08 Ekim 2012

KİTABU'L KAZA ..ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


KİTABU'L KAZA ..ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
«Yalnız Fetih isimli eserde ilh...» Bu ifade, vasıta ile göreve gelenlerin durumunun da aynı olduğu
ylenmiş idi ona itiraz mahiyetinde, vasıta ile göreve gelenlerin durumu rüşvet yolu ile göreve
gelenlerin durumundan farklı olduğunu belirtmek için zikredilmiştir.
«Adil iken göreve başlayıp daha sonra rüşvet alarak veya başka sebeplerle fasık olsa ilh...» Yani
zina yapsa içki içse bunlar sebebiyle fasık olan kişinin görevden azledilmesi gerekir. Yetkililer
üzerine bunu görevden alması vaciptir denmektedir.
«Çünkü rüşvet çoğu kez alınan olması bakımından ilh...» Çünkü kadıların çoğunun fasık olmaları,
yoldan çıkmaları, sapmaları rüşvet kanalı ile olmaktadır. Nehir.
«Bu tip kadı azle müstehaktır ilh...» Mezhebin kabul ettiği zahir görüş budur. Buharalı ve
Semerkantlı ulemanın görüşleri de bu istikamettedir. Yani devlet başkanı üzerine bunları azletmek,
görevden almak vaciptir. Camiü'l Fusuleyn'de de şöyle zikredilmiştir: «Bir başka rivayete göre adil
olarak göreve başlayıp daha sonra fasık olan kişi, azle gerek kalmadan kendiliğinden otomatik
olarak azledilmiş sayılır. Çünkü hakimliğe devam etmesi adaletinin devamı ile kayıtlıdır. Adaleti zail
olunca görev de zail olur. Zira onu o göreve getiren kişi, onun adil olduğuna inanarak, güvenerek,
adaleti sebebiyle getirmiştir. Adaletin zail olmasıyla görev de zail olur.»
«Diğer bir görüşe göre kendiliğinden otomatik azlolunmuş olur fetva da buna göredir ilh...» Bahır
isimli eserde bunu naklettikten sonra, «Garip bir olaydır. Mezhepte muteber olan görüş bunun
hilafınadır» demektedir.
«Görevine devam eder ilh...» Fasık olan, irtidad eden, gözlerini kaybeden daha sonra müslüman
olsa, adaleti tövbe ile yerine gelse, gözleri açılsa görevine devam eder. Bu da Bezzaziye'den naklen
Bahır'da zikredilen şu ifadelere ters düşmektedir: «Dört haslet vardır ki hakim olan kişide
bulunduğu taktirde azledilir. Duyma hissini, görme hissini, aklını ve dinim kaybettiği taktirde kadı
görevden alınır.» Bundan sonra devamla «Vakaatı Hüsamiye isimli eserde fetva verilen görüşe göre
hemen irtidad etmesi ile otomatik hakimlikten düşmüş olmaz çünkü insanın müslüman olmaması
iki rivayetten birine göre kadı olarak tayinine başlangıçta münafi değildir.» Daha sonra devamla,
«Bununla da yukarda söylenenlerin fetva verilen görüşün mukabili bir görüş olduğu ortaya
çıkmaktadır.» denilmektedir. Velvaliciye'de «Kadı irtidad eder veya fasık olur, daha sonra islahı hal
ederse eskiden olduğu gibi görevine devam eder. Çünkü irtidad fısıktır. Fasık olma ile otomatik
görevden düşmez. Ancak irtidat halinde verdiği hükümler batıldır, geçerli değildir.» denilmiştir.
Ben derim ki:Velvaliciye'deki ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre fasık iken vermiş olduğu
hükümleri geçerlidir. Bu da yukarda geçen ifadeye uygundur. Ancak fasık olma ifadesiyle Hülasa'da
zikredilen «rüşvet yoluyla fasık olma» kastedilirse o zaman hüküm değişik olmaktadır.
«Bahır'da da bu görüşe itimad edilmiş o görüş benimsenmiştir ilh...»
Aynı eserde söylenenlerin özeti şundan ibarettir: Kadı fasık olduğu taktirde görevden düşmez,
verdiği hükümleri geçerlidir. Ancak rüşvet yoluyla fasık olduğu taktirde o zaman rüşvet aldığı
olayda rüşvet sebebiyle o konuda vermiş olduğu hüküm geçerli değildir. Tarsusi bu konuda, «Azle
müstehaktır diyenler, hükmünün sahih ve geçerli olduğunu kabul edenlerdir. Azledilmiş sayılır
diyenler yani kendiliğinden azlolunur diyenler. verdiği hükümlerin batıl olduğunu söyleyenlerdir.»
demiştir.
«Ancak Haniye'nin dava ile ilgili bölümünün baş tarafında ilh...» Bu ifade Bahır'da aynen
nakledilmektedir. Vali fasık olduğu taktirde kadı mesabesindedir, azle müstahaktır. Fakat otomatik
görevden düşmez, azledilmiş olmaz. Gördüğüm kadayla bu da Fetih'deki ifadeye muhalif değildir.
Sultan yani devlet başkanı olan kişi iki husus ile devlet başkanı olur. Bahır'da Haniye'den naklen bu
konuda şöyle denmektedir: «Devletin başında sultan namı ile bulunan kişi iki husustan biri ile
sultan olur. Bir ayan ve eşrafın kendisine mubayaat etmesiyle, bir de hükmünün tebaa üzerinde
onun kahır ve zulmünden korkulduğu için geçerli sayılması ile. Eğer kendisine mubayaat edilmiş ve
hükmü onlar hakkında aczinden dolayı geçerli değil ise, sultan sayılmaz. Mubayaa ile sultan olur,
daha sonra halka zulmederse. Eğer kahır ve galebesi var ise, görevden azledilmiş olmaz. Çünkü
azledilse yine kuvveti ve otoritesiyle o göreve devam edecektir. Başka türlü mümkün olmamakta,
azledilir denmesi de bir faide sağlamamaktadır. Ama gücü kuvveti de yok ise otomatik
azledilmiş.görevden alınmış sayılır.» Uygun olan burada ikinci ifadenin Feth'ül Kadir'deki ifadeye


uyum sağlaması için daha sonra zikredilmesi gerekirdi. Oradaki ifade, güç ve kuvveti olan kişinin
hükümden azlolunmayacağı istikametindedir.
METİN
Hakım olan kişinin güvenilir, iffetli, akıl ve düşüncesine güvenilir, salah ve takvasına itimat edilir,
anlayış kabiliyeti olan, sünnet ve Hazreti Peygamberden varit olan eserler hakkında bilgisi olan,
fıkhı bütün yönleri ile bilen kişi olması gerekir. Müçtehit olması tercih sebebidir. Çünkü müctehid
her zaman olması mümkün olmamaktadır. Ayrıca bazan belirli zaman dilimleri arasında ekseri
fukahaya göre müctehid bulunmayabilir, bulunmaması da caizdir. Nehir. Dolayısıyla avni âmm'l
olan kişinin göreve getirilmesi sahihtir. İbni Kemal. Bu kişi, başkasından alacağı fetvalarla
hükmünü verebilir.
Ancak Bezzaziye'nin bir bölümünde bulunan, «Müftü olan kişi nakledilen meselede, vak'ada durum
ne ise ona göre fetva verir. Kadı veya hakım ise zahire göre hüküm verir.» ifadesi, cahil olan kişinin
başkasından alacağı fetva ile hüküm vermesinin mümkün olmayacağına delalet etmektedir.
Dolayısıyla kan davalarında, evlilik ve diğer konularda hüküm verme hakime ait olduğundan.
dindar, alim bir kişi olması gerekmektedir ki, bu durumda olan kişiler kibrit-i ahmer (kıymetli
maden) kadar nadirdir. Bu nadir maden nerde, ilim nerde?
Kadı hakkında yukarda söylenenler usul alimlerine göre, aynen müftü için de söylenir. Yani usul
alimlerine göre müftünün müctehid olması gerekir. Ama müctehitlerin kavillerini ifadelerini bilen
kişi aslında müftü değildir. Verdiği fetvalar, fetva değil, bir önceki fetvayı nakilden ibarettir. Bu
görüş aynen Kemal İbnül Hümam tarafından da benimsenmiştir.
İnsan kadı olmayı kalben istememeli ve bu isteğini de diliyle ifade etmemeli. Hülasada görev
isteyen kişi göreve getirilmez kendisine görev verilmez. Ancak ondan kadı olmaya layık başka biri
bulunmaz, yalnız onun olması gerekirse veya vakıf konusunda mütevellilik onun için şort koşulmuş
ise veya birinci kadı tarafından azlinin gerekçesiz ve sebepsiz yere olduğunu iddia edip görevine
dönmeyi istemesi hali müstesnadır. Nehir. Şafii ve Maliki ulemasından nakledilen bir ifadeye göre,
bilinmeyen tanınmayan meşhur bir alimin ilmini neşretmek üzere kadılığa talip olması müstehaptır.
İZAH
«Kadının aşağıdaki sıfatlarla muttasıf olması şarttır ilh...» Kadı, şiddete kaçmadan otoriter, zafa
düşmeden yumuşak olmalıdır. Çünkü hükmetme, müslümanlar için önemli bir olaydır. Daha çok
bilen, daha kudretli olan, daha heybetli ve insanlar arasında daha çok maruf olan, insanların ona
olan davranışlarına karşı daha sabırlı olanlar, kadı olmaya daha layık olanlardır. Devletin birinci
kademesinde olan sultanın bu sıfatları taşıyan kişileri araması ve en evlâ olanın, görevlendirmesi
gerekir.
Buna delil olarak Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellemin şu ifadeleri getirilmektedir: «Kim
ki bir insanı bir iş başına getirir, o toplum içerisinde ondan daha evlâsı, o işe daha layıkı varsa,
Allaha ve Resulüne ve İslam toplumuna hıyanet etmiş olur.» buyurmaktadır. Bahır. Benzeri ifade
Zeylai'de de mevcuttur. Burada «gerekir» ifadesinden anlaşıldığı ve hadisi şerifin de delalet ettiği
gibi, devlet başkanının veya tayine yetkili olan kişinin daha ehli dururken zayıfları tayin etmesi
günahtır.
«Güvenilir bir kişi olması gerekir ilh...» Kadının her hususta kendisine güvenilir bir insan olması,
afif olması, günahlardan sakınan bir kişi olması, kişiliğini zedeleyen küçük düşürücü hadiselerden
sakınması gerekir. Burada «güvenilir kişi» olmasından maksat her bakımdan mükemmel, aklı
başında. kâmil, ehliyetli birisinin olması demektir. Hafif meşrep kişiler veya akıl noksanlığı olan
kişiler, şerre meyyal ve şerden kaçınmayan kişilerin tayin edilmemesi gerekir.
Burada «salih» olarak geçen kelimeyi İmam Hassaf. «Hali mestur istediği suçlarla rezil olmuş veya
şahsiyeti zedelenmemiş, şüpheleri üzerinde toplayan biri olmaması, istikamette olması, her
bakımdan mükemmel, insanlara eza ve cefadan uzak, insanlar arasında en az kusur işleyenlerden
biri olması, alkollü içki kullanmayan, kullananların sohbetinde bulunmayan, afif insanları itham
etmeyen, yalan söylemeyen bir insan olması gerekir.» Bu sıfatları şahsında toplayan kişi bize göre
ehli salahtan bir kişidir.» demiştir.
Sünnet hakkında bilgisi olması gerektiği ifadesinden maksat da Hazreti Peygamber Alehüsselatu
vesselamdan varit olan söz, takrir ve fiilleri bilen, fıkıhta mesnetleri, delilleri ve fıkıh kaidelerini
bilen biri olması demektir. Seleften varit olan eserlerin merfu veya mevkuf olanı hakkında yeterli
bilgiye sahip olması gerekir. Her ne kadar bazı fakihlerimiz eser kelimesini yalnız mevkufa
hamlediyorlar ise de.


Müctehit ve ictihadın şartları
«Hakimde ictihad öncelik şartıdır ilh...» İctihad lugatta insanın güç sarf etmesi, zor olan bir şeyi
başarması demektir. Istılahta ise şeri hükümleri kaynaklarından doğru bir şekilde çıkaran ve bunları
layıkı vecile başaran kişiye müctehit denir. Telvihte gücün sarf edilmesi demek o konuda daha
fazlasını başaramayacağını hissetmesi demektir. Yani son merhaleye kadar gücünü sarfedecek
fakat aciz olduğu konularda da haddi aşmayacak.
İctihadın şartlan ise birinci derecede müslüman olmak, akıllı olmak, baliğ olmak, meseleleri
kaynaklarından istimbata ehil olmak, arapçaya tam vakıf olmak, ahkamla ilgili ayetleri çok iyi
bilmek, hadislerin senet ve metinleri ile ilgili yeterli bilgiye sahip olmak, nasih ve mensuhu bilmek,
kıyas ve kıyasın şartlarını iyi bilmektir. Bütün bu şartlar mutlak müştehitlerde aranan şartlardır ki
bu müctehit her hususta, bütün hükümlerde fetva vermeye yetkili olan kişi demektir.
Ama bir konuda hüküm verebilen, diğerinde hüküm veremeyen müctehit ise. yukarda saydığımız
şartlan ihtiva etmesi, mesela namazla ilgili bir hükümde müctehit olan bir kişinin, nikahla ilgili
bütün meseleleri bilmesi gerekmez. Ama namaz konusuyla ilgili bütün mesele ve delilleri bilmesi,
onları ihata etmesi gerekir. Burada musannıfın ictihattan maksadı birinci manada olan ictihattır.
Yani bütün konularda mutlak müctehid olan kişidir. Nehir.
«Müctehidin bulunması mümkün olmayabilir ilh...» Her zaman ve her yerde müctehit olmayabilir.
Bunun için de kadının müctehit olması öncelik şartıdır. Yani müctehit olan kişi varken diğerini tayin
etse sahihtir, ama müctehit olanın tayinde öncelik hakkı vardır demektir.
«Ekseri ulemaya göre asırlar veya herhangi bir asır müctehitten hali olabilir ilh...» Bu her asırda bir
müctehidin bulunması gerekir diyen görüşün hilafınadır. Mesele usulü fıkıhla ilgili olduğundan
geniş bilgi için usulü fıkıh kitaplarına müracaat edilmesi gerekir.
«Binaenaleyh amm'i olan kişinin görevlendirilmesi caizdir ilh...» Bu arada amm'i kelimesinden
maksat hiç okuma yazma bilmeyen anasından doğduğu gibi cahil olan bir insan demek değildir.
Burada mukallit olan, müctehit olmayan bir alimin kadı olarak tayini sahihtir demesi daha uygun
olurdu. Çünkü müctehid kelimesinin mukabilinde kullanılan ifade mukallit ifadesidir. Her ne kadar
mukallit, amm'i dediğimiz avami nasdan birini ihtiva ediyor ise de. Ancak İbnül Ğars'ın ifadesine
göre buradaki amm'iden maksat ilim ve irfan sahibi olan, ancak müctehit olmayan mukallitlerdir. Bu
konuda en az bazı hadiseleri değerlendirebilen ve birtakım meselelere nüfuz edebilen, hükümlerin
nereden ve nasıl alınacağını nasıl uygulanacağını, meselelerin hangi kitaplarla olduğunu bilen biri
olmasıdır. Ayrıca mezhep içerisinde hangi alimlerin görüşlerinin tercih edilmesi gerektiği,
meselelerin nasıl değerlendirîldiğini, vaka ve davalarda fetvaların nasıl istimbat edildiğini, delillerin
değerlendirilmesini ve muhaliflerle en azından o konuda münakaşa edebilecek durumda olan biri
olması gerektiğine işaret edilmiştir. Ancak İbnül Ğars'ın bu ifadeleri Nehir sahibi tarafından
münakaşa edilmiş, buradan amm'inden maksadın cahil bir insan olduğu görüşü tercih edilmiştir.
Çünkü fukahanın meseleyi izah ederken ve gerekçesini anlatırken her ne kadar kendisi bilemiyor
ise de hakkı ehline ulaştırmada, doğruyu bulmada başkalarına sorarak onlardan aldığı fetva ile
amel edebilir demektedirler. Bu da direk kendisinin kitaplara inemeyecek meselelere nüfuz
edemeyecek derecede biri olduğunu gösterir ki o da cahil biridir.
Yakubiye haşiyesinde bu konuda şöyle denmiştir: «Başkasının fetvasına muhtaç olan kişi, fıkıh
kitaplarından meseleleri direk almaya, çıkarmaya muktedir olamayan kişidir. Fukahanın sözlerini
kaidelere irca ederek zapturap altına alamayan kişi demektir.»
Aynı görüşler İnaye'den naklen Bahır'da da zikredilmiş, Kemal İbnül Hümam da bunu tercih etmiştir.
Ben derim ki: Bu konuda münakaşaya yer verilebilir. Zira usul alimlerine göre müftü müctehid
olandır. Nitekim ilerde de buna aynca temas edilecektir. Binaenaleyh bu ifadeye göre, kadı olan
kişinin müctehit olması gerekmez. Çünkü başkasının içtihadına dayanarak amel etme imkanı vardır.
Bundan da amm'inin cahil biri olması anlaşılmaz. Yalnız denebilir ki, içtihat, kadı olan kişide
mümkün olamadığı gibi, zamanımız müftülerinde de mümkün olmamaktadır. İhtiyaç duyduğu
taktirde kitaplardan hükümleri nakledebilecek kişilere sorması, kendisinin kitaplardan hük
çıkarmaya muktedir olamadığını gösterir.
«Müftü diyaneten fetva verir ilh...» Yani bir kimse gelip «Ben karıma sen boş oldun dedim. Ancak
bu ifade ile de geçmişte yalan olan bir olayı kasdettim.» dese, müftü bu durum karşısında talakın
vaki olmadığı istikametinde fetva verir, oma kadı talakın vuku olduğu istikametinde hüküm verir.
Çünkü kadı zahire göre hükmeder, Eğer hakim (kadı) fetva dayanarak hüküm verse, onun
hükmünün bu konuda batıl olması gerekir. Çünkü müftüye sorduğunda talakın vuku olmadığını


yleyecek, halbuki onun zahire dayanarak talakın vuku bulduğu istikametinde hüküm vermesi
gerekecektir. Bu da alınan fetva ile her konuda hükmetmenin mümkün olamayacağını gösterir.
Bu ifade münakaşa edilebilir. Çünkü kadı olan kişi, benzeri bir meselede müftüye sorduğu zaman
müftü ona talakın vaki olmadığı şeklinde fetva vermez. Çünkü kadı hüküm vereceği bir mesele
hakkında sormuş, hükmün hangi istikamette olması gerektiğini ondan istifsar etmiştir. Buna göre
kaza yoluyla hüküm neyi gerektiriyorsa, müftünün ona onu açıklaması gerekir. Bundan da
anlaşıldığına göre Bezzaziye'de olan husus, fukahanın başkasının fetvasına dayanarak hüküm verir
sözlerine ters düşmemektedir.
«Kanlarda ve ırzlarda ilh...» Hatta mallarda hüküm verecek bir kişi olması, dolayısıyla güveniIen biri
olması şarttır. Kanlarda ve ırzlarda ifadesini özellikle zikretmesinin sebebi bu iki hususta hiçbir
surette bunların mubah olmayacağı, mubah sayılarak bunlara tevessül edilemeyeceğidir.
Mal konusu ise bunun hilafınadır. Bir ikinci sebebte bu iki noktanın çok önemli konular olduğuna
işaret etmek içindir. Zira hükümleri içerisinde bu iki hususun da bulunduğu kabul edilirse, hakimin
alim olması, dindar olması, güvenilir bir kişi olması gerekir.
Müctehide ait bir sözü nakletmenin yolu
«Müctehit olmayan müftünün naklettiği içtihat değil başkasına ait bir sözü nakilden ibarettir ilh...»
Müctehidin görüşlerini, verdiği hükümleri nakletmenin yolu da iki şekilde olur. Onun söylediğine
dair kuvvetli bir kaynaktan veya hadislerde olduğu gibi bir senetle sözün ona ait olduğunu isbat
etmekle olur. Kitaptan derken herhangi bir kitabın ifadesi bu konuda yeterli değildir. Ulema
arasında muteber sayılan, o müctehidin sözlerini ihtiva ettiğine kesin gözüyle bakılan, mesela
İmam-ı Muhammed'in Zahirü'r Rivaye dediğimiz kitapları buna bir örnek teşkil edebilir. Diğer
müctehitlerin aynı derecede şöhrete sahip olmuş eserleri de bu kabildendir. Çünkü bu kitaplar
onlardan bize kadar mütevatir ve meşhur bir şekilde nakledilen haberler mesabesindedir. İmam
Razi bu şekilde zikretmiştir.
Buna göre nevadırür rivayeye ait eserlerin zamanımızda bulunan bazı nüshalarındaki meselelerin
bir kısmını İmam Muhammed'e veya İmam Yusuf'a nisbet etmenin doğru olmadığı beyan edilmiştir.
Çünkü bölgemizde ve cağımızda o kitapların tevatür veya şöhret yoluyla nakledilegelen eserler
olmadığı bilinmektedir. Çünkü ulema arasında elden ele dolaşan, müracaat kaynağı sayılan
eserlerden olmamaktadır.
Eğer nevadirden nakledilen bir mesele meşhur bir eserde yer almış ise, mesela Hidaye gibi Mebsut
gibi eserlerde yer almış ise, bu gibi eserlere güvenmek ve kavillerin müctehitlere ait olduğuna dair
hüküm vermek caizdir. Fetih. Bu görüşe Bahır sahibi, Nehir ve Menih sahibi fakihler de
katılmışlardır.
Ben derim ki: Buna göre günümüzde çok geniş yazılmış bir takım şerhlerden nakiller yapmak caiz
değildir, denmesi gerekir veya isimleri meşhur bazı fetva kitaplarında yer alan görüşlerin
müctehitlere ait olduğu söylenmesine rağmen kabul edilmesinde tereddüt olması gerekir. Çünkü
bu eserler Fukahanın elinde olmayabilir. Dolayısıyla ondaki ifadeler tevatür veya şöhret yoluyla
ulaşan haberler mesabesinde kabul edilmeyebilir. Bu kitaplardan çoğu bazı medreselerde veya bazı
kimselerîn kütüphanesinde bulunmayabilir. Mebsut gibi, Muhit gibi. Bedai gibi.
Ancak bu görüşte de münakaşa edilecek taraflar vardır. Çünkü her eserin tevatür yoluyla
nakledilmiş olması gerekmez, galibi zan yeterlidir. Mesela nüshaları pek bulunmayan bir eserden
ulema nakil yaptığı"a göre meseleyi de öyle bir kitaba nisbet etmeleri halinde o kitaba nüshaları
azdır diye güvensizlik duymaya da bir gerek yoktur. Bazen kitabın bir nüshası, bazan bir koç
nüshası bulunabilir. Meselenin o kitapta yer alması, belki bir senetle müctehide isnadı
yapılmaktadır. Ama her sene din mütevatir veya meşhur olması gerekmez.
Mesela yukarda beyan ettiğimiz gibi kadının herhangi bir konuda şüpheye düşmesi halinde o
bölgenin fakihlerine yazı ile soru tevcih etmesi ve onlarla istişare etmesi hafinde -ki bu şer'i
meselelerde çoğu kez vuku bufan bir adettir- onların yazı ile vermiş oldukları cevapta tezvir ihtimali
(hata ihtimali) eski hat ile yazılmış büyük bir esere nisbet edilen hata ihtimalinden daha çok olsa
gerektir. Alimlerin vermiş oldukları bu cevaba itibar edileceğine göre, muteber eserlerden
nakledilen özellikle özerinde bazı alimlerin yazısı veya tahkiki olan eserlere güvenmek gerekir.
Binaenaleyh bu konuda zannı galiple iktifa edilmelidir. Aksi halde İslam hukuku ve diğer konularda
yazılmış birçok eserleri terketmek, onların muhtevası ile amel etmemek gerekir. Bu da doğru bir
ifade olmaz. Özellikle zamanımızda bu meseleler daha da kendisini göstermektedir.
«Hakîm olmak için tayinini istemez ilh...» Zira bu konuda Ebu Davud'un tahriç ettiği, İmam Tirmizi


ve İbn-i Mace'nin de rivayet ettikleri Enes hadisinde, Hazreti Peygamber Sallallahu Aleyhi Vesellem,
«Bir kimse kadı olmayı isterse kendi nefsiyle baş başa bırakır. Ama o görevi kabul etmesi
kendisinden istenir veya ehil iken ona zorlanırsa onu doğru yola sevk edecek bir melek indirilir.»
buyurmaktadır. Ayrıca İmam Buhari'nin rivayet ettiği bir hadisi şerifte Hazreti Peygamber. «Ey
Semura oğlu Abdurrahman sen valilik ve emirlik isteme. Eğer istediğin taktirde sana bu görev
verilirse kendi nefsinle baş başa kalırsın. Sormadan sana bu görev verilecek olursa Cenab-ı hak
tarafından sana yardım edilir.» buyurmuştur. Durum böyle olduğuna göre, böyle bir görevi istemesi
helal olmasa gerektir. Çünkü kendi haline terk edilen, Kendisinden yardım esirgenen kişinin çoğu
kez hataya düşeceği malum olmaktadır. Fetih.
«Kalben böyle bir şey istemez ilh...» Yani arzulamaz. Bu ifade ile de talep ve sual arasında bir farkın
olduğu belirtilmek istenmiştir. Arzulama kalp ile olan, istemek ise dille olan talepler şeklinde tefsir
edilmiştir. Nitekim Mustasfa'da bu şekilde beyan edilmiş, Nehir'de de mesele aynen benimsenmiştir.
«Hülasa isimli eserde ilh...» Böyle bir görevi kalben ve lisanen istemenin helal olmadığına göre bu
gibi taliplerin göreve getirilmesinin, kendilerine görev verilmesinin de helal olmadığı anlaşılır.
Nitekim Nehir'de bu ifade açıkça zikredilmiştir. Bu özellikle hakim olma ile ilgili değildir. Genel veya
özel bütün vazifelerde hüküm aynıdır. Mesela vakıf mal üzerine mütevelli tayin edilmesini istemek,
yetimin malı üzerinde vasi olmasını talep etmek te aynıdır.. Bahır.
«Ancak hakim olması onun üzerine şart olur bir başkası bulunmadığı için onun olması gerekirse
durum müstesnadır ilh...» Bu metinde ve Hülasa'da olan ifadelerden istisna edilmiştir. Yani vazife
istemez, talep etmez ama ondan başka o vazifeye ehil biri bulunmayacak olursa, müslümanların
haklarını korumak, adaletin tecellisine yardımcı olmak o zaman vacip olmaktadır. Bu durumda tayin
edilmesi gereken, ondan başka o vazifeye ehil olan biri bulunmadığı halde göreve getirilmez ve
göreve gelebilmesi için bir miktar mal, yani rüşvet vermesi gerekirse böyle bir durumda vermesi
helal olur mu, olmaz mı meselesine rastlamadım. Yine başkası olmadığı taktirde böyle bir vasıfta
kadının vazifeden azledilmesinin caiz olup olmadığı meselesine de tesadüf etmedik. Cevap olarak
deriz ki, böyle bir vazifeyi talep etmesi, kendisinden başka bu vazifeyi üstlenecek biri bulunmaz, bu
vazifeye de ancak bir mal ödeyerek gelmesi gerekiyorsa ödemesi helaldir. Bu insanın -başka biri
olmadığı takdirde- vazifeden azledilmesi de haram olsa gerektir. Ve azledilse azlin sahih olmaması
gerekir. Bahır. Nehir'de bu konuda yle kimselerin vazifeye getirilmesi, göreve atanmalarının
sahih olduğu hakkında acık bir ifade olsa gerektir. Musannıfın mutlak bir şekilde ifadeye yer
vermesi de yani hakimliği rüşvet yoluyla alsa, kadı olamaz, tayin edilemez ifadesine ters
düşmektedir. Böyle bir kimsenin vazifeden azil edilmesi sahih olmaz sözü ise o da kabul edilemez.
Çünkü Fetih'te bu konuda, «Sultanın şüpheye binaen kadıyı azletmesi yetkileri arasındadır. Hatta
bir şüpheye maruz kalmasa da onu azledebilir. Ancak azil haberi kendisine ulaşmadan yani
vazifeden alındığı kendisine tebliğ edilmeden görevden uzaklaşmış sayılmaz. Tebliğ anına kadar
verdiği hükümler geçerli sayılır. Bu durumda azli caiz olmaz dense yeridir. Adil olan vasinin azlinin
caiz olmadığı gibi onun azlinin de caiz olmaması gerekir.» denilmiştir.
Ben derim ki:yle bir kişinin göreve getirilmesi gerektiği taktirde, vazifeyi istemekle üzerine
düşen görevi yapmış sorumluluktan kurtulmuş olur. Kendisine görev vermeyen sultan günahkardır.
Çünkü daha ehil olan varken başkasını tayin eden yetkili, hadiste geçtiği gibi; Allaha, Resulüne ve
İslam toplumuna hıyanet etmiş olduğuna göre, burada da kendisine görev vermediği taktirde
sorumluluk, günah, ona aittir. O kimse üzerine terettüp eden başka bir vacip olmasa gerektir.
Bunun için kendisinin rüşvet vererek böyle bir vazifeye gelmesinin helal olmasının delili, gerekçesi
ne olabilir? Hatta bu konuda bazı alimlerimiz, bedevilere rüşvet vererek hacca gitmesi gerekiyorsa,
yol emniyeti sağlanıncaya kadar haccın farziyeti muvakkat bir zaman için de olsa ondan sakıt olur,
demektedirler. Nitekim hac bahsinde bu konuya temas etmiştik.
Ama bu gibi kadıların azledilmesi de, azillerinin sahih olması da açıktır. Çünkü o sultanın vekilidir.
Verdiği hükümleri ona niyabeten vermektedir. Azletmesiyle günahkar olan o yetkilidir. Bundan da
azlin sahih olmadığı anlaşılmaz. Mesela kadı tarafından tayin edilen adil vasinin durumu do buna
benzemektedir.
Ölen kimse tarafından nassan vasi tayın edilen kişiye gelince, mutemet olan kavle göre onun
azledilmesi sahih değildir. Ancak burada bu meseleyle bizim şerhini yapmaya çalıştığımız mesele
arasında bir fark olsa gerektir ki o da, bu vasi ölünün yerine kaimdir. Hakimin onu azletmesi doğru
olmaz. Yetkisi dahilinde değildir. Ama direkt halife tarafından tayin edilmiş kadı ise sultanın halifesi
ve onun yerine kaim olan bir kişidir. Çünkü hakim yetkilerini ondan almaktadır. Dolayısıyla onu
azledebilir. Kadı tarafından tayin edilen vasi de yetkisini kadıdan aldığına göre kadı onu da dilediği


zaman görevden alabilir.
«Veya tayin edilmesi bilhassa şart koşulmuş ise ilh...» Mesele Nehir'de zikredilmiş, gerekçe olarak
da, «Vakıfın şartına binaen belirli bir kişinin vakfa mütevelli olarak tayin edilmesi şart koşulmuş ise,
vakıfın şartının yerine getirilmesi demek olacağından onu vazifeye getirmek gerek.» denilmiştir.
Ben derim ki: Bu hakikatte kadı tarafından kendisinin vazifeye getirilmesini talep değildir. Çünkü o
şart gereği vakıf mütevellisi olmuştur. Bunu kadı nezdinde tescil ettirmeye ve onun onayını talep
etmek için müracaat mesabesindedir. Çünkü bir başkası çıkıp yetkisi olmadan bu görevi isteyebilir.
Ölen kişinin tayin ettiği vasinin durumu da buna benzemektedir. Hakime müracaatı vesayeti
istemek değil, vesayetin tescili ve hakim nezdinde bilinmesini ve göreve ölen kişinin vasiyeti ve
isteğine binaen geldiğini belirtmesi demek olur. Bununla da Bahır'daki şu ifadenin muteber
olmadığı anlaşılır: Fukahanın zahiri ifadelerinden anlaşıldığına göre, vakıf konusunda da mütevelli
olma talebi sahih değildir. Velevki bu vakıfın şartına binaen de olsa. Zira fukahanın mutlak ifadeleri
bunu gerektirir.»
Bir önceki kadının haksız yere, hiçbir suçu olmadan azlettiği göreve dönmek istediğini söylemesi,
yle bir talepte bulunması halinde, ikinci kadıyle bir talepte bulunan kişiye, «Senin velayete
ehil olduğunu tesbit ettim. Dolayısıyla seni vasi tayin ettim.» demesi gerekir. İmam Hassaf nassan
bu meseleyi zikretmiştir. Nehir.
«Meşhur olmayan bir kişi için ilh...» Alim, fazıl, mütedeyyin fakat halk arasında şöhreti olmayan bir
kişinin ilmini yaymak. insanlara faydalı olmak maksadıyla bir vazife talep etmesi Şafii ve Maliki
ulemasınca müstehap olarak kabul edilmiş, özellikle kadı olmasını istemesi yerinde müteala
edilmiştir. Zirayle bir insanın vazifeyi talep etmesi ne şahsı için bir çıkar sağlamak, ne de riyakar
bir tutum içine girmesidir. Ancak adaletin tecellisi için öğrendiklerini neşretmesi, bildiklerini
yayması hedef alındığına göre bir mahzur olmasa gerektir.
METİN
Görev vermeye yetkili olan kişi göreve daha ehil ve muktedir olanı seçmelidir. Bu tayin edilen
kişinin kötü huylu, sert mizaçlı, mütekebbir, hakkı görmesine rağmen görüşünde ısrar eden kişi
olmaması da lazımdır. Çünkü hakim ve kadı olan bu kimse, bir bakıma Resulullah'ın halifesi, onun
getirdiği hükümleri onun adına uygulayan birisidir. Bir kimseye mutlak olarak Allah'ın halifesi
isminin verilmesi tartışılan bir husustur. Tatarhaniye.
Vazifeyi aldığı taktirde zulmedeceğinden korkan kişinin bu görevi alması tahrimen mekruhtur.
Kendisini aciz hisseden, görevi tam o!arak yapamayacağını bilen kişilerin durumu da aynıdır. Bu iki
husustan birinin bulunması, görevin alınmasının mekruh olması için yeterlidir. İbni Kemal. Ama
kendisinden emin olan, başka ehil bulunmadığı taktirde bu görevi üstlenmesi gereken kişiler için
mekruh değildir. Fetih.
Ondan başka bu görevi yapacak biri olmadığı taktirde üzerine farzdır. Başkalarının da yapabilme
imkanı var ise farzı kifayedir. Ekseri ulemaya göre böyle bir görevi almak ruhsat (mubah) ise de
almamak daha evladır. Bezzaziye.
Ehil olmayan kişiye ise haramdır ve bunun haram olduğunda da tereddüt yoktur. Dolayısıyla kadılık
görevini alma ile ilgili beş hüküm varit olmaktadır. Bazan farz, bazan vacip, bazan mendup, bazan
mekruh, bazan da haram olmaktadır.
Adil sultandan böyle bir görevi almak caiz olduğu gibi caiz ve zalim olandan kafir de olsa yle bir
görevi almak da caizdir. Molla Miskin ve diğer fakihler bu şekilde zikretmişlerdir. Ancak bu son
durumda, zalim olan gayri müslim olan bir kişiden görev aldığı taktirde, hakkı yerine
getiremeyeceği, adaleti tecelli ettiremeyeceği, onun buna mani olacağı kesinleşirse, o zaman görev
alması haram olur.
Gayri Müslimlerin bir yere girmeleri, orada ekseriyeti teşkil etmeleri, orayı zaptetmeleri hafinde
İslam ülkesi tarafından tayin edilmiş bir voli bulunmadığı taktirde, orada yaşayan müslümanlara
kendi işlerini idare edecek. cumalarını kıldıracak bir görevli ve vali tayin etmek vaciptir. Fetih.
Harici mezhebinden olan bir sultandan görev olma da caizdir. Meşru nizama gayrı meşru bir şekilde
el koyan ve kendisini devlet başkanı olarak ilan eden kişiden de görev olmak caizdir. Görev vermek
sahih olduğuna göre görev almak için azletmek de sahihtir.
Bâğî dediğimiz gayri meşru bir nizamın hakimi olan kadının vermiş olduğu hüküm, İslamın
hükümran olduğu ve meşru bir idarenin adil hakimine getirildiği taktirde aynen uygulayabilir. Bir
diğer kavle göre uygulamaz. Nasihi de bu görüşü benimsemiştir.


Göreve atanan kadı bir önceki kadı tarafından tutulan dosya ve mahkeme zabıtlarını ister. Hapse
mahkum edilmiş olan kişilerin durumunu gözden geçirir. Ama vali tarafından hapsedilmiş olan
kişilerin durumunu devlet başkanı incelemekle görevlidir. Tedibi gerekenleri tedip eder,
cezalandırır. Gerekmiyorsa tahliye eder.
Katil zanlısı olan kişi müstesna, hiçbir kimsenin ayaklarına zincir vurularak gecelemesini tasvip
etmez. Nafakası olmayan kişilerin nafakalarını da Beyt'ül-maldan temin eder. Bahır.
Dosyaları inceledikten sonra birer birer hapiste olan kişilerin durumu ile ilgilenir. Onlardan hakkı
ikrar eden çıkarsa veya aleyhlerinde beyyine sabit olursa hapislerine hükmeder ve eski hali devam
ettirir. Molla Miskin. İkrar etmediği beyyine ile sabit olmadığı taktirde münasip görürse belirli bir
süre ilan eder, daha sonra şahsına kefil alarak onu serbest bırakır. Kefil vermeden vaz geçer,
imtina ederse bir ay onun hakkında çığırtkanlar vasıtasıyla ilanda bulunur. Kimse çıkmadığı taktirde
salıverir.
Ayrıca bir önceki kadı nezdine bırakılmış emanetleri vakıf gelirleri konusunda beyyine veya ikrara
dayanarak hüküm verir. Bu konuda azledilmiş olan kadının ifadesine dayanarak çalışamaz. Onun
görevlerini, onun sözlerini bir düstur 'kabul etmez. Çünkü azledilmekle tebadan biri olmuştur,bir
ferttir. Bir insanın şahadeti ise, bilhassa kendi işine dair şahadeti, özellikle kabul edilmez. Dürer.
Bu ifadenin gereği. başka biri ile birlikte aynı konuda şahit de olsa, onun şahadeti kendi işine dair
olması sebebiyle red edilir. Nehir.
Ben derim ki: Kariul-Hidaye namıyla meşhur fakih onun şahadetinin başka biri ile birlikte kabul
edilebileceği istikametinde fetva vermiş, İbni Nüceyn de bu görüşe tabi olmuş, onu benimsemiştir.
Ancak mal elinde bulunan kişi ikrar eder, o mal kendisine azledilen kadı tarafından teslim edildiği
ylenir, teslim edilen bu mal emanet olsun veya vakfın gelirleri olsun, bu durumda azledilmiş
kadının sözleri, bu iki meselede kabul edilir. Mesela, «Bu emanet mal falan kişiye aittir » dese
ifadesi makbuldür. Ancak elinde mal bulunan kişi önceden o malın başka birine ait olduğunu ikrar
eder, daha sonra kadının kendisine teslim ettiğini söylese, kadı da bir başkasına aittir dese o
zaman o malı birinci ikrar ettiği kişiye teslim eder, ayrıca ikinci ikrarından dolayı o malın kıymetini
veya benzerini birinci kadının belirttiği yere verilmek üzere, o malı yeni kadıya teslim eder.
İZAH
«Görev verme yetkisi olan kişi seçer ilh...» Bu seçim ehil olan kişiler için vaciptir. Aksi halde
Allah'a, Resulüne ve müminlere hadiste geçtiği gibi hiyanetlik etmiş olur.
«Seçilen bu insanın kötü huylu olmaması gerekir ilh...» Kötü huylu olan, merhametsiz olan,
mütekebbir olan, hakkı gördüğü zaman teslim etmeyip kendi görüşünde ısrar eden, hakka sanki
düşman olmuş kişileri tayin etmez. Bahır. Çünkü kadı bir bakıma Resulullahın halifesidir. Ona inen
hükümleri, onun açıkladığı ahkamı şeriyeyi uygulamada bir bakıma onun vekili demektir.
«Görev alması tahrimen mekruhtur ilh...» Bazı kitaplarda görev vermek, onu göreve getirmek
tahrimen mekruhtur, denmekte, ancak musannıfın üzerine şerh düştüğü görevi kabul etmek
ifadesiyle ilgilidir. Bu ibarenin siyakına daha uygun düşmektedir.
«Zulmetmekten korkan kişi için ilh...» Ama kesin olarak veya galibi zan ile zulmedeceğini,
hükümlerde adaleti uygulamayacağını bilen kişinin vazifeye gelmesinin haram olması gerekir. Bahır.
«Aciz olduğunu bilen kişi ilh...» Buradaki acizlik kelimesi ile hasımlar arası davayı yürütmede,
dinlemede aciz kalması demek olabileceği gibi, hakkı ifa edemeyeceği, adaleti tecelli
ettiremeyeceği, üzerine düşen görevi bihakkın yapamayacağı, rüşvet alma konusunda kendisine
güvenemeyeceği, aciz kalacağını bilen kişinin böyle bir görevi üstlenmesi de yine tahrimen
mekruhtur.
«Zulmedeceğinden korkmasına rağmen ondan başka bu göreve gelecek bulunmazsa ilh...» Fetih'te
bu konuda, «Eğer ondan başka biri bulunacak olursa mekruhtur. Ama ondan başkası
bulunmayacak olursa, bu görevi alması üzerine farz ve kendini zapturap altına alması, kontrol
etmesi de ayrıca üzerine düşen bir görevdir. Ancak görev veren kişinin ona vereceği görevi bizatihi
kendisi üstlenebilecek durumda olur, hasımlar arası meselelere bakma zamanı ve yetkisi olacak
olursa, o zaman, böyle bir kişinin göreve getirilmesi caiz olmaz.» denilmiştir.
Sultanın direkt hasımları muhakeme etmesi meselesi
Yukarda beyan ettiğimiz ifadeye göre, sultanın (devlet başkanının) hasımlar arası meselelere
girmesi, onlar hakkında hüküm vermesi, onun yetkileri arasındadır. Yukarda İbni Ğars'tan
sarahaten beyan ettiğimize göre. hakim meselesini anlatırken onun da bu konuda yetkili


olduğundan bahsetmiş idik. Remli der ki, «Hülasa ve Nevazil isimli eserlere göre onun hükmü
geçerli değildir. Hassaf isimli imamın Edebül Kadı ile ilgili eserinde hüküm verdiği taktirde
geçerlidir, esah olan görüşte budur, denmektedir. Kadı Ebu Zeyd'de geçerlidir ifadesini
kullanmakta, sahih olan ve kendisiyle fetva verilen görüşte budur, denmektedir.»
TENBİH: Görev almak onun üzerine vacip olduğu taktirde kabul etmeye zorlanır mı? Bahır sahibi bu
konuda, «Bir şey görmedim» fakat, «Zahir ifadeye göre evet zorlanır.» demektedir.Keza ehil olan
kişilerden birinin de bu görevi almak için cebredilmesi caizdir. Ancak İhtiyar isimli eserde sarih bir
ifade ile üzerine görev alması gerekli olan kişinin diyaneten bu görevi alması üzerine farzdır, fakat
almadığı taktirde buna zorlanmaz denmektedir.
«Görev almak mubahtır ilh...» Kendisine güvendiği ve ondan başkalarının bulunması halinde görev
olması ruhsattır (mubahtır), alabilir. Terketmesi, almaması ise azimettir.
«Daha evladır ilh...» Sahih olan da budur. Nitekim Nihaye'den naklen Nehir'deyle ifade edilmiş,
Fetih'te bu görüşe kesin gözü ile bakılmış, gerekçe olarak da şunlar ilave edilmiştir: Kendisine
güvenen kişilerin güvenmeleri ve adaletle hükmedeceklerini zannetmeleri çoğu kez hata olmakta,
bunun tersi görünmektedir. Diğer bir rivayete göre görevi almak evladır, almamak ise ruhsattır,
mubahtır. Bu görüş yukardakinin tersi olmaktadır. Kifaye'de bu konuda şöyle denmekte: Eğer
denirse, farzı kifaye olduğu taktirde bu görevi üstlenmesi mendup olmaktadır. Zira farzı kifayenin
en alt derecesi mendup olmasıdır. Nitekim cenaze namazında olduğu gibi. Çünkü cenaze namazı
farzı kifayedir. Başkaları kılma imkanı olduğu taktirde onun kılması menduptur.
Biz deriz ki: Evet öyledir ama bunda da büyük bir tehlike söz konusudur. Bu denizde herkes
yüzemez. Bu görevden salimen herkes elinin yüzünün akıyla çıkamaz. Ancak Cenabı Hakkın
koruduğu kişiler müstesnadır. Ama bunların sayısı da maalesef azdır.
Ebu Hanife üç defa kadı olmaya davet edilmiş, her seferinde red etmiştir. Hatta bu konuda her
reddedişinde kendisine otuz kırbaç vurulduğu da rivayet edilmiştir. Üçüncü defasında teklifi
reddettiğinde veya kendisinden kadı olması istendiğinde, «Dostlarımla bir istişare edeyim.» demiş,
Ebu Yusuf'la istişare etmiştir. Ebu Yusuf kendisine, «Eğer kabul edersen insanlara fayda sağlarsın,
insanlar senden istifade eder.» deyince, Ebu Hanife ona kızgın bir şekilde bakmış ve şöyle cevap
vermiştir:«Söyle bakalım, bana yüzerek şu denizi aşacaksın deseler ben buna muktedir olabilir
miyim? Sanki seni kadı olmuş görüyorum.»
Keza İmam Muhammed de kadı olmaya davet edilmiş, o da imtina etmiştir. Hatta eli ayağı
bağlanmış, hapsedilmiş, mecbur kaldığı için görevi kabul etmiştir.
«Ehil olmayan kişilere bu görevi kabul etmek haramdır ilh...» Bu ifadenin zahirinden de
anlaşıldığına göre, buradaki ehil olmadan maksat, şahadete ehil olanın kazaya da ehil olması
değildir. Çünkü orada ehil olmadan maksat, kimlerin vazifeye getirileceği, velevki fasık olsun, zalim
olsun, cahil olsun helal ve haram olması meselesi değil, burada ise kadı olan kişinin güvenilir bir
kişi olması, afif bir insan olması, akli dengesinin, muhakemesinin yerinde olması ifadeleri
nakledildiğine göre, buradaki maksat cahil olan kişinin böyle bir görevi alması helal olmaz denebilir.
Fetih'te ise Ebu Davud'un Büreyde'den, onun da babasından naklettiği bir hadisi şerifte Cenabı
Peygamberin şöyle buyurduğu nakledilmiştir: «Kadılar üçtür. ikisi cehennemde, biri ise
cennettedir. Kişi hakkı bilir hakkı uygular ise cennettedir. Kişi hakkı bilir, onunla hükmetmez ve
verdiği hükümde zulmederse cehennemdedir. Kişi hakkı bilmez, insanı lor arasında cehaletine
dayanarak hüküm verirse o da cehennemdedir, ateştedir. »
«Zalim ve adil sultandan kaza görevi almak caizdir ilh...» Zalim olan sultandan görev almak caizdir.
Bu ifade böyle bir görev verme yetkisinin devlet başkanı olan sultana ait olduğunu da belirlemekte
ve onun tarafından verilebileceğine işaret etmektedir. Hatta belirli bir belde ahalisi birinin kadı
olmasında karar kılsalar, onun kadı olması sahih olmaz. Ama kendi aralarında sultanın ölümünden
sonra birini sultan olarak nasbetmeleri konusunda ittifak etseler ve onu icmaen sultan olarak ilan
etseler sahihtir. Nitekim Bezzaziye ve Nehir'de bu şekilde ifade edilmiştir.
Ben derim ki: Bu da bir zaruret olmadığı zaman böyledir. Ama zaruret olacak olursa, onların da
görevlerini yürütmek için bir kadı tayin etmeleri gerekir, edebilirler. Nitekim ilerde gelecektir.
«Görev aldığı kişi velevki gayrı müslim olsun ilh...» Tatarhaniye'de görev verme konusunda görev
veren kişinin müslüman olması şartı olmadığı gibi, görev almak için İslam ülkesinde olması da şart
değildir. Gayri Müslimlerin elinde bulunan müslüman topraklarında -ki oralar dan İslam'dır, darı
harp değildir, çünkü orada henüz küfür hükümlerini izhar etmemişlerdir- kadılar müslümandırlar.
İtaat ettikleri melikler, krallar, sultanlar ise onları itaate zorlamış kişilerdir. Ancak itaate zorlamakla


müslüman olmaktan da çıkmış değillerdir. Eğer zorlamadan bu görevi onlara vermişler ise, onlar
fasık kişilerdir.
Her vilayette onlar tarafından tayin edilen valilerin cuma namazı kıldırmaları, bayram namazlarını
kıldırmaları, arazilerden haraç olmaları, vergi toplamaları, kadı tayin etmeleri, dul ve yetimleri
evlendirmeleri caizdir. Çünkü bu durumda müslüman olan kişilerin zalimane bir istilasından
ibarettir. Küfre itaat gibi görünme, bir bakıma aldatmadır.
Ama kafir, gayri müslim hakimlerin ve idarecilerin hakim olduğu bir ülkede müslümanlar cuma ve
bayram namazlarını ikame ederler. Müslümanların kendi aralarında rıza göstermeleriyle kadıları
kadı olur. Onların üzerine düşen görev müslüman bir valiyi, bir idareciyi kendi aralarından bulup
seçmeleridir. Molla Miskin şerhinde bu ifadeyi İmam Muhammed'in Asıl isimli Mabsut'una nisbet
etmekte ve aynı ifade Camiü'l-Fusuleyn'de de mevcut bulunmaktadır.
Müslümanların azınlıkta olduğu ve gayri müslimlerin galip bulundukları ülkede yargı ve kadının
tayini
Fetih'de bu konuda şöyle denmektedir: «Eğer görev verecek sultan yoksa veya kendisinden görev
alacak bir yetkili bulunmazsa -ki bazı müslümanların yaşadığı bölgelerde olduğu gibi- o bölgelere
gayri müslimler hakim olmuşlar, müslümanlar bir bakıma azınlıkta kalmışlar veya müslümanlar
mahkum durumda, gayn müslimler hakim durumdadırlar. Kurtuba'da bugün olduğu gibi. Yani
Endülüs'te bulunan durum. Bu durumda ne yapılmalıdır? Gerekli olan. müslümanların kendi
aralarından birine bu görevi vermeleridir. Onda ittifak etmeleri vaciptir. Onu kendilerine idareci
olarak seçerler, o da kadı tayin eder. Böylece kendi aralarında vuku bulan hadiselerin yargı
organlarına aktarılması sağlanmış olur. Yine buralarda kendilerine cuma namazı kıldıracak bir
imam da nasbederler.» İnsanın mutmain olduğu, kabul edebileceği görüş de bu olsa gerektir. Bu
görüş istikametinde amel edilmelidir. Nehir.
Burada Kemal İbnül Hümam'ın Fetih'te ifade ettiği gibi, gayri müslim bir yöneticiden hakimlik
görevinin alınmasının sahih olmadığı nakledilmekte, ancak bu görüş Tatarhaniye'de nakledilen
yukarda da temas ettiğimiz görüşe aykırı bulunmaktadır. Bütün bunlara rağmen gayri müslim olan
idareci, onların aralarında vuku bulan meselelerinde hükmetmek üzere bir kadı tayin etse,
müslümanlar da onun kadı olmasına rıza gösterseler, şüphesiz bu atama (tayin) sahih olur.
Bu ifadenin zahirinden de anlaşılacağına göre, sultanın egemenliği dışında olan bir bölgede bir
emir bulunur ve orada kendi emirliğini ilan eder veya müslümanların ittifakı ile emir olarak ilan
edilmiş ise, bu emir sultan hükmünde olduğundan kadı tayin etmeye yetkisi vardır. Ondan böyle bir
görevi almak da caizdir.
«Havariçlerin sultanı ve gayrimeşru bir idarede bulunan kişilerden bu görevi almak da caizdir ilh...»
Havariç ile ehli bâği dediğimiz kişiler arasındaki fark daha önce bağiler ve asiler babında zikredildi.
Tekrarına gerek duymuyoruz.
«Azli sahihtir ilh...» Yani idareyi zorla ele geçiren bir idarecinin yine kendi taraftarlarından bir kadı
tayin etmesi halinde, meşruiyet o zemine avdet ettiği taktirde, meşru idarenin başında atan kişi o
kadıyı azledebilir. Bu ülkede daha önce meşru hükümet tarafından tayin edilmiş olan kadı, otomatik
olarak göreve gelmez. Yeniden bir tayın gerekir. Nehir.
«Baği dediğimiz gayri meşru idarenin kadısı hüküm verdiği ve bu hüküm meşru hükümetin
kadısına aktarıldığı taktirde uygulayabilir, yürürlüğe koyabilir ilh...» Bu da eğer şer'i şerife uygun
veya müctehidler orasında ihtilaf edilmiş bir konu olduğu taktirde, onun verdiği karar bu
ictihatlardan birine uyuyor ise onu uygulayabilir, diğer kadılarda olduğu gibi. Bu mesele İmâdi'nin
Fusul isimli eserinde açıkça belirtilmiştir. Bu da mefhum olarak kâdının eğer gayri meşru idare
tarafından tayin edilen biri ise, diğer meşru hükümetlerin idaresinde hüküm vermekte olan fasık
kadıların durumuna benzemektedir. Onların verdikleri hükümler nasıl yürürlüğe konuyor ise,
onların veya o kadının verdiği hüküm de yürürlüğe konur. Çünkü fasık olan kişi, sahih olan görüşe
göre kadı olmaya sahihtir.
Fusul isimli eserde bu konuda üç görüş nakledilmiştir. Birincisi yukarda zikrettiğimiz görüştür ki,
mutemet ve muteber olan da odur.
İkinci görüş, nafiz olmaması, geçerli sayılmamasıdır. Gayri meşru bir idarenin kadısının vermiş
olduğu hüküm, meşru idarenin kadısına iletildiği taktirde, o hükmü yürürlüğe koymaz.
Üçüncü görüş ise, onun hükmü hakimin hükmüne benzemektedir. Meşru idaredeki kadının
görüşüne uygun olduğu taktirde yürürlüğe koyar, aksi halde iptal eder uygulamaz. Bahır. Nasihi de


bu görüşe kesin gözü ile bakmıştır. Yani gayrı meşru idarenin kadısının vermiş olduğu hüküm,
meşru idarenin kadısına iletildiği taktirde, geçerli sayılmaz, yürürlüğe konmaz. Ancak yukarda
belirttiğimiz ve muteber dediğimiz görüş bu olmamaktadır.
Eski vakıflara ait yazılar ve mahkemenin dosyaları ile amel etme
«Görev alan kadı bir önceki kadının dosyalarını talep eder ilh...» Burada «divan» kelimesi
geçmektedir. Divandan maksat, eskiden devletin idaresinde gerekli olan kayıtları alan, istatistikleri
yapan, kimlere ne verildiği, kimlere ne verilmesi gerektiğini bildiren yazı ve dosyalar
manzumesinden ibarettir ki burada askerde olan kişilerin durumları kendilerine hangi tip ulufe ve
âtâya verileceği bildirilen kişiler yazılıdır. Böyle bir uygulamayı ilk olarak Hazreti Ömer Radıallahu
anh koymuştur. Fakat burada daha çok harait adını verdiğimiz mahkemenin celselerini ve o
celselerde tutulan zabıtları ve ifade örneklerini, raporları ve benzeri davanın yürütülmesiyle ilgili her
türlü evrakı ihtiva eden dosya demektir. Bugünkü ifade ile bitmiş ve arşive kaldırılmış çuvallar
içerisinde veya dosyalar içerisinde muhafaza edilen evraklar demektir.
Şarih de metinde geçen «divan» kelimesini «sicillat», yani ikinci manada olan mahkeme ile ilgili
bütün evrakı ihtiva eden dosyalar manasında kullanmıştır.
Molla Miskin'e tabi olarak Bahır'daki ifade ise mecazi bir manada olsa gerektir. Çünkü divan aslında
o dosyaların veya o yazıların, o evrakların bizatihi kendisine denir. Onu ihtiva eden kaba değil.
Ancak bu görüşte tartışılabilir. Çünkü sicil kelimesi lugatta hakimin mahkeme ile ilgili yazdıkları ve
yazdırdıkları ve bir dosyada derleyip cem ettikleri demektir. Dürer'de bu konuda: Mahdar adını
verdiğimiz hasımlar arasında geçen bütün ifadeleri şahitlerin sözlerini ihtiva eden dosyalar
demektir. İkrar olabilir inkar olabilir beyyine ile hüküm verdiği beyan edilmiş olabilir veya kendisine
yemin teklif edilipte yeminden nukul etmesine binaen hüküm verilmiş olabilir yani şüpheyi ortadan
kaldıracak ve hükmün gerekçelerini belirten dosyalar demektir. Aslında bir bakıma sicil ve sâkk
alışverişin, rehmin, ikrarın ve benzeri bir takım tasarruf ve akitlerin yazı ile tesbit edildiği senede ve
bir takım taahhüt ifadelerine benzer. Huccet kelimesi vesika kelimesi her üçünü de içine
olmaktadır.» denilmektedir.
Ama bugün örfümüzde vak'anın dermeyan edilip yazıldığı ve kadı nezdinde bırakılan bizatihi kendi
yazısı olmayan hususa sicil denmekte, hüccet ise, kadının üzerinde onayını bildiren bir ifade veya
şahitlerin altında yazılı ifadeleri ve hasımlarla ilgili hususlar yer almasıdır. Bahır. Yeni tayin edilen
kadı bunları ister, çünkü ihtiyaç duyulduğu zaman onlara yeniden bakmak için muhafaza edilmesi
zaruridir. Yeni görevi alan kişinin gerektiği zaman eline geçmesi. eski hadiseleri tetkik etmesi
bakımından da önem kazanır. Ancak hasmın elinde bunlarla ilgili olan suretler
değiştirilebileceğinden o suretlere itimat edememektedir. Zira onlarda eksiklik ve fazlalık olabilir.
(Bütün bunlar o günün şartlarına göredir.)
Eğer bu dosyaların tutulması için gerekli evrakların masrafı beytül-maldan ödenmiş ise, bunların
yeni kadıya teslim edilmesi gerekir. Eğer mahkemeye müracaat eden hasımlardan alınmış veya
kadının bizatihi kendi cebinden ödenmiş ise, sahih olan kavle göre, yine kadının isteğine binaen
ona getirilmesi gerekir.Zira onların kadı elinde bırakılması gerektiği zaman muhtevasıyla amel
etmek veya ihtilaf halinde ona rucu etmek içindir. Ayrıca kadının masrafları kendi cebinden
ödemesi halinde onları bir mal edinmek maksadıyla veya kendi mülkü olarak satın almak
maksadıyla değil, dindarlığından ve dini vecibeleri yerine getirmek istediğinden ilerde kaynak
olabilmesi için muhafazası gerektiği inancındandır. Meselenin tamamı Zeylai'de geniş biçimde
açıklanmıştır.
TENBİH: Zeylai'nin ifadesinin özeti ise, ihtiyaç anında huccet olması içindir. Aynı ifade Fetih'te de
mevcuttur. Buna göre yeni tayin edilen kadının (hakimin) eski hakimin hazırladığı dosyalara
güvenmesi, onların muhtevasına inanması caizdir. Biraz sonra geleceği gibi, azledilmiş olan
hakimin sözleri ile amel edilmez dense de orada şahit olarak sözü muteber sayılmaz denmek
istenmiştir. Eşbah'ta, «Yazıya, bilhassa el yazısına güven duyulmaz. Vakıflarla ilgili geçmiş
kadıların yazılarını ihtiva eden bu yazılarla amel edilmez.» denmektedir.
Ancak Eşbah şarihi biri, İbni Nüceym'in «itimad edilmez» sözünün maksadı aynı konuda bir
husumet meydana geldiği taktirde, yeni tayin edilen hakim veya kadının onunla hüküm
veremeyeceğidir. Çünkü yazı değiştirilebilir, tezvir edilebilir. Nitekim bu gerekçeler Zahiriye'nin
muhtasarında da aynen zikredilmiştir. Ecnasta bulunan ifade bu kabilden değildir ki orada yeni
tayin edilen kadının önceki kadılara ait dosyalan bulması ve onlar hakkında resmi kayıtların
bulunduğu ve kadıların divanında bulunan hususlar orada olduğu gibi eski haline göre icra edilir.
Her ne kadar o konunun şahitleri ölmüş olsalar da. Ebul Abbas bu konuda hükümde kendisinden


önce emin sayılan ve emin olunan kadıların topladıkları ve dosya olarak tanzim ettikleri divandaki
hükümlere bakması onlara rucu etmesi caizdir. Çünkü kadının elinde bulunan dosyalar tezvirden
uzaktır. Zira emin ellerde ve emin yerlerde muhafaza edilmektedir. Hasmın etinde bulunan suretler
ise değişmiş olabilir. Vakıf bahsinde bu konuyu anlatırken Hayriye'den naklen şöyle bir ifade
nakletmiştik: «Eğer vakfa ait kadılar nezdindeki sicil ve divanda bir yazı var ise, o da hala dosyada
mevcut ise, yeni tayin edilen kadının istihsanen ondaki muhtevaya uyması yeni bir anlaşmazlık
çıktığında aynı hükmü yenilemesi caizdir.» Bu konuda İsa'f isimli eserde sarih bir şekilde kadıların
divanında olan hususlarla amel etmek -istihsan yolu ile- caiz görülmüştür. Bu durumda istihsanın
delili ise vakıf gibi müesseselerin ihyası ve devamı ancak o şekilde mümkündür. Özellikle aradan
uzun yıllar geçmiş ise ona itibar edilmelidir. Yeni yazılmış kayıtlar bunun hilafınadır. Çünkü onda
bulunanların gerçeğe uyup uymadığına, hasmın ikrarı veya beyyine ile ıttıla mümkün olmaktadır.
Bunun için yeni yazılara güvenilmemektedir. Buna göre ise Zeylai'nin kullanmış olduğu ifade,
zamanı geldiğinde huccet sayılması. hasımları ilzam edebilmek içindir sözü, aradan uzun yıllar
geçtiği taktirde demektir. Bu ifade ile de muhakkık Hibetullah Ba'li'nin Eşbah üzerine yazmış
olduğu şerhinde söyledikleri kuvvet kazanmakta, yukardan beri nakledilenleri verdikten sonra,
«Huccetle amel edilebileceğinin caiz olduğuna dair sarih bir ifadedir,» demektedir. Her ne kadar
şahitleri ölmüş olsalar da. Zira onların muhtevası emin yerlerde korunan dosyalarda mevcut
bulunmaktadır.» demiştir.
Yalnız burada uzun zaman geçmiş olması kaydının da nazarı itibara alınması gerekir. Aksi halde
fukahanın ifadeleri orasında telif yapılamaz, uyum sağlanamaz. Bu da eski dosyalar için geçerlidir.
Yeni dosyalar ile ilgili hususlar böyle değildir. Zira ihtiyaç duyulduğu taktirde davanın
yenilenebileceği, hasımların tekrar mahkemeye çağrılarak durumun yeniden tesbitine gidileceği
beyan edilmektedir. Aynca bu konuya tekrar kadının diğer bir kadıya yazısı ile ilgili konuda tekrar
ele alınacaktır. Geniş bilgi için Tenkihül fetava El-hamidiye isimli eserin dava bölümünde
yazdıklarımıza bakabilirsin.
«Mahkum olan şahısların durumunu gözden geçirir ilh...» Hapishaneye bir memur göndererek
ordakilerin sayılarını, isimlerini. orada bulunmalarının sebebini sorar. Bulunuş sebeplerini
öğrenmesi gerekir, zira bir öncekinin kanaatine göre sabit olması, hapis edilmelerini gerektiren bir
hususun onca tespit edilmiş olması, ikinci kadı için huccet sayılmamaktadır. Özellikle onların hapis
sürelerinin uzatılması veya devamı için. Zira azledilmiş, görevden alınmış kişinin ifadeleri artık
huccet olarak ikinci kadı nezdinde kabul edilmemektedir. Fetih. Nehir.
«Onları tahliye eder ilh...» Eğer kalmaları için bir gerekçe, onları ilgilendiren bir mesele olmayacak
olursa. Bu konuda Nehir'in ifadesi, Ebu Yusuf'a ait Harac isimli kitaptan naklen aynen şöyledir:
«Hapisler arasında cinayetle veya hırsızlıkla veya kötü bir takım suçlarla meşhur olan kişiler var
ise, hakimin de onları tedip etmesi gerekiyorsa tedip eder. Ama bu durumla ilgileri olmayan,
muvakkat bir zaman için tutuklu bulunan kişilerle ilgili bir konu olmadığı taktirde, ikinci hakim
onları serbest bırakabilir.»
«Ancak kendi ikrarları veya beyyine ile isbat edilmiş suçlar tespit edildiği taktirde ilh...» Bu
durumda hakim onların hapsinin ve mahkumiyetlerinin devamına karar verir. Bahır.
Bu konuda Fetih'te şöyle denmektedir: «Tekrar suçlu olduğunu aleyhinde hakkın tespit edildiğini
bizatihi kendisi itiraf edecek olursa, hapishaneye iade eder.» Bahır'da bu ifadeye itiraz edilmiş ve
şöyle denmiştir: «Azledilmiş, görevden alınmış kadının celsesinde (mahkemesinde) zina suçunu
itiraf etmiş olsa muteber sayılmaz. Çünkü önceki itirafı batıl sayılmaktadır. İkinci kadı davaya
yeniden bakar, tekrar ayrı ayrı meclislerde dört defa ikrarda bulunduğu taktirde, ona haddi ikame
eder cezası ne ise onu verir.»
«Ama bir şey ikrar etmeyecek olursa ilh...» Ve onun aleyhinde bir isbatta bulunmayacak olur,
suçsuz yere hapsedildiğini iddia edecek olursa. Nehir.
«Hakim onun hakkında soruşturma yapar. Çağrıda bulunur ilh...» Ve gönderdiği kişiler vasıtasıyla
günün şartlarına göre falan oğlu falandan hak talep edenler varsa mahkemeye gelsin, diye ilan
verir. Bunun için de bir süre takdir eder. Zeylai.
«Kefaletle tahliye eder ilh...» Ama kefil vermeden imtina eder veya, kefilim yoktur derse, yukarda
belirttiğimiz gibi onun hakkında ilanlarla belirli bir süre -bir ay gibi bir süre- ilanda bulunur. İlanlar
neticesi, davacı bir kişi çıkmadığı taktirde tahliyesine karar verir.
«Emanet mallarda ilh...» Daha çok bu emanet mallar, yetim çocuklara ait olan mallardır. Kadı
tarafından muhafaza edilmesi için onun nezdinde veya onun denetiminde yedi emine teslim edilir.


Nehir.
«Veya beyyine ile ilh...» Yanı birinci kadının elinde emanet olan mallar veya vakfa ait gelirler vasi
tarafından isbat edilir ve falanın işrafında bulunan veya yedi eminde bulunan mallar falan yetime
aittir veya falan vakfa aittir diye vakıf mütevellisi veya nazırı tarafından mahkemeye müracaatta
bulunulur. Bu da o günün örfüne binaen yedi eminde bırakılan mallar içindir. Ama zamanımızda
vakıf malları daha çok mütevellilerin (vakıfa bakan nazırların) ellerinde bulunmakta, yetimlere ait
emanetler ise onlar için tayin edilen vasilerin elinde bulunmaktadır.
Farz edelim ki azledilmiş kadı onla.ı yedi emine emanet olarak bırakmış, bu durumda göreve gelen
ikinci kadı bu konuda yukarıda, beyan edilen şartlarla amel eder. Nehir.
«Yeni tayin edilen kadı Dürer'de beyan edildiği gibi ilh...» Birinci kadının ifadesine dayanarak
hüküm veremez. Özellikle onun sözleri kendi yaptığı işlerle ilgili olduğu için, kendi işi lehinde
şahadet mesabesinde kabul edilir. Onun için dinlenmez.
Konunun aslı Bahır sahibi tarafından incelenmiş ve şöyle denmiştir:«Hakim'in Kafi isimli eserinde
sarih olarak şu ifadelere rastladım: «Bir kimse mahkemeden yani hakimlikten azledilirse, daha
sonra ben şu mesele hakkında falan kişi lehine şöyle hüküm vermiştim der, ikinci kadıya verdiği
hüküm hakkında bu şekilde bilgi verecek olursa sözü kabul edilmez. Hatta onun bu ifadesine başka
bir şahidin şahadeti de eklense yine kabul edilmez. Ancak ondan başka bu konuyla ilgili iki şahidin
şahadeti bulunacak olursa o zaman amel edilir.»
Benzeri bir ifade Mebsut'tan naklen Kuhistani'de de mevcuttur. İbni Nüceym, Kariul Hidaye'nin
«Başka birinin şahadetiyle birlikte olursa kabul edilir» ifadesini Fetava isimli eserinde
benimsemiştir.
Ama Bahır isimli eserinde ,söyledik!erinin ise yukarda Nehir'deki ifadeye uyan bir ifade olduğunu
görmüş idik. Fetava isimli eserindeki ifadeleri aynen şöyledir: Ki bu kitap kendi yazdığı değil,
talebesi tarafından tertip edilmiş, onun söyledikleri kaleme alınmıştır: «Bir hakim verdiği hüküm
hakkında başka bir hakime bilgi verecek olursa durum, ne olur sorusuna cevap olarak onun tek
başına sözüne güvenilir mi, onun ifadesiyle hüküm verilir mi, yoksa başka bir şahide de ihtiyaç var
mıdır? Onun verdiği haberle (bilgi ile) iktifa edilmez. İkinci bir şahide muhakkak ki ihtiyaç vardır.»
Bu fetvayı düzenleyen, kaleme alan der ki: «Hocamız bu konuda Kariul Hidaye diye bildiğimiz şey
Siraciddin'in verdiği fetvaya uyarak bu ifadeyi kullanmıştır. Bunun da İmam Muhammed'in kavli
olduğunda şüphe yoktur. Ama Ebu Yusuf'Ia İmam Ebu Hanife ise rücuu sahih olmayan ve mutlak
bir şekilde yapmış olduğu ikrar ile ilgili haberinin kabul edilebileceği istikametindedir. İmam
Muhammed ilk olarak bu görüşü benimsemiş, daha sonra bu görüşten rucu ederek bir başkasının
şahadetinin de bunu teyid etmesi şarttır demiştir. Ancak birinci kadı, hükmedilen kişinin
dönebileceği bir konudaki mesela had konusundaki ikrarına dair bir haber vermiş ise, îkinci kadı
için bu haber icmaen geçerli değildir. Diğer bir husus, kadı beyyine ile hak sabit olmuştur ve
şahitler hakkında gereken soruşturma yapılmış, adil oldukları tespit edildikten sonra şahitlikleri
kabul edilmiş ve buna dayanılarak hüküm verilmiştir diye haber verecek olursa, o zaman ifadesi
kabul edilir.» Fetava'daki ifadelerin özeti bundan ibarettir.
Netice olarak denebilir ki, birinci kadı herhangi bir kişinin rücuu sahih olmayan herhangi bir
konuda, mesela alışveriş veya karz gibi konularda ikrarının bulunduğuna dair haber verecek olursa,
İmam Ebu Hanife ile İmam Ebu Yusuf'a göre mutlak bir şekilde kabul edilir. İmam Muhammed ilk
olarak bu görüşü benimsemiş, daha sonra rucu etmiş ve demiştir ki: «Başka bir şahit bulunmadığı
taktirde, azledilen (görevden alınan) hakimin tek başına sözü bu konuda kabul edilmez, geçerli
sayılmaz.» Daha sonra İmam Muhammed tekrar Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'un görüşüne rucu
etmiştir.
Mesela hakkın beyyine ile sabit olduğu hakkında haber verecek olursa, bu durumda imam
Muhammed tekrar Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'a iştirak etmiştir. Buna göre kadının sözünün kabul
edilebileceği hususunda bir ihtilaf kalmasa gerektir. Şurasını da hatırlatmakta yarar var. Bizim
sözümüz burada azledilen (görevden alınan) kadı ile ilgilidir. Bu mesele ise yeni tayin edilen kadı ile
ilgili görülmektedir. Nitekim Edebül Kada şerhinde yle ifade edilmekte, oradan yle
anlaşılmaktadır. Aynca şahadetle ilgili bölümün baş tarafında «Adil bir hakim (kadı) ben bu adam
aleyhine recmedilmesi için karar verdim» meselesi açıklanırken de beyan edilecektir. Bundan da
anlaşılan, mesele yeni hakimle ilgili bir mesele olsa gerektir. Zaten Kariul Hidaye'nin ifadesi de
öyledir Nehirde'ki ifadeye yapılan itirazların konu dışı bir itiraz olduğu anlaşılmaktadır.
«Azledilen kadının ifadesi kabul edilir ilh...» Bu da üç meseleyi ihtiva eder. Elinde emanet mal


bulunan kişi, azledilmiş kadının kendisine teslim ettiğini ikrar ettikten sonra, bu mal kadının do
ifade ettiği gibi falan kişiye aittir demesi veya başkasına aittir demesi veya kime ait olduğunu
bilmiyorum demesi halleridir. Bu üç surette kendisinin azledilen kadı tarafından yedi emin olarak
tayin edilip malın teslim edildiğine dair ikrar mevcuttur. Emanet kendisine tevdi edilen kişinin eli
tevdi eden kişinin eli mesabesinde olduğuna göre, sanki o mal azledilen kadının elindeymiş gibi
müteala edilir. Onun bu konudaki ikrarı da makbul sayılır. Zeylai.
Ama elinde mal olan kişi, kadı tarafından kendisine teslim edildiğini inkar ederse, azledilen kadının
bu konudaki sözü geçerli değildir. Bu mesele yukardakinin hilafınadır. Bahır.
«Kendi lehinde ikrar edilen birincisine teslim eder ilh...» Çünkü elinde mal olan kişi ikrara kendi
isteği ile başladığı için ikrarı sahih ve ikrarının gereği üzerine vacip olmuştur. Çünkü elinde olan
malın ona ait olduğunu ikrar etmiştir. Daha sonra, onu bana kadı verdi demesi ile de önceden o
malın kadının elinde olduğunu ikrar etmiş olur. Kadı da bir başkasına ait olduğunu ikrar ettiğine
göre, dolayısıyla o da onun başka birine ait olduğunu ikrarda bulunmuş sayılır. O malı birinci ikrar
ettiği kişiye teslim etmekle kadının ikrar ettiği ve onun do kabul ettiği ikinci malını telef etmiş
sayılır. Fetih daha sonra buna uygun bir feri meselede zikretmiştir.
Eğer iki şahit, bu malı, kadı, falan oğlu falan kişi lehine hükmetti, deseler, kadı da ben hiçbir şey
hakkında hüküm vermedim dese, onların şahitliklerine Ebu Yusuf'la İmam Muhammed'e göre itibar
edilmez. Aksine itibar kadının ifadesinedir. İmam Muhammed'e göre ise, şahitlikler kabul edilir ve
bu istikamette yürürlüğe konur.» Yine Bahır'dan naklettiğimiz bir ifadeye göre Camiü'l-Fusuleyn'de,
«Zamanımızın şartlarına uygun olan İmam Muhammed'in görüşüdür. Bunun içinde o görüş tercih
edilir. » denmiştir.
METİN
Hakim hüküm vermek için mescidi seçer. Bu mescidin insanların kolay bulmaları. onlar için
kolaylık olması bakımından şehrin ortasında bir mescit olması tercihe şayandır. Hatibin veya
müderrisin camide oturduğu gibi sırtını kıbleye dönerek davayı yürütür. Haniye.
Mahkemeye getirmek için mubaşir görevi yapan veya davayı tebliğ eden kişiler için harcanan
masraflar, esah olan kavle göre, davayı açana aittir. Bezzaziye'den naklen Bahır'da bu şekilde ifade
edilmiştir. Haniye'de ise, «Aleyhinde dava acılan kişiye aittir.» denmekte, «Sahih olan görüşte
budur.» ifadesine yer verilmektedir.
Sultanın, müftünün ve fakihin halkla ilişkilerindeki durum da aynı kadınınkine benzemektedir. Kadı
mescitte hüküm verebileceği gibi kendi evinde de herkese açık olması şartı ile hüküm verebilir.
Az da olsa gelen hediyeleri kabul etmez, reddeder. İbnü Kemal. Bu hediyeler kendisine yardımcı
olması şartı koşulmaksızın verilenlerdir. Rüşvet ise bunun hilafınadır. İbni Melek. Ama hediyeyi
getiren kişi hediyesinin iade edilmesinden dolayı üzülecek olur veya rahatsız olacak olursa bu
durumda hakim getirilen hediyenin kıymetini ona verir. Hulasa.
Getirilen hediyeyi red etmek getirenin kim olduğu bilinmediği için mümkün olmayacak olursa veya
getirenin yerinin uzak olması halinde iade edemeyecek olursa, hediyeyi beytilmale bırakır. Gelen
hediyelerin ona ait olması düşünülemez. Çünkü bu Hazreti Peygamber Aleyhüsselatu vesselamın
hususiyetlerindendir. Yani ona gelen hediyeler onun mülkü sayılır. Tatarhaniye.
Bu ifadeden de anlaşıldığına göre herhangi bir devlet yetkilisinin bilhassa devlet başkanının hediye
kabul etmesi uygun olmaz. Eğer böyle olmasa idi Hazreti Peygamber Aleyhüsselatu vesselamın
hususiyetlerinden sayıp ona ait olduğu söylenmezdi. Yani devlet başkanı ve kadı olarak
Resulullaha gelen hediyeler müstesna, ona ait bir özelliktir. Başkalarının Resulullah hediye kabul
ederdi diye kabul etmeleri uygun olmaz.
Aynı eserde imamın yani devlet başkanının, müftünün, vaizin hediye kabul etmesinin caiz olduğuna
yer verilmiş. Çünkü bu hediyeler alime ilminden dolayı yapılmıştır. Kadıya yapılan hediyeler ise
bunun aksinedir. Lehinde hüküm verme veya ona bir fayda temin etmesi için verilmiştir. Hediye
kabul etmeme meselesinden aşağıdaki dört husus istisna edilmiştir. Sultanın getirdiği hediye,
paşanın verdiği hediye, -Eşbah ve Bahır- yakın akrabalığı dolayısıyla yakının getirdiği hediye, kadı
olmazdan önce aralarında hediyeleşme adeti olan kişinin getirmiş olduğu hediyeler. Bu da eski
adet üzere getirilmiş bir hediye olacak olursa. Ama eskilere oranla daha çok getiriliyor ise ve bu
yakınının veya aralarında hediyeleşme adeti olan bir kişinin bir davası yok ise kabul eder. Davaları
olduğu taktirde veya eski hediyeden fazla getirmeye başladıkları taktirde, fazlasını kabul edemez.
Dürer.


Özel davetlere de icabet etmez. Özel davetten maksat daveti tertib eden kişi kadının gelmeyeceğini
bilseydi o daveti yapmaz ve hazırlamazdı diyebileceğimiz davetlerdir. Velevki bu yakın akrabası
veya aralarında eskiden davete gelip gitme adeti olan kişiler tarafından do olsa.
Diğer bir rivayete göre özel davetler bu gibi yakın akrabası ve eski hediyeleşme adeti olan dostlar
tarafından yapılan davet durumu hediye mesabesindedir. Siraçta ve şerhi Mecma'da «Hasımlardan
herhangi birinin davetine icabet etmez ve adet olmayan davetler genel de olsa töhmete vesile
olabileceği ihtimaline binaen onlara da icabet etmez, iştirak etmez.» denilmiştir.
Cenazeyi teşyedebilir, hastaları ziyaret edebilir. Eğer bunların lehlerinde ve aleyhlerinde açılmış bir
dava yok ise. Şurumbullaliye.
Mahkemede hasımların arasında eşit davranması kadının üzerine düşen önemli vazifelerden biridir.
Oturturken eşit yerlere oturtur, onlara hitap ederken aynı şekilde hitap eder. İşaret ederken, onlara
bakarken eşit davranmayı kendisine prensip edinmesi vaciptir. Onlardan birinin kulağına gizli bir
şey söylemesi ve özellikle birine iltifatvari işaretlerde bulunması yasaktır. Birine kızmayıp diğerine
kızması, sesini yükseltmesi veya birinin yüzüne gülüp diğerine gülmemesi gibi durumlar da yasak
olan hususlar arasındadır.
Birinin içeriye girmesinden dolayı ayağa kalkması, kesinlikle caiz olmayan bir husustur. Ya her
ikisine de aynı iltifatta bulunacak veya hiç bulunmayacaktır. Birine ikram edip diğerine ikram
etmemesi de bu kabildendir. Evet, bütün bu söylenenleri her ikisine de eşit bir şekilde yapacak
olursa, o zaman caizdir. Nehir.
Hiçbir surette hüküm meclisinde şaka yapmaz. Velevki başkaları ile de olsa. Çünkü bu tür şakalar
onun heybetini giderebilir, kişilerin gözünde onu küçültebilir. Herhangi birine ne söyleyeceğini
telkin etmez. İmam Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre böyle bir telkinde bulunması veya imalı ifadeler
kullanmasında bir beis yoktur. Ayni.
Şahide de nasıl şahadet edeceği konusunda telkinde bulunmaz. Ebu Yusuf yine bu konuda,
«Vereceği bilgiden fazla bir bilgiyi ona öğretmiyorsa, bildiklerini anlatması için ona yardımcı olması
iyi bir şeydir.» demektedir. Fetvada bu yürütme ile ilgili meselelerde (kaza konusunda) fazla
tecrübesi olduğu için Ebu Yusuf'un görüşü ve kavli istikametinde olmalıdır. Bezzaziye.
Velvaliciye isimli eserde şöyle hikaye edilmektedir: «Ebu Yusuf ölümü esnasında şöyle demiştir:
«Rabbim, her şey sana malumdur ki ben hakim olduğum sürece hasımlardan birine meyletmedim.
Hatta kalben de olsa birinin kazanıp diğerin;n kaybetmesini tercih etmedim. Ancak Harun Reşid'le
ilgili bir davada, hasmı olan hıristiyan bir kişi ile arasında bir eşitlik sağlayamadım. Harun Reşid'in
kazanmasını kalben temenni ettim. Fakat hakkın onun aleyhine olduğunu gördüğüm anda hemen
aleyhinde de hükmü verdim.» demiş ve sonra ağlamıştır.»
Ben derim ki: Bu ifadeden de anlaşıldığına göre, hakim kendisini tayin eden kişi aleyhinde de
hüküm verebilir. Mülteka'da şöyle denmekte: «Hakimin kendisini tayin eden kişi lehinde ve
aleyhinde hüküm vermesi sahihtir.» Nitekim ilerde de gelecektir.
FERİ MESELELER: Bedai'de kâdının riâyet etmesi gereken hususlardan biri de hasımlardan birine
diğerinin anlamadığı bir dille hitap etmemesidir. Tatarhaniye'de ise itiyatlı olan görüş her iki
hasmada aranızda hüküm vereceğim demesi hatta onun tayininde birtakım eksiklikler de olsa bu
durumda onların yani hasımların kabulü ile hakem durumunda sayılır. Hakim herhangi bir konuda
hüküm verdikten sonra sultan alimler huzurunda mahkemeyi yenilemesini emretse, emre uyarak
mahkemeyi yenilemesi gerekmez. Bezzaziye.
Aleyhinde hüküm verilen kişi, lehinde hüküm verilen kişiden davanın bir suretini istemesi ve
alimlere göstereceğim, demesi sahih midir, değil midir sorusuna cevap olarak, «İstenilen nüshayı
vermediği taktirde kadı onu vermeye zorlar.» denilir. Cevahirul Fetava. Fetih'te, «Hakim hüküm
verirken mümkün mertebe hasımları birbiri aleyhine kışkırtmadan, birbirlerine kin besletmeden
hükmünü ifa etmesi yerine getirmesi gerekir.» denmektedir.
Hakim hüküm vermek üzere oturduğu zaman, hasımlardan birinin takdim edeceği dilekçeyi
(arzuhali) kabul edebilir mi sorusuna, «hayır» diye cevap verilmiş. eğer oturmamış ise alabilir,
denmiştir. O dilekçedeki ifadelerden dolayı karşı tarafı muhaheze etmez. Ancak bu ifadeler sarih bir
şekilde ikrarı ihtiva ediyorsa o zaman muhtevası ile amel edebilir.
İZAH
«Hakim hüküm vermek için mescidi seçer ilh...» Bu görüş aynı zamanda İmam Ahmet ve İmam
Malik'in görüşüdür. İmam Malik'ten sahih olan rivayet de budur. Şafii'nin görüşü ise bunun


hilafınadır. İmam Şafii'ye göre, mescide gayri müslim olan kişiler de geleceğinden başka bir yer
seçer. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de nassan onların temiz olmadıkları ifade edilmekte ve mescide
giremeyecekleri belirtilmektedir.
Fethü'I-Kadir'de Hanefi mezhebinin ve diğer iki mezhebin bu konudaki delilleri hususunda uzun
uzun bahsedilmiş ve caiz olacağı sonucuna varılmış, daha sonra şu cümle ile bağlanmıştır: «Gayri
müslim olan kişinin temiz olmaması (necis olması) itikatla ilgili bir husustur. Burada teşbih
kasdedilmiştir.»
Ay başı gören kadınlar do camiye giremeyeceklerine göre hakim onların ifadesini dinlemek için
onların bulunduğu yere gider veya mescidin dışına çıkar veya kendi gidemiyor ise vekilini gönderir.
Mesela dava konusu bir hayvan olduğu taktirde nasıl ki yerine gidip onu tesbit etmek veya cami
dışında onu görmek gerekiyorsa, bu durumda do bunlar camiye giremeyeceklerinden onların
bulundukları yere kendisinin gitmesi veya bir vekilini göndermesi gerekir. Meselelerin tamamı ve
bunlardan kaynaklanan feri meseleler Fethü'l-Kadir'de zikredilmiştir. Bahır'da da aynı ifadelere yer
verilmiştir.
«Camide sırtını kıbleye dönerek oturur ilh...» Bu ifade oturma şeklinin nasıl olması hususunu
belirtmektedir. Yani kadının hüküm vermek için mescitte sırtını kıbleye dönerek oturması
menduptur. Aynı durum insanlara kolaylık sağlaması bakımından şehrin ortasında olan bir mescidi
seçmesi de böyledir. Tahtavi.
«Hasımları mahkemeye çağıranın ücreti ilh...» Hasımları mahkemeye çağıran kişiler için masrafın
kime ait olduğu konusu belirtilmekte, bunun davayı açan kişiye ait olduğu, Bahır isimli eserde bu
şekilde beyan edilmektedîr. Bezzaziye'de ise onların mahkemeye celbi için zabıta kuvvetlerinden
(emniyet kuvvetlerinden) yararlanır ve bu konuda ödenen ücretler de beytilmalden olması gerekir.»
denmektedir.
Diğer bir rivayete göre ise aleyhinde dava açılan kişi gelmemede direnecek olursa, getirilmesi
halinde ücreti onun ödemesi gerekir. Eğer şehir içinde ise yarım dirhemden bir dirheme kadar,
şehir dışında ise, her fersah için üç ila dört dirhem arası bir ücret taktır edilir. Davalıyı takibe
memur edilen müvekkel kişinin ücreti, sahih olan kavle göre dava açana aittir.
Zahire'de şöyle denmektedir: «O müşehhistir. Yani davayı açan kişi tarafından davalıyı mahkemeye
getirmek üzere görevlendirilen ve onu takib eden kişidir.» Bu ifadeye göre mahkemeye her ikisini
çağıran kişi ile yani muhzir kişi ile mülazim dediğimiz kişi arasında fark olmakta, bu da şarihin
naklettiğinin hilafına görülmektedir.
Minyetil Müfti'de ise, «Aleyhinde dava açılan kişiyi çağırmak üzere ona mülazemet eden, onu takip
eden kişi için yapılan masraflar beytilmaldendir. Fakat esah olan kavle göre davayı kabul etmeyen
ve mahkemeye gelmemede direten aleyhinde dava açılan kişiye aittir» denmektedir. Bu da
Haniye'de olan ifadenin özetidir.
Netice olarak sahih rivayete göre, eğer müşhıs dediğimiz kişi aleyhinde dava açılanı takib eden kişi
manasına alınacak olursa, ona ödenen ücret davayı açandan, yok eğer mahkemenin elçisi olarak
kabul edilecek olursa, buna ödenen ücretin de aleyhinde dava acılan kişiden alınacağı, bu da
gelmemede direnecek olursa böyledir. Eğer direnmez, celbi alır almaz hemen mahkemeye gelecek
olursa bu durumda masrafların dava açan tarafından karşılanması gerekir, denmektedir. Bu
Vehbaniye şerhinde olan ifadelerin özetidir.
«Veya evinde hüküm verir ilh...» Çünkü ibadet herhangi bir yer ile mukayyet değildir. Bu durumda
da yukarda beyan edildiği gibi mescitte aranan nitelik, yani şehrin ortasında olma durumu ev içinde
aranan niteliklerden biridir. Nehir.
Kadıya verilen hediyeler
«Kendisine az da olsa verilen hediyeleri reddeder ilh...» Bu konuda delil, Buhari'de Ebu Humeyd.
Esayidi'den rivayet edilen şu hadisi şeriftir: Ebu Humeyd bu konuda şöyle demektedir: «Hazreti
peygamber (S.A.V.) Ezd kabilesinden bir kişiyi devlet görevine atadı. Ona İbni Lüteybe deniyordu.
Zekat toplamak üzere tahsildar olarak görevlendirmişti. Döndüğü zaman, «Bu size verilendir, bu da
bana verilendir.» deyince Hazreti Peygamber, «Babasının veya anasının evinde otursaydı da
görseydi. Ona bunlar hediye edilir miydi, edilmez miydi.» diye cevap vermiştir. Ömer İbni Abdülaziz
bu konuda, «Hediyeler Hazreti Peygamber devrinde hediye idi, bugün ise rüşvettir.» demekte
Buhari de bu ifadeye yer vermektedir.
Hazreti Ömer (R.A.) Ebu Hüreyre'yi bu vazifeye tayin etti. Bir miktar mal ile dönen Ebu Hüreyre'ye


Hazreti Ömer, «Bu nerden geldi sana.» diye sordu. O da «Hediyelerin peş peşe gelmesindendir.
Yani bana verilen hediyelerin birikimidir.» deyince Hazreti Ömer, «Ey Allahım düşmanı, evinde
otursaydın, sana böyle hediye edilir miydi» der ve onları onun elinden alır, beytimale koyar. Hazreti
Peygamber Aleyhüsselatı vessellemin yukarda beyan buyurdukları gerekçe, bir otorite ve yetki
gereği gelen hediyelerin haram olduğuna dair bir delil .olmaktadır. Fetih'te böyle ifade edilmiştir.
Bahır'da ise hediye kelimesinin özellikle zikredilmesi, ondan başkasının caiz olacağına işaret
değildir. Hediyesini kabul edemeyeceği kişilerden borç alması, onlardan ödünç bir şey alması da
haramdır, denmekte ve bu ifadeyi de Haniyye'ye nisbet etmektedir.
Ben derim ki: Bunun gereği de diğer teberrularında hakime verildiği taktirde haram olmasıdır.
Kayırma da haramdır. Bunun için de, yani bir satışta kendisi kayrılacak olursa, hakimin bu
kayırmadan dolayı kendinde kalan miktar rüşvet mesabesindedir. Bunun içinde eğer mahkemede
zabıtları yazmak için alınan kağıtlara bir ücret alması gerekiyorsa ecri misil (emsali ücret) neyi
gerektiriyorsa onu alır, ondan fazlasını alması caiz değildir. Çünkü muhabadır denmekte, buna göre
de bazı kişilerin yaptığı gibi hem hediyeyi çok ucuz bir fiata satın alma veya ödenen herhangi bir
dosya bedelini cüzi bir fiatla veya fahiş bir fiatla satma durumu helal olmaz. Yine bazılarının
yaptıkları gibi yukarda da beyan edildiğine göre mahsul denilen bir miktarı alması esnasında veren
kişinin hakime bir divit veya bıçak karşılığı bunu satmış görünmesi veya benzeri çok cüzi bir şeyle
satın alması ve bunun satış şeklinde gösterilmesi de helal olmaz. Çünkü borç almak ve ondan
ödünç bir şey almak horam olduğuna göre bunun daha da haram olması gerekir.
«Sahibi bilinmeyen hediyeleri veya uzak yerde olan kişilerin hediyesini beytilmale koyar ilh...» Bu
da veren kişinin malı ve onun emaneti olarak bırakılır. Geldiği taktirde yitik mal mesabesinde
kendisine verilir. Fetih.
«Yine Tatarhaniye'de ilh...» Bu söyledikleri imam hakkında, yani devlet başkanı hakkında daha önce
ylediklerine ters düşmektedir. Birinci görüşü Fethü'l-Kadir'den naklettiğimiz Hazreti Peygamber
Aleyhisselatu vessellemin bu şekilde açıklamaları velayet veya otorite sonucu alınan hediyelerin
haram olduğuna delildir, ifadesini teyid etmektedir. Ve yine müslümanlar için genel bir vazife yapan
devlet memurunun almış olduğu hediyelerin hükmü, kadı ile ilgili olan hediyelerin hükmüne
benzemektedir.
Müftü olan kişilerin aldığı hediyeler hakkında Bahır isimli eserde şarihin Tatarhaniye'den ve
Haniye'den naklettiği ifadelere itiraz edilmiş ve denmiştir ki: «İmam ve müftü için hediye kabul
etmek, özel davetlere icabet etmek caizdir.» Daha sonra devamla, «Eğer buradaki imamdan maksat
cami ve mescit imamı ise, o zaman bir diyeceğimiz yoktur. Ama vali manasına olan devletin üst
kademelerindeki görevli kasdediliyor ise o zaman helal olmaz.» denilmiştir. Bu durumda iki ifade
arasında bir tezat bulunmamaktadır. Delilere uygun olan da budur. Çünkü imam dediğimiz devletin
en üst kademesinde olan kişidir.
Nehir'de bu konuda şöyle denmektedir: Bunlardan da anlaşıldığına göre. burada amel ve işten
maksat devlet başkanının veya onun vekilinin yetkisine binaen kişiye verdiği görevdir. Mesela
tahsildar, öşür alan kişi buna bir örnektir.
Ben derim ki: Onların benzeri de köylerde şeyh diye bilinen köyün ileri geleni (şeyhul kariye)
veyahutta sanatın piri olan ve benzeri kişilerin musallat olup onları zorla bir ödemeye mecbur
ettikleri taktirde, onların aldıkları hediyeler de haramdır. Çünkü onlara verilen, onların şerrinden
kurtulmak için veya onların nezdinde bir itibar kazanmak içindir. Buradaki görevden maksat, devlet
başkanı veya onun vekili tarafından verilen yetki veya vazife ifadesi, müftünün görevlerini de bu
genel hüküm çerçevesi içerisine almaktadır. Eğer müftü devlet başkanı veya vekili tarafından
görevlendirilmiş ise.
Ancak bu görüş fukahanın mutlak kullandıkları ifadeye ters düşmektedir. Çünkü onlar müftünün
hediye kabul etmesinin caiz olduğunu ifade etmektedirler. Aksi halde cami imamı veya vaiz veya
öğretmen devlet tarafından görevlendirilmiş kişilerdir. Bunların da hediye kabul etmemeleri gerekir.
Ancak müftünün cami İmamı veya vaiz ve diğer görevlilerden farklı olabileceği söylenir. Çünkü
müftüye hediye getiren kişi, hasmına karşı kendi davasını savunmak, haklı olduğunu göstermek
için hediye getiriş olabilir. Bu durumda müftü kadı mesabesinde olur. Ancak buna göre müftü
devlet tarafından görevlendirilmemiş kişi de olsa, yukardaki talile binaen durumun aynı olması
gerekir. Bu da müftünün hediye kabul edebileceği istikametindeki sarih ifadelere ters düşer.
Binaenaleyh burada söylenebilecek husus, müftü ile kadı arasındaki fark acıktır. Çünkü kadı verdiği
hükmü ilzami olarak uygulamakta ve aynı zamanda hükümleri yerine getirmede Hazreti
Peygamberin vekili mesabesinde olmaktadır. Onun hediye kabul etmesi, vereceği hükümde karşı


tarafın lehinde bir hüküm beklemesi ihtimaline binaen rüşvet sayılmaktadır. Bu da hükmün batıl
olmasını gerektirir. Müftüde ise durum böyle değildir.
Ama şöyle bir itiraz yapılabilir: Müftünün hediye kabul etmesinin caiz olması ifadesinden fukahanın
maksadı, onun ilmine saygı olması bakımından takdim edilen hediyelerdir. Sorduğu meseleye
hüküm çıkarması ve ona yardımcı olması maksadıyla değildir. Eğer ona yardımcı olmak, hasmını
ilzam etmesinde ona delil bulmak için olacak olursa, bu durumda rüşvet kelimesinin genel manası
burada tecelli etmiş olacağından müftünün de onu alması caiz olmaz. Ancak yukarda zikredilen
yardım etme şartı konusunda Fetih'ten naklettiğimiz bir ifadeye göre, eğer kaya taktim edilen bir
hediye, sultan nezdinde ona yardımcı olması için olur, bunda da şart olmayacak olursa, yakinen
ona yardım etmesi için hediye takdim ettiğini de bilecek olursa, fukahamızın çoğu bunda bir beis
olmadığını söylemişlerdir. Bu durumda isterse devlet görevlisi, isterse bir başkası olsun, tümüne
bu hükmün şamil olması gerekir.
Bu sebepten dolayıdır ki Camiü'l-Fusuleyn'de, «Kadı hediye kabul edemez. Özellikle kadı olmasaydı
kendisine bir kişi tarafından hediye gelmesi mümkün olmuyor ise, o kimsenin kadı olduktan sonra
hediyesini kabul edemez. Çünkü bu durumda takdim edilen hediyeler, şartlı hediyeler
mesabesindedir.» Daha sonra şöyle denilmektedir: «Bu da kaza bahsinde zikredilenlere muhalif
düşmektedir.»
Ben derim ki: İfadenin zahiri muhalefetin olmamasıdır. Çünkü kadının hediye kabul etmemesi
nassan belirtilen hükümler arasındadır, ama Kitab-i Kazada tahsilatı açıklanan şekildedir. Müftünün
de bu şekilde olması veya olmaması ihtimali mevcuttur. Şüphesiz hediye kabul etmemesi kalben
insanın mutmain olacağı ve kabul edebileceği hükümlerdendir.
Şafii mezhebinde Muhammed bin Davudi'ye ait Menhec şerhinin haşiyesinde şöyle bir ifadeye
rastladım: «Şehirler ve pazarlarda kontrol görevi yapan kişiler de devlet tarafından görev alan
kişiler mesabesindedir. Evkaf işlerine, vakıflara direk olarak bakan kişiler ve müslümanlarla ilgili
herhangi bir işi yapan kişiler de devlet tarafından görev alan memurlar mesabesindedirler.»
Diğer bir şerhte ifade edildiğine göre, müftü, vaiz ve Kur'an öğretmeni ve ilim ehti buna dahil
olmasa gerektir. Çünkü onların verdikleri hükümde zorla uygulama yetkileri yoktur. Her ne kadar
onlar hakkında evla olan eğer hediye, verdikleri fetva, yaptıkları vaaz. öğretmiş oldukları ilim
karşılığı geliyor ise kabul etmemeleridir. Zira ilmin Allah rızası için olması bunu gerektirir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...