ALIŞ-VERİŞ FASLI ALTINCI BÖLÜM
«Fakat
aksırana dua eden kişinin ne diyeceği hususunun da ihtilâf etmişlerdir. Bazı kimselere göre:
«Yerhamukellâh {Allah sana rahmet ey-lesin)» diyecektir. Diğer bazılarına göre: «Elhamdülillâhi
taalâ
(hamd yüce Allah'a mahsustur)» diyecektir. Aksıran kendisine dua eden kişiye (ikinci kez) şu
cevabı
verecektir: «Yehdikellâh (Allah sana hidayet etsin)» Eğer aksıran kâfir ise; buna ramen
Allah'a
hamdederse, onu dinleyen ve dua
etmekle mükellef olan: «Allah sana hidâyet eylesin»
manâsını
ifade eden «Yehedîkaliâh» ibaresini söylecektir. Aksırmak tekrarlanırsa üç de-faya kadar
ona
hayırla dua eder. Üçü geçtikten
sonra sükût eder.
«Kadîhân
dedi ki: «Üçten fazla aksırırsa, her defasında Allah'a hamdedecektir. Onun yanında
bulunan
da her defasında ona dua ederse gü-zel olur.»
«Aksıranın kendisine dua edene: «Ğâfarallahu li veleküm (Allah be-ni de sizi
de af eylesin)» veya:
«Yehdîkumullâhu
ve yuslihu bâlekûm (Al-lah size hidâyet eylesin ve sizin kalbinizi ıslâh eylesin.)»
demesi
uygun-dur. Bundan başkasını demiyecektir. Aksıran kişinin en uygunu hamdı yaparken
sesli
yapmasıdır. Ta ki yanında bulunan kişiye bunu duyur-sun, ki oda ona dua etsin. Eğer aksırana
dua
edene hazır olanlardan ba-zıları cevap verirse, bütün cemaatin yerine geçmiş olur. En faziletlisi
cemaatten
her birisinin ona dua etmesidir. Çünkü hadisin zahiri bunu gerektirir. Denildi ki: Bir kişi
aksırdığında
hamd ettiği işitilmese; Onun yanında bulunan «Eğer Allah'a hamd
etmiş isen, Allah
sana
rahmet ey-lesin» diyecektir. Duvarın arkasından
Allah'a hamdederse onu dinleyen
herkese
ona
dua etmek vâcib olur.»
Fusûlu'l-Allâmî de şu hüküm yer almaktadır: «Dinleyen bir kişinin aksırandan daha önce hamd
getirmesi
menduptur. Çünkü şu hadis var-dır:
«Kim aksırandan daha önce Elhamdülillah dese o
kimse
şeves, leves ve allevus denilen
hastalıklardan emin
olur.»
«Seves»
baş ağrısı, «leves» karın ağrısı, «allevus» de diş ağrısı diye tefsir
edilmiştir.»
Teberanî
Evsafında Hz. Ali'den merfû olarak ^u hadisi rivayet edi-yor: «Kimin yanında birisi
aksırırsa aksırandan önce elhamdülillah dese böğründen herhangi bir şikâyet duymayacaktır.»
İbn-i
Asakir rivayet ediyor: «Kim aksırandan önce elhamdülillah dese, Allah onu böğür ağrısından
korur.
Ve dünyadan çıkıncaya kadar ondan herhangi bir kötülük
görülmeyecektir.»
el-Muğrib
adlı lügat kitabında hadiste sözü
geçen «seves» diş ağ-rısı, «leves» kulak ağrısı
«allevus»
ise bronşittir,
denilmektedir.
Şir'at'ta
dedi ki: «Kişi aksırdığı zaman başını eğecektir. Yüzünü ka-patacaktır. Mümkün olduğu
kadar
sesini alçaltacaktır. Çünkü aksırmayı sesli yapmak ahmaklıktır. Hadiste şöyle
buyurulmaktadır: «Konuşma anında aksırmak adaletli bir şahittir.» Aksıran insan «eb» veya
«eşhab»
demiyecektir. çünkü bu şeytanın
ismidir.»
«Selam
yazılı mektubun selamına cevap vermek
vacibtir ilh...» Çün-kü gaibten gelen mektup, hazır
kişiden
gelen hitap gibidir. Müctebâ. Halk bu işten gafil bulunmaktadırlar.
T.
Ben
derim ki İlk zihne gelen şudur: Maksat, mektuptaki selâmın cevabını vermenin vacib
olduğudur.
Mektuba cevap vermek değildir. Lakin
Suyûtî'nin el-Camiüssağîr'inde şu hüküm yer
almaktadır: «Mektubun cevabını vermek tıpkı selâmın cevabını vermek gibi haktır.» Şari-hi
el-Münâvî
der ki «Bir kişi sana bir mektupta selâm yazarsa, o mektupta sana ulaşırsa lafızla veya
mektupla
o selamın cevabını vermen vacib
olur. Şâfiîlerden bir grup bunu
açıkça söylediler. Aynı
zamanda
bu, İbn-i Abbas'ın da görüşüdür.»
Nevevî der ki: «Eğer bir şahısa başka bir şahıstan bir kağıtta selâm gelirse, onu derhal
cevaplandırmak
vacib olur. Selâmı tebliğ edene de Neseî'nin rivayet ettiğine göre cevaplandırmak
müstahabtır.
Mektubun cevabını vermek daha iyi olur. Eğer terkederse kin gütmeye sebep ola-bilir.»
Bunun
için şair şu şiiri söylemiştir:
«Dost dostuna yazdığı zaman onun cevabını vermek ittifakla
vacibtir.
Çünkü kardeşler karşılaşmadıkları zaman mektuptan daha güzel bir ilişki olamaz.»
«Falana
selâm söyle dediği zaman gidip o
selâmı söylemek vacib olur
ilh...» sözüne gelince; çünkü
bu
emaneti sahibine vardırmak
kabilindendir. Zahire göre bu vücub hükmü, selâmı götürenin razı
olmasına
bağlıdır.
Düşün.
Sonra
Münâvî'nin Şerhin'de İbn-i Hacer'den
nakledilerek şu ibareyi gördüm: Tahkik şu ki: Elci eğer
«ben
selâmı götürürüm» diye iltizâm
et-miş ise, o zaman emanete benzemiş oluyor. Aksi takdirde
vedia
oluyor.» Yani onun boynunda gidip de tebliğ etmek vacib değildir. Nitekim ve-diada hüküm
böyledir.
Şurunbulâlî
dedi: «Buna göre kendisine: Selâmını Resulullâh'ın hu-zuruna götür, diye emredenin
selâmını
tebliğ etmek gerekir.» Yine «Şu-runbulâlî dedi ki: «Selâmı getirene de cevap vermek
müstahaptır.
Senin de üzerine selâm olsun, onun da üzerinde selâm olsun, diyecektir. Bu-nun
benzeri
musannifin Tühfetu'l-Akrân adlı kitabında da vardır. İbn-i Abbas'tan bunun vacib olduğu
rivayetini ayrıca
ekler.»
Lâkin
Tatarhâniye'de dedi ki: «İmam
Muhammed bir hadis rivayet etti. Buna göre «kim bir insana
başkasının selâmını getirip tebliğ ederse, selâm alan önce tebliğ edene cevap vermek, sonra hazır
olmayana
cevap vermek zorundadır.» Bu ibarenin zahirinden, vacib olduğu hükmü anla-şılıyor.
Düşün.
«Eğer
alenen fasık ise selâm vermesi mekruh olur ilh...» sözüne ge-lince; daha önce Aynî'den
nakledilen
ibarenin tahsîsi içindir.
Fusûlu'l-Allamî'de şu hüküm yer alıyor: «Yalan söyleyen, durmadan alay eden, fuzulî ve manâsız
konuşan
yaşlıya, halka küfür edene, mah-rem olmayan kadınların yüzlerine bakana
selâm verilmez.
Alenen
fısk iş-leyene, tagannîde bulunana ve güvercin uçurtana bunların tövbe ettik-leri
bilinmedikçe selâm verilmez. Masiyet içinde bulunan bir kavme,
satranç oynayanlara Ebû
Hânife'ye
göre onları meşgul etmek niyetiyle se-lâm verebilir. İmameyne göre bunlara selâm
vermek
mekruhtur. Çünkü bunlar selâma lâyık
değildirler.»
«Yemek
yiyen kişi gibi ilh...» sözüne gelince; bu sözün zahirinden anlaşıldığına göre lokmayı
ağzına
koyduğu ve çiğnediği hale mahsustur. Lokmayı ağzına koymazdan evvel veya çiğnedikten
sonra
ona selâm ver-mek mekruh
değildir. Çünkü o, selâmın cevabını vermekten aciz değil-dir. Bu
hükmü
Şâfiîler açıkça belirtmişlerdir. El-Küfderî'nin Vecîz adlı eserinde şu mesele yer almaktadır:
«Yemek
yiyen bir topluluğun yanın-dan geçen, eğer kendisi muhtaç ise ve onların da kendisini
çağıracağını biliyorsa selâm verebilir. Aksi
takdirde selâm vermeyecektir.» Buna gö-re; -sözü gecen
durum
dışında- yemek yiyene mutlaka selâm vermenin mekruh olması gerekir. T.
«Eğer
selâm verirse sevaba müstahak değildir ilh...» sözüne gelin-ce; 'derim ki: Bezzâziye'de şu
hüküm
yer almaktır: «Eğer tilâvet halinde selâm verirse, tercih edilen görüşe göre selâmın cevabını
vermek
vacib-tir. Ama hutbe, ezan ve fıkhı
tekrar etmek halinde mesele değişir.»
Eğer
buna rağmen bu durumlarda selâm verirse günahkâr olur. Tatarhâniye.
Tatarhâniye'de
şu hüküm de yer almaktadır: «Sahih
şudur ki, bu yer-lerde selâmın
cevabı verilmez.»
Karî
(Kur'an okuyan) hususunda doğru hüküm hakkında ihtilâf var-dır. Ebû Yûsuf'a göre
kıraati
bitirdikten
sonra, veya âyetin tamam
olma-sında, cevap verecektir.
İhtiyâr'da şu ifade vardır: «Kadı
mescidin
bir ke-narında hüküm vermek üzere oturduğunda, hasımlara selâm vermez. Ha-sımlar da
Kadı'ya selâm vermezler. Çünkü kadı hüküm vermek için otur-muştur. Selâm ise ziyaretçilerin
hediyesidir. Binaenaleyh kadı ne için oturmuşsa onunla meşgul olmalıdır. Eğer onlar selâm vermiş
ise
onların cevabını vermek kadı'ya vâcib değildir. Bu hükme binaen; talebelerine fıkıh, veya Kur'an
öğretmek
üzere oturmuş bir kimseye birisi
girip de selâm verirse, o selâmın cevabını vermeyebilir.
Çünkü
o öğretmek için oturmuştur selâmın
cevabını vermek kadı'ya vâcib değildir. Bu hükme
binaen;
talebelerine fıkıh, veya Kuran öğretmek üzere oturmuş bir kim-seye birisi girip de selâm
verirse,
o selâmın cevabını vermeyebilir. Çün-kü o öğretmek için oturmuştur selâmın cevabını
vermek
için değil.»
«Mim'in
cezmiyle ilh...» En uygunu mim'in sükûniyle demesiydi.
T.
dedi ki: «Es-selâmu Aleyküm» diyenin cevabının vâcib olmayışının sebebi;
Arapça terkiple gelen
Sünnete
muhalefet etmiş olduğundandır. Sanki
«elif-lâm» ile te'nin arasını cem edip: «Es-selâmu
Aleyküm»
diye-ne de cevab vermenin vâcib
olmaması bunun gibidir. Musannıf mim
cezmeli
okunursa
vâcib değildir,» dediğine göre; eğer elif-lâm'sız olarak kelimeyi tenvinli okursa «selâmun
aleyküm»
dese -nitekim meleklerinde Cennet Ehlin'e selâmları böyledir- o takdirde selâmın cevabı
vâcib
olur. Öyleyse onun iki sigası
vardır. Ve bu daha önce
Tatarhâniye'den naklettiğimizin
zahiridir.
Zahiriye adlı kitapta şunu gördüm:
«Selâm lafzı bütün yerlerde «Es-Selamu aleyküm» veya
tenvinle
«Selâmun aleyküm»dür. Bu iki kelimeden başka câhillerin kullandıkları kelimeler selâm
olmaz.»
Şurunbulâlî
Musafaha hakkındaki risalesinde dedi ki: «Aleykesselâm kelimesiyle söze başlarız.
Aleykümüsselâm
diye de selâm verilmez. Çünkü Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka hadis kitaplarında
sahîh
senetlerle Câbir bin Süleym (R.A.) dan şöyle rivayet edilmiştir: Ben Allah'ın resu-lüne vardım
ve
«Aleykesselâmu ya Resullah» dedim.
Cenab-ı Peygam-ber: «Sakın aleykesselam deme. Çünkü
aleykesselâm
kelimesi ölülere verilen selâmdır.» Tirmizî: «bu hadis hasen sahîhtir» demiştir.
Bundan
anlaşılıyor ki: «Aleykesselâm» şeklinde selâm verenin cevabını iade et-mek vacib
değildir.
Çünkü
Allah'.n Resulünün böyle selâma
cevap ver-diği değil; bilâkis böyle dememekten menettiği
hükmü
vârid olmuştur. Bu, İmam Nevevî'nin zikrettiği üç ihtimalden birisidir. Bunun selâm
ol-madığı
tercih edilir. Aksi takdirde Cenab-ı Peygamber, evvelâ selâmın cevabını verecekti, sonra
ona
selâmı öğretecekti. Nitekim namazını iyi kılmayana gereken cevabını
vermiş, sonra ona
namazın
nasıl kılınaca-ğını öğretmiştir. Eğer kişi bir «vav» ziyade ederek «ve aleykümüsselâm»
şeklinde
dese, yine cevaba müstahak olmaz.
Çünkü bu sîga, selâm ver-meye elverişli değildir.
Binaenaleyh
Şafiî imamlarından el-Mittevelli'nin
söylemiş olduğu gibi selâm olmaz.»
Ben
derim ki: Tatarhâniye'de Ebû
Ca'fer'den rivayet edildi: Ebû Yûsuf'un bazı talebeleri, çarşıdan
geçerken
«Selamullahi Aleyküm» der-miş. Orta bu hususta
soru soruldu. Dedi ki: «Selâm vermek
esenlik
di-lemektir. Ona cevap vermek farzdır. Onlar bana cevap vermeseler emri bil ma'rûf vacib
olur.
Selamullahu Aleyküm'e gelince bu duadır. Bunun
cevabını vermek gerekmez. Bana
da bir şey
lazım
gelmez. Bunun için ben bunu
seçtim.»
Ben
derim ki: Bu daha önce geçenle beraber şunu ifade ediyor-. Se-lâmın cevabının
vacib olması
ancak.
«Esselâmu aleyküm» veya «selâmun aleyküm» şeklinde başlanırsa olur. Daha önce dedik
ki:
Bu iki selâma karşılık cevap veren: «Selâmun aleyküm» veya «Esselâmu aleyküm» tar-zında
cevap
verebilir. Bunun ifade ettiği şudur: Başlangıca elverişli olan yani selâm vermeğe elverişli
olan
siğa cevaba da elverişli olur. Lakin
başlangıçtaki ve cevaptaki siygaların hangisi daha
üstündür,
bunu daha önceden öğrenmiş
bulunuyorsun.
BİR
EK:
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Arkadan gelen kişi sana
selâm verecektir. Yürüyen oturana,
binen
yürüyene, küçük büyüğe selâm verecektir. İki kişi karşı karşıya geldiklerinde hangisi daha önce
selâm
verirse, o daha üstündür. Eğer
ikisi beraber selâm verirse her birisi arkadaşının selâ-mına
yeniden
cevap verecektir. Hasan dedi ki: Az çoğa selâm verecek-tir.»
Yine
Tatarhâniye'de şu hüküm yer
almaktadır: «Selâm sünnettir. Ya-yanın yanında genel yolda veya
çölde
geçen bir biniciye emniyet telkin etmek için selâm vermesi farz
olur.»
el-Bezzâziye'de
şu hüküm yer almaktadır: «Şehirden
gelen köyden gelenle karşılaştığında selâm
verecektir.
Bazıları da köylü şehirden ge-lene
selâm verecektir dediler.»
Tebyînu'l-Mahârîm adlı kitap dedi ki: «Nevevî demiştir: Bu edep bir yolda
rastlaştıkları zaman
böyledir. Bir kişi oturanın yanına varırsa, va-ran her halükârda selâm verecektir. İsterse büyük,
isterse
küçük, ister az ister çok olsun. Tabarânî'de de böyledir.»
T.
dedi ki: «Kaideler buna uygun düşmektedirler. Hangisi ecir yönün-den daha efdaldir, konusunda
ihtilâf
edilmiştir. Bazıları cevabı veren da-ha efdaldir, bazıları selâm veren daha efdaldir der. Muhit.»
Eğer
kişi bir tek mecliste ikinci kez selâm verirse ikinci selâmın ce-vabını vermek vacib değildir.
Tatarhâniye.
Tatarhâniye'de
şu rivayet yer almaktadır: «Amr bin Şuayb'ten o da babasından, o da Resulullah'dan
rivayet ediyor: «Bir meclise vardığınızda, kavme selâm veriniz.
Meclis'ten dönüş yaptığınızda yine
onlara
selâm vererek ayrılınız. Şüphesiz ki
dönüş anındaki selâm birinci selâmdan da-ha
faziletlidir.»
«Eve
girerse kimseyi görmezse selâm bizim ve Allah'ın sâlih kulları-nın üzerine olsun der ilh...»
sözüne
gelince; böylece beraberindeki me-leklere ve hazır bulunan cinlerden olan salihlere ve
başkalara selâm et-miş oluyor. Fakihler dediler ki: Biz neyle mükellef isek, cinler de onunla
mükelleftir.
Onların bu dediklerine göre; Selâmın cevabını vermek cin-lere vacibtir. Ancak bu
vacibin
mesuliyetinden selâm verene duyurmak suretiyle çıkabilirler. Fakat ben bunun hükmünü
görmedim.
Bazen denildi ki: Onlar insanların gözlerinden gizlenmekle emrolundular. Çünkü onlar
ve
insanlar arasında ünsiyet ve mücaneset yoktur. Onun zahiren reddi, ilân kabilindendir. Düşün. T.
Ben
derim ki: Biz «Esselamu aleynâ ve âlâ ibadillâhi's-sâlihin» sigasının, dinleyene cevap vermenin
vacib
olduğu sigalardan olduğunu teslim
etmiyoruz. Çünkü burada bir
hitap yoktur. Aksi takdirde
bunu
dinleyen insanlara da cevabı vacib olur. Bunun ise sarih bir nakle ihtiyacı vardır. Zahir böyle
bir
nakil olmadığıdır. Binaenaleyh cinler üzerinde öncelikle vacip olamaz. Bu sîga sadece
teşehhütte
olduğu gibi. mücerret dua için-dir.
Daha önce geçtiği gibi, bazı Ebû Yûsuf'un
talebelerinin
ihtiyar ettiği sigada olduğu gibi.
Düşün.
METİN
Camide
dilenen bir kimseye sadaka vermek
mekruhtur. Ancak dile-nen insanların omuzlarından
atlamıyorsa
o vakit sadaka verilir. Muhtar ve seçilmiş
kavle göre böyledir.
Nitekim İhtiyar'da ve
Mevâhiburrahmân
metninde böyledir. Çünkü Hazreti Ali
namazda iken yüzüğünü sadaka vermiş ve
Cenab-ı
Hâk onu bu sadakasından dolayı «Rükû
halinde olduk-ları halde zekâtı verirler» mealindeki
âyetle övmüştür.
Allah
katında isimlerin en sevimlisi Abdullah ve Abdurrahmân'dır. Ali, Reşid gibi müşterek
isimlerin
verilmesi
de caizdir. Ancak bizim hak-kımızda, Allah'ın hakkında irade edilenden başkası irâde
edilir.
Fakat bizim zamanımızda onun gayrısıyla isim vermek daha evlâdır. Çünkü
avam bazan
çağırma
anında onu tasgir (küçültme) ederler. Sirâciye'de hüküm böyle yer almıştır. Sirâciye'de:
«İsmi
Muhammed olanın Ebûlkâsım künyesiyle künyelenmesinde beis yoktur. Çünkü
Resul-ü
Ekrem'in
«Benim ismimle isim veriniz, fakat benim künyemle künyelenmeyiniz» hadisi nesh
edilmiştir.
Çünkü Hazreti Ali oğlu Muhammed Hanefiyye'ye Ebû'l-Kâsım künyesini vermişti.
Kişinin
babasını hanımın da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur.
Yine
Sirâciye'de geçtiğine göre: camide
konuşmak mekruhtur. Cena-ze arkasında, tuvalette, cima
halinde
de konuşmak mekruhtur. Ebû Leys şunu da ekledi: Bostanda Kur'an okunurken de
konuşmak
mekruhtur. Mülteka'da
el-Muhtâr'a tabi olarak şu da eklendi: Öğüt esnasında sesi
yükseltmek
böyledir. Peki «vecd» adını
verdikleri şarkı söylemek hak-kında
zannın ne
olabilir?
Arapça'nın
diğer dillerden üstünlüğü vardır.
Arapça cennet ehlinin dilidir. Onu öğrenen veya
başkasına öğreten ecir alır. Hadiste: «Arapları üç hasletten dolayı seviniz. Çünkü ben Arab'ım,
Kur'ân
Arapçadır. Cen-net ehlinin dili de cennette Arapçadır.»
Aynı
eserde şunlar da yer alır:
Kabirleri sıvamak muhtar kavle gö-re
mekruh değildir. Bazıları
mekruhtur
dedi. Pezdevî dedi ki: Eseri kayıp olmasın ve hafife alınmasın diye
yazıya ihtiyacı var ise,
üzerine
yazı da yazılır. Musannif bunu
akrabalar için vasiyet konusunun sonunda zik-retmiştir. Biz
de
bunu cenazeler bahsinde daha önce zikrettik.
Bir
öfkeden veya bir mali sıkıntıdan dolayı ölümü temenni etmek
mekruhtur. Ancak bir masiyete
girmek
korkusundan olursa o vakit mek-ruh
değildir. Yani dinî bir endişe dolayısıyla değil de
dünyevî bir endişe dolayısıyla ölümü temenni etmek mekruhtur. Çünkü hadiste: «Yerin altı sizin için
üstünden
daha hayırlıdır» buyurulmuştur.
Hülâsa.
Çocuğa
inci takmakta bir beis yoktur. Baliğin durumu da böyledir.
Vehbâniye Şerhin'de Münye'ye
nisbet
edilerek böyle denildi: «Tarsûsî, yakut, zümrüt gibi diğer taşları da inciye kıyas etmiştir.
Ancak
İbni Vehbân bu hususta Tarsusîyle münazaa etmiştir. Yani bunların kıyas
edile-bilmesi için
açık
bir nakle ihtiyaç vardır, demiş;
Cevhere'de, incinin ha-remliği
kesinlikle kaydedilmiştir.»
Ben
derim ki: Musannif Münye'deki hükmü, İ. Azam'ın sözüne, el-Cevhere'deki sözü de İmameyn'in
sözüne
hamlederek; «Fakihler imameynin kavlini tercih etmişlerdir.» dedi. Binâenaleyh Kâfî'de şu
yer
al-maktadır: «İmameyn'in sözü bizim memleketin örfüne daha yakındır, onunla fetva
verilir.»
Sonra
musannif dedi ki: «Buna binaen mezhepte erkekler için inci ve benzerinin kullanılması
mutemed'e
göre haramdır. Çünkü bunlar kadınların süs eşyalarındandır.»
Çocuğun
velisinin çocuğa halhal veya bilezik giydirmesi mekruhtur. Kızın ve erkek çocuğun
kulağını
delmekte -istihsânen- herhangi bir beis yoktur.
Mütelkâ.
Ben
derim ki: Acaba burna takılan hızma caiz midir? O hükmü
gör-medim.
Altından
veya gümüşten yapılan bir
kaleme yazmak veya altın ve gümüş hokkadan mürekkep alıp
yazmak
erkek içinde (dişi için) de mek-ruhtur. Sirâciye'de böyledir, dedi. Bundan sonra şöyle dedi:
Silahı
altın veya gümüş suyu ile kaplamakta beis yoktur. Atın sırtına vurulan eyerleri, ağızlarına
vurulan
gemleri ve kuyruklarına geçirilen kolonyaları Ebû Hânife'ye göre
altın ve gümüşle
süslemekte bir beis yoktur. Ama Ebû Yûsuf'a göre caiz olmaz.
Zeyd'in bir cariyesi vardır. Bekir: «Zeyd beni bunu satmakta vekil kıldı» dedi. Bekir'in doğru
söylediği zannı galip ise Amr için bunu vekilden satın almak da bununla cinsî ilişki kurmak da
helâldir.
Nitekim bu hüküm daha önce geçti. Eğer zamanın çoğuna göre Bekir yalan söylüyor-sa
kabul
etmez ve ondan cariyeyi de satın
almaz. Eğer «bu başkasının malıdır» diye ona söylemezse o
zaman
onu satınalmakta herhangi bir beis yoktur. Tıpkı zifaf odasına kadınlar tarafından «Senin
hanımındır»
diye sokulan kadın ile cinsî ilişki kurmasının helâl olması gibi.
«Kocam
beni boşadı iddetim de bitti» veya
«ben falanın cariyesi idim, beni azad etti» diyen bir
kadının
nikâh edilmesi eğer onun doğru söyle-diğine kanaat getirirse helâldir. Meselenin tamamı
Hâniye'dedir.
Ben
derim ki: Özü şudur: Kadın kendisine muhtemel bir emri söy-lediği zaman eğer kadına güvenir
veya kalbine kadının doğru söylediği vaki olursa,
onunla evlenmekte bir beis yoktur.
Eğer kabul
edilemeye-cek
bir emir söylerse ondan bunun açıklamasını istemedikçe onunla evlenemez.
İZAH
«Ancak halkın omuzlarından atlamıyorsa ilh...» Yani namaz kılanla-rın önünden geçmiyorsa
birşeyler
verilmesi caizdir.
İhtiyâr'da dedi ki: «Eğer namaz kılanların önünden geçiyorsa halkın
omuzlarından atlıyorsa ona
vermek
mekruhtur. Çünkü ona vermek, hal-kın
eziyeti hususunda ona yardım etmek
demektir. Hatta
denildi
ki: Di-lenciye camide verilen
böyle bir kuruşun yetmiş kuruş
kefareti
olamaz.»
T.
dedi ki: «Camide dilenciye vermenin kefareti, çoğu kez halkın omuzlarından atlayıp eziyet
vermesinden
dolayıdır. Eğer camide saflar
arasında bir aralık var ise, dilenci de oradan gidiyorsa,
halkın
omuzlarından atlamıyorsa ona sadaka
vermekte kerahet yoktur. Nitekim bu
mef-humundan
böyle anlaşılır.»
«Hz.
Ali namazda olduğu halde vermiştir ilh...» Yani namazda ca-mide idi. Evet bu kayıt takdir
edilirse
delil tamam olur. Veya en üstünü olan namazda vermek
caiz olduktan sonra, mescitte
vermenin
caiz ol-ması daha evlâ olur.
T.
«İsimlerin en sevimlisi ilh...» sözüne gelince; Bu, Müslüm, Ebû Dâvûd, Tirmizî ve başka
muhaddislerin
İbn Ömer'den merfû olarak rivayet ettikleri bir hadisin lafzıdır. Münâvî der ki:
«Abdullah mutlak bir şekilde en efdal isimdir. Hatta Abdurrahman'dan da efdaldir. Bu iki isimden
son-ra
isimlerin en efdali Muhammed'dir sonra Ahmed'dir sonra
İbrahim'dir.
Yine
Münâvî başka bir yerde dedi ki: «Abdurrahman ile Abdullah'a onlar gibi alan isimler de ilhak
edilmiştir.
Abdurrahim ve Abdülmelik gi-bi. Bu iki isimle isimlenmenin efdal olması, kullukla
isimlenmeyi
irâde etmekten dolayıdır. Çünkü Araplar daha önce kişiye Abdüşems (güne-şin kulu),
Abdüddar
(evin kulu) şeklinde isim
verirlerdi. Binaenaleyh bu hadis, Muhammed ve Ahmed isimleri,
Allah
katında bütün isimlerden da-ha
sevimlidir, hükmüne muhalif düşmez.
Çünkü Cenab-ı Hâk,
Peygambe-ri
için ancak katında en sevimli olan
ismi seçmiştir. Bu doğrunun ta ken-disidir. Onu
mutlak
manâya hamletmek caiz
değildir.»
Varit
olmuştur ki: «Bir kişiye Cenâb-ı Hâk
bir erkek çocuk verir o da ona Muhammed ismini verirse,
o
kişi de onun çocuğu da cennette
olurlar.» İbn-i Asâkir Ümâme'den merfu olarak rivayet etmiştir.
Suyûtî de-di ki: «Bu hadis bir konuda vârid olan en uygun hadistir. Onun isnadı da Hasendir.»
Sehâvî
dedi ki: «Onların: «İsimlerin en hayırlısı kendisinden kulluk manâsı veya hamd manâsı
anlaşılan isimdir» sözüne gelince; bunu bil-miyorum.»
«Ali ismini vermek caizdir ilh...» sözüne gelince: Tatarhâniye'de Sıraciyden
nakledilerek yer alan
hüküm
şöyledir: «Allahın Kitabı'nda
bulu-nan el-AIi, er-, el kebir, el-Bedi gibi isimleri çocuğa
vermek
caizdir. «Bu-nun benzeri Minahta
yine Siraciyeden nakledilerek varit olmuştur. Bunun
zahirinden:
Elif Lam'lı dahi olursa isim olarak çocuğa verilmenin caiz ol-duğu anlaşılır.
«Fakat
bizimle Allah arasında müşterek olan isimlerle isim verdir-memek zamanımızda daha evlâdır
ilh...»
sözüne gelince; Ebu'l-Eys dedi ki: «Acemlerin, yani arap olmayanların Abdurrahman ve
Abdurrahim
is-mini vermesi hoşuma gitmiyor. Çünkü onlar bu isimlerin ne demek ol-duklarını
bilmiyorlar. Ayrıca bunları küçülterek kullanıyorlar.» Tatarhâniye.
Bu
durum bizim zamanımızda çokça
yaygındır. Çünkü Abdurrahim Abdulkerim veya Abdulaziz
isimli
insana çağırarak mesela Rahayyim, Kureyyim, Uzeyyiz derler. Abdulkadir isimli insanı da
Kuveydir şeklinde çağırırlar. Bunu kasten yaparsa kâfir
olur.
Münye'de şu hüküm yer almaktadır: «Kim Esmayı Husnadan birisine izafe edilen Abdulaziz ve
benzeri
isimlerin sonuna tasgir (küçültme) eda-tını eklerse ve bunu kasten yaparsa, kâfir olur. Eğer
ne
dediğini bilmi-yorsa, kasti de yapmamış ise
küfrüne hüküm edilmez.
Kendisinden bu sözü
dinleyenin
ona bunu öğretmesi vacibtir.»
Bazıları
da ismi Abdurrahman olana Rahmün derler. Türkmenler gi-bi bazıları da Muhammed'e
Hamdo,
Hasan'a Haso derler. Dikkat et, aca-ba onlar için bu iki ismi terketmek evlâdır denilebilir
mi?
«Ben
im künyemle künyelendirmeyiniz
ilh...» sözüne gelince çünkü
yahudiler Resul-ü Ekrem
döneminde
«Ya Ebelkâsım» diye bağırıyorlar, Cenab-ı Peygamber de dönüp onlara baktıklarında
«Biz
seni kastetmedik» derlerdi. T.
«Bu
hadis nesn edilmiştir ilh...» sözüne gelince; umulur kî nehyin Peygamber'in vefatıyla daha
önceki
yasağın illeti ortadan kalkmış
ola- bileceği dolayısıyladır.
Bir
Ek: Cenab-ı Hâkk'ın ibadet lafzıyla kendisine nisbet etmediği Peygamberi'nin zikretmediği,
müslümantarın
kullanmadığı bir ismi evlâ-dına vermek hususunda çok söz edilmiştir. En uygunu
böyle bir ismi çocuğa vermemektir.
Rivayet ediliyor ki: Herhangi birinizin
bir çocuğu dünyaya gelir ve ölürse, ona isim vermezden önce
onu
defn etmesin. Eğer erkek ise ona erkek ismini verecektir. Eğer dişi ise kız ismi verilecektir.
Eğer
erkeklik ve kadınlık durumu bilinmiyorsa hem erkekler için hem kadınlar için kul-lanılabilen bir
isim
verecektir. Eğer kişi küçük oğiuha Ebû Bekir künye-sini verirse ve bunu da bozarsa, bazıları
böyle yapması mekruhtur, de-diler. Fakat fakîhlerin çoğunluğu bunu mekruh görmezler. Çünkü halk
bununla
tefe'ülü kastetmektedirler. Tatarhâniye.
Allah'ın
Resûiü çirkin ismi güz-el isimle değiştirirdi. Meselâ bir kişi adı Esram Resulullah'a geldi
onu
Zur'a ismini verdi. Adı Mudtacı olan
başka bir kişi geldi Cenab-ı Peygamber ona el-Münba'is
ismini
verdi. Ömer'in Âsiye adında bir
kızı vardı. Cenab-ı Peygamber onun
ismini Ce-mile ile
değiştirdi.
Erkek
çocuğa Yasar, Rebâh, Necâh Eflah, Bereke gibi isimler veril-mez. Çünkü bir'insanın: «Senin
yanında
Bereke(t) mi?» demesine karşı "Hayır» demen uygun bir söz değildir. Diğer isimler de
böyledir. Çocu-ğuna Hakîm, Ebu'l-Hakem, Ebû İsa, Abdü Filân tarzında isimler de
ver-memelidir.
Tezkiye
manâsını ifade eden er-Reşîd,
el-Emin gibi bir isim de ver-memelidir. Fusûlü'l-Allâmî'de
nedeni
şöyle açıklanır: Çünkü el-Hakem
Al-lah'ın isimlerindendir. Binaenaleyh (baba anlamına
gelen
«eb» kelimesi-ni bu isme veya İsa ismine izafe etmek uygun değildir.
Ben
derim ki: Musannifin filân'ın
kulu» diye de verilmez sözünden Abdünnebi isminin
verilemeyeceği anlaşılır. Münâvî, Demîrî'den şöyle dedi-ğini naklediyor: «Abdünnebî ismini vermek
teşrif
niyetiyle olursa caizdir. Ekseri ulemâ bu ismin verilmesinin memnu olduğu görüşündedirler.
Çün-kü
burada gerçekten Peygambere kulluk
anlaşılabilmesinden korkulur. Ni-tekim Abdüdâr adını
vermek
de caiz değildir.»
«Tezkiye-yi nefis için olan isimler de olmaz.» sözünden anlaşıldığına göre Muhiyiddin Şemseddin
gibi
içinde yalan olmakla beraber tezkiye
olan isimlerin verilmesi mubahtır.
Mâliki âlimlerden
bazıları
bu tür isim-lerin memnu olduğu
hususunda eser telif etmiş Kurtubî, Esma-yı Hüsnâ
Şerhi'nde
bunu açıkça belirtmiş ve bazıları da bir şiir yazarak şöyle de-miştir: «Dini
görürüm şu kişi
onun
Fahr'i olmuş (adı: Fahreddin olanı
kastediyor) şu kişi ona yardımcı
olmuş (Nasîruddin ve
benzeri
isimleri kastediyor.) Allah'dan utanıyor artık din; lakapların bu denli çoğalmasın-dan.
Halbuki
bu adları taşıyanlar münkerâtın
yaylasında eşek gibi otlu-yorlar. Dini. onlarla aziz
olmaktan
tenzih
ediyorum ve biliyorum ki, böyle isimlerin insanlara verilmesinde büyük günâh vardır.»
İmâm
Nevevî'den nakledildiğine göre;
kendisine Muhyiddîn lâkabı-nı veren kişilerden pek
hoşlanmaz
ve şöyle dermiş: «Beni Muhyiddin diye* çağıran kişiyi helâl
etmem.»
Arif
billâh şeyh Sinan da Tebyînu'l-Mehârim adlı kitabında buna mey-letmekte ve isimleri böyle
olanların
başına kıyameti koparmakta, «bu
Kur'ân-ı Kerîm'de yasaklanan
tezkiye'ye yani nefsi
övmeye giriyor»
demektedir.
Müderrisler
için Türkçe «Efendi, Sultanım» ve benzeri kelimeler gibi kullanılmakta olan sözler
yalandan
sayılır. Bunları söyledikten sonra şu-nu ekler: «Eğer denilirse ki bunlar mecazdırlar, özel
isimler
gibi olmuş-lardır. Böylece tezkiye
yani övme manâsını ifade etmekten çıkmıştır.» Cevap
olarak
deriz ki: «Bu sözlerinizi görülmekte olan durum reddet-mektedir. Zira bu adamların birisini
esas
ismiyle çağırdığınız zaman öz isimleriyle seslenenlere kırılırlar. Anlaşılıyor ki tezkiye manâsı
bu
keli-melerde halen vardır.
Sahabelerin büyükleri ve başkaları özel isimleriyle çağırılıyorlar ve
çağıranlara kızdıkları da nakledilmemiştir. Eğer özel ismiyle çağırmakta, ilim tezimini, ilim ehlinin
yüceltilmesini terketmek söz konusu olsaydı, sahabeler kendilerini özel isimleriyle çağıranları bu
iş-
ten men edeceklerdi.» Özetle.
Konuyu bu şekilde uzun uzadıya açıklamış bulunuyor. Oraya müra-caat uygun
olur.
«Kişinin
babasını, karının da kocasını ismiyle çağırması mekruhtur ilh...» Bunun yerine tazimi ifade
eden
bir lâfız kullanmalıdır. Mesela «Efendim» ve benzeri. Babanın evladı, üzerinde, kocanın da
hanımı
üzerin-de hakkı büyüktür. Bu, tezkiyeden de olamaz. Çünkü
tezkiye, çağırılan-la ilgilidir.
Yani
çağrılan kişi tezkiyeyi ifade eden bir kelime ile kendisini isimlendiriyor. Buna karşılık
çağrılandan
istenilen ve derece bakımından üstün olan kişiye karşılık edebini takınmak söz
konusudur,
burada.
«Mescitte
konuşmak mekruhtur ilh...» sözüne gelince; Hadiste varit olmuştur ki: «Mescitteki söz,
ateşin
odunları yediği gibi insan oğlunun hasenelerini yer bitirir.» Zahiriye ve başka
kitaplarda: «Bu
mescitte
ko-nuşmak maksadıyla oturduğu zamana mahsustur.» İtikâf babında bu ko-nu geçti.
Bunlar
mescitte konuşulan helâl şeyler konusunda olması ha-lindedir. Haram konusunda değil.
Çünkü
konuşulan konu haram ise, gü-nah
bakımından daha dehşetli ve korkunçtur.
«Cenazenin
arkasından konuşmak da mekruhtur ilh...» Yani sesini yükselterek konuşursa. Onun
hakkında
konuşma da müsabaka konusun-dan biraz öncesinde geçti.
«Helada
konuşmak da mekruhtur ilh...» Çünkü helada konuşmak Cenab-ı Hâkk'ın öfkesini gerektirir.
«Cima
halinde de konuşmak mekruhtur ilh...» Çünkü cima gizli ol-ması gereken bir haldir. Resul-i
Ekrem
de cima halinde edebî emretmiş-tir. T. Şir'a'da nakledildi ki: «Cima halinde çok konuşmamak
sünnetten-dir.
Çünkü çocuğun dilsiz olması bu
halde çok konuşmaktan ileri geli-yor.»
«Öğüt
verirken de konuşmak mekruhtur
ilh...» Yani sesini yüksel-terek
konuşmak mekruhtur.
Tatarhâniye'de
dedi ki: «Burada vaizin vaaz ederken
sesini yükseltmesi kasdedilmemektedir. Ancak
burada
vaaz edi-lirken, zikredilirken bazılarının «la ilahe illallah» veya Resulullahın ismi
geçtiğinde
selâvatı
sesli getirmek suretiyle
seslerini yükseltmeleri kas-tedilmektedir.»
«Ya
vecd diye isimlendirdikleri tağannî anında seslerini yükseltme-leri nasıldır ilh...» Yani tağannî
anında
sesini yükseltmek kastediliyor. Bu konuların tümü üzerinde
daha önceden durmuş
bulunuyoruz.
«Arapları üç şeyden dolayı seviniz ilh...» Hadis cemaat siygasıyla birçok nüshalarda böyle vârid
olmuştur.
Camiu's-Sağir ile diğer hadis kitaplarında olana da uygundur. Fakat bazı
nüshalarda
«ben
severim» veya «sen arabı sev» anlamında okunabilecek şekilde sonu «vav»sız vâ-rid
olmuştur.
Cerrahî dedi ki: «Bu hadisin senedinde zayıflık vardır. Arap-lar/ sevmeye dair birçok
hadis
vârid olmuştur. Onların tümünü bir araya getirirsek, hadis hasen olur. Hatta bir grup bu
hususta
başlı başına telif-ler yazmışlardır.
Bunlardan birisi Hafız el-İrakî'dir. Diğeri de bizim
dos-tumuz
el-Kâmil es-Seyid Mustafa el-Bekrî'dir.
Bu hususta yirmi defterlik bir eser telif etmiştir.»
Bu
hadisten maksat Arapları Arap olduklarından dolayı sevmeye teş-viktir. Bazan iman ve faziletten
dolayı arapların fazla sevilmesi gerekir. Bazen onların küfür ve nifaklarından meydana gelen arizî ve
buğuzu
ge-rektiren durumları da vardır.
Bunun tamamı Münâvî'nin Şerh'inde yazılmıştır.
«Cennet
ehlinin dili de arapçadır ilh...» ibaresine gelince; Câmiu's-Sağir'de «dil» yerine «kelâm»
gelmiştir.
Yani cennet Ehlinin Kelâmı Arap-çadır.
«Dünya korkusundan dolayı ölümü temenni etmek mekruhtur ilh...»
sözüne
gelince; Hülâsa'da ibare şöyledir: «Bir kişi maişetinin darlığın-dan ötürü veya düşmanının
öfkesinden
dolayı ölümü temenni ederse bu,
temenni mekruhtur. Çünkü Resûl-i
Ekrem: «Sakın
herhangi
biriniz ba-şına gelen bir zarardan ötürü ölümü temenni etmesin» buyurmuştur. Eğer
zamanının
bozulmasından, günahların çokça ortaya çıkmasından ve ken-disi de günaha girmekten
korktuğundan
ötürü temenni ederse sakıncası yoktur. Çünkü Resul-ü Ekrem'den buna
benzer bir
rivayet gelmiştir. Bu-yurdular: «Yer yüzünün içi size yer yüzünün üstünden daha
hayırlıdır.»
Ben
derim ki: Birinci hadis, Sahih-i Müslim'dedir: «Sakın herhangi bi-riniz kendisinin basına gelen
bir
zarardan dolayı ölümü temenni etmesin. Eğer illâ ölümü temenni etmesi gerekiyorsa şöyle
desin:
«Ey Rabbim, ha-yat 'benim için hayırlı
olduğu müddetçe beni diri bırak;
fakat benim için
vefat
hayırlı olduğu zaman da canımı al!»
«İbni
Vehbân Tarsusî'nin bu görüşünü
tartışmıştır ilh...» ibaresine gelince aynı şekilde şöyle der:
«Çünkü
deliller bu gibi şeyleri takmanın
cevazı konusunda tearuz
etmektedirler.» Yani
çarpışmaktadırlar. Fakat İbn-i Şıhne bu görüşünü şöyle red
etmiştir: «Bu safsata bir sözdür; bu-nun
herhangi
bir delilini bilmiyoruz. O taşları
çocuğa takmanın yasak olması
hususunda bir şey varit
olmamıştır.»
Ben
derim ki: Bazen deniliyor ki:
«Cenab-ı Hâkk'ın«Oradan giyindiği-niz süs eşyasını
çıkarıyorsunuz»
âyetinin tefsirinde, «inci ve mercanı çı-karıyorsunuz» denilmektedir. Buna göre
bu
âyet, bunları kullanmanın ca-iz olduğuna delildir. Sunarın kullanılmasının caiz olduğuna şu ayet de
delâlet
eder: «Size yer yüzünde olanın tamamını halketti.»
Yasak
meselesine gelince, Kadınlara benzetme noktasından ileri ge-liyor. Çünkü bu inciler,
yakutlar,
zümrütler kadınların süs eşyalarıdır. Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni
Mace ve Hâkim'in rivayet
ettiği
ve Hâkim'in aynı zamanda: Bu Müslim'in şartı üzere sahihtir, dediği bir hadis var-dır: «Allah'ın
Resulü
kadının elbisesini giyen erkeğe,
erkeğin elbisesini giyen kadına lanet okumuştur.»
Lâkin
inci de öncelikle bunun kapsamına girmiş oluyor. Çünkü ka-dınların inci
ile süslenmesi diğer
taşlardan
daha fazladır. Binaenaleyh yani taşlar arasında fark görmek buna uygun düşmez.
Düşün.
«Cevhere'de
incinin erkek çocuk için kullanılmasının haram olduğu-nu kesin olarak belirtilmiştir
ilh...»
Sirâc'da da hüküm böyledir. Çünkü
inci kadınların süs eşyasındandır.
«Minye'de yer alan hükmü musannif Ebû
Hânife'nin kavline hamlet-miştir
ilh...» Bunu Zeylâî'nin
sözünden
alarak giyim konusunda zikretti.
«Sonra;
Cevhere'deki hükmü de İmameynin kavline hamletmiştir ilh.». Yani inci gerdanlık giymek
süs
takınmak demektir. Metin sahipleri Ey-man (Yeminler) kitabı'nda bunu
kabul etmişlerdir. Eğer
«Bir
daha hiç bir süs eşyasını giymeyeceğim» diye yemin eder sonra da inci takarsa, ken-disine
keffaret
düşer. Çünkü örfe göre bunlar
süs kabul edilmektedir.
«Buna
göre mezhepte incinin ve benzerinin
giyilmesi erkekler için haram olur. Çünkü kadınların
takılarındandır
ilh...» Fakat derim ki: Buna binaen haramlığa itibar etmek tartışılır. Çünkü
İmameynin
kavlini tercih etmek, süs olması
hususundaki görüşlerini tercih etmek oluyor. Ancak
yeminlere
örfe itibar edilir. Örfün bunu süs eşyası saymasına
gelince; kişinin herhangi bir süs
eşyasını
giymeyeceğini yemin etmesinde kefaret olduğunu ifade eder. Erkekler için bunun giyilmesi
haramdır,
anlamına gelmez. Zira her süs eşyası erkekler için haram değildir. Çünkü erkek-ler için
mesela
yüzük takmak helâldir. Dört parmak
kadar altın tellerle örülmüş elbiseyi giymek, altınla
süslenmiş
kılıcı ve kemeri taşımak da helâldir. Evet, haram olmanın, illeti görülen: bunlar kadınların
süsündendir,
bu nedenle burada kadınlara benzeme vardır bundan dolayı da
ha-ramdır
kullanılmasın. Nitekim biz bunu daha önce söyledik.
Düşün.
«Velinin
çocuğa halhal denilen baldır bileziğini, veya kol bileziğini takması mekruhtur ilh...» sözüne
gelince; Yani erkek çocuğa bunları ta-karsa mekruhtur. Çünkü bunlar kadınların süsündendirler. T.
«Kızın
ve tıflın (erkek çocuğun) kulağını
delmekte beis yoktur
ilh...»
ifadesine
gelince, zahire bakılırsa «tıfıl» kelimesinden erkek çocuk kasdedilmektedir. Oysa
çocukların
kulağınnı delinmesi küpeyi takmak için-dir. Küpe de kadınların süslerindendir. Erkekler
için
helâl değildir. Bütün kitaplarda genel olarak yer alan hüküm ve bizim de daha önce
Tatarhâniye'den
naklettiğimiz hüküm şudur: «Küçük
kızların kulağını delmekte bir beis yoktur»
el-Hâvi
el-Kudsî'de şu ek de vardır:
«Erkek çocukların kulaklarını delmek caiz değildir.» Öyle ise
musannifin
ibaresindeki: «ve'ttıflî» ibaresinin önündeki «vav»ının düşürülmesi uygun olurdu.
«Ben
bunu görmedim ilh...» sözüne
gelince; derim ki: «Eğer bu şey, bazı memleketlerde olduğu
gibi
kadınların süs için kullandıklarından ise küpe için kulağı delmek gibi oluyor.
T.
Şâfiîler
bunun caiz olduğunu açıkça belirtmiştir. Medenî.
«Erkekler ve kadınlar için altın ve gümüşten yapılmış kalemlerle yaz-mak mekruhtur ilh...» ibaresine
gelince; biz Hâniye'den bundan daha ge-nel olan
hükmü naklettik. O da şudur: «Süs dışında kalan
altın
ve gü-müş kaplardan yemek, içmek,
yağlanmak ve akitler hususunda kadınlar-da erkekler
gibidirler.»