HAKEM BABI-İKİNCİ BÖLÜM
İZAH
Hakimin
hakime yazması, kaza ile ilgili hükümlerdendir. Ancak bu iki Kadı ve hakim arasında teati
edilir.
Bunun için de önceki ifadelere göre mürekkep bir durum teşkil eder. Fetih. Bu ifade
Zeylaî'nin, «Bu kaza ile ilgili bölümden değildir. Çünkü o ya şahitliğin nakli veya hükmün naklidir.»
sözünden
daha iyidir.
Zeylaî, evet, «Bu hakimlerin işlerinden biridir.» demiş ise de, bunun daha önce zikredilmesi uygun
olurdu.»
diye sözlerini tamamlamıştır.
Mademki onların bir işidir, onlarla ilgili bir husustur. onun
Kitabu'l-Kaza
ile ilgisi olmadığını nasıl söyleyebilir. Bahır.
Nehir'de
kabul edilmeyen husus, bu yazışmanın bir hüküm ve mahkeme kararı olmadığıdır. İsbat
edilen
husus ise, bunun mahkeme ile ilgili hükümlerden ve mahkemenin yetkisinde olan
hükümlerden
oluşudur.»
«Kadıya
mektubu ilh...» Uzakta olan ve
mesafesi ilerde tayin edilecek
hakime yazılan mektuptur. Bu
şunu
ifade eder: Bir şehirde olan Kadı, diğer şehirde olan Kadı'ya yazabileceği gibi, kasaba ve
kazalarda olan hakime de yazabilir. Bunun aksi de sahihtir. Yani kasaba ve kazalardaki hakim ve
Kadı'lar
şehirdeki hakim ve Kadılara da yazabilirler. Gerçi ileride geleceği gibi bu konuda ihtilaf
vardır.
Fetih'te,
«Kadı kendisini tayin eden bölge
emirine bir yazı yazsa, «Allah emiri doğru yoldan
ayırmasın, salah üzerine daim ve kaim eylesin» ifadesiyle
başlayarak daha sonra olayı anlatan bir
yazı
yazarsa, emir o Kadı'nın yaşadığı şehirde ise, emire bu yazıyı getiren güvenilir bir kişi de olsa,
kıyasa
göre bu yazı kabul edilmez. Çünkü hüküm verme, beyyineye (delile) dayanır. Aynca ne
emirin
ismini. ne de babasının ismini yazmıştır. Fakat istihsana göre kabul edilir. Çünkü bu
yapılagelmiş bir örftür. Her hadisede bizzat Kadı'nın Emire gelerek konu hakkında bilgi vermesi
mümkün
değildir. Güvenilir bir elçi
göndermesi halinde, güvenilen bu
elçi gönderen kişinin
kendisinin
gelmesi mesabesindedir. Dolayısıyla bu haberle amel edilmesi caizdir. Yine hakimin
diğer
bir şehirde olan Emire bu merasime tabi olmadan gönderdiği yazıda aynen
kadının kadıya
yazdığı
mektupta aranan şartlar aranır.» denilmiştir. Bu ifade Bahır ve Nehir'de nakledilirken
Fetih'teki
bazı ifadeler düşürüldüğünden,
anlamada güçlük çekilmiştir.
«Her
hakta ilh...» Yani nikah, talak, gereği mal olan öldürme olayları, müşahhas mallarda, menkul
de
olsa bütün bu haklarda yazışmalar
muteberdir. İmam Muhammed'den
rivayet edilen de budur.
Müteahhir
ulema bu ifadeyi benimsemişlerdir. Zarurete binaen fetva da bu kavil ile olmaktadır.
Zahiru'r
Rivaye'de ise, menkul olan mallarda işaretle göstermeye ihtiyaç duyulduğundan caiz
değildir,
denmiştir. Çünkü dava esnasında ve
şahitlerin şehadeti esnasında menkul olan malları
göstermek
ve onlara işaret etmek gerekir. Bunun içinde caiz olmadığı Zahiru'r Rivaye'de
belirtilmiştir.
İkinci
imam Ebu Yusuf'tan yapılan bir rivayette ise kölede bunun caiz olduğu söylenmiştir. Çünkü
kölede
çoğu kez kaçma olayları meydana gelmektedir. Ama cariyede
durum böyle değildir. Yine
aynı imamdan yapılan bir nakilde, bunların hepsinde caiz olduğu da yer almaktadır. İsbicabî isimli
eserde,
fetvanın bu kavil ile olduğu beyan edilmektedir. Bahır.
«İstihsan
yolu ile ilh...» Kıyasa gör caiz olmaması gerekir. Çünkü yazısı, hakimin hakime yazısı,
sözlü
ifadesinden daha kuvvetli sayılmamaktadır. Hatta hakim yerinde olayla ilgili haber verse,
onun
haberine dayanarak hüküm verilmemesi
gerekir. Yazısı da böyledir.
Ancak bizim yazılan
yazının
muhtevası ile istihsanen amel etmemiz, Hazreti Ali'den varit olan bir
esere dayanmaktadır.
Ayrıca
ihtiyaç da bu görüşü tercih etmemizi
gerektirmektedir.
Bahır.
«Şahitler
mevcut ve hazır olan bir hasım aleyhine şahitlik etseler ilh...» Nihaye isimli eserde,
«Burada
hasımdan murat, gaip olan kişinin vekili veya hakim tarafından tayin edilen vekilidir.
Hakkın
isbatı için buna gerek vardır.» denmektedir. Eğer hasımdan murat, aleyhinde dava açılan
davalı
olsaydı, mevcut olduğuna göre
ikinci bir hakime yazmasına gerek kalmazdı. Çünkü hakimin
hükmü
tamamlanmış ve aleyhinde hüküm vereceği kişi mevcut olduğundan uygulamaya
geçilebilirdi.
Ben
derim ki: Bu ifadede bir zorlama vardır. Doğru olan şöyle ifade
edilmesidir: Şerhteki ve
metindeki
«Bir hasım aleyhine şahitlik
yaparlarsa» ifadesinden maksat, bizzat onun bulunması
meselesiyle ilgili değildir. Çünkü bu ifade, burada, ilerde gelecek olan hasım olmaksızın şahitlik
yapsalar, meselesine bir ön söz mesabesindedir. Zira hasım mevcut olmayacak olursa. hüküm
vermeye yetkisi yoktur. Benzeri meseleler çoktur. Dürer'de de bu şekilde ifade edilmiştir.
Ben
derim ki: Burada bu meselede hakimin hakime yazısından maksat, onun verdiği hükmün diğer
mahkemeye
iletilmesi demek değildir. Ki, hasımla bu meselede maksat, vekili veya mahkeme
tarafından
tayin edilen müsahhar dediğimiz
vekil olsun. Burada esas
maksat, mahkeme nezdinde
şahitlik
bazen mevcut olan hasma karşı yapılır ve sonucunda da hakim hükmünü verir ve bu hükmü
kayda
alır. Hadiseyi muhafaza etmek için buna
ihtiyacı vardır. Başka bir hakime göndermek için
kaleme
almamıştır. Çünkü hüküm bumda tamam olmuş, konu kapanmıştır. Bazan da mevcut
olmayan
hasım aleyhine şahitlik yapılmış
olur ki bu da aşağıda zikredeceğim mesele ile ilgilidir.
Onun
için o meseleye bir mukaddime
mesabesinde bunu zikretmiş bulunmaktadır. Böyle olduğuna
delilimiz
de, vakayı muhafaza etmek. ilerde meseleye ışık tutmak için mahkeme zabıtlarını
muhafaza
eder,
ifadesidir.
Zeylaî'den naklen Nehir isimli eserde, «Hasım olan kişi, aleyhinde hüküm verildikten sonra
kayıplara
karışsa ve böyle bir hükmü de inkara kalkışsa, hakim ikinci bir hakime verdiği hükmü
uygulaması veya hakkın kendisinden alınması için yazabilir.» denmektedir.
Netice
olarak bazan mevcut hasım aleyhine vermiş olduğu hükmü ikinci kadıya bildirme durumu ile
karşı
karşıya olabilir. Dolayısıyla onun da burada zikredilmesi bir maksada mebni olmaktadır. Bu da
vuku
bulabilecek olaylardan olduğu için zikredilmesi
yadırganmamalıdır.
Kuhistanî'nin
ifade ettiğine göre, bazen ikinci hakime olan yazı, birinci hakim nezdinde hasım hazır
olsa
da varittir. Bu da ikinci hakimin
birinci hakim tarafından verilen hükmü uygulaması ve
yürürlüğe
koyması bakımındandır. Mesela bir
kimse diğeri aleyhinde bin lira iddia etse, bin lira
alacağı
olduğunu söylese ve bunu delilleriyle isbat etse, hakim bunu göre karar verse, daha sonra
kendi
aralarında falan şehirde alacağını teslim edeceği konusunda anlaşsalar ve oraya gittikten
sonra
hakkını inkar edebileceği korkusuna kapılarak hakimden yazı yazmasını istese ve hakim de
ikinci
şehir ve bölgenin kadısına bu
hükmün uygulanmasına yardımcı olması için yazı yazması
caizdir,
mümkündür.
«İçinde
mahkemenin kararı bulunan hükümler ilh...» Bu sicilli hükmüyede şamildir. Bu ifade
mahkemede muhafaza edilmek üzere verilen kararlara şamil olduğu gibi, ikinci hakime
gönderilecek hükümleri de içine atabilir.
«Şahitlerin
yapmış oldukları şehadetleri aynen zapta geçer ve yazar ilh...» Bunu da dinledikten
sonra
ve şahitlerin adil olduğuna dair
gerekli tezkiyeyi yaptıktan sonra bu noktayı ve bu hususu
kaleme
alır. Nehir.
«Şahitlerle ilgili şehadet zaptını ikinci hakime gönderdiği zaman ikinci hakim gönderenin görüşüne
terste
olsa kendi görüşüne göre hüküm verir ilh...» Bu, sicil dediğimiz hükümleri ihtiva eden
hususlarda
böyle değildir. Çünkü ikinci
Kadı'nın bu noktada birinci Kadı'ya
muhalefet etmesi
düşünülemez.
Onun verdiği hükmü bozamaz, Çünkü
sicil ifadesinden maksat, verilen hükmün
bizatihi
kaleme alınmasıdır, başkasına yazılan yazı demek değildir. Bunun için de ikinci hakim
gönderilen
yazıyı kabul etmeyebilir. Yani onun
muhtevası ile amel etmeyebilir. Ama sicil dediğimiz
noktada
durum böyle değildir. Nitekim Minyetü'l-Müfti'den Bahır'da bu şekilde nakledilmiştir.
Nehir
sahibinin, «Ben bu ifadeyi Minyetü'l-Müfti'de bulamadım» ifadesi, elindeki nüshasına binaen
olsa
gerektir. Ben elimdeki nüshada nakledilen bu hükmü aynen gördüm. Fetih
isimli eserde,
«Kitabi
hükmi diye adlandırdığımız hakim
diğer bir hakimin yazmış olduğu yazının gereği ile
görüşüne
ters düştüğü taktirde amel
etmeyebilir. Çünkü henüz hakkında
ictihad yapılabilecek bir
noktada
hüküm vaki olmamıştır. Dolayısıyla isterse kabul eder. muhtevası ile kabul eder, isterse
kabul
etmez ve onunla amel etmeyebilir.»
denilmiştir.
«Buna
hükmi kitab adı verilir ilh...» Bu
onların örfüne göredir. Hükme
nisbet etmeleri sonunda buna
dayanarak hüküm verileceğinin nazarı itibare alınmasındandır. Yani mecaz yoluyla buna Kitabı
Hükmi
adı verilmiştir. Fetih.
«Bu
bir sicil değildir ilh...» Çünkü sicil, hüküm verilen hususu ihtiva eder. Hükmi
kitab, (hükmü
yazı)
ise bunun hilafınadır.
«Yazdığı
yazıyı yol şahitleri dediğimiz kişilere okur ilh...» Aynca bunu onların nezdinde mühürler.
Tezvir
ve tahriften korunması da bunu gerektirir.
«Ayrıca onun muhtevası ile ilgili gerekil bilgiyi de onlara verir ilh...»Çünkü
onlar ikinci hakim
nezdinde
kitabın muhtevası hakkında
şahitlik yapacaklardır. Bilmedikleri konuda şahitlik
yapamazlar. Mesela «Bu senet falan kişi aleyhinde düzenlemiştir.» şeklindeki muhtevasını
bildirmeden
söyledikleri bir şey ifade etmez. Ancak muhtevası olan borç
miktarını belirtirler ve o
konuda
şahitlik ederlerse, o zaman bu yazı muteber kabul edilir. Senet de o taktirde muteber sayılır.
Fetih.
Bahır isimli eserde, «Yazının muhtevasını çok iyi
hatırlamaları gerekir. Bunun için
de
ellerinde
açık bir nüshanın olması gerekir.» denmiştir ki muhtevayı unutmamaları, hatırlamaları,
hatta
ezberlemelerine yardımcı olması
için böyle bir nüshaya da ihtiyaç duyulur. Şahitlik
yapacakları hususu tahammül ettikleri andan eda edecekleri ana kadar hatırlamaları şarttır. Bu da
sahibeyne
göredir.
«Ve
onlar huzurunda mühürler
ilh...» Kitabı dürdükten,
katladıktan sonra o mektup üzerine
mührünü
basar. Yazılan yazının altına mührün basılması geçerli değildir. Hakimin mührü kırılmış
olsa
veya kitap açık olsa kabul edilmez. Eğer yazının altını mühürleyecek olursa, yine geçerli kabul
edilmez.
Nitekim Zahire'de böyle ifade
edilmiştir. «Onların huzurunda
mühürler» ifadesine şu
bakımdan
ihtiyaç duyulmuştur. Çünkü
ikinci mahkeme nezdinde şahitlik yaparlarken mühürlemenin
huzurlarında
yapıldığı konusunda da şahitlik
yapmaları gerekir. Muğni.
Bu
mühür konusu, eğer yazılan yazı davacının eline verilecek olursa gereklidir. Fetva da buna göre
verilmiştir.
Kuhistani.
«Mektubu
onlara teslim eder ilh...» Bu teslimin, hüküm verdiği mecliste olması şarttır. O meclisin
dışında
başka bir mecliste teslim edecek olursa muteber kabul edilmez. Kirmanî. Kuhistani.
Nihaye'de şöyle denmektedir: «Hakimlerimizin bugün amel ettikleri şekil, yazdıkları bu yazıyı
davacıya teslim ederler. Bu da Ebu Yüsuf'un kavlidir.
Şemsü'l-Gimme'nin ifade ettiğine
göre fetva
verilen
görüşte budur. Ebu Hanife'nin görüşüne
göre bu yazı şahitlere teslim edilir. Hocamın yazısı
ile
meseleyi bu şekilde gördüm.» Daha
sonra devamla «Senet konusunda senedin muhtevası ile
ilgili
bilgisi olmayan kişinin senet
hakkında yapacağı şahitlik muteber değildir.» denmiş ve bu
konuda
fukahanın icmaı olduğu ilave
edilmiştir. Bu meseleyi böylece bil. Çünkü insanlar arasında
bunun
hilafı adet haline gelmiştir. Saidiye.
Ancak
bu konudaki icma davası pek teslim edilir dava değildir. Çünkü ilerde Ebu Yusuf'tan buna
muhalif
rivayetler nakledilecektir. Musannıf bu hususu istihkak babında da zikretmiş ve demişti ki,
istihkakla ilgili sicile dayanarak ve orada falanın yazısıdır
şehadeti ile hüküm verilmez.
Muhakkak ki
yazının
muhtevasını bildiren şahitliğe
dayanarak hüküm verilmelidir. Şehadet ve vekaletin nakli
dışında
da hüküm yine böyledir.
Benzeri
meseleler Gurer isimli eserde mevcuttur. «Bu da, şehadetin nakli veya vekaletin nakliyle
ilgili
yazı da onun muhtevası ve mazmunu
hakkında şahitliğe ihtiyaç yoktur. Bunun gereği de,
şahitlere
okumaya ihtiyaç olmayabilir.» denmektedir. Bu da Ebu Yusuf'un kavli olsa
gerektir.
«Lakablarını ve künyelerini yazar ilh...» Yalnız isim yeterli değildir. Hem gönderen,
hem de
gönderilen
hakimin lakab ve künyelerinin yazılması, gereklidir. Fetih'te, «Eğer ünvan «falandan
falana»
şeklinde olur veya «Ebu falandan Ebu falana» diye yazılacak olursa kabul edilmez. Zira
yalnız
isim veya yalnız künye kişiyi tanıma bakımından yeterli değildir. Ancak künyesiyle meşhur
olan
kişiler bazen tanınabilir. Mesela Ebu Hanife, İbni Ebu Leyla buna bir
örnektir. Bazan babasına
nisbet
edilerek zikredilmesi de yeterli sayılabilir. Mesela Ömer İbnül Hattab, Ali İbni Ebi Talip gibi.
«Bunun
bir rivayet olduğu söylenmiştir.
Diğer rivayetlere göre, künye meşhur da olsa kabul
edilmez.
Çünkü insanlar ortak künyeye sahip olabilirler. Aynı künyeye sahip olan kişilerin o künye
ile
şöhret bulmuş olmaları mümkündür. Dolayısıyla kendisine yazı yazılan hakimin o künye ile
şöhret
kazanmış bilinen bir kişi olduğu bilinemez. O mudur, başkası mıdır diye tereddüde mahal
bulunmaktadır.
Ama «Falan beldenin Kadı'sına» diye
yazacak olursa, bu durum bunun hilafınadır.
Çünkü
çoğu kez o beldede bir hakim
bulunur. Yere ve beldeye izafe edilmekle bildirme ve tanıma
hasıl
olmuş sayılır.» denilmiştir.
Nehir'de,
*Bu konuda davacının ve davalının ismini de zikreder. Ayrıca baba ve dedelerinin ismini
de
buna ekler. Dilerse dava konusu olan hakkı ve şahitleri de yazar, dilerse şahitlik yaptıkları
hususla
iktifa edebilir. Yine bu yazının
muteber olmasının şartlarından biri
de yazıya tarihin
atılmasıdır. Tarihsiz yazılar geçersizdir. Bu da yazının yazıldığı tarihte onun kadı olduğunu
bildirmek
içindir.» denilmiştir. Fetih.
«İkinci
İmam Ebu Yusuf iktifa etti
ilh...» Azmiye'de Kifaye'den naklen yapılan bu
rivayet, yukarda
Nihaye'den zikrettiğimiz ve Mülteka'nın ibarelerinin aynıdır. Ebu Yusuf, şahitliklerinin dışında hiçbir
şeyi
şart koşmamıştır. Yani kendisi bu
görevi, Kadılık görevini üstlendiği zaman, şahitlerin, «Falan
kadının
yazısıdır.» ifadesiyle iktifa etmiştir.
Serahsi de onun bu görüşünü
benimsemiş ve «Meseleyi
deneyen,
gören duyan gibi değildir» demiştir. Ebu Yusuf, uzun yıllar bizzat
kadılık yapmıştır.
Zorluğu
görünce bu kadarıyla iktifa etmiş,
diğer şartlara riayeti lüzumlu
görmemiştir. Bunun için
İmam
Serahsi de bu görüşü benimsemiştir. Bundan anlaşıldığına göre mühürleme şartı da yoktur.
Ebu
Yusuf mühürlemeyi de şart koşmamıştır.
Fethü'l-Kadir'in
ifadesinden anlaşıldığına göre bu Ebu Yusuf'tan yapılan bir
rivayettir ve orada
şöyle denmiştir: «Bu rivayetin sahih olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü burada önemli olan
yazıyı
taşıyan kişilerin adaletli olmalarıdır. Mühürün olup olmaması önemli değildir. Yeter ki şahitler
hakimin
bizatihi kendisinin yazdığına şehadet
etsinler. Eğer yazı davacının elinde
ise, değişikliği
önlemek,
tezvire meydan vermemek için mühürlenmesi şarttır. Burada da şahitler, davacının
getirdiği
yazının muhtevasını bildikleri ve o konuda yapmış oldukları
şahitlikleri, yazının
muhtevasına
uygun olacak olursa, o taktirde mühüre ihtiyaç
duyulmamaktadır»
«O
yazıyı okumaz ilh...» Yani hasım mahkemeye getirilmeden yazıyı okumaz. Bu ifade ile Bahır'da
söylenenlere ve Fetih'ten nakledilenlere işaret edilmek istenmiştir. Şöyle ki, hasım hazır olmaksızın
o
yazıyı kabul etmez şeklindeki ifade, aslında kabul etmez demek değildir. Hasım olmadan o yazıyı
açıp
okumaz. Çünkü buna bir hüküm
taalluk etmemektedir.
«Ancak hasım ve şahitlerin huzurunda acar ilh...» Şahitlerin «falan hakimin yazısıdır.» şeklindeki
şehadetleri ve «mühür de onun mühürüdür.»
demelerinden sonra yazı açılır.
Nehir. Bu ifadeden
sonra
Kenz isimli eserde, «Eğer falan kadının yazısıdır hüküm meclisinde bize bunu teslim etti ve
muhtevasını
bize okudu ve huzurumuzda mühürledi diyerek şahitlik yaparlarsa hakim mektubu
acar
hasma okur onun muhtevası gereği
aleyhinde hüküm verir.» denilmiştir. Bahır isimli eserde,
«Tabiki
şahitlerin adaleti, adil kişiler olduğu sabit olacak olursa» ifadesi de eklenmiştir. Mesela
hakim
onların adil kişiler olduğunu bilir veya şahit olan kişilerin adil kişiler olduğuna dair yazıda bir
husus
belirtilmişse veya onlar hakkında güvenilir kişilere sormuş, adil oldukları konusunda onların
tezkiyesini
almış ise, şahitliklerine itibar edilir. Ama henüz adil oldukları ortaya çıkmadan o yazının
muhtevası
ile hüküm vermez, hasmı da bu hususta
ilzam etmez.
Bahır'da
bu ifadeler nakledildikten sonra Ebu Yusuf'un yakardaki ifadesi
de tekrarlanmıştır.
«Müslüman
olan bir kişinin filline şehadet ettikleri için ilh...» Bu da «Falan hakim bu yazıyı yazmış,
bize
okumuş ve mühürleyip bize teslim etmiştir.»
şeklindedir.
«Hasım
ikrarda bulunacak olursa ilh...» Yani hasım, «Efendim bu yazının falan hakime ait
olduğunu
kabul
ediyorum.» diyecek olursa, şahitlerin yazının muhtevası ile ilgili bilgi vermelerine gerek
yoktur.
«Emanla
ilgili mektup ve yazı bunun hilafınadır ilh...» Yani gayri müslim bir ülkede onların
krallarından eman isteyen bir mektubun gelmesi halinde bu mektubun muhtevası hakkında
şahitlerin
şehadetine gerek yoktur. Bahır.
«Çünkü
bu mektup hakimi ilzam edici mahiyette değildir ilh...» Hakim dilerse onlara eman verebilir,
dilerse
vermez. Kadı'nın yazısı ise bunun hilafınadır. Çünkü kendisine yazı gönderilen hakimin bu
yazıya
bakması, muhtevası ile amel etmesi
ve orada olan beyyine gereği hasmı ilzam etmesi
gerekir.
Bunu reddedemez.
Fetih.
FERİ
MESELE: Mektubu taşıyan şahitler
yolda hastalansalar veya memleketlerine dönseler veya
başka
bir şehre yolculuk yapsalar, taşıdıkları yazının muhtevasıyla ilgili şehadetlerini başka kişilere
aktarsalar, caizdir. Meselenin tamamı Haniye'de zikredilmiştir. Tabiki burada aktardıkları konuda
şahitlik
yapmalarını istemeleri de şarttır.
Yazı
delil değildir, amel edilmez
«Yazı
ile amel edilmez ilh...» Eşbah'ın bu konudaki ifadesi, «Yazıya itimad edilmez. Geçmiş
kadıların
vakıfnameler üzerindeki yazılarına
itibar edilmez ve bunlarla amel edilmez.» şeklindedir.
Bîrî,
«Güvenilmez, itimad edilmez sözünden
maksat, dava esnasında buna dayanarak hakim hüküm
veremez
demektir.» demektedir. Çünkü yazı
benzetilebilir ve yeniden yazılabilir. Zahiriye'nin
Hülasa'sında şu şekilde ifade edilmiştir:«Hakimlerin diğerlerine yazmış oldukları divandaki yazılar
bu
kabilden değildir. Bu konuyla ilgili
meselelerde yukarda özellikle Kadı'lık görevini üstlenen kişi,
bir
önceki kadının dosyalarını ister ona
bakar.» Bu da divanla ilgili
yazıların muteber olacağını
gösterir.
«Sultanın
vermiş olduğu beratlarda buna ilhak
edilir ilh...» Yine bu konuda Eşbah'ın ifadesi aynen
şöyledir: «Görevlerle ilgili ve vazifelerle
ilgili sultanın vermiş olduğu
beratların muhtevası hakkında
eman
mektubuna kıyasla şahitlere gerek yoktur. Eğer eman mektubu ile ilgili esas, tezvir korkusu
ise.
Ama yok kanların ve canların korunması ile ilgili eman mektubunda ihtiyat esas alınmıştır
denecek
olursa, durum böyle değildir. İllet
birbirinden farklı olduğu için
ona ilhak edilmesi kabul
edilemez.»
Ben
derim ki: İkinci görüşe riayet edilmesi gerekir. Sayihani. Çünkü bunda tezvir imkanı
vardır,
gerçekten
de vuku bulmuştur. Nitekim Hamevi
bundan örnekler vermiştir. O zaman
sultanın berat
yazılarının
eman mektubuna kıyasla aynı durumda
olması kabul edilemez. Ancak şu
kadar var ki
eman
mektubuyla ilgili esas o mektubun
hakimi ilzam etmemesidir. Kaza ile ilgili bölümün başında
Kadıların
divanındaki yazı ve muhteva ile
amel, bir zarurete binaen olduğu nakledilmişti. Burada da
durum
aynıdır. Çünkü sultanın belirli kişilere yöneltmiş olduğu görev ve istihkaklarla ilgili yazısı ve
beratine
beyyine getirmek mümkün değildir. Vali ve Kadıların yayınladıkları yazılarda da durum
aynıdır. Onların ellerinde bulunan dosyalarda bunun
gibidir. Diğer görevlilerin
neşrettikleri emirler.
sultana
ait emirler, örf ve adet gereği
muhtevası hakkında şahit istenmeden kabul edilir. Bu tür
yazıların
tezvir edilmesi, sahte olması meseleyi değiştirmez. Her ne kadar vaki olduğu söyleniyor
ise
de bunlar nadir olaylardandır. Çok
az vuku bulur. Şahitlerin şehadetini
tezvir imkanından daha
da
nadirdir. Orada kabul edildiğine göre daha nadir olanda kabul edilmesi gerekir. Ayrıca bu nokta
sarrafın
defterinden daha önemlidir. Onun
yazısına itibar edildiğine ve
muhtevasıyla amel
edildiğine
göre şahit istenmeden bunlarla da amel edilir. Sarraf ve benzeri kişilerin defteriyle amel
edilmede
gerekçe örftür,
teamüldür.
Allame
Birî Eşbah üzerine yazmış olduğu
şerhte şöyle demektedir: «Alaaddin isimli zatın bu
konuda
bir özel risalesi mevcuttur. O risalede Eşbah'taki ifadenin özetini naklettikten sonra, İbni
Şıhne,
İbni Vehban sarrafın elinde bulunan defterle amel edilmesine kesin gözü ile bakmışlardır.
Çünkü
bunda tezvir ve değiştirme söz konusu değildir.»
Bezzazî,
İmam Serahsi, İmam Kadıhan sarrafın defterinde tezvir imkanı olmadığı için amel
edildiğine
göre, sultana ait defterlerde bu tezvir daha da az olduğundan bu
noktada amel
edilmesine kesin gözü ile bakmışlardır. Bunu müşahade edenler, takip edenler iyi bilirler. Çünkü bu
yazılar
sultandan özel izin alındıktan sonra yazılır ve bu yazıların muhtevası ile ilgili hiçbir eksikliğe
ve
fazlalığa meydan verilmeksizin birçok kişiler tarafından muhteva nakledilir. Aynca bu yardımcıya
arzolunur.
O yazısını yazdıktan sonra
mütevelliye götürülür. O da defter emini denilen yerde
muhafaza
etmesi için ona testim edilir. Onun üzerine gerekli yazı yazıldıktan, asıl nüshalar
mühürlendikten
sonra özel yerlerde muhafaza edilir. Bu kadar titizlikle hazırlanmış bir yazıda sahte
olma
düşüncesi pek makul değildir. Bunların sahte olması kesinlikle düşünülemez. Meselenin bu
şekilde
olduğuna dair devlet memurlarının ve
katiplerin malumatları vardır.
Defterlerde mesela,
«Falan
yer falan medreseye vakıftır.» şeklinde not edilmiş ise bununla beyyineye ihtiyaç
kalmaksızın amel edilir. Şeyhülislamlar da bu görüşle fetva vermişlerdir. Abdullah Efendi'nin
Behçetü'l-Fetava'sında
bu ifadeler açıkça yer almaktadır.
Ben
derim ki: Bunu te'yid eden diğer bir hususta geçmiş Kadıların divanındaki yazılarla amel
edilmesidir. Osmanlı devletinde vazifeye gelen şeyhülislamlar defteri hakanide yazılı olan hususları
Kadıların
divanında yazılı olan meselelere
kıyas ederek aynı sonuca varmışlardır. Çünkü her ikisi
arasında
ortak nokta bulunmaktadır, Ancak vakıf bahsinde Hayriye'den naklettiğimiz bir ifadede,
«Bir
vakfın defteri sultanide bulunması
ile vakfın sabit olduğuna karar
verilmez.» denmiştir.
Simsar,
sarraf ve satıcının defteriyle
ilgili meseleler
«Satıcının,
simsarın ve sarrafın defteri ilh...» Bu meselenin hükmü emanla ilgili yazıya kıyasla
belirtilmemiş, bunların hükmü bahusus zikredilmiştir. Fetih isimli eserin şehadet bölümünde,
«Simsarın, sarrafın yazısı taamül ve örfün
bulunmasından ötürü geçerlidir,
kabul edilir.» denmiştir.
Bîrî
şöyle demektedir: «Çoğu kitaplarda
bulunan husus budur. Hatta
Mücteba'da da böyledir. İkrar
bahsinde
şöyle denmektedir: Satıcının. sarrafın ve simsarın yazıları, adres belirtilmese de hüccettir,
delildir.
İnsanlar arasında bu, geçerli kabul edilmiştir. Muhtevasıyla amel edilir. İnsanlar arasındaki
yazışmalarda da durumun örfe binaen böyle olması, bu yazılan yazıların hüccet kabul edilmesi
gerekir.»
Hizanetü'l
Ekmel isimli eserde, «Bir sarraf kendi özel defterine bir kimseye borçlu olduğunu yazsa,
tüccar
arasında yazısı tanınsa ve bu kimse
ölse, alacaklı gelip vereseden o miktar malı istese,
ölmüş
olan kişinin yazısını gösterse, insanlar bu yazıyı tanıdıkları için muhtevası ile
hüküm
verilerek
terekesinden olacaklının atacağı miktar kendisine verilir. Tabiki bu yazının ölen kişiye ait
olduğu
tesbit edilirse. Bu durum
eskiden beri insanlar arasında cereyan eden ve delil olarak kabul
edilen
bir husustur.»
Allame
Aynî der ki: «Bir meselenin zahir ve açık bir adete bina edilmesi ve örften istifade ederek
hüküm
verilmesi vaciptir. Buna göre bir satıcı defterinde kendi yazımla şunu buldum veya kendi
elimle
falana bin lira borcum olduğunu yazdım dese, bu ödemesi gereken miktarla ilgili ikrar kabul
edilir.»
Ben
derim ki: Buna ek olarak, burada gerçekte amel örf gereğidir. Mücerret yazıya dayanarak
değildir.
Bununla da şu meselenin hükmü bilinmektedir. Fukaha der ki: Bir kimse bir alacak
iddiasıyla
gelse ve alacağı miktarla ilgili bir yazı sunsa, bu yazının davalının yazısı olduğu iddiasını
da
ileri sürse, davalı yazının
kendisine ait olduğunu inkar etse,
ondan bir yazı daha yazması
istense.
yazsa ve iki yazı arasında açık bir
benzerlik bulunsa ve her ikisinin
de bir kişiye ait olduğu
belirlense, durum ne olur? Fukaha bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Sahih olan buna dayanarak karar
verilmez.
Mahkeme bu yazılan delil kabul
etmez. Ayrıca «Bu benim yazımdır, ama benim bir borcum
yoktur.»
dese, söz hakkı yine onundur. Ancak yazan simsar veya sarraf veya benzeri kişi olacak
olursa
bundan sorumlu olurlar. Yazının
muhtevasıyla amel edilir. Kadıhan'da bu şekilde ifade
edilmişti.
Bîrî'nin söyledikleri burada sona
ermektedir.
Ben
derim ki: İstisna edilen hususlardan biri de, kendisini tayin eden emire hakimin yazmış olduğu
mektupla
ilgili bölümde zikrettiğimiz ve
şarihinde Vehbaniye şerhinden ve
Mülteka'dan naklen
vereceği
meselede olduğu gibi mektuba
benzer adresli olarak «falandan falana» şeklinde yazılmış
olan
mektupta buna dahildir. Çünkü örf ve
adet bu şekilde cereyan etmiştir. Bu
da açıkça ifade
mesabesindedir. Hüccet olarak kabul edilmesi gerekir. Mülteka'da da bu görüş benimsenmiş,
Zeylaî. muhtelif meseleler bölümünde bu hususa yer vermiştir. Benzeri meseleler Haniye ve
Hidaye'de de zikredilmiştir. Bu da eğer yazının kendisine ait olduğunu
itiraf edecek olursa, bunun
muhtevası
ile amel edilmesi ve o yazı ıle yazı sahibinin ilzam edilmesi gerekir. Hatta bu konuda
borcu
olmadığını inkara kalkışsa da durum aynıdır. Ama şu mesele bunun hilafınadır: Eğer mektup
ve
yazı bir adresi, falandan falana şeklinde bir yazıyı ihtiva etmiyor ise, Haniye'de açıkça beyan
edildiği
gibi bu mesele yukardakine
benzememektedir. Muhtevasıyla amel edilmez. Bu da dilsiz
hakkında
söyledikleri meseledir. Kifaye'nin
son bölümünde Şafi isimli eserden verdiği bir nakle
göre
sahih olan görüş bunun dilsizle
ilgili meseleye benzemesidir. Eğer yazı tamamen açık, ikrar ve
beyyine ile ona ait olduğu sabit olacak olursa bu açıkça bir hitap mesabesindedir.
Fukahanın
bu ifadelerinin gereği, bunun
gaip olan kişiye mektup mesabesinde yazılması ile ilgilidir.
Aynı
mesele Fetih'in şehadet bahsindeki ifadesinin de anlamıdır. Ancak Bezzaziye'den naklen
Bahır'ın
şehadet bölümünde, «Adresi belirlenen hususta kişinin hazır veya gaip olması arasında bir
fark
yoktur. Aynı mesele Kariü'l-Hidaye'ye ait fetvada da zikredilmiştir. Orada, senetlerin üzerine
yazıldığı
taktirde, senedin muhtevası olan
mal, ödenmesi gereken mal olur. O da şu şekilde olan
ifadedir:
«Senet üzerine «Palan oğlu falan zimmetinde falan oğlu falana ait su kadar miktar borç
vardır.»
şeklindeki yazısı ikrardır, ödenmesi gerekir. Eğer böyle bir şey yazılmamış ise söz,
yeminiyle
birlikte ona aittir.»
Ben
derim ki: Bu günkü örf, bu gibi
mektupların adres ve isim belirtilerek yazılmasıdır. Yazılış
sebebi
de ayrıca burada yer alır ki şöyle, «Falan kişinin zimmetinde falana ait şu kadar terettüp
etmektedir.»
diye devam eder gider. «Falanın elinden bize şu kadar ulaştı, şu miktar bizim elimize
geldi»
şeklindeki beyan da aynıdır.
Diğer
bir hususta, kişinin özel defterine, «Zimmetimizde falana ait şu kadar borç vardır.» şeklinde
yazması
do bunun gibidir. Bütün bunlar örf
gereği adres ve isimlerle, ünvanla
tesbit edilmektedir.
Kariü'l-Hidaye'nin
ifade etmek istediği de budur. Ayrıca bu ifadenin gereği, yazının kendisine ait
olduğunu
itiraf etmesi halinde, borcu
ödemekle yükümlüdür. Ama yazıda adres ve ünvan
bulunmayacak olursa, malı inkar ettiği taktirde bu yazının muhtevası ile amel edilmez. Borcu
ödemesi
gerekmez, hatta yazının kendisine
ait olduğunu itiraf etse
de.
Ancak
bundan yukarda belirtildiği gibi satıcı, sarraf, simsar gibiler istisna edilmektedir. Haniye'de
bu
konuda, «Sarrafın ve simsarın yazmış
olduğu yazılar ve onun kendi eliyle yazmış olduğu
senetler
örfen hüccettir, delildir, kabul edilir. Muhtevasıyla mahkeme karar verebilir.» denmektedir.
Bu
da adres bulunsun, bulunmasın, her
ikisine de şamildir. Mücteba'dan yukarda nakletmeye
çalıştığımız
sarih ifade de bu olsa gerektir. Hizane'den açık bir şekilde nakledilen bir ifadeye göre,
hatta
yazının kendisine aît olmadığını söylese de durum aynıdır.
Mücteba
isimli eserdeki, «İnsanlar kendi aralarında bu şekilde yazarlar.» ifadesi, defterdeki yazının
hüccet
ve delil olması konusunda sarraf, simsar veya satıcıya inhisar etmediğinin de delili olsa
gerektir.
Hatta örfte insanlar arasında birbirlerine karşı yazmış oldukları borç senetleri de sarraf,
simsar
ve satıcının defterinin örf
açısından aynısı olsa gerektir. Bu
ifadeye göre emirlerin yüksek
tabakadaki kimselerin, aleyhinde şahitliklerinde güçlük çekilen kişilerin yazmış oldukları yazılar da
bu
kabildendir. Bir alındı kağıdı veya bir borç senedi yazılsa ve bu da özel mühür ile
mühürlense,
bu
örfümüzde delildir. Çünkü bunun inkarı bir bakıma gayri kabildir. Hatta inkara kalkışacak olsa
bile
insanlar arasında haksız ve hakkı teslim etmeyen kişi olarak bilinir. Eğer yazının ve mühürün
kendisine
ait olduğunu itiraf eder, yazılan
yazıda kişinin adı soyadı ve adresi bulunursa, bunun da o
kimse
aleyhinde ilzam edici bir delil niteliğinde olması gerekir. Ama itiraf etmez veya ölümünden
sonra
ele geçerse, Mücteba'daki ifadenin gereği yine Onunla amel edilir, terekesinden alınır. Sağ
ise
ödemeye zorlanır. Bu da örfe binaendir. Aynen sarraf ve benzerlerinin defterinde yapılan
uygulama gibi.
Yine
buna benzer diğer bir meselede şudur: Bir kimsenin sandığında bir kese içerisinde bir miktar
para
bulunsa ve onun üzerinde de «Falan
oğlu falanın emanetidir» yazısı olsa,
adet ve örfte bu gibi
şeyleri
kendine ait paralar kesesine yazmayacağına göre, bu yazı o paranın emanet olduğunu, ismi
yazılı
olan kişiye ait olduğunu gösterir.
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre,
buraya kadar kendi
aleyhine
borçlu olduğuna dair yazmış olduğu yazılarla ilgilidir. Geçerli olması da bu bakımdandır.
Bazı
müteahhir alimlerimiz bununla meseleyi kayıtlamışlardır. Bu da acıktır. Ama kendi lehine,
falanda
alacağı olan yazısı mahkemece geçerli sayılmaz. Hatta bunu açıktan diliyle
söylese, iddiada
bulunsa.
onun bu iddiası gereği hasmı borçlu kabul edilmez. Sözlü olarak kabul edilmediğine göre,
yazılı
bir belge sonucu, «Falanda şu kadar alacağım vardır.» diye kendi yazısıyla yazmış olduğu bir
belge,
onun hakkını nasıl isbat eder. Bunun içinde Hizane isimli eserde kendi aleyhine olan borçları
yazması
ile kayıtlanmıştır. Nitekim yukarda
da buna işaret edildi.
Vehbaniye
şerhinde, «Belh uleması satıcının hatıra defterinde yazmış olduğu,
akil defterine almış
olduğu
notlar, onu ilzam edicidir. Onun
aleyhinde hüccet kabul edilir
demişlerdir. Hatta satıcı,
«Kendi
yazımla falanın bende şu kadar
alacağı olduğunu tesbit ettim.»
dese Serahsi'nin ifade
ettiğine
göre bu ifadesi onu ilzam edici, ödemeye zorlayıcıdır. Simsar ve sarrafın yazısı da
böyledir.» denilmiştir. Hatta, «Falanın bende şu kadar alacağı var» ifadesi, borçlu olduğuna dair bir
itiraftır.
Acık bir delildir. Ama İbni Vehban'ın meselenin gerekçesini açıklarken «O defterine ancak
lehinde
ve aleyhinde olanları kaydeder» sözünden maksat. satıcı ve benzerleri bu tür defterlere yazı
öğrenmek
lügat öğrenmek veya eğlence olsun diye yazmadıkları kasdedilir. » demektedir. Çünkü
buraya falanca lehinde ve aleyhinde sabit olanları
yazar. Bundan da kendi lehine yazmış oldukları
ile
amel edilmeyeceği, yazısının kendi lehine olan bölümünde ilzam edici bir hususun olmadığı
açıktır.
Hatta bunu bu şekilde anlayanlar da olmuştur.
Fakat
bu «lehine olan yazıda da muteberdir»
sözü pek uygun değildir. Onun için bunu aleyhinde
sabit
olan, başkasının kendisinde olan alacağı ile ilgili yazılarla kayıtlamak gerekir. Eğer defteri
kendisi
tarafından muhafaza ediliyor ise. Ama yok bunu hasmın defterine yazmış ve ona borcu
olduğunu
söylemiş ise, zahirde bununla amel edilmemesi gerekir, denmiştir.
Tahtavi
ise, bunun hilafını benimsemiş
meseleyi, o şekilde değerlendirmiştir. Çünkü yazı
değiştirilebilir, yazı yazıya benzetilebilir. Ama ikrar edecek olursa, zaten ikrarıyla mesele halledilmiş
sayılır.
Kendisinin bir katibi olsa, bu
şekildeki yazı, defteri de katibin
nezdinde bulunsa, yine kabul
edilmez.
Çünkü haberi olmadan katibin aleyhine yani katibinin onun aleyhine bir şeyler yazmış
olma
ihtimali de vardır. Bu da inkar
ettiği veya ölümünden sonra
verilmesi ve veresesi tarafından
inkar
edilmesi halinde, katibin nezdinde bulunan defterde ölen kişi aleyhine olan borçlar kabul
edilmez.
Hatta bu konuda asrımızda bunun hilafına hüküm verenlerde
olmuştur. Mesela bir zimmi
başka
bir tacirin veresesi aleyhine dava açmış, o tacirin zimmi de bir katibi varmış, tacirin defteri
bu
zimmi olan katibi yanında imiş. Mahkeme buna dayanarak hüküm vermiştir. Ben bunun batıl
olduğunu,
bu hükmün geçersiz olduğunu söyledim ve bu istikamette fetva verdim.
Ayrıca davacının
ve
katibin zimmi olmaları, bu tezvir
ve yazının benzetme bir yazı olma şüphesini de
kuvvetlendirmektedir. Belki de bu yazı tacirin ölümünden
sonra kaleme alınmış olabilir. Bu ihtimali
bu
hususlar kuvvetlendirdiğinden yazıya dayanarak verilen hükmün doğru olmadığı istikametinde
fetva
verdim. Bununla ilgili Fetava-yı Hamidiye'nin tenkihinde yeterli cevap bulabilirsiniz.
«Eğer
yazının kendisine ait olduğu kesinlikle bilinirse ilh...» Yani hadis rivayet eden kişi, yazıya
dayanarak bir rivayeti yapabileceği İmam Muhammed tarafından kabul edilmiştir. Bu da birinci
kişinin
yazısının bilinmesi halinde, ona ait
olduğunun tanınması halindedir.
Kadı ve şahitle ilgili
bölümde
ise yazıların kendilerine ait
olduğunu tanımaları halinde buna
güvenilebileceği, bununla
amel
edilebileceği söylenmiştir. Halebi.
«Fetva
da bununla verilmiştir ilh...» Hizanetü'l-Ekmel isimli eserde Ebu Yusuf ve İmam Muhammed
şahid,
kadı ve ravilere ait yazılarda yazılarını görmeleri, hadiseleri hatırlamamaları halinde, bu
yazıyla
amel edilebileceğine cevaz
vermişlerdir. Uyun isimli eserde ise
fetvanın bu iki imamın kavli
istikametinde
olduğu söylenmiş, ancak orada, «Yazının kendilerine ait olduğu kesinleşecek olursa»
kaydını
getirmiştir. «Bu Kadı'da olsun, şahitte olsun, veyahut rivayette olsun, defter üzerinde veya
kağıt
üzerindeki yazının kendilerine ait olduğunu kesinlikle bilmeleri halindedir.» demiştir,
Hatta
bu yazı, senet, şahidin elinde olmasa da durum böyledir. Çünkü bu gibi konularda hata oranı
nadirdir.
Değiştirme durumu da pek söz konusu değildir. Olduğu taktirde, buna muttali olmak
mümkündür.
Her açıdan yazı yazıya benzemez. Bunun içinde yazının kendisine ait olduğuna dair
kesin
kanaatini belirtirse. bu yazıya itimad ederek hüküm verilmesi insanlar için bir kolaylık
sağlayacaktır,
denmiştir. Hamevi.
Ancak
şarih şehadet bölümünde şöyle bir ifadeye de yer verecektir:«Eğer o yazı kendi elinde ise,
caizdir.
Bizde bu ifade ile amel ederiz. Fetvamız da bu istikamettedir.» Bahır. Mubtega.
Bu
Kemal İbnül Hümam'ın orada
özetlediği meselelerdir. inşaallah mesele orada tekrar ele
alınacaktır.
«İki
Kadı arasında yazışmanın geçerli olması için muhakkak ki belirli bir mesafenin olması gerekir
ilh...»
Bu mesafe üç günlük yaya yolundan aşağı olmamalıdır. Olduğu taktirde kabul edilmez.
Nevadir-i
Hişam diye adlandırdığımız eserde,
«Bir şehir içinde iki kadı bulunsa, birinin diğerine
hükümlerle
ilgili yazısı muteberdir.
caizdir.» denmiştir. Bu ifade Cenabî'den naklen Cevhere isimli
eserde
yer almıştır. Keza Kadı'nın
kendisini görevlendiren aynı şehirde
oturan emire yazmış olduğu
yazıda
böyledir. Nitekim yukarda bununla.
ilgili izahat
verildi.
«Zahire
göre yani zahirur rivayeye göre böyledir ilh...» Menih isimli eserde bu ifadenin zahirur
rivaye olduğu belirtilmekte, İmam Muhammed ise, bir şehirde de olsalar, birbirlerine
yazabileceklerine cevaz vermiştir. Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre ise, eğer şahit mahkemeye
şahitlik
yapmak için akşam kendi evine dönebilecek kadar yakın bir mesafeye gitmesi gerekiyor
ise,
şahitliğini yapar. Ancak bundan biraz uzak ise, şahitlik ve bu konuda yazı ile şahitliği
o
mahkemeye
aktarması caizdir. Siraciye'de de fetvanın bu görüş ile olduğu beyan edilmiştir.
«Yazılan
yazının ikinci Kadı'ya ulaşmasından önce
birinci Kadı'nın ölümü veya azledilmesiyle
yazmış
olduğu yazı hükümsüzdür ilh...» Bu, yazının kabul edilmesi ve muktezasıyla amel edilmesi
için
bir başka şarttır. Yazı yazan
Kadı'nın yazdığı yazı, öbür Kadı'ya
ulaştığı zaman. birincisinin
hala
hükümde
devam etmiş olması, görevli olması
şartı da vardır.Nehir. Çünkü bu
şahitlik
mesabesindedir. Feri şahitlerin henüz yüklendikleri şehadeti eda etmeden önce, asıl şahidin
ölmesi,
feri şahidin şehadetini iptal eder. Burada da durum aynıdır.
Tahtavi.
«Gönderilen
yazının ikinci Kadı'nın eline
ulaşmasından önce ilh...»Burada «okumadan önce»
ifadesiyle
iktifa etseydi daha uygun olurdu.
Bunun içinde Fethü'l-Kadir'de şu
ibare yer olmaktadır:
«Kitabın
ulaşmasından önce değil, kitabı açıp okumasından önce birinci hakim ölecek olursa yazı
geçersizdir. Çünkü kendisine gönderilen kişi nezdinde kitabın okuması olmaksızın, ulaşması bir
şey
ifade etmez.»
«Gönderen
hakimin delirmesiyle gönderdiği yazı hükümsüz olur ilh...»
Bir konuda Haniye'de şöyle
denmektedir: «Gönderilen yazının ikinci hakime ulaşmasından sonra ölmesi veya azledilmesi
durumu
değiştirmez. O yazıyla amel edilebilir. Çünkü ölüm ve azil olayı yazıyı muteber olmaktan
çıkarmaz. Ama hakimin fasık olması, gözlerinin kapanması, şehadeti ve hükmünün kabul
edilmeyeceği
bir duruma düşmesi halinde ikinci Kadı onun yazısını kabul etmeyebilir.
Çünkü
hakimin
hakime olan yazısı şahitlik mesabesindedir. Şahitliği ile hüküm verilmesine mani olan hal,
onun
yazısına dayanarak hüküm vermeye de
manidir.»
Bunun
zahirinden anlaşıldığı gibi. bu
durumda yazı geçersiz olur. Velevki
bu yazının kendisine
ulaşmasından sonra da olsa. Zeylai bu konuda, «Azledilmesinde durum ne ise buradaki durum da
odur.»
diye açıkça ifade etmektedir.
Bahır'da
gördüğüm bir ifadede ise, «İkisinin sözü arasında bir anlaşmazlık vardır.» denilmiş. fakat
bu
noktada bir cevap getirmemiştir.
Bezzaziye'de Haniye'deki ifadeye benzer bir ifade de yer
almakta,
Dürer'de ise buradakine benzer bir ifade bulunmaktadır. Bu da gösteriyor ki, meselede iki
ayrı görüş mevcuttur.
«Birinci
hakimin fasık olması ile de yazısı hükümsüz olur ilh...» Bu ifadeden bahsedilirken Nehir
isimli
eserde zayıf bir kavle işaret için
kullanılan «Kıyle» ifadesi kullanılmıştır. Bu da kadının fasık
olmasıyla
azli gerekir ifadesine binaen olsa gerektir. Benzeri bir ifade Fethü'l-Kadir'de de yer
almıştır.
«Kendisine
yazı gönderilen hakimin ölmesi
ile de yazı hükümsüz olur ilh...»
Çünkü yazıyı yazan
hakim,
özellikle ona yazdığına göre, onun
adaletine, emanetine güvenerek
yazmıştır. Bu konuda
hakimler
değişiktirler. Tayininde bir yorar olsa gerektir. Nehir.
«Genelleştirmesi hali bundan müstesnadır ilh...» Buna, yani yazı özel bir hakime gönderilir ise, o
hakimin
ölmesi halinde, gönderilen yazıda hükümsüz sayılır. Ancak bu özel Kadı'dan sonra, «Kalan
beldenin
Kadısı falana» dedikten sonra, «Eline ulaşan bütün müslüman Kadı'lara» ifadesini eklerse,
o
Kadı'nın ölmesi halinde yazı
hükümsüz olmaz. Çünkü onun yerine geçecek kişi ona tabi olmuş ve
bir
bakıma yazı ona da yöneltilmiş sayılır. Fetih.
«Başlangıçta yazıyı genel olarak yazması bunun
hilafınadır ilh...»Yani yazıya başlarken, «Kendisine
bu
yazım ulaşan bütün müslüman hakimlere» diye yazıya başlamış ise, bu geçerli olmaz.
«İkinci
İmam Ebu Yusuf buna cevaz vermiştir
ilh...» İmam Şafii ve İmam Ahmed de
aynı görüşü
paylaşmaktadırlar.
Fethü'l-Kadir.
«Amel de buna göredir ilh...» İmam Zeylaî bu konuda der ki: «Ulemadan çokları bu görüşü
benimsemişlerdir. Fetih isimli eserde, «Delil bakımından kuvvetli olan budur. Çünkü
kendisine
yazılan
hakime bildirmek önemlidir. Her ne kadar bu şart ise de genel bir ifade ile özele bildirme
durumu
burada da gerçekleşmiş olmaktadır. Umuma hitabı mücmel bir ifade kabilinden değildir.
Ayrıca
kime gideceği belli olmayan bir yazı olarakta kabul edilmemelidir. Bu konuda direk, kasten
birine
yazılmasıyla dolaylı olarak
yazılması aynıdır, aralarında bir fark
yoktur.» denilmiştir. Nehir.
«Haniye'de
vuku bulan ifadenin hilafına ilh...» Orada şöyle denmektedir: «Eğer yazı yazan Kadı ölür
veya azledilir, bu da yazının ikinci hakime ulaşmasından önce olursa, bu yazı hükümsüzdür. Mesele
aynı feri şahitle asli şahidin durumuna benzer. Asli şahidin feri
şahit şehadetini eda etmeden önce
ölmesi
halinde, feri şahitlerin şehadeti nasıl geçersiz ise, burada da durum
aynıdır.»
«Burada
zikrettikleri şehadet babında zikrettiklerinin zıddınadır ilh...»Yani şehadet üzerine şehadet
babında
Haniye'de zikredilen ifadeye terstir. Ki orada şöyle demektedir: «Şehadet üzerine şehadet
caiz
değildir. Yani asıl şahitler şahitliklerini ikinci feri şahitlere aktarmaları halinde, onlar var iken
ikinci
feri şahitlerin şehadetleri muteber sayılmaz. Ancak asıl şahitler aynı şehirde hasta olur veya
bu
şehadetlerini şahitlere aktardıktan sonra ölecek olurlarsa, o zaman durum müstesnadır.» Bu da
metindeki
ifadelere tamamen uygundur.
Hakimin
kendi bilgisine dayanarak hüküm
verme meselesi
«Hakimin
kendi bilgi ve malumatına dayanarak
hüküm vermesini caiz görenler yine
kendi bilgisine
dayanarak yazı yazmasını da caiz görmüşlerdir ilh...» Ebu Hanife'ye göre bunun caiz olmasının
şartı,
o beldede hakim olduğu esnada bunu bilmiş olmasıdır. Ayrıca bu konunun kul hakkıyla ilgili
olması,
şariin hakkı olan hududların dışında olması şartı vardır Mesela borç, alışveriş, gasıp,
boşama,
kasten adam öldürme, kazif haddi gibi konularda kabul edilir. Ama o mesele hakkındaki
bilgisi
henüz makama gelmeden önce olacak olur, bunlarda yine kul haklarıyla ilgili, bulunursa,
daha
sonra vazifeye gelmesi halinde, bildiği bu konularla ilgili bir mesele mahkemeye intikal
ettiğinde
veya kendi bölgesinin dışında hakimken de olsa o konu hakkında bir bilgi edinse daha
sonra
o beldeye girer o bölgenin Kadısı
olur mahkemeye mesele intikal ederse. Ebu Hanife'ye göre,
bu
durumlarda bilgisine dayanarak hüküm veremez, denmiştir. Sahibeyne göre ise hüküm verebilir.
Bir
mahzur yoktur. Keza aynı hilaf
aşağıdaki meselede de mevcuttur. Beldesinde kadı iken mesele
hakkında
malumat elde eder, daha sonra azledilir, ondan sonra tekrar vazifeye iade edilirse,
mahkemeye
bu durumda intikal eden meselede Ebu Hanife bilgisine dayanarak hüküm veremez
demekte,
sahibeyn ise bunu da caiz görmektedirler. Şarapla ilgili had, zina haddi gibi konularda
ittifakla
hakimin kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesi caiz değildir. Yani hakimin bilgilerine
dayanarak bu konularda hükmü ittifakla geçersizdir. Fetih.
Bundan
da anlaşılıyor ki şariin hakkı olan hadlerde geçersizdir. Nitekim Edebü'l-Kada şerhinde acık
bir
şekilde bu ifade edilmiş, gerekçe olarakta şu husus belirtilmiştir. Bu gibi konularda bütün
müslümanlar
eşittirler. Hatta bir fert olarak Kadı da onlara benzer. Kadı dışında olan bir kişi, bu
mesele
hakkında bilgisi olacak olur, kendi tarafından haddin ikame edilmesine teşebbüs ederse,
buna
yetkisi yoktur. Uygulaması caiz değildir. Hakim de bunun gibidir. Kendi bilgilerine dayanarak
had
konusunda, haddi ikame etmeye
teşebbüsü caiz değildir. Ancak sarhoş olan kişide sarhoşluk
alameti
ve belirtileri görülecek olursa, hakim bu belirtileri sezmesinden sonra, töhmetten dolayı
ona
tazir cezası uygulayabilir. Ama bu had
değildir.
«Hakimin
kendi bilgisine dayanarak hüküm
vermesini caiz görmeyenler yine kendi bilgisine
dayanarak yazı yazmasını da caiz görmemektedirler ilh...» Fetih'te, «Bu konuda mesele arasında
fark
vardır.» denmektedir. Şöyle ki, Kadı burada henüz hüküm vermeden önce, meydana gelen bir
bilgiyi karşı tarafa yazı suretiyle aktarmasıdır. Bu da o konuda hüküm vermesi demek değildir.
«Ancak bu konuda mutemed olan görüş ilh...» Müteahir ulema nezdinde kuvvetli olan görüş,
zamanımız
kadılarının yeterli derecede ehliyetli olmamaları, adaletten sapmış olmaları sebebiyle,
kabul
edilmemesidir. Eşbah'ın ifadesi şöyledir: «Bugün, zamanımızda Kadı ve hakimlerin bilgilerine
dayanarak amel etmemeleri fetva için seçilmiş bir görüştür. Fetvada bu istikamettedir. Nitekim
Camiü'l-Fusuleyn'de
de bu görüşe yer
verilmiştir.»