HAKİM BABI-ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
«Yine
Eşbah isimli eserde ilh...» Siraciye'den naklen aynı eserde şu
ifadeler yer almaktadır: «Lakin
diyerek başlayan ifadede Siraciye'nin ifadelerinin
özetlendiği Minyetü'l-Müfti de «İmam yerine
«Kadı»
kelimesi yer almış ve orada şöyle
denmiştir: «Kadı haddi kazif, kısas ve tazir konularında
kendi
bilgisine dayanarak hüküm
verebilir.» Daha sonra devamla,
«Kendi bilgilerine dayanarak
hakim
şariin hakkı olan hadler konusunda hüküm verecek olursa hükmü geçersizdir.» denmektedir.
Bazı
haşiye sahipleri bu ifadeyi burada zikretmeyi uygun bulmuşlardır. Bu da Fetih isimli eserden
yukarda
nakledilen şariin hakkı olan hadlerle tamamen şariin hakkı olmayan, kul hakkı da bulunan
hadler
arasında belirtmiş olduğu farklara tamamen uygun düşmektedir. Birincisinde, yani şariin
hakkı
olan konularda ittifakla kadı kendi bilgisine dayanarak hüküm veremez. Ama diğerleri bunun
hilafınadır.
Onlarda kendi bilgisine dayanarak hüküm vermesi caizdir.» demiştir. Bu da
Mütekaddimîn
ulemanın görüşlerine göredir. Ama fetva bunun hilafına olmaktadır.
Nitekim yukarda
bu
husus açıkça
belirtildi.
TENBİH:
Nehir'in kefalet bahsinde şu ifade yer almaktadır: «Mütekaddimîn ile müteahhirîn
arasındaki ihtilafın, hukuku ibadla ilgili meselelere hamledilmesi gerekir. Şariin hakkı olan sırf
hukukullah
dediğimiz konularda kendi ilmine dayanarak ittifakla hüküm verebilir.» demekte, daha
sonra
bunun caiz olduğuna delil olarakta bilgisine dayanarak tazir vermesinin
caiz olduğunu
göstermektedir.
Ben
derim ki: Bunun açık bir hata olduğunda şüphe yoktur. Çünkü
fukahanın sözlerine tamamen
terstir.
Tazirle ilgili meseleye gelince tazir, had değildir. Yukarda Edebü'l Kada şerhinden naklen
beyan etmeye çalıştığım hususta budur.
Ayrıca tazir ile ilgili husus» bir karar veya kaza (hüküm)
değildir.
«İmam
kelimesi kayıt mıdır ilh...» Yani haddi kazif, kısas ve tazir konularında devlet başkanı olan
kişi
kendi bilgisine dayanarak hüküm
verebilir, ifadesinde geçen «devlet başkanı» veya karşılığı
olan
«imam» kelimesi burada kayıt mıdır? Onun yerine Kadı hüküm vermeye kalksa, verebilir mi?
Bu
ifadenin sahih ve sabit olduğu kabul
edilecek olsa dahi İmam kelimesi burada kayıt değildir.
Nitekim
yukarda Fethü'l-Kadir'in açık
ifadesini naklettik.
Hakimin kasten katil konusunda veya
haddi
kazifte hukuku ibatla ilgili
olmaları bakımından kendi malumat ve bilgilerine dayanarak
hüküm
vermesinin caiz olduğunu belirtmişti.
«Lakin
Şurumbulaliye ait Vehbaniye şerhinde ilh...» Bu «lakin» ifadesiyle Eşbah'tan naklettiği ikinci
görüş
hakkında bilgi vermek
istemiştir. Bunun da müftabih olan
görüşün hilafına bir görüş olduğu
beyan edilmiştir. Veya ifadede gecen imam kelimesi kayıt mıdır sözünden istisna edilmiştir.
Şurumbulali'nin
ifadesi. «Şariin hakkı olan hududda imam dahi kendi bilgisine dayanarak hüküm
veremez.
Bu ittifakla böyledir.» şeklindedir.
Bundan anlaşıldığına göre bunun
dışında olan haddi
kazifte,
kasten adam öldürmede veya tazir konularında mütekaddiminin kavline göre hüküm
verebilir.
Fakat bu muhtar ve müftabih olan görüşün hilafınadır. Bu durumda imam kelimesinin
burada
zikredilmesi bir kayıt niteliği taşımamaktadır.
«Mutlak
bir şekilde ilh...» Yani mahkemeye geldikten sonra bu konu hakkında bilgi edinsin veya
henüz
mahkemeye tayininden önce bu konuda
bilgi edinsin durum değişmemektedir. Kendi
bilgisine
dayanarak hüküm veremez. Halebî.
Gerek
şariin hakkının galip olmadığı, kul hakkının galip olduğu hadlerde olsun. gerek kısasta
olsun,
gerek hukuku ibadla ilgili diğer meselelerde olsun, hakim zamanımızda kendi bilgisine ve
malumatına
dayanarak hüküm verme yetkisine sahip değildir.
«Töhmetten
dolayı ilh...»Yani hakim onun sarhoş
olduğunu anlayacak olursa onu tazir eder. Çünkü
töhmet
altında olan kişileri tazir cezasına çarptırmak hakimin yetkisi dahilindedir. Hatta aleyhinde
suç
sabit olmasa da hakimin bu yetkisi vardır. Bununla ilgili meseleler kefalet bahsinde geçti.
«Karı
koca arasına girebilir fakat bu nisbetendir kada ve hüküm değildir ilh... » Yani karısını
boşayan
kişiyle karısı arasına girer, köleyi azad edenle kölesi ve cariyesi arasına girer, malı
gasbedenle
gasbettiği mal arasına girer, ondan faydalanmasına engel olur. Yani bunları onların
elinden
alır, emin bir kişinin evine emanet olarak bırakır. Şer'î usullerle hakim bilgi edininceye
kadar
durum bu şekilde devam
eder.
«Bu
hisbe yönüyle böyledir ilh...» Yani
Cenabı Hak'tan sevab bekleme ve
şüpheli bir noktada emri
bilmaruf
nehyi anil münker görevini yapma
durumundan kaynaklanmaktadır. Bu
durumda olan
kocanın
karısına yaklaşması, efendinin cariyesine yaklaşması, gasbeden kişinin gasbettiği maldan
faydalanması, şüpheli noktalardır.
«Bunları
önlemek için hisbe yoluyla engel olur, ama bu kada değildir ilh...» Talak vakidir, azad etme
olayı vakidir, gasıp gerçekleşmiştir şeklinde bir hüküm niteliği taşımamaktadır.
METİN
Hakem
tarafından hakime (Kadıya) gönderilen
yazılar kabul edilmez. Ancak devlet tarafından
görevlendirilmiş
ve cuma namazlarını kıldıran Kadılar tarafından gönderilen yazı kabul edilir. Diğer
bir
rivayete göre köy Kadı'sının şehir
Kadı'sına, yine köy ve kasaba kadısının diğer köy ve kasaba
Kadı'sına,
şehir Kadı'sının kasaba veya kaza Kadı'sına gönderdiği yazıların kabul edileceği
belirtilmektedir. Kemal İbnil Hümam ile musannıf bu görüşü benimsemektedirler.
«Eline
ulaşan her müslüman kadıya» şeklinde yazılan bir yazı, bu yazının yazılmasından sonra
göreve
gelmiş bir kadının eline ulaşacak olursa kabul edilmez. Çünkü yazının yazıldığı zaman
henüz
görevlendirilmiş değildi. Cevahirü'l-Fetava.
Yine
aynı eserde, belirli bir kişiye gönderilmiş olan yazı, onun naibi ve
vekili tarafından kabul
edilemez,
acılamaz, muhtevası ile amel edilemez. Kadın kısas ve hadlerin dışında hakim olabilir. Ve
bu
iki konunun dışındaki davalara
bakabilir, her ne kadar bunu tayin eden makam günaha giriyor
ise
de. Zira bu konuda Buhari'de rivayet edilen bir hadisi şerifte şöyle buyrulmaktadır: «İşlerini
kadınlara
bırakan toplum asla iflah olmaz.»
Ayrıca
kadın vakıf nazın olabileceği gibi, yetime vasi de olabilir. Herhangi bir konuda şahitlik de
yapabilir.
Bilhassa vakıf konusunda şehadeti muteberdir. Dolayısıyla kadının vakıfla ilgili nazırlığı
ve
şahitliği kabul edilir. Ve bu
konudaki karar bozulmaz. Hatta vakıfın şartı olmasa da. Bahır.
Bahır
sahibi der ki: «Ben vakıf konusunda kadının şahitliğini şart koşan «Bu konudaki şahitlik
falana,
ondan sonra da çocuklarınadır.» dese, o kimse öldükten sonra geride bir kızı kalsa, o kızın
vakıfla
ilgili genel vazife ve taksimlerdeki
şahitliği geçerlidir. Kadın buna müstahaktır.
Eşbah
isimli eserde kadınlarla ilgili özel hükümler anlatılırken şöyle denmektedir: «Kemal ibnül
Hümam
Müşayera isimli eserinde kadının
nebi olabileceğinin caiz olduğunu, ama rasul
olamayacağını
söylemiş, gerekçe olarak da, kadınların daima erkeklerden uzak bir topluluk
içerisinde olması gerekir. demiştir. Eğer kadın hudud ve kısasla ilgili davalarda karar ve hüküm
verse,
bu hüküm kadın hakimin bu kararlara yetkili olduğunu kabul eden diğer
bir kadıya
uygulaması ve onaylaması için sunulsa ve bunu uygulamaya koysa, başkası bu kararı nakzedemez,
bozamaz.
Çünkü bu konuda Kadı Şureyh'in
Kadının bu konuda hüküm verebileceğini belirtmesi,
konunun
ictihada mahal olan konulardan
biri olduğunu göstermektedir.» Aynî.
Hünsâ
dediğimiz kadın ve erkek uzuvlarına
sahip olan insan da kadın gibidir. Bahır. Önemli
konulardan
biri de, bizzat hakimin lehinde veya çocuğunun lehinde bir olay olur, mahkemece karar
verilmesi
gerekirse, hakim başkasını yerine vekil (naib) olarak bırakır. Bu durumda hakimin naibi
olan
kişi, hakim lehine ve çocuğu lehine karar verir, verdiği bu karar da geçerlidir. Nitekim hakimin
kendisini
göreve getiren yetkili makam imam ve
devlet başkanının lehinde olan
konularda hüküm
vermesi
ve çocuğu lehinde hüküm vermesi caiz
olduğu gibi, yukardaki meselede de
caizdir.
Siraciye.
Bezzaziye'de;
«Hakim lehine ve aleyhine şahitliği kabul edilen herkese onun lehte ve aleyhte
vereceği
kararlar sahih ve geçerlidir.» denilmiştir. Bu konuda Mültekat isimli eserle Cevahir'deki
ifadeler
bunun hilafınadır. Bilinmesinde yarar vardır. Naib olan hakim, asıl kadı nezdinde yapılan ve
eda
edilen şehadete dayanarak hüküm
verebildiği gibi, naib nezdinde
yapılan şahitliğe ve onun
vereceği
bilgi ve habere dayanarak asıl kadı
da hüküm verebilir.
Hülasa.
FERİ
MESELELER: Hakimin lehinde şahitlikleri kabul edilmeyen kişiler hakkında hüküm vermesi
caiz
olmaz. Ancak bunun bir istisnası vardır. O da lehinde şehadeti kabul edilmeyen kişi hakkında,
başka
bir hakim tarafından gelen yazıya dayanarak onun lehinde hüküm vermesidir. Eşbah. Yine
aynı eserde hakimin vasiyet dışında kendi lehine ve
çocukları lehine hüküm veremeyeceği
belirtilmektedir.
Şurumbulalî,
Vehbaniye şerhinde, hanımı sağ olsa da, olmasa da kayınvalidesi lehine ve babasının
sağlığında
üvey annesi lehine hüküm vermesinin sahih olduğunu belirtmiştir. Onun nezaretinde
olan
vakıflarla ilgili konularda, bir
bakıma lehine durumda olsa, hakimin hüküm verebileceği bu
ifadelere
eklenmiş ve buna ek olarak iki beyitte şu ifadeler yer almıştır: «Hanımı hayatta iken kayın
validesi
lehine hüküm vermesi sahih olduğu
gibi, babası sağken onun hanımı (analığı) lehinde de
hüküm
vermesi sahihtir. Babasının ve
hanımının vefatından sonra onlardan kendisine intikal
edecek
miras dışında yine hüküm vermesi sahihtir. Yine hakimin kadı olma, alim olma vasıflarından
ötürü
bir vakıftan pay almaya hakkı olsa
ve o vakıfla ilgili bir dava
kendisine iletilse, hüküm
verebilir.»
Daha sonra. «Nezaretinde olan vakıflarla ilgili hükmü de aynıdır» sözü de bu ifadelere
eklenmiş bulunmaktadır.
İZAH
«Hakem
tarafından görevli hakime gönderilen
yazı kabul edilmez ilh...»
Çünkü hekem kadı değildir.
Ancak
burada hakem olarak tayin edilen kişi sultan ve yetkili
makamlarca tayin edilen kadı olacak
olursa,
o istisna
edilmiştir.
«Yalnız
devlet tarafından görevlendirilen hakimin
yazısı kabul edilir ilh...» Bu ifadenin belirttiği
husus
bu şart, ancak yazan hakim için
geçerlidir. Menih isimli eserde, «Kasaba ve köy Kadı'sından
şehir
Kadı'sına gönderilen yazı kabul
edilmez. Ancak şehir Kadı'sından şehir Kadı'sına veya şehir
Kadı'sından
kasaba ve köy Kadı'sına gönderilen
yazılar kabul edilir.»
denmiştir.
«Cuma
kıldırmaya yetkili olan ilh...» Bu ifade kayıt olmasa gerektir. Özellıkle zamanımızda kayıt
olarak
kabul edilmemelidir. Çünkü devlet başkanı olan sultan Kadı'ya direkt cuma namazı kıldırma
yetkisini
vermemiş ve onu kendisine bu konuda
naip tayin etmemiştir. İfadenin zahirinden anlaşılan
ifade
şunu belirtmek istese gerektir: Cuma namazı kılınan ve şehir adı verilen yerin Kadı'sı
ancak
yazı
yazabilir ve onun yazısı diğer mahkeme nezdinde geçerli kabul edilebilir.
Yine
Siraciye'den naklen Menih isimli
eserde, «Ancak şehir Kadı'larından gelen yazı kabul edilir,
yani
bölgesinde hududların ikame edildiği, uygulandığı ve hakimlerin hükmünün geçerli olduğu
bölgelerin
kadılarının yazıları kabul
edilir. Uygulanmasında tehlike olmayan diğer Kadıların yazısı
bundan
istisna edilmiştir. Çünkü velayet
ancak velayete salih bir yerde kabul edilir. Bu da ehil olan
kişiler
için geçerlidir.» denilmiştir.
«Bir
rivayete göre kabul edilir ilh...» Bu ifadeden anlaşıldığına göre, bu konudaki ihtilaf şu husustan
kaynaklansa
gerektir. Verilen hükümlerin geçerli sayılabilmesi için hüküm verilen yerin
şehir ve
şehir
mesabesinde Mısır dediğimiz bir bölgede olması gerekir mi, gerekmez mi? Zahirur rivayeden
nakledilen
bir ifadeye göre şarttır.
Nevadir'den yapılan rivayete göre ise şart değildir. Fetva da bu
kavle
göredir. Nitekim Bezzaziye'de bu görüş benimsenmiş, buna göre köy ve kasaba Kadı'sından
şehir
ve kasaba Kadı'sına gönderilen yazılar kabul edilir. Fetva da buna göre
verilir.» denmiştir.
Menih.
Benzeri
ifadeler Makdisi şerhinde de yer almaktadır. Bazı ilim adamlarının yazılarından okuduğuma
göre,
yukarda zikredilen ihtilafın diğer
bir ihtilafa bina edilmesi meselesi Bezzaziye'de açık olarak
belirtilmiş,
meselenin o ihtilaftan kaynaklandığına yer verilmiştir.
«Kemal
İbnül Hümam ve musannıf da bu görüşü
benimsemişlerdir ilh...» Bununla ilgili musannıfa
ait
görüşü yukarda beyan
ettik.
Kemal
ibnül Hümam der ki:Asıl şahitlerin
ve yol şahidi dediğimiz yazıyı getiren şahitlerin adil
oldukları
tesbit edildikten sonra, bu yazının
şehir Kadı'sından veya kasaba ve köy Kadı'sından
gelmesi
arasında bir fark olmaması gerekir.»
«Kendisine
ulaşan bütün müslüman kadılara ilh...» Bu ifade ikinci imam Ebu Yusuf'un kavline bina
edilmektedir. Çünkü bu imam başlangıçta da yazının genelleştirilerek bütün müslüman kadılara
yazılmasına cevaz vermiştir. Bununla ilgili mesele yukarıda metin ve şerhte
geçmiştir.
«Yazının
yazılması anında henüz yetkili kimse olmadığı için ilh...»Çünkü bu bir yazıdır, hitaptır. Yazı
ve
hitabın sahih olabilmesi ancak o
anda yetkili olan kişiler hakkında sahihtir. Menih.
«Vekilinin kabul etmesi sahih olmaz ilh...» Çünkü yazı başkasına yazılmıştır. Eğer yazı direk naibe
yazılmış
olsaydı ve onun adı yer alsaydı, onu tayin eden esas hakimin o yazıyı kabul ederek,
muhtevasıyla hüküm vermesi caiz olmazdı. Çünkü gönderilen yazı ancak kime gönderilmiş ise,
muhtevasıyla amel etme yetkisi de ona aittir. Onun dışında başka bir kimse o yazıyı kabul ederek
muhtevasıyla hüküm veremez.
«Hudud
ve kısasın dışında ilh...» Yani
kadın hakim olduğu taktirde, hudud ve kısasta hüküm verme
yetkisine
sahip değildir. Çünkü hüküm verme yetkisi şahitlik hükümlerinden kaynaklanmaktadır.
Kadının
hudud ve kısasta şahitliği muteber
olmadığına göre, bu önemli konularda hakimliği de
uygun ve sahih
görülmemektedir.
Kadın
vakıf konusunda şahit olabilir
«Vakıfın
şartı olmasa da ilh...» Ama vakıf şart koştuğu taktirde, onun şahit olabileceği konusunda
asla
tereddüt yoktur. Çünkü kadın bu konuda şahit olma ehliyetine sahiptir. Ama özellikle kadının
bu
konuda şahit olabileceğine dair açık bir ifade ve nas yoksa, yukardaki hadisede olduğu gibi, bu
da
fukaha arasında ihtilaf konusu
olmuştur. Nehir isimli eserde şahit olabileceği kabul edilmemiş,
yukardaki
ifadede geçen, «ondan sonra çocuğuna» ifadesinin kız çocuğuna şamil olmadığı
söylenmiştir. Gerekçe olarakta »Vakıf yapanların örfüne riavet gerekin. Bu güne kadar herhangi bir
vakıf
konusunda kadının şahit olarak tayin
edildiği ve bu olayın onaylandığı
görülmemiş ve buna
tesadüf
edilmemiştir. Durum böyle olunca vakıfın ifadelerinin halk arasındaki örfe hamledilmesi
gerekir.
Bu da kamil şahit dediğimiz, her konuda şahitliği kabul edilebilen erkektir.» denmektedir.
Hamevî,
Makdisî'den benzeri ifadeleri nakletmiş, daha sonra, «Diğer bazı fakihlere göre, kadının
şahit
olma ehliyetine mani bir durumu yoktur. Fukaha had
ve kısasın dışında hüküm vermeye
ve
şahitlik
yapmaya ehliyetli olduğunu kabul
etmişlerdir. Bu ifadeler o kadının şahitlik yapması,
bilhassa
vakıflarda kabul edilmesi ve bunun sahih sayılması gerektiğini
açıkça ortaya
koymaktadır.» demiştir.
Ben
derim ki: Bu ifadedeki husus tartışılabilir. Çünkü söz kadının şahitliğe ehliyetli olup
olmadığıyla
îlgili değildir. Örfe göre vakıf
olan kişinin o ifadesinin zımminde
onun şahitliğine yer
verilip
verilmeyeceği meselesidir. İki mesele birbirine karıştırılmamalıdır.
Kadınlar
devlet başkanı olabilir
mi?
TENBİH:
Böyle bir görevi almış olan kadının vazifeyi sürdüremeyeceği, bu vazifesinin
devamının
kabul
edilemeyeceği konusunda asla ihtilaf ve şüphe yoktur. Zira kadın o makama ehil değildir.
Bazı
cahiller bunun hilafını savunmuşlar,
sahih olduğunu ileri sürmüşler, seçilen kadının birini
yerine
naip ve vekil tayin ederek o makamda
kalabileceğini iddia etmişlerdir. Çünkü o makamda
kalması, görevini sürdürmesi, o konuda ehliyetli olması hususuna bağlıdır. Vekil tayin etme
meselesi de buna tabi, bundan kaynaklanan bir meseledir. Kendisinin görevi sürdürmesi caiz
olmadığına
göre, vekil tayin ederek sürdürmesi
ve bu konuda vekil tayin etmesi
de sahih kabul
edilemez.
Ebu Suud.
Sultanın
ehliyetli olmayan kişiyi müderris
tayin etmesi, sahih değildir. Eşbah
isimli eserde,
«Ehliyetsiz
olan bir kişiyi sultanın müderris tayin etmesi sahih değildir. Çünkü sultanın yapacağı
işler
amme yararına olması ile kayıtlıdır. Böyle bir kişinin
görevlendirilmesi kamu yararına
olmayacağından
caiz değildir. Ehil olanı azletmesi de yine böyledir.» denilmiştir.
Muidünniam
ve mûbidûn nikam isimli eserde de
şöyle denilir: «Müderris olan kişi, tedrise ehliyetli
biri
değilse, alim ve müderris için tahsis edilen maaştan bir şey alması ve yemesi caiz olmaz.
Tedrise
ehliyetin taliki ise kelamın mentuku mefhumu ve mefhumun muhtelif
yolları hakkında bilgi
sahibi
olması demektir. Ayrıca önceden ehliyetli alimlerden ders okumuş olması gerekir. Bunun
neticesinde
ilim dallarıyla ilgili ıstılan ve terimleri bilmesi ve kitaplardan meseleyi bulup
çıkarabilecek ehliyete sahip olması, ilmi konularda soru sormaya, sorulan sorulara cevap vermeye
muktedir
olması şarttır. Bu da önceden gramer ve arap dili hakkında yeterli bilgiye sahip olmasına
bağlıdır
ki faili mefulden ve mefulu failden
ayırabilecek güce sahip olması gerektir. Okuduğu zaman
hata
yapmayan, huzurunda hata ile okunanı düzeltecek ilmi kariyere de sahip olması gerekir,»
Tahtavi.
Bir
kişiye ait vazife ölümünden sonra küçük de
olsa oğluna verilir mi?
Ben
derim ki: Bu sözlerin gereği, imam veya müderris ölse, ona ait olan vazifeyi küçük oğluna
vermek,
onu babası yerine ikame etmek sahih
olmaz. Ancak cihadla ilgili bölümde cizye bahsinin
son
kısmında İmam Bîrî'den bazı ifadeler nakledildi. Orada, «Ben de şöyle derim.» diyerek başlayan
şu
ifadeleri hatırımızdadır: «Bu da Harameyni Şerifeynin, Mısır ve Rumeli'nin örflerini teyid
etmektedir.
Bunda hiçbir ihtilaf yoktur. Ölmüş
kişilerin çocukları küçük de olsalar babalarının
imamlık
ve hatiplik gibi vazifelerinde ipka
edilirler. Bu kabul edilen bir örftür. Çünkü böyle
yapılmasında ulemanın halefi olan kişilerin ihya edilmesi ve ilim konusunda mesai sarfedenlere
yardım
sözkonusudur. Fetvalarına güvenilen
bir çok ulema, bunun caiz olduğu
istikametinde fetva
vermişlerdir.»
Bizde orada bu ifadeyi, «Eğer oğul
ilimle iştiğal ediyorsa» kaydı ile
kayıtlamıştık.
Ama
ilmi terk eder, cahil olarak büyürse, vazifeden azledilir,
o vazife ehiI olan kişilere tevdi edilir.
Çünkü
verilmesi için ileri sürülen gerekçe ortadan kalkmıştır. Yine vakıf bahsinde belirttiğimiz gibi.
küçük
çocuğun vakıf üzerinde nazırlık
görevi sahih değildir. Her iki
meseleyi yerinde incelemek
konumuza
ışık tutacaktır.
«Kemal
İbnül Hümam Müsayara isimli eserinde şu görüşü benimsemiştir ilh...» Kemal İbnül
Hümam'ın
Müsayara adlı bu kitabı ilmi
kelame dair bir eserdir. İmam Gazali'nin bu konuda yazmış
olduğu
bir kitabı izleyerek aynı konuları ihatalı bir biçimde geniş bir şekilde bu eserinde ele
almıştır.
Tahtavi.
«Kadınların
erkek topluluğundan korunması gerekir ilh...» Eğer kadın için rasul, yani almış olduğu
şer'i
erkek ve kadınlara tebliğ etmekle mükellef bir peygamber olması sahih olsaydı, öğretmek,
inkar
edilen konularda deliller getirmek ve karşı koymak için erkekler arasına girmesi gerekirdi. Bu
da
ancak erkeklerden beklenen bir husustur. Ayrıca kadının nebi olmasının caiz olması demek,
böyle bir şeyin olduğunu gerektirmez. Bu
konuda Bed'il emali isimli eserde, «Asla kadın
peygamber olmamıştır.» denmiştir. Tahtavi.
«Onun
caiz olduğunu benimseyen bir hakim onaylasa ilh...» Yani kadın hakimin hudud ve kısasta
hüküm
verebileceği istikametinde görüşü
olan bir hakime kadının bu konuda verdiği hükümler
getirildiğinde
onaylayarak uygulamaya koyması ve bu uygulamanın iptal edilemeyeceği meselesi,
hakkında
ictihad edilen bir konu olmasındandır. Bu da «Cevazını kabul eden bir kişinin
onaylaması» ifadesiyle kayıtlanmıştır. Çünkü eğer bizzat hüküm verme verilen hüküm
ihtilaflı bir
husus
ise, onun caiz olduğunu benimseyen
ikinci bir Kadı tarafından yürürlüğe
konmadıkça geçerli
ve
muteber sayılmaz. Bu durumda da kadının bu konularda hüküm veremeyeceği görüşünü
benimseyen
bir hakime kadının bu konudaki hükmü
onaylaması ve uygulaması için iletildiğinde
uygular. Ama ihtilaf kadada, uygulanan, tutulan yolda olacak olur,
bizatihi kendisinde olmazsa, bu
hüküm,
başka bir Kadı'nın onayına ve uygulamasına tevakkuf etmeksizin caizdir, geçerlidir. Nitekim
bu
meseleyi yukarda açıkladık.
Bunun
içinde Aynî şöyle demiştir: «Eğer
kadın hakim hudud ve kısasla ilgili konularda hüküm
verirse,
hüküm vermesinin caiz olduğu
görüşünü benimseyen başka bir Kadı da bunu uygulamaya
koyarsa, icma ile caizdir. Çünkü verilen hükmün bizatihi
kendisi, hakkında ictihad edilen bir
noktadır.
Zira Kadı Şüreyh hudud konusunda erkekle birlikte kadınların şahitliklerine cevaz
veriyordu. Kısasda da durum böyledir.»
Ebul
Muin en-Nesefî Camiü'I-Kebir
şerhinde şöyle demektedir: «Kadı hududla ilgili bir davada, bir
erkek
iki kadının şahitliğine dayanarak hüküm verse, bu hüküm
geçerli sayılır. Başka biri,
tarafından
iptal edilemez. Çünkü hakkında ictihad olan bir konuda hüküm vermiştir. Buradaki
verilen
hükmün bizatihi kendisi, hakkında
ihtilaf edilen bir konu değildir.» Yani hudutla ilgili kadın
hakimin
vermiş olduğu hüküm bunun hilafınadır. Çünkü orada ihtilaf edilen bizatihi hükmün
kendisidir,
mahalli ictihad
odur.
«Hünsa
bu konuda kadın gibidir ilh...» Hünsa demek, belirli bir yaşa gelmesine rağmen kadın mı,
erkek
mi olduğu bilinemeyen her iki cinsin
özelliklerini taşıyan kimse demektir. Bu, hakim olma
konusunda
aynen kadın gibidir. Hudud ve kısasın dışında kadın hüküm verebildiğine göre, hünsa
dediğimiz
bu kimsenin hüküm vermesi
tartışılmaz. Buna göre kadın olma ihtimali düşünülerek
hudud
ve kısasla ilgili konularda hüküm
vermesi sahih değildir. Bahır.
«Veya
çocuğu lehinde ilh...» Burada
hadise şudur: Hakimin kendi lehinde, çocukları lehinde bir
davada
hüküm verme yetkisi yoktur.
Çocukları ifadesi yalnız onlarla kayıtlı değildir. Kadının lehinde
şahitlik
yaptığı taktirde şahitliği kabul
edilmeyen kişiler çocukları mesabesindedir. Onlar lehine
vereceği
hükümde sahih olmaz. İlerde bu konuda yeterli malumat
verilecektir.
«Başkasını yerine naip tayin ederse ilh...» Bu tayin edilen kişide hakim vekili olmaya layık biri ise
ve
hakim böyle bir naip tayinine mezun
ise. Yani görevi alırken
kendisine naip tayin etmesi yetkisi
verilmişse
caizdir. Aksi halde caiz değildir.
«Cevahir'deki
ifadenin hilafına ilh...» Adı gecen
eserde şöyle denmektedir: «Kadı ile başka bir insan
orasında
bir husumet olsa, dava konusu
olarak mahkemeye intikal etse, Kadı da bu konuda bir
vekil
ve naip tayin etse, naip olan bu hakim hasmı aleyhine, asıl kadı lehine hüküm verse, caiz
olmaz.
Verilen bu hüküm geçerli sayılmaz. Çünkü vekilin hükmü. onun
kendisinin bizatihi verdiği
hüküm
gibidir. Kendi lehine hüküm vermesi
ise caiz değildir.»
Buna
delil olarakta İmam Muhammed'in beyan ettiği şu ifadeyi zikretmektedir: «Bir kimse birini
herhangi
bir konuda vekil tayin etse, vekil olan daha sonra Kadı olsa, müvekkili lehine o hadisede,
yani
vekil tayîn edildiği konuda hüküm verse, caiz olmaz. Çünkü kendisine bu yetkiyi veren kişi
lehine
hüküm vermiştir. Kadı'nın naibi olan
kişinin durumu da bunun
gibidir.»
Daha
sonra devamla şöyle der: «Bu konuda
çıkar yol şudur: Böyle bir
hadise ile karşılaşan hakim,
davasını
halletmek, karara bağlamak üzere kendisini tayin eden yetkili makamdan bir hakim tayin
etmesini
îster ve duruşma onun huzurunda
yapılır. Veya aralarında anlaşacakları bir hakimi hakem
tayin ederler, meseleyi ona iletirler, onun
vereceği hükme razı olduklarını belirtirler. O da aralarında
hüküm
verirse. o taktirde hüküm caiz ve
geçerli olur.»
Ben
derim ki: Zannedersem bu konu hakimin görevini vekaleten
başkasına devretmeye mezun
olmaması
haline dairdir. Nitekim bu konuda «çıkar yol» ifadesinden de bu anlaşılmaktadır. Eğer
naip
tayin etmeye yetkisi varsa, tayin etmiş olduğu naip aslında onun değil onu tayin eden üst
makamın
naibi sayılır. Nitekim bununla
ilgili bir mesele hapis bahsinde geçti. Bu durumda kendisini
tayin eden makamdan davayı halletmesi için başka bir Kadı tayin etmesini istemesine gerek
kalmaz.
Bunun içinde musannıf burada caiz olduğu istikametinde bir görüşü benimsedi.
«Kendisine
verilen hediyeleri reddeder.»
cümlesini açıklarken bu konuda bir tereddüd beyan etmiş
ise
de, burada caiz olduğunu açıkça belirtti.
«Kadı,
lehinde şahitliği kabul edilmeyenler hakkında hüküm
veremez ilh...» Hindiye'de bu
konuda,
«Hakimin
vekili lehine, vekilinin vekili
lehine veya babasının vekili lehine, dedesinin vekili lehine,
oğlu
ve oğlunun oğlu vesairenin vekili lehine hüküm verme yetkisi yoktur. Ayrıca kölesi, mükatebi
ve
şehadeti lehinde kabul edilmeyen
kişilerin köleleri lehinde ve onların mükatepleri lehinde de
hüküm
vermesi caiz değildir. Mufava' da
şirketinde ortağı olan kişi lehine, inan şirketindeki
ortağının
ortak malla ilgili davasında o ortağı
lehine hüküm vermesi de caiz değildir.» denmektedir.
Benzeri
ifadeler Muhit'te de
mevcuttur.
Lehinde
şehadeti kabul edilmeyen anası, babası, çocukları, kocası ve karısı bu kabildendir. Onların
şehadetleri lehte kabul edilmez. Tahtavi
şerhi.
Muinül
Hükkam isimli eserde şöyle denilir: «Hüküm verme mesabesinde olan hususlardan biri de
fetva
vermektir. Yakınları lehinde fetva vermeden kaçınması gerekir. Eğer buna muktedir ise. Tabi
bu
da ondan başka bu konuyu halledebilecek müftü var ise.» Hamevî. Tahtavî.
Ben
derim ki: Buradaki esas, meselenin illeti olan töhmettir, hissiyatına kapılarak hak olmayanı hak
görme
ihtimalinden kaynaklanmaktadır.
«Vasiyet
müstesna ilh...» Bu meselenin sureti Eşbah'ta şu şekilde verilmiştir: Kadı bir kişiye borçlu
olsa,
alacaklı ölse, falan kişinin de ölenin vasisi olduğu beyyine ile tesbit edilse, borçlu hakimin o
kimsenin
vasayeti hakkında hüküm vermesi sahihtir. İstihsanen böyledir. Hükmü
verdikten sonra,
vasi
olduğuna dair bu hükümden sonra borcunu o vasiye ödemesi ile zimmeti beri olmuş olur. Ama
henüz
vesayeti ile ilgili kararı (hükmü) vermeden önce borcunu ödeyecek
olursa, sahih olmaz. Zira
vesayetle ilgili konuda şahitliği sahihtir. Şahitliği sahih olan yerde de hüküm vermesi sahihtir.
Vesayetiyle ilgili karar verdikten sonra şahitliği kabul edilmediğinden o durumda borcu ödemeye
kalksa ve bu konuda hüküm verse sahih
olmaz.
Mesele
şu aşağıdakinin hilafınadır. Hakim ölmüş bir kişiye değil gaip olan bir kişiye borçlu olsa, bir
kimse
gaip olan kişinin vekili olduğuna dair beyyine getirse, bu konuda karar verme yetkisi yoktur.
İki
mesele arasındaki fark. birincisinde gerçek vasisi olmadığı taktirde, vasi tayin etme yetkisi
kadıya
aittir. Gaip olan kişi hakkında
ise, bekleme mecburiyeti vardır. Gelebileceği ümidi var olduğu
müddetçe,
onun adına vasi tayin etmesi sahih olmaz. Dolayısıyla hakim gaip olan kişinin vekili
olduğunu
beyyine ile isbat eden kişiye. henüz vekili olup olmadığı konusundan önce borcunu verse
veya vekili olduğuna dair hüküm verdikten
sonra verse, zimmeti borçtan
kurtulmuş sayılmaz.
Çünkü
her iki halde şahitlik yapmaya muktedir değildir. Şahitliği olmayan, şahitliği geçerli olmayan
yerde
de hüküm verme yetkisi yoktur.
Görüldüğü
gibi mesele vasiyetle değil, vesayetle ilgili
olmaktadır. Bunun içinde Eşbah'taki ifade,
vasiyet veya Kadı'nın borçlu olması şeklinde ifade edilmiş, (şarih Hamevî de meseleyi bu açıdan ele
almıştır.
Oradaki ifadelere dayanarak bu tercüme
yapılmıştır.)
«Karısının
ve babasının sağlığında da olsa ilh...» Ancak onların ölümünden
sonra kendisine intikal
edecek
mirasın dışındaki konularda hüküm verebilir.
«İki
beyit eklenmiştir ilh...»
Vehbaniye'deki manzum ifadeye burada zikredilen ilk iki beyit
eklenmiştir. Üçüncüsü ise şarihi İbnü Şıhne tarafından ziyade edilmiş ve onu da
Şurumbulali
şerhinde
ondan nakletmiştir.
«Kendisine
miras olarak intikal edeceklerin dışında ilh...» Şurumbulali şerhinde bu konuda şöyle
demektedir: «Hakimin kayınvalidesi lehinde. herhangi bir mali konuda karısının sağlığında hüküm
vermesinde
bir beis yoktur. Karısının ölümünden sonra, karısından kendisine miras olarak intikal
edeceklerin dışında da sahihtir. Ama miras olarak intikal edecek terekede hüküm vermesi sahih
olmaz.
Çünkü karısından kendisine bir hisse olarak miras intikal edecektir. Babasının hanımı ile
ilgili
hüküm de böyledir. Babasının sağlığında mutlak bir şekilde hüküm vermesi sahih, babasının
ölümünden
sonra kendisinin varis olmayacağı
konularda hüküm vermesi sahih, varis
olabileceği
konularda
lehine hüküm sayılacağından sahih
değildir. Kadı'nın herhangi bir vakıfta kendisine has
bir
konuda hak iddia etmesi meselesinde olduğu gibi.» Bundan da anlaşılıyor ki kayınvalidesinin
lehinde
sağ iken hüküm vermesi ile kayıtlıdır. Aksi halde karısına miras yoluyla intikal edecek bir
konuda
hüküm vermiş sayılır. Bu ise caiz
değildir.
Vakıfla
ilgili meseleyi yine Şurumbulalî şu şekilde tasvir etmiştir: «Bir kimse gelirinin ulemaya
verilmesi
kaydıyla bir vakıf yapsa ve bu vakfı mütevelliyle teslim etse, daha sonra şuyu iddiasıyla
bir
kimse o hakim nezdinde vakfın
sahih olmadığı iddiasında bulunsa, hakim de o ulemadan biri
olsa,
bu konuda vermiş olduğu hüküm geçerlidir.»
Yine
nezaretinde olan vakıflarla ilgili
verdiği hüküm sahihtir. İbni Sıhne
bu konuda şöyle
demektedir: «Hakim olması veya alim olması itibariyle sözü, onun bizatihi
istihkak yoluyla alması
durumunda
hüküm veremeyeceğini gösterir. Çünkü alim olması, kadı olması itibariyle
olmamaktadır.» Bu mesele bir medrese ile ilgili hakiminde hakkı olduğu bir vakıf konusunda
şahitlik
yapması meselesine benzemektedir. Bu mesele şehadet babında tekrar ele alınacaktır.
METİN
MUHTELİF
MESELELER: Üzerinde başkasına ait bir kat bulunan aşağı katın sahibi. yukardakinin
izni
olmaksızın aşağıda duvarlara kazık çakamayacağı gibi, baca ve pencere de açamaz. Yukardaki
için
de durum aynıdır. Mecma.
Ancak
bunları yapabilmesi, karşı tarafın
rızasına bağlıdır. Bu da Ebu Hanife'nin görüşüdür. Aynı
zamanda
kıyastır. Bahır. Sahibeyn ise komşularına zarar vermeme kaydı şartı ile her iki tarafın da
dilediklerini yapmalarının caiz olduğunu söylemişlerdir. Aşağı katın sahibinin dahli olmaksızın
aşağı
kat yıkılır, dolayısıyla yukarısı da çökerse, aşağı katın sahibi, binayı tekrar yapmaya ve yukarı
kat
sahibinin de onun üzerine hakkı olan bina yapmasını sağlamaya mecbur edilemez.
Çünkü
aşağı kat sahibinin bir taksiri söz konusu değildir. İkinci katın sahibi, birinci kat sahibi katını
yapmadığı
taktirde, ona ait olan katla birlikte kendi katını yapabilir. Bu durumda
birinci katın
sahibinin
veya hakimin iznine dayanarak aşağı katı da yapmış ise, verdiği kadarını alır. Aksı halde
binanın
yapıldığı günkü değerini alır. Meselenin tamamı Aynî şerhinde mevcuttur.
Uzun
bir sokaktan ona benzer çıkmaz bir sokak ayrılıyor ise, birinci çıkan ve uzun sokaktaki evlerin
de
oraya kapısı açılabilen ev
sahiplerinin ikinci çıkmaz sokağa çıkış ve giriş kapısı açmalarına mani
olunur.
Işık ve hava için pencere açmalarına izin verilir. Sahih olan görüş de budur. Çünkü uzun
caddeye
ve çıkar sokağa kapıları açılabilenlerin çıkmaz sokaktan geçme hakları yoktur. Ama ayrılan
sokak
da çıkar bir sokak ise, durum bunun
hilafınadır.
Daire
şeklinde ayrılan girişler, her iki tarafı da esas çıkan ana sokağa bağlı ise, buraya kapı
açılması men edilemez. Çünkü bu ortak bir evin geniş sahası mesabesindedir. Ama bu giriş
dörtgen
şeklinde olacak olursa, sokak içinde sokak mesabesindedir. Çünkü bu dörtgen sokağın
girişine
o sokak içerisinde oturanların kapı taktırmaları mümkündür. Meselenin planı aşağıdaki
gibidir.
Komşusuna
belirli bir zarar vermeme kaydıyla kişi, mülkünde istediği tasarrufu yapabilir. Buna
kimse
mani olamaz. Ama mülkündeki
tasarrufu başkasına zarar verecek olursa, buna mani olunur.
Fetva
da buna göre verilmiştir. Bezzaziye. İmadiye isimli eserde bu görüş benimsenmiş,
Kariü'l-Hidaye
de bu görüşle fetva vermiştir.
Hatta zarar vermesi halinde komşunun komşu tarafına
pencere
açmasına mani olunur, denmiştir. Bu da istihsan yoluyla değerli ilim adamlarının meseleye
vermiş
oldukları cevaptır. Zahirür rivayenin bu meseleye cevabı ise mutlak bir şekilde kişi
mülkündeki
tasarruftan men edilemez. Ulemadan bir gurupta bu görüşle fetva vermişlerdir. İmam
Zahiruddin,
İbni Şıhne ve pederi bu görüşleri
benimsemişler. Fethü'I-Kadir'de de bu mesele tercih
edilmiştir.
Mücteba isimli eserin kısmet bahsinde «Fetva da bununla verilir.» denmektedir.
Musannıf
da bu görüşü benimsemiş ve kısmet
bahsinde şöyle demiştir:«Ulemanın bu konuda
fetvası
değişik olmuştur. Zahirur rivayeye güvenilmesi, o istikamette fetva verilmesi gerekir.»
Ben
derim ki: Metinlerle şerhlerin birbiriyle mütearız olması, birbirine zıt görüşleri ihtiva etmesi
halinde,
şerhte fetva için tercih sebebi belirtilmemiş ise. amel metindeki ifadelere göredir. Nitekim
birinci
cildin başında bununla ilgili yeterli bilgi
verilmiştir.
Yine
bu konuda derim ki: Zarar verip
veremeyeceği şüpheli olan konularda
ne deneceği hususu
burada
açıklığa kavuşmamıştır. Eşbah üzerine haşiye yazan zat aşağı kat ve yukarı katta bir kazık
çakılması veya bir pencere, baca açılması meselesine kıyasın mani olunabileceği görüşünü,
savunmuş,
konu hakkında tereddüt hasıl
olacak olursa durum yine böyledir demiştir. Bu da fetva
için
seçilen kavil ve ifadeye göredir. Nitekim Haniye'de de böyle denmiştir.
Muhasşi
der ki: Kişinin mülkündeki tasarrufu komşusuna zarar veriyorsa veya zarar verip
vermediğinde
tereddüt ediliyorsa, durum aynıdır.
Eğer bir zarar tereddüp etmiyor ise,
mülkündeki
tasarrufa
mani olunmaz. Bu meseleye işaret edene rastlamadım. Önemli bir konudur. Kitabımın
özelliklerindendir. değerlendirmesini bil.
İZAH
«Kazık
çakmasına mani olunur ilh...» Musannıf bu ifadesiyle Kapı açılmasına da mani olunacağına
da
işaret etmektedir. Ayrıca kiriş konması, aşağıda bir bölümün yıkılması da bu kabildendir.
Meselenin
duvarda tasarruf yapması ile kayıtlanması, sahasında tasarruf yapabileceğini beyan
etmek
içindir.
Kadıhan
bu konuda şunları zikretmiştir: «Aşağı katın sahibi sahada bir kuyu açsa veya benzeri bir
teşebbüste
bulunsa, Ebu Hanife'ye göre buna
mani olunmaz. Hatta ikinci katın
sahibi bundan zarar
görse
de durum böyledir. Ama Sahibeyne
göre mesele zarar verip vermemesi ile
ilgilidir. Zarar
varsa
men edilir, yoksa müsamaha ile
karşılanır.»
«Bir
baca veya bir pencere açması ilh..
» Duvar altından tarlaya, bahçeye geçen su harkları, su
künkleri
de bunun gibidir. Bu ifadeden
maksat, evin duvarında ışık için
veya oradan ikinci bir tarafa
bir
şeyin nüfuz etmesi için açılan
deliktir.
«Aksi de böyledir ilh...» Yani aşağı kat sahibi bu tür tasarruflardan men edildiği gibi, yukarı katın
sahibi
de bu tür tasarruflardan men edilir. Mecma'nın bu konudaki ifadesi şöyledir: «Aşağı ve
yukarı
katın sahiplerinin kendi katlarında yapacakları herhangi bir tasarrufun caiz olması, diğerinin
iznine
bağlıdır. Bu da zarar vermediği
taktirde, izin verebilmesi demektir.»
Aynî
isimli eserde ise, «Bu ihtilafa binaen yukarı katın sahibi evinin üstüne herhangi bir şey
yapmak
istese, bir oda ilave etmek istese veya üst kata bir beton
direk veya bir kiriş atmak istese
veya yukarıya bir tuvalet yapmak istese, bu durumlarda aynı ihtilaf mevcuttur. Yani bu tur
tasarruflara
sahip değildir. Ancak diğer
arkadaşının, aşağı kat sahibinin izninin olması, ona bu
konuda
yetki ve izin vermesi gerekir.» denilmiştir.
Hidaye isimli eserde bu zikrettiğimiz mesele ihtilaflı olan meseleler bölümünde zikredilmiştir.
Ancak
Velvaleciye'den naklen Bahır isimli eserde, «Ebu Hanife'nin kavline göre, bu konuda ulema
ihtilaf
etmiştir. Bir rivayete göre aşağı kattakine zarar vermemek kaydı şartıyla dilediğini
yapabileceğini söylenmiş, diğer bir rivayete göre, zarar verse de yine yapabileceği söylenmiştir.
Ancak
zararlı olup olmadığı, konusunda şüphe edilecek olursa, fetva için benimsenen görüşe göre,
şüphe
olduğu müddetçe caiz değil, şüphe
ortadan kalkar, zarar konusu kesinlikle ortadan kalktığı
kanaati
belirecek olursa, dilediğim yapmaya sahiptir.» denmektedir.
«Sahibeyn
bu konuda derler ki ilh...» Fetih
isimli eserde, «Bir rivayete göre sahibeynden yapılan
rivayet, Ebu Hanife'nin görüşünü açıklama ve değerlendirme mahiyetindedir. Çünkü açık zararı olan
herhangi
bir hususun men edilmesi gerekir. Ama zarar olmayana do mani olmak,
bir bakıma kişinin
kendi
mülkünde tasarrufuna engel olmak demektir. Dolayısıyla zarar olmayan konuda aralarında
ihtilaf
yoktur. Bir diğer rivayete göre
aralarında ihtilaf olduğu söylenmektedir. Ki o da zararlı olup
olmadığı
şüphesi olan meselededir. Ama zararlı olmadığına kesinlikle kanaat getirilecek olursa,
mesela
küçük bir çivi çakmak veya buna benzer bir konuda ittifakla bunun caiz olması gerekir. Ama
yine
açıkça zararı görülen herhangi bir hususta. mesela kapı açma gibi konularda ittifakla bu
konuda
yine men edilmesi gerekir.
Zararlı olup olmadığı konusunda şüpheli olunan noktalarda ise,
mesela
duvara kazık çakma veya tavana bir şey çakma gibi hususlarda, bu durumda sahibeyne
göre
buna do mani olunamaz. Ebu Hanife'ye
göre mani olunur.» denmiştir.
Kınye'nin Kısmet bahsinde, «Muhtar olan görüşe göre, ihtilaf ancak zararlı olup olmadığı
konusunda
şüphe bulunduğu taktirdedir. Ebu
Hanife'ye göre zarar şüphesi men
etmek için
yeterlidir.
Sahibeyne göre kesin zarar verilmedikçe tasarruftan men edilemez.» denilmiştir. îlerde
de
geleceği gibi fetva verilen görüş sahibeynin
görüşüdür.
Çöken
binayı yapmak isteyen ortağa diğerinin mani olması
«Eğer
aşağı kat yıkılsa ve çökse
ilh...» Bu tabii kendiliğinden çökerse böyledir. Ama aşağı kat
sahibi
kendisine ait bölümü yıkar, yukardaki bu yıkımın neticesi çökecek olursa, bu konuda Fetih'te
şöyle denmektedir: «Bildiğin gibi aşağı kat sahibinin katını yıkmasını men ederiz. Yıktığı taktirde
yeniden
yapmaya da mecbur edilir. Çünkü yukarı katta oturan
arkadaşının hakkına tecavüz etmiş
sayılır.
Ki onun o hakkı da birinci kat
sahibinin evi üzerine bir kat
yükselme hakkıdır ve aynı
zamanda
o katın binası üzerinde devamını sağlamak ve devamına engel
olacak her türlü tasarruftan
aşağı
kat sahibinm sakınmasıdır.
«Meselenin
tamamı Ayni şerhinde zikredilmiştir ilh...» Orada bu konuda şöyle denmektedir:
Müşterek
evin durumu bunun hilafınadır. İki
kişi arasında ortak olan ev yıkılacak olursa,
ortaklardan
biri diğerinin izni olmaksızın binayı yenileyecek olursa, diğer arkadaşından, ortağından
bir
şey isteyemez. Çünkü bu konuda izinsiz, başkasına ait bir konuda tasarruf yapmış teberruda
bulunmuş
sayılır. Çünkü ortaklardan biri bu evi yapmaya mecbur bırakılmamıştır. Zira bu evin
arsasını taksim ederek herkesin hakkını alması mümkündür. Dolayısıyla herkes kendisine düşen
arsa
üzerinde bir şeyler yapabilir. Ama yukarı kat sahibinin durumu ise böyle değildir. Hatta
ev
küçük
olsa, taksiminden sonra kimsenin hissesinden yararlanması mümkün olmayacak olursa, bu
durumda
yapması halinde rucu edebileceği, harcadığını arkadaşından alabileceği söylenmektedir.
Buna
göre evin bir kısmı yıkılır veya
banyonun bir kısmı yıkılır,
ortaklardan biri bunu tamir ederse,
diğer
ortağın izni olmasa da harcadığı paranın diğer ortağın hissesine tekabül eden miktar kadarını
ondan
alır. Çünkü bu tamiri yapmak mecburiyetindedir. Zira o tamiri yapılan bölüm veya hamamın
taksimi
mümkün değildir. Ayrı ayrı orada hamam yapmak imkanı
yoktur. Dolayısıyla ortaklardan
biri
normal
şartlarla bunu tamir edecek olursa, diğeri razı olmasa da hissesine düşen miktarı ödemekle
yükümlüdür.
Tümü yıkılacak olursa, bu da yukarda beyan ettiğimiz tafsile göre
değerlendirilir. Yani
yıkıldıktan
sonra arsanın taksimi mümkün ve hissesine düşen arsa üzerinde müstakil bir bina
yapma
imkanı olursa, bu durumda birinci ortak, izin almadan ortak binayı iade ettiği taktirde, iadeye
mecbur
olmadığından, karşı taraftan bir şey isteyemez. Aksi halde mecbur sayılır. Mecbur sayıldığı
noktada
da karşı taraftan hissesine düşecek masrafı alabilir.
Netice
olarak diyebiliriz ki, evin tamamı veya hamamın tamamı yıkılacak veya çökecek olursa, eğer
bunların
arsalarının taksimi mümkün olur, herkesin kendi hissesine düşende zaruri ihtiyacı için ayrı
şeyleri
yapma imkanı varsa, bu durumda ortak malın tekrar tamiri ve inşası, diğerinin izni
olmaksızın
ortaklardan biri tarafından yapılacak olursa, buna mecbur olmadığından karşı taraftan
masrafını
isteyemez. Çünkü müteberridir, yani teberru etmiş
sayılır.
Bu
ifadenin zahirinden de
anlaşıldığına göre burada
mutlak bir binanın ifadesi değil, arsanın tekrar
o
eve veya hamama dönüştürülmesi meselesidir. Eskiden olduğu gibi mutlak bir bina yaptıranın
isteği
istikametinde bir bina demek değildir.Eğer arsanın taksimi mümkün değilse uygun bir
şekilde
tekrar inşa ettirdiği ev ve hamamın masrafını yaptırmaya mecbur olduğu için diğerinden
alır.
Hamamın bir kısmı veya evin bir kısmı çökecek olursa, bu durumuna tamire mecbur olduğu
için
karşı tarafın izni olmadan da tamirini yapsa, masrafın karşı tarafın hissesine düşen miktarını
ondan
alır.
Bu
ifadenin yine zahirinden anlaşıldığına göre ev küçük olacak olursa böyledir. Ama büyük evin
durumu
bunun hilafınadır. Çünkü onun taksimi mümkündür. Bu durumda taksim ederler. Eğer
yıkılan
bölüm kenar hissesine düşecek olursa, orada bina yapar. Ortağının hissesine düştüğü
taktirde,
ortağı orada dilediğini yapar,
denmektedir.
TENBİH:
Bahır isimli eserde İmam Hulvanî'nin bu konuda şöyle bir
kaide zikrettiği beyan
edilmektedir: «Herhangi bir ortak, ortağını zorlayabileceği bir
konuda, ortağının izni olmaksızın
kendiliğinden,
teşebbüs edecek olursa, yaptığı masrafı ondan alamaz. Çünkü bu konuda, teberru
etmiş
kabul edilir. Ama onu zorlayamayacağı bir durumda yapması halinde, durum bundan farklıdır.
Zorlayabileceği konulara örnek olarak ortak nehrin ayıklanması, ortak kusurlu bir geminin veya
ortak
bir kölenin cinayetten kurtarılması
konusu sayılabilir.
«Karşı
tarafı zorlayamayacağı, ama kendisinin yapmak mecburiyetinde olduğu konuları yapması
halinde,
teberru etmiş sayılmaz. Yukarı katla
aşağı katın ayrı ayrı kişilere ait olması halinde, bu
binanın
çökmesi, yukarı kat sahibinin kendi
evini iade edebilmesi için, aşağı katı da yapması bir
bakıma
karşı tarafı mecbur edemeyeceği, ama kendisinin yapma mecburiyetinde
olduğundan,
yaptığı
masrafı karşı taraftan alabilir.»Bundan dolayı ortak hayvanlarına yem almak istese, masraf
yapmak
istese ortağın izni olmadan yapmış olduğu bu masrafı karşı taraftan olamaz. Çünkü bunu
mahkemeye
ileterek karşı tarafı zorlayabilir. Ama ortak ekin ve ziraatta durum
bunun hilafınadır.
Ziraat
konusunda yapmış olduğu masrafı karşı taraftan alır. Çünkü ortağını buna mecbur edemez.
Ama
kendisi bunu yapmaya mecbur kalmıştır. O halde yapmış olduğu masrafın karşı tarafın
hissesine düşen miktar kadarını ondan alır. Nitekim Muhit isimli eserde bu şekilde beyan edilmiş.
bunu
yapmaya mecbur olduğuna da yer
verilmiştir. Meselenin geniş açıklaması adı geçen eserde
yer
almaktadır.
Muhit'te
bu meseleden önce şu meseleye yer verilmiştir: «İkinci katın sahibi, birinci katı da
mahkemenin
izni ve emrine binaen yapacak
olursa, bu durumda yapmış olduğu masrafın karşı
tarafa
miktarı kadarını ondan alır. Eğer mahkemenin izni olmadan mecburiyetine binaen yapmış ise,
binanın
yapıldığı günkü kıymetini alır.
Fetvada buna göredir. Sahih olan
durum ise burada binanın
yapıldığı
günkü değeridir. Karşı taraftan masrafı almak üzere müracaat ettiği günkü değer değildir.»
Ben
derim ki: Yukardaki kaideden şu neticeyi çıkarmak mümkündür:Eğer yapma mecburiyetinde
değilse,
yani kendi durumu onu yapmaya mecbur
etmiyorsa -ki bu da yerin taksim edilmesi
halindedir-,
bu durumda yapacak olursa. karşı
tarafın iznini de almasa, karşı tarafla ilgili masrafları
teberru
etmiş sayılır. Ondan bir şey istemeye hakkı yoktur. Tabiki bu
kazaendir. Aksi halde. ortak
onunla
birlikte çalışmaya zorlanabilecek bir konuda olacak olursa, yani nehrin ayıklanması
meselesinde olduğu gibi, durum yine böyledir. Ama ortağını zorlayamayacağı bir durumda olacak
olursa,
mesela aşağı katın yıkılmasından sonra yukarı kat
sahibi tarafından yapılması
meselesinde
olduğu
gibi, bu durumda yukarı kat sahibi aşağı katı inşa ettiği taktirde teberru etmiş sayılmaz.
Eğer
Kadı'nın ve mahkemenin izni İle bu
masrafı yapmışsa, yapmış olduğu
masraftan hissesine
düşeni
karşı taraftan alır. Eğer mahkemenin iznine binaen yapmamış ise, binanın yapıldığı günkü
değerini
yine ondan alır. Bu konuda çok
değişik görüşler ileri
sürülmüş, bir sonuca varılması için
yukardaki
özet yapılmıştır. Aynca şirket bahsinin sonunda bununla ilgili birtakım meselelere yer
verdik.
Orada
nazmen şu ifadeleri de aktarmıştık: «Ortaklardan biri, ortak olduğu malları karşı tarafın izni
olmadan
tamire çalışsa, bunu yapmaya mecbur olmadığı takdirde rucu etmeye hakkı yoktur. Bu da
yıkılan
yerin arsasının taksiminin mümkün
olması halindedir. Ama onu yapmaya, tekrar inşaatı iade
etmeye
mecbur olacak olursa, karşı tarafta bunun inşaatına karşı çıkacak olursa, mecbur edilir.
Eğer
onun izniyle olmuş ise veya
Kadı'nın izniyle olmuş ise, rucu
hakkı sabittir. Çünkü böyle bir
mecburiyet
dışında yapılan masraflar teberru yoluyla yapılan masraflardır. Ama mecbur olur
ve
karşı
tarafı da mecbur etmeye yetkisi olmayacak olursa, duvar ve aşağı kat konusunda olduğu
gibi,
yapmış
olduğu masrafı izne binaen yapmış
ise, karşı taraftan alır. Ama izin olmaksızın, yani
mahkemenin
iznine baş vurmaksızın yapmış ise.
binanın yapıldığı günkü değerini alır.»
Şurası
bir gerçektir ki, ikinci katın sahibi birinci katı yaptığı taktirde, aşağı katın sahibinin. üzerine
düşen
borcunu ödemedikçe katına oturmasına mani olabilir. Çünkü yukarı kat sahibi, aşağı katı
yapmaya
kendi katına ulaşmak için mecbur idi. Keza iki kişi arasında bulunan bir duvar üzerine bir
ağaç
veya kiriş atılmış ise, onlardan biri bu duvarı yaptığı
taktirde, diğerinin pardı ve ağaç
koymasına mani olabilir. Taki bu yaptığı duvarın yapılı olarak kıymetinin yarısını ödeyinceye kadar,
ödediği
taktirde mani olamaz.
Bahır.
Yine
Bahır'da Camiü'l-Fusuleyn'den naklen şöyle denilir: «Aşağı kat ve yukarı kat sahiplerinin
birbirinin
mülklerinde hakları vardır. Yukarı kat sahibinin aşağı kat sahibinin mülkünde olan hakkı,
üzerine
ev yaptırma ve evinin devam etmesi hakkıdır. Aşağı kat sahibinin yukarı kat
sahibinin
mülkünde
olan hakkı ise, yağmurdan onu koruma ve güneşine mani olmama hakkıdır.»
Daha
sonra aynı eserde şu nakillere de yer verilmektedir: «Aşağı kat sahibi, kendi katını yıkar