16 Ekim 2012

ALIŞ-VERİŞ FASLI ALTINCI BÖLÜM

ALIŞ-VERİŞ FASLI ALTINCI BÖLÜM
«Fakat aksırana dua eden kişinin ne diyeceği hususunun da ihtilâf etmişlerdir. Bazı kimselere göre:
«Yerhamukellâh {Allah sana rahmet ey-lesin)» diyecektir. Diğer bazılarına göre: «Elhamdülillâhi
taalâ (hamd yüce Allah'a mahsustur)» diyecektir. Aksıran kendisine dua eden kişiye (ikinci kez) şu
cevabı verecektir: «Yehdikellâh (Allah sana hidayet etsin)» Eğer aksıran kâfir ise; buna ramen
Allah'a hamdederse, onu dinleyen ve dua etmekle mükellef olan: «Allah sana hidâyet eylesin»
manâsını ifade eden «Yehedîkaliâh» ibaresini söylecektir. Aksırmak tekrarlanırsa üç de-faya kadar
ona hayırla dua eder. Üçü geçtikten sonra sükût eder.
«Kadîhân dedi ki: «Üçten fazla aksırırsa, her defasında Allah'a hamdedecektir. Onun yanında
bulunan da her defasında ona dua ederse gü-zel olur.»
«Aksıranın kendisine dua edene: «Ğâfarallahu li veleküm (Allah be-ni de sizi de af eylesin)» veya:
«Yehdîkumullâhu ve yuslihu bâlekûm (Al-lah size hidâyet eylesin ve sizin kalbinizi ıslâh eylesin.)»
demesi uygun-dur. Bundan başkasını demiyecektir. Aksıran kişinin en uygunu hamdı yaparken
sesli yapmasıdır. Ta ki yanında bulunan kişiye bunu duyur-sun, ki oda ona dua etsin. Eğer aksırana
dua edene hazır olanlardan ba-zıları cevap verirse, bütün cemaatin yerine geçmiş olur. En faziletlisi
cemaatten her birisinin ona dua etmesidir. Çünkü hadisin zahiri bunu gerektirir. Denildi ki: Bir kişi
aksırdığında hamd ettiği işitilmese; Onun yanında bulunan «Eğer Allah'a hamd etmiş isen, Allah
sana rahmet ey-lesin» diyecektir. Duvarın arkasından Allah'a hamdederse onu dinleyen herkese
ona dua etmek vâcib olur.»
Fusûlu'l-Allâmî de şu hüküm yer almaktadır: «Dinleyen bir kişinin aksırandan daha önce hamd
getirmesi menduptur. Çünkü şu hadis var-dır: «Kim aksırandan daha önce Elhamdülillah dese o
kimse şeves, leves ve allevus denilen hastalıklardan emin olur.»
«Seves» baş ağrısı, «leves» karın ağrısı, «allevus» de diş ağrısı diye tefsir edilmiştir.»
Teberanî Evsafında Hz. Ali'den merfû olarak ^u hadisi rivayet edi-yor: «Kimin yanında birisi
aksırırsa aksırandan önce elhamdülillah dese böğründen herhangi bir şikâyet duymayacaktır.»
İbn-i Asakir rivayet ediyor: «Kim aksırandan önce elhamdülillah dese, Allah onu böğür ağrısından
korur. Ve dünyadan çıkıncaya kadar ondan herhangi bir kötülük görülmeyecektir.»
el-Muğrib adlı lügat kitabında hadiste sözü geçen «seves» diş ağ-rısı, «leves» kulak ağrısı
«allevus» ise bronşittir, denilmektedir.
Şir'at'ta dedi ki: «Kişi aksırdığı zaman başını eğecektir. Yüzünü ka-patacaktır. Mümkün olduğu
kadar sesini alçaltacaktır. Çünkü aksırmayı sesli yapmak ahmaklıktır. Hadiste şöyle
buyurulmaktadır: «Konuşma anında aksırmak adaletli bir şahittir.» Aksıran insan «eb» veya
«eşhab» demiyecektir. çünkü bu şeytanın ismidir.»
«Selam yazılı mektubun selamına cevap vermek vacibtir ilh...» Çün-kü gaibten gelen mektup, hazır
kişiden gelen hitap gibidir. Müctebâ. Halk bu işten gafil bulunmaktadırlar. T.
Ben derim ki İlk zihne gelen şudur: Maksat, mektuptaki selâmın cevabını vermenin vacib
olduğudur. Mektuba cevap vermek değildir. Lakin Suyûtî'nin el-Camiüssağîr'inde şu hüküm yer
almaktadır: «Mektubun cevabını vermek tıpkı selâmın cevabını vermek gibi haktır.» Şari-hi
el-Münâvî der ki «Bir kişi sana bir mektupta selâm yazarsa, o mektupta sana ulaşırsa lafızla veya
mektupla o selamın cevabını vermen vacib olur. Şâfiîlerden bir grup bunu açıkça söylediler. Ay
zamanda bu, İbn-i Abbas'ın da görüşüdür.»
Nevevî der ki: «Eğer bir şahısa başka bir şahıstan bir kağıtta selâm gelirse, onu derhal
cevaplandırmak vacib olur. Selâmı tebliğ edene de Neseî'nin rivayet ettiğine göre cevaplandırmak
müstahabtır. Mektubun cevabını vermek daha iyi olur. Eğer terkederse kin gütmeye sebep ola-bilir.»
Bunun için şair şu şiiri söylemiştir: «Dost dostuna yazdığı zaman onun cevabını vermek ittifakla
vacibtir. Çünkü kardeşler karşılaşmadıkları zaman mektuptan daha güzel bir ilişki olamaz.»
«Falana selâm söyle dediği zaman gidip o selâmı söylemek vacib olur ilh...» sözüne gelince; çünkü
bu emaneti sahibine vardırmak kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selâmı götürenin razı
olmasına bağlıdır. Düşün.
Sonra Münâvî'nin Şerhin'de İbn-i Hacer'den nakledilerek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Elci eğer
«ben selâmı götürürüm» diye iltizâm et-miş ise, o zaman emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde
vedia oluyor.» Yani onun boynunda gidip de tebliğ etmek vacib değildir. Nitekim ve-diada hüküm
yledir.



Şurunbulâlî dedi: «Buna göre kendisine: Selâmını Resulullâh'ın hu-zuruna götür, diye emredenin
selâmını tebliğ etmek gerekir.» Yine «Şu-runbulâlî dedi ki: «Selâmı getirene de cevap vermek
müstahaptır. Senin de üzerine selâm olsun, onun da üzerinde selâm olsun, diyecektir. Bu-nun
benzeri musannifin Tühfetu'l-Akrân adlı kitabında da vardır. İbn-i Abbas'tan bunun vacib olduğu
rivayetini ayrıca ekler.»
Lâkin Tatarhâniye'de dedi ki: «İmam Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre «kim bir insana
başkasının selâmını getirip tebliğ ederse, selâm alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra hazır
olmayana cevap vermek zorundadır.» Bu ibarenin zahirinden, vacib olduğu hükmü anla-şılıyor.
Düşün.
«Eğer alenen fasık ise selâm vermesi mekruh olur ilh...» sözüne ge-lince; daha önce Aynî'den
nakledilen ibarenin tahsîsi içindir.
Fusûlu'l-Allamî'de şu hüküm yer alıyor: «Yalan söyleyen, durmadan alay eden, fuzulî ve manâsız
konuşan yaşlıya, halka küfür edene, mah-rem olmayan kadınların yüzlerine bakana selâm verilmez.
Alenen fısk iş-leyene, tagannîde bulunana ve güvercin uçurtana bunların tövbe ettik-leri
bilinmedikçe selâm verilmez. Masiyet içinde bulunan bir kavme, sat­ranç oynayanlara Ebû
Hânife'ye göre onları meşgul etmek niyetiyle se-lâm verebilir. İmameyne göre bunlara selâm
vermek mekruhtur. Çünkü bunlar selâma lâyık değildirler.»
«Yemek yiyen kişi gibi ilh...» sözüne gelince; bu sözün zahirinden anlaşıldığına göre lokmayı
ağzına koyduğu ve çiğnediği hale mahsustur. Lokmayı ağzına koymazdan evvel veya çiğnedikten
sonra ona selâm ver-mek mekruh değildir. Çünkü o, selâmın cevabını vermekten aciz değil-dir. Bu
hükmü Şâfiîler açıkça belirtmişlerdir. El-Küfderî'nin Vecîz adlı eserinde şu mesele yer almaktadır:
«Yemek yiyen bir topluluğun yanın-dan geçen, eğer kendisi muhtaç ise ve onların da kendisini
çağıracağını biliyorsa selâm verebilir. Aksi takdirde selâm vermeyecektir.» Buna gö-re; -sözü gecen
durum dışında- yemek yiyene mutlaka selâm vermenin mekruh olması gerekir. T.
«Eğer selâm verirse sevaba müstahak değildir ilh...» sözüne gelin-ce; 'derim ki: Bezzâziye'de şu
hüküm yer almaktır: «Eğer tilâvet halinde selâm verirse, tercih edilen görüşe göre selâmın cevabını
vermek vacib-tir. Ama hutbe, ezan ve fıkhı tekrar etmek halinde mesele değişir.»
Eğer buna rağmen bu durumlarda selâm verirse günahkâr olur. Tatarhâniye.
Tatarhâniye'de şu hüküm de yer almaktadır: «Sahih şudur ki, bu yer-lerde selâmın cevabı verilmez.»
Karî (Kur'an okuyan) hususunda doğru hüküm hakkında ihtilâf var-dır. Ebû Yûsuf'a göre kıraati
bitirdikten sonra, veya âyetin tamam olma-sında, cevap verecektir. İhtiyâr'da şu ifade vardır: «Kadı
mescidin bir ke-narında hüküm vermek üzere oturduğunda, hasımlara selâm vermez. Ha-sımlar da
Kadı'ya selâm vermezler. Çünkü kadı hüküm vermek için otur-muştur. Selâm ise ziyaretçilerin
hediyesidir. Binaenaleyh kadı ne için oturmuşsa onunla meşgul olmalıdır. Eğer onlar selâm vermiş
ise onların cevabını vermek kadı'ya vâcib değildir. Bu hükme binaen; talebelerine fıkıh, veya Kur'an
öğretmek üzere oturmuş bir kimseye birisi girip de selâm verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir.
Çünkü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını vermek kadı'ya vâcib değildir. Bu hükme
binaen; talebelerine fıkıh, veya Kuran öğretmek üzere oturmuş bir kim-seye birisi girip de selâm
verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir. Çün-kü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını
vermek için değil.»
«Mim'in cezmiyle ilh...» En uygunu mim'in sükûniyle demesiydi.
T. dedi ki: «Es-selâmu Aleyküm» diyenin cevabının vâcib olmayışının sebebi; Arapça terkiple gelen
Sünnete muhalefet etmiş olduğundandır. Sanki «elif-lâm» ile te'nin arasını cem edip: «Es-selâmu
Aleyküm» diye-ne de cevab vermenin vâcib olmaması bunun gibidir. Musannıf mim cezmeli
okunursa vâcib değildir,» dediğine göre; eğer elif-lâm'sız olarak kelimeyi tenvinli okursa «selâmun
aleyküm» dese -nitekim meleklerinde Cennet Ehlin'e selâmları böyledir- o takdirde selâmın cevabı
vâcib olur. Öyleyse onun iki sigası vardır. Ve bu daha önce Tatarhâniye'den naklettiğimizin
zahiridir. Zahiriye adlı kitapta şunu gördüm: «Selâm lafzı bütün yerlerde «Es-Selamu aleyküm» veya
tenvinle «Selâmun aleyküm»dür. Bu iki kelimeden başka câhillerin kullandıkları kelimeler selâm
olmaz.»
Şurunbulâlî Musafaha hakkındaki risalesinde dedi ki: «Aleykesselâm kelimesiyle söze başlarız.
Aleykümüsselâm diye de selâm verilmez. Çünkü Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında
sahîh senetlerle Câbir bin Süleym (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Allah'ın resu-lüne vardım
ve «Aleykesselâmu ya Resullah» dedim. Cenab-ı Peygam-ber: «Sakın aleykesselam deme. Çünkü
aleykesselâm kelimesi ölülere verilen selâmdır.» Tirmizî: «bu hadis hasen sahîhtir» demiştir.



Bundan anlaşılıyor ki: «Aleykesselâm» şeklinde selâm verenin cevabını iade et-mek vacib değildir.
Çünkü Allah'.n Resulünün böyle selâma cevap ver-diği değil; bilâkis böyle dememekten menettiği
hükmü vârid olmuştur. Bu, İmam Nevevî'nin zikrettiği üç ihtimalden birisidir. Bunun selâm
ol-madığı tercih edilir. Aksi takdirde Cenab-ı Peygamber, evvelâ selâmın cevabını verecekti, sonra
ona selâmı öğretecekti. Nitekim namazını iyi kılmayana gereken cevabını vermiş, sonra ona
namazın nasıl kılınaca-ğını öğretmiştir. Eğer kişi bir «vav» ziyade ederek «ve aleykümüsselâm»
şeklinde dese, yine cevaba müstahak olmaz. Çünkü bu sîga, selâm ver-meye elverişli değildir.
Binaenaleyh Şafiî imamlarından el-Mittevelli'nin söylemiş olduğu gibi selâm olmaz.»
Ben derim ki: Tatarhâniye'de Ebû Ca'fer'den rivayet edildi: Ebû Yûsuf'un bazı talebeleri, çarşıdan
geçerken «Selamullahi Aleyküm» der-miş. Orta bu hususta soru soruldu. Dedi ki: «Selâm vermek
esenlik di-lemektir. Ona cevap vermek farzdır. Onlar bana cevap vermeseler emri bil ma'rûf vacib
olur. Selamullahu Aleyküm'e gelince bu duadır. Bunun cevabını vermek gerekmez. Bana da bir şey
lazım gelmez. Bunun için ben bunu seçtim.»
Ben derim ki: Bu daha önce geçenle beraber şunu ifade ediyor-. Se-lâmın cevabının vacib olması
ancak. «Esselâmu aleyküm» veya «selâmun aleyküm» şeklinde başlanırsa olur. Daha önce dedik
ki: Bu iki selâma karşılık cevap veren: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» tar-zında
cevap verebilir. Bunun ifade ettiği şudur: Başlangıca elverişli olan yani selâm vermeğe elverişli
olan siğa cevaba da elverişli olur. Lakin başlangıçtaki ve cevaptaki siygaların hangisi daha
üstündür, bunu daha önceden öğrenmiş bulunuyorsun.
BİR EK:
Tatarhâniye'de dedi ki: «Arkadan gelen kişi sana selâm verecektir. Yürüyen oturana, binen
yürüyene, küçük yüğe selâm verecektir. İki kişi karşı karşıya geldiklerinde hangisi daha önce
selâm verirse, o daha üstündür. Eğer ikisi beraber selâm verirse her birisi arkadaşının selâ-mına
yeniden cevap verecektir. Hasan dedi ki: Az çoğa selâm verecek-tir.»
Yine Tatarhâniye'de şu hüküm yer almaktadır: «Selâm sünnettir. Ya-yanın yanında genel yolda veya
çölde geçen bir biniciye emniyet telkin etmek için selâm vermesi farz olur.»
el-Bezzâziye'de şu hüküm yer almaktadır: «Şehirden gelen köyden gelenle karşılaştığında selâm
verecektir. Bazıları da köylü şehirden ge-lene selâm verecektir dediler.»
Tebyînu'l-Mahârîm adlı kitap dedi ki: «Nevevî demiştir: Bu edep bir yolda rastlaştıkları zaman
yledir. Bir kişi oturanın yanına varırsa, va-ran her halükârda selâm verecektir. İsterse büyük,
isterse küçük, ister az ister çok olsun. Tabarânî'de de böyledir.»
T. dedi ki: «Kaideler buna uygun düşmektedirler. Hangisi ecir yönün-den daha efdaldir, konusunda
ihtilâf edilmiştir. Bazıları cevabı veren da-ha efdaldir, bazıları selâm veren daha efdaldir der. Muhit.»
Eğer kişi bir tek mecliste ikinci kez selâm verirse ikinci selâmın ce-vabını vermek vacib değildir.
Tatarhâniye.
Tatarhâniye'de şu rivayet yer almaktadır: «Amr bin Şuayb'ten o da babasından, o da Resulullah'dan
rivayet ediyor: «Bir meclise vardığınızda, kavme selâm veriniz. Meclis'ten dönüş yaptığınızda yine
onlara selâm vererek ayrılınız. Şüphesiz ki dönüş anındaki selâm birinci selâmdan da-ha
faziletlidir.»
«Eve girerse kimseyi görmezse selâm bizim ve Allah'ın sâlih kulları-nın üzerine olsun der ilh..
sözüne gelince;ylece beraberindeki me-leklere ve hazır bulunan cinlerden olan salihlere ve
başkalara selâm et-miş oluyor. Fakihler dediler ki: Biz neyle mükellef isek, cinler de onunla
mükelleftir. Onların bu dediklerine göre; Selâmın cevabını vermek cin-lere vacibtir. Ancak bu
vacibin mesuliyetinden selâm verene duyurmak suretiyle çıkabilirler. Fakat ben bunun hükmünü
görmedim. Bazen denildi ki: Onlar insanların gözlerinden gizlenmekle emrolundular. Çünkü onlar
ve insanlar arasında ünsiyet ve mücaneset yoktur. Onun zahiren reddi, ilân kabilindendir. Düşün. T.
Ben derim ki: Biz «Esselamu aleynâ ve âlâ ibadillâhi's-sâlihin» sigasının, dinleyene cevap vermenin
vacib olduğu sigalardan olduğunu teslim etmiyoruz. Çünkü burada bir hitap yoktur. Aksi takdirde
bunu dinleyen insanlara da cevabı vacib olur. Bunun ise sarih bir nakle ihtiyacı vardır. Zahir böyle
bir nakil olmadığıdır. Binaenaleyh cinler üzerinde öncelikle vacip olamaz. Bu sîga sadece
teşehhütte olduğu gibi. mücerret dua için-dir. Daha önce geçtiği gibi, bazı Ebû Yûsuf'un
talebelerinin ihtiyar ettiği sigada olduğu gibi. Düşün.
METİN
Camide dilenen bir kimseye sadaka vermek mekruhtur. Ancak dile-nen insanların omuzlarından



atlamıyorsa o vakit sadaka verilir. Muhtar ve seçilmiş kavle göre böyledir. Nitekim İhtiyar'da ve
Mevâhiburrahmân metninde böyledir. Çünkü Hazreti Ali namazda iken yüzüğünü sadaka vermiş ve
Cenab-ı Hâk onu bu sadakasından dolayı «Rükû halinde olduk-ları halde zekâtı verirler» mealindeki
âyetle övmüştür.
Allah katında isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmân'dır. Ali, Reşid gibi müşterek isimlerin
verilmesi de caizdir. Ancak bizim hak-kımızda, Allah'ın hakkında irade edilenden başkası irâde
edilir. Fakat bizim zamanımızda onun gayrısıyla isim vermek daha evlâdır. Çünkü avam bazan
çağırma anında onu tasgir (küçültme) ederler. Sirâciye'de hüküm böyle yer almıştır. Sirâciye'de:
«İsmi Muhammed olanın Ebûlkâsım künyesiyle künyelenmesinde beis yoktur. Çünkü Resul-ü
Ekrem'in «Benim ismimle isim veriniz, fakat benim künyemle künyelenmeyiniz» hadisi nesh
edilmiştir. Çünkü Hazreti Ali oğlu Muhammed Hanefiyye'ye Ebû'l-Kâsım künyesini vermişti.
Kişinin babasını hanımın da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur.
Yine Sirâciye'de geçtiğine göre: camide konuşmak mekruhtur. Cena-ze arkasında, tuvalette, cima
halinde de konuşmak mekruhtur. Ebû Leys şunu da ekledi: Bostanda Kur'an okunurken de
konuşmak mekruhtur. Mülteka'da el-Muhtâr'a tabi olarak şu da eklendi: Öğüt esnasında sesi
yükseltmek böyledir. Peki «vecd» adını verdikleri şarkı söylemek hak-kında zannın ne olabilir?
Arapça'nın diğer dillerden üstünlüğü vardır. Arapça cennet ehlinin dilidir. Onu öğrenen veya
başkasına öğreten ecir alır. Hadiste: «Arapları üç hasletten dolayı seviniz. Çünkü ben Arab'ım,
Kur'ân Arapçadır. Cen-net ehlinin dili de cennette Arapçadır.»
Aynı eserde şunlar da yer alır: Kabirleri sıvamak muhtar kavle gö-re mekruh değildir. Bazıla
mekruhtur dedi. Pezdevî dedi ki: Eseri kayıp olmasın ve hafife alınmasın diye yazıya ihtiyacı var ise,
üzerine yazı da yazılır. Musannif bunu akrabalar için vasiyet konusunun sonunda zik-retmiştir. Biz
de bunu cenazeler bahsinde daha önce zikrettik.
Bir öfkeden veya bir mali sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur. Ancak bir masiyete
girmek korkusundan olursa o vakit mek-ruh değildir. Yani dinî bir endişe dolayısıyla değil de
dünyevî bir endişe dolayısıyla ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü hadiste: «Yerin altı sizin için
üstünden daha hayırlıdır» buyurulmuştur. Hülâsa.
Çocuğa inci takmakta bir beis yoktur. Baliğin durumu da böyledir. Vehbâniye Şerhin'de Münye'ye
nisbet edilerek böyle denildi: «Tarsûsî, yakut, zümrüt gibi diğer taşları da inciye kıyas etmiştir.
Ancak İbni Vehbân bu hususta Tarsusîyle münazaa etmiştir. Yani bunların kıyas edile-bilmesi için
açık bir nakle ihtiyaç vardır, demiş; Cevhere'de, incinin ha-remliği kesinlikle kaydedilmiştir.»
Ben derim ki: Musannif Münye'deki hükmü, İ. Azam'ın sözüne, el-Cevhere'deki sözü de İmameyn'in
sözüne hamlederek; «Fakihler imameynin kavlini tercih etmişlerdir.» dedi. Binâenaleyh Kâfî'de şu
yer al-maktadır: «İmameyn'in sözü bizim memleketin örfüne daha yakındır, onunla fetva verilir.»
Sonra musannif dedi ki: «Buna binaen mezhepte erkekler için inci ve benzerinin kullanılması
mutemed'e göre haramdır. Çünkü bunlar kadınların süs eşyalarındandır.»
Çocuğun velisinin çocuğa halhal veya bilezik giydirmesi mekruhtur. Kızın ve erkek çocuğun
kulağını delmekte -istihsânen- herhangi bir beis yoktur. Mütelkâ.
Ben derim ki: Acaba burna takılan hızma caiz midir? O hükmü gör-medim.
Altından veya gümüşten yapılan bir kaleme yazmak veya altın ve gümüş hokkadan mürekkep alıp
yazmak erkek içinde (dişi için) de mek-ruhtur. Sirâciye'de böyledir, dedi. Bundan sonra şöyle dedi:
Silahı altın veya gümüş suyu ile kaplamakta beis yoktur. Atın sırtına vurulan eyerleri, ağızlarına
vurulan gemleri ve kuyruklarına geçirilen kolonyaları Ebû Hânife'ye göre altın ve gümüşle
süslemekte bir beis yoktur. Ama Ebû Yûsuf'a göre caiz olmaz.
Zeyd'in bir cariyesi vardır. Bekir: «Zeyd beni bunu satmakta vekil kıldı» dedi. Bekir'in doğru
ylediği zannı galip ise Amr için bunu vekilden satın almak da bununla cinsî ilişki kurmak da
helâldir. Nitekim bu hüküm daha önce geçti. Eğer zamanın çoğuna göre Bekir yalan söylüyor-sa
kabul etmez ve ondan cariyeyi de satın almaz. Eğer «bu başkasının malıdır» diye ona söylemezse o
zaman onu satınalmakta herhangi bir beis yoktur. Tıpkı zifaf odasına kadınlar tarafından «Senin
hanımındır» diye sokulan kadın ile cinsî ilişki kurmasının helâl olması gibi.
«Kocam beni boşadı iddetim de bitti» veya «ben falanın cariyesi idim, beni azad etti» diyen bir
kadının nikâh edilmesi eğer onun doğru söyle-diğine kanaat getirirse helâldir. Meselenin tamamı
Hâniye'dedir.
Ben derim ki: Özü şudur: Kadın kendisine muhtemel bir emri söy-lediği zaman eğer kadına güvenir



veya kalbine kadının doğru söylediği vaki olursa, onunla evlenmekte bir beis yoktur. Eğer kabul
edilemeye-cek bir emir söylerse ondan bunun açıklamasını istemedikçe onunla evlenemez.
İZAH
«Ancak halkın omuzlarından atlayorsa ilh...» Yani namaz kılanla-rın önünden geçmiyorsa
birşeyler verilmesi caizdir.
İhtiyâr'da dedi ki: «Eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa halkın omuzlarından atlıyorsa ona
vermek mekruhtur. Çünkü ona vermek, hal-kın eziyeti hususunda ona yardım etmek demektir. Hatta
denildi ki: Di-lenciye camide verilen böyle bir kuruşun yetmiş kuruş kefareti olamaz.»
T. dedi ki: «Camide dilenciye vermenin kefareti, çoğu kez halkın omuzlarından atlayıp eziyet
vermesinden dolayıdır. Eğer camide saflar arasında bir aralık var ise, dilenci de oradan gidiyorsa,
halkın omuzlarından atlamıyorsa ona sadaka vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu mef-humundan
yle anlaşılır.»
«Hz. Ali namazda olduğu halde vermiştir ilh...» Yani namazda ca-mide idi. Evet bu kayıt takdir
edilirse delil tamam olur. Veya en üstünü olan namazda vermek caiz olduktan sonra, mescitte
vermenin caiz ol-ması daha evlâ olur. T.
«İsimlerin en sevimlisi ilh...» sözüne gelince; Bu, Müslüm, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka
muhaddislerin İbn Ömer'den merfû olarak rivayet ettikleri bir hadisin lafzıdır. Münâvî der ki:
«Abdullah mutlak bir şekilde en efdal isimdir. Hatta Abdurrahman'dan da efdaldir. Bu iki isimden
son-ra isimlerin en efdali Muhammed'dir sonra Ahmed'dir sonra İbrahim'dir.
Yine Münâvî başka bir yerde dedi ki: «Abdurrahman ile Abdullah'a onlar gibi alan isimler de ilhak
edilmiştir. Abdurrahim ve Abdülmelik gi-bi. Bu iki isimle isimlenmenin efdal olması, kullukla
isimlenmeyi irâde etmekten dolayıdır. Çünkü Araplar daha önce kişiye Abdüşems (güne-şin kulu),
Abdüddar (evin kulu) şeklinde isim verirlerdi. Binaenaleyh bu hadis, Muhammed ve Ahmed isimleri,
Allah katında bütün isimlerden da-ha sevimlidir, hükmüne muhalif düşmez. Çünkü Cenab-ı Hâk,
Peygambe-ri için ancak katında en sevimli olan ismi seçmiştir. Bu doğrunun ta ken-disidir. Onu
mutlak manâya hamletmek caiz değildir.»
Varit olmuştur ki: «Bir kişiye Cenâb-ı Hâk bir erkek çocuk verir o da ona Muhammed ismini verirse,
o kişi de onun çocuğu da cennette olurlar.» İbn-i Asâkir Ümâme'den merfu olarak rivayet etmiştir.
Suyûtî de-di ki: «Bu hadis bir konuda vârid olan en uygun hadistir. Onun isnadı da Hasendir.»
Sehâvî dedi ki: «Onların: «İsimlerin en hayırlısı kendisinden kulluk manâsı veya hamd manâsı
anlaşılan isimdir» sözüne gelince; bunu bil-miyorum.»
«Ali ismini vermek caizdir ilh...» sözüne gelince: Tatarhâniye'de Sıraciyden nakledilerek yer alan
hüküm şöyledir: «Allahın Kitabı'nda bulu-nan el-AIi, er-, el kebir, el-Bedi gibi isimleri çocuğa
vermek caizdir. «Bu-nun benzeri Minahta yine Siraciyeden nakledilerek varit olmuştur. Bunun
zahirinden: Elif Lam'lı dahi olursa isim olarak çocuğa verilmenin caiz ol-duğu anlaşılır.
«Fakat bizimle Allah arasında müşterek olan isimlerle isim verdir-memek zamanımızda daha evlâdır
ilh...» sözüne gelince; Ebu'l-Eys dedi ki: «Acemlerin, yani arap olmayanların Abdurrahman ve
Abdurrahim is-mini vermesi hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar bu isimlerin ne demek ol-duklarını
bilmiyorlar. Ayrıca bunları küçülterek kullanıyorlar.» Tatarhâniye.
Bu durum bizim zamanımızda çokça yaygındır. Çünkü Abdurrahim Abdulkerim veya Abdulaziz
isimli insana çağırarak mesela Rahayyim, Kureyyim, Uzeyyiz derler. Abdulkadir isimli insanı da
Kuveydir şeklinde çağırırlar. Bunu kasten yaparsa kâfir olur.
Münye'de şu hüküm yer almaktadır: «Kim Esmayı Husnadan birisine izafe edilen Abdulaziz ve
benzeri isimlerin sonuna tasgir (küçültme) eda-tını eklerse ve bunu kasten yaparsa, kâfir olur. Eğer
ne dediğini bilmi-yorsa, kasti de yapmamış ise küfrüne hüküm edilmez. Kendisinden bu sözü
dinleyenin ona bunu öğretmesi vacibtir.»
Bazıları da ismi Abdurrahman olana Rahmün derler. Türkmenler gi-bi bazıları da Muhammed'e
Hamdo, Hasan'a Haso derler. Dikkat et, aca-ba onlar için bu iki ismi terketmek evlâdır denilebilir mi?
«Ben im künyemle künyelendirmeyiniz ilh...» sözüne gelince çünkü yahudiler Resul-ü Ekrem
döneminde «Ya Ebelkâsım» diye bağırıyorlar, Cenab-ı Peygamber de dönüp onlara baktıklarında
«Biz seni kastetme­dik» derlerdi. T.
«Bu hadis nesn edilmiştir ilh...» sözüne gelince; umulur kî nehyin Peygamber'in vefatıyla daha
önceki yasağın illeti ortadan kalkmış ola- bileceği dolayısıyladır.



Bir Ek: Cenab-ı Hâkk'ın ibadet lafzıyla kendisine nisbet etmediği Peygamberi'nin zikretmediği,
müslümantarın kullanmadığı bir ismi evlâ-dına vermek hususunda çok söz edilmiştir. En uygunu
yle bir ismi çocuğa vermemektir.
Rivayet ediliyor ki: Herhangi birinizin bir çocuğu dünyaya gelir ve ölürse, ona isim vermezden önce
onu defn etmesin. Eğer erkek ise ona erkek ismini verecektir. Eğer dişi ise kız ismi verilecektir.
Eğer erkeklik ve kadınlık durumu bilinmiyorsa hem erkekler için hem kadınlar için kul-lanılabilen bir
isim verecektir. Eğer kişi küçük oğiuha Ebû Bekir künye-sini verirse ve bunu da bozarsa, bazıları
yle yapması mekruhtur, de-diler. Fakat fakîhlerin çoğunluğu bunu mekruh görmezler. Çünkü halk
bununla tefe'ülü kastetmektedirler. Tatarhâniye.
Allah'ın Resûiü çirkin ismi güz-el isimle değiştirirdi. Meselâ bir kişi adı Esram Resulullah'a geldi
onu Zur'a ismini verdi. Adı Mudtacı olan başka bir kişi geldi Cenab-ı Peygamber ona el-Münba'is
ismini verdi. Ömer'in Âsiye adında bir kızı vardı. Cenab-ı Peygamber onun ismini Ce-mile ile
değiştirdi.
Erkek çocuğa Yasar, Rebâh, Necâh Eflah, Bereke gibi isimler veril-mez. Çünkü bir'insanın: «Senin
yanında Bereke(t) mi?» demesine karşı "Hayır» demen uygun bir söz değildir. Diğer isimler de
yledir. Çocu-ğuna Hakîm, Ebu'l-Hakem, Ebû İsa, Abdü Filân tarzında isimler de ver-memelidir.
Tezkiye manâsını ifade eden er-Reşîd, el-Emin gibi bir isim de ver-memelidir. Fusûlü'l-Allâmî'de
nedeni şöyle açıklanır: Çünkü el-Hakem Al-lah'ın isimlerindendir. Binaenaleyh (baba anlamına
gelen «eb» kelimesi-ni bu isme veya İsa ismine izafe etmek uygun değildir.
Ben derim ki: Musannifin filân'ın kulu» diye de verilmez sözünden Abdünnebi isminin
verilemeyeceği anlaşılır. Münâvî, Demîrî'den şöyle dedi-ğini naklediyor: «Abdünnebî ismini vermek
teşrif niyetiyle olursa caizdir. Ekseri ulemâ bu ismin verilmesinin memnu olduğu görüşündedirler.
Çün-kü burada gerçekten Peygambere kulluk anlaşılabilmesinden korkulur. Ni-tekim Abdüdâr adını
vermek de caiz değildir.»
«Tezkiye-yi nefis için olan isimler de olmaz.» sözünden anlaşıldığına göre Muhiyiddin Şemseddin
gibi içinde yalan olmakla beraber tezkiye olan isimlerin verilmesi mubahtır. Mâliki âlimlerden
bazıları bu tür isim-lerin memnu olduğu hususunda eser telif etmiş Kurtubî, Esma-yı Hüsnâ
Şerhi'nde bunu açıkça belirtmiş ve bazıları da bir şiir yazarak şöyle de-miştir: «Dini görürüm şu kişi
onun Fahr'i olmuş (adı: Fahreddin olanı kastediyor) şu kişi ona yardımcı olmuş (Nasîruddin ve
benzeri isimleri kastediyor.) Allah'dan utanıyor artık din; lakapların bu denli çoğalmasın-dan.
Halbuki bu adları taşıyanlar münkerâtın yaylasında eşek gibi otlu-yorlar. Dini. onlarla aziz olmaktan
tenzih ediyorum ve biliyorum ki, böyle isimlerin insanlara verilmesinde büyük günâh vardır.»
İmâm Nevevî'den nakledildiğine göre; kendisine Muhyiddîn lâkabı-nı veren kişilerden pek
hoşlanmaz ve şöyle dermiş: «Beni Muhyiddin diye* çağıran kişiyi helâl etmem.»
Arif billâh şeyh Sinan da Tebyînu'l-Mehârim adlı kitabında buna mey-letmekte ve isimleri yle
olanların başına kıyameti koparmakta, «bu Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanan tezkiye'ye yani nefsi
övmeye giriyor» demek­tedir.
Müderrisler için Türkçe «Efendi, Sultanım» ve benzeri kelimeler gibi kullanılmakta olan sözler
yalandan sayılır. Bunları söyledikten sonra şu-nu ekler: «Eğer denilirse ki bunlar mecazdırlar, özel
isimler gibi olmuş-lardır. Böylece tezkiye yani övme manâsını ifade etmekten çıkmıştır.» Cevap
olarak deriz ki: «Bu sözlerinizi görülmekte olan durum reddet-mektedir. Zira bu adamların birisini
esas ismiyle çağırdığınız zaman öz isimleriyle seslenenlere kırılırlar. Anlaşılıyor ki tezkiye manâsı
bu keli-melerde halen vardır. Sahabelerin büyükleri ve başkaları özel isimleriyle çağırılıyorlar ve
çağıranlara kızdıkları da nakledilmemiştir. Eğer özel ismiyle çağırmakta, ilim tezimini, ilim ehlinin
yüceltilmesini terketmek söz konusu olsaydı, sahabeler kendilerini özel isimleriyle çağıranları bu
iş- ten men edeceklerdi.» Özetle.
Konuyu bu şekilde uzun uzadıya açıklamış bulunuyor. Oraya müra-caat uygun olur.
«Kişinin babasını, karının da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur ilh...» Bunun yerine tazimi ifade
eden bir lâfız kullanmalıdır. Mesela «Efendim» ve benzeri. Babanın evladı, üzerinde, kocanın da
hanımı üzerin-de hakkı büyüktür. Bu, tezkiyeden de olamaz. Çünkü tezkiye, çağırılan-la ilgilidir.
Yani çağrılan kişi tezkiyeyi ifade eden bir kelime ile kendisini isimlendiriyor. Buna karşılık
çağrılandan istenilen ve derece bakımından üstün olan kişiye karşılık edebini takınmak söz
konusudur, burada.
«Mescitte konuşmak mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hadiste varit olmuştur ki: «Mescitteki söz,



ateşin odunları yediği gibi insan oğlunun hasenelerini yer bitirir.» Zahiriye ve başka kitaplarda: «Bu
mescitte ko-nuşmak maksayla oturduğu zamana mahsustur.» İtikâf babında bu ko-nu geçti.
Bunlar mescitte konuşulan helâl şeyler konusunda olması ha-lindedir. Haram konusunda değil.
Çünkü konuşulan konu haram ise, gü-nah bakımından daha dehşetli ve korkunçtur.
«Cenazenin arkasından konuşmak da mekruhtur ilh...» Yani sesini yükselterek konuşursa. Onun
hakkında konuşma da müsabaka konusun-dan biraz öncesinde geçti.
«Helada konuşmak da mekruhtur ilh...» Çünkü helada konuşmak Cenab-ı Hâkk'ın öfkesini gerektirir.
«Cima halinde de konuşmak mekruhtur ilh...» Çünkü cima gizli ol-ması gereken bir haldir. Resul-i
Ekrem de cima halinde edebî emretmiş-tir. T. Şir'a'da nakledildi ki: «Cima halinde çok konuşmamak
sünnetten-dir. Çünkü çocuğun dilsiz olması bu halde çok konuşmaktan ileri geli-yor.»
«Öğüt verirken de konuşmak mekruhtur ilh...» Yani sesini yüksel-terek konuşmak mekruhtur.
Tatarhâniye'de dedi ki: «Burada vaizin vaaz ederken sesini yükseltmesi kasdedilmemektedir. Ancak
burada vaaz edi-lirken, zikredilirken bazılarının «la ilahe illallah» veya Resulullahın ismi geçtiğinde
selâvatı sesli getirmek suretiyle seslerini yükseltmeleri kas-tedilmektedir.»
«Ya vecd diye isimlendirdikleri tağannî anında seslerini yükseltme-leri nasıldır ilh...» Yani tağannî
anında sesini yükseltmek kastediliyor. Bu konuların tümü üzerinde daha önceden durmuş
bulunuyoruz.
«Arapları üç şeyden dolayı seviniz ilh...» Hadis cemaat siygasıyla birçok nüshalarda böyle vârid
olmuştur. Camiu's-Sağir ile diğer hadis kitaplarında olana da uygundur. Fakat bazı nüshalarda
«ben severim» veya «sen arabı sev» anlamında okunabilecek şekilde sonu «vav»sız vâ-rid
olmuştur. Cerrahî dedi ki: «Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Arap-lar/ sevmeye dair birçok
hadis vârid olmuştur. Onların tümünü bir araya getirirsek, hadis hasen olur. Hatta bir grup bu
hususta başlı başına telif-ler yazmışlardır. Bunlardan birisi Hafız el-İrakî'dir. Diğeri de bizim
dos-tumuz el-Kâmil es-Seyid Mustafa el-Bekrî'dir. Bu hususta yirmi defterlik bir eser telif etmiştir.»
Bu hadisten maksat Arapları Arap olduklarından dolayı sevmeye teş-viktir. Bazan iman ve faziletten
dolayı arapların fazla sevilmesi gerekir. Bazen onların küfür ve nifaklarından meydana gelen arizî ve
buğuzu ge-rektiren durumları da vardır. Bunun tamamı Münâvî'nin Şerh'inde yazılmıştır.
«Cennet ehlinin dili de arapçadır ilh...» ibaresine gelince; Câmiu's-Sağir'de «dil» yerine «kelâm»
gelmiştir. Yani cennet Ehlinin Kelâmı Arap-çadır.
«Dünya korkusundan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur ilh...»
sözüne gelince; Hülâsa'da ibare şöyledir: «Bir kişi maişetinin darlığın-dan ötürü veya düşmanının
öfkesinden dolayı ölümü temenni ederse bu, temenni mekruhtur. Çünkü Resûl-i Ekrem: «Sakın
herhangi biriniz ba-şına gelen bir zarardan ötürü ölümü temenni etmesin» buyurmuştur. Eğer
zamanının bozulmasından, günahların çokça ortaya çıkmasından ve ken-disi de günaha girmekten
korktuğundan ötürü temenni ederse sakıncası yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem'den buna benzer bir
rivayet gelmiştir. Bu-yurdular: «Yer yüzünün içi size yer yüzünün üstünden daha hayırlıdır.»
Ben derim ki: Birinci hadis, Sahih-i Müslim'dedir: «Sakın herhangi bi-riniz kendisinin basına gelen
bir zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Eğer illâ ölümü temenni etmesi gerekiyorsa şöyle
desin: «Ey Rabbim, ha-yat 'benim için hayırlı olduğu müddetçe beni diri bırak; fakat benim için
vefat hayırlı olduğu zaman da canımı al
«İbni Vehbân Tarsusî'nin bu görüşünü tartışmıştır ilh...» ibaresine gelince aynı şekilde şöyle der:
«Çünkü deliller bu gibi şeyleri takmanın cevazı konusunda tearuz etmektedirler.» Yani
çarpışmaktadırlar. Fakat İbn-i Şıhne bu görüşünü şöyle red etmiştir: «Bu safsata bir sözdür; bu-nun
herhangi bir delilini bilmiyoruz. O taşları çocuğa takmanın yasak olması hususunda bir şey varit
olmamıştır.»
Ben derim ki: Bazen deniliyor ki: «Cenab-ı Hâkk'ın«Oradan giyindiği-niz süs eşyasını
çıkarıyorsunuz» âyetinin tefsirinde, «inci ve mercanı çı-karıyorsunuz» denilmektedir. Buna göre bu
âyet, bunları kullanmanın ca-iz olduğuna delildir. Sunarın kullanılmasının caiz olduğuna şu ayet de
delâlet eder: «Size yer yüzünde olanın tamamını halketti.»
Yasak meselesine gelince, Kadınlara benzetme noktasından ileri ge-liyor. Çünkü bu inciler,
yakutlar, zümrütler kadınların süs eşyalarıdır. Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mace ve Hâkim'in rivayet
ettiği ve Hâkim'in aynı zamanda: Bu Müslim'in şartı üzere sahihtir, dediği bir hadis var-dır: «Allah'ın
Resulü kadının elbisesini giyen erkeğe, erkeğin elbisesini giyen kadına lanet okumuştur.»



Lâkin inci de öncelikle bunun kapsamına girmiş oluyor. Çünkü ka-dınların inci ile süslenmesi diğer
taşlardan daha fazladır. Binaenaleyh yani taşlar arasında fark görmek buna uygun düşmez. Düşün.
«Cevhere'de incinin erkek çocuk için kullanılmasının haram olduğu-nu kesin olarak belirtilmiştir
ilh...» Sirâc'da da hüküm böyledir. Çünkü inci kadınların süs eşyasındandır.
«Minye'de yer alan hükmü musannif Ebû Hânife'nin kavline hamlet-miştir ilh...» Bunu Zeylâî'nin
sözünden alarak giyim konusunda zikretti.
«Sonra; Cevhere'deki hükmü de İmameynin kavline hamletmiştir ilh.». Yani inci gerdanlık giymek
süs takınmak demektir. Metin sahipleri Ey-man (Yeminler) kitabı'nda bunu kabul etmişlerdir. Eğer
«Bir daha hiç bir süs eşyasını giymeyeceğim» diye yemin eder sonra da inci takarsa, ken-disine
keffaret düşer. Çünkü örfe göre bunlar süs kabul edilmektedir.
«Buna göre mezhepte incinin ve benzerinin giyilmesi erkekler için haram olur. Çünkü kadınların
takılarındandır ilh...» Fakat derim ki: Buna binaen haramlığa itibar etmek tartışılır. Çünkü
İmameynin kavlini tercih etmek, süs olması hususundaki görüşlerini tercih etmek oluyor. Ancak
yeminlere örfe itibar edilir. Örfün bunu süs eşyası saymasına gelince; kişinin herhangi bir süs
eşyasını giymeyeceğini yemin etmesinde kefaret olduğunu ifade eder. Erkekler için bunun giyilmesi
haramdır, anlamına gelmez. Zira her süs eşyası erkekler için haram değildir. Çünkü erkek-ler için
mesela yüzük takmak helâldir. Dört parmak kadar altın tellerle örülmüş elbiseyi giymek, altınla
süslenmiş kılıcı ve kemeri taşımak da helâldir. Evet, haram olmanın, illeti görülen: bunlar kadınların
süsündendir, bu nedenle burada kadınlara benzeme vardır bundan dolayı da ha-ramdır
kullanılmasın. Nitekim biz bunu daha önce söyledik. Düşün.
«Velinin çocuğa halhal denilen baldır bileziğini, veya kol bileziğini takması mekruhtur ilh...» sözüne
gelince; Yani erkek çocuğa bunları ta-karsa mekruhtur. Çünkü bunlar kadınların süsündendirler. T.
«Kızın ve tıflın (erkek çocuğun) kulağını delmekte beis yoktur ilh...»
ifadesine gelince, zahire bakılırsa «tıfıl» kelimesinden erkek çocuk kasdedilmektedir. Oysa
çocukların kulağınnı delinmesi küpeyi takmak için-dir. Küpe de kadınların süslerindendir. Erkekler
için helâl değildir. Bütün kitaplarda genel olarak yer alan hüküm ve bizim de daha önce
Tatarhâniye'den naklettiğimiz hüküm şudur: «Küçük kızların kulağını delmekte bir beis yoktur»
el-Hâvi el-Kudsî'de şu ek de vardır: «Erkek çocukların kulaklarını delmek caiz değildir.» Öyle ise
musannifin ibaresindeki: «ve'ttıflî» ibaresinin önündeki «vav»ının düşürülmesi uygun olurdu.
«Ben bunu görmedim ilh...» sözüne gelince; derim ki: «Eğer bu şey, bazı memleketlerde olduğu
gibi kadınların süs için kullandıklarından ise küpe için kulağı delmek gibi oluyor. T.
Şâfiîler bunun caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Medenî.
«Erkekler ve kadınlar için altın ve gümüşten yapılmış kalemlerle yaz-mak mekruhtur ilh...» ibaresine
gelince; biz Hâniye'den bundan daha ge-nel olan hükmü naklettik. O da şudur: «Süs dışında kalan
altın ve gü-müş kaplardan yemek, içmek, yağlanmak ve akitler hususunda kadınlar-da erkekler
gibidirler.»

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...