HAKİM BABI-DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
yukarı
kat sahibi de kendi katını yıkacak olursa, aşağı kat sahibi katını yeniden yapmakla
mükelleftir.
Çünkü bu durumda onun mülküne
taalluk eden başkasına ait bir hakkı da heder
etmiştir.
Aynen mülk heder edildiği zaman nasıl ödeniyorsa, burada da ödemesi gerekir.î»
Yine
Bahır'da, «Bu ifadenin zahirinden
yukarı kat sahibine böyle bir mecburiyet yoktur.»
denmektedir.
Fethü'l-Kadir'in ifadesinden anlaşılan, bunun hilafına olan görüştür ki, o da aşağı kat
sahibi
katını yaptığı taktirde. yukarı kat
sahibinden kendi katını yapmasını
istese, yukarı kat sahibi
kendisine
ait katı yapmaya mecbur edilir. Çünkü meselenin suretindeki tasavvur, yukarı kat sahibi
kendi
katını yıkmıştır. Aşağı kat sahibi katını yaptıktan sonra, yukarı kat sahibi
de kendi katını
yapmaya
mecbur edilir. Mecbur edilmesinin
sebebiyse, yukarda belirtildiği gibi, onun
katında aşağı
kat
sahibinin bazı hakları mevcuttur. Bu haklarını temin maksadıyla yukardaki evin sahibi
tarafından
yapılmasını isteyebilir. Ama kat
sahibinin dahli ve sun'u olmaksızın yıkılacak olursa, bir
taaddi
ve tecavüz söz konusu olmadığından, katını yapmaya mecbur edilmez. Nitekim aşağı katın
yıkılması halinde olan mesele ile ilgili benzeri bir meseleyi şarih yukarda
zikretti.
Bahır'da
yine Zahire isimli eserden naklen, «Aşağı katın tavanı ve o tavanda olan
kirişler ve onun
makat
altına atılmış olan diğer malzeme, hasır, çamur gibiler, aşağı kat sahibinin mülküdür.»
denmektedir.
Fetih.
Ben
derim ki: Hayriye isimli eserde, «Aşağı katın tavanının sıvanması
ortak kat sahiplerinin
herhangi
birinin üzerine düşen görev değildir.
Yukarı kat sahibinin üzerine düşmez. Çünkü bu
durumda
başkasına ait mülkiyetin ıslah ve
tamiri görevi ona verilmiş olur ki, böyle bir durum da söz
konusu
değildir. Çamur oturmakla aşınmış ve bunda bir taaddi yoksa, yine yapma mecburiyeti
yoktur.
Ama bir tecavüz ve taaddi sonucu
çamurlar ve sıva izale edilmiş ise, bunu ıslah etmek
mecburiyetindedir.
«Aşağı kat sahibinin üzerine de onu sıvamak gerekmez. Çünkü bir kimse kendi mülkünü ıslaha
mecbur
edilemez. Dilerse sıvar ve böylece zararı kaldırmış olur, dilerse oradan meydana gelecek
zararı
yüklenir, kimse bu konuda ona
müdahale edemez.» denilmiştir.
TETİMME:
Bahır isimli eserde Camiü'l-Fusuleyn'den şu ifadelere de yer verilmektedir: «İki kişi
arasında
olan bir duvarda, her ikisine ait bir yük bulunacak olursa, buna haıt adı verilir. Onlardan
biri
bunu yapmak istediğinde, tamir etmek istediğinde, diğer taraf buna karşı çıkacak olursa,
yapmak
isteyen taraf diğer tarafa, «Sen
kendine ait olan ağırlıkları oradan kaldır. Kendin ayrı bir
direk
dikerek o duvar üzerindeki yükü
kendi direğine ver.» der ve kendisinin duvarı yapacağı ve
yükselteceğini ona bildirir. Buna da bir tarih verir. Bu bildiri ve tarih
konusunda yazmış olduğu
noktaya veya yazısız da olsa şahitler gösterir. Karşı taraf buna uyduğu taktirde, ne âlâ,
uymayacak
olursa,
öbür tarafın duvarı yükseltmeye hak
ve selahiyeti vardır. Bu durumda ıslah ve tamirine ve
yükseltilmesine karşı çıkan kişinin duvar üzerindeki yükleri
çökecek ve zarara uğrayacak olursa,
bunu
ödemez. Çünkü gerekli ikaz ve uyarı
yapılmıştır.»
Ben
derim ki: Bundan anlaşıldığına göre, aşağıdaki mesele de bunun benzeri olsa gerektir: Aşağı
kat
sahibi, kendi katına ait olan bölümleri tamir etmek istese. yukardakinin buna karşı çıkması
halinde,
yukardaki duvar sahibinin yapmak istediği zaman takip etmesi gereken yolları aynen takip
eder.
Bu yararlı bir meseledir. Buna
işaret edene de rastlamadım.
«Dikdörtgen
şeklinde uzanan sokak ilh...» Bu caddeden ayrılan bir sokak demektir.
«Benzeri
ilh...» Yani benzeri ifadesiyle birincisi gibi uzun olan bir sokak kasdedilmiştir. Bununla da
yuvarlak
olan, alan şeklindeki girişin aynı olmadığı belirtilmiş olmaktadır.
«Ancak çıkmaz sokak ilh...» Bu ifadeden anlaşıldığına göre, birincisi çıkar bir sokaktır. Bahır isimli
eserde
bu ifade mutlak olarak zikredilmiştir. Yani birincisi birçok kitapta zikredildiği gibi, çıkar mı,
çıkmaz
mı, şeklinde bir kayıt koymaksızın mutlak olarak yer almıştır. Nihaye isimli eserde
Ebulleys'e
uyularak, «Bunun çıkmaz sokak ile kayıtlanması gerekir» denmiştir. Timurtaşî. «Bunun
çıkmaz
sokak şeklindeki ifadesi de bunu gösterir. O zaman bunun söylemek istediği husus, onun
gibi
çıkmaz olan bir sokak şeklinde tefsire hamledilmemi gerekir.» denmiştir.
Ben
bu konuda derim ki: Yukarda yapılan
bu tartışmalar, bazı meselelerde birincisinin çıkar,
ikincisinin
çıkmaz sokak olması durumunda bazı farklılıkların ortaya çıkmasını gerektirir.
Dolayısıyla her ikisinin çıkmaz olması veya her ikisinin çıkar olması şeklindeki tefsirler uygun
olmasa
gerektir.
«Başka
bir tarafa çıkışı olmayan ilh...» Bu ana caddeye çıkışı olmayan veya ana caddeye götürecek
bir
çıkışa çıkışı olmayan demektir. Bu da başka bir çıkmaz sokağa çıkan sokağın hükmünün aynı
olmadığını
belirtmek
içindir.
Bir
ev için ikinci bir kapı açma meselesi
«Geçmek için kapı açmaktan men edilir ilh...» Fethü'l-Kadir'de şu ifadelere yer verilmektedir: «Bazı
ulema
kapı açmaktan değil, oradan geçmekten men edilir demişlerdir. Çünkü insan dilerse duvarını
tamamen
yükseltebilir, dilerse bir kısmını yapıp diğer bir kısmını yapmayabilir. Bu da bir bakıma
kapı
açma demektir. Ancak zahir olan
görüşe göre, kapı açmaktan men edilir. Çünkü İmam
Muhammed
tarafından Camiü's-Sağir'de bu
mesele nassan belirtilmiştir.
«Bunun
gerekçesi ise, kapı açtıktan sonra, onun oradan geçmesine mani olunamaz. Çünkü gece
gündüz
onun murakabesi mümkün değildir.
Ayrıca buraya bir kapı açmasıyla aradan zaman
geçecek olursa, orada bir murur hakkı olduğunu iddia edebilir. Buna gerekçe olarakta açmış
olduğu
kapının eski olduğunu ve burada
geçiş hakkı olduğunu ileri sürebilir. Bunu önlemek için
kapı
açmasına engel olunur.»
«Işık
ve rüzgar için ilh...» Işık ve rüzgar için bir pencerenin veya bir deliğin açılmasına mani
olunmaz.
İmam Aynî bu iki ifadeyi
naklettikten sonra şöyle demektedir: «Ancak geçmek için kapı
açacak olursa, istihsanen buna mani olunur. Ama açacağı delik veya pencere rüzgar için, veyahut
ışık
olmak içinse, buna mani olunmaz.» Bu ifadelerin Fahrülislamın Ebu Cafer'den naklettiği
ifadelere
tamamen uygun görüldüğü de eklenmiştir.
Ben
derim ki: Kapı yüksekten açılacak olur, geçişe, o sokaktan işlemesine elverişli değilse, nitekim
yukardaki
gerekçenin de işaret ettiği gibi, o zaman buna mani olunmaması gerekir. Yine bu konuda
bazı
ulemanın beyan etmek istediği geçişe elverişli bir kapının açılması halinde, buna mani
olunması
gerekir.
«Ana sokağa kapısı açılan bir evin çıkmaz sokağa kapısının açılması yasaktır ilh...» Bu da birinci
çıkmazdan
ayrılan bir çıkmaz olarak, köşe veya bucak olarak açıklanmaktadır. Ama çıkar
sokaklarda ise her iki tarafa kapı açmasına mani bir durum yoktur. Çünkü çıkar
sokaklardan
herkesin
geçme hakkı vardır. Evi olan bir kişi çıkar sokağa bir kapı daha açması hakkıdır.
«Sahih
olan görüşe göre ilh...» Bu ifadenin karşılığı olan diğer görüşü yukarda beyan ettik ve
açıkladık. Orada kapı açmasına mani olunmaz. Ancak oradan geçmesine mani olunur diyen görüş,
sahih
olan görüşün karşı
görüşüdür.
«Çünkü
onların oradan geçme haklan yoktur ilh...» Birinci çıkar sokağın çıkmaz sokağa olan
duvarlarından
kapı açarak o sokaktan geçme hakları olmadığı için kapı açma haklan da
olmamaktadır. Orası özellikle o çıkmaz sokak sakinlerine aittir. Bunun için de o çıkmaz sokak
içerisinde bir ev satıldığı taktirde, birinci çıkar sokaktaki evlerin o evde şuf'a hakkı yoktur.
Mesele
Fetih'te
bu şekilde açıklanmıştır. Zira şuf'a hakkı ya maldaki mülkiyet ortaklığından veya komşuluk
hakkından
veya yolda olan ortaklık hakkından kaynaklanmaktadır. Buradaki yolda bir ortaklık hakkı
bulunmadığından
onlara şuf'a hakkı tanımamaktadır. Bu her bakımdan bitişik bir komşu kabul
edilmiş
olsaydı, onlara şuf'a hakkı tanınması gerekirdi. Şurumbulalî.
Daha
sonra Fethü'l-Kadir'de, «Çıkmaz sokak içinde oturanların durumu bunun
hilafınadır.»
denmektedir.
«Onlardan herhangi biri diğer çıkar sokağa istedikleri zaman kapı açabilirler. Kapı
açmaları ise, geçme haklarına bina edilmektedir. Geçme hakları olduğuna göre, kapı açma hakları
da
vardır.»
İmam
Makdisî der ki: «Uzun ve çıkar sokağa kapısı açılan bir eve çıkmaz sokak tarafından ikinci bir
kapı
açılmak istense, buna engel olunması gerekir.»
Bu
ifadede de yukardaki gerekçeyi teyid eden bazı faydalara rastlamak mümkündür. Ki o da birinci
sokak
eğer çıkmaz bir sokak ise, ikinci çıkmaz sokaktan herhangi biri birincisine bir kapı açmak
istese,
buna kapı açabilir. Eğer evi birinci geçişin köşesine bitişik ise ve ama evinin ana girişi ikinci
çıkmazda
ise birinci çıkmaz sokağa kapı açması, oradan geçme hakkına tabidir. Geçme hakkı
olmadığına
göre, oraya da kapı açma hakkı da yoktur.
Eğer
birincisi çıkar sokak olacak olursa, o mesele bunun hilafınadır. Çünkü oradan geçebileceği
gibi,
diğer taraftan da geçme hakkına sahiptir. Geçme hakkına sahip olduğu her yola kapı açması
da
hakkıdır.
Bununla,
yollar belirtildiği gibi, birinci sokağın, çıkar sokak olup olmaması arasındaki fark böylece
belirtilmiş
oluyor. Fethü'l-Kadir'ın ifadeleri
de birinci sokağın çıkar bir sokak olmasına bina
edilmekte,
ona göre tefsir edilmektedir. Eğer çıkmaz bir sokak olduğu kabul edilseydi, mesele
mecrasının dışına çıkarılmış olurdu.
TENBİH:
Yukardakilerden anlaşıldığına göre, bir kimse bundan daha aşağı bir kapı açmak istese,
kapı
açmak istediği sokakta çıkmaz bir sokak olsa, bundan men edilir. Diğer bir rivayete göre men
edilmez
denmiştir. Her iki görüşte fetva için seçilmiş görüşlerdendir. Hayriye'de, bu konuda,
«Metinler
men edilmesi istikametindedir. İtibar da ona olması gerekir.» denmektedir.
«Daire
şeklinde olan ve çıkmaz sokak biçiminde görülen hususlarda ise ilh...» Bu, uzun caddeden
benzeri
bir şekilde ayrılan çıkmaz sokak ifadesinden başka bir husustur. Bu konuda Dürer üzerine
Vanî'nin
yazmış olduğu haşiyede şöyle
denmektedir: Eğer yuvarlak olan bu giriş, yan daire veya
daha
az bir biçimde ise, ortak saha mesabesindedir, Ama yok ondan büyük ise, ona kapı
açılmasına mani olunur. İkisi arasındaki fark biraz önce de belirttiğimiz gibi dar olan ve yarı
daireden
küçük olan husus ortak bir saha müteala edilmekte, ikincisi ise bu şekilde kabul
edilmemektedir. Zira dairenin girişi içinden daha dar olur ise, orası başka bir yer mesabesinde
olmaktadır.
Birinci sokağa tabi bir durum değildir denmiştir.» Bunu diyen Sadrı Şeria ile Molla
Miskin'dir.
Fakat İbni Kemal bu görüşü benimsememiş ve kabul
etmemiştir.
«Çünkü
o bir saha mesabesindedir ilh...» Fetih'de bu konuda, «Herkesin oraya girip çıkma ve orada
gezme
dolaşma hakkı vardır. Çünkü o ortak
bir sahadır. Ancak burada
söylenebilecek husus, o
bölgede
bir ev satıldığı taktirde, diğerleri
de bu evde şuf'a hakkına sahiptirler.» denilmiştir.
«Ona
büyük bir kapı yapmaları caizdir ilh...» Bu ifadeler değişik şekilde yorumlanmıştır. Burada en
uygun olan Kemal İbnül Hümam'ın İmamı Hülvani'den nakletmiş olduğu ifadedir. Yani ana sokaktan
dörtgen
biçiminde çıkmaz bir sokağın.ayrılması halinde, o sokağa kapılan açılan kişiler sokağın
girişine
büyük bir kapı yaptırarak diğerlerinin oradan geçmesine mani olabilirler.
«Meselenin
şekli aşağıdaki gibidir ilh...» Bazı nüshalar meselenin şekli hakkında değişik suretler
vermişlerdir.
Ama biz aşağıda, dikdörtgen şeklinde uzun sokaktan ayrılan benzeri çıkar bir sokak,
çıkmaz
diğer bir sokak ve yuvarlak bir giriş ve dörtgen
biçimindeki girişleri, evleri de
şekillendirmeye
çalışacağız.
Çıkmaz
sokağın köşesindeki üçüncü ev, uzun cadde biçiminde olan geniş sokağa açık kapısı
bulunan
bu köşedeki onun çıkmaz benzeri dikdörtgen biçimindeki sokağa ikinci bir kapısının
açılması istense, buna mani olunur.
Çünkü
onun o çıkmaz sokakta geçme hakkı yoktur. Ama önceden çıkmaz sokağa bir kapısı varsa,
cadde
biçiminde olan uzun bir sokağa kapı açmasına mani olunmaz. Dördüncü ev, yani çıkmaz
sokağın
ikinci köşesinde olan evin durumu da aynıdır. Daha
önceden ana sokağa kapısı varsa,
çıkmaz
sokağa yeni bir kapı açmasına izin verilmez. Eğer çıkmaz sokağa kapısı varsa, uzun sokağa
onun
da çıkmaz bir sokak olması halinde ikinci bir kapı açma hakkı yoktur. Çünkü orada kendisine
murur
hakkı tanınmamaktadır. Ama çıkar
sokak olduğu taktirde, her iki taraftan geçiş hakkı
olduğuna
göre, iki tarafa da kapı açabilir. Beşinci ev -ki çıkar sokağın sağdan ilk köşesinde olan
binadır__
bu ev sahibinin her iki sokağa da kapı açmasına izin verilir. Altıncı ev ise, birincisi çıkar
olduğu
taktirde hem oraya, hem de ikinci
çıkar sokağa kapı açabilir. Ama birinci çıkmaz bir sokak
ise,
ancak ikinci sokağa kapı açabilir. Birinci sokağa kapı açma hakkı yoktur.
Taksim
edilen ortaklı evde tarafların kapı açmaları
TETİMME:
Minyetü'l-Müfti isimli eserde Taksimle ilgili bölümde şu ifadeler yer almaktadır: «Çıkmaz
sokakta
olan bir ev, bir topluluk
arasında ortak olacak olursa, taksim ettikten sonra onlardan her
biri
kendisine ait hissede bir kapı açmak istese, o mahalle sakinlerinin onlara mani olması doğru
olmaz,
kapı açabilirler.»
Ben
derim ki: Bunun eski kapı cihetinde açmaları kaydına bağlı olması gerekir. Ama öbür tarafta
kapı
açamazlar. Nitekim yukarda Hayriye'den naklettiğimiz ve metinlerde mutemet olan
görüşün bu
olduğunu
söylediğimiz meselede olduğu gibi. Evet sahih ve kabul edilir ikinci kavle göre, meselede
bir
tafsil yoktur. Yani falan tarafa acar, falan tarafa açamaz diye bir kayıt yoktur. Diledikleri tarafa
kapı
açabilirler.
Daha
sonra Minye'de, «Bir kimsenin evi
olsa, kapısı çıkmaz bir sokağa açılsa, ona bitişik bir ev
satın
alsa, ancak bu evin kapısı başka bir sokağa çıkıyorsa, onun ikinci sokağa o evinden bir kapı
açması
caizdir ama birinci sokağa açamaz.»
Bu
ifade Ebu Cafer ve Ebulleys tarafından nakledilmiş ve fetva olarak benimsenmiştir. Ebu Nasih
bu
konuda der ki: «Her iki tarafa açabilir. Çünkü o sokak sakinleri sokakta ortaktırlar. Bunun delili
de
orada satılan herhangi bir evde yol ortaklığı olduğundan eğer daha kuvvetli biri yoksa, tüm
sakinler için şuf'a hakkı aynı derecede sabit
olur.
Ben
derim ki: Bu da yukardaki ihtilafa
göre olsa
gerektir.
«Bir
kimse mülkünde yapacağı tasarruftan
men edilmez ilh...» Bu kaide yukardaki meseleye ters
düşmektedir.
Çünkü o meselede aşağı kat sahibinin sanattan men edilmesi mutlak bir şekilde idi.
Bunun
açık bir zarar verip vermemesi ile
mukayyet olmadığı orada görülmüştü. Burada ise
tasarruftan
men edilmesi, karşı tarafa ve komşusuna açık bir zararın husule gelmesi ile
mukayyettir. Özellikle aşağıda nakledeceğimiz zahirur rivaye kavline göre,
mutlak bir şekilde
hakkından
men edilmemesi, dilediği tasarrufu yapması gerekir.
Evet
yukarda beyan etmeye çalıştığımız ve fetva için seçildiğini söylediğimiz görüş, açık zararı
bulunduğu
taktirde tasarruftan men edilmesidir.
Zarar olup olmadığı şüphesi olan tasarruflarda da
durum
aynıdır. Buna cevap olarak yukardaki meselenin bu kaidenin feri olmadığı söylenmektedir.
Çünkü
buradaki kişinin kendi özel mülkünde olan ve komşusunun hiçbir hakkı bulunmayan
malında
tasarrufudur. Yukardaki ise komşusunun hakkı bulunan bir konuda tasarrufu ile ilgilidir.
Çünkü
aşağı kat her ne kadar sahibinin mülkü ise de orada, yukarı kat sahibinin bazı hakları
bulunmaktadır.
Bunun için de mutlak bir şekilde men edilmesi, buna dayanmaktadır. Ve yine aşağı
kat
sahibi kendi katını yıkacak
olursa. eski şekilde yapmakla emredilir. Ama burada mesele böyle
değildir.
Bu da önemli bir meseledir. Değerlendir.
«İmadiye
isimli eserde bu görüş
benimsenmiştir ilh...» Ve orada Camiû'I-Fusuleyn'deki ifadeye
benzer
şu ifade kullanılmıştır: «Netice olarak, kıyas bu tür meselelerde, bir kimse kendi özel
hakkında
tasarruf etmek istese, başkasına zararı da olsa, bu tasarruftan men edilemez. Ancak
başkasına açık bir zararı olan bu konularda, bu kıyas terkedilmiş, bununla amel edilmemiştir. Hatta
diğer
bir rivayete göre men edileceği söylenmiştir. Birçok ulema bununla amel etmişler, fetva da
buna
göre olmuştur. Yani bir kimsenin
özel mülkündeki tasarrufu başkasına zarar vermeme şartı ile
mukayyettir. Zarar verecek herhangi bir tasarruftan men edilmesi, fetva için benimsenen görüştür.
Ben
derim ki: Sanki üçüncü mesele imiş gibi bir durum meydana geldi. Halbuki men edileceği bir
rivayette nakledilmiştir sözü, kıyasın terk edilmesi gereken meseleyle aynıdır.
Evet
Hayriye isimli eserde şöyle bir mesele yer almaktadır: «Mutlak bir şekilde men edilmesi de bir
rivayettir. Bunun gereği üçüncü bir kavlin ortaya çıkmış olmasıdır ki, o da zarar ister açık olsun,
ister
olmasın, tasarruftan men edileceğidir.»
Yalnız
şu kadar var ki, bu mesele Hayriye'de Tatarhaniye ve İmadiye'ye nisbet edilerek nakledilmiş,
halbuki
İmadiye'de böyle bir meselenin olmadığı yukarda da açıkça belirtilmiş idi. Bundan sonra
burada
söylenebilecek söz, «Mutlak bir
şekilde men edilir.» sözü bir kalem hatası olsa gerektir.
Bunun
böyle olduğuna delil de. Fethü'l-Kadir'deki şu ifadedir: «Hasılı bu meselelerde malik (sahip)
mutlak
bir şekilde dilediğini yapabilir.
Çünkü kendi özel mülkünde tasarruf etmektedir. Ancak zararı
başkasına açık bir şekilde olacak olursa. tasarruflardan men edilmesi kıyas dışı istihsanla sabit
olmuştur.
Burada acık zarardan maksatta karşı tarafa büyük bir zarar vermesidir. O
da onun
mülkünü
yıkabilecek nitelikte olan bir
zarardır. Veya istifade
etmesine engel olabilecek bir zarardır.
Bu
da kişinin zaruri ihtiyaçlarına mani
olan durumdur. Mesela tamamen ışığına engel olmak
meselesi buna bir örnektir. Fetvada bu görüşe göre verilmiştir.
Herhangi bir zarardan dolayı
büyükte olmasa men edilir şeklindeki ifade, insanın kendi mülkünden tamamen istifadeye engel bir
durum
teşkil eder. Nitekim yukarda buna
işaret ettik.»
Gördüğün
gibi burada müftabih olan görüş,
mutlak bir şekilde zarar
olsun olmasın men edilişi
değil,
açık bir zarar olduğu taktirde ona mani olunacağıdır. Herhangi bir basit zarardan dolayı kişi
mülkündeki
tasarruftan alıkonamaz. Aksi halde hiç kimse kendi mülkünde tasarrufa sahip sayılmaz.
Mesela
bir kimsenin bahçesinde ağaç olsa, komşusu o ağacın gölgesinden istifade etse, ağacı
kesmek istediği zaman komşu, «Ben zarar görüyorum» diye o komşunun bu ağacı kesmesine
engel
mi olması gerekir. Bu tür zararlar basit zararlardır. Kişinin kendi mülkündeki tasarrufa engel
olabilecek nitelikte değildir. Ama fahiş bir zarar olduğu taktirde, mesela öne bir duvar yapıp bütün
ışığını
kapatması gibi tasarruflar komşuya zarar vereceğinden, bu
tür tasarruflara sahip değildir.
Ben
derim ki: Mevla Ebu Suud bu konuda
şöyle bir fetva vermiştir:Tamamen ışığa engel olmak için,
ışığı
kapatmak, kişinin evinde oturduğu zaman yazı yazamayacak kadar ışık gelmemesi demektir.
Buna
göre eğer komşunun iki penceresi olsa birinci komşu pencerelerden birinden gelen ışığına
engel
olabilecek bir tasarrufta bulunsa, bu da o pencereden istifade edilmeyecek şekilde olsa
diğerinin
ışığıyla yazı yazmak, kitap okumak
mümkün olduğuna göre, komşunun kendi özel
mülkündeki
tasarrufuna mani olunamaz. Bu ifadenin zahirinden de anlaşıldığına göre kapıdan
gelen
ışık muteber değildir. Çünkü soğuk ve sıcak için kapıyı kapatma ihtiyacını duyabilir. Nitekim
bununla
ilgili meseleleri Tevkihu'l-Fetava el-Hamidiyye isimli eserimizde zikrettik.
Bahır
isimli eserde şu ifadeler yer olmaktadır: «İmam Razi istihsanla ilgili kitabında şöyle
demektedir: «Bir kimse kendi evinde devamlı ekmek yapmak için bir tandır yapsa nitekim bazı
yerlerde
olduğu gibi veya un öğütmek için bir değirmen taşı yerleştirse veya elbise dövücüleri için
tokaçlar
koysa caiz olmaz. Çünkü bu
komşularına büyük zarar vermektedir. Ki bundan komşunun
korunması
da mümkün değildir. Devamlı olan,
duman gelecek değirmen ve elbise dövücülerinin
sesleri, çalışmaları binayı zayıflatacaktır. Hamam meselesi bunun hilafınadır. Çünkü hamamdan
ancak
bir rutubet belirmesi şeklinde karşı taraf zarar görebilir. Bundan da sakınmak mümkündür.
Mesela
komşunun duvarından sızan sularla
beliren rutubetli tarafa bir duvar yaparak bu zararı
önlemek
mümkündür. Yine evlerde normal bir
şekilde, yapılmış tandır da bunun
hilafınadır. Çünkü
küçük
tandırlar komşuya fazla bir
şekilde zarar
vermemektedir.»
İmam
Nesefi'nin hamam meselesinde sahih görüş olduğunu söylediği ifade şudur:
«Eğer
hamamdan
da komşu büyük bir şekilde zarar görecek olursa tasarruftan men edilir. Aksi halde
mani
olunmaz.»
«Hatta
komşu bir pencere açmaktan men edilir ilh...» Eğer açılan bu pencerede diğer komşunun
büyük bir zararı söz konusu ise buna engel olunur. Yukardaki ifadeler buradakine karine teşkil
etmektedir.
Ki o da Kariü'l-Hidaye'nin bu konuda
vermiş olduğu fetvadır. O da şudur: «Kendisine bu
konuda
bir soru tevcih edilerek, «Komşu
diğer komşunun bahçesine, evine ve bahçesine çıkan ehil
ve
iyaline bakan bir pencere açmaktan men edilir mi?» dendiğinde, cevap olarak, «Evet, ondan men
edilir.
Çünkü bu komşu için büyük bir
zarardır.» demiştir. Menih isimli
eserde Mudmarat'tan yani
Kuduri
şerhi Mudmarat'tan naklen bir
meselede şöyledir: «Eğer bu açılan pencere bakmak içinse,
komşunun
bahçesi de kadınların oturması için tahsis edilmiş bir yer ise, men edilir. Fetva da buna
göredir.»
Hayreddin Remli bu noktada bir diğer mesele nakletmiş ve demiştir ki: «Benim görüşüme göre,
eskisiyle
yenisi arasında bir fark yoktur. Çünkü açık bir zararın olması halinde pencere eski de
olsa,
bunun kapatılması gerekir. Nasıl ki yenisine izin verilmiyorsa eskisine de zarar verdiği için
engel
olunması gerekir. «Zarar kadimde olsa izale edilir,» kaidesi bu noktayı izah etmektedir.
«Amel metindeki ifadelere göredir ilh...» Burada denebilir ki, bu şerhle beraber olan her metin için
söylenemez. Bu ancak eski metinlerle ilgili olsa gerektir. Tahtavi.
Yani
bu mesele daha çok metinlerle ilgili olmayan bir meseledir. Şarihin ifadesinden de
anlaşıldığına göre, şarih musannıfın metinde benimsediği görüşü benimsemiş, çünkü komşusuna
ikram
mahiyetinde açık zararını komşusundan men etmesi, en uygun olan görüştür demiştir.
Bunun
için de musannıfın ve şarihin benimsedikleri ve müteahhir ulemanın fetva verdikleri
ve
fetvanın
da bu kavil üzeredir dedikleri görüş
budur.
Netice
olarak burada iki kuvvetli görüş vardır. Bu görüşlerden
biri yukarda açıklamaya çalıştığımız
gerekçeden dolayı tercih edilmiş, diğeri zarar da verse mutlak şekilde mülkünde tasarrufa sahiptir
görüşü
de mezhebin aslında olan ve zahirur
rivaye dediğimiz görüştür.
«Aşağı kat meselesine kıyasla ilh...» Ben derim ki, bu meseledeki kıyas, teslim edilir bir kıyas
değildir.
Çünkü fukahanın sözüne tamamen
muhaliftir. Hattızatında kıyas
maalfariktir. Şöyle ki,
mezhebin
esas görüşü, meselemizde mutlak bir şekilde kişinin mülkündeki tasarruftan men
edilmemesi istikametindedir. Gerekçe olarak insanın kendi özel mülkünde dilediğini
yapabilmesidir. Sonradan gelen ulema, mezhebin aslı olan zahirur rivaye dediğimiz bu görüşe
muhalefet
etmişler ve meseleyi, fahiş bir
zarar terettüp etmesi halinde, komşusu bu tasarrufunda o
zaman
men edilir.» şeklinde kayıtlamışlardır. Bu kayıtta da zarar verecek mi, vermeyecek mi
şeklindeki tereddütlü meselede devreden çıkmış olmaktadır. Tereddütlü olan aşağı kat meselesinin
zarar
var mıdır, yok mudur meselesine
kıyas edilmesi de sahih
değildir. Çünkü mezhebin nakli
sayılan
metin kitapları tasarrufdan men
edileceği üzerinedir. Meselemiz ise onun aksinedir.
Bazı
ulema burada fetva verilen görüşün zarar verme veya zarar olma ihtimali olduğu taktirde men
edilir
diyen görüştür.» demişlerdir. Bu da
aşağı kat meselesiyle ilgilidir. Bu görüşün o meselede
benimsenmesi bir kimsenin kendi mülkündeki tasarrufu mutlak bir şekilde sahihtir. Ancak o mülkte
komşusunun
hakkı bulunmaması gerekir. Aşağı kat her ne kadar sahibine ait ise de yukarı kat
sahibinin
onda bazı hakları vardır. Bunun için
de yukardakinin izni olmaksızın aşağı kat sahibinin
tasarruf
etmesi meselede asıl olandır. Şerhinde bulunduğumuz mesele ise bunun hilafınadır.
Çünkü
burada asıl olan caiz olmasıdır. Gerekçesi ise başkasının hakkı taalluk etmeyen kendisine
has
ve özel mülkünde tasarrufta
bulunmaktadır. Müşkül dediğimiz
şüpheli olan meseleyi diğer bir
şüpheli
meseleye kıyas etmek, yanı buradaki şüpheli noktayı aşağı kat meselesindeki şüpheli olan
duruma
kıyas etmek sahih olmasa gerektir.
Çevirenin
notu :
Buraya kadar olanlar bizzat ibni Abidin kendi yazısı ile yapmış olduğu haşiyedir. Diğer
cüzleri de
kendisi
tamamlamıştır. Ama bu cüzün
tamamlanmasında oğlu Muhammed Alaaddin görevi
üstlenmiş,
babasına ait bazı hamişlerde olan meseleleri de ona ekleyerek şerhe başlamış
bulunmaktadır.
Yani İbni Abidin merhum önceden Kitabul icareden başlamış, kitabın sonuna kadar
haşiyesini
tamamlamış, sonra baştan başlayarak buraya kadar gelmiş ömrü vefa etmemiş Cenabı
Hak'kın
çağrısına icabet ederek civarı Rabbil alemine intikal etmiştir.
Vefatından
önce merhum İbni Abidin'in Dürrülmuhtar nüshası üzerine almış olduğu bazı notları
ölümünden
sonra oğlu Alaaddin derlemiş ve bunları babasının nüshasına eklemiştir. Buradaki
terceme
edilen bölüm babasının haşiye olarak yazdığı değil, kitabın
kenarına almış olduğu
notlardan
ibarettir. Bunun için de İbni Abidin'in oğlu Alaaddin merhum, babasından sonra bu
bölümleri
iki ciltlik Tekmile isimli eserinde yeniden ele almış, babasının eski metodu üzerine hatta
bazı
noktalarda daha da meseleye açıklık getirici izahlar vermiştir. Biz burada tercememize yine
İbni
Abidin'in eserine devam ederken oğlunun tekmile olarak yazdığı o iki ciltlik eserinden bazı
meseleleri de aydınlatmak için nakiller yapmaya çalıştık. Tabiki bunlar metin bölümüyle ilgili
değildir.
Metin Tenvirul ebsar ve bunun üzerine yazılmış olan Dürrül Muhtar isimli iki eserin bir
arada
tercemesidir. İzah bölümleri İbni Abidin'e aittir. Onun
için görülecek ki bu bölümlerde İbni
Abidin
merhum yukarda olduğu gibi geniş bir izah
yapmamıştır. Sebebi de yukarda belirttiğimiz
husustur.
METİN
Bir
kimse diğer birinin kendisine bir mal hibe ettiğini iddia etse ve bunu tarih vererek belirlese,
karşı
tarafın bunu inkar etmesi sonucu kendisinden beyyine istense o da beyyine istendiği ve karşı
tarafın
hibeyi inkar ettiği için o malı
ondan satın aldığını söylese veya inkardan hiç söz etmeden,
hibe
tarihinden sonra bir tarihte satın
aldığına dair beyyine ikame etse bu durumda meselenin her
iki
suretinde de getirdiği beyyine kabul edilir. Ama bu satış tarihi, hibe tarihinden önce olacak
olursa
kabul edilmez.
Yukardaki
«veya inkardan söz etmez» ifadesinden şu anlaşılmaktadır: Kişinin birbirine zıt iki
ifadesini
uzlaştırma imkanı yeterli sayılır. Yani iki ifade arasında telif kabil ise, o istikamette amel
edilir.
Bu meseledeki dört görüşten fetva için seçilmiş olanı, Şeyhülislama ait olan bu görüştür.
İmam
Hacendi ise, «Bunun davacının
iddiası ile değil davalının iddiasıyla ilgili olması
gerekir. Yani
iki
ifade arasında telif imkanı ile iktifa edilmesi onun ifadelerine ait bir husustur. Çünkü davacı bir
hak
iddiası peşinde, davalı ise yani aleyhinde hibe ettiği söylenen kişi
ise, bunu bertaraf etmek
istemektedir. Görünüşte zahiri delil istihkak için değil, def için yeterli sayılır ve kabul edilir.»
demiştir.
Bezzaziye.
Hibe
tarihinden önce ve sonra satın alma
meselelerinde ise, satın alma tarihinin hibe tarihinden
sonra
olması halinde, iki ifade arasında bir telif sağlanabilir. Ama ikinci ifadede, yani satın
alma
tarihini
hibe tarihinden önce verecek olur,
beyyine de bunu gösterirse, daha sonra «Bana hibe etti
ben
de kabzettim» demesi ile birinci ifadesini nakzetmiş olur. Çünkü kendi malı durumunda olanı
başkasından hibe yolu ile kabzettim iddiası,
birincisine tamamen terstir. Onun için satın alma
tarihinin
hibe tarihinden sonra olması ve bunun
da beyyine ile tevsik edilmesi gerekir.
Ama
her iki mesele için bir tarih vermemiş veya birisi için
tarih vermiş, diğeri için tarih
vermemiş
ise,
getirmiş olduğu beyyine yine telif ve uyum sağlama imkanı bulunduğu için, kabul edilir. Çünkü
satın
alma hadisesinin daha sonra olduğunu kabul etmekle bu imkan meydana getirilmiş olur.
Ancak
burada bir som akla gelmektedir. Her iki sözün de hakim nezdinde olması şart mıdır? Yoksa
yalnız
ikincisinin kadı nezdinde olması mı şarttır? Cevap: Konu ihtilaflıdır.
İkinci görüşün tercih
edilmesi
gerekir.
Bahır.
Çünkü
ortadaki tezat ve tenakuz ikinci
ifade ile ortaya çıkmaktadır. Hemen yeri gelmişken belirtelim
ki,
tezat ve tenakuz hasmın tasdiki
ile ortadan kalkabileceği gibi, tenakuzlu ifade kullananın,
«Birinci
ifademden vazgeçtim» demesi ile de kalkar ve şunu iddia ediyorum diyerek birinci ifade ile
ikinci
ifadesi arasındaki tenakuz kaldırılır. Üçüncü olarak tenakuz ve tezatın kaldırılması hakimin
iddia
edeni yalanlaması ile olur Meselenin tamamı Bahır'da zikredilmiş, musannıf do bu durumu
kabul
etmiştir. Mesela evvela evin kendisine vakıf olduğunu iddia eden bir kişi, daha sonra «Hayır
bu
ev benimdir.» dese veya birinci iddiasında başkasına ait olduğunu söylese, ondan
sonra da
«benimdir»
iddiasıyla ortaya çıksa, bu iki ifade orasında tezat ve tenakuz bulunduğu
için kabul
edilmez.
Bir
rivayete göre, eğer iki ifade arasında telif imkanı varsa kabul edilir. Mesela, «Falanındı ama ben
daha
sonra ondan satın aldım.» şeklinde bir ifade ile tenakuzu ortadan kaldırıcı, iki ifade arasını
uzlaştırıcı
bir ifade kullanacak olursa, kabul edilir. Dürer.
Bir
kimse ilk defa bir şeyin mülkiyetinin kendisine ait olduğunu
iddia etse. ondan sonra kendisine
vakıf
olduğunu iddia etse, kabul edilir.
Nitekim, evvela kendisine ait olduğunu iddia edip sonra
başkasına aittir demesi halinde, kabul edildiği gibi, burada da kabul edilir.
Bir
diğer mesele: «Biri diğerine «Sen benden şu cariyeyi satın almıştın» dese, diğeri de «Hayır ben
satın
almadım.» diye karşı tarafın
satış iddiasını inkar etse, satıcı bu cariyeye yaklaşabilir. Eğer
davayı bıraktığına ve ortada varmış gibi
akti feshettiğine dair bir fiil olacak olursa, mesela cariyeyi
elinde
tutması veya onu evine götürmesi
gibi durumlarda o cariyeye yoklaşması caiz olmaktadır.
Buna
gerekçe olarakta şu kaide verilmektedir: Nikah akti müstesna bütün akitlerin inkar edilmesi
fesihtir.
Var olan veya var olduğu kabul edîlen o akitleri fesihtir. Dolayısıyla satıcı o cariyeyi geri
aldıktan
sonra, eski bir ayıba muttali olsa, kusurlu olduğunu görse, bir öncesine iade edebilir.
Çünkü
bu fesih her iki tarafın rızası ile gerçekleşmiştir. Aynî.
Ama
nikah akdi asla fesh kabul etmez. Mesela bir kimse falan kadınla evlendiğini inkar etse, daha
sonra
evli olduğunu ileri sürse ve evli
olduğuna dair mahkemeye beyyine ikame etse, bu beyyinesi
mahkemece kabul edilir. Ama alışveriş akdi bunun hilafınadır. Çünkü onu önceden inkar edip
sonra,
«Evet bir alışveriş vardı» iddiası
halinde, ikinci iddia kabul edilmez. Çünkü birinci inkar ile
akit
var olsa da fesh edilmiştir. Nikah akdi ise biraz önce belirtildiği gibi bunun hilafınadır.
Bir
kimse on dirhemi aldığını inkar etse, ondan sonra da «Hazinenin geri çevirdiği veya tüccarın
geri
çevirdiği kalitesiz gümüş paralardı» iddiasını ileri sürse, yemin ettiği taktirde mahkemece bu
iddiasında
tasdik edilir. Çünkü dirhem ismi yukarda zikrettiğimiz zuyuf
ve nebehraca adı verilen
devlet
ve tüccar tarafından adi oldukları için kabul edilmeyen dirhemleri de içine almaktadır.
Sedduka
denilen paralar ise bunun hilafınadır. Çünkü bu tür paralar içerisinde gümüş dışındaki
madenler
daha çoktur. Yani ma'şuştur. Bunun içinde eğer o kabızdan sonra seddukadır dese, bunu
da
bir süre geçtikten sonra yapsa,
iddiası tasdik edilmez. Ama hemen, kabzeder etmez, «Kabzettim
ama
bu seddukadır, benim alacağım değildir» diye iddiada bulunsa, o zaman tasdik edilir. Nihaye.
Görüldüğü
gibi meseledeki tafsil kabızdan bir süre sonra meydana gelen iddiadadır. Hemen
akabinde
olan iddiada değildir. Bunun yanında hakkına karşılık en kaliteli ciyad dediğimiz
gümüşleri
kabzettiğini ikrâr etse, ondan sonra «Sedduka idi, zuyuf idi, nebehraca idi» gibi
iddialarında,
mutlak bir şekilde tasdik edilmez. Yani isterse hemen onun akabinde söylesin, ister
aradan
bir zaman geçtikten sonra söylesin. Çünkü iki ifade arasında bir tezat vardır. Yine hakkını
kabzettiğini
veya alacağı bedeli aldığını ikrar etse veya hakkının tamamını aldığını söylese, daha
sonra
onların züyuf cinsinden kalitesiz
para oldukları iddiasını ileri sürse tasdik edilir. Tabiki bu
hemen
olacak olursa. Aksi halde, yani
aradan zaman geçecek olursa, kabul edilmez. Çünkü
yukardaki
meselede kaliteli ciyad sözü tevile ihtiyaç olmayan, tevil» ihtimali bulunmayan,
usulü
fıkıhta
müfesser dediğimiz bir ifadedir. Diğerleri ise böyle değildir. Onlar ya uzakta olsa bir ihtimal
taşıyan
zahir veya daha uzak bir ihtimali ihtiva eden nas olabilirler. İhtimal az da olsa tevil ihtimali
mevcut
olduğu müddetçe ikinci bir iddiası
bitişik olduğu taktirde kabul
edilir. İbni
Kemal.
Bir
miktar borç ikrarında bulunsa, daha sonra yeni bir iddia ile bu borcun bir miktarı gerçek
manada
borç bir kısmı da faizdir dese ve böyle olduğunu beyyine ve delille isbat etse, mahkemece
delili
kabul edilir. Alaaddin isimli
fakihten naklen Kınye'de bu şekilde
ifade edilmiştir. Mesele ikrar
bahsinde
tekrar ele alınacaktır.
Biri
diğerine şöyle diyor: «Senin bende bin lira alacağın var.» Alacaklı durumunda olan
kişi ise,
«Hayır
benim sende hiçbir alacağım'
yoktur.» diye onun bu ikrarını red ediyor. Daha sonra da aynı
mecliste
tasdik ediyor, «Evet o kadar borcun
vardı.» diyor. Bu durumda alacaklı durumunda olan
kişinin
hiçbir hakkı yoktur. Çünkü karşı
tarafın ikrarını birinci ifadesiyle reddettikten sonra ikrar
kalmamıştır. Sonradan ortaya sürdüğü iddia,
mücerret bir iddiadır. İsbatı gerekir. Eğer isbat ederse,
o
zaman kabul edilir. Veya karşı taraf
ikrarında ikinci defo ısrar eder, o do onu tasdik ederse, o
taktirde
alabilir. Bütün haklarda da hüküm böyledir.
Bir
kimse diğer biri aleyhinde bir mal
iddiasında bulunsa, müdda aleyh dediğimiz davalı «Hayır,
senin
bende hiçbir alacağın yoktu» dese, davacı da bin lira alacağı olduğunu iddia edip ispat etse,
buna
karşılık davalı da ödediğine dair veya mahkemenin hüküm vermesinden sonra kendisini ibra
ettiğine
dair bir beyyine getirecek olursa, beyyinesi kabul edilir. Çünkü iki mesele arasında uyum
sağlamak mümkündür. Mahkemenin kararından sonra ödeme işi
sahihtir.
Ancak
beş meselede veya beş yönlü meselede durum istisna edilmiştir. Birinci meselede iki ifade
arasında
uyum mümkün olduğu için beyyine
kabul edilmiştir. Hatta mahkemenin karar
vermesinden
sonra ödediğine dair beyyine getirmesi halinde de böyledir. Çünkü hak olmayan,
doğru
olmayan mahkemece bilinmediğinden o
istikamette hüküm verilmiş de daha
sonra husumeti
bertaraf
etmek için ondan ibra edilmiş de olabilir. Mesele İkrar bahsinde tekrar ele alınacaktır.
Orada
şu meseleye de yer verilecektir: Davalı, davacının «Ben davamda haksızdım
veya getirdiğim
şahitler
yalancı idi veya benim onda
hiçbir şekilde alacağım yoktur» dediğine dair beyyine
getirmesi
halinde, müddainin davasını def ve
bertaraf etmesi, yani çürütmesi
sahihtir. Bu meseleyi
Dürer
İkrar bahsinden önce zikretmiştir.
İZAH
«Birisinin
kendisine hibe ettiğini ve o hibeyi
kabzettiğini iddia etse ilh...» Bu
konuda Kadıhan der
ki:
«Bir kimse diğer biri aleyhinde iddiada bulunsa ve
«Benden bir mal aldı bu malın vasıfları
şundan
ibarettir, miktarı şu kadardır.» dese, davalı bir aksi beyyine getirerek müddainin ikrarını
bertaraf
etmek için «Bu malı başka biri, falan kişi aldı.» dese, müddaide bunu inkar etse,
müddaaleyh
dediğimiz davalının getireceği beyyine kabul edilmez. Bu birinci davayı iptal edici
mahiyette değildir. Çünkü müddainin ileri süreceği deliller arasında şu ifadeler de yer alabilir. «Onu
benden
falan aldı, bana tekrar verdi,» daha sonra, «Bu adam benden aldı» dediği taktirde karşı
tarafın
getirdiği beyyine, onun beyyinesini Çürütücü mahiyette değildir.
Hamişte bu şekilde
yazılmıştır.»
«İki
ifade arasında telif mümkün olduğu taktirde ilh...» Bahır isimli eserde bunun kıyas olduğu
nakledilmektedir. İstihsana göre ise fiilen telifin gerçekleşmesi şarttır. Telif imkanı yeterli değildir.
Hatta
bu konuda Remli. «İstihsan meselesinin ortaya koyduğu gerekçe daha kuvvetlidir. Onun
cevabı
daha sahihtir. Nitekim Minyetü'l-Müfti'de de böyle denmiştir.» demektedir.
«Şeyhülislamın
da benimsediği görüşte budur ilh...»
Bahır isimli eserin Fuzuli bölümünde «Kendi
tarafından
tamamlanan hususu nakzetmeme» ile kayıtlanmıştır.
«Dört
kavilden ilh...» Bu dört kavilden birincisi, mutlak bir şekilde, iki ifade arasında uyum
imkanının
bulunması; ikincisi, mutlak bir şekilde uyum bulunsun bulunmasın kabul
edilmemesi;
üçüncüsü,
davalıdan olduğu taktirde kabul
edilmesi, davacıdan olduğu taktirde
kabul edilmemesi;
dördüncüsü
de, eğer uzlaştırma ciheti bir yöne irca edilebilirse yeterli, aksi halde yeterli
değildir.
«Her
iki surette de kabul edilir ilh...» Yani «ama o hibe aktini inkar etti» ifadesiyle veya «hiçbir şey
söylemedi» meselelerindeki her iki surette de kabul edilir. Halebi.
«İkincisinde tenakuz belirmiş, tezat ortaya çıkmıştır ilh...» Çünkü hibe akdinden sonra satın alma
iddiasını
ileri sürse, şahitler ise bu satın alma olayının hibe akdinden önce olduğunu söyleseler, bu
da
açıkça bir tezattır. İki ifade arasında bir uyum sağlanamaz. Bundan fukahanın
maksadı da dava
ile
beyyine arasında bir uyum sağlanamamasıdır. Aksi halde
davacı tarafından bir tenakuz
olmamaktadır. Çünkü hibeden önce satın alma iddiasını ileri sürmüş olmamaktadır. Bahır.
«ikinci
görüşün tercihi gerekir ilh...» Bu görüşten, birincisi açıklama mahkeme nezdinde olmasa da
muteberdir.
İkincisi yalnız mahkeme huzurunda
olan muteberdir. Tercih edilen görüşte budur
gerekçesi de çünkü tenakuz ikinci ifade ile ortaya çıkmaktadır. Menih.
Nehir'in
istihkak bölümünde, «Bana kalırsa en uygun olan, her ikisinin de hakim nezdinde olması
şartı
kabul edilmelidir. Çünkü hakim nezdinde olan davanın görüşülmesi ve ifadelerin
birbirine
tânakuz
olması, ancak bu şekilde gerçekleşir.» denmektedir.
Şerhi
Makdisi'de, «İkisinden birinin mahkeme nezdinde olması yeterlidir. Hatta bu konudaki ihtilafın
bir
ifade üzerinde olduğu da
söylenebilir. Çünkü hakimin meclisinden önce meydana gelen durum,
hakim
nezdinde tesbit edilmesi gerekir. Dolayısıyla her iki ifade arasında tenakuz, ancak bu şekilde
ortaya çıkarılabilir. Delil ile sabit olan, gözle görülerek sabit olan mesabesindedir. Sanki her ikisi de
hakim
meclisinde olmuş kabul edilir. Her ikisinin hakim nezdinde ve kaza meclisinde olmasını şort
koşanların
ifadeleri, hem hakiki ve hem de hükmi cihetlerine şamildir.» demektedir. Bu da güzel bir
yorum
ve tefsirdir.
«Veya
hakimin yalanlamasıyla ilh...» Mesela, bir kimse alacaklı olduğu kişinin borcuna kefil
olduğunu
iddia etse ve bu miktarın da bin
olduğunu söylese, karşı taraf kefaleti inkar ettiği taktirde,
alacaklı, borçlu olan kişinin borcuna kefil olduğunu beyyine ile isbat etse, hakim de bu beyyine
istikametinde
kararını ve hükmünü belîrtse, alacaklı malı ondan aldıktan sonra kefil olan kişi,
borçlu
olan kişi aleyhinde bir iddiada
bulunsa ve «Ben onun izni ve emrine binaen kefil oldum.»
dese,
halbuki daha önce kefil olmadığını karşı tarafa söylemişti. buna rağmen kefil olduğunu
beyyineyle isbat edecek olursa, yukardaki ifadesini nakzeder biçimde de olsa, bu ifadesi bizce
kabul
edilir ve borçlunun borcunu ödediği
miktar kadarını ondan alabilir. Çünkü bu durumda
mahkeme
tarafından yalancı olduğu, birinci iddiasında doğru olmadığı tesbit edilmiş ve böylece
mahkeme
tarafından tekzibi gerçekleşmiştir. Mesele Menih'te böyle nakledilmiştir. Halebi.
«Meselenin
tamamı Bahır isimli eserdedir ilh...» «Bahır'ın istihkak bölümünde» demesi daha uygun
olurdu.
Çünkü ifade orada aynen şöyledir: «Ben iki sözümden birini terk ediyorum» demesi
halinde,
bu ifadesi kabul edilir.» «Kabul edilir» sözünü Bezzaziye'nin Zahire'den
naklettiği şu ifade
ile
desteklemiştir: «Mutlak bir şekilde iddiayı ileri süren kişi, müddaaleyh tarafından kendisine şu
şekilde
cevap verilerek «Sen daha önce bunu mukayyet bir şekilde iddia etmiştin» dese ve bu
şekilde
olduğunu isbatlasa, müddai de ona cevap olarak, «Şimdi ise o sebebten dolayı, yani
mukayyet bir sebebten dolayı iddia ediyorum, hakkıma talibim ve mutlak ifadesini terkediyorum,
bırakıyorum,
ondan vaz geçiyorum» dese kabul
edilir ve karşı tarafın bertaraf etme girişimleri
neticesiz
kalır.»
Burada
terkedilen ikinci ifadedir, birincisi değildir. Buna rağmen mesele Nehir sahibi tarafından
münakaşa
edilmiş ve bazı itirazlar ileri sürülmüş ve denmiştir ki: «Belki de iki dava arasında uyum
imkanı
bulunabilir. Babam istihkak bölümünde Nehir'deki ifadeyi teyid ettiğini söylemiştir.
«Haniye'de
bu konuda bir kimse sebeb
göstererek bir mülk iddiasında bulunsa, daha sonra bu
iddianın
akabinde mutlak bir şekilde onda bir mülkiyet iddiasını tekrarlasa, şahitleri de bu
istikamette
şahitlik, yapsalar, bu konuda bütün
rivayetlerin ifade ettiğine göre onun davası
dinlenmez
ve beyyinesi kabul edilmez.» Şemsü'l-Eimme'den nakledilen bir rivayete göre bu beyyine
kabul
edilmez. ama davası da batıl olmaz. Hatta ben mutlak ifademle o sebebten dolayı meydana
gelen
mülkiyeti kasdetmiştim demesi
halinde, hem davası ve hem de
beyyinesi dinlenir ve kabul
edilir.»
denmiştir.
«Veya
kendisine vakıf edildiğini iddia
etse ilh...» Menih isimli
eserde zikredilen bu ifade Bahır'da
yer
almamaktadır. Sanki o bir kaideye dayanmış, yukarda adı geçen «vakıfı kasdediyorum»
şeklinde
bir ifadeye yer vermiştir. Bir rivayette, bu ifadeye binaen iki görüş
arasında bir uyum
sağlanması mümkün olmamakta, dolayısıyla iki ifade arasında açık bir tezatın ortaya çıktığı
görülmektedir.
Ancak bunu, bir kimsenin kendisine
vakıf yapabileceği görüşünü savunan görüşe
göre
tatbik mümkündür denebilir. Aksi halde sahih değildir. Bu durumda da mesele üzerindeki
münakaşa
bitmiş
sayılmaz.
Bahır'ın
İstihkak bölümünde, «Bir kimse o gayri menkulün kendisine ait olduğunu iddia etse, daha
sonra
kendisine vakıf yapıldığı iddiasını tekrarlasa, dinlenir. Çünkü her iki surette de kendisine
yapılmış
olan bu izafet sahihtir. Çünkü
biri özel, diğeri mutlak bir ifade olmaktadır. Kendisinin
olduğunu
söylemesi, vakıf yoluyla kendisine ait olduğunu açıklama şeklinde kabul edilebilir.»
denilmiştir.
«Satıcının
o cariyeye yaklaşması caizdir ilh...» Tabiki bu da eğer müşterinin elinden kendisine
tekrar
iade edilmişse, istibradan sonra olması gerekir. Hamevî'den naklen Ebu Suud meseleyi bu
şekilde
izah etmiştir.
«Satıcının
o cariyeyi reddetmesi geri vermesi caizdir ilh...» Bunu da Nihaye isimli eserde
«Müşteriye
yemin ettirilmesinden sonra» ifadesiyle kayıtlamıştır. Eğer yemin teklifinden önce
olacak
olursa, satıcısına iadesi, bir ayıptan dolayı geri çevirmesi, uygun olmamaktadır. Çünkü
aleyhinde
dava acılan davalının, kendisine teklif edilecek yeminden vaz geçme, nukul etme ihtimali
vardır.
Bu bakımdan üçüncü bir kişi
hakkında yeni bir alışveriş kabul edilmiştir. Şarih bunu,
«Kabızdan
sonra» ifadesiyle kayıtlamıştır. Ama kabızdan önce, olacak olursa, onu mutlak bir
şekilde
iade etmesinin caiz olduğunu söylemektedir. Gerekçesi de akar dışında her açıdan bu akdi
fesh
etme, demektir. Ancak yeminden sonra durum bunun
aksinedir. Dolayısıyla Kudurî'nin
koymuş olduğu kaydı getirmek gereklidir. Bahır.
«Züyuf paralar ilh...» Eskiden gümüş paralar ya saf gümüşten veya başka madenlerin
karıştırılmasıyla mağşuş paralar halinde tedavülde uygulanır idi. Gümüş içerisinde yabancı
madenin
karıştırılması sebebiyle, devlet hazinesinin geri çevirdiği, almadığı paraya züyuf adı verilir.
Nebahraca
ise, aynı sebebten gümüş
dışındaki madenlerin daha çok olması nedeniyle tüccar
tarafından
geri çevrilen para türü demektir.
Mu'rip isimli lügat kitabında, «Nebehreç gümüşü düşük
gümüş
para demektir. Gümüşü galip olan içinde söylenmiştir. Kabul edilmeyen, düşük olan her
para
birimi için kullanılır.» denmektedir. Buna göre nebahreç veya nebahraca kalitesi düşük, tüccar
tarafından
kabulü mümkün görülmeyen para demektir.
«Çünkü
o zahirdir ilh...» Yani hakkını veya satmış olduğu malın bedelini kabzettiği şeklindeki
ifadelerle
ilgili olan bu gerekçe, usulü fıkıhta bir terimdir. Zahir demek, ifade ettiği mananın dışında
ikinci
bir manaya uzakta olsa ihtimali olan bir ifade demektir. Nas ise daha uzak bir ihtimalle ikinci
manaya
delaleti olan ifadedir. Ancak bu da müfesser dediğimiz başka manaya ihtimali olmayan
ifadenin
altında, zahir dediğimiz
ifadenin üstünde bir mana ifade eden ibare demektir.
«Bir
kimse diğerine karşı 'Senin bende alacağın bin lira var.» diye bir ikrarda
bulunsa, karşı tarafta
bu
ikrarı geri çevirse, alacağı olmadığını söylese ilh...» Bu mesele mal ile ikrar meseleleri
arasındadır. Özeti şudur: Bir mal ikrarında bulunan kişinin ikrarını karşı taraf ya mutlak bir şekilde
geri
çevirir veya ikrar eden kişinin belirttiği sebep ve belirlediği yön açısından geri çevirir. Başka
bir
cihetten dolayı alacağı olduğunu söyler veya kendisine böyle bir borcu olmadığını, ama
başkasına borcu olduğunu söyleyerek geri çevirir. Bu durumda birinci şekilde ikrar geçersiz, iade
ve
red geçerlidir. İkincisinde eğer iki ifade arasında bir tezat yok ise, malın ödenmesi gerekir.
Mesela
onun bende borç bedeli olarak bin lira alacağı vardır şeklinde ikrarda bulunan karşı tarafta
gasb
yoluyla alınan bin liranın karşılığı derse, kabul edilir. Eğer iki ifade arasında bir uyum mümkün
değilse,
o zaman batıldır. Mesela ondan satın aldığım ve henüz kabzetmediğim bir köle bedelidir
dese,
karşı tarafta borç veya gasıp
bedelidir der, köle de elinde değilse o bini ödemek gerekir. İkrar
yönünde
ister onu tasdik etsin, isterse etmesin, Ebu Hanife'ye göre durum bu şekildedir.
Eğer köle
elinde
olacak olursa, söz hakkı ikrar edenindir.
Üçüncü
şekilde ise mesela, «Benim sende asla alacağım olmadı» der, ancak «Senin falana borcun
vardır»
diye bir isim vererek ikrarın ona ait olması gerektiğini söylese, o ismi verilen kişi de onu
tasdik
etse, ikrar onun için yapılmış olur. Aksi halde ikrar geçerli değildir.
Ama
yok, ikrar mal ile ilgili olmayıp
talak, ıtk, vela, nikah, vakıf, nesep
veya ırk gibi konularda
olacak
olursa, karşı tarafın bu ikrarı geri çevirmesiyle bu ikrar hükümsüz
sayılmaz. Hatta bu
konuda
denebilir ki, (ikrar mukarruleh dediğimiz lehinde ikrar yapılan kişinin geri çevirmesiyle
hükümsüz
sayılır. Ancak Bahır'da zikredilen ve yukarda saydıklarımız bunun dışında kalır ki
oralarda
ikrar geri çevrilse dahi geçerlidir.» denmektedir.
«Ancak yeni bir isbat ve beyyine ile hak eder ilh...» Yani bir kimse diğerine, «Senin bende bin lira
alacağın
var» dese, o da «Hayır alacağım
yok.» der, ikrarı geri çevirir, aynı
mecliste tekrar alacağı
olduğunu
söyler, ikrar edeni tasdik ederse, birinci ikrar hükümsüz olduğundan lehinde ikrar edilen
kişinin
bir şey alamaması gerekir. Ancak yeni bir beyyine ile bunu isbat ederse, o zaman almaya
hak
kazanabilir.
Fakat
burada onun getireceği beyyine nasıl kabul edilir? Oysa ki bu ifadesi biribirine zıttır. Davası
yok
dedikten sonra var şeklinde ortaya
çıkmaktadır. Bu mesele hakkında Bahır'da aynı işkalle
karşılaşılmıştır. Bahır isimli eserde Bezzaziye'den bunun hilafı
nakledilmiş ve şöyle denmiştir: «Bir
kimsenin
elinde köle olsa, bir başkasına «Bu senin kölendir.» dese, o da, «Hayır benim değildir.»
diye cevap verse, ve biraz sonra «Evet,
evet, benim kölemdir.» dese, ikrar eden de, «Hayır benim
kölemdir.»
diyecek olursa, bu köle ikrar eden ve zilyet dediğimiz o kimsenin
kölesi olarak kabul
edilir.
Ama zilyet olan kişi, bir başkasına, «O senin kölendir» dese, karşı tarafta, «Hayır o senin
kölendir»
diye cevap verse, ondan sonra bu ifadesini düzelterek, «Hayır o benim kölemdir.» dese
ve
bunu da beyyine ile isbat etse, bu ifadeler arasında bir tenakuz olduğundan dolayı onun
getireceği
isbat kabul edilemez.»
«Hakkın
bir kişiye ait olduğu bütün
meselelerde de durum böyledir ilh...» Bu da şu aşağıdaki
meselenin
hilafınadır. «Satın aldım» dese, karşı taraf inkar etse, daha sonra «satın aldım» diyeni
tasdik
edebilir. Çünkü iki akitten biri tek başına bu akdi fesh edebilecek durumda değildir. Akdi de
tek
başına yapabilecek durumda değildir.
Yani iptal her ikisinin hakkıdır. Akit hala bakidir.
Dolayısıyla inkardan sonra tasdik geçerli kabul edilir. Ama ikrar konusunda, ikrarı geri
çevirebilecek
kişi yalnız lehinde ikrar yapılan
mukarruleh olduğuna göre, mesele farklıdır. Bu
bakımdan
ikrar meselesi ile «satın aldın» ifadesini inkar edip, daha sonra tasdik etmesi halindeki
mesele
biribirinden farklı kabul edilmektedir. Nitekim Hidaye'de de bu şekilde ifade edilmiştir.
Netice
olarak şöyle diyebiliriz. Hak her ikisine ait olan hususlarda inkar eden inkarını tasdike
çevirse.
inkarından vaz geçse, bu da karşı tarafın onun inkarını tasdik etmesinden önce olsa,
caizdir.
Mesela beyi (alış veriş) ve nikah akti bunlara birer örnektir. Ama hak tek taraflı kişinin
elinde
olur, ona ait görünürse, hibe, sadaka, ikrarda olduğu gibi, daha sonra yapılacak tasdik ve
ikrar
bir şey ifade etmez.» Bahır'da mesele bu şekilde izah edilmiştir.
«Aleyhinde mal iddia edilen ödediğini isbat etse ilh...» Burada inkardan sonra ödediğini iddia
etmesi
ile meseleyi kayıtladı. Çünkü borcu
ikrar ettikten sonra ödediğini iddia
edecek olursa, bu
durumda,
iki ifade de aynı mecliste olmuş
ise, tezattan ve tenakuzdan dolayı
kabul edilmez. Eğer
birbirlerinden
ayrıldıktan sonra bu ödeme iddiasını
ileri sürse ve ikrardan sonra da olsa ve
ödediğine
dair beyyine ikame etse, tezat olmadığı için kabul edilir. Ödediğini ikrardan önce iddia
edecek
olursa, kabul edilmez. Hizane.
«Ancak beş mesele veya beş yönlü mesele bundan müstesnadır ilh...» «Bunu bana falan emanet
bıraktı»
veya «Bana kiraya verdi, ben ondan rehin aldım» veya «Ben ondan gasb ettim» veya «Bu
araziyi
ben falandan ortak ziraat yapmak üzere aldım» veya «Bu bağı ortaklaşa ürününü almak için
aldım»
şeklinde olması, bu beş meseleye örnektir. Buna (muhammese) adı verilmiştir. Çünkü
bunda
beş ayrı görüş vardır,
Bahır'da
bu konuda şöyle denilir: «Dava ile ilgili bölümün muhammesesidir, yani baş meselesidir
veya beşli meselesidir. Çünkü bunun tasavvurunda beş mesele vardır. Emanet, vedia. icare, iare,
rehin,
gasb» denmektedir veya bu konuda ulemanın beş ayn görüşü olduğundan dolayı bunlara
beşli
mesele denmiştir. Birincisi Kuduri'de olan meseledir ki, o da dava açanın husumeti bertaraf
edilir.
Çünkü onun o mal üzerindeki eli, husumetle ilgili bir el olmadığını beyyine isbat etmektedir.
Bu
da Ebu Hanife'nin görüşüdür.
İkincisi
Ebu Yusuf'un görüşüdür. Bunun da
Muhtarat isimli eserde tercih edildiği söylenmiştir.
Müddaaleyh
eğer salih bir kişi ise, imamın dediği gibidir. Eğer başka biri olarak tanınıyor ise,
husumet
bertaraf edilmiş olmaz. Çünkü adam hileye baş vurarak onu göndereceğini
bir misafire
vermiş,
misafir olan, yolcu olan kişi de daha
sonra kendisine iade etmiş ve buna şahit gösterip
davasının
iptali ve başkasının hakkının
üzerine yatmak için bir hile olması ihtimali de mevcuttur.
Eğer
hakim bunun böyle töhmetle müttehem biri olabileceğini kabul eder, bu töhmeti yöneltirse,
onun
davası kabul edilmez.
Üçüncü
görüş İmam Muhammed'in görüşüdür ki
özeti şundan ibarettir: şahitler «Biz onu ancak
yüzüyle tanırız» deseler, bertaraf edilmez. Çünkü İmam Muhammed'e göre kişiyi hem yüzüyle, hem
ismi,
hem nesebiyle tanıma şartı vardır.
Bezzaziye'de bir çok imamların İmam
Muhammed'in
görüşüne
meylettikleri, fetvanın bu kavil ile verildiği ifadesi yer almıştır. İmadiye
isimli eserde,
şahitler
«Biz onu ismiyle, nesebiyle tanırız, ancak yüzünden tanımayız» deseler durum ne olur.
sorusu
sorulmuş. hiçbir kitapta bunun
açık bir cevabı olmadığı da ilave edilmiştir. Ancak burada iki
görüşün
olması gerekir. İmam Ebu Hanife'ye göre muhakkak ki «Biz onu ismiyle nesebiyle tanırız.»
demeleri
gerekir. Yüzüyle tanımalarıyla da
iktifa edilir. Ayrıca şu konuda da ittifak etmişlerdir: Eğer
şahitler
onu bilmediğimiz bir adam kişi emanet olarak. vedia olarak bıraktı deseler, dava bertaraf
edilmez.
Dördüncü
görüş İbni Şubrume'nin görüşüdür.
Mutlak bir şekilde dava
bertaraf edilmez. Çünkü
mülkiyet
isbatı burada güçtür. Zira ortada bir hasım yoktur. Husumetin defide buna
bina
edilmektedir. Biz buna cevap olarak deriz ki, beyyinenin ortaya koyacağı sonuç iki şeydir. Biri, gaip
kişi
için bir malda mülkiyetin subutu ki, bunda hasım yoktur. Onun içinde sabit olmaz. Diğeri de,
müddainin
husumeti def etmesidir. O da, bu
konuda hasımdır. Bu yönüyle sabit olur. Bu da kadını
bir
yerden bir yere nakletmede ve
talaka dair beyyine ikame etmedeki vekil mesabesindedir.
Beşinci
görüş İbni Ebu Leyla'nın görüşüdür.
Beyyine olmasa da dava bertaraf edilir. Çünkü burada
gaibe
ait mülkiyet ikrarı söz konusudur.
Biz
deriz ki: Bu konuda elinde olması sebebiyle açıktan bir hasım durumunda olmaktadır. İkrarı ile
bu
hakkı yani zimmetinde iltizamla
sabit olmuş bir hakkı, başka tarafa çevirme durumu söz
konusudur.
Bu ifadesinde de beyyine olmaksızın kabul edilmez. Nasıl ki zimmetinde olan bir
borcun
başka bir zimmete intikal ettiğini iddia etse, kabul edilmiyor ise, burada da kabul edilmez.»
«İki
ifade arasında uyum mümkün olduğu
için getireceği beyyine kabul edilir ilh...» Bu mesele
hakkında
bir miktarını ifa ettiğine dair beyyine getirmesi halinde durum ne olur? Bu bir fetva
hadisesi
olmuştur. Bu hadisenin cevabını Tengihul Fetava isimli eserde verilmiştir. oraya müracaat
edilmesi
gerekir
METİN
Bir
kimse başkası aleyhinde kısas hakkı olduğunu iddia etse, karşı tarafta böyle bir hak olmadığını
söylese, inkarda bulunsa, davacı kısas hakkı olduğuna dair isbat ve beyyine getirse, bundan sonra
da
karşı taraf, davalı, af
edildiğini veya belirli bir miktar mola karşılık sulh olduğunu iddia etse ve
bunu
do beyyine ile isbat etse, davası kabul edilir. Beyyinesi dinlenir.
Kölelikle
ilgili dava da böyledir. Mesela bir kimse bir şahsın köle olduğunu iddia etse, köle olduğu
iddia
edilen kişi de bunu inkar etse, davacı bunun köle olduğuna dair beyyine getirse, bunun
akabinde
de köle olduğu iddia edilen kişinin, müddai tarafından azad edildiğini beyyineyle isbat
etmesi
halinde beyyinesi kabul edilir. Bu da sulh olmaması halindedir.
Evvela ödemeyi iddia etse, daha sonra ödemeye dair beyyine getirmeden sulh olsa, iddia devam
eder.
Sulh olmaya yönelmesi, davasını iptal etmez.
Bahır.
Yine
aynı eserde, «Bir kimse dörtyüz dirhem alacağı olduğunu beyyine ile isbat etse, bunun
akabinde
de inkar eden karşı tarafa üçyüz borcu olduğunu söylese, inkar edenin zimmetinden
üçyüz lira düşmüş olur. Diğer bir rivayete göre hiçbir şey
düşmez. Fetva do buna göredir.»
denilmiştir.
Mültekat.
Musannıf
burada şu gerekçeyi ileri sürmek
istemiştir: Aleyhinde dört yüz lira olduğu iddia edilen
kişi,
dörtyüz dirhemi inkar etmesi ile
borçlu olmadığını ileri sürmektedir. Nasıl olur da takas
meydana gelebilir? diyerek fetva verilen kavli bu delili
ile teyid etmektedir.
«Senin
bende hiç olacağın olmadı» ifadesine, «Seni tanımıyorum. seni görmedim» ifadelerini de
ekleyecek
olursa, iki ifade arasında telif mümkün olmadığından isbatı kabul edilmez. Bir kavle göre
kabul
edilir denmiştir. Çünkü insanlardan uzak olan veya erkekler arasına karışmayan, evinde
yaşayan
bir kadın kapısına gelenlerden rahatsız olmuş olabilir. Dolayısıyla gelen hasmı razı etmek
için
bir şey verilmesini de emretmiş
olabilir. Dolayısıyla tanımadı
sözü de doğrudur. Ama daha
sonra
onu tanımış olabilir. Hatta
kendisi direkt iş yapan insanlar arasına karışan biri tarafından bu
ifade
ileri sürülse, kabul edilmez.
Evet
alacaklı olduğunu iddia eden ve bunu
beyyine ile isbat eden kişiye müdda aleyh daha sonra
borcunun
kendisine ulaştığına veya ulaştırıldığına dair ikrarda bulunduğu isbat edilse, bu iddia
sahih
ve geçerlidir. Çünkü davadaki tezat
bu ikrarın sıhhatine mani değildir.
Bir
kimse kölesini falana sattığına dair ikrarda bulunsa, daha sonra bunu inkar etse, bu inkarı kabul
edilir.
Çünkü bedelsiz bir satış ikrarı batıldır. Bezzaziye'nin ikrar
bölümü.
Bir
kimse başkasına karşılık cariyesini kendisine sattığı iddiasında bulunsa, karşı taraf da «Asla
ben
o cariyeyi sana satmadım» dese, davacı da satın aldığına dair beyyine getirse ve cariyeyi
aldıktan
sonra cariyede bulduğu kusurdan
dolayı tekrar satıcısına iade
etmek istese, o zamanda
satıcı
müşteriye karşı her türlü ayıptan beri olduğunu ayıp ve kusur sebebiyle cariyenin iade
edilmemesi konusunda anlaştıklarını beyyine ile isbat etse, satıcının bu beyyinesi ilk ifadesiyle
tezat
teşkil ettiğinden kabul edilmez. İkinci imam Ebu Yusuf'tan bir rivayete göre kabul edilir.
Çünkü
iki ifade arasında telif mümkün görülmektedir. Şöyle ki, satışı kendisi değil vekili vasıtasıyla
yaptırmış
olabilir. Dolayısıyla «sana satmadım» sözü doğrudur. Ayrıca her türlü kusurdan beri
olduğunu
vekiline söylemiş olabilir. Bu durumda beyyinesi kabul edilir. Semerkand'da olan bir
vak'ada
bu kabildendir. Kadın erkeğe karşı kendisini nikah ettiğini ve şu kadar mehir karşılığı
onunla
evlendiğini iddia ediyor ve
kocasının mehrini vermesini istiyor. Erkek inkar ediyor. Kadın
iddiasını
beyyine ile isbat ediyor. Bundan sonra da erkek mehrine karşılık onu hulu suretiyle
boşadığını
iddia ediyor. Bu durumda erkeğin hulu'yla ilgili beyyinesi kabul edilir. Bu da erkeğin
küçükken
babası tarafından evlendirildiği ve bunu bilmediği ihtimaline
binaendir.
Hülasa.
Herhangi
bir yazı ve senedin altına inşaallah ifadesi yazılmış ve yukardaki ifadelerin tümüne şamil
bir
şekilde eklenmiş ise, bu yazı hükümsüzdür. Sahibeyn ancak
son cümlesi hükümsüzdür
demişlerdir. Bu da istihsan meselesidir. Ancak üç imama göre yazılar arasındaki fasılalar, konuşma
esnasındaki susmalar, mesabesindedir. Dolayısıyla inşaallah şeklindeki ek ifade, cümle ile ilgilidir.
Birinci
cümlelerle ilgisi yoktur.
Yine
birbirine ek ve şartlarla birbirine
bağlı olan cümlelerin tümüne şamil olduğu anlaşılırsa,
ittifakla
yine bu senedin veya ikrarın mahiyeti geçerli değildir. Ama bu istisna ile cümle bir
öncekinden
ayrılmış ise inşaallah cümlesi son ifadeye aittir. Ancak karine bunun aksini isbat
ederse,
o zaman tümüne şamil olur ve muhtevada geçersiz sayılır. Mesela, «Onun bende yüz
dirhem
ve elli dinar bir dirhem eksiği ile alacağı var» dese, bu bir dirhem istisnası istihsanen birinci
ifade,
yani yüz dirheme racidir. Dolayısıyla ikrar doksan dokuz dirheme düşmüş olur. Ama bu
istisna
iki müsbet cümleden sonra olacak olursa, inşaallah şeklinde istisna edilmesi halinde, her iki
cümleye
şamil olduğu ittifakla kabul
edilmiştir.
Şarta
talik edilmiş iki talaktan sonra veya şarta talik edilmiş talak ve azad etme olayından sonra
İmam
Muhammed'e göre her ikisine de şamildir. İkinci imam Ebu Yusuf'a göre ikinci cümle ile
ilgilidir.
Eğer cümleler arasında atıf olmaz veya atıf bulunur oma orada bir fasıla ve sûkûtu
gerektiren
bir husus varsa, ittifakla son cümleye aittir. Çünkü susmadan sonra
yapılan atıflara,
cümleler
orası bağlara itibar edilmez. Ancak onu da kasdettiğini, söylediği taktirde kendini
zorlayarak
bunu üstlendiği için kabul edilir.
Meselenin tamamı Bahır isimli eserde mevcuttur.
Bir
zimmi vefat etse, karısı ölümünden
sonra, «Müslüman oldum dolayısıyla ben ona varisim.
Çünkü
öldüğü an henüz onun dininde idim.»
dese. vereseler de «Henüz kocası vefat etmeden
müslüman
olmuştu, dolayısıyla ona varis
değildir.» deseler. durumun hakem kabul edilmesi ve
eskinin
devamı ile verese tasdik edilir. Kadının ölümden sonra değil, ölümünden önce müslüman
olduğuna
hüküm verilir. Nitekim değirmende su
akıp akmadığı konusunda ihtilaf edilecek olursa,
değirmene
gidilir suyun o anda akıp akmadığı tesbit edilir. Akmadığı görülecek olursa, müstecir
olan
kişinin su akmadığı için ücret ödemeyeceği konusundaki iddiasına durum şahit olmakta, onun
tarafını
teyid etmektedir.