16 Ekim 2012

ALIŞ-VERİŞ FASLI BEŞİNCİ BÖLÜM

ALIŞ-VERİŞ FASLI BEŞİNCİ BÖLÜM
İZAH
«Tırnakları kesmek ilh...» Tırnakları dişlerle kesmek mekruhtur. Çün-kü alaca hastalığı yapar. Kişi
tırnaklarını kestiğinde, saçlarını kısalttığın-da artıkları toprağa gömmesi gerekir. Eğer çöpe atarsa
da beis yoktur. Eğer tırnakları ve saçlarını tuvalete veya banyoya atarsa mekruhtur. Çünkü hastalık
yapar. Haniye.
Dört şey toprağa gömülür: Tırnak, baştan alınan saç, hayız ve kan çaputu. İtâbiye. T.
«Harp esnasında tırnaklarını uzatması müstahabtır. Bıyıklarını uzat-ması gürleştirmesi de böyledir
ilh...» Minâh adlı eserde zikredilmiştir: Hazreti Ömer bize (yani askerî birliklere) yazdı: «Düşman
arazisinde tırnaklarınızı uzatınız. Çünkü o tırnaklar silâhtır.» Zira silah neferin elin-den düştüğü
zaman, düşman da ona yakın ise çoğu kez o düşmanı uzun tırnaklarıyla uzaklaştırabilir. Bu tıpkı
yığın kesmesinin benzeridir. Zira bıyık kesmek sünnettir. Fakat gaziler için harp sahasında
gürleştirmek menduptur. Bıyık gürleştirilmeli ki düşmanın gözünde daha heybetli olun-sun. T. dan
özetle.
«Tırnağı namazdan sonra kesmek daha faziletlidir ilh...» Yani nama-zın bereketini alması için.
Müellifin bu sözü, biraz sonra gelecek hadiste zikredeceğimiz hükme aykırıdır.
«Ancak cuma gününe tehir etmiş ise ilh...» Yani tırnaklar cidden uzamış o da buna rağmen cuma
gününe tehir edeyim diye ısrar ediyor-sa bu, mekruhtur.
«Hadis'te ilh...» Zurkânî der ki: Beyhâkî Ebû Cafer el-Bakir'in Müsned'inde rivayet etti: «Allah'ın
Resulü cuma günü'de tırnaklarını keser bıyıklarını kısaltırdı.» Bunu Ebû Hüreyre'den gelen, senedi
zayıf olmasına rağmen muttasıl bir rivayeti desteklemektedir. Şöyle ki: «Allah'ın Resulü cuma günü
namaza gitmezden evvel tırnaklarını keser, bıyıklarını kısal-tırdı.» Hadisi Beyhâkî rivayet etmiştir.
Arkasından şunu ekler: İmam Ahmed dedi ki: «Bu isnadda meçhul olan bir kişi vardır.» Suyûtî dedi
ki: «Hülâsa olarak bu sözlerin delil yönünden ve nakil bakımından en kuv-vetlisi cuma günüdür. Bu
hususta varit olan eserler cidden zayıf değil-dirler. Bununla beraber amellerin faziletleri hususunda
zayıf hadisle amel edilebilir.» Medenî.
Cerrahî dedi: ed-Deylemî zayıf bir senedle Ebû Hüreyre'den merfu bir hadis rivayet ediyor: «Kim ki
cumartesi günü tırnaklarını keserse on-dan hastalık çıkar, ona şifa gelir. Pazar günü tırnaklarını
kesenden fakir-lik çıkar, zenginlik girer. Pazartesi kesenden delilik çıkar, sıhhat girer, salı günü
kesenden hastalık çıkar, şifa girer. Çarşamba günü kesenden vesvese çıkar, korku girer. Ona aynı
zamanda emniyet ve şifa girer. Kim perşembe günü keserse, ondan cüzzam hastalığı çıkar ona
afiyet girer. Kimki Cuma günü keserse ona rahmet girer, günahlar çıkar.»
«Kim tırnaklarını değişik keserse gözleri ağırmaz ilh...» hadisine ge-lince; hadis olarak sabit
olmamıştır. Belki birçok âlimin kelâm arasında geçmiştir. Mesela Şeyh Abdülkadir Geylânî
Gunye'sinde. İbni Kudâme Muğni'sinde zikretmektedirler. Sehâvî dedi ki: «Bunun aslına
rastlama-dım. Fakat Hafız ed-Dimyâtî bazı hocalardan bunu nakleder. İmam Ahmed de bunun
müstahab olduğunu belirtmiştir.» Cerrahî.
Bazıları naklediyor ki: Parmaklarını bu şekilde kesen bir kimseye herhangi bir göz ağrısı isabet
etmediği tecrübe ile sabittir.»
«Yani ilh...» Hazreti Ali'nin sözünde geldiği şekliyle «muhalif olarak kesmek» sözünün
açıklamasıdır.
«Tırnaklarınızı sünnetle ve edeble kesiniz ilh...» Bazı nüshalarda Hazreti Ali'nin bu sözü nesir
olarak, bazılarında da nazım olarak gel-miştir.
Hazreti Ali'nin sözünde geçmekte olan «Havabis» kelimesinin her harfi bir parmağa işarettir.
Sehâvî: «Şu gelecek şiiri söyleyen yalan söylemiştir» der ve şiiri şöy-lece nakleder: «Önce sağ
elinin tırnaklayla başla tırnaklarını kesmeye. Serçe ile ortanca parmağın arasında bulunan
hınserle başla ve gözünü aç. İkinci derecede ortanca tırnağı kes; üçüncüde -denildiği gibi- baş
tırnağını kes; dördüncüde serçe parmağını kes ve sağ elinin ve ayağı-nın şehadet parmağıyla işi
bitir; bunda mücadele etme. Sol elin baş par-mağının tırnağıyla başla sonra ortanca tırnağı kes



sonra serçe ile or-tanca arasındaki hınser tırnağını kes; şehadet parmağından sonra ser-çe
parmağını kes. Çünkü bu solun en sonudur. İşte ey genç göz ağır-masından bu eminliktir, bunu tut.
Sakın bununla alay etme; bu, hadistir. Senediyle İmam-ı Murtaza Haydar'dan rivayet edilmiştir.»
«En uygunu parmakları hilâllemek gibi tırnakları kesmektir ilh...» sözüne gelince: Yani evvela sağ
ayağın serçe parmağıyla başlar, sol ayağın serçe parmağıyla işi bitirir.
Hidâye'de Ğârâib'den naklederek dedi ki: «Sağ elle başlamak ve yi-ne sağ elle bitirmek uygundur.
Yani sağ elin şehadet parmağıyla baş-lanır, sol elin tırnakları kesildikten sonra sağ elin baş
parmağının tırna-ğını kesmesiyle bitirilir. Ayakta ise bağın serçe tırnağı ile başlanır sol ayağın serçe
tırnağı ile bitirilir.» Kuhistanî de bunu, Mesudiye'den nakletmiştir.
«Ben derim ki: Mevâhibulledünniye'de ilh...» sözüne gelince; Suyûtî'de bunu böyle söylemiştir:
«İmam İbn Dakîki'l-İd bütün bu beyitleri in-kâr etmiş ve parmakların kesişinde özel bir şekil yoktur,
demiştir. Bu-nun Şeriat'ta aslı astarı yoktur. Böyle kesmenin müstahab olmasına inan-mak caiz
değildir. Çünkü müstahaplık Şer'î bir hükümdür. Mutlaka bir delili olmalıdır. Bu gibi şeyleri
kolaylıkla kabul etmek doğru değildir.» «Hazret! Ali'ye sonra İbn Hacer'e nisbet edilen şiir hakkında
bizim şey-himiz; bu batıldır demiştir» sözüne gelince; söz konusu şiir şöyledir: «Se-nin cumartesi
günü tırnağını kesmekte yiyip bitiren bir hastalık olur. On-dan sonraki günde kesmekte bereket
gider. Fazîletli bir âlim bunla-rın ikisinden sonra yani cumartesiyle başlar. Eğer salı günü tırnak
keser-sen helakten sakın. Çarşamba günü keşişinde kötü ahlâkı iras eder. Per-şembe kesişinde
zenginlik vardır; Kim bunu meslek edinirse ona verilir. İlim ve rızık cuma günü kesişinde çoğalır.
Bunu Peygamber'den rivayet ediyoruz. Onun yolunu izleyin.»
«Eteğini traş etmesi müstahabtır ilh...» sözüne gelince; el-Hindiye'de: «Göbeğinin altından
başlayarak tıraş eder. Nevre denilen tüyleri sa-yılan ilaçla oralarını alması caiz olur. Garâib'de de
yledir. Eşbâh'ta: «Kadının etek kıllarını yolması sünnettir» denilmektedir.
«Her hafta bir defo su ile bedenini temizlemek müstahabtır ilh...» sözüne gelince; koltuk altındaki
kılların sıyrılması gibi yollarla. Koltuk kıllarının sıyrılmasında traş da caizdir. Çekip yolmak daha
evlâdır. Müctebâ'da bazılarından şu nakledilmektedir: «Yolmak da tıraş da güzeldir.»
Boğazının üzerindeki tüyü tıraş etmeyecektir. Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre tıraş etmesinde bir
beis yoktur. T.
Muzmârat'da şu hüküm yer almaktadır: «Erkek için kaşlarını ve ken-disini hünsâlara
benzetmeksizin yüzündeki tüyleri almakta herhangi bir beis yoktur.» Tatarhâniye.
«Bedenin temizlenmesini terketmek mekruhtur ilh...» sözüne gelin­ce; tahrimen mekruhtur
demektir. Çünkü Müctebâ'da şöyle denilmekte-dir: «Kırk günden fazlası mazur görülemez; kırk gün
bedeninin temizlen-mesini ihmal eden kişi azaba müstahak olur.»
Ebussuud, İbn Melek'in Şerhu'l-Meşârik'inden naklen şöyle diyor: «Müslim Enes İbn Mâlik'ten
rivayet etti: «Tırnakların kesilmesi bıyıkla-rın kesilmesi, koltuk altlarının sıyrılması için bize vakit
tayin edilmiştir. O da şudur ki: Kırk günden fazla bunu bırakmamalıyız.» Böyle takdirlerden-dir ki,
bunda insan fikrinin herhangi bir dahli yoktur. Hadis merfu gibi oluyor.»
«Sünnet olduğu do söylenmiştir ilh...» sözüne gelince; Mültekâ'da müellif bunu, yani sünnet
olduğunu kabul kabul etmiştir. Müctebâ'nın ibaresi: Tahâvî'ye işaret ettikten sonra şöyledir: «yığı
dipten tıraş et-mek sünnettir.» Mücteba bu sözü Ebû Hânife ve iki arkadaşına nisbet et-mektedir.
Fakat bıyıktan dudağın en yüksek kenarına eşit olacak kadar esmek icmâ ile sünnettir.
«Ağarmış telleri çekmekte bir beis yoktur ilh...» sözüne gelince; Bezzâziye'de bu söz «süs için
olmayacaktır» ifadesi ile kayıtlanmıştır.
Bir Uyarma: Anfike'nin yani alt dudağın iki tarafındaki kılları kopar-mak bidattir. Garâib adlı eserde
yle yer almaktadır.
Burundaki kılları da çekmeyecektir. Çünkü bu hastalık yapar. Gö-ğüs üzerindeki ve sırttaki kılların
tıraşı edebe aykrıdır. Kınye'de hüküm böyledir. T.
«Sakalda sünnet bir kabza olmasıdır ilh...» sözüne gelince; kişi sakalını kabzasına alır,
kabzasından artakalanı keser. İmam Muhmmed Kitabu'l-Âsâr'da imamdan böyle nakletmiştir.
Muhît'te buna kail olmuş-tur. t.
BİR FAİDE: Taberânî, İbn Abbâs'tan merfû olarak rivayet etti: «Ki-şinin sakalının hafif olması onun
sadetindendir.» Meşhur olmuştur ki sakalın uzunluğu aklın hafifliğine delâlet eder. Bazıları şu şiiri
okudu: «Hio kimse yoktur ki sakalı uzansın da, bu onun heybetine bir şey ek-lesin. Ancak sakalının



artmasından fazla aklından eksilir.»
Bir latife: Hişam bin el-Kelbî'den naklediliyor: Dedi ki: «Hiç kimse-nin hıfzedemediğini ben
hıfzettim. Hiç kimsenin unutmadığını ben unut-tum. Kur'ân'ı üç günde hıfzettim. Sakalımın
kabzeden fazla olanını kes-mek istedim; unuttum onun yukarısından kestim.»
Hiç bir mahlûka hâlikin isyanı konusunda itaat yoktur» sözüne ge-lince; İmam Ahmed ve Hâkim
bunu İmrân bin Hüsayn'dan nakletmişlerdir. Cerrahî.
«Tesir edici mana, erkeklere kendisini benzetmesidir ilh...» sözüne gelince; yani onun haramlığını
etkileyen neden erkeklere benzemeye ça-lışmasıdır. Böyle bir benzemeye çalışmak, caiz değildir.
Nitekim erkekle-rin de kadınlara kendilerini benzetmesi caiz değildir. Hatta Müctebâ'da işaret
ederek denilmiştir: «Kadınların ip eğirdiği şekilde ip eğirmek er-kekler için mekruhtur.»
Başını tıraş etmesine gelince ilh...» sözüne gelince; Zendevîstî'nin er-Ravda adlı eserinde şu
hüküm yer almaktadır: «Bcştaki saçta sünnet ya onu iki tarafa taramak veya tamamını tıraş
etmektir.» Tahâvî de «Ba-şın tıraşı sünnettir.» zikretti ve bu sözünü üç âlime nisbet etmiştir.
Zahî-re'de denildi ki: «Başının ortasını tıraş etmek ve saçlarını kıvırmaksızın salıvermekte beis
yoktun Kıvırırsa mekruh olur. Zira kendisini bir kısım kâfirlere benzetmiş olur. Bizim
memleketimizde ateşe tapanlar saçlarını kıvırmaksızın salıverirler. Fakat şu vardır ki; onlar
saçlarının ortasını tı-raş değil de alınlarının üzerindeki saçları keserler.» Tatarhâniye.
T. dedi: «Saçlarının bir kısmını tıraş etmek ve üç parmak kadar bir kısmını başın etrafında
terketmek mekruhtur.» Garâib'de de böyle vârid olmuştur. Yine Garâib'de şu hüküm de yer
almaktadır: «Seleften ba7i-lan yani bıyıklarının etrafını bırakırlar (yani bıyık bükerler) di.»
«Rivayet edilmiştir ki: Bir saat ilim müzakeresi, bir gece ibadet et-mekten daha hayırlıdır ilh...»
sözüne gelince; Beyhakî, İbn Ömer'den rivâyet ediyor: «Din hususundaki fıkıhtan (bilgi sahibi
olmaktan) daha üstün bir şeyi Allah'a ibadet edilmiş değildir.»
Bezzâziye'de denildi ki: «İlim ve îlkinin talebi, niyet doğru olduğu za-man, bütün hayırlı amellerden
daha üstündür. İlmi artırmakla meşgul ol-mak da niyet sahih olursa şöyledir. Çünkü ilmin menfaati
daha geneldir. Şu şartla ki, ilim talebi kişinin farzların aksatmasın. Niyetin sıhhatli olu-şu, ilimle
mal, mevki kastetmeksizin Allah'ın rızasını kasdetmektedir. Eğer cehaletten çıkmak, halka yarar
sağlamak, ve ilmi ihya etmek niyetindeyse niyeti yine de halistir, denilmiştir. Kur'ân'ın bir kısmını
öğrenmiş ve o arada boş bir zaman bulduysa en faziletlisi fıkıhla meşgul olmaktır. Çünkü Kur'ân-ı
hıfzetmek farz-ı kifâyedir. Öğrenilmesi zorunlu fıkıh bil-gisinin, öğrenilmesi ise farz-ı ayndır.
Hazâne'de dedi ki: «Fıkıh'ın tamamı zorunludur.» Menâkıb'da dedi ki: «Muhammed bin Hasan
insanlar için ezberlenmesi lazım. Haram ve helâl ile ilgili ikiyüzbin mesele ortaya koy-du.» Bizim
daha önce Kitabın Mukaddimesinde naklettiğimize bak!
«Kişi anne ve babasının izni olmaksızın dahi ilim tahsili için gidebilir ilh...» Yani anne-babasının
geçimlerini kendisi sağlamıyor ve zengin ise-ler; onların telef olmalarından korkmuyorsa.
Hâniye'de şu hüküm yer olmaktadır: «Eğer kişi hacca gitmek isti-yorsa babası da buna razı değil
ise, fakîhler derler ki: «Eğer babası onun hizmetine muhtaç değil ise, babasının rızası olmaksızın
hacca gitmesin-de bir beis yoktur. Aksi takdirde babasının izni olmadan gidemez. Eğer anne ile
baba onun nafaka vermesine muhtaç iseler; o da onlara tam bir nafaka bırakmaya muktedir değil
ise veya böyle bir nafakayı bırak-maya muktedir olup, ancak yolun büyük bir ihtimalle korku ve
tehlikesi varsa; bu takdirde gidemez. Eğer yolun büyük bir ihtimalle tehlikesiz ol-duğu sanılıyorsa
gidebilir.»
«Bazı rivayetlerde: Kişi anne ile babasının izni olmadan cihada çı-kamaz. Eğer sadece birisi izin
verirse çıkmaması daha uygundur. Çünkü onların ikisinin hakkını gözetmek farz-ı ayndır. Çihâd ise
farz-ı kifâyedir. Eğer ebeveyni hayatta yok ise, iki dedesi iki ninesi var ise, babanın ba-bası ve
annenin annesi ona çıkma iznini verirse, babanın annesi ile an-nenin babası vermezse o vakit
çıkmasında bir beis yoktur. Çünkü izin verenler ebeveynin yerine kaim olmuşlardır. Eğer iki baba
izin verirse başkasının iznine iltifat edilmez. Tabi bu hüküm cihâd seferinde böyle-dir. Eğer ticaret
seferinde veya hac seferinde ise, ebeveynin izinleri olmasa dahi beis yoktur. Fakat şu şartla ki
onlar onun hizmetine muhtaç olmamalıdırlar. Çünkü hizmetine muhtaç olmadıkları takdirde gitmesi
onların haklarını iptal etmek değildir. Fakat yol, deniz gibi korkulu bir yol ise; ancak onların izni ile
çıkabilir. Velevki onlar onun hizmetine muhtaç değiliseler de. Eğer ilim talebesi ilim için çıkıp gider
aile efradını baka-cak kimseleri olmaksızın terk ederse bu meselede aile efradının hakkı-nı
gözetmelidir.»
«Eğer sakallı ise ilh...» sözüne gelince; bundan anlaşılıyor ki; Dürer'in gelecek kelâmında



«tüysüz"ün hükmü., sakallı olan kişinin hükmü-nün hilâfınadır. Zira eğer sakalının olmaması
hususunda özür sahibi ise. yani köse ise, onun hakkında daima fitneden korkulur. Çünkü bazı
fâsıklar köseyi tüysüze tercih ederler.
«Bunun tamamı Dürer'dedir ilh...» sözüne gelince; Dürer'de dedi ki: «Eğer kişi tüysüz, sakalsız ise
anne ve babası onu seferden men etmeye yetkilidirler. İlimden maksatları ise; şer'î ilimler ve
insanların hayatında yararlı olan ilimlerdir. Kelâm ve benzeri ilimler burada kastedilmemektedir.»
Çünkü gelen rivayete göre İmam Şafiî şöyle demiştir: «Kulun Al-lah'ın huzuruna büyük günahlarla
çıkması, Kelâm ilmiyle çıkmasından daha hayırlıdır.» Madem ki İmam-ı Şafiî zamanında mütedavil
olan Kelâm İlminin hali bu olduğuna göre acaba felsefecilerin hezeyanlarıyla kar-makarışık ve
onların asılsız sözleriyle kapalı bulunan Kelâm hakkında ne demeli?»
«Onu onda olan şeylerle gıybet değildir ilh...» sözüne gelince;yle bir kimsenin sıfatlarını halk
ondan sakınsın, onun orucuyla, namazıyla aldanmasın diye zikretmekybet olmaz. Çünkü
Tabarânî, Beyhâkî ve Tirmizî şunu rivayet ettiler:«Siz fâcir bir kimseden söz etmenin gıybet
olacağından çekinir misiniz? Onu ondaki sıfatlarla ilan ediniz ki halk on-dan sakınsınlar.»
«Yazı ile dahi olursa ilh...» sözü ile kişinin babasına yazılan yazı kas-tedilmektedir. Sultan da bu
hususta baba gibidir. Eğer yazıyı yazan kişi, adaletle bilinen bir kişi ise Kifâyetu'n-Nehr'de de yer
aldığına göre, «Bu yazıya sultan veya babanın buna itibar etmesi lazımdır. Buradan anla-şıldığına
göre; hâkimin itham edilen kişiyi itham tesbit edilmemiş olsa bile tazir cezasına çarptırmak yetkisi
vardır. Binaenaleyh hazır bulunan kişi tarafından herhangi bir kimse hakkında yazılan bir şeye
binaen hukukullâh ile ilgili ise, onunla amel edilir.» Ta'zîr'den söz ederken bu konu geçti.
«Bunun tamamı Dürer'dedir ilh...» sözüne gelince; Dürer bu sözü Hâniye'den naklediyor. Hâniye'nin
ibaresi şudur: «İki eş arasında, sultan ile raiye ve asker arasında da hüküm böyledir. Emribilmaruf,
onların on-dan imtina ettikleri bilinirse vacib olur.»
«Onun günahı yoktur ilh...» sözüne gelince; en uygunu bu ibareyi hazfetmekti. Veya bir atıf vav'ını
«o gıybet olmaz» cümlesinden önce ge-tirmek gerekirdi. Ta ki metin şerhe bağlanmış olsun.
«O gıybet olmaz ilh...» sözüne gelince; çünkü bu söz gıybeti yapılana ulaştığı zaman üzülmez.
Çünkü bu kişi onun adına şiddetle esef eden elde edemediği için üzülür. Fakat bu da kişinin
ihtimam göstermesinde doğru olması şartına bağlıdır. Aksi takdirde kişi hem gıybetçi, hem
mü-nafık, hem riyakâr, hem de nefsini tezikiye eden olur. Çünkü, müslüman kardeşine hakaret
etmiş, gizlediğinin hilafını ortaya koymuş ve halka da, nefsi içinde başkası içinde bu işten
hoşlanmadığını ilan etmiştir. Kendi-sinin açıkça gıybet etmiyorum deyip salah ehlinden olduğunu
hissettir-mek istemiş, gıybeti konuya önem verdiği için yapıyorum intibaını vere-rek yapmıştır.
ylece çirkinliklerin çok çeşidini bir araya getirmiş olu-yor. Cenâb-ı Hâk'tan korunmayı talep
ediyoruz.
«O gıybet değil ilh...» sözüne gelince; Muhtâr'da şu hüküm yer al-maktadır: Gıybet ancak belli
olanlar için bahis konusudur.»
«Çünkü gıybet yapan, sözüyle bütün bunları kastetmemektedir.» sözünden anlaşıldığına göre; eğer
bütün bunları kastederse, o zaman gıybet olur. Düşün.
«Meçhul bir kimsenin gıybeti mubahtır ilh...» ibaresine gelince; bil-miş ol ki: Gıybet Kur'ân'ın
nassıyla haramdır. Gıybet yapan bir kişi ölü kardeşinin etini yiyene benzetilmiştir. Çünkü kardeşin
eti yabancının etin-den daha çirkindir. Ölünün eti de dirinin etinden daha çirkindir. Nasıl ki kişiye
kardeşinin eti haram ise. onun namusuna dil uzatmak da haram-dır. Allah'ın Resulü buyurdu ki:
«Müslümanın tamamı diğer bir müslümana haramdır. Kanı, malı ve namusu.» Hadisi Müslim ve
başkaları riva-yet etmişlerdir. Binaenaleyh gıybet ancak zaruret anında ve bu metin ve şerhte gecen
yerlerdeki gibi zaruret kaderi yapılabilir.
Fakîh Ebû'l-Leys'in telifi olan Tenbihü'l-Gâfîlîn adlı eserinde şu hü-kümler yer almaktadır: «Gıybet
dört türlüdür: A- Birinde gıybet küfür-dür. Şöyle ki adama: «ybet etme» deniyor. O da «Bu gıybet
değildir, der. Çünkü ben bu sözümde doğruyum» işte bu takdirde bu adam kesin delillerle haram
olan bir şeyi helâl kabul ettiğinden dolayı, küfre kay-mıştır. B- Diğer bir şekilde gıybet münafıklıktır.
Meselâ, tanıyan bir kimsenin yanında adamın ismini anmaksızın gıybetini yapıyor. İşte bu kişi
ybet etmiştir ve kendisini gıybet edici olmayarak göstermiştir. İşte bu nifaktır. C- Diğer bir şekle
göre gıybet, haram bir masiyettir, gü-nahtır. O da muayyen bir kişinin gıybetini yapman ve bunun
masiyet ol-duğunu bilmendir. Bu kişiye tövbe gerektir. D- Diğer bir şekliyle gıy-bet mubahtır. O da
fâsıklığını ilân eden bir kişinin veya bidat sahibinin gıybetini yapmaktır. Eğer halk fâsıktan
çekinsinler diye bir fâsıkın gıybe-tini yaparsa, bu gıybetten sevap alır; çünkü -bu münkeri



nehyetmek kabilindendir.»
Ben derim ki: Mubah olması, gelecek konuların bazılarında da olduğu gibi vacib olmasına ters
düşmemektedir.
«Çirkin bir şeyi açığa vuran ilh...» dan maksat, çirkini işlerken giz-lenmeyen, ona: «Sen şu çirkini
yapıyorsun» denildiğinde hiç etkilenme-yen kişidir. İbni Şıhne Tebyînu'l-Mehârım adlı kitabında
dedi ki: «yle bir kimseyi açıkça işlemekte olduğu günahları işliyor diye gıybet etmek caiz olur.
Başka yönlerini söylemek caiz değildir. Allah'ın Resulü (Selât selâm onun üzerine olsun) buyurdu
ki «Kim ki haya peçesini yüzünden atarsa, artık onun aleyhinde söylenen sözler ybet olmaz.» Kişi
haram-ları gizlice işliyorsa onun gıybeti caiz olmaz.»
Ben derim ki: Halk arasında: «Namazı terkedenin gıybeti yoktur» diye şöhret bulan iddiaya gelince;
eğer bundan maksat onun bu durumundan söz etmek ise, o da açıkça namaz kılmıyorsa bu söz
doğrudur. Aksi takdirde doğru değildir.
«Musaharat (yani dünürlük kurmak) için ilh...» En uygunu burada «Meşveret: yani istişare etmek»
tabirini kullanmaktı. Nikâh meselesinde, yolculuk, şirket, komşuluk emaneti yanına bırakmak ve
benzeri konular-da kişi emin midir değil midir diye istişare edecek olursa; bu konuda nasihat
maksadıyla kişi hakkında bildiklerini söyleyebilir.
«Halkı sakındırmak için kötü itikade sahip olanın ilh...» Yani bir bidat sahibi olup, bidatini gizler,
anada sırada elde ettiği insanlara ifşa eder kimse ise; eğer bidatini açıkça işliyorsa o açıkça fâsıklık
yapanın hükmüne dahil olur. Yani gıybeti yoktur. Düşün. En uygunu burada «tahzir» tabirini
kullanmaktı. Ta ki itikadın kötülüğünden sakındırmayı ve metinde namaz kılıyor, oruç tutuyor, halka
zarar veriyor şeklindeki ifa-deleri de kapsamış olsun.
«Hakime zulm dolayyla şikâyet etmekte de (gıybet yoktur) ilh...» sözüne gelinse; «falan şu şeyle
bana zulmetti» diyecektir ki, hâkim hak-kında adaletle hükmedebilsin.
BİR EK :
Bu beş meseleye altı mesele daha eklenir. O altı meselede ikisi me-tinde geçti. Birincisi, zalimi
durduracak güçte olan bir kimseden yardım istemek, «ikincisi ihtimam vererek onu zikretmektir.
Üçüncüsü, fetva is-temektir. Tebyînü'l-Mahârım'da dedi ki: «Müftüye; falan adam bana şöyle
zulmetti ondan kurtuluş yolu nedir? diyecektir. En sağlamı şudur: Kişi diyecektir ki: Babası veya
oğlu veya halktan birisi kendisine şöyle şöyle zulmetmiş bir kimsenin hakkında ne dersin? Fakat
bu kadarını sarahaten söylemek mubahtır.»
Çünkü müftü, onun tayin etmesiyle beraber, mübehem geçmesinde anlamayacağı şeyleri
anlayabilir. Nitekim İbn Hacerdeyle söylemiştir. Müslim ve Buhârî'nin ittifakla rivayet ettiği bir
hadis şu şekildedir: «Ebû Süfyân'ın hanımı Hind (Allah kendisinden razı olsun) Allah'ın Resulüne
dedi ki: Ebû Süfyân cimri bir kişidir. Bana ve çocuğuma kâfi gelecek miktarı vermiyor. Ancak ondan
bilmediği halde aldığım mal vardır. Al-lah'ın Resulü buyurdu: «Sana ve çocuklarına normal bir
şekilde kâfi ge-leni al.»
Dördüncüsü, bir köleyi satın almak isteyen kişiye o kölenin ayıbını söylemek ve açıklamak. Mesela,
onun hırsız veya zâni olduğunu müşte-riye söyler. Eğer müşterinin satana kalp para verdiğini
görürse; «Şun-lar karışık paralardır bundan sakın» diyebilir.
Beşincisi; tarifi kasdetmektedir. Yani adam topal gibi, şaşı gibi bir lakapla bilinmekte ise, öyle
diyebilir.
Altıncısı; hadis râvilerden, şahitlerden, müelliflerden ceh edilmiş ya-ni zayıf sayılmış kişileri zayıf
saymak. Bu caizdir; hatta Şeriatı korumak için vâcibtir.
ylece vacib olan gıybet yeri onbire çıkmış oldu. Onları şu şiirim-le derlemiş bulunuyorum:
«İnsandan hoşuna gitmeyen bir şekilde sözetmek haramdır. Ancak on meselede ve bunlardan
sonra bir meseleden helâldir: (1) Zalimin zulmünü söyle, (2) Şeririn şerrini, (3) Mecruhları ceh et, (4)
Açıktan günah işleyeni belirt, (5) Meçhul bir kimseyi bilinen laka-bıyla belirt, (6) Kasden bir kimseye
hile yapmayı ortaya koy, (7) tarif et, (8) Fetva istemem de yledir, (9) yardım istemek de, (10) Men
edicinin katında yardım istemek de böyledir. (11) Muannit -bir kimsenin zulmün-den de sakındır.»
«Gıybet, fiile de olur ilh...» sözüne gelince; hareket gibi, işaret gi-bi göz kırpma ve ileride gelecek
benzerleri gibi.
«Tarizle de olabilir ilh...» Meselâ bir şahsın sözü geçiyorken: «Bizi şu ayıplardan kurtaran Allah'a
hamdolsun» der. İşte bu, «sarih ola-rak» ifadesinin karşılığıdır.



«Yazı ile de olabilir ilh...» Çünkü kalem iki dilden birisidir. Şir'at'te: «yazı» kelimesi yerinde «kinaye»
kelimesi kullanılmıştır.
«Hareketle de olabilir ilh...» Mesela, bir insan bir başkası yanında hayırla anılırken; O da «Onun iç
yüzünü bilmiyorsunuz» kabilinden ba-şını sallarsa, gıybet olur. Düşün.
«Remizle ilh...» Kamûs'ta remiz, dudaklarla, gözlerle, kaşlarla, ağız-la, dille veya elle işaret etmek
demektir.
«Gıybet ölü olsa dahi müslüman kardeşinin kulağına gittiği zaman hoşuna gitmeyen şeyle
vasıflandırmanda ilh...» Zımmî bir kimse de müslümanın hükmündedir. Çünkü bizim lehimize ne
varsa onun da lehine­dir; aleyhimize ne varsa, onun da aleyhinedir. Musannifin «müstemin»;
bahsinde; «bu kişi bir sene yanımızda kalıp kendisine cizye yüklendikten sonra eziyetten kaçınılır;
müslüman gibi onun da gıybeti haram olur.» ifa-desi daha önceden geçmişti. Bu ibarenin
zahirinden anlaşıldığına göre, harbî bir kâfirin gıybeti söz konusu olmaz.
«Gaib olduğu halde ilh...» şeklindeki ibareye gelince; bu kayıt yani «gaiblik» kaydı, gıybet
kelimesinin lügavî manasından alınmıştır. Zira ge-lecek hadiste ayrıca zikredilmemiştir. Zahire
göre, eğer kişi müslüman kardeşinin hoşuna gitmeyeni yüzüne söylerse gıybet olmaz, ona küfür ve
hakaret olur. Bu da öncelikle haramdır. Çünkü gıybetten daha fazla müslümanı rahatsız eder. Hele
ybet, gıybeti yapılanın kulağına gitmez-den önceki halinden daha şiddetlidir. Bu aynı zamanda
Cenâb-ı Hâk'ın: «Nefislerinizi işaretle ayıplamayınız» buyruğunun iki tefsirinden biridir. Bazıları
ybeti tarif ederken şunu söylemiştir: «Gıybet kişide bulunan ayıpları arkasından söylemektir.»
Bazıları da: «Onun yüzüne söylemek-tir» diye tarif etmişlerdir.
«Ebû Hureyre'den gelen hadis ilh...» Müslüm Sahîh'in'de ve bir baş-ka grup da rivayet etmişledir.
«Bu kişinin hoşuna gitmeyen ilh...» isterse bedenindeki, nesebinde-ki, ahlâkındaki, fiilindeki,
sözündeki veya dinindeki bir eksiklik olsun. Hatta elbsesinde, evinde veya bineğinde olan bir
eksiklik de gıybet olur. Nitekim bu Tebyînu'l-Meharim'de böyle yer almaktadır. T. dedi ki: «Dik-kat
et, eğer akıllı olmayan çocuğun hakkında, akıllı olduğu takdirde ho-şuna gitmeyen bir şey söylerse
ve o çocuk aynı anda o sözlerle eziyet duyacak akrabalarından bir kimse yok ise, bu gıybet olur mu
olmaz mı?» İbn Hacer': «Çocuğun ve delinin gıybeti haram kesinlikle haramdır» de-miştir.
«O zaman ona bühtan etmiş olursun ilh...» Yani büyük iftirada bu-lunmuş olursun. Zira bühtan sözü
edildiğinde şiddetinden insanı hayrete düşüren bir bâtıldır. Şir'at Şerhin'de de hüküm böyle yer
almaktadır. Ay-nı Şerhte şu hüküm de vardır: «Gıybeti dinleyen reddetmedikçe gıybetin günahından
kurtulmaz. Eğer gıybet yapanın şerrinden korkarsa kalbiy-le inkârda bulunacaktır. Eğer kalkıp
gitmeye gücü var ise veya konuşma ile konuyu değiştirebilecekse bunu yapmazsa yine günahkâr
olur. İhya' da da hüküm böyledir.»
Varit olmuştur ki: «Gıybeti dinleyen gıybet yapanlardan birisidir» buyruğu ile; «Kim ki, gıyabında
müslüman kardeşinin namusunu korur-sa, Allah'ın onu ateşten kurtarmasına hak kazanır.»
buyruğu varit olmuş-tur. Bu son hadisi İmam Ahmed Hasen bir senedle ve bir başka ce-maat
rivayet etmişlerdir.
«Eğer gıybet daha gıybeti yapılanın kulağına varmazdan evvel ilh...»
Bu ibare hadisin bir parçası değildir. Başlı başına bir sözdür.
Alimlerden bazıları dedi ki: Gıybet eden adamın sözü, gıybeti yapı-lanın kulağına gitmezden önce
tövbe ederse, gıybeti yapılandan helâl-lik dilemeksizin tövbesi faide verir. Eğer gıybet tövbeden
sonra gıybeti yapılanın kulağına varırsa, bu. kişinin tövbesi iptal olmaz denildi. Belki Cenâb-ı Hâk
ikisini de affeder. Birincisini tövbesinden ötürü, ikincisini de başına gelen meşakkatten ötürü
affeder. Bazıları da: «Böyle bir kim-senin tövbesi askıdadır; eğer ybeti yapılan gıybet kulağına
gitmezden önce ölürseybetçinin tövbesi sıhhatlidir. Eğer ybet ölümden önce kulağına varırsa
ybetçinin tövbesi sahih değildir. Bilakis kişi gidip gıy-betini yaptığı kimseden helâllik istemeli,
bağış talebinde bulunmalıdır. Eğer kişi bir bühtanda bulunursa, kimlerin yanında konuşmuşsa
onlara gidip nefsini yalanlaması da gerekir.» Bunun tamamı Tebyînu'l-Mehârim adlı kitapta yer
almaktadır.
«Aksi takdirde gidip ona gıybetinin hepsini açıklaması şarttır ilh...» Yani istiğfar ve tevbe ile birlikte
ona konuşmalarını açıklayacak ve özür dileyecek ki, o da onu affetsin. Önce gıybeti yaptığı kişiyi
mübalağalı bir şekilde övecektir. Kendisini ona sevdirmeye çalışacaktır. Ve onun kalbini hoşnut
edinceye kadar buna devam edecektir. Eğer kalbi buna rağmen hoşnut olmazsa, onun o özür
dilemesi ve sevgiyi oluşturmaya çalışması bir iyilik olur. Ahirette o iyilikle gıybetin kötülüğünü



karşılar. Özür dilerken de ihlâslı olmalıdır. Ama aksi takdirde bu ikinci bir günah olur. Belki de
hasmının onun 'boynunda ahirette 'bir alacak hakkı da kalmış olur. Çünkü eğer hasım, bilse ki bu
ybetçi adam özür dilemesi de sa-mimi değildir, ondan razı olmaz. Bu durumu İmam-ı Gazâlî ve
başkaları söylediler. Yine Gazâlî şöyle dedi: «Eğer ortaklıktan çekilir veya ölürse, iş işten geçti
demektir. Ve bu durum ancak çok haseneler yapmak sure-tiyle telâfi edilebilir. Ta ki kıymette bu
haseneler o gıybete karşılık olarak alınsın. Gıybeti yapılana gıybeti tafsil etmesi de gerekir. Ancak
eğer taf-sil etmekybeti yapılana zarar verirse, o zaman tafsilden vaz geçe-cektir. Mesela kişinin
gizlemeye çalıştığı bir ayıbını söylemek olmaz. An-cak üstü kapalı olarak bu konularda ondan
helâllik talebinde bulunur.»
Molla Ali el-Karî Mişkât Şerhi'nde dedi ki: «Acaba: Ben senin gıy-betini yaptım, hakkını helâl et
demek kâfi gelir mi? Yoksa gıybette ne kullanılmış ise onu açıklaması mı lazımdır? Alimlerimizden
bazıları: y-bet konusunda ancak kişinin gıybeti bitmesiyle gıybet affedilir. Eğer ona bildirmek
fitneyi kabartacağı bilinirse o zaman onun için Allah'dan af talebinde bulunacaktır. Meçhul hakları
ibra etmek, biz Hanefîlerin ka-tında caiz olması buna delildir. Gıybeti yapılanın gıybet yapanı ibra
et-mesi müstahaptır.»
El-Kınye'de şu hüküm yer almaktadır: «Özür için hasımların el sı-kışması helâllik dilemektir.»
Nevevî'de der ki: Tahâvî'nin Fetâvâsı'nda şunu gördüm: «Gıybet konusunda pişmanlık ve istiğfar;
ybet, gıybeti yapılanın kulağına varmış olsa bile kâfidir. Varislerin helâl etmesine de itibar
edilmez.»
METİN
Bir selâm vermek, hediye vermek, yardımda bulunmak, beraberce oturmak, beraberce konuşmak,
latife yapmak, ihsanda bulunmak sure-tiyle dahi olsa sıla-i rahim vacibtir. Zaman zaman
akrabalarını ziyaret edecek ki, sevgisi artsın. Hatta akrabalarını her cuma haftada bir defa veya ayda
bir defa ziyaret edecektir. Onların ihtiyaçları varsa geri çevirmeyecektir. Çünkü ihtiyaçları geri
çevirmek hadiste: Sıla-i Rahm'i kesmekten sayılmıştır: «Cenab-ı Hâk, sıla-i Rahim yapana yakın
olur; kesen- den daha uzak olur.» Başka bir hadiste: «Sıla-i Rahim ömrü arttırır» denilmektedir.
Bunun tamamı Dürer'dedir.
Müslüman, zimmet ehline eğer onların yanında görülecek bir ihti-yacı varsa, selâm verir. Aksi
takdirde selâm vermesi mekruhtur. Sahih de budur. Nitekim müslümanın zimmi ile müsafahası da
mekruhtur. Sa-rihin nüshalarında böyledir. Metinlerin çoğunda da böyledir. Ancak me-tinlerde
selâm verir lafzı varit olmuştur. Ben onu bu şekilde tevil ettim. Fakat metinin bazı nüshalarında
selâm vermez ibaresi vardır. Bu en doğ-ru ve en güzelidir. Anla.
Buhârî Sarihi Aynî: «İslâm'ın hangisi daha hayırlıdır?» sorusuna karşı Cenab-ı Peygamber: «Yemek
yedireceksin, tanıdığın ve tanımadı-ğın kimselere selâm vereceksin» hadisi ile ilgili olarak şunları
yler: «Bu genel ifade Müslümanlara mahsustur. Bir müslüman birinci planda kâ­fire selâm
vermez. Çünkü şu hadis vardır: «Yahudi ve Hıristiyanlara se-lâm vermek hususunda ilk başlayan
siz olmayınız. Onlardan herhangi bi-risi ile yolda karşılaşırsanız onu yolun en dar kısmına
sıkıştırın.» Hadis-1 Buhârî rivayet etmiştir. Fâsık bir kimse de başka bir delille bu genelden tahsis
edilir, yani ayrılır. Kendisi hakkında şüphe olan bir kimse ise, asıl olan genellik üzere baki
kalmasıdır; yani selâm verir. Ta ki özelliği sabit oluncaya kadar. Şu zikredilen hadis İslâm'ın
başlangıcında idi ve arayı bulmak maslahatı içindi, sonra nehy vârid oldu. demek mümkün-dür.»
Hıfzedilsin.
Eğer bir Yahudi, Hıristiyan veya bir mecusî bir müslümana selâm verirse onu almakta herhangi bir
beis yoktur. Lakin «Ve Aleyke»den baş-ka bir ifade kullanmayacaktır. Hâniye'de de hüküm böyle yer
almıştır. Eğer bir zımmîye tebcil maksadıyla selâm verirse küfre girmiş olur. Çün-kü kâfiri tebcil ve
tazim etmek küfürdür. Eğer bir mecusîye tebcil niye-tiyle: «ey üstâz» dese küfre girmiş olur.
el-Eşbâh'da da hüküm böyle yer almaktadır. el-Eşbâh'da şu hüküm de vardır: «Eğer bir zımmîye
Allah se-nin bekanı uzatsın» derse kalbinde «belki müslüman olur» diyorsa veya «zelil olarak
haracı müslümanlara verir» diyorsa bu sözde bir beis yok-tur.»
Dilencinin selâmını reddetmek vacib değildir. Çünkü o selâm için değildir. Hutbe okunduğu zaman
selâm verenin selâmını almak da va-cib değildir. el-Eşbâh'da şu hüküm de yer alıyor: «Bir insanın
evine gel-diğinde selâm vermezden önce içeri girmeye dair izin istemesi gerekir. Sonra girdiğinde
evvelâ selâm verecek sonra konuşacaktır. Eğer bir hüküm hususunda ise evvela selâm verir, sonra
konuşur. Eğer: «Ey Zeyd sana selâm olsun» derse başkası selâmı alsa, Zeyd'in boynunda selâmı
almak görevi kalkmaz. Eğer: «Ey falan» dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse, başka birisi
selâmın cevabını verirse selâm alınmış olur. Cevap vermekte aksıran cevabını vermekte kişiye



duyurmak vacibtir şarttır. Eğer kişi sağır ise iki dudağının kıpırdanmasını ona gösterecektir.»
Ben derim ki: Mubteğâ'da: «Eğer aklı eren bir çocuk selâmı alırsa diğer-lerinin boynunda selâmın
cevabı sakıt olur, demektir. Çünkü akıllı bir çocuk az da olursa farzı ikâme eden kimselerdendir.
Çünkü onun kes-mesi helâldir. Bazıları çocuğun selâm almasıyla selâm alınmış olmaz, dediler.»
El-Müctebâ'da şu hüküm yer almaktadır: «İhtiyar bir kadının cevap vermesiyle de selâmın cevabı
diğerlerinden düşer. Genç bir kadının, ço-cuğun, delinin cevap vermesi cevabı iskat eder mi etmez
mi konusunda iki görüş vardır.» Taciye'nin zahirinden, sakıt olmamasının tercih edil-diği
anlaşılmaktadır.
Tek kişiye dahi cemaat lafzıyla selâm verecektir. Selâmın cevabı da böyledir. Cevabı veren bir kişi
«Ve berekâtuhu» kelimesinden fazla eklemeler yapmayacaktır. Selâmın cevabı ile aksıranın
cevabını vermek fevridir, yani hemen olmalıdır.
Yazılı Selâmın cevabını vermek de, selâmı almak gibidir. Eğer baş-kasına: Falan adama selâm
yle» dese ona selâmını söylemesi vacib olur.
Fâsık kişiye selâm vermek eğer alemî bir fâsık ise mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir. Yemek
yiyen gibi hakikaten cevap vermekten aciz olana veya namaz kılan, okuyan gibi Şer'an âciz olan
kimseye se-lâm vermek de mekruhtur. Eğer buna rağmen selâm verirse cevabı müs-tahak olmaz.
Biz namazı ifsâd eden şeyler konusunda bunun mekruh oluşunu yir-mi küsur yerde söyledik. Ve
dedik ki: Selâmın cevabı, «selâmun aleyküm» şeklinde vacib değildir. Eğer kişi bir eve girerse ve o
evde hiç kimseyi görmezse: «Selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine ol-sun» diyecektir.
İZAH
«Sıla-i rahim vaciptir ilh...» Kurtubî Tefshi'nde: Sıla-ı rahim vacib oluşunda ve onu kesmesinin
haram olduğunda ümmetin icma ettiğini naklediyor. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten kesin
deliller vardır. Tebyînu'l--Mehârîm'de dedi ki: «Sılası vâcib olanların kimliği hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Bazıları demiştir ki: «O, muharrem olan her yakının akrabalığıdır.» Başkaları da: «İster
muharrem olsun isterse olmasın bü-tün akrabalardır.» dediler.»
İkinci görüş, metin ifadesinde mutlak zikredilmesinin zahirinden an-laşılmaktadır. Nevevî, Müslim
Şerhi'nde şöyle der: «Bu en doğrusudur. Bunun doğruluğuna birçok hadislerle istidlal etti. Evet
akrabaların dere-celeri değişik olur. Mesela anne ile baba diğer mühimlerin hepsinden daha
öncedir, der. Diğer mahremler ise, diğer akrabalardan daha şehid-dirler. Hadislerde
Tebyînu'l-Maharim'de beyan edildiğine göre bütün bunlara işaret vardır.
«Bir selâmla dahi olursa ilh...» Tebyînu'l-Maharim'de şöyle der: «Eğer akrabaları başka yerde iseler,
mektup göndermek suretiyle onlara sıla-i rahim yapacaktır. Eğer onlara gitmeye gücü yetiyorsa
gitmek ef-daldir. Eğer anne ile babası varsa ve onlar gelmesini istiyorlarsa mektup kâfi değildir.
Onun hizmetine muhtaç olurlarsa da durum böyledir. Ba-badan sonra büyük kardeş baba
yerindedir. Dede de -ne kadar yukarı-ya giderse gitsin- baba yerindedir. Büyük kız kardeş de teyze
de sıla-i rahim konusunda anne yerinde sayılırlar. Bazı görüşlere göre amca baba gibidir.
Bunlardan başka diğer akrabalar ise, onlara mektup veya hide-ye göndermek kâfi gelir.» Bunun
tamamı Tebyînu'l-Maharrim'dedir.
Sonra, bilmiş ol ki sıla-i rahimden maksat, onlar sana sıla-ı rahim yaptıkları zaman sen de onlara
karşılık yapacaksın demek değildir. Çün-kü bun karşılıklı iyilik denilmektedir. Asıl onlar sana sıla-ı
rahim yap-masalar dahi onlara sıla-ı rahim yapacaksın. Zira Buhârî ve başka mu-haddisler şunu
rivayet ettiler: «Karşılık veren kişi, Sıla-i rahim yapan de-ğildir. Sıla-i rahim, sen onun rahmini
kestiğin halde yine de onu bitiş-tirmeye çalışan kimsenin yaptığıdır.»
«Onları aralıklı ziyaret edecektir ilh...» İbaredeki «ğıbben» kelimesi bir şeyin neticesi demektir.
Ziyaret konusunda bu kelime, haftada bir de-fa demektir. Şir'a'nın Şerhinde: «ğıbben» kelimesi, bir
gün ziyaret et-mek bir gün ziyaretsiz bırakmak demektir. Bunda bir nevi zorluk oldu-ğundan dolayı
müellif «ğıbben»in yorumunda en kolay kısmını seçti. Her hafta, veya her ay akrabalarını ziyaret
edecektir. Nitekim bazı rivayet-lerde böyle rivayet olmuştur.
«Sıla-ı rahim ömrü artırır ilh...» sözüne gelince; «rızkı artırır» riva-yeti de vardır. Zira Müslim ve
Buharı şu rivayeti yaparlar: «Kim rızkının genişlemesini ve ecelinin tehir edilmesini istiyorsa sıla-i
rahim yapsın.»
Fakih Ebû'l-Leys Tenbihü'l Gafilin adlı kitabında dedi ki: «Ömrün ar-tışında ihtilâf vardır. Bazıları
zahirinden anlaşıldığı gibi artar, dediler. Ba-zıları da artmaz, çünkü Cenâb-ı Hâk: «Onların ecelleri
geldiğinde gecik-me olmaz» buyurmuştur. O zaman hadîsin manâsı ölümünden sonra da sevabı



ona yazılır demektir. Bazıları da dediler ki: Eşyalar bazan Levh-ı Mahfuz'da şartlı olarak yazılır.
Meselâ: «falan adam sıla-i rahim yapar-sa onun ömrü şu kadar senedir. Yapmazsa daha kısa şu
kadar senedin», gibi. Umulur ki dua etmek, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak bu tür-den olsun.
Binaenaleyh hadis âyete ters düşmez.»
Şir'at'ın Şerhi'nde Meşârık Şerhi'nde nakledilerek dedi ki: «Veya de-nilir ki: Maksat, burada onun
rızkına bereket verilir. Onun güzel anısı ondan sonraya kalır. Bu da tıpkı hayat gibidir. Yahutta şöyle
denilir: Ha-disin başlangıcı Sıla-ı rahmi mübalağalı bir şekilde teşvik etmek sededindedir. Yani eğer
rızkı genişleten ,eceli genişleten bir şey var ise, kesin-likle o da sıla-ı rahimdir.»
Zahir, üçüncü görüştür. Çünkü Tenbîh'te Dahhâk'tan o Müzahim' den yüce Allah'ın: «Allah
dilediğini siler, dilediğini tesbit eder.» Âyetinin tefsirinde şunu rivayet eder: «Bir kişi sıla-i rahim
yapar; ömründen de üç gün kalmışken; Cenab-ı Hâk onun ömrünü otuz seneye kadar artırır. Bir
başka kişi sıla-ı rahmi keser, onun ömründen de otuz sene kalmış; Cenab-ı Hâk onun ecelini üç
güne çevirir.»
«Bunun tamamı Dürer'dedir ilh...» ibaresine gelince; Dürer'de dedi ki: «Her kabile ve her aşiret
Hakkı yüceltmek hususunda başkalarına kar-şı yardımda bir tek el gibi olurlar.» Bunun da tamamı
Şir'at ile Tebyînu'l-Mahârim'dedir.
«Müslüman ehl-i zimmet üzerine selâm eder ilh...» sözüne gelince, dikkat et, acaba «sizin üzerinize
selâm olsun» tabirini kullanmak caiz mi-dir. Eğer zımmî bir tane ise, zahire göre müslüman kişi bir
tek zımmîye se-lâm verdiği zaman, müfret (tekil) kelimesini kullanacaktır. Çünkü onun se-lâmının
cevabında kullanılan ifadeden bu böylece anlaşılır. Düşün. Fa-kat Şir'aî'de şu hüküm yer
almaktadır: «Kişi zimmet ehline selâm verdiği zaman: «Selâm hidâyete tabi olanların üzerinde
olsun» desin. Onla-ra mektup yazdığı zaman da böyle yazacaktır.»
Hatta Tatarhâniye'de şu ifade yer alır: «İmam Muhammed dedi ki: Bir yahudiye veya bir Hıristiyana
bir ihtiyaç için bir mektup yazarsan, onda «selâm hidâyede tabi olanların üzerinde olsun» diye yaz!»
«Eğer ona bir ihtiyacı var ise ilh...» sözüne gelince; yani bundan anlaşılan, bir zimmîye ihtiyacı
varsa, ona vardığında selâm verebilir. Tatarhâniye'de dedi ki: «Çünkü selâm vermenin zimmîye
yasaklanması tazim etmek için olması halindedir. İhtiyaç için selâm verdiğine göre tazim söz
konusu değildir.»
«Doğrusu budur ilh...» sözüne gelince; anlaşılan; tafsilat olmaksızın selâm vermekte beis yoktur.
Bu da Hâniye'de bazı meşayihlerden nakledi-lerek zikredilmiştir.
«Nitekim müslümanın zimmi ile müsafaha etmesi de mekruhtur ilh!..»
sözüne gelince; yani müslümanın herhangi bir ihtiyacı söz konusu de-ğilse. Çünkü Kınye'de:
«Gaiplikten sonra dönüş yaptığında, eli sıkılmadığı takdirde rahatsız olacaksa hıristiyan
komşusunun elini sıkmakta, müslüman için beis yoktur» denilmektedir. Düşün.
Acaba hıristiyan zımmî, aksırdığı zaman Allah'a hamd ettiğinde müs-lüman onun cevabını verebilir
mi? Hamevî dedi ki: «Zahire göre vere-mez.» Lâkin ileride: «O elhamdülillah dediği zaman
müslüman ona Allah sana hidayet etsin tabirini kullanacaktır» ifadesi gelecektir.
«Metinlerin çoğu ilh...» sözüne gelince; bununla şerhsiz metinleri kast ediyor. «Metinler» diye çoğul
ifade kullanması, şahıslar itibariyle-dir. Yoksa maksayalnızca «Tenvir metnidir.
«Ve selâm lafzı ile verir ilh...» metin ve şerhinde de musannifin hat-tı ile bu şekildedir.
«Ben onu böylece tevil ettim ilh...» İhtiyaca bağlı olmakla kayıtlan-dırdım. Böylelikle metnin doğru
olanla uyumlu olmasını sağlamaya ça-lıştı.
«Bazı nüshalarda selâm vermez tabiri vardır ve en güzeli de budur ilh...» ibaresine gelince; çünkü
bu hususta aslî hüküm selâm vermemek-tir. Selâm verilmesinin caiz olması, ârizî bir ihtiyaçtan ileri
geliyor. En sağlamlığı umulur ki şu noktadan ileri geliyor: Kişi hiç selâm vermezse hiç mahzura
girmez. Fakat mutlak bir şekilde selâm verirse o zaman mahzura girebilir. Düşün.
Hadiste İslâmın hangisi hayırlıdır? ilh...» Yani hangi hasleti daha ha-yırlıdır, demektir. Hadisteki
«selâm okuyacaksın» manâsını ifade eden «Tekra'u» kelimesi «ikrâ» kökünden değil de «Kur'â
kökünden gelmek­tedir. T.
«Yahudi ve Hıristiyanlara siz önce selâm vermeyiniz, hadisi dolayı-sıyla ilh...» ifadesine gelince:
Nüshaların çoğunda şu fazlalık vardın «On-lardan herhangi birisine yolda rastlasanız onu yolun en
darına sıkıştırı-nız.» Hadisi Buharı rivayet etmiştir.
«Fasık bir kimse de bu hükmün dışında tutularak tahsis edilir ilh...» sözüne gelince; Yani alenen



fâsıklık yapıyorsa. Aksi takdirde ona selâm vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu daha sonra
gelecektir.
«Hakkında şüphe ettiği kimseye gelince ilh...» Eğer kimse müslü-man mıdır, değil midir diye şüphe
ederse, aslolan umumu üzere bırak-malıdır. Yani müslümandır deyip selâm vermektir. Acaba salih
midir, fâsık mıdır diye bir şüphe olursa, bu şüpheye itibar edilmez. Bilâkis müs-lümanlar hakkında
daima hayırlı zan yapılır. T.
«Umumu üzerinde bırakılır ilh...» sözüne gelince; çünkü Resul-ü Ek-rem (S.A.)'ın «Tanıdığın ve
tanımadığın kimseye selâm et!»-buyruğundan anlaşılan budur. T.
«Hadis ilh...» Umumu ifade eden-birinci hadis, zimyi de kapsar.
«İnsanların kalplerini telif etmek maslahatını gözeterek ilh...» Dil ile onları kendisine meylettirmek
onlara İslâm'a girmek maksadıyla ih-san etmek, demektir.
«Sonra nehy vârid olmuştur ilh...» İkinci hadiste, demektir. Yani Al-lah İslâm'ı azîz kıldıktan sonra
artık onlara maslahat için selâm vermek ihtiyacı kalmadı.
«Selâmın cevabını vermekte beis yoktur ilh...» sözüne gelince; İnsa-nın zihnine ilk gelen selâm
vermektir. T. Fakat Tatarhâniye'de şu hüküm yer almaktadır: Zımmîler selâm verdiklerinde onun
cevabını vermek uy-gundur. İşte biz bu hükme yapışırız.»
«Lakin «ve Aleyke» kelimesinden fazla bir şey söylemiyecektir ilh...» Çünkü o bazen ölüm
manâsına gelen «sam» kelimesini selâm yerinde kullanılır. Nitekim yahudilerden biri Peygambere
bu kelimeyi kullanmış-lardır. Resul-ü Ekrem de o yahudiye «ve aleyke: senin üzerine de olsun»
demiştir ve böylece onun bedduasını onun üzerine reddetmiştir.
Tatarhâniye'de İmam Muhammed'in şöyle dediği kaydedilmektedir: «Müslüman zımmîye senin de
üzerine olsun» diyecek ve onunla selâmı kasdedecek. Çünkü Allah Resulü'ne ref edilen bir hadis
vardır ki, şöyle buyurmuşlardır: «Onlar size selâm verdiklerinde onların selâmına cevap veriniz.»
«Eğer tebcil maksadıyla zımmiye selâm verirse, küfre girer ilh...» Minâh'ta dedi ki: «Tebcil ile
kaydetti. Çünkü o, tebcil niyetiyle değil de doğru olan hedeflerden birisinin tahakkuku için selâm
verirse, küfür ol-madığı gibi bunda beis de yoktur.»
«Eğer kalbiyle niyet ederse ilh...» Yani: «Bu adam belki müslümar olur» diye kalbiyle niyet edip
selâm verirse kerahet ortadan kalkar. Ama hiç bir şey niyet etmezse kerahet vardır. Nitekim bu
hüküm Muhît'te yer almaktadır. el-Birî de benzerlerinden alarak, «mekruh değildir» dedi. Fa-kat nas
olduktan sonra nassa dönüşten başka hiçbir çıkar yol yoktur, Zahire göre «zımmi» ifadesi kayıt
değildir. T.
«Bir insanın evine vardığında, selâmdan önce izin istemesi vacib-tir ilh...» sözüne gelince:
Fusûlu'l-Allâmî'de şu hüküm yer almaktadır: «Eğer aile efradının huzuruna girerse evvelâ selâm
verecek, sonra ko-nuşacaktır. Eğer başkasının evine varırsa evvelâ girmek için üç defa izin
isteyecektir. Ve her defasında: «Ey ev halkı selâm sizin üzerinize olsun; (ismini alarak) falan adam
girsin mi?» diyecek ve biraz duracak-tır. Yani her izin isteyişinden sonra yemek yiyen bir kişinin
yemeğini bitireceği, abdest alan bir kişinin abdestini alacağı, dört rekât namaz kılan bir kişinin dört
rekât namazı bitirinceye kadar duracaktır. Kendi-sine izin verildi mi girecektir. Aksi takdirde kin,
buğuz, düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. Hane sahibi kendisini davet eden bir kim-seye izin
istemek vacib değildir. Eğer hanenin içinden: «Kim o?» diye çağrılırsa, «benim» demiyecek; çünkü
bu bir cevap teşkil etmemekte-dir. Şöyle diyecektir: «Falan kişi girsin mi?» diyecektir. Eğer
kendisine: «Hayır» denilirse; hiçbir düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. .İzinle haneye
girdiğinde evvelâ selâm verecek, sonra eğer dilerse konuşacak-tır. Eğer içinde hiç kimsenin
olmadığı bir eve girerse: «Selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine olsun» diyecektir. Çünkü
melekler onun selâmının cevabını vereceklerdir. Eğer evin haricinde adama rastlarsa evvelâ selâm
verecek, sonra konuşacaktır. Allah'ın Resulü buyurdular: «Selâm kelâmdan öncedir». Eğer
selâmdan önce konuşulursa karşıdaki adam ona cevap vermez. Çünkü Allah'ın Resulü: «Kim ki
selâmdan önce konuşursa ona cevap vermeyiniz» buyurmuştur. Cemaatin bulunduğu ye-re
girildiğinde cemaate selâm verecektir. Onlardan ayrıldığı anda da se-lâm verip ayrılacaktır. Kim ki
yle yaparsa cemaatin kendisinden sonra işleyeceği hayırda onlara ortak olur. Cemaatle karşılaşır
sonra onlar-dan ayrılırsa ve bu aynı günde birkaç defa tekrar ederse; aralarına bir ağaç veya duvar
bile girse selâmını yenileyecektir. Çünkü selâm rah-meti gerektirir. Selâm ile İslâm ahdini
yenilemeyi yani hiçbir mümine ne namusuna, ne malında dokunmayacaktır şeklindeki ahdi
yenilemeyi ni-yet edecektir. Bir mümine selâm verdiği zaman onun üzerine o müminin namusu ve
malı haram olur. Bir mescide girdiğinde bazı kimseler namaz kılıyorsa, bazıları da kılmıyorsa selâm



verecektir. Eğer selâm vermezse sünneti terketmiş sayılmaz.»
«Eğer ey falan dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse selâmın cevabı düşer ilh...» Yani bu
lafızla. Fakat Hâniye'nin ifadesi şöyledir: «Bir kişi bir kavmin içinde oturuyorken başka bir kişi
gelerek ona selâm ve-rerek : «Ey filan adam selâm senin üzerine olsun» dese, bunlarin bir kıs-mı
da o adamın yerine ona cevap verseler; kendisine selâm verilen ada-mın boynundan selâmın
cevabı sakıt olur. Bazıları da demişlerdir ki : «Eğer ikisinin ismini, ylerse; meselâ: «Esselamü
aleyke ya Zeyd» de­se ve Zeyd'in yerine Amr ona cevap verirse; Zeyd'in cevap vermek göre­vi
kalkmaz.» Eğer isim vermeden: «Selâm senin üzerine» dese ve bir ki-şiye işaret ederse, başka bir
kişi selâmın cevabını verirse, işaret edilen kişiden selâmın cevabını vermek görevi düşer.»
Hülâsa'da ve başka kitaplarda bu tafsilatı kesin olarak bildirmiştir.
«Hepsinin boynundan selâmın cevabı kalkar ilh...» Çünkü selâm hepsinedir. Çünkü bir cemaate
selâm kasdıyla bir tek kişiye hitap eder-cesine hitab edebilir. Hindiye.
Tebyînu'l-Meharim adlı kitapta: «Eğer bir cemaatte selâm verir, o cemaat değil de başka bir cemaat
ona cevap verse, o kendisine selâm verilen cemaatten selâma almak görevi kalkmaz.» T.
«Selâmın cevabında karşıdaki adam duyurmak şarttır ilh...» Nite-kim selâm ve aksırmanın
cevabının verilmesinde duyurma şartı aranır. Tatarhâniye.
«Eğer sağır ise ona iki dudağının hareket ettiğini gösterecektir ilh...» Şır'anın Şerh'inde dedi ki:
«Bilmiş ol ki, onlar dediler ki: Selâm vermek sünnettir. Onu işittirmek müstahabtır. Onun cevabı ise
Farz-ı kifayedir. Onun cevabını karşıdaki adama duyurmak vacibtir. Eğer onun duyurmayacak
şekilde cevap verirse, bu farzı kifaye selâm verilen kişiden selâm almak görevi sakıt olmaz. Hatta
deniliyor ki: Selâm veren sağır ise se-lâmın cevabını veren kişiye dudaklarını kıpırdatmak ve ona
bunu göster-mek görevi düşer. Öyle ki eğer o sağır olmasaydı işitebilecekti.»
«Çünkü çocuğun kestiğinin helâl olması bunun delilidir ilh...» Kes-mekte besmele farz olmakla
beraber çocuğun besmele çekmesi kâfi geldiğine göre; çocuk bazı farzları yerine getiren
kimselerden olmuş olur. Yani bu işe ehil olur. Çocuklara selâm vermek hususunda ihtilâf
edil-miştir. Bazılarına göre selâm verilmez, bazılarına göre selâm vermek da-ha efdaldir. Fa kırı:
«Biz bu görüşü alırız dedi. Tatarhâniye.
Kadına selâm vermek ve aksıran kadının «elhamdülillah» demesine cevap vermeye gelince; Nazar
ve Kadının bedenine dokunma faslı'nda bununla ilgili sözler söylendi.
«Tek kişiye cemaat lafzıyla selâm verilir ilh...» Çünkü her kişinin beraberinde iki de Hafaza Meleği
vardır. Binaenaleyh her kişi üç kişi demektir. Tatarhâniye.
«Selâmın cevabını veren: «Ve berakâtuhu» kelimesinden fazlasını eklemez ilh...» sözüne gelince;
Tatarhâniye'de dedi ki: «Selâm veren için en efdali «Esselâmu aleyke ve rahmetullâhî ve
berakâtuhu (selâm sizin üzerinizde olsun. Allah'ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinizde olsun)»
demektir. Veberekâtühü'dan sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap veren de: «Ve
aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü» diyecek­tir.»
Yani «vav»ı ekleyecektir. Eğer «vav» harfini söylemese de kâfi gelir.
Eğer selâm veren kişi, «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» dese cevap veren bir kişiye
bu iki surette de yani: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» demek imkânı vardır. Fakat
elif-lâm'lı yani «Esselâmu...» demesi daha uygundur.
«Selâmın cevabı İle aksıranın cevabı fevridir ilh...» İbaresine gelin-ce; bu ibarenin zahirinden
anlaşılıyor ki: Özür olmaksızın bu cevabı tahir etmek, tahrimen mekruhtur. Bilahere cevap vermekle
günah kalkmaz. Ancak günah tövbe ile kalkar. T.
Tebyînu'l-Mehârim adlı kitapta şu hüküm yer almaktadır: «Aksıranın cevabını vermek çoğunluğun
görüşüne göre farz-ı kifâyedir. Şafiî'ye göre sünnettir. Zahirîlerin bazılarına göre farz-ı ayndır.
Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi vesselem buyurdular: «Cenab-ı Hâk aksırmayı sever fakat
esnemeyi karih görür. Kişi aksırdığı zaman Allah'a hamdederse, dinleyen her müslümanın ona
cevap vermesi görevi-dir.» Hadis-i Buhari rivayet etmiştir. Hadisdeki «Teşmît» kelimesi, hayır ve
bereketle dua etmek demektir. Aksıran bir kimsenin böyle bir duaya müstahak olması, ancak
Allah'a hamdetmesi takdirinde olur. Allah'a hamdetmezse duaya müstahak olmaz. Çünkü aksırmak
Allah'dan gelen bir nimettir. Aksırdıktan sonra Allah'a hamdetmezse Allah'ın nimetinin şükrünü eda
etmemiş oluyor. Nimete karşı nankörlük yapan bir kimse ise duaya müstahak olmaz. Aksırdıktan
sonra: «Elhamdülillah» veya «Elhamdülillâhirabbilâlemîn» veya: «Elhamdülillah! âlâ küllî halin»



de­mekle yükümlüdür.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...