesi doğru
olmaz.
Yetkisi dahilinde değildir. Ama
direkt halife tarafından tayin edilmiş kadı ise sultanın halifesi
ve
onun yerine kaim olan bir kişidir. Çünkü hakim yetkilerini ondan almaktadır. Dolayısıyla onu
azledebilir. Kadı tarafından tayin edilen vasi de
yetkisini kadıdan aldığına göre kadı onu da dilediği
zaman
görevden alabilir.
«Veya
tayin edilmesi bilhassa şart koşulmuş ise ilh...» Mesele Nehir'de zikredilmiş, gerekçe olarak
da,
«Vakıfın şartına binaen belirli bir kişinin vakfa mütevelli olarak tayin
edilmesi şart koşulmuş ise,
vakıfın
şartının yerine getirilmesi demek olacağından onu vazifeye getirmek gerek.»
denilmiştir.
Ben
derim ki: Bu hakikatte kadı tarafından kendisinin vazifeye getirilmesini talep değildir. Çünkü o
şart
gereği vakıf mütevellisi olmuştur. Bunu kadı nezdinde tescil ettirmeye ve onun onayını talep
etmek
için müracaat mesabesindedir. Çünkü bir başkası çıkıp yetkisi olmadan bu görevi
isteyebilir.
Ölen
kişinin tayin ettiği vasinin durumu da buna
benzemektedir. Hakime müracaatı vesayeti
istemek
değil, vesayetin tescili ve hakim nezdinde bilinmesini ve göreve ölen kişinin vasiyeti ve
isteğine
binaen geldiğini belirtmesi demek olur. Bununla da Bahır'daki şu ifadenin muteber
olmadığı
anlaşılır: Fukahanın zahiri ifadelerinden anlaşıldığına göre, vakıf konusunda da mütevelli
olma
talebi sahih değildir. Velevki bu vakıfın şartına binaen de olsa. Zira fukahanın mutlak ifadeleri
bunu
gerektirir.»
Bir
önceki kadının haksız yere, hiçbir
suçu olmadan azlettiği göreve dönmek istediğini söylemesi,
böyle bir talepte bulunması halinde, ikinci kadı böyle bir talepte bulunan kişiye, «Senin velayete
ehil
olduğunu tesbit ettim. Dolayısıyla
seni vasi tayin ettim.» demesi gerekir. İmam Hassaf nassan
bu
meseleyi zikretmiştir. Nehir.
«Meşhur
olmayan bir kişi için ilh...» Alim,
fazıl, mütedeyyin fakat halk arasında şöhreti olmayan bir
kişinin
ilmini yaymak. insanlara faydalı olmak maksadıyla bir vazife talep etmesi Şafii ve Maliki
ulemasınca müstehap olarak kabul edilmiş, özellikle kadı olmasını istemesi yerinde müteala
edilmiştir.
Zira böyle bir insanın vazifeyi talep etmesi ne şahsı için bir çıkar sağlamak, ne de riyakar
bir
tutum içine girmesidir. Ancak adaletin tecellisi için öğrendiklerini neşretmesi, bildiklerini
yayması hedef alındığına göre bir mahzur olmasa gerektir.
METİN
Görev
vermeye yetkili olan kişi göreve daha ehil ve muktedir olanı seçmelidir. Bu tayin edilen
kişinin
kötü huylu, sert mizaçlı, mütekebbir,
hakkı görmesine rağmen görüşünde ısrar eden kişi
olmaması
da lazımdır. Çünkü hakim ve kadı olan bu kimse, bir bakıma Resulullah'ın halifesi, onun
getirdiği
hükümleri onun adına uygulayan birisidir. Bir kimseye mutlak olarak Allah'ın halifesi
isminin
verilmesi tartışılan bir husustur.
Tatarhaniye.
Vazifeyi
aldığı taktirde zulmedeceğinden
korkan kişinin bu görevi alması
tahrimen mekruhtur.
Kendisini
aciz hisseden, görevi tam o!arak yapamayacağını bilen kişilerin durumu da aynıdır. Bu iki
husustan
birinin bulunması, görevin
alınmasının mekruh olması için yeterlidir. İbni Kemal. Ama
kendisinden
emin olan, başka ehil bulunmadığı taktirde bu görevi üstlenmesi gereken kişiler için
mekruh
değildir.
Fetih.
Ondan
başka bu görevi yapacak biri olmadığı taktirde üzerine farzdır. Başkalarının da yapabilme
imkanı
var ise farzı kifayedir. Ekseri
ulemaya göre böyle bir görevi almak ruhsat
(mubah) ise de
almamak daha evladır.
Bezzaziye.
Ehil
olmayan kişiye ise haramdır ve bunun haram olduğunda da tereddüt yoktur.
Dolayısıyla kadılık
görevini
alma ile ilgili beş hüküm varit
olmaktadır. Bazan farz, bazan vacip, bazan mendup, bazan
mekruh,
bazan da haram olmaktadır.
Adil
sultandan böyle bir görevi almak caiz olduğu gibi caiz ve zalim olandan kafir de olsa böyle bir
görevi
almak da caizdir. Molla Miskin ve diğer fakihler bu şekilde zikretmişlerdir. Ancak bu son
durumda,
zalim olan gayri müslim olan bir kişiden görev aldığı taktirde, hakkı yerine
getiremeyeceği,
adaleti tecelli ettiremeyeceği, onun buna mani olacağı kesinleşirse, o zaman görev
alması
haram olur.
Gayri
Müslimlerin bir yere girmeleri, orada ekseriyeti teşkil etmeleri, orayı zaptetmeleri hafinde
İslam
ülkesi tarafından tayin edilmiş bir
voli bulunmadığı taktirde, orada
yaşayan müslümanlara
kendi
işlerini idare edecek. cumalarını kıldıracak bir görevli ve vali tayin etmek vaciptir.
Fetih.
Harici
mezhebinden olan bir sultandan görev olma da caizdir. Meşru nizama gayrı meşru bir şekilde
el
koyan ve kendisini devlet başkanı olarak ilan eden kişiden de görev olmak caizdir. Görev vermek
sahih
olduğuna göre görev almak için
azletmek de
sahihtir.
Bâğî
dediğimiz gayri meşru bir nizamın
hakimi olan kadının vermiş
olduğu hüküm, İslamın
hükümran
olduğu ve meşru bir idarenin adil
hakimine getirildiği taktirde aynen uygulayabilir. Bir
diğer
kavle göre uygulamaz. Nasihi de bu görüşü benimsemiştir.
Göreve
atanan kadı bir önceki kadı tarafından tutulan dosya ve mahkeme zabıtlarını ister. Hapse
mahkum
edilmiş olan kişilerin durumunu gözden geçirir. Ama vali tarafından hapsedilmiş olan
kişilerin durumunu devlet başkanı incelemekle görevlidir. Tedibi gerekenleri tedip eder,
cezalandırır. Gerekmiyorsa tahliye eder.
Katil
zanlısı olan kişi müstesna, hiçbir kimsenin ayaklarına zincir vurularak gecelemesini tasvip
etmez.
Nafakası olmayan kişilerin nafakalarını da Beyt'ül-maldan temin eder.
Bahır.
Dosyaları inceledikten sonra birer birer hapiste olan kişilerin durumu ile ilgilenir. Onlardan hakkı
ikrar
eden çıkarsa veya aleyhlerinde beyyine sabit olursa hapislerine hükmeder ve eski hali devam
ettirir.
Molla Miskin. İkrar etmediği beyyine ile sabit olmadığı taktirde münasip görürse belirli bir
süre
ilan eder, daha sonra şahsına kefil alarak onu serbest bırakır. Kefil vermeden vaz geçer,
imtina
ederse bir ay onun hakkında
çığırtkanlar vasıtasıyla ilanda bulunur. Kimse çıkmadığı taktirde
salıverir.
Ayrıca
bir önceki kadı nezdine bırakılmış emanetleri vakıf gelirleri konusunda beyyine veya ikrara
dayanarak hüküm verir. Bu konuda azledilmiş olan kadının ifadesine dayanarak çalışamaz. Onun
görevlerini,
onun sözlerini bir düstur 'kabul
etmez. Çünkü azledilmekle tebadan biri olmuştur,bir
ferttir.
Bir insanın şahadeti ise, bilhassa kendi işine dair şahadeti, özellikle kabul edilmez. Dürer.
Bu
ifadenin gereği. başka biri ile birlikte aynı konuda şahit de olsa, onun şahadeti kendi işine dair
olması
sebebiyle red edilir. Nehir.
Ben
derim ki: Kariul-Hidaye namıyla meşhur fakih onun şahadetinin başka biri ile birlikte kabul
edilebileceği istikametinde fetva vermiş, İbni Nüceyn de bu görüşe tabi olmuş, onu benimsemiştir.
Ancak
mal elinde bulunan kişi ikrar eder, o mal kendisine azledilen kadı tarafından teslim edildiği
söylenir, teslim edilen bu mal emanet olsun veya vakfın gelirleri olsun, bu durumda azledilmiş
kadının
sözleri, bu iki meselede kabul edilir. Mesela, «Bu emanet mal falan kişiye aittir » dese
ifadesi
makbuldür. Ancak elinde mal bulunan kişi önceden o malın başka birine ait olduğunu ikrar
eder,
daha sonra kadının kendisine teslim ettiğini söylese, kadı da bir başkasına aittir dese o
zaman
o malı birinci ikrar ettiği kişiye teslim eder, ayrıca ikinci ikrarından dolayı o malın kıymetini
veya benzerini birinci kadının belirttiği yere verilmek üzere, o malı yeni kadıya teslim
eder.
İZAH
«Görev
verme yetkisi olan kişi seçer ilh...» Bu seçim ehil olan kişiler için vaciptir. Aksi halde
Allah'a,
Resulüne ve müminlere hadiste geçtiği gibi hiyanetlik etmiş
olur.
«Seçilen bu insanın kötü huylu olmaması
gerekir ilh...» Kötü huylu olan,
merhametsiz olan,
mütekebbir
olan, hakkı gördüğü zaman teslim etmeyip kendi görüşünde ısrar eden, hakka sanki
düşman
olmuş kişileri tayin etmez. Bahır.
Çünkü kadı bir bakıma Resulullahın halifesidir. Ona inen
hükümleri,
onun açıkladığı ahkamı şeriyeyi uygulamada bir bakıma onun vekili demektir.
«Görev
alması tahrimen mekruhtur
ilh...» Bazı kitaplarda görev vermek, onu göreve getirmek
tahrimen
mekruhtur, denmekte, ancak musannıfın üzerine şerh düştüğü görevi kabul etmek
ifadesiyle
ilgilidir. Bu ibarenin siyakına daha uygun düşmektedir.
«Zulmetmekten
korkan kişi için ilh...» Ama kesin olarak veya galibi zan ile zulmedeceğini,
hükümlerde
adaleti uygulamayacağını bilen kişinin vazifeye gelmesinin haram olması gerekir. Bahır.
«Aciz olduğunu bilen kişi ilh...» Buradaki acizlik kelimesi ile hasımlar arası davayı yürütmede,
dinlemede
aciz kalması demek olabileceği gibi, hakkı ifa edemeyeceği, adaleti tecelli
ettiremeyeceği,
üzerine düşen görevi bihakkın yapamayacağı, rüşvet alma konusunda kendisine
güvenemeyeceği, aciz kalacağını bilen kişinin böyle bir görevi üstlenmesi de yine tahrimen
mekruhtur.
«Zulmedeceğinden korkmasına rağmen ondan başka bu göreve gelecek bulunmazsa ilh...» Fetih'te
bu
konuda, «Eğer ondan başka biri bulunacak olursa mekruhtur. Ama ondan başkası
bulunmayacak olursa, bu görevi alması üzerine farz ve kendini zapturap altına alması, kontrol
etmesi
de ayrıca üzerine düşen bir görevdir. Ancak görev veren kişinin ona vereceği
görevi bizatihi
kendisi
üstlenebilecek durumda olur, hasımlar arası meselelere bakma zamanı ve yetkisi olacak
olursa,
o zaman, böyle bir kişinin göreve getirilmesi caiz olmaz.» denilmiştir.
Sultanın
direkt hasımları muhakeme etmesi meselesi
Yukarda
beyan ettiğimiz ifadeye göre,
sultanın (devlet başkanının) hasımlar
arası meselelere
girmesi,
onlar hakkında hüküm vermesi, onun yetkileri arasındadır. Yukarda İbni Ğars'tan
sarahaten
beyan ettiğimize göre. hakim
meselesini anlatırken onun da bu konuda yetkili
olduğundan
bahsetmiş idik. Remli der ki, «Hülasa ve Nevazil isimli eserlere göre onun hükmü
geçerli
değildir. Hassaf isimli imamın Edebül Kadı ile ilgili eserinde hüküm verdiği taktirde
geçerlidir, esah olan görüşte budur, denmektedir. Kadı Ebu Zeyd'de geçerlidir ifadesini
kullanmakta, sahih olan ve kendisiyle fetva verilen görüşte budur,
denmektedir.»
TENBİH:
Görev almak onun üzerine vacip olduğu
taktirde kabul etmeye zorlanır mı? Bahır sahibi bu
konuda,
«Bir şey görmedim» fakat, «Zahir ifadeye göre evet zorlanır.»
demektedir.Keza ehil olan
kişilerden birinin de bu görevi almak için cebredilmesi caizdir. Ancak İhtiyar isimli eserde sarih bir
ifade
ile üzerine görev alması gerekli olan kişinin diyaneten bu görevi alması üzerine farzdır, fakat
almadığı
taktirde buna zorlanmaz denmektedir.
«Görev
almak mubahtır ilh...»
Kendisine güvendiği ve ondan başkalarının bulunması halinde görev
olması
ruhsattır (mubahtır), alabilir.
Terketmesi, almaması ise azimettir.
«Daha
evladır ilh...» Sahih olan da budur. Nitekim Nihaye'den naklen
Nehir'de böyle ifade edilmiş,
Fetih'te
bu görüşe kesin gözü ile bakılmış, gerekçe olarak da şunlar ilave edilmiştir: Kendisine
güvenen
kişilerin güvenmeleri ve adaletle
hükmedeceklerini
zannetmeleri çoğu kez hata olmakta,
bunun
tersi görünmektedir. Diğer bir
rivayete göre görevi almak evladır, almamak ise ruhsattır,
mubahtır.
Bu görüş yukardakinin tersi olmaktadır. Kifaye'de bu konuda şöyle denmekte: Eğer
denirse,
farzı kifaye olduğu taktirde bu
görevi üstlenmesi mendup olmaktadır.
Zira farzı kifayenin
en
alt derecesi mendup olmasıdır. Nitekim cenaze namazında olduğu gibi. Çünkü cenaze namazı
farzı
kifayedir. Başkaları kılma imkanı olduğu taktirde onun kılması menduptur.
Biz
deriz ki: Evet öyledir ama bunda da büyük bir tehlike söz konusudur. Bu denizde herkes
yüzemez.
Bu görevden salimen herkes elinin yüzünün akıyla çıkamaz. Ancak Cenabı Hakkın
koruduğu
kişiler müstesnadır. Ama bunların
sayısı da maalesef azdır.
Ebu
Hanife üç defa kadı olmaya davet
edilmiş, her seferinde red etmiştir.
Hatta bu konuda her
reddedişinde
kendisine otuz kırbaç vurulduğu da rivayet edilmiştir. Üçüncü defasında teklifi
reddettiğinde
veya kendisinden kadı olması istendiğinde, «Dostlarımla bir istişare edeyim.» demiş,
Ebu
Yusuf'la istişare etmiştir. Ebu
Yusuf kendisine, «Eğer kabul edersen insanlara fayda sağlarsın,
insanlar
senden istifade eder.» deyince, Ebu Hanife ona kızgın
bir şekilde bakmış ve şöyle cevap
vermiştir:«Söyle
bakalım, bana yüzerek şu denizi aşacaksın deseler ben buna muktedir olabilir
miyim? Sanki seni kadı olmuş görüyorum.»
Keza
İmam Muhammed de kadı olmaya davet edilmiş, o da imtina etmiştir. Hatta eli ayağı
bağlanmış,
hapsedilmiş, mecbur kaldığı için görevi kabul
etmiştir.
«Ehil
olmayan kişilere bu görevi kabul
etmek haramdır ilh...» Bu ifadenin zahirinden de
anlaşıldığına göre, buradaki ehil olmadan maksat, şahadete ehil olanın kazaya da ehil olması
değildir.
Çünkü orada ehil olmadan maksat, kimlerin vazifeye getirileceği, velevki fasık olsun, zalim
olsun,
cahil olsun helal ve haram olması meselesi değil, burada ise kadı olan kişinin güvenilir bir
kişi
olması, afif bir insan olması, akli dengesinin, muhakemesinin yerinde olması ifadeleri
nakledildiğine göre, buradaki maksat cahil olan kişinin böyle bir görevi alması helal olmaz denebilir.
Fetih'te
ise Ebu Davud'un Büreyde'den, onun da babasından naklettiği bir hadisi şerifte Cenabı
Peygamberin
şöyle buyurduğu nakledilmiştir: «Kadılar üçtür. ikisi cehennemde, biri ise
cennettedir.
Kişi hakkı bilir hakkı uygular ise cennettedir. Kişi hakkı bilir, onunla hükmetmez ve
verdiği
hükümde zulmederse cehennemdedir.
Kişi hakkı bilmez, insanı lor arasında cehaletine
dayanarak hüküm verirse o da cehennemdedir, ateştedir. »
«Zalim
ve adil sultandan kaza görevi
almak caizdir ilh...» Zalim olan sultandan görev almak caizdir.
Bu
ifade böyle bir görev verme yetkisinin devlet başkanı olan sultana ait olduğunu da belirlemekte
ve
onun tarafından verilebileceğine işaret etmektedir. Hatta belirli bir belde ahalisi birinin kadı
olmasında
karar kılsalar, onun kadı olması sahih olmaz. Ama kendi aralarında sultanın ölümünden
sonra
birini sultan olarak nasbetmeleri konusunda ittifak etseler ve onu icmaen sultan olarak ilan
etseler
sahihtir. Nitekim Bezzaziye ve Nehir'de bu şekilde ifade edilmiştir.
Ben
derim ki: Bu da bir zaruret olmadığı zaman böyledir. Ama zaruret olacak olursa, onların da
görevlerini
yürütmek için bir kadı tayin etmeleri gerekir, edebilirler. Nitekim ilerde gelecektir.
«Görev
aldığı kişi velevki gayrı müslim olsun ilh...» Tatarhaniye'de görev verme konusunda görev
veren
kişinin müslüman olması şartı
olmadığı gibi, görev almak için İslam ülkesinde olması da şart
değildir.
Gayri Müslimlerin elinde bulunan
müslüman topraklarında -ki oralar dan İslam'dır, darı
harp
değildir, çünkü orada henüz küfür
hükümlerini izhar etmemişlerdir- kadılar müslümandırlar.
İtaat
ettikleri melikler, krallar, sultanlar ise onları itaate zorlamış kişilerdir. Ancak itaate zorlamakla
müslüman
olmaktan da çıkmış değillerdir. Eğer zorlamadan bu görevi onlara vermişler ise, onlar
fasık
kişilerdir.
Her
vilayette onlar tarafından tayin
edilen valilerin cuma namazı
kıldırmaları, bayram namazlarını
kıldırmaları, arazilerden haraç olmaları, vergi toplamaları, kadı tayin etmeleri, dul ve yetimleri
evlendirmeleri
caizdir. Çünkü bu durumda
müslüman olan kişilerin zalimane bir istilasından
ibarettir.
Küfre itaat gibi görünme, bir
bakıma
aldatmadır.
Ama
kafir, gayri müslim hakimlerin ve idarecilerin hakim olduğu bir ülkede müslümanlar cuma ve
bayram namazlarını ikame ederler. Müslümanların kendi aralarında rıza göstermeleriyle kadıları
kadı
olur. Onların üzerine düşen görev müslüman bir valiyi, bir idareciyi kendi aralarından bulup
seçmeleridir. Molla Miskin şerhinde bu ifadeyi İmam Muhammed'in Asıl isimli Mabsut'una nisbet
etmekte
ve aynı ifade Camiü'l-Fusuleyn'de de
mevcut bulunmaktadır.
Müslümanların
azınlıkta olduğu ve gayri müslimlerin galip bulundukları ülkede yargı ve kadının
tayini
Fetih'de
bu konuda şöyle denmektedir: «Eğer
görev verecek sultan yoksa veya
kendisinden görev
alacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu
gibi- o bölgelere
gayri müslimler hakim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar
mahkum
durumda, gayn müslimler hakim
durumdadırlar. Kurtuba'da bugün
olduğu gibi. Yani
Endülüs'te
bulunan durum. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan. müslümanların kendi
aralarından
birine bu görevi vermeleridir. Onda
ittifak etmeleri vaciptir. Onu
kendilerine idareci
olarak
seçerler, o da kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hadiselerin yargı
organlarına
aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine cuma namazı kıldıracak bir
imam
da nasbederler.» İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu
görüş
istikametinde amel edilmelidir. Nehir.
Burada
Kemal İbnül Hümam'ın Fetih'te ifade
ettiği gibi, gayri müslim bir yöneticiden hakimlik
görevinin
alınmasının sahih olmadığı nakledilmekte, ancak bu görüş Tatarhaniye'de nakledilen
yukarda
da temas ettiğimiz görüşe aykırı bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen gayri müslim olan
idareci,
onların aralarında vuku bulan meselelerinde hükmetmek üzere bir kadı tayin etse,
müslümanlar
da onun kadı olmasına rıza gösterseler, şüphesiz bu atama (tayin) sahih
olur.
Bu
ifadenin zahirinden de anlaşılacağına göre, sultanın egemenliği dışında olan bir bölgede bir
emir
bulunur ve orada kendi emirliğini
ilan eder veya müslümanların ittifakı ile emir olarak ilan
edilmiş
ise, bu emir sultan hükmünde olduğundan kadı tayin etmeye yetkisi vardır. Ondan böyle bir
görevi
almak da caizdir.
«Havariçlerin
sultanı ve gayrimeşru bir idarede bulunan kişilerden bu görevi almak da caizdir ilh...»
Havariç
ile ehli bâği dediğimiz kişiler arasındaki fark daha önce bağiler ve asiler babında zikredildi.
Tekrarına
gerek duymuyoruz.
«Azli sahihtir ilh...» Yani idareyi zorla ele geçiren bir idarecinin yine kendi taraftarlarından bir
kadı
tayin etmesi halinde, meşruiyet o zemine avdet ettiği
taktirde, meşru idarenin başında atan kişi o
kadıyı
azledebilir. Bu ülkede daha önce
meşru hükümet tarafından tayin
edilmiş olan kadı, otomatik
olarak
göreve gelmez. Yeniden bir tayın
gerekir. Nehir.
«Baği
dediğimiz gayri meşru idarenin kadısı hüküm verdiği ve bu hüküm meşru
hükümetin
kadısına
aktarıldığı taktirde uygulayabilir, yürürlüğe koyabilir ilh...» Bu da eğer şer'i şerife uygun
veya müctehidler orasında ihtilaf edilmiş bir konu olduğu taktirde, onun verdiği karar bu
ictihatlardan
birine uyuyor ise onu uygulayabilir, diğer kadılarda olduğu gibi. Bu mesele İmâdi'nin
Fusul
isimli eserinde açıkça belirtilmiştir. Bu da mefhum olarak kâdının eğer gayri meşru idare
tarafından
tayin edilen biri ise, diğer meşru
hükümetlerin idaresinde hüküm vermekte olan fasık
kadıların
durumuna benzemektedir. Onların verdikleri hükümler nasıl yürürlüğe konuyor ise,
onların
veya o kadının verdiği hüküm de
yürürlüğe konur. Çünkü fasık olan
kişi, sahih olan görüşe
göre
kadı olmaya sahihtir.
Fusul
isimli eserde bu konuda üç görüş nakledilmiştir. Birincisi yukarda zikrettiğimiz görüştür ki,
mutemet
ve muteber olan da odur.
İkinci
görüş, nafiz olmaması, geçerli sayılmamasıdır. Gayri meşru bir idarenin kadısının vermiş
olduğu
hüküm, meşru idarenin kadısına iletildiği taktirde, o hükmü yürürlüğe koymaz.
Üçüncü
görüş ise, onun hükmü hakimin
hükmüne benzemektedir. Meşru idaredeki kadının
görüşüne
uygun olduğu taktirde yürürlüğe
koyar, aksi halde iptal eder uygulamaz. Bahır. Nasihi de
bu
görüşe kesin gözü ile bakmıştır. Yani gayrı meşru idarenin kadısının vermiş olduğu hüküm,
meşru
idarenin kadısına iletildiği taktirde, geçerli sayılmaz, yürürlüğe konmaz. Ancak yukarda
belirttiğimiz
ve muteber dediğimiz görüş bu
olmamaktadır.
Eski
vakıflara ait yazılar ve mahkemenin dosyaları ile amel etme
«Görev
alan kadı bir önceki kadının dosyalarını talep eder ilh...» Burada «divan» kelimesi
geçmektedir. Divandan maksat, eskiden devletin idaresinde gerekli olan kayıtları alan, istatistikleri
yapan,
kimlere ne verildiği, kimlere ne verilmesi gerektiğini bildiren yazı ve dosyalar
manzumesinden
ibarettir ki burada askerde olan kişilerin durumları kendilerine hangi tip ulufe ve
âtâya verileceği bildirilen kişiler yazılıdır. Böyle bir uygulamayı ilk olarak Hazreti Ömer Radıallahu
anh
koymuştur. Fakat burada daha çok
harait adını verdiğimiz mahkemenin celselerini ve o
celselerde tutulan zabıtları ve ifade örneklerini, raporları ve benzeri davanın yürütülmesiyle ilgili her
türlü
evrakı ihtiva eden dosya
demektir. Bugünkü ifade ile
bitmiş ve arşive kaldırılmış çuvallar
içerisinde veya dosyalar içerisinde muhafaza edilen evraklar demektir.
Şarih
de metinde geçen «divan» kelimesini «sicillat», yani ikinci manada olan mahkeme ile ilgili
bütün
evrakı ihtiva eden dosyalar
manasında kullanmıştır.
Molla
Miskin'e tabi olarak Bahır'daki ifade ise mecazi bir manada olsa gerektir. Çünkü divan aslında
o
dosyaların veya o yazıların, o evrakların bizatihi
kendisine denir. Onu ihtiva eden kaba değil.
Ancak
bu görüşte tartışılabilir. Çünkü
sicil kelimesi lugatta hakimin mahkeme ile ilgili yazdıkları ve
yazdırdıkları ve bir dosyada derleyip cem ettikleri demektir. Dürer'de bu konuda: Mahdar adını
verdiğimiz
hasımlar arasında geçen bütün ifadeleri şahitlerin sözlerini ihtiva eden dosyalar
demektir.
İkrar olabilir inkar olabilir beyyine ile hüküm verdiği beyan edilmiş
olabilir veya kendisine
yemin
teklif edilipte yeminden nukul etmesine binaen hüküm verilmiş olabilir yani şüpheyi ortadan
kaldıracak ve hükmün gerekçelerini belirten dosyalar demektir. Aslında bir bakıma sicil ve sâkk
alışverişin,
rehmin, ikrarın ve benzeri bir
takım tasarruf ve akitlerin yazı ile tesbit edildiği senede ve
bir
takım taahhüt ifadelerine
benzer. Huccet kelimesi vesika kelimesi her üçünü de içine
olmaktadır.»
denilmektedir.
Ama
bugün örfümüzde vak'anın dermeyan edilip yazıldığı ve kadı nezdinde bırakılan bizatihi kendi
yazısı
olmayan hususa sicil denmekte,
hüccet ise, kadının üzerinde onayını bildiren bir ifade
veya
şahitlerin
altında yazılı ifadeleri ve hasımlarla ilgili hususlar yer almasıdır. Bahır. Yeni tayin edilen
kadı
bunları ister, çünkü ihtiyaç duyulduğu zaman onlara yeniden bakmak için muhafaza edilmesi
zaruridir.
Yeni görevi alan kişinin
gerektiği zaman eline geçmesi. eski hadiseleri tetkik etmesi
bakımından
da önem kazanır. Ancak hasmın elinde bunlarla ilgili olan suretler
değiştirilebileceğinden o suretlere itimat edememektedir. Zira onlarda eksiklik ve fazlalık olabilir.
(Bütün
bunlar o günün şartlarına göredir.)
Eğer
bu dosyaların tutulması için gerekli
evrakların masrafı beytül-maldan
ödenmiş ise, bunların
yeni
kadıya teslim edilmesi gerekir. Eğer mahkemeye müracaat eden hasımlardan alınmış veya
kadının
bizatihi kendi cebinden ödenmiş ise, sahih olan kavle göre, yine kadının
isteğine binaen
ona
getirilmesi gerekir.Zira onların kadı elinde bırakılması gerektiği zaman muhtevasıyla amel
etmek
veya ihtilaf halinde ona rucu etmek içindir. Ayrıca kadının masrafları kendi cebinden
ödemesi
halinde onları bir mal edinmek maksadıyla veya kendi mülkü olarak satın almak
maksadıyla
değil, dindarlığından ve dini vecibeleri yerine getirmek istediğinden ilerde kaynak
olabilmesi
için muhafazası gerektiği inancındandır. Meselenin tamamı Zeylai'de geniş biçimde
açıklanmıştır.
TENBİH:
Zeylai'nin ifadesinin özeti ise,
ihtiyaç anında huccet olması içindir. Aynı ifade Fetih'te de
mevcuttur.
Buna göre yeni tayin edilen kadının
(hakimin) eski hakimin hazırladığı dosyalara
güvenmesi,
onların muhtevasına inanması
caizdir. Biraz sonra geleceği gibi, azledilmiş olan
hakimin
sözleri ile amel edilmez dense de orada şahit olarak sözü muteber sayılmaz denmek
istenmiştir.
Eşbah'ta, «Yazıya, bilhassa el yazısına güven duyulmaz. Vakıflarla ilgili geçmiş
kadıların
yazılarını ihtiva eden bu yazılarla amel edilmez.» denmektedir.
Ancak
Eşbah şarihi biri, İbni Nüceym'in «itimad edilmez» sözünün maksadı aynı konuda bir
husumet
meydana geldiği taktirde, yeni tayin
edilen hakim veya kadının onunla hüküm
veremeyeceğidir. Çünkü yazı değiştirilebilir, tezvir edilebilir. Nitekim bu gerekçeler Zahiriye'nin
muhtasarında
da aynen zikredilmiştir. Ecnasta bulunan ifade bu kabilden değildir ki orada yeni
tayin edilen kadının önceki kadılara ait dosyalan bulması ve onlar hakkında resmi kayıtların
bulunduğu
ve kadıların divanında bulunan hususlar orada olduğu gibi eski haline göre icra edilir.
Her
ne kadar o konunun şahitleri ölmüş olsalar da. Ebul Abbas bu konuda hükümde
kendisinden
önce
emin sayılan ve emin olunan kadıların topladıkları ve dosya olarak tanzim ettikleri divandaki
hükümlere
bakması onlara rucu etmesi caizdir. Çünkü kadının elinde bulunan dosyalar tezvirden
uzaktır.
Zira emin ellerde ve emin yerlerde muhafaza edilmektedir. Hasmın etinde bulunan suretler
ise
değişmiş olabilir. Vakıf bahsinde bu konuyu anlatırken Hayriye'den naklen şöyle bir ifade
nakletmiştik: «Eğer vakfa ait kadılar nezdindeki sicil ve divanda bir yazı var ise, o da hala dosyada
mevcut
ise, yeni tayin edilen kadının istihsanen ondaki muhtevaya uyması yeni bir anlaşmazlık
çıktığında
aynı hükmü yenilemesi caizdir.» Bu konuda İsa'f isimli eserde sarih bir şekilde kadıların
divanında
olan hususlarla amel etmek -istihsan yolu ile- caiz görülmüştür. Bu
durumda istihsanın
delili
ise vakıf gibi müesseselerin ihyası ve devamı ancak o şekilde mümkündür. Özellikle aradan
uzun
yıllar geçmiş ise ona itibar edilmelidir. Yeni yazılmış kayıtlar bunun hilafınadır. Çünkü onda
bulunanların
gerçeğe uyup uymadığına, hasmın ikrarı veya beyyine ile ıttıla mümkün olmaktadır.
Bunun
için yeni yazılara güvenilmemektedir. Buna göre ise Zeylai'nin kullanmış olduğu ifade,
zamanı
geldiğinde huccet sayılması.
hasımları ilzam edebilmek içindir sözü, aradan uzun yıllar
geçtiği
taktirde demektir. Bu ifade ile de muhakkık Hibetullah Ba'li'nin Eşbah üzerine yazmış
olduğu
şerhinde söyledikleri kuvvet kazanmakta, yukardan beri nakledilenleri verdikten sonra,
«Huccetle
amel edilebileceğinin caiz olduğuna dair sarih bir ifadedir,» demektedir. Her ne kadar
şahitleri
ölmüş olsalar da. Zira onların muhtevası emin yerlerde korunan dosyalarda mevcut
bulunmaktadır.»
demiştir.
Yalnız
burada uzun zaman geçmiş olması kaydının da nazarı itibara alınması gerekir. Aksi halde
fukahanın
ifadeleri orasında telif yapılamaz, uyum sağlanamaz. Bu da eski dosyalar için geçerlidir.
Yeni
dosyalar ile ilgili hususlar böyle değildir. Zira ihtiyaç duyulduğu taktirde davanın
yenilenebileceği, hasımların tekrar mahkemeye çağrılarak durumun yeniden
tesbitine gidileceği
beyan edilmektedir. Aynca bu konuya tekrar kadının diğer
bir kadıya yazısı ile ilgili konuda tekrar
ele
alınacaktır. Geniş bilgi için Tenkihül fetava El-hamidiye isimli
eserin dava bölümünde
yazdıklarımıza bakabilirsin.
«Mahkum
olan şahısların durumunu gözden
geçirir ilh...» Hapishaneye bir memur göndererek
ordakilerin
sayılarını, isimlerini. orada bulunmalarının sebebini sorar. Bulunuş sebeplerini
öğrenmesi
gerekir, zira bir öncekinin kanaatine göre sabit olması, hapis edilmelerini gerektiren bir
hususun
onca tespit edilmiş olması, ikinci kadı için huccet sayılmamaktadır. Özellikle onların hapis
sürelerinin
uzatılması veya devamı için. Zira azledilmiş, görevden alınmış kişinin ifadeleri artık
huccet
olarak ikinci kadı nezdinde kabul edilmemektedir. Fetih. Nehir.
«Onları
tahliye eder ilh...» Eğer kalmaları için bir gerekçe, onları ilgilendiren bir mesele olmayacak
olursa.
Bu konuda Nehir'in ifadesi, Ebu Yusuf'a ait Harac isimli kitaptan naklen aynen şöyledir:
«Hapisler
arasında cinayetle veya hırsızlıkla veya kötü bir takım suçlarla meşhur olan kişiler var
ise,
hakimin de onları tedip etmesi gerekiyorsa tedip eder. Ama bu durumla ilgileri olmayan,
muvakkat
bir zaman için tutuklu bulunan
kişilerle ilgili bir konu olmadığı taktirde, ikinci hakim
onları
serbest
bırakabilir.»
«Ancak kendi ikrarları veya beyyine ile isbat edilmiş suçlar tespit edildiği taktirde ilh...» Bu
durumda
hakim onların hapsinin ve
mahkumiyetlerinin devamına karar verir. Bahır.
Bu
konuda Fetih'te şöyle denmektedir: «Tekrar suçlu olduğunu aleyhinde hakkın tespit
edildiğini
bizatihi
kendisi itiraf edecek olursa, hapishaneye iade eder.» Bahır'da bu ifadeye itiraz edilmiş ve
şöyle denmiştir: «Azledilmiş, görevden alınmış kadının celsesinde (mahkemesinde) zina suçunu
itiraf
etmiş olsa muteber sayılmaz. Çünkü
önceki itirafı batıl sayılmaktadır.
İkinci kadı davaya
yeniden
bakar, tekrar ayrı ayrı meclislerde dört defa ikrarda bulunduğu taktirde, ona haddi ikame
eder
cezası ne ise onu verir.»
«Ama bir şey ikrar etmeyecek olursa ilh...» Ve onun aleyhinde bir isbatta bulunmayacak olur,
suçsuz
yere hapsedildiğini iddia
edecek olursa.
Nehir.
«Hakim
onun hakkında soruşturma yapar.
Çağrıda bulunur ilh...» Ve
gönderdiği kişiler vasıtasıyla
günün
şartlarına göre falan oğlu falandan
hak talep edenler varsa mahkemeye gelsin, diye ilan
verir.
Bunun için de bir süre takdir eder.
Zeylai.
«Kefaletle
tahliye eder ilh...» Ama kefil vermeden imtina eder veya, kefilim yoktur derse, yukarda
belirttiğimiz
gibi onun hakkında ilanlarla belirli bir süre -bir ay gibi bir süre- ilanda
bulunur. İlanlar
neticesi,
davacı bir kişi çıkmadığı taktirde tahliyesine karar verir.
«Emanet
mallarda ilh...» Daha çok bu emanet mallar, yetim çocuklara ait olan mallardır. Kadı
tarafından
muhafaza edilmesi için onun nezdinde veya onun denetiminde yedi emine teslim
edilir.
Nehir.
«Veya
beyyine ile ilh...» Yanı birinci kadının elinde emanet olan mallar veya vakfa ait gelirler vasi
tarafından
isbat edilir ve falanın işrafında
bulunan veya yedi eminde bulunan
mallar falan yetime
aittir
veya falan vakfa aittir diye vakıf
mütevellisi veya nazırı tarafından
mahkemeye müracaatta
bulunulur.
Bu da o günün örfüne binaen yedi eminde bırakılan mallar içindir. Ama zamanımızda
vakıf
malları daha çok mütevellilerin
(vakıfa bakan nazırların) ellerinde bulunmakta, yetimlere ait
emanetler
ise onlar için tayin edilen vasilerin elinde
bulunmaktadır.
Farz
edelim ki azledilmiş kadı onla.ı yedi emine emanet olarak bırakmış, bu durumda göreve gelen
ikinci
kadı bu konuda yukarıda, beyan edilen şartlarla amel eder. Nehir.
«Yeni
tayin edilen kadı Dürer'de beyan edildiği gibi
ilh...» Birinci kadının ifadesine dayanarak
hüküm
veremez. Özellikle onun sözleri
kendi yaptığı işlerle ilgili olduğu
için, kendi işi lehinde
şahadet
mesabesinde kabul edilir. Onun için dinlenmez.
Konunun
aslı Bahır sahibi tarafından
incelenmiş ve şöyle denmiştir:«Hakim'in Kafi isimli eserinde
sarih
olarak şu ifadelere rastladım: «Bir kimse mahkemeden yani hakimlikten azledilirse, daha
sonra
ben şu mesele hakkında falan kişi lehine şöyle hüküm vermiştim der, ikinci kadıya verdiği
hüküm
hakkında bu şekilde bilgi verecek olursa sözü kabul edilmez. Hatta onun bu ifadesine başka
bir
şahidin şahadeti de eklense yine kabul edilmez. Ancak ondan
başka bu konuyla ilgili iki şahidin
şahadeti
bulunacak olursa o zaman amel edilir.»
Benzeri
bir ifade Mebsut'tan naklen
Kuhistani'de de mevcuttur. İbni
Nüceym, Kariul Hidaye'nin
«Başka
birinin şahadetiyle birlikte
olursa kabul edilir» ifadesini Fetava isimli eserinde
benimsemiştir.
Ama
Bahır isimli eserinde ,söyledik!erinin ise yukarda Nehir'deki ifadeye uyan bir ifade olduğunu
görmüş
idik. Fetava isimli eserindeki ifadeleri aynen şöyledir: Ki bu kitap kendi yazdığı
değil,
talebesi
tarafından tertip edilmiş, onun söyledikleri kaleme alınmıştır: «Bir hakim verdiği hüküm
hakkında
başka bir hakime bilgi verecek olursa durum, ne olur sorusuna cevap olarak onun tek
başına
sözüne güvenilir mi, onun ifadesiyle
hüküm verilir mi, yoksa başka bir şahide de ihtiyaç var
mıdır?
Onun verdiği haberle (bilgi ile)
iktifa edilmez. İkinci bir şahide muhakkak ki ihtiyaç vardır.»
Bu
fetvayı düzenleyen, kaleme alan der ki: «Hocamız bu konuda Kariul Hidaye diye bildiğimiz şey
Siraciddin'in
verdiği fetvaya uyarak bu ifadeyi kullanmıştır. Bunun
da İmam Muhammed'in kavli
olduğunda
şüphe yoktur. Ama Ebu Yusuf'Ia
İmam Ebu Hanife ise rücuu sahih olmayan ve mutlak
bir
şekilde yapmış olduğu ikrar ile ilgili haberinin kabul edilebileceği istikametindedir. İmam
Muhammed
ilk olarak bu görüşü benimsemiş, daha sonra bu görüşten rucu ederek bir başkasının
şahadetinin
de bunu teyid etmesi şarttır demiştir. Ancak birinci kadı, hükmedilen kişinin
dönebileceği
bir konudaki mesela had konusundaki ikrarına dair bir haber vermiş ise, îkinci kadı
için
bu haber icmaen geçerli değildir. Diğer bir husus, kadı beyyine ile hak sabit olmuştur ve
şahitler
hakkında gereken soruşturma yapılmış, adil oldukları tespit edildikten sonra şahitlikleri
kabul
edilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiştir diye haber verecek
olursa, o zaman ifadesi
kabul
edilir.» Fetava'daki ifadelerin özeti bundan
ibarettir.
Netice
olarak denebilir ki, birinci kadı herhangi bir kişinin rücuu sahih olmayan herhangi bir
konuda,
mesela alışveriş veya karz gibi konularda ikrarının bulunduğuna dair haber verecek olursa,
İmam
Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf'a
göre mutlak bir şekilde kabul edilir. İmam Muhammed ilk
olarak
bu görüşü benimsemiş, daha sonra rucu etmiş ve demiştir ki: «Başka bir şahit bulunmadığı
taktirde,
azledilen (görevden alınan) hakimin
tek başına sözü bu konuda kabul edilmez, geçerli
sayılmaz.»
Daha sonra İmam Muhammed tekrar Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'un görüşüne rucu
etmiştir.
Mesela
hakkın beyyine ile sabit olduğu hakkında haber verecek olursa, bu durumda imam
Muhammed
tekrar Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'a
iştirak etmiştir. Buna göre kadının sözünün kabul
edilebileceği hususunda bir ihtilaf kalmasa gerektir. Şurasını da hatırlatmakta yarar var. Bizim
sözümüz
burada azledilen (görevden alınan)
kadı ile ilgilidir. Bu mesele ise yeni tayin edilen kadı ile
ilgili
görülmektedir. Nitekim Edebül Kada şerhinde böyle ifade edilmekte, oradan böyle
anlaşılmaktadır. Aynca şahadetle ilgili bölümün baş tarafında «Adil bir hakim (kadı) ben bu
adam
aleyhine
recmedilmesi için karar verdim» meselesi açıklanırken de beyan edilecektir. Bundan da
anlaşılan, mesele yeni hakimle ilgili bir mesele olsa gerektir. Zaten Kariul Hidaye'nin ifadesi de
öyledir Nehirde'ki ifadeye yapılan itirazların konu dışı bir itiraz olduğu anlaşılmaktadır.
«Azledilen kadının ifadesi kabul edilir ilh...» Bu da üç meseleyi ihtiva eder. Elinde emanet mal
bulunan
kişi, azledilmiş kadının kendisine teslim ettiğini ikrar ettikten sonra, bu mal kadının do
ifade
ettiği gibi falan kişiye aittir
demesi veya başkasına aittir demesi veya kime ait olduğunu
bilmiyorum demesi halleridir. Bu üç surette kendisinin azledilen kadı tarafından yedi emin olarak
tayin edilip malın teslim edildiğine dair ikrar mevcuttur. Emanet kendisine tevdi edilen kişinin eli
tevdi
eden kişinin eli mesabesinde olduğuna göre, sanki o mal azledilen kadının elindeymiş gibi
müteala
edilir. Onun bu konudaki ikrarı da makbul sayılır. Zeylai.
Ama
elinde mal olan kişi, kadı tarafından kendisine teslim edildiğini inkar ederse, azledilen kadının
bu
konudaki sözü geçerli değildir. Bu mesele yukardakinin hilafınadır. Bahır.
«Kendi
lehinde ikrar edilen birincisine teslim eder ilh...» Çünkü elinde mal olan kişi ikrara kendi
isteği
ile başladığı için ikrarı sahih ve ikrarının gereği üzerine vacip olmuştur. Çünkü elinde olan
malın
ona ait olduğunu ikrar etmiştir.
Daha sonra, onu bana kadı verdi demesi ile de önceden o
malın
kadının elinde olduğunu ikrar etmiş olur. Kadı da bir başkasına ait olduğunu ikrar ettiğine
göre,
dolayısıyla o da onun başka birine ait olduğunu ikrarda bulunmuş sayılır. O malı birinci ikrar
ettiği
kişiye teslim etmekle kadının
ikrar ettiği ve onun do kabul ettiği
ikinci malını telef etmiş
sayılır.
Fetih daha sonra buna uygun bir feri meselede zikretmiştir.
Eğer
iki şahit, bu malı, kadı, falan oğlu falan kişi lehine hükmetti, deseler, kadı da ben hiçbir şey
hakkında
hüküm vermedim dese, onların şahitliklerine Ebu Yusuf'la İmam Muhammed'e göre itibar
edilmez.
Aksine itibar kadının ifadesinedir.
İmam Muhammed'e göre ise, şahitlikler kabul edilir ve
bu
istikamette yürürlüğe konur.» Yine Bahır'dan naklettiğimiz bir ifadeye göre
Camiü'l-Fusuleyn'de,
«Zamanımızın
şartlarına uygun olan İmam
Muhammed'in görüşüdür. Bunun içinde
o görüş tercih
edilir.
» denmiştir.
METİN
Hakim
hüküm vermek için mescidi seçer. Bu mescidin insanların kolay bulmaları. onlar için
kolaylık
olması bakımından şehrin
ortasında bir mescit olması tercihe şayandır. Hatibin veya
müderrisin
camide oturduğu gibi sırtını kıbleye dönerek davayı yürütür. Haniye.
Mahkemeye
getirmek için mubaşir görevi yapan veya davayı tebliğ eden kişiler için harcanan
masraflar, esah olan kavle göre, davayı açana aittir. Bezzaziye'den naklen Bahır'da bu
şekilde ifade
edilmiştir.
Haniye'de ise, «Aleyhinde dava acılan kişiye aittir.» denmekte, «Sahih olan görüşte
budur.»
ifadesine yer verilmektedir.
Sultanın,
müftünün ve fakihin halkla ilişkilerindeki durum da aynı kadınınkine benzemektedir. Kadı
mescitte
hüküm verebileceği gibi kendi evinde de herkese açık olması şartı ile hüküm verebilir.
Az
da olsa gelen hediyeleri kabul
etmez, reddeder. İbnü Kemal. Bu hediyeler kendisine yardımcı
olması
şartı koşulmaksızın verilenlerdir. Rüşvet ise bunun
hilafınadır. İbni Melek. Ama hediyeyi
getiren
kişi hediyesinin iade edilmesinden dolayı üzülecek olur veya rahatsız olacak olursa bu
durumda
hakim getirilen hediyenin kıymetini ona verir.
Hulasa.
Getirilen
hediyeyi red etmek getirenin kim olduğu bilinmediği için mümkün olmayacak olursa veya
getirenin
yerinin uzak olması halinde iade
edemeyecek olursa, hediyeyi beytilmale bırakır. Gelen
hediyelerin ona ait olması düşünülemez. Çünkü bu Hazreti Peygamber Aleyhüsselatu vesselamın
hususiyetlerindendir.
Yani ona gelen hediyeler onun mülkü sayılır. Tatarhaniye.
Bu
ifadeden de anlaşıldığına göre
herhangi bir devlet yetkilisinin bilhassa devlet başkanının hediye
kabul
etmesi uygun olmaz. Eğer böyle olmasa idi Hazreti Peygamber Aleyhüsselatu vesselamın
hususiyetlerinden
sayıp ona ait olduğu söylenmezdi.
Yani devlet başkanı ve kadı olarak
Resulullaha
gelen hediyeler müstesna, ona ait bir özelliktir. Başkalarının Resulullah hediye kabul
ederdi
diye kabul etmeleri uygun olmaz.
Aynı
eserde imamın yani devlet başkanının, müftünün, vaizin hediye kabul etmesinin caiz olduğuna
yer
verilmiş. Çünkü bu hediyeler alime ilminden dolayı yapılmıştır. Kadıya yapılan hediyeler ise
bunun
aksinedir. Lehinde hüküm verme
veya ona bir fayda temin etmesi
için verilmiştir. Hediye
kabul
etmeme meselesinden aşağıdaki dört husus istisna edilmiştir. Sultanın getirdiği hediye,
paşanın
verdiği hediye, -Eşbah ve Bahır- yakın akrabalığı dolayısıyla yakının getirdiği hediye, kadı
olmazdan
önce aralarında hediyeleşme adeti olan kişinin getirmiş olduğu hediyeler. Bu da
eski
adet
üzere getirilmiş bir hediye olacak
olursa. Ama eskilere oranla daha çok getiriliyor ise ve bu
yakınının
veya aralarında hediyeleşme adeti olan bir kişinin bir davası yok ise kabul eder. Davaları
olduğu
taktirde veya eski hediyeden fazla getirmeye başladıkları taktirde, fazlasını kabul edemez.
Dürer.
Özel
davetlere de icabet etmez. Özel davetten maksat daveti tertib eden
kişi kadının gelmeyeceğini
bilseydi
o daveti yapmaz ve hazırlamazdı diyebileceğimiz
davetlerdir. Velevki bu yakın akrabası
veya aralarında eskiden davete gelip gitme adeti olan kişiler tarafından do olsa.
Diğer
bir rivayete göre özel davetler bu gibi yakın akrabası ve eski hediyeleşme adeti olan dostlar
tarafından
yapılan davet durumu hediye
mesabesindedir. Siraçta ve şerhi Mecma'da «Hasımlardan
herhangi
birinin davetine icabet etmez ve adet
olmayan davetler genel de olsa töhmete vesile
olabileceği ihtimaline binaen onlara da icabet etmez, iştirak etmez.» denilmiştir.
Cenazeyi
teşyedebilir, hastaları ziyaret edebilir. Eğer bunların lehlerinde ve aleyhlerinde açılmış bir
dava
yok ise. Şurumbullaliye.
Mahkemede
hasımların arasında eşit davranması kadının üzerine düşen önemli vazifelerden biridir.
Oturturken
eşit yerlere oturtur, onlara hitap ederken aynı şekilde hitap eder. İşaret ederken, onlara
bakarken
eşit davranmayı kendisine prensip edinmesi vaciptir. Onlardan birinin kulağına gizli bir
şey
söylemesi ve özellikle birine iltifatvari işaretlerde bulunması yasaktır. Birine kızmayıp diğerine
kızması,
sesini yükseltmesi veya birinin yüzüne gülüp diğerine gülmemesi
gibi durumlar da yasak
olan
hususlar arasındadır.
Birinin
içeriye girmesinden dolayı ayağa
kalkması, kesinlikle caiz olmayan bir husustur. Ya her
ikisine
de aynı iltifatta bulunacak veya hiç bulunmayacaktır. Birine ikram edip diğerine ikram
etmemesi
de bu kabildendir. Evet, bütün bu söylenenleri her ikisine de eşit bir şekilde yapacak
olursa,
o zaman caizdir.
Nehir.
Hiçbir
surette hüküm meclisinde şaka yapmaz. Velevki başkaları ile de olsa. Çünkü bu tür şakalar
onun
heybetini giderebilir, kişilerin gözünde onu küçültebilir. Herhangi birine ne söyleyeceğini
telkin
etmez. İmam Ebu Yusuf'tan bir
rivayete göre böyle bir telkinde
bulunması veya imalı ifadeler
kullanmasında bir beis yoktur. Ayni.
Şahide
de nasıl şahadet edeceği konusunda telkinde bulunmaz. Ebu Yusuf yine bu konuda,
«Vereceği bilgiden fazla bir bilgiyi ona öğretmiyorsa, bildiklerini anlatması için ona yardımcı olması
iyi bir şeydir.» demektedir. Fetvada bu yürütme ile ilgili meselelerde (kaza konusunda) fazla
tecrübesi
olduğu için Ebu Yusuf'un görüşü ve
kavli istikametinde olmalıdır.
Bezzaziye.
Velvaliciye
isimli eserde şöyle hikaye edilmektedir: «Ebu Yusuf ölümü esnasında şöyle demiştir:
«Rabbim,
her şey sana malumdur ki ben hakim olduğum sürece hasımlardan birine meyletmedim.
Hatta
kalben de olsa birinin kazanıp diğerin;n kaybetmesini tercih etmedim. Ancak Harun Reşid'le
ilgili
bir davada, hasmı olan hıristiyan bir
kişi ile arasında bir eşitlik sağlayamadım. Harun Reşid'in
kazanmasını kalben temenni ettim. Fakat hakkın onun aleyhine olduğunu gördüğüm anda
hemen
aleyhinde
de hükmü verdim.» demiş ve sonra ağlamıştır.»
Ben
derim ki: Bu ifadeden de anlaşıldığına göre, hakim kendisini tayin eden kişi aleyhinde de
hüküm
verebilir. Mülteka'da şöyle denmekte: «Hakimin kendisini tayin eden kişi lehinde ve
aleyhinde
hüküm vermesi sahihtir.» Nitekim ilerde de gelecektir.
FERİ
MESELELER: Bedai'de kâdının riâyet etmesi gereken hususlardan biri de hasımlardan birine
diğerinin
anlamadığı bir dille hitap etmemesidir. Tatarhaniye'de ise itiyatlı olan görüş
her iki
hasmada
aranızda hüküm vereceğim demesi hatta onun tayininde birtakım
eksiklikler de olsa bu
durumda
onların yani hasımların kabulü ile
hakem durumunda sayılır. Hakim
herhangi bir konuda
hüküm
verdikten sonra sultan alimler
huzurunda mahkemeyi yenilemesini emretse, emre uyarak
mahkemeyi
yenilemesi gerekmez. Bezzaziye.
Aleyhinde
hüküm verilen kişi, lehinde hüküm verilen kişiden davanın bir suretini
istemesi ve
alimlere göstereceğim, demesi sahih midir, değil midir sorusuna cevap olarak, «İstenilen nüshayı
vermediği
taktirde kadı onu vermeye zorlar.» denilir. Cevahirul Fetava. Fetih'te, «Hakim hüküm
verirken
mümkün mertebe hasımları birbiri aleyhine kışkırtmadan, birbirlerine kin besletmeden
hükmünü
ifa etmesi yerine getirmesi
gerekir.»
denmektedir.
Hakim
hüküm vermek üzere oturduğu zaman,
hasımlardan birinin takdim edeceği dilekçeyi
(arzuhali)
kabul edebilir mi sorusuna, «hayır» diye cevap verilmiş. eğer oturmamış ise alabilir,
denmiştir.
O dilekçedeki ifadelerden dolayı karşı tarafı muhaheze etmez. Ancak bu ifadeler sarih bir
şekilde
ikrarı ihtiva ediyorsa o zaman
muhtevası ile amel
edebilir.
İZAH
«Hakim
hüküm vermek için mescidi seçer ilh...» Bu görüş aynı zamanda İmam Ahmet ve İmam
Malik'in
görüşüdür. İmam Malik'ten sahih olan rivayet de budur. Şafii'nin görüşü ise bunun
hilafınadır.
İmam Şafii'ye göre, mescide gayri müslim olan kişiler de geleceğinden başka bir yer
seçer.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'de nassan onların temiz olmadıkları ifade edilmekte ve mescide
giremeyecekleri
belirtilmektedir.
Fethü'I-Kadir'de
Hanefi mezhebinin ve diğer iki
mezhebin bu konudaki delilleri hususunda uzun
uzun
bahsedilmiş ve caiz olacağı
sonucuna varılmış, daha sonra şu cümle ile bağlanmıştır: «Gayri
müslim
olan kişinin temiz olmaması (necis olması) itikatla ilgili bir husustur. Burada teşbih
kasdedilmiştir.»
Ay
başı gören kadınlar do camiye
giremeyeceklerine göre hakim onların
ifadesini dinlemek için
onların
bulunduğu yere gider veya mescidin
dışına çıkar veya kendi gidemiyor ise vekilini gönderir.
Mesela
dava konusu bir hayvan olduğu taktirde nasıl ki yerine
gidip onu tesbit etmek veya cami
dışında
onu görmek gerekiyorsa, bu durumda
do bunlar camiye giremeyeceklerinden onların
bulundukları
yere kendisinin gitmesi veya bir vekilini göndermesi gerekir. Meselelerin tamamı ve
bunlardan
kaynaklanan feri meseleler Fethü'l-Kadir'de zikredilmiştir. Bahır'da da aynı ifadelere yer
verilmiştir.
«Camide
sırtını kıbleye dönerek oturur
ilh...» Bu ifade oturma şeklinin
nasıl olması hususunu
belirtmektedir.
Yani kadının hüküm vermek için mescitte sırtını kıbleye dönerek oturması
menduptur.
Aynı durum insanlara kolaylık sağlaması bakımından şehrin ortasında olan bir mescidi
seçmesi de böyledir. Tahtavi.
«Hasımları mahkemeye çağıranın ücreti ilh...» Hasımları mahkemeye çağıran kişiler için masrafın
kime
ait olduğu konusu belirtilmekte, bunun davayı açan kişiye ait olduğu, Bahır isimli eserde bu
şekilde
beyan edilmektedîr. Bezzaziye'de ise onların mahkemeye celbi için zabıta kuvvetlerinden
(emniyet kuvvetlerinden) yararlanır ve bu konuda
ödenen ücretler de beytilmalden olması gerekir.»
denmektedir.
Diğer
bir rivayete göre ise aleyhinde dava açılan kişi gelmemede direnecek olursa, getirilmesi
halinde
ücreti onun ödemesi gerekir. Eğer şehir içinde ise yarım dirhemden bir dirheme kadar,
şehir
dışında ise, her fersah için üç ila dört dirhem arası bir ücret taktır edilir. Davalıyı takibe
memur
edilen müvekkel kişinin ücreti, sahih olan kavle göre dava açana
aittir.
Zahire'de
şöyle denmektedir: «O müşehhistir. Yani davayı açan kişi tarafından davalıyı mahkemeye
getirmek
üzere görevlendirilen ve onu takib
eden kişidir.» Bu ifadeye göre
mahkemeye her ikisini
çağıran
kişi ile yani muhzir kişi ile mülazim dediğimiz kişi arasında fark olmakta, bu da şarihin
naklettiğinin
hilafına
görülmektedir.
Minyetil Müfti'de ise, «Aleyhinde dava açılan kişiyi çağırmak üzere ona mülazemet eden, onu takip
eden
kişi için yapılan masraflar
beytilmaldendir. Fakat esah olan
kavle göre davayı kabul etmeyen
ve
mahkemeye gelmemede direten aleyhinde dava açılan kişiye aittir» denmektedir. Bu da
Haniye'de olan ifadenin özetidir.
Netice
olarak sahih rivayete göre, eğer müşhıs dediğimiz kişi aleyhinde dava açılanı takib eden kişi
manasına
alınacak olursa, ona ödenen ücret davayı açandan, yok eğer mahkemenin elçisi olarak
kabul
edilecek olursa, buna ödenen ücretin de aleyhinde dava acılan kişiden alınacağı, bu da
gelmemede
direnecek olursa böyledir. Eğer direnmez, celbi alır almaz hemen mahkemeye gelecek
olursa
bu durumda masrafların dava açan
tarafından karşılanması gerekir, denmektedir. Bu
Vehbaniye
şerhinde olan ifadelerin
özetidir.
«Veya
evinde hüküm verir ilh...» Çünkü
ibadet herhangi bir yer ile
mukayyet değildir. Bu durumda
da
yukarda beyan edildiği gibi mescitte aranan nitelik, yani şehrin ortasında olma durumu ev içinde
aranan
niteliklerden biridir. Nehir.
Kadıya verilen hediyeler
«Kendisine
az da olsa verilen hediyeleri
reddeder ilh...» Bu konuda delil, Buhari'de Ebu Humeyd.
Esayidi'den
rivayet edilen şu hadisi şeriftir: Ebu Humeyd bu konuda şöyle demektedir: «Hazreti
peygamber (S.A.V.) Ezd kabilesinden bir
kişiyi devlet görevine atadı. Ona İbni Lüteybe
deniyordu.
Zekat
toplamak üzere tahsildar olarak görevlendirmişti. Döndüğü zaman, «Bu
size verilendir, bu da
bana
verilendir.» deyince Hazreti Peygamber, «Babasının veya anasının evinde
otursaydı da
görseydi.
Ona bunlar hediye edilir miydi,
edilmez miydi.» diye cevap
vermiştir. Ömer İbni Abdülaziz
bu
konuda, «Hediyeler Hazreti Peygamber devrinde hediye idi, bugün ise rüşvettir.» demekte
Buhari
de bu ifadeye yer
vermektedir.
Hazreti
Ömer (R.A.) Ebu Hüreyre'yi bu vazifeye tayin etti. Bir miktar mal ile dönen Ebu Hüreyre'ye
Hazreti
Ömer, «Bu nerden geldi sana.» diye sordu. O da «Hediyelerin peş
peşe gelmesindendir.
Yani
bana verilen hediyelerin birikimidir.»
deyince Hazreti Ömer, «Ey Allahım düşmanı, evinde
otursaydın, sana böyle hediye edilir miydi» der ve onları onun
elinden alır, beytimale koyar. Hazreti
Peygamber
Aleyhüsselatı vessellemin yukarda beyan buyurdukları gerekçe, bir otorite ve yetki
gereği
gelen hediyelerin haram olduğuna dair bir delil .olmaktadır. Fetih'te böyle ifade edilmiştir.
Bahır'da
ise hediye kelimesinin özellikle zikredilmesi, ondan başkasının caiz olacağına işaret
değildir.
Hediyesini kabul edemeyeceği kişilerden borç alması, onlardan ödünç bir şey alması da
haramdır,
denmekte ve bu ifadeyi de Haniyye'ye nisbet
etmektedir.
Ben
derim ki: Bunun gereği de diğer teberrularında hakime verildiği taktirde haram olmasıdır.
Kayırma da haramdır. Bunun için de, yani bir satışta
kendisi kayrılacak olursa, hakimin bu
kayırmadan
dolayı kendinde kalan miktar rüşvet mesabesindedir. Bunun içinde eğer mahkemede
zabıtları
yazmak için alınan kağıtlara bir ücret alması gerekiyorsa ecri misil (emsali ücret) neyi
gerektiriyorsa
onu alır, ondan fazlasını alması caiz değildir. Çünkü muhabadır denmekte, buna göre
de
bazı kişilerin yaptığı gibi hem
hediyeyi çok ucuz bir fiata satın alma veya ödenen herhangi bir
dosya bedelini cüzi bir fiatla veya fahiş bir fiatla satma durumu helal olmaz. Yine bazılarının
yaptıkları
gibi yukarda da beyan edildiğine göre mahsul denilen bir miktarı alması esnasında veren
kişinin
hakime bir divit veya bıçak karşılığı bunu satmış görünmesi veya benzeri çok cüzi bir şeyle
satın
alması ve bunun satış şeklinde gösterilmesi de helal olmaz. Çünkü borç almak ve ondan
ödünç
bir şey almak horam olduğuna göre bunun daha da haram olması gerekir.
«Sahibi
bilinmeyen hediyeleri veya uzak yerde olan kişilerin hediyesini beytilmale koyar ilh...» Bu
da
veren kişinin malı ve onun emaneti
olarak bırakılır. Geldiği taktirde yitik mal mesabesinde
kendisine
verilir. Fetih.
«Yine
Tatarhaniye'de ilh...» Bu söyledikleri imam hakkında, yani devlet başkanı hakkında daha önce
söylediklerine ters düşmektedir. Birinci görüşü Fethü'l-Kadir'den naklettiğimiz Hazreti Peygamber
Aleyhisselatu
vessellemin bu şekilde açıklamaları velayet veya otorite sonucu alınan hediyelerin
haram
olduğuna delildir, ifadesini teyid etmektedir. Ve yine müslümanlar için genel bir vazife yapan
devlet
memurunun almış olduğu hediyelerin hükmü, kadı ile ilgili olan hediyelerin hükmüne
benzemektedir.
Müftü
olan kişilerin aldığı hediyeler
hakkında Bahır isimli eserde şarihin Tatarhaniye'den ve
Haniye'den naklettiği ifadelere itiraz edilmiş ve denmiştir ki: «İmam ve müftü için hediye kabul
etmek,
özel davetlere icabet etmek caizdir.» Daha sonra devamla, «Eğer buradaki imamdan maksat
cami
ve mescit imamı ise, o zaman bir diyeceğimiz yoktur. Ama vali manasına olan devletin üst
kademelerindeki görevli kasdediliyor ise o zaman helal olmaz.» denilmiştir. Bu durumda iki ifade
arasında
bir tezat bulunmamaktadır. Delilere uygun olan da budur. Çünkü imam
dediğimiz devletin
en
üst kademesinde olan kişidir.
Nehir'de
bu konuda şöyle denmektedir: Bunlardan da anlaşıldığına göre. burada amel ve işten
maksat
devlet başkanının veya onun vekilinin yetkisine binaen kişiye verdiği görevdir. Mesela
tahsildar,
öşür alan kişi buna bir örnektir.
Ben
derim ki: Onların benzeri de köylerde şeyh diye bilinen köyün ileri geleni (şeyhul kariye)
veyahutta sanatın piri olan ve benzeri kişilerin musallat olup onları zorla bir ödemeye mecbur
ettikleri
taktirde, onların aldıkları hediyeler de haramdır. Çünkü onlara verilen, onların şerrinden
kurtulmak
için veya onların nezdinde bir itibar kazanmak içindir. Buradaki görevden maksat, devlet
başkanı
veya onun vekili tarafından verilen yetki veya vazife ifadesi, müftünün görevlerini de
bu
genel
hüküm çerçevesi içerisine almaktadır. Eğer müftü devlet başkanı veya
vekili tarafından
görevlendirilmiş
ise.
Ancak
bu görüş fukahanın mutlak kullandıkları ifadeye ters düşmektedir. Çünkü onlar müftünün
hediye kabul etmesinin caiz olduğunu ifade etmektedirler. Aksi halde cami imamı veya vaiz veya
öğretmen
devlet tarafından görevlendirilmiş kişilerdir. Bunların da hediye kabul etmemeleri gerekir.
Ancak
müftünün cami İmamı veya vaiz ve diğer görevlilerden farklı
olabileceği söylenir. Çünkü
müftüye hediye getiren kişi, hasmına karşı kendi davasını savunmak, haklı olduğunu göstermek
için
hediye getiriş olabilir. Bu durumda
müftü kadı mesabesinde olur.
Ancak buna göre müftü
devlet
tarafından görevlendirilmemiş kişi
de olsa, yukardaki talile binaen durumun aynı olması
gerekir.
Bu da müftünün hediye kabul edebileceği istikametindeki sarih ifadelere ters düşer.
Binaenaleyh
burada söylenebilecek husus, müftü ile kadı arasındaki fark acıktır. Çünkü kadı verdiği
hükmü
ilzami olarak uygulamakta ve aynı zamanda hükümleri yerine getirmede Hazreti
Peygamberin
vekili mesabesinde olmaktadır. Onun hediye kabul etmesi, vereceği hükümde karşı
tarafın
lehinde bir hüküm beklemesi ihtimaline binaen rüşvet sayılmaktadır. Bu da hükmün batıl
olmasını
gerektirir. Müftüde ise durum böyle
değildir.
Ama
şöyle bir itiraz yapılabilir: Müftünün hediye kabul etmesinin caiz olması ifadesinden fukahanın
maksadı, onun ilmine saygı olması bakımından takdim edilen hediyelerdir. Sorduğu meseleye
hüküm
çıkarması ve ona yardımcı olması maksadıyla değildir. Eğer ona yardımcı olmak, hasmını
ilzam
etmesinde ona delil bulmak için olacak olursa, bu durumda rüşvet kelimesinin genel manası
burada
tecelli etmiş olacağından müftünün de onu alması caiz olmaz. Ancak yukarda zikredilen
yardım
etme şartı konusunda Fetih'ten
naklettiğimiz bir ifadeye göre, eğer
kadıya taktim edilen bir
hediye, sultan nezdinde ona yardımcı olması için olur, bunda da şart olmayacak olursa, yakinen
ona
yardım etmesi için hediye takdim ettiğini de bilecek olursa, fukahamızın çoğu bunda bir beis
olmadığını
söylemişlerdir. Bu durumda isterse
devlet görevlisi, isterse bir
başkası olsun, tümüne
bu
hükmün şamil olması gerekir.
Bu
sebepten dolayıdır ki Camiü'l-Fusuleyn'de, «Kadı hediye kabul edemez. Özellikle kadı olmasaydı
kendisine
bir kişi tarafından hediye gelmesi mümkün olmuyor ise, o kimsenin kadı olduktan sonra
hediyesini kabul edemez. Çünkü bu durumda takdim edilen hediyeler, şartlı hediyeler
mesabesindedir.» Daha sonra şöyle denilmektedir: «Bu da kaza bahsinde zikredilenlere muhalif
düşmektedir.»
Ben
derim ki: İfadenin zahiri muhalefetin olmamasıdır. Çünkü kadının hediye kabul etmemesi
nassan
belirtilen hükümler arasındadır, ama Kitab-i Kazada tahsilatı açıklanan şekildedir. Müftünün
de
bu şekilde olması veya olmaması ihtimali mevcuttur. Şüphesiz hediye
kabul etmemesi kalben
insanın
mutmain olacağı ve kabul edebileceği hükümlerdendir.
Şafii
mezhebinde Muhammed bin Davudi'ye ait Menhec şerhinin haşiyesinde şöyle bir ifadeye
rastladım: «Şehirler ve pazarlarda kontrol görevi yapan kişiler de devlet tarafından görev alan
kişiler
mesabesindedir. Evkaf işlerine, vakıflara direk olarak bakan kişiler ve müslümanlarla ilgili
herhangi
bir işi yapan kişiler de devlet tarafından görev alan
memurlar mesabesindedirler.»
Diğer
bir şerhte ifade edildiğine göre, müftü, vaiz ve Kur'an öğretmeni ve ilim ehti buna dahil
olmasa
gerektir. Çünkü onların
verdikleri hükümde zorla uygulama
yetkileri yoktur. Her ne kadar
onlar
hakkında evla olan eğer hediye,
verdikleri fetva, yaptıkları vaaz.
öğretmiş oldukları ilim
karşılığı geliyor ise kabul etmemeleridir. Zira ilmin Allah rızası için olması bunu gerektirir.