ALIŞ-VERİŞ FASLI BEŞİNCİ BÖLÜM
İZAH
«Tırnakları kesmek ilh...» Tırnakları dişlerle kesmek mekruhtur. Çün-kü alaca hastalığı yapar. Kişi
tırnaklarını
kestiğinde, saçlarını kısalttığın-da artıkları toprağa gömmesi gerekir. Eğer çöpe atarsa
da
beis yoktur. Eğer tırnakları ve
saçlarını tuvalete veya banyoya atarsa mekruhtur. Çünkü hastalık
yapar.
Haniye.
Dört
şey toprağa gömülür: Tırnak, baştan alınan saç, hayız ve kan çaputu. İtâbiye.
T.
«Harp
esnasında tırnaklarını uzatması müstahabtır. Bıyıklarını uzat-ması gürleştirmesi de böyledir
ilh...»
Minâh adlı eserde zikredilmiştir: Hazreti Ömer bize (yani askerî birliklere) yazdı: «Düşman
arazisinde
tırnaklarınızı uzatınız. Çünkü o tırnaklar silâhtır.» Zira silah neferin elin-den düştüğü
zaman,
düşman da ona yakın ise çoğu kez o
düşmanı uzun tırnaklarıyla
uzaklaştırabilir. Bu tıpkı
bıyığın kesmesinin benzeridir. Zira bıyık kesmek sünnettir. Fakat gaziler için harp sahasında
gürleştirmek
menduptur. Bıyık gürleştirilmeli ki düşmanın gözünde daha heybetli olun-sun. T. dan
özetle.
«Tırnağı
namazdan sonra kesmek daha faziletlidir ilh...» Yani nama-zın bereketini alması için.
Müellifin
bu sözü, biraz sonra gelecek hadiste zikredeceğimiz hükme aykırıdır.
«Ancak cuma gününe tehir etmiş ise ilh...» Yani tırnaklar cidden uzamış o da buna rağmen cuma
gününe
tehir edeyim diye ısrar ediyor-sa bu,
mekruhtur.
«Hadis'te
ilh...» Zurkânî der ki: Beyhâkî Ebû Cafer el-Bakir'in Müsned'inde rivayet etti: «Allah'ın
Resulü
cuma günü'de tırnaklarını keser bıyıklarını kısaltırdı.» Bunu Ebû Hüreyre'den gelen,
senedi
zayıf olmasına rağmen muttasıl bir rivayeti
desteklemektedir. Şöyle ki: «Allah'ın Resulü cuma günü
namaza
gitmezden evvel tırnaklarını keser, bıyıklarını kısal-tırdı.» Hadisi Beyhâkî rivayet etmiştir.
Arkasından
şunu ekler: İmam Ahmed dedi ki: «Bu isnadda meçhul olan bir kişi vardır.» Suyûtî dedi
ki:
«Hülâsa olarak bu sözlerin delil yönünden ve nakil bakımından en kuv-vetlisi cuma günüdür. Bu
hususta
varit olan eserler cidden zayıf
değil-dirler. Bununla beraber
amellerin faziletleri hususunda
zayıf hadisle amel edilebilir.» Medenî.
Cerrahî
dedi: ed-Deylemî zayıf bir senedle Ebû Hüreyre'den
merfu bir hadis rivayet ediyor: «Kim ki
cumartesi
günü tırnaklarını keserse on-dan hastalık çıkar, ona şifa gelir. Pazar günü tırnaklarını
kesenden
fakir-lik çıkar, zenginlik girer. Pazartesi kesenden delilik çıkar, sıhhat girer, salı günü
kesenden
hastalık çıkar, şifa girer. Çarşamba günü kesenden vesvese çıkar, korku girer. Ona aynı
zamanda
emniyet ve şifa girer. Kim perşembe
günü keserse, ondan cüzzam hastalığı çıkar ona
afiyet girer. Kimki Cuma günü keserse ona rahmet girer, günahlar çıkar.»
«Kim
tırnaklarını değişik keserse gözleri ağırmaz ilh...» hadisine ge-lince; hadis olarak sabit
olmamıştır.
Belki birçok âlimin kelâm arasında geçmiştir. Mesela Şeyh Abdülkadir Geylânî
Gunye'sinde. İbni Kudâme Muğni'sinde zikretmektedirler. Sehâvî dedi ki: «Bunun aslına
rastlama-dım.
Fakat Hafız ed-Dimyâtî bazı
hocalardan bunu nakleder. İmam Ahmed
de bunun
müstahab
olduğunu belirtmiştir.»
Cerrahî.
Bazıları
naklediyor ki: Parmaklarını bu şekilde kesen bir kimseye herhangi bir göz ağrısı isabet
etmediği
tecrübe ile
sabittir.»
«Yani
ilh...» Hazreti Ali'nin sözünde geldiği şekliyle «muhalif olarak kesmek» sözünün
açıklamasıdır.
«Tırnaklarınızı sünnetle ve edeble kesiniz ilh...» Bazı nüshalarda Hazreti Ali'nin bu sözü nesir
olarak,
bazılarında da nazım olarak gel-miştir.
Hazreti
Ali'nin sözünde geçmekte olan «Havabis» kelimesinin her harfi bir parmağa işarettir.
Sehâvî:
«Şu gelecek şiiri söyleyen yalan söylemiştir» der ve şiiri şöy-lece nakleder: «Önce sağ
elinin
tırnaklarıyla başla tırnaklarını kesmeye. Serçe ile ortanca parmağın arasında bulunan
hınserle
başla ve gözünü aç. İkinci derecede ortanca tırnağı kes; üçüncüde -denildiği gibi- baş
tırnağını
kes; dördüncüde serçe parmağını kes ve sağ elinin ve ayağı-nın şehadet
parmağıyla işi
bitir;
bunda mücadele etme. Sol elin baş par-mağının tırnağıyla başla sonra
ortanca tırnağı kes
sonra
serçe ile or-tanca arasındaki hınser tırnağını kes;
şehadet parmağından sonra
ser-çe
parmağını
kes. Çünkü bu solun en sonudur.
İşte ey genç göz ağır-masından bu
eminliktir, bunu tut.
Sakın
bununla alay etme; bu, hadistir. Senediyle İmam-ı Murtaza
Haydar'dan rivayet
edilmiştir.»
«En
uygunu parmakları hilâllemek gibi tırnakları kesmektir ilh...» sözüne gelince: Yani evvela sağ
ayağın serçe parmağıyla başlar, sol ayağın serçe parmağıyla işi
bitirir.
Hidâye'de Ğârâib'den naklederek dedi ki: «Sağ elle başlamak ve yi-ne sağ elle bitirmek uygundur.
Yani
sağ elin şehadet parmağıyla
baş-lanır, sol elin tırnakları kesildikten sonra sağ elin baş
parmağının
tırna-ğını kesmesiyle bitirilir.
Ayakta ise bağın serçe tırnağı ile başlanır sol ayağın serçe
tırnağı
ile bitirilir.» Kuhistanî de bunu,
Mesudiye'den nakletmiştir.
«Ben
derim ki: Mevâhibulledünniye'de ilh...» sözüne gelince; Suyûtî'de bunu böyle söylemiştir:
«İmam
İbn Dakîki'l-İd bütün bu beyitleri
in-kâr etmiş ve parmakların
kesişinde özel bir şekil yoktur,
demiştir.
Bu-nun Şeriat'ta aslı astarı yoktur. Böyle kesmenin müstahab olmasına inan-mak caiz
değildir.
Çünkü müstahaplık Şer'î bir hükümdür. Mutlaka bir delili olmalıdır. Bu gibi şeyleri
kolaylıkla
kabul etmek doğru değildir.»
«Hazret! Ali'ye sonra İbn Hacer'e nisbet edilen şiir hakkında
bizim
şey-himiz; bu batıldır demiştir»
sözüne gelince; söz konusu
şiir şöyledir: «Se-nin cumartesi
günü
tırnağını kesmekte yiyip bitiren bir hastalık olur. On-dan sonraki günde kesmekte bereket
gider.
Fazîletli bir âlim bunla-rın ikisinden sonra yani cumartesiyle başlar.
Eğer salı günü tırnak
keser-sen helakten sakın. Çarşamba günü keşişinde kötü ahlâkı iras eder. Per-şembe kesişinde
zenginlik
vardır; Kim bunu meslek edinirse ona verilir. İlim ve rızık cuma günü kesişinde çoğalır.
Bunu
Peygamber'den rivayet ediyoruz. Onun yolunu izleyin.»
«Eteğini
traş etmesi müstahabtır ilh...» sözüne gelince; el-Hindiye'de: «Göbeğinin altından
başlayarak
tıraş eder. Nevre denilen tüyleri sa-yılan ilaçla oralarını alması caiz olur. Garâib'de de
böyledir. Eşbâh'ta: «Kadının etek kıllarını yolması sünnettir» denilmektedir.
«Her
hafta bir defo su ile bedenini
temizlemek müstahabtır ilh...» sözüne gelince; koltuk altındaki
kılların
sıyrılması gibi yollarla. Koltuk kıllarının sıyrılmasında traş da caizdir. Çekip yolmak daha
evlâdır.
Müctebâ'da bazılarından şu nakledilmektedir: «Yolmak da tıraş da güzeldir.»
Boğazının
üzerindeki tüyü tıraş etmeyecektir. Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre tıraş etmesinde bir
beis
yoktur. T.
Muzmârat'da
şu hüküm yer almaktadır: «Erkek için kaşlarını ve ken-disini hünsâlara
benzetmeksizin
yüzündeki tüyleri almakta herhangi bir beis yoktur.» Tatarhâniye.
«Bedenin
temizlenmesini terketmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince; tahrimen mekruhtur
demektir.
Çünkü Müctebâ'da şöyle
denilmekte-dir: «Kırk günden fazlası
mazur görülemez; kırk gün
bedeninin
temizlen-mesini ihmal eden kişi azaba müstahak olur.»
Ebussuud,
İbn Melek'in Şerhu'l-Meşârik'inden naklen şöyle diyor: «Müslim Enes İbn Mâlik'ten
rivayet etti: «Tırnakların kesilmesi bıyıkla-rın kesilmesi, koltuk altlarının sıyrılması için bize vakit
tayin edilmiştir. O da şudur ki: Kırk günden fazla bunu bırakmamalıyız.» Böyle takdirlerden-dir ki,
bunda
insan fikrinin herhangi bir dahli
yoktur. Hadis merfu gibi oluyor.»
«Sünnet
olduğu do söylenmiştir ilh...» sözüne gelince; Mültekâ'da müellif bunu, yani sünnet
olduğunu
kabul kabul etmiştir. Müctebâ'nın
ibaresi: Tahâvî'ye işaret ettikten
sonra şöyledir: «Bıyığı
dipten
tıraş et-mek sünnettir.» Mücteba bu
sözü Ebû Hânife ve iki arkadaşına nisbet et-mektedir.
Fakat
bıyıktan dudağın en yüksek kenarına eşit olacak kadar esmek icmâ ile sünnettir.
«Ağarmış telleri çekmekte bir beis yoktur ilh...» sözüne gelince; Bezzâziye'de bu söz «süs için
olmayacaktır»
ifadesi ile
kayıtlanmıştır.
Bir
Uyarma: Anfike'nin yani alt dudağın iki tarafındaki kılları kopar-mak bidattir. Garâib adlı eserde
böyle yer almaktadır.
Burundaki
kılları da çekmeyecektir. Çünkü bu hastalık yapar. Gö-ğüs üzerindeki ve
sırttaki kılların
tıraşı
edebe aykrıdır. Kınye'de hüküm böyledir.
T.
«Sakalda sünnet bir kabza olmasıdır ilh...» sözüne gelince; kişi sakalını kabzasına alır,
kabzasından
artakalanı keser. İmam Muhmmed Kitabu'l-Âsâr'da imamdan böyle nakletmiştir.
Muhît'te
buna kail olmuş-tur. t.
BİR
FAİDE: Taberânî, İbn Abbâs'tan merfû olarak rivayet etti: «Ki-şinin sakalının hafif olması onun
sadetindendir.»
Meşhur olmuştur ki sakalın uzunluğu aklın hafifliğine delâlet eder. Bazıları şu şiiri
okudu:
«Hio kimse yoktur ki sakalı
uzansın da, bu onun heybetine bir
şey ek-lesin. Ancak sakalının
artmasından
fazla aklından eksilir.»
Bir
latife: Hişam bin el-Kelbî'den naklediliyor: Dedi ki: «Hiç kimse-nin hıfzedemediğini ben
hıfzettim.
Hiç kimsenin unutmadığını ben
unut-tum. Kur'ân'ı üç günde hıfzettim.
Sakalımın
kabzeden
fazla olanını kes-mek istedim; unuttum onun yukarısından kestim.»
Hiç
bir mahlûka hâlikin isyanı konusunda itaat yoktur» sözüne ge-lince; İmam Ahmed ve Hâkim
bunu
İmrân bin Hüsayn'dan nakletmişlerdir.
Cerrahî.
«Tesir
edici mana, erkeklere kendisini benzetmesidir ilh...» sözüne gelince; yani onun haramlığını
etkileyen
neden erkeklere benzemeye
ça-lışmasıdır. Böyle bir benzemeye çalışmak, caiz değildir.
Nitekim
erkekle-rin de kadınlara kendilerini benzetmesi caiz değildir. Hatta Müctebâ'da işaret
ederek
denilmiştir: «Kadınların ip eğirdiği şekilde ip eğirmek er-kekler için mekruhtur.»
Başını
tıraş etmesine gelince ilh...» sözüne gelince; Zendevîstî'nin er-Ravda adlı eserinde
şu
hüküm
yer almaktadır: «Bcştaki saçta sünnet ya onu iki tarafa taramak veya tamamını tıraş
etmektir.»
Tahâvî de «Ba-şın tıraşı
sünnettir.» zikretti ve bu sözünü üç
âlime nisbet etmiştir.
Zahî-re'de
denildi ki: «Başının ortasını tıraş etmek ve saçlarını kıvırmaksızın salıvermekte beis
yoktun
Kıvırırsa mekruh olur. Zira
kendisini bir kısım kâfirlere benzetmiş olur. Bizim
memleketimizde ateşe tapanlar saçlarını kıvırmaksızın salıverirler. Fakat şu vardır ki; onlar
saçlarının ortasını tı-raş değil de alınlarının üzerindeki saçları keserler.» Tatarhâniye.
T.
dedi: «Saçlarının bir kısmını tıraş etmek ve üç parmak kadar bir kısmını başın etrafında
terketmek
mekruhtur.» Garâib'de de böyle vârid olmuştur. Yine Garâib'de şu hüküm de yer
almaktadır: «Seleften ba7i-lan yani bıyıklarının etrafını bırakırlar (yani bıyık bükerler)
di.»
«Rivayet edilmiştir ki: Bir saat ilim müzakeresi, bir gece ibadet et-mekten daha hayırlıdır ilh...»
sözüne
gelince; Beyhakî, İbn Ömer'den rivâyet ediyor: «Din hususundaki fıkıhtan
(bilgi sahibi
olmaktan)
daha üstün bir şeyi Allah'a ibadet edilmiş değildir.»
Bezzâziye'de
denildi ki: «İlim ve îlkinin
talebi, niyet doğru olduğu za-man, bütün hayırlı
amellerden
daha
üstündür. İlmi artırmakla meşgul ol-mak da niyet sahih olursa şöyledir. Çünkü ilmin menfaati
daha
geneldir. Şu şartla ki, ilim talebi kişinin farzların aksatmasın. Niyetin sıhhatli olu-şu, ilimle
mal,
mevki kastetmeksizin Allah'ın
rızasını kasdetmektedir. Eğer cehaletten çıkmak, halka yarar
sağlamak, ve ilmi ihya etmek niyetindeyse niyeti yine de halistir, denilmiştir. Kur'ân'ın bir kısmını
öğrenmiş
ve o arada boş bir zaman bulduysa en
faziletlisi fıkıhla meşgul olmaktır. Çünkü Kur'ân-ı
hıfzetmek
farz-ı kifâyedir. Öğrenilmesi
zorunlu fıkıh bil-gisinin,
öğrenilmesi ise farz-ı ayndır.
Hazâne'de
dedi ki: «Fıkıh'ın tamamı zorunludur.» Menâkıb'da dedi ki: «Muhammed bin Hasan
insanlar
için ezberlenmesi lazım. Haram ve helâl ile ilgili ikiyüzbin mesele ortaya koy-du.» Bizim
daha
önce Kitabın Mukaddimesinde naklettiğimize bak!
«Kişi
anne ve babasının izni olmaksızın dahi ilim tahsili için gidebilir ilh...» Yani anne-babasının
geçimlerini kendisi sağlamıyor ve zengin ise-ler; onların telef olmalarından korkmuyorsa.
Hâniye'de şu hüküm yer olmaktadır: «Eğer kişi hacca gitmek isti-yorsa babası da buna razı değil
ise,
fakîhler derler ki: «Eğer babası onun hizmetine muhtaç değil ise, babasının rızası olmaksızın
hacca
gitmesin-de bir beis yoktur. Aksi takdirde babasının izni olmadan gidemez. Eğer anne ile
baba
onun nafaka vermesine muhtaç
iseler; o da onlara tam bir nafaka bırakmaya muktedir değil
ise
veya böyle bir nafakayı bırak-maya muktedir olup, ancak yolun büyük bir ihtimalle korku ve
tehlikesi
varsa; bu takdirde gidemez. Eğer yolun büyük bir ihtimalle tehlikesiz ol-duğu sanılıyorsa
gidebilir.»
«Bazı
rivayetlerde: Kişi anne ile babasının izni olmadan cihada çı-kamaz. Eğer sadece birisi izin
verirse
çıkmaması daha uygundur. Çünkü
onların ikisinin hakkını gözetmek
farz-ı ayndır. Çihâd ise
farz-ı
kifâyedir. Eğer ebeveyni hayatta yok ise, iki dedesi iki ninesi var ise, babanın ba-bası ve
annenin
annesi ona çıkma iznini verirse, babanın annesi ile an-nenin babası vermezse o vakit
çıkmasında bir beis yoktur. Çünkü izin verenler
ebeveynin yerine kaim olmuşlardır. Eğer iki baba
izin
verirse başkasının iznine iltifat
edilmez. Tabi bu hüküm cihâd seferinde böyle-dir. Eğer ticaret
seferinde
veya hac seferinde ise, ebeveynin izinleri olmasa dahi beis yoktur. Fakat şu şartla ki
onlar
onun hizmetine muhtaç olmamalıdırlar. Çünkü hizmetine muhtaç olmadıkları takdirde gitmesi
onların
haklarını iptal etmek değildir. Fakat yol, deniz gibi korkulu bir yol ise; ancak onların izni ile
çıkabilir. Velevki onlar onun hizmetine muhtaç değiliseler de. Eğer ilim talebesi ilim için çıkıp gider
aile
efradını baka-cak kimseleri olmaksızın terk ederse bu meselede aile efradının hakkı-nı
gözetmelidir.»
«Eğer
sakallı ise ilh...» sözüne gelince; bundan anlaşılıyor ki; Dürer'in gelecek kelâmında
«tüysüz"ün hükmü., sakallı olan kişinin hükmü-nün hilâfınadır. Zira eğer sakalının olmaması
hususunda
özür sahibi ise. yani köse ise, onun
hakkında daima fitneden korkulur. Çünkü bazı
fâsıklar
köseyi tüysüze tercih ederler.
«Bunun
tamamı Dürer'dedir ilh...»
sözüne gelince; Dürer'de dedi ki: «Eğer kişi tüysüz, sakalsız ise
anne
ve babası onu seferden men etmeye
yetkilidirler. İlimden maksatları ise; şer'î ilimler ve
insanların
hayatında yararlı olan ilimlerdir. Kelâm ve benzeri ilimler burada kastedilmemektedir.»
Çünkü
gelen rivayete göre İmam Şafiî şöyle demiştir: «Kulun Al-lah'ın
huzuruna büyük günahlarla
çıkması, Kelâm ilmiyle çıkmasından daha hayırlıdır.» Madem ki İmam-ı Şafiî zamanında mütedavil
olan
Kelâm İlminin hali bu olduğuna göre
acaba felsefecilerin hezeyanlarıyla kar-makarışık ve
onların
asılsız sözleriyle kapalı bulunan
Kelâm hakkında ne demeli?»
«Onu
onda olan şeylerle gıybet değildir ilh...» sözüne gelince; böyle bir kimsenin sıfatlarını halk
ondan
sakınsın, onun orucuyla, namazıyla aldanmasın diye zikretmek gıybet olmaz. Çünkü
Tabarânî,
Beyhâkî ve Tirmizî şunu rivayet
ettiler:«Siz fâcir bir kimseden söz etmenin gıybet
olacağından
çekinir misiniz? Onu ondaki sıfatlarla ilan ediniz ki halk on-dan sakınsınlar.»
«Yazı
ile dahi olursa ilh...» sözü ile kişinin babasına yazılan yazı kas-tedilmektedir. Sultan da bu
hususta
baba gibidir. Eğer yazıyı yazan kişi, adaletle bilinen bir kişi ise Kifâyetu'n-Nehr'de de yer
aldığına
göre, «Bu yazıya sultan veya babanın buna itibar etmesi lazımdır. Buradan anla-şıldığına
göre;
hâkimin itham edilen kişiyi itham tesbit edilmemiş olsa bile tazir cezasına çarptırmak yetkisi
vardır.
Binaenaleyh hazır bulunan kişi tarafından herhangi bir kimse hakkında yazılan bir şeye
binaen
hukukullâh ile ilgili ise, onunla amel edilir.» Ta'zîr'den söz ederken bu konu geçti.
«Bunun
tamamı Dürer'dedir ilh...»
sözüne gelince; Dürer bu sözü Hâniye'den naklediyor.
Hâniye'nin
ibaresi
şudur: «İki eş arasında, sultan ile raiye ve asker arasında da hüküm böyledir. Emribilmaruf,
onların
on-dan imtina ettikleri
bilinirse vacib
olur.»
«Onun
günahı yoktur ilh...» sözüne gelince; en uygunu bu ibareyi hazfetmekti. Veya bir atıf vav'ını
«o
gıybet olmaz» cümlesinden önce ge-tirmek gerekirdi. Ta ki metin şerhe bağlanmış olsun.
«O
gıybet olmaz ilh...» sözüne gelince;
çünkü bu söz gıybeti yapılana ulaştığı zaman üzülmez.
Çünkü
bu kişi onun adına şiddetle esef eden elde edemediği için üzülür. Fakat bu da kişinin
ihtimam
göstermesinde doğru olması şartına bağlıdır. Aksi takdirde kişi hem gıybetçi, hem
mü-nafık,
hem riyakâr, hem de nefsini tezikiye
eden olur. Çünkü, müslüman
kardeşine hakaret
etmiş,
gizlediğinin hilafını ortaya koymuş ve halka da, nefsi içinde başkası içinde bu işten
hoşlanmadığını
ilan etmiştir. Kendi-sinin açıkça gıybet etmiyorum deyip salah ehlinden olduğunu
hissettir-mek
istemiş, gıybeti konuya önem verdiği için yapıyorum intibaını vere-rek yapmıştır.
Böylece çirkinliklerin çok çeşidini bir araya getirmiş olu-yor. Cenâb-ı
Hâk'tan korunmayı talep
ediyoruz.
«O
gıybet değil ilh...» sözüne gelince;
Muhtâr'da şu hüküm yer al-maktadır:
Gıybet ancak belli
olanlar
için bahis
konusudur.»
«Çünkü
gıybet yapan, sözüyle bütün bunları
kastetmemektedir.» sözünden anlaşıldığına göre; eğer
bütün
bunları kastederse, o zaman gıybet
olur. Düşün.
«Meçhul
bir kimsenin gıybeti mubahtır
ilh...» ibaresine gelince; bil-miş ol ki: Gıybet Kur'ân'ın
nassıyla
haramdır. Gıybet yapan bir kişi ölü kardeşinin etini yiyene benzetilmiştir. Çünkü kardeşin
eti
yabancının etin-den daha çirkindir. Ölünün eti de dirinin etinden daha çirkindir. Nasıl ki kişiye
kardeşinin
eti haram ise. onun namusuna dil uzatmak da haram-dır. Allah'ın Resulü buyurdu ki:
«Müslümanın
tamamı diğer bir müslümana haramdır. Kanı, malı ve namusu.» Hadisi Müslim ve
başkaları riva-yet etmişlerdir. Binaenaleyh gıybet ancak zaruret anında ve bu metin ve şerhte gecen
yerlerdeki gibi zaruret kaderi yapılabilir.
Fakîh
Ebû'l-Leys'in telifi olan Tenbihü'l-Gâfîlîn adlı eserinde şu hü-kümler yer almaktadır: «Gıybet
dört
türlüdür: A- Birinde gıybet
küfür-dür. Şöyle ki adama: «gıybet etme» deniyor. O da «Bu gıybet
değildir,
der. Çünkü ben bu sözümde doğruyum» işte bu takdirde bu adam kesin delillerle haram
olan
bir şeyi helâl kabul ettiğinden
dolayı, küfre kay-mıştır. B- Diğer bir şekilde gıybet münafıklıktır.
Meselâ,
tanıyan bir kimsenin yanında adamın ismini anmaksızın gıybetini yapıyor. İşte bu kişi
gıybet etmiştir ve kendisini gıybet edici
olmayarak göstermiştir. İşte bu
nifaktır. C- Diğer bir şekle
göre
gıybet, haram bir masiyettir, gü-nahtır. O da muayyen bir kişinin gıybetini yapman ve bunun
masiyet
ol-duğunu bilmendir. Bu kişiye tövbe gerektir. D- Diğer bir şekliyle gıy-bet mubahtır. O da
fâsıklığını
ilân eden bir kişinin veya bidat sahibinin gıybetini yapmaktır. Eğer halk fâsıktan
çekinsinler diye bir fâsıkın gıybe-tini yaparsa, bu gıybetten sevap alır; çünkü -bu münkeri
nehyetmek kabilindendir.»
Ben
derim ki: Mubah olması, gelecek konuların bazılarında da olduğu gibi vacib olmasına ters
düşmemektedir.
«Çirkin
bir şeyi açığa vuran ilh...» dan maksat, çirkini işlerken giz-lenmeyen, ona: «Sen şu çirkini
yapıyorsun» denildiğinde hiç etkilenme-yen kişidir. İbni Şıhne Tebyînu'l-Mehârım adlı kitabında
dedi
ki: «Böyle bir kimseyi açıkça işlemekte olduğu günahları işliyor diye gıybet etmek caiz olur.
Başka
yönlerini söylemek caiz değildir. Allah'ın Resulü (Selât
selâm onun üzerine olsun) buyurdu
ki
«Kim ki haya peçesini yüzünden atarsa, artık onun aleyhinde söylenen sözler gıybet olmaz.» Kişi
haram-ları
gizlice işliyorsa onun gıybeti caiz olmaz.»
Ben
derim ki: Halk arasında: «Namazı terkedenin gıybeti yoktur» diye şöhret bulan iddiaya gelince;
eğer
bundan maksat onun bu durumundan söz
etmek ise, o da açıkça namaz kılmıyorsa bu söz
doğrudur.
Aksi takdirde doğru değildir.
«Musaharat
(yani dünürlük kurmak) için ilh...»
En uygunu burada «Meşveret: yani
istişare etmek»
tabirini
kullanmaktı. Nikâh meselesinde, yolculuk, şirket, komşuluk emaneti yanına bırakmak ve
benzeri
konular-da kişi emin midir değil midir diye istişare edecek olursa; bu konuda nasihat
maksadıyla
kişi hakkında bildiklerini söyleyebilir.
«Halkı
sakındırmak için kötü itikade sahip olanın ilh...» Yani bir bidat sahibi olup, bidatini gizler,
anada
sırada elde ettiği insanlara ifşa eder kimse ise; eğer bidatini açıkça işliyorsa o açıkça fâsıklık
yapanın
hükmüne dahil olur. Yani gıybeti
yoktur. Düşün. En uygunu burada
«tahzir» tabirini
kullanmaktı. Ta ki itikadın kötülüğünden sakındırmayı ve metinde namaz kılıyor, oruç tutuyor, halka
zarar
veriyor şeklindeki ifa-deleri de kapsamış olsun.
«Hakime
zulm dolaylıyla şikâyet etmekte de (gıybet yoktur) ilh...» sözüne gelinse; «falan şu şeyle
bana
zulmetti» diyecektir ki, hâkim
hak-kında adaletle hükmedebilsin.
BİR
EK :
Bu
beş meseleye altı mesele daha eklenir. O altı meselede ikisi me-tinde geçti. Birincisi, zalimi
durduracak
güçte olan bir kimseden yardım istemek, «ikincisi ihtimam vererek onu zikretmektir.
Üçüncüsü,
fetva is-temektir. Tebyînü'l-Mahârım'da dedi ki: «Müftüye; falan adam bana şöyle
zulmetti
ondan kurtuluş yolu nedir? diyecektir. En sağlamı şudur: Kişi diyecektir ki: Babası veya
oğlu
veya halktan birisi kendisine şöyle şöyle zulmetmiş bir kimsenin hakkında ne dersin? Fakat
bu
kadarını sarahaten söylemek
mubahtır.»
Çünkü
müftü, onun tayin etmesiyle beraber,
mübehem geçmesinde anlamayacağı şeyleri
anlayabilir.
Nitekim İbn Hacerde böyle söylemiştir. Müslim ve Buhârî'nin
ittifakla rivayet ettiği bir
hadis
şu şekildedir: «Ebû Süfyân'ın hanımı Hind (Allah kendisinden razı olsun) Allah'ın Resulüne
dedi
ki: Ebû Süfyân cimri bir kişidir. Bana ve çocuğuma kâfi gelecek miktarı vermiyor. Ancak ondan
bilmediği
halde aldığım mal vardır. Al-lah'ın
Resulü buyurdu: «Sana ve çocuklarına normal bir
şekilde
kâfi ge-leni al.»
Dördüncüsü,
bir köleyi satın almak isteyen
kişiye o kölenin ayıbını söylemek ve açıklamak. Mesela,
onun
hırsız veya zâni olduğunu müşte-riye
söyler. Eğer müşterinin satana kalp para verdiğini
görürse;
«Şun-lar karışık paralardır bundan sakın» diyebilir.
Beşincisi; tarifi kasdetmektedir. Yani adam topal gibi, şaşı gibi bir lakapla bilinmekte ise, öyle
diyebilir.
Altıncısı; hadis râvilerden, şahitlerden, müelliflerden ceh edilmiş ya-ni zayıf sayılmış kişileri zayıf
saymak.
Bu caizdir; hatta Şeriatı
korumak için
vâcibtir.
Böylece vacib olan gıybet yeri onbire çıkmış oldu. Onları şu şiirim-le derlemiş bulunuyorum:
«İnsandan
hoşuna gitmeyen bir şekilde sözetmek haramdır. Ancak on meselede ve bunlardan
sonra
bir meseleden helâldir: (1) Zalimin zulmünü söyle, (2) Şeririn şerrini,
(3) Mecruhları ceh et, (4)
Açıktan
günah işleyeni belirt, (5) Meçhul bir kimseyi bilinen laka-bıyla belirt, (6) Kasden bir kimseye
hile
yapmayı ortaya koy, (7) tarif et, (8) Fetva istemem de böyledir, (9) yardım istemek de, (10) Men
edicinin
katında yardım istemek de böyledir. (11) Muannit -bir kimsenin
zulmün-den de
sakındır.»
«Gıybet,
fiile de olur ilh...» sözüne
gelince; hareket gibi, işaret gi-bi göz kırpma ve ileride gelecek
benzerleri
gibi.
«Tarizle
de olabilir ilh...» Meselâ bir şahsın sözü geçiyorken: «Bizi şu ayıplardan
kurtaran Allah'a
hamdolsun»
der. İşte bu, «sarih ola-rak» ifadesinin karşılığıdır.
«Yazı
ile de olabilir ilh...» Çünkü kalem iki dilden birisidir. Şir'at'te: «yazı» kelimesi yerinde «kinaye»
kelimesi kullanılmıştır.
«Hareketle de olabilir ilh...» Mesela, bir insan bir başkası yanında hayırla anılırken; O da «Onun iç
yüzünü
bilmiyorsunuz» kabilinden ba-şını sallarsa, gıybet olur.
Düşün.
«Remizle
ilh...» Kamûs'ta remiz, dudaklarla, gözlerle, kaşlarla, ağız-la, dille veya elle işaret etmek
demektir.
«Gıybet
ölü olsa dahi müslüman kardeşinin
kulağına gittiği zaman hoşuna gitmeyen şeyle
vasıflandırmanda
ilh...» Zımmî bir kimse de müslümanın hükmündedir. Çünkü bizim lehimize ne
varsa
onun da lehinedir; aleyhimize ne varsa, onun da aleyhinedir. Musannifin «müstemin»;
bahsinde;
«bu kişi bir sene yanımızda kalıp kendisine cizye yüklendikten sonra eziyetten kaçınılır;
müslüman
gibi onun da gıybeti haram olur.» ifa-desi daha önceden geçmişti. Bu ibarenin
zahirinden
anlaşıldığına göre, harbî bir kâfirin gıybeti söz konusu
olmaz.
«Gaib
olduğu halde ilh...» şeklindeki ibareye gelince; bu kayıt yani «gaiblik» kaydı, gıybet
kelimesinin lügavî manasından alınmıştır. Zira ge-lecek hadiste ayrıca zikredilmemiştir. Zahire
göre,
eğer kişi müslüman kardeşinin hoşuna gitmeyeni yüzüne söylerse gıybet olmaz, ona küfür ve
hakaret
olur. Bu da öncelikle haramdır. Çünkü gıybetten daha fazla
müslümanı rahatsız eder. Hele
gıybet, gıybeti yapılanın kulağına gitmez-den önceki halinden daha şiddetlidir. Bu aynı zamanda
Cenâb-ı
Hâk'ın: «Nefislerinizi işaretle ayıplamayınız» buyruğunun iki tefsirinden biridir. Bazıları
gıybeti tarif ederken şunu söylemiştir: «Gıybet kişide
bulunan ayıpları arkasından söylemektir.»
Bazıları
da: «Onun yüzüne söylemek-tir» diye tarif etmişlerdir.
«Ebû
Hureyre'den gelen hadis ilh...»
Müslüm Sahîh'in'de ve bir baş-ka
grup da rivayet etmişledir.
«Bu
kişinin hoşuna gitmeyen ilh...» isterse bedenindeki, nesebinde-ki, ahlâkındaki, fiilindeki,
sözündeki
veya dinindeki bir eksiklik olsun. Hatta elbsesinde, evinde veya bineğinde olan bir
eksiklik de gıybet olur. Nitekim bu Tebyînu'l-Meharim'de böyle yer almaktadır. T. dedi ki: «Dik-kat
et,
eğer akıllı olmayan çocuğun
hakkında, akıllı olduğu takdirde ho-şuna gitmeyen bir şey söylerse
ve
o çocuk aynı anda o sözlerle eziyet duyacak akrabalarından bir kimse yok ise, bu gıybet olur mu
olmaz
mı?» İbn Hacer': «Çocuğun ve delinin gıybeti haram kesinlikle haramdır» de-miştir.
«O
zaman ona bühtan etmiş olursun
ilh...» Yani büyük iftirada bu-lunmuş olursun. Zira bühtan sözü
edildiğinde
şiddetinden insanı hayrete düşüren
bir bâtıldır. Şir'at Şerhin'de de hüküm böyle yer
almaktadır. Ay-nı Şerhte şu hüküm de vardır: «Gıybeti dinleyen reddetmedikçe gıybetin günahından
kurtulmaz.
Eğer gıybet yapanın şerrinden korkarsa kalbiy-le inkârda bulunacaktır. Eğer kalkıp
gitmeye gücü var ise veya konuşma ile konuyu değiştirebilecekse bunu yapmazsa yine günahkâr
olur.
İhya' da da hüküm böyledir.»
Varit
olmuştur ki: «Gıybeti dinleyen gıybet yapanlardan birisidir» buyruğu ile; «Kim ki, gıyabında
müslüman
kardeşinin namusunu korur-sa, Allah'ın onu ateşten kurtarmasına hak kazanır.»
buyruğu varit olmuş-tur. Bu son hadisi İmam
Ahmed Hasen bir senedle ve bir başka
ce-maat
rivayet etmişlerdir.
«Eğer
gıybet daha gıybeti yapılanın kulağına varmazdan evvel ilh...»
Bu
ibare hadisin bir parçası değildir. Başlı başına bir sözdür.
Alimlerden
bazıları dedi ki: Gıybet eden adamın sözü, gıybeti yapı-lanın kulağına gitmezden önce
tövbe
ederse, gıybeti yapılandan helâl-lik dilemeksizin tövbesi faide verir. Eğer gıybet
tövbeden
sonra
gıybeti yapılanın kulağına varırsa, bu. kişinin tövbesi iptal olmaz denildi. Belki Cenâb-ı Hâk
ikisini
de affeder. Birincisini tövbesinden ötürü, ikincisini de başına gelen meşakkatten ötürü
affeder.
Bazıları da: «Böyle bir kim-senin
tövbesi askıdadır; eğer gıybeti yapılan gıybet kulağına
gitmezden
önce ölürse gıybetçinin tövbesi sıhhatlidir. Eğer gıybet ölümden önce kulağına varırsa
gıybetçinin tövbesi sahih değildir. Bilakis kişi gidip gıy-betini yaptığı kimseden helâllik istemeli,
bağış
talebinde bulunmalıdır. Eğer kişi bir bühtanda bulunursa, kimlerin yanında konuşmuşsa
onlara
gidip nefsini yalanlaması da gerekir.» Bunun tamamı Tebyînu'l-Mehârim adlı
kitapta yer
almaktadır.
«Aksi takdirde gidip ona gıybetinin hepsini
açıklaması şarttır ilh...» Yani istiğfar ve tevbe ile birlikte
ona
konuşmalarını açıklayacak ve özür dileyecek ki, o da onu affetsin. Önce gıybeti yaptığı kişiyi
mübalağalı
bir şekilde övecektir. Kendisini ona sevdirmeye çalışacaktır. Ve onun kalbini hoşnut
edinceye
kadar buna devam edecektir. Eğer
kalbi buna rağmen hoşnut olmazsa, onun o özür
dilemesi
ve sevgiyi oluşturmaya çalışması
bir iyilik olur. Ahirette o iyilikle gıybetin kötülüğünü
karşılar. Özür dilerken de ihlâslı olmalıdır. Ama aksi takdirde bu ikinci bir günah olur. Belki de
hasmının
onun 'boynunda ahirette 'bir alacak
hakkı da kalmış olur. Çünkü eğer hasım, bilse ki bu
gıybetçi adam özür dilemesi de sa-mimi değildir, ondan razı olmaz. Bu durumu İmam-ı Gazâlî ve
başkaları söylediler. Yine Gazâlî şöyle dedi:
«Eğer ortaklıktan çekilir veya ölürse, iş işten geçti
demektir.
Ve bu durum ancak çok haseneler yapmak sure-tiyle telâfi edilebilir. Ta ki kıymette bu
haseneler o gıybete karşılık olarak alınsın. Gıybeti yapılana gıybeti tafsil etmesi de gerekir. Ancak
eğer
taf-sil etmek gıybeti yapılana zarar verirse, o zaman tafsilden vaz geçe-cektir. Mesela kişinin
gizlemeye
çalıştığı bir ayıbını söylemek
olmaz. An-cak üstü kapalı olarak bu konularda ondan
helâllik
talebinde
bulunur.»
Molla
Ali el-Karî Mişkât Şerhi'nde dedi ki: «Acaba: Ben senin gıy-betini yaptım, hakkını helâl et
demek
kâfi gelir mi? Yoksa gıybette ne kullanılmış ise onu açıklaması mı lazımdır? Alimlerimizden
bazıları: Gıy-bet konusunda ancak kişinin gıybeti bitmesiyle gıybet affedilir. Eğer ona
bildirmek
fitneyi kabartacağı bilinirse o zaman onun için Allah'dan af talebinde
bulunacaktır. Meçhul hakları
ibra
etmek, biz Hanefîlerin ka-tında caiz olması buna delildir. Gıybeti yapılanın gıybet yapanı ibra
et-mesi
müstahaptır.»
El-Kınye'de şu hüküm yer almaktadır: «Özür için hasımların el sı-kışması helâllik dilemektir.»
Nevevî'de der ki: Tahâvî'nin Fetâvâsı'nda şunu gördüm:
«Gıybet konusunda pişmanlık ve
istiğfar;
gıybet, gıybeti yapılanın kulağına varmış olsa bile kâfidir. Varislerin helâl etmesine de itibar
edilmez.»
METİN
Bir
selâm vermek, hediye vermek, yardımda bulunmak,
beraberce oturmak, beraberce konuşmak,
latife
yapmak, ihsanda bulunmak sure-tiyle dahi olsa sıla-i rahim vacibtir. Zaman zaman
akrabalarını ziyaret edecek ki, sevgisi artsın. Hatta akrabalarını her cuma haftada bir defa veya ayda
bir
defa ziyaret edecektir. Onların
ihtiyaçları varsa geri çevirmeyecektir. Çünkü ihtiyaçları geri
çevirmek
hadiste: Sıla-i Rahm'i kesmekten sayılmıştır: «Cenab-ı Hâk, sıla-i Rahim yapana yakın
olur;
kesen- den daha uzak olur.» Başka bir hadiste: «Sıla-i Rahim ömrü arttırır» denilmektedir.
Bunun
tamamı Dürer'dedir.
Müslüman,
zimmet ehline eğer onların yanında görülecek bir ihti-yacı varsa, selâm verir. Aksi
takdirde
selâm vermesi mekruhtur. Sahih de budur. Nitekim müslümanın zimmi ile müsafahası da
mekruhtur.
Sa-rihin nüshalarında böyledir.
Metinlerin çoğunda da böyledir. Ancak me-tinlerde
selâm
verir lafzı varit olmuştur. Ben onu bu şekilde tevil ettim. Fakat metinin bazı nüshalarında
selâm
vermez ibaresi vardır. Bu en doğ-ru
ve en güzelidir. Anla.
Buhârî
Sarihi Aynî: «İslâm'ın hangisi daha hayırlıdır?» sorusuna karşı Cenab-ı Peygamber: «Yemek
yedireceksin, tanıdığın ve tanımadı-ğın kimselere selâm vereceksin» hadisi ile ilgili olarak şunları
söyler: «Bu genel ifade Müslümanlara mahsustur. Bir müslüman birinci planda kâfire selâm
vermez.
Çünkü şu hadis vardır: «Yahudi ve Hıristiyanlara se-lâm vermek hususunda ilk başlayan
siz
olmayınız. Onlardan herhangi bi-risi
ile yolda karşılaşırsanız onu yolun
en dar kısmına
sıkıştırın.» Hadis-1 Buhârî rivayet etmiştir. Fâsık
bir kimse de başka bir delille bu genelden tahsis
edilir,
yani ayrılır. Kendisi hakkında şüphe olan bir kimse ise, asıl olan genellik üzere baki
kalmasıdır; yani selâm verir. Ta ki özelliği sabit oluncaya kadar. Şu zikredilen hadis İslâm'ın
başlangıcında idi ve arayı bulmak maslahatı içindi, sonra nehy vârid oldu. demek mümkün-dür.»
Hıfzedilsin.
Eğer
bir Yahudi, Hıristiyan veya bir
mecusî bir müslümana selâm verirse onu almakta herhangi bir
beis
yoktur. Lakin «Ve Aleyke»den
baş-ka bir ifade kullanmayacaktır. Hâniye'de de hüküm
böyle yer
almıştır.
Eğer bir zımmîye tebcil maksadıyla selâm verirse küfre girmiş olur. Çün-kü kâfiri tebcil ve
tazim
etmek küfürdür. Eğer bir mecusîye tebcil niye-tiyle: «ey üstâz» dese küfre girmiş olur.
el-Eşbâh'da
da hüküm böyle yer almaktadır. el-Eşbâh'da şu hüküm de vardır: «Eğer bir zımmîye
Allah
se-nin bekanı uzatsın» derse kalbinde «belki müslüman olur» diyorsa veya «zelil olarak
haracı
müslümanlara verir» diyorsa bu sözde
bir beis yok-tur.»
Dilencinin
selâmını reddetmek vacib değildir. Çünkü o selâm için değildir. Hutbe okunduğu zaman
selâm
verenin selâmını almak da va-cib değildir. el-Eşbâh'da şu hüküm de yer alıyor: «Bir insanın
evine
gel-diğinde selâm vermezden önce
içeri girmeye dair izin istemesi gerekir. Sonra girdiğinde
evvelâ selâm verecek sonra konuşacaktır. Eğer bir hüküm hususunda ise evvela selâm verir, sonra
konuşur.
Eğer: «Ey Zeyd sana selâm olsun» derse başkası selâmı alsa, Zeyd'in boynunda selâmı
almak
görevi kalkmaz. Eğer: «Ey falan» dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse, başka birisi
selâmın
cevabını verirse selâm alınmış olur. Cevap vermekte aksıran cevabını vermekte kişiye
duyurmak vacibtir şarttır. Eğer kişi sağır ise iki dudağının kıpırdanmasını ona gösterecektir.»
Ben
derim ki: Mubteğâ'da: «Eğer aklı eren bir çocuk selâmı alırsa diğer-lerinin boynunda selâmın
cevabı
sakıt olur, demektir. Çünkü akıllı bir çocuk az da olursa farzı ikâme eden kimselerdendir.
Çünkü
onun kes-mesi helâldir. Bazıları çocuğun selâm almasıyla selâm alınmış olmaz, dediler.»
El-Müctebâ'da
şu hüküm yer almaktadır: «İhtiyar bir kadının cevap
vermesiyle de selâmın cevabı
diğerlerinden
düşer. Genç bir kadının, ço-cuğun, delinin cevap vermesi cevabı iskat eder mi etmez
mi
konusunda iki görüş vardır.»
Taciye'nin zahirinden, sakıt olmamasının tercih edil-diği
anlaşılmaktadır.
Tek
kişiye dahi cemaat lafzıyla selâm verecektir. Selâmın cevabı da böyledir. Cevabı veren bir kişi
«Ve
berekâtuhu» kelimesinden fazla eklemeler yapmayacaktır. Selâmın cevabı ile aksıranın
cevabını
vermek fevridir, yani hemen olmalıdır.
Yazılı
Selâmın cevabını vermek de,
selâmı almak gibidir. Eğer baş-kasına: Falan adama selâm
söyle» dese ona selâmını söylemesi vacib
olur.
Fâsık
kişiye selâm vermek eğer alemî bir fâsık ise mekruhtur. Aksi takdirde mekruh değildir. Yemek
yiyen gibi hakikaten cevap vermekten aciz olana veya namaz kılan, okuyan gibi Şer'an âciz olan
kimseye
se-lâm vermek de mekruhtur. Eğer
buna rağmen selâm verirse cevabı müs-tahak
olmaz.
Biz
namazı ifsâd eden şeyler konusunda
bunun mekruh oluşunu yir-mi küsur yerde söyledik. Ve
dedik
ki: Selâmın cevabı, «selâmun aleyküm» şeklinde vacib değildir. Eğer kişi bir eve girerse ve o
evde
hiç kimseyi görmezse: «Selâm bizim
ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine ol-sun»
diyecektir.
İZAH
«Sıla-i
rahim vaciptir ilh...» Kurtubî
Tefshi'nde: Sıla-ı rahim vacib oluşunda ve onu kesmesinin
haram
olduğunda ümmetin icma ettiğini
naklediyor. Çünkü bu hususta Kitab ve Sünnetten
kesin
deliller
vardır. Tebyînu'l--Mehârîm'de dedi ki: «Sılası vâcib olanların kimliği hususunda ihtilâf
etmişlerdir.
Bazıları demiştir ki: «O, muharrem olan her yakının akrabalığıdır.» Başkaları da: «İster
muharrem
olsun isterse olmasın bü-tün akrabalardır.» dediler.»
İkinci
görüş, metin ifadesinde mutlak zikredilmesinin zahirinden an-laşılmaktadır. Nevevî, Müslim
Şerhi'nde
şöyle der: «Bu en doğrusudur. Bunun
doğruluğuna birçok hadislerle
istidlal etti. Evet
akrabaların dere-celeri değişik olur. Mesela anne ile baba diğer mühimlerin hepsinden daha
öncedir,
der. Diğer mahremler ise, diğer akrabalardan daha şehid-dirler. Hadislerde
Tebyînu'l-Maharim'de beyan edildiğine göre
bütün bunlara işaret
vardır.
«Bir
selâmla dahi olursa ilh...» Tebyînu'l-Maharim'de şöyle der:
«Eğer akrabaları başka yerde iseler,
mektup
göndermek suretiyle onlara sıla-i rahim yapacaktır. Eğer onlara gitmeye gücü yetiyorsa
gitmek
ef-daldir. Eğer anne ile babası varsa ve onlar gelmesini istiyorlarsa mektup kâfi değildir.
Onun
hizmetine muhtaç olurlarsa da durum
böyledir. Ba-badan sonra büyük kardeş baba
yerindedir.
Dede de -ne kadar yukarı-ya giderse gitsin- baba
yerindedir. Büyük kız kardeş de teyze
de
sıla-i rahim konusunda anne yerinde
sayılırlar. Bazı görüşlere göre
amca baba gibidir.
Bunlardan
başka diğer akrabalar ise, onlara mektup veya hide-ye göndermek kâfi gelir.» Bunun
tamamı
Tebyînu'l-Maharrim'dedir.
Sonra,
bilmiş ol ki sıla-i rahimden maksat, onlar sana sıla-ı rahim yaptıkları zaman sen de onlara
karşılık yapacaksın demek değildir. Çün-kü bun karşılıklı iyilik denilmektedir. Asıl onlar sana
sıla-ı
rahim
yap-masalar dahi onlara sıla-ı
rahim yapacaksın. Zira Buhârî ve başka mu-haddisler şunu
rivayet ettiler: «Karşılık veren kişi, Sıla-i rahim yapan de-ğildir. Sıla-i rahim, sen onun rahmini
kestiğin
halde yine de onu bitiş-tirmeye çalışan kimsenin
yaptığıdır.»
«Onları
aralıklı ziyaret edecektir ilh...» İbaredeki «ğıbben» kelimesi bir şeyin neticesi demektir.
Ziyaret konusunda bu kelime, haftada bir de-fa demektir. Şir'a'nın Şerhinde: «ğıbben» kelimesi, bir
gün
ziyaret et-mek bir gün ziyaretsiz bırakmak demektir. Bunda bir nevi zorluk oldu-ğundan
dolayı
müellif
«ğıbben»in yorumunda en kolay kısmını seçti. Her hafta, veya her ay akrabalarını ziyaret
edecektir. Nitekim bazı rivayet-lerde böyle rivayet olmuştur.
«Sıla-ı
rahim ömrü artırır ilh...» sözüne gelince; «rızkı artırır» riva-yeti de vardır. Zira Müslim ve
Buharı
şu rivayeti yaparlar: «Kim rızkının
genişlemesini ve ecelinin tehir edilmesini istiyorsa sıla-i
rahim
yapsın.»
Fakih
Ebû'l-Leys Tenbihü'l Gafilin adlı
kitabında dedi ki: «Ömrün
ar-tışında ihtilâf vardır. Bazıları
zahirinden
anlaşıldığı gibi artar, dediler. Ba-zıları da artmaz, çünkü Cenâb-ı Hâk: «Onların ecelleri
geldiğinde
gecik-me olmaz» buyurmuştur. O zaman
hadîsin manâsı ölümünden sonra da sevabı
ona
yazılır demektir. Bazıları da dediler ki: Eşyalar bazan Levh-ı Mahfuz'da şartlı
olarak yazılır.
Meselâ: «falan adam sıla-i rahim yapar-sa onun ömrü şu kadar senedir. Yapmazsa daha kısa şu
kadar
senedin», gibi. Umulur ki dua etmek, sadaka vermek, sıla-i rahim yapmak bu tür-den olsun.
Binaenaleyh
hadis âyete ters düşmez.»
Şir'at'ın
Şerhi'nde Meşârık Şerhi'nde nakledilerek dedi ki: «Veya de-nilir ki: Maksat, burada onun
rızkına
bereket verilir. Onun güzel anısı ondan sonraya kalır. Bu da tıpkı hayat gibidir. Yahutta şöyle
denilir:
Ha-disin başlangıcı Sıla-ı rahmi mübalağalı bir şekilde teşvik etmek sededindedir. Yani eğer
rızkı
genişleten ,eceli genişleten bir şey var ise, kesin-likle o da sıla-ı rahimdir.»
Zahir,
üçüncü görüştür. Çünkü Tenbîh'te
Dahhâk'tan o Müzahim' den yüce Allah'ın: «Allah
dilediğini
siler, dilediğini tesbit eder.» Âyetinin tefsirinde şunu rivayet eder: «Bir kişi sıla-i rahim
yapar;
ömründen de üç gün kalmışken; Cenab-ı Hâk onun ömrünü otuz seneye kadar artırır.
Bir
başka
kişi sıla-ı rahmi keser, onun ömründen de otuz sene kalmış; Cenab-ı Hâk onun ecelini üç
güne
çevirir.»
«Bunun
tamamı Dürer'dedir ilh...» ibaresine gelince; Dürer'de dedi ki: «Her kabile ve her aşiret
Hakkı
yüceltmek hususunda başkalarına kar-şı yardımda bir tek el gibi olurlar.» Bunun da tamamı
Şir'at
ile Tebyînu'l-Mahârim'dedir.
«Müslüman
ehl-i zimmet üzerine selâm eder ilh...» sözüne gelince, dikkat et, acaba «sizin üzerinize
selâm
olsun» tabirini kullanmak caiz mi-dir. Eğer zımmî bir tane ise, zahire göre müslüman kişi bir
tek
zımmîye se-lâm verdiği zaman, müfret (tekil) kelimesini kullanacaktır. Çünkü onun se-lâmının
cevabında
kullanılan ifadeden bu böylece
anlaşılır. Düşün. Fa-kat Şir'aî'de şu hüküm yer
almaktadır: «Kişi zimmet ehline selâm verdiği zaman: «Selâm hidâyete tabi olanların üzerinde
olsun»
desin. Onla-ra mektup yazdığı zaman
da böyle yazacaktır.»
Hatta
Tatarhâniye'de şu ifade yer alır: «İmam
Muhammed dedi ki: Bir yahudiye veya bir Hıristiyana
bir
ihtiyaç için bir mektup yazarsan, onda «selâm hidâyede tabi olanların üzerinde
olsun» diye yaz!»
«Eğer
ona bir ihtiyacı var ise ilh...» sözüne gelince; yani bundan anlaşılan, bir zimmîye ihtiyacı
varsa,
ona vardığında selâm verebilir. Tatarhâniye'de dedi ki: «Çünkü selâm vermenin zimmîye
yasaklanması tazim etmek için olması halindedir. İhtiyaç için selâm verdiğine göre tazim söz
konusu
değildir.»
«Doğrusu
budur ilh...» sözüne gelince; anlaşılan; tafsilat olmaksızın selâm vermekte beis yoktur.
Bu
da Hâniye'de bazı meşayihlerden nakledi-lerek zikredilmiştir.
«Nitekim
müslümanın zimmi ile müsafaha etmesi de mekruhtur
ilh!..»
sözüne
gelince; yani müslümanın herhangi bir ihtiyacı söz konusu
de-ğilse. Çünkü Kınye'de:
«Gaiplikten
sonra dönüş yaptığında, eli
sıkılmadığı takdirde rahatsız olacaksa hıristiyan
komşusunun
elini sıkmakta, müslüman için beis yoktur» denilmektedir.
Düşün.
Acaba
hıristiyan zımmî, aksırdığı zaman
Allah'a hamd ettiğinde müs-lüman onun cevabını verebilir
mi?
Hamevî dedi ki: «Zahire göre
vere-mez.» Lâkin ileride: «O elhamdülillah dediği zaman
müslüman
ona Allah sana hidayet etsin tabirini kullanacaktır» ifadesi gelecektir.
«Metinlerin
çoğu ilh...» sözüne gelince; bununla şerhsiz metinleri kast ediyor. «Metinler» diye çoğul
ifade
kullanması, şahıslar itibariyle-dir. Yoksa maksadı yalnızca «Tenvir metnidir.
«Ve
selâm lafzı ile verir ilh...» metin ve şerhinde de musannifin hat-tı ile bu şekildedir.
«Ben
onu böylece tevil ettim ilh...» İhtiyaca bağlı olmakla kayıtlan-dırdım. Böylelikle metnin doğru
olanla
uyumlu olmasını sağlamaya ça-lıştı.
«Bazı
nüshalarda selâm vermez tabiri vardır ve en güzeli de
budur ilh...» ibaresine gelince; çünkü
bu
hususta aslî hüküm selâm vermemek-tir. Selâm verilmesinin caiz olması, ârizî bir ihtiyaçtan ileri
geliyor.
En sağlamlığı umulur ki şu noktadan
ileri geliyor: Kişi hiç selâm vermezse hiç mahzura
girmez.
Fakat mutlak bir şekilde selâm verirse o zaman mahzura girebilir. Düşün.
Hadiste
İslâmın hangisi hayırlıdır? ilh...»
Yani hangi hasleti daha ha-yırlıdır, demektir. Hadisteki
«selâm
okuyacaksın» manâsını ifade eden «Tekra'u» kelimesi «ikrâ» kökünden değil de «Kur'ân»
kökünden
gelmektedir.
T.
«Yahudi
ve Hıristiyanlara siz önce selâm vermeyiniz, hadisi dolayı-sıyla ilh...» ifadesine gelince:
Nüshaların
çoğunda şu fazlalık vardın
«On-lardan herhangi birisine yolda rastlasanız onu yolun en
darına
sıkıştırı-nız.» Hadisi Buharı rivayet etmiştir.
«Fasık
bir kimse de bu hükmün dışında tutularak tahsis edilir ilh...» sözüne gelince; Yani alenen
fâsıklık
yapıyorsa. Aksi takdirde ona
selâm vermekte kerahet yoktur.
Nitekim bu daha sonra
gelecektir.
«Hakkında
şüphe ettiği kimseye gelince ilh...» Eğer kimse müslü-man mıdır, değil midir diye şüphe
ederse,
aslolan umumu üzere bırak-malıdır. Yani müslümandır deyip selâm vermektir.
Acaba salih
midir,
fâsık mıdır diye bir şüphe olursa,
bu şüpheye itibar edilmez. Bilâkis
müs-lümanlar hakkında
daima
hayırlı zan yapılır.
T.
«Umumu
üzerinde bırakılır ilh...» sözüne gelince; çünkü Resul-ü Ek-rem (S.A.)'ın «Tanıdığın ve
tanımadığın
kimseye selâm et!»-buyruğundan anlaşılan budur. T.
«Hadis
ilh...» Umumu ifade eden-birinci hadis, zimmîyi de kapsar.
«İnsanların kalplerini telif etmek maslahatını gözeterek ilh...» Dil ile onları kendisine meylettirmek
onlara
İslâm'a girmek maksadıyla ih-san etmek, demektir.
«Sonra
nehy vârid olmuştur ilh...» İkinci hadiste, demektir. Yani Al-lah İslâm'ı
azîz kıldıktan sonra
artık
onlara maslahat için selâm vermek ihtiyacı kalmadı.
«Selâmın
cevabını vermekte beis yoktur ilh...»
sözüne gelince; İnsa-nın zihnine
ilk gelen selâm
vermektir.
T. Fakat Tatarhâniye'de şu hüküm yer almaktadır: Zımmîler selâm verdiklerinde onun
cevabını
vermek uy-gundur. İşte biz bu hükme
yapışırız.»
«Lakin
«ve Aleyke» kelimesinden fazla bir şey söylemiyecektir ilh...» Çünkü o bazen ölüm
manâsına
gelen «sam» kelimesini selâm yerinde kullanılır. Nitekim yahudilerden biri
Peygambere
bu
kelimeyi kullanmış-lardır. Resul-ü
Ekrem de o yahudiye «ve aleyke: senin üzerine de olsun»
demiştir
ve böylece onun bedduasını onun üzerine reddetmiştir.
Tatarhâniye'de
İmam Muhammed'in şöyle dediği kaydedilmektedir: «Müslüman zımmîye senin de
üzerine
olsun» diyecek ve onunla selâmı
kasdedecek. Çünkü Allah Resulü'ne
ref edilen bir hadis
vardır
ki, şöyle buyurmuşlardır: «Onlar size selâm verdiklerinde onların selâmına cevap
veriniz.»
«Eğer
tebcil maksadıyla zımmiye selâm
verirse, küfre girer ilh...» Minâh'ta
dedi ki: «Tebcil ile
kaydetti. Çünkü o, tebcil niyetiyle değil de doğru olan hedeflerden birisinin tahakkuku için selâm
verirse,
küfür ol-madığı gibi bunda beis de
yoktur.»
«Eğer
kalbiyle niyet ederse ilh...» Yani: «Bu adam belki müslümar olur» diye kalbiyle niyet edip
selâm
verirse kerahet ortadan kalkar. Ama hiç bir şey niyet etmezse kerahet vardır. Nitekim bu
hüküm
Muhît'te yer almaktadır. el-Birî de benzerlerinden alarak, «mekruh değildir» dedi. Fa-kat nas
olduktan
sonra nassa dönüşten başka hiçbir çıkar yol yoktur, Zahire göre «zımmi» ifadesi kayıt
değildir.
T.
«Bir
insanın evine vardığında, selâmdan önce izin istemesi vacib-tir ilh...» sözüne gelince:
Fusûlu'l-Allâmî'de şu hüküm yer almaktadır: «Eğer aile efradının huzuruna girerse evvelâ selâm
verecek,
sonra ko-nuşacaktır. Eğer başkasının evine varırsa evvelâ girmek için üç defa izin
isteyecektir.
Ve her defasında: «Ey ev halkı selâm
sizin üzerinize olsun; (ismini alarak) falan adam
girsin
mi?» diyecek ve biraz duracak-tır.
Yani her izin isteyişinden sonra yemek yiyen bir kişinin
yemeğini
bitireceği, abdest alan bir kişinin abdestini alacağı, dört rekât namaz kılan bir kişinin dört
rekât
namazı bitirinceye kadar
duracaktır. Kendi-sine izin verildi
mi girecektir. Aksi takdirde kin,
buğuz,
düşmanlık gütmeksizin dönüp
gidecektir. Hane sahibi kendisini davet eden bir kim-seye izin
istemek
vacib değildir. Eğer hanenin içinden: «Kim o?» diye çağrılırsa, «benim» demiyecek; çünkü
bu
bir cevap teşkil etmemekte-dir.
Şöyle diyecektir: «Falan kişi girsin mi?» diyecektir. Eğer
kendisine: «Hayır» denilirse; hiçbir düşmanlık gütmeksizin dönüp gidecektir. .İzinle haneye
girdiğinde
evvelâ selâm verecek, sonra eğer
dilerse konuşacak-tır. Eğer içinde hiç kimsenin
olmadığı
bir eve girerse: «Selâm bizim ve Allah'ın sâlih kullarının üzerine olsun» diyecektir. Çünkü
melekler onun selâmının cevabını vereceklerdir. Eğer evin haricinde adama rastlarsa evvelâ selâm
verecek,
sonra konuşacaktır. Allah'ın Resulü buyurdular: «Selâm kelâmdan öncedir». Eğer
selâmdan
önce konuşulursa karşıdaki adam ona cevap vermez. Çünkü Allah'ın Resulü: «Kim ki
selâmdan
önce konuşursa ona cevap vermeyiniz» buyurmuştur. Cemaatin bulunduğu ye-re
girildiğinde
cemaate selâm verecektir. Onlardan ayrıldığı anda da se-lâm verip
ayrılacaktır. Kim ki
böyle yaparsa cemaatin kendisinden sonra işleyeceği hayırda onlara ortak olur. Cemaatle karşılaşır
sonra
onlar-dan ayrılırsa ve bu aynı günde
birkaç defa tekrar ederse; aralarına bir ağaç veya duvar
bile
girse selâmını yenileyecektir. Çünkü selâm rah-meti gerektirir. Selâm ile İslâm ahdini
yenilemeyi
yani hiçbir mümine ne namusuna, ne malında dokunmayacaktır şeklindeki ahdi
yenilemeyi
ni-yet edecektir. Bir mümine selâm verdiği zaman onun üzerine o müminin namusu ve
malı
haram olur. Bir mescide girdiğinde bazı kimseler namaz kılıyorsa, bazıları da kılmıyorsa selâm
verecektir.
Eğer selâm vermezse sünneti terketmiş sayılmaz.»
«Eğer
ey falan dese veya muayyen bir kişiye işaret ederse selâmın cevabı düşer ilh...» Yani bu
lafızla.
Fakat Hâniye'nin ifadesi şöyledir: «Bir kişi bir kavmin içinde oturuyorken başka bir kişi
gelerek
ona selâm ve-rerek : «Ey filan adam selâm senin üzerine olsun» dese, bunlarin bir kıs-mı
da
o adamın yerine ona cevap verseler; kendisine selâm verilen ada-mın boynundan selâmın
cevabı
sakıt olur. Bazıları da demişlerdir ki : «Eğer ikisinin ismini, söylerse; meselâ: «Esselamü
aleyke
ya Zeyd» dese ve Zeyd'in yerine Amr ona cevap verirse; Zeyd'in cevap vermek görevi
kalkmaz.» Eğer isim vermeden: «Selâm senin üzerine» dese ve bir ki-şiye işaret ederse, başka bir
kişi
selâmın cevabını verirse, işaret edilen kişiden selâmın cevabını vermek görevi
düşer.»
Hülâsa'da
ve başka kitaplarda bu tafsilatı kesin olarak bildirmiştir.
«Hepsinin
boynundan selâmın cevabı kalkar
ilh...» Çünkü selâm hepsinedir. Çünkü bir cemaate
selâm
kasdıyla bir tek kişiye hitap
eder-cesine hitab edebilir.
Hindiye.
Tebyînu'l-Meharim adlı kitapta: «Eğer bir cemaatte selâm verir, o cemaat değil de başka bir cemaat
ona
cevap verse, o kendisine selâm
verilen cemaatten selâma almak görevi kalkmaz.»
T.
«Selâmın
cevabında karşıdaki adam duyurmak şarttır ilh...» Nite-kim selâm ve aksırmanın
cevabının
verilmesinde duyurma şartı aranır. Tatarhâniye.
«Eğer
sağır ise ona iki dudağının hareket ettiğini gösterecektir ilh...» Şır'anın Şerh'inde dedi ki:
«Bilmiş
ol ki, onlar dediler ki: Selâm vermek sünnettir. Onu işittirmek müstahabtır. Onun cevabı ise
Farz-ı
kifayedir. Onun cevabını karşıdaki
adama duyurmak vacibtir. Eğer onun duyurmayacak
şekilde
cevap verirse, bu farzı kifaye selâm verilen kişiden selâm almak görevi sakıt olmaz. Hatta
deniliyor
ki: Selâm veren sağır ise se-lâmın cevabını veren kişiye dudaklarını
kıpırdatmak ve ona
bunu
göster-mek görevi düşer. Öyle ki eğer o sağır olmasaydı işitebilecekti.»
«Çünkü
çocuğun kestiğinin helâl olması bunun delilidir ilh...» Kes-mekte besmele farz olmakla
beraber
çocuğun besmele çekmesi kâfi geldiğine göre; çocuk bazı farzları yerine getiren
kimselerden olmuş olur. Yani bu işe ehil olur. Çocuklara selâm vermek hususunda ihtilâf
edil-miştir.
Bazılarına göre selâm verilmez, bazılarına göre selâm vermek da-ha efdaldir. Fa kırı:
«Biz
bu görüşü alırız dedi.
Tatarhâniye.
Kadına
selâm vermek ve aksıran kadının «elhamdülillah» demesine cevap vermeye gelince; Nazar
ve
Kadının bedenine dokunma faslı'nda
bununla ilgili sözler
söylendi.
«Tek
kişiye cemaat lafzıyla selâm verilir ilh...» Çünkü her kişinin beraberinde iki de Hafaza Meleği
vardır.
Binaenaleyh her kişi üç kişi
demektir. Tatarhâniye.
«Selâmın
cevabını veren: «Ve berakâtuhu» kelimesinden fazlasını eklemez ilh...» sözüne gelince;
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Selâm veren için en efdali «Esselâmu aleyke ve rahmetullâhî ve
berakâtuhu
(selâm sizin üzerinizde olsun. Allah'ın rahmeti ve bereketi de sizin üzerinizde olsun)»
demektir.
Veberekâtühü'dan sonra birşey eklemek uygun değildir. Cevap
veren de: «Ve
aleykümüsselâm
ve rahmetullahi ve berekâtühü» diyecektir.»
Yani
«vav»ı ekleyecektir. Eğer «vav» harfini söylemese de kâfi gelir.
Eğer
selâm veren kişi, «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» dese cevap veren bir kişiye
bu
iki surette de yani: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» demek imkânı vardır. Fakat
elif-lâm'lı
yani «Esselâmu...» demesi daha uygundur.
«Selâmın
cevabı İle aksıranın cevabı fevridir ilh...» İbaresine gelin-ce; bu ibarenin zahirinden
anlaşılıyor
ki: Özür olmaksızın bu cevabı tahir
etmek, tahrimen mekruhtur. Bilahere cevap vermekle
günah
kalkmaz. Ancak günah tövbe ile kalkar. T.
Tebyînu'l-Mehârim adlı kitapta şu hüküm yer almaktadır: «Aksıranın cevabını vermek çoğunluğun
görüşüne
göre farz-ı kifâyedir. Şafiî'ye göre sünnettir. Zahirîlerin bazılarına göre farz-ı ayndır.
Allah'ın
Resulü Sallallahu Aleyhi vesselem buyurdular: «Cenab-ı Hâk
aksırmayı sever fakat
esnemeyi
karih görür. Kişi aksırdığı zaman Allah'a hamdederse, dinleyen her müslümanın ona
cevap
vermesi görevi-dir.» Hadis-i Buhari rivayet etmiştir. Hadisdeki «Teşmît» kelimesi, hayır ve
bereketle
dua etmek demektir. Aksıran bir kimsenin böyle bir duaya müstahak olması, ancak
Allah'a
hamdetmesi takdirinde olur. Allah'a hamdetmezse duaya müstahak olmaz. Çünkü aksırmak
Allah'dan
gelen bir nimettir. Aksırdıktan
sonra Allah'a hamdetmezse Allah'ın nimetinin şükrünü eda
etmemiş
oluyor. Nimete karşı nankörlük yapan
bir kimse ise duaya müstahak olmaz. Aksırdıktan
sonra:
«Elhamdülillah» veya «Elhamdülillâhirabbilâlemîn» veya: «Elhamdülillah! âlâ küllî halin»
demekle
yükümlüdür.