Ancak
şunu burada ifade etmek gerekir ki, bu gibi halin ve durumun devamı bir
konuda iddiaları
bertaraf
etmede geçerlidir. İstihkak davasında ise hüccet ve delil sayılmaz. Buna örnek
olarak
müslüman
bir erkeğin zimmi ve gayri müslim
karısı müslüman olan erkeğin ölümünden önce
müslüman
olduğunu iddia etse, dolayısıyla ona varis olacağını söylese. ölen müslüman erkeğin
vereseleri
de «Ölümünden sonra müslüman oldu, mirasa müstahak değildir» deseler. onların sözü
kabul
edilir. Çünkü yeni olan herhangi bir olay en yakın zamana izafe edilir. Burada da ölümden
sonra
müslüman olduğu kabul edilmesi, o zamanın yakın zaman olmasındandır.
FERİ
MESELE: Ölmüş bir insanın müslüman veya gayri müslim olduğu konusunda ihtilaf
edilse,
müslüman
olduğunu iddia eden tarafın sözü
kabul edilir. Hüküm de buna göre verilir.
Bahır.
Kendisine
emanet bırakılan bir kişi, bir genç hakkında bu malı bana emanet bırakan ve ölen o zatın
oğludur
başka da varisi yoktur dese, o emaneti o gence teslim etmesi gerekir. Sanki bu ifadesi
«Bana
borç veren ve alacaklım olan kişinin oğludur» demesi gibidir. Burada «varisi» ile
kayıtlaması,
vasisi, vekili veya ondan satın
alan kişi demesi halinde veremeyeceğini belirtmek
içindir.
İkinci bir oğlu olduğunu tekrar ikrar etse, birinci oğul bu ikrarı kabul etmese, ikrar geçerli
değildir.
Çünkü başkası aleyhine yapılmış bir ikrardır. Ama kendisi
ikincisi için «onun oğludur»
demekle
birincisine mahkeme kararı olmaksızın malın tümünü vermesi halinde, yarı hisseyi ona
ödemek
mecburiyetindedir. Zeylaî.
Şahitlerin
şehadetine dayanarak bir tereke varisler arasında taksim edilir veya alacaklılara tevzi
edilir,
şahitler de «Biz başka varisi olduğunu bilmiyoruz, başka bir
alacaklısı olduğu hakkında
malumatımız
yoktur» dememişlerse, miras taksim edilir, alacaklı ve varis olanlardan kefil alınmaz.
İlerde
bir varis ortaya çıktığı taktirde veya bir alacaklı geldiği taktirde ona haklarını vereceklerine
dair
kefil vermeleri istenmez. Bu da Ebu Hanife'ye göredir. Sahibeyne göre
istenir.
Ebu
Hanife'ye göre mekfululeh dediğimiz ikinci bir alacaklı ve varisin meçhul olması dolayısıyla
kefalete
gerek duyulmaktadır. Bunun üzerine
hakim bir müddet bekler, kimse çıkmadığı taktirde
hükmünü
verir. Ama şahitlerle değil, varisle alacaklıların ikrarı ile borç ve miras sabit olmuş ise,
ittifakla
tevzi esnasında gelebilecek bir alacaklı ve varis için kefil vermeleri gerekir. Ama şahitler,
«Biz
başka varisini bilmiyoruz» veya «Başka bir alacaklısı olduğu hakkında bilgimiz yoktur»
demişlerse, o zaman terekeyi aralarında bölüşen alacaklılardan veya varislerden kefil alınmaması
ittifakla
kabul edilen
hükümlerdendir.
İZAH
«Eğer
sulh olmamış ise ilh...» Bu meselenin yeri biraz önce geçen, «Bir kimse başkası aleyhinde bir
mal
iddia etse» ifadesinden sonra olması gerekir.
Bahır'da
bu konuda şöyle denmektedir: «Sukutu tercih etmesinden dolayı davalı sulh olmamış
olabilir.
Asıl olan borçlu olmamasıdır. Ama inkar edecek olur ve bunun akabinde de bir miktar mala
sulh
olur, daha sonra da ödediğine veya
ibra edildiğine dair bir beyyine sunacak olursa,
mahkemece bu davası dinlenmez. Hülasa'dan da bu şekilde nakledilmiştir.» Halebî.
«Bir
rivayete göre düşmez denmiştir, fetva da buna göredir ilh...» Bu görüş Kuduri tarafından
Hanefi
fukahasından nakledilmiştir. Bahır.
«Çünkü
insanlardan gizlenen ilh...» Yani erkeklerden uzak olan ve işlerini bizatihi kendisi
yürütmeyen kişi demektir. Diğer bir görüşe göre makamının yüksek olması veya başka sebeplerden
herkesin
göremediği, insanlardan uzak yaşayan kişi demektir. Bahır.
«Hatta
kendi işini kendi gören kişi olsa ilh...» Yani aleyhinde dava açılan müddaaleyh insanlardan
uzaklaşan biri değil de kendi işini kendi gören biri olduğu taktirde, getireceği beyyine kabul
edilmez.
Bu mesele Kadıhan'ın görüşüne uyarak Nihaye isimli eserdeki kavle binaen açıklanmış feri
bir
meseledir.
Kitabu'l-lslah
isimli eserde, «Bu tartışılabilir» denmektedir. «Çünkü iki ifade arasında telifin
yapılabilmesi, onlardan birinin işlerini direkt kendisinin yürütmemesine
binaendir. Özellikle
müddaaleyh
değildir.»
Bu
ifadenin de bertaraf edilmesi ve
buna cevap verilmesi kolaydır. Çünkü yukarda sözünü ettiğimiz
ifadeler
müddainin değil müddaa aleyhin sözleri arasındaki tezatla ilgilidir. Bahır.
«Evet
eğer iddia etse ilh...» Dürer'de Kınye'den naklen mesele şu şekilde tasavvur edilmektedir:
«Müddaaleyh
müddaiye «Seni tanımıyorum.» dese, aleyhinde beyyine ile hakkın sabit olması
sonucu
ödediği iddiasını ileri sürse, bu iddiası dinlenmez. Ama müddainin kendisine
alacağının
ulaştığı
veya ulaştırıldığı ikrarını iddia etse, dinlenir.»
Bahır'da
ise gerekçe olarak şu ifadelere yer verilmektedir: «Çünkü
birbirine zıt ifadeler, aynı kişi
tarafından
söylenmese halindedir. Burada ise
iki zıt ifade birleşmemiştir. Bunun için de davacı
açıktan
karşı tarafın ödediğini tasdik etse, ortada bir tenakuz ve tezatın olmadığı anlaşılır.»
Timürtaşî
bu şekilde ifade etmiştir. Bu da şarihin açıklamaya çalıştığı husustan daha kabule şayan
ve
akla yatkın, bir ifadedir. Bununla da şarihin meseleyi tasavvur ederken davacı yerine davalı
ifadesini
kullanmasının hata olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Her ne kadar bunu başka türlü telafi
etmek
mümkün ise de.
«Çünkü
ikrar ilh...» Bu ifade içerisinde «bey'i ikrar, onun rüknünü de ikrar demektir» ifadesi yer
almaktadır. Çünkü bey' malın mala mübadelesi, trampası ve değiştirilmesi demektir. Ancak burada
karşılığında bedel olmayan bir bey'i ikrarına hamledilmesi mümkündür. Mebsut'ta bu konuda, «İki
şahit
satıcının sattığına dair ikrarına şahitlik ederler ama bedeli belirlemezlerse ve bu bedelin
kabzedildiğine
dair şahitlik yapmazlarsa, bu beyyine kabul edilmez. Ama şahitler. «Bizim yanımızda
sattığına
ve semeni aldığına dair ikrarda bulundu. Ancak semenin miktarını belirlemedi.» deseler.
bu
akit caiz ve bu konudaki beyyine kabul edilir.» denilir.
Mecmail-Fetava
isimli eserde. «İki şahid bir kimsenin malı sattığına dair şahitlik ederler ve
karşılığında semeni kabzettiğini de ifade ederlerse, caizdir. Semen miktarını belirlemeseler de bir
mahzur
yoktur. Keza satıcının ikrarı
konusunda şahitlik ederlerse, satıp semeni kabzettiğini
söylemeleri de yeterli sayılır.» denilmiştir.
Yine
bu konuda Hülasa'da. «Şahitler senenin miktarı ile ilgili bir açıklamada bulunmaksızın satış
yapıldığına
ve semenin kabzedildiğine dair şahitlik ederlerse, kabul edilir. Aksi halda kabul edilmez.
Keza
birisi semeni kabzettiğini beyan eder, diğeri beyan etmezse, durum yine aynı olmaktadır.»
denilmiştir.
Nurulayn.
«Tezattan
dolayı ilh...» Çünkü beraetin şart
koşulması, aktin vasfını
değiştirme demektir. Bu da
ortada
bir aktin olmasını gerektirir. Ama karsı taraf bunu inkar etmiştir. Yukarda gecen mesele
bunun
hilafınadır. Çünkü hak olmayan,
doğru olmayan ve batıl olarak
kabul edilen, bazan yerine
getirilir,
ifa edilir. Böyle bir davayı bertaraf edebilmek için kurtulmanın tek yolu bir şey vererek
ondan
kurtulmak olabilir. Bu bütün
imamlardan naklen zahirur rivayede nakledilen ifadedir. Bahır.
«Vekilinin satışı ilh...» Burada satıcının vekili demektir. Yani satıcı «Ben seni görmedim, sana bir
şey
satmadım» demesi halinde, daha sonra bir satış iddiası ile ortaya çıkılması halinde, iki ifade
arasında
bir tezat olup olmadığı meselesi ele alınırken, satıcı vekili vasıtasıyla satmış, gerçekten
onu
görmemiş, kusurdan, her türlü ayıptan
malın geri iade edilmeyeceği şartını
koşma yine vekil
tarafından
yapılmış olabilir.
«Kadın
bir kişiyle evli olduğu iddiasını ileri sürse erkekte bunu inkar etse ilh...» Yanı, «Aramızda bir
nikah
yoktur» dese. Camiü'l-Fusuleyn'den Bahır'da nakledildiği gibi, bu inkarı nikah aktini fesh
etmediğinden,
daha sonra ikrarı aktin devamına ve aktin varlığına engel
teşkil etmez. Eğer koca
«Benimle
senin, aranda bir nikah yoktur.» ifadesini, kadının nikah olduğunu beyyine ile isbat
etmesinden
sonra söylemiş ve o da karısını mehir. karşılığı hulu yoluyla boşadığını beyyine ile
isbat
etmiş ise, erkeğin beyyinesi kabul edilir. Ama, «Aramızda hiçbir şekilde nikah yoktu.» dese
veya «Asla ben onunla evlenmedim» dese, diğer durumlar aynen devam etse, bu durumda bunun
bir
kusura vesile olması gerekir. Zahirur rivayede beraetle ilgili beyyine kabul edilmez. Yani
kusurdan
dolayı beraet beyyinesi kabul edilmez. Çünkü bey' meselesinde bey'i ikrar vardır. Hulu da
bunun
gibidir. Yani daha önceden bir
nikahın olmasını gerektirir. Nikah olmayan bir yerde hulu
tasavvur etmek mümkün değildir. Dolayısıyla iki ifade arasında, yani «Evliliğimiz yoktu, asla ben bu
kadınla
evlenmedim» der daha sonra hulu karşılığı boşadığını söylerse, bu iki ifade arasında
elbette
bir tezat ve tenakuz vardır.
«Sâkk
veya bir yazılı ifade sonundaki inşaallah ifadesi ilh ..» Çünkü asıl olan cümlelerin müstakil
olmasıdır.
Senet veya sak dediğimiz belge bir güvence olarak yazılmakta, ilerde isbat için
kullanılması için istenmektedir. Eğer bu ifadedeki inşaallah bütün cümlelere şamil olsa idi, onun
muhtevasını
iptal etmesi gerekirdi. Bu da onun
muhtevasında kasdedilenin tamamen zıddı
olduğunu
ortaya koyar, öyleyse bir zaruret gereği hemen kendisinden önce gelen cümleye şamil
olması
düşünülür. Halebî Tebyin'den naklen
meselenin bu şekilde olduğunu beyan etmiştir.
Bahır'da
bu konuda şöyle denmektedir: «Netice olarak birbirlerine ve gibi bag edatı ile bağlı
cümlelerden
sonra inşaallah ifadesi zikredilmesi halinde mesela kölem hür, karım boş ve Allah
rızası
için Mekke'ye kadar yürümeyi iltizam ettim inşaallah, diyen bir kişinin cümleleri birbirine
atfedildiği,
bağlandığı için, bu inşaallah ifadesi bütün cümlelere şamil ve cümlelerinin tümü
geçersizdir. Bu konuda da imamların ittifakı vardır. Bu noktada Ebu
'Hanife kendi vaz ettiği kaide ve
hüküm
istikametinde devam etmiş,
sahibeyn ise senet ve çek yazılma meselesindeki sureti bunun
genelinden,
onu özelleştirecek arizi bir sebepten dolayı istisna etmişler, yani
cümleler adeta
birbirine
bağlı sayılmış, hadisede buna göre hamledilmiştir. Bunun içindir ki sahibeynin görüşü
istihsan
olması itibariyle tercihe şayan
görülmüştür. Fethü'l-Kadir'de de bu şekilde ifade edilmiş
meselenin
zahiri istisna şartın tümüne şamil olduğunu gösterir» denmektedir inşaallah şeklinde
olmasa
da.
«Şart
ile ilh...» Gerek bu şart inşaallah şeklinde olsun, gerek başka şekilde olsun hüküm aynıdır.
Bahır'da
Halebî'den naklen mesele bu şekilde belirtilmiştir. Göründüğü kadarıyla bu mesele ikrarla
ilgili
özel bir durum olsa gerektir.
«Şarta
talik edilmemiş iki cümle ilh...» Yani karine ile belirlendiğine göre şarta talik edilmemiş
tencizi
ifadeler demektir ki, mesela bir kimse karısına sen boşsun dese ve şu kölede hürdür dese
ve
bunlar akabinde hemen inşaallah dese bu istisna her iki cümleye birden şamil olur. Halebi.
«Sükut
ve fasıladan sonra atıfla da
olsa ilh...» Yani son cümle ile ondan önceki cümleler arasında
bir
sükut olacak olursa demektir. Bu durumda tabiki istisna yalnız ittifakla son cümleye şamil
olduğu
ve yalnız onu ilgilendirdiği kabul edilmiştir.
«Ancak kendisini zorlayacak olursa îlh...» Yani bir kimse karısına «Sen eve girersen şöylesin» dese
ve
sussa, ondan biraz sonra«şu da»
diye ikinci karısına işaret etse, ikinci karı yeminin zımnine
dahil
kabul edilir. Şu aşağıdaki mesele bunun hilafınadır. Şu ev diyecek olursa tabiki ev
yukardakinden
farklıdır. Ama «şu da boştur.» der
susar, ondan sonra «ve şu da boştur ve şu da»
derse,
ikincisi boş olur. Azad meselesinde de durum aynıdır.
Bahır.
«Eskinin
devamı ve durumun hakem oluşu ilh...» Yani bir meselenin zahiri durumu peyse, onun
devamı
esastır. Onu değiştirecek ve değiştirdiğine dair delil yok ise, eski durum devam eder.
Mesela
insanda asıl olan borçlu olmamasıdır. Mücerret iddia ile bir kimsenin borçlu olması
gerekmez.
Bu iddia beyyine ile isbat edilecek olursa, eski asıl durum değişmiş ve kişinin borçlu
olduğu
ortaya çıkmış olur.
«Değirmen
meselesi ilh...» Bir kimse birinden su değirmenini kiralasa, kîraya veren kira bedelini
almak
için geldiğinde, «Sen ücrete müstahak değilsin çünkü değirmenin suyu kesildi,
çalıştıramadım. Onun için sana ücret ödememem gerekir.» şeklinde bir iddiada bulunsa, o anda
gidilir
bakılır, eğer değirmenin gerçekten suyu akmıyor ise, bu halin maziye doğru
uzatılması
(imtidadı)
zahiri hali tahkim demektir. Eğer akıyor ise kiraya verenin ücret isteme hakkıdır. Çünkü
zahiri
durum su akmıyor diyeni yalanlamaktadır. Diğer taraf eğer belirli bir süre akmadığım kabul
etmezse,
karşı tarafın bunu isbat etmesi gerekir. isbat edememesi halinde, o anki durum hakem ve
hüküm
için bir kaynaktır.
«Görünüş,
zahiri durum bir şeyin defi için
hüccettir. İsbatı ve istihkakı için
hüccet değildir ilh...»
Eğer
burada «Yukarda vermiş olduğumuz
değirmen meselesi bu kaideyi zedelemektedir» şeklinde
bir
itiraz varit olacak olursa, şöyle
ki, değirmenin ihtilaf anında
suyunun akar bulunması, müstecirin
karşı
tarafa ücret ödemesi ile mahkemenin karar vermesi gerekir. Bu mesele zahiri durumla bir
istidlaldir.
Ücretin tesbitine, yani ücretin
istihkakına delil olma niteliği göstermektedir.
Bu
itiraza verilen cevabımız şudur: Bu
zahiri hal kiraya verene karşı kiracının iddiasını def için,
bertaraf
etmek için bir istidlaldir. Çünkü o bir aybın, kusurun husule
geldiğini, suyun kesildiğini
iddia
etmekte, bu iddiası ile de ücretin sakıt olduğunu, ücret vermemesi gerektiği iddiasını ileri
sürmektedir.
Bu iddiasını def etmek için bir delildir. Peki ücretin ödenmesi meselesine ne denir.
Ücretin
ödenmesi suyun akmasıyla ilgili değil, ücretin varlığı ve kabul edilişi, ücreti gerektiren
önceden
yapılmış bir akit iledir. Durum
böyle olunca buradaki zahiri hal müstecirin iddiasını def
edici
mahiyettedir. Ücreti isbat edici
mahiyette değildir. Yakubî.
Bahır'dan
naklen şöyle denmiştir: «Bir müslüman ölse, onun da hıristiyan bir hanımı olsa,
ölümünden
sonra müslüman olarak gelen bu kadın, «Ölümünden önce müslüman olmuştum.
Mirasın
intikal ettiği esnada ben de varisler arasında idim.» demek istese, vereseler de «Hayır o
ölümünden
sonra müslüman oldu. Dolayısıyla mirasa hakkı yoktur.» deseler söz onların sözüdür.
Burada
zahiri durum, hal, hakem olarak kabul edilmemiştir. Bu da yukardaki meseleyi nakzeder bir
durum
değil midir? Çünkü zahiri durum
istihkak için değil, def için hüccettir. Bu kadın ise istihkaka
muhtaç
ve miras alma ile ilgili bir beyanda bulunmuştur. Vereseler ise kadının böyle bir iddiasını
bertaraf
edici ifadeler kullanmışlardır. Bir şeyin, bir olayın en yakın zamana izafesi gerekir kaidesi
de
varislerin bu ifadelerini
desteklemektedir.»
«Nitekim
müslümanla ilgili bir meselede olduğu gibi ilh...» Bu da zahiri halin istihkaka mani
olduğuna
bir misaldir. Özeti, bu meselede söz hakkı varislerin olmuştur. Bunun durumun
hakemliğine bina edilen bir mesele olarak kabul edilmesi de mümkün olmamaktadır. Çünkü
istihkaka hüccet ve delil olmayan bu durum, kadının
istihkak için iddiasını ortaya koymakta,
dolayısıyla istihkak için delil kabul edilmemektedir.
«Söz
hakkı müslüman olduğunu iddia
edenindir ilh...» Yanı bir kimsenin ölümünden sonra
müslüman
olarak veya gayri müslim olarak öldüğü
konusunda ihtilaf edilse, müslüman olarak
öldüğünü
iddia eden görüş tercih edilir.
Mesela anası babası zımmi olan bir kimse öfse ve annesi
babası
da oğlumuz gayri müslim olarak öldü, dolayısıyla biz ona varisiz deseler, müslüman olan
çocukları
da ölenin müslüman olarak öldüğünü demeleri halinde, söz hakkı müslüman olduğunu
iddia
edenin olduğuna göre, bu kimsenin
mirası anne ve babasına değil çocuklarına intikal eder.
Bahır.
«Bu
bana emanet bırakanın oğludur
dese ilh...» Bahır isimli eserde şöyle denmektedir: «Burada
mesele
oğlu ile .ikrarla kayıtlanmıştır. Çünkü kendisine emanet bırakılan kişi, sonradan gelen bir
kişiye
«Bu onun ana baba bir erkek
kardeşidir.» dese, ondan başka varisi olmadığını da söylese ve
bunu
iddia etse, hakim hüküm verirken
biraz teennili davranır.Hemen,
birden onun ifadesine
dayanarak hüküm vermez.»
Oğlu
meselesiyle kardeşidir meselesi arasındaki fark şuna bağlıdır. Çünkü kardeşin miras
olabilmesi
ölen kişinin oğlunun olmaması şartına bağlıdır. Oğlanın durumu ise böyle değildir,
başkası olsa da her halükarda varis olacaktır. Tabiki buradaki oğlundan maksat da her halükarda
varis
olacak bir oğuldur. Kız, baba ve
anne de oğul gibidir. Her
halükarda varis olanlardandır.
Bazı
durumlarda
varis olup bazılarının varlığıyla varis olamayanların durumu ise, kardeşin durumuna
benzemektedir. Bahır.
«Verese arasında veya alacaklılar arasında tevzi edilen terike ilh...»Camiü'l-Fusuleyn'in on ikinci
babının
sonunda Asıl isimli esere nisbet
edilerek zikredilen meselede şöyle denmektedir: «Varis
eğer
bir başkası ile mirastan mahrum ediliyor ise, mesela dede, nine, erkek kardeş, kız kardeş
bütün
varisler belirlenmedikçe, yani veraset ilamı tam olarak çıkarılmadıkça bunlara bir şey
verilmez.
Daha açık bir şekilde, bir kimse ölen kişinin erkek kardeşi olduğunu iddia etse, bunun
mirası
alması, kendisine mirastan pay verilmesi ve mirasın ona teslim edilmesi mevcut olan bütün
varisleri
isbat etmesinden sonradır veya iki şahit ondan başka bir varisi olduğunu bilmediklerine
dair
şehadet ederlerse, o zaman ona miras, tereke verilir. Ama şahitler yine «Ondan başka hiçbir
varisi
yoktur» deseler, bizim mezhebimize göre bu tür beyyine kabul edilir. İbni Ebi Leyla'ya göre
kabul
edilmez. İbni Ebi Leyla şahitlerin
burada bir ön yargıdan hareket ettiklerini kabul etmektedir.
Biz
ise örfü delil olarak alıyoruz. Çünkü insanların aralarındaki ifadeleri, «Bir başka varis
bilmiyoruz.» şeklindeki sözleri bir şahitliktir. Aynı zamanda olmadığına olumsuz yönde şahitliktir,
kabul
edilir. Nitekim yukarda «Şart
olumsuz da olsa kabul edilir.» şeklindeki ifadeye de tamamen
uygundur. Burada ise durum yine aynıdır. Çünkü burada beyyinenin kabulü, şehadetin kabulü,
varis
olma şartına bağlıdır. Eğer varis
herhangi bir diğer varisle mirastan mahrum edilmiyor ise,
şahitler
de bu konuda «varisi odur» deseler, tereddüde mahal yoktur. Ama, «O varisidir» derler,
başka
bir varisi olmadığını söylemezler
veya «bilmiyoruz» demezlerse, kadı belirli bir süre bekler,
belki
bir başka varis çıkabilir diyerek hükümde acele etmez. Çıkmadığı taktirde, bütün mirası ona
verir.
Bu durumda her iki meselede de kefil almaya gerek yoktur. Bu da Ebu
Hanife'ye göredir. Yani
başka
varisi yoktur veya başkasını bilmiyoruz
meseleleridir.
Sahibeyne
göre, her iki meselede de onlardan kefil istenir. Hakimin karar için bekleyeceği süre
onun
kanaatine bırakılmıştır. Bir diğer kavle göre bir yıl, bir diğer kavle
göre bir ay beklenir
denmiştir.
Bu da Ebu Yusuf'un görüşü olarak
benimsenmiştir. Ama karı kocadan biri beyyine ile
varis
olduğunu isbat eder, ondan başka bir
varis olmadığını isbat etmezse, Ebu Hanife ile İmam
Muhammed'e
göre, kan kocaya birbirlerinin
vefatında en çok alabilecekleri hisse ne ise onu
belirler,
bu da bekleme süresinden sonra olur. Mesela kocanın en çok alabileceği miktar yarı,
kadının
da, en çok alabileceği miktar dörtte birdir. Ebu Yusuf'a göre ise, en azını kabul eder, o
istikamette
hüküm verir. Bu durumda erkek için dörtte bir, kadın için ise sekizde birdir.»
Hakimin
belirli süre beklemesinden sonra taksimi isteyen varisin başka biriyle mirastan mahrum
edilen
biri olması ile, mesela kardeş buna örnektir. Mahrum edilmeyen biri oğul
arasında fark
yoktur.
Bezzaziye'nin nesep ve irs bölümünde bu mesele özellikle zikredilmiştir. ilerde yine tekrar
edilecektir.
«Kendilerinden
kefil alınmaz ilh...» Burada kendilerinden kefil istenmeyen kişiler, yukardaki
meselemizdeki verese ve alacaklılardır. Yani hakım onlardan ilerde bir varis veya diğer bir alacaklı
çıktığı
taktirde aldıklarından bir kısmını ona iade edeceklerine dair kefil vermeleri talebinde
bulunmaz.
Halebi. Bu da Ebu Hanife'ye
göredir.
Dürer'de
«Onların şahsına kefil alınmaz.» denilmiş ve bu kavlin Ebu Hanife'nin kavli olduğuna
yer
verilmiştir.
Sahibeyne göre, onların şahsından
kefil alınır. Yani ikinci bir davacı ortaya çıktığı
taktirde,
onları mahkemeye getirme görevini
üstlenen bir kefil vermeleri
gerekir. Bu da sahibeynin
görüşüne
göre, «Şahsına kefil alınır.» şeklinde açık bir ifade olsa gerek. Bu mesele Tacuşşeria'da
da
görülmüş ve kefaletin şahsa
kefalet olduğu beyan edilmiştir. Bahır'da ise bu durum
görülmediğinden
Bahır sahibi tereddüt etmiş,
buradaki kefaletin mal ile ilgili veya şahıs ile ilgili
olduğu
konusuna bir izah ve açıklama
getirmemiştir.
«Lehine
kefil alınacak kişi meçhuldur ilh ..» Bu da Ebu Hanife'nin 'kefil alınmaz ifadesinin
gerekçesidir. Çünkü kimin lehine kefil alınacaktır? Olması ve olmaması ihtimali eşit olan bir
alacaklı veya bir varis meçhuldür. Dolayısıyla varislerden veya alacaklılardan kefil alınmaz.
«Hakimin
bir süre beklemesi gerekir ilh...» Süre beklemesi gerekir ifadesinden maksat, kararını
verir
fakat malı erteler demek değil karar vermeyi erteler, demektir. Çünkü hüküm verdiği taktirde
terekeyi
onlara vermesi için bir bekleme söz
konusu değildir. Nitekim Gayetü'l-Beyan'dan
nakledilerek Bahır'da mesele bu kayıtlarla zikredilmiştir. Buna göre mesele üç şekilde ortaya
çıkmaktadır. Bu şekillerin neler olduğunu öğrenmek için Bahır isimli esere müracaat etmek gerekir.
Ayrıca
şehadet üzerine şehadet bahsinden önce bu mesele gelecektir. Her ne kadar orada gelecek
bu
meselelerin tümü değil ise de bir kısmına ve kaidesine orada yer verilecektir.
«Bir
müddet bekler ilh...» Yukarda da belirtildiği gibi bu bekleme süresi hakimin kanaatine
bırakılmıştır. İmam Tahavi bir yıl ile takdir
etmiştir. Belirli bir süre tayin etmeyen görüşe göre,
hakimin
kanaati önemlidir. Başka bir varis ve olacaklının çıkmayacağı kadar bir süre bekletilmesi
ve
ondan sonra karar verilmesi
gerekir.
«İkrar
ile sabit olmuş ise ilh...» Yani miras veya borç alacaklı ve varislerin ikrarı ile sabit olmuş ise
demektir.
Bu da şahitlerle belirlenen borç ve mirasın dışında olan meseledir.
«Eğer
onu şahitler söylerse ilh...» Yani
şahitler onun bir varisi olduğunu
veya bir alacaklısı
olduğunu
bilmiyoruz diyecek olurlarsa, ittifakla kefil alınmaz, demektir. Halebi.
METİN
Bir
kimse başkasının elinde olan bir evde kendisi ve mevcut (hazır) olmayan gaip kardeşi için bir
hak
iddia etse ve irsen bu evin
kendilerine intikal ettiğini söylese
ve bu iddiasını beyyine ile isbat
etse,
davayı açan kişi müşa olarak bu evin yansını alır. Evin diğer kısmını zilyet olan ev elinde
bulunan
kişinin elinde kendisinden kefil almaksızın bırakılır. Kefil alınmaya gerek yoktur. Bu zilyet
davayı ister inkar etsin, ister inkar etmesin, durum aynıdır. Bu da Ebu Hanife'ye göredir. Sahibeyne
göre
inkar etmesi halinde, elinden alınıp emin bir ele bırakılması gerekir bu da istihsandır,
denmiştir.
Nihaye.
Gaip
olan kardeş geldiğinde yeni bir
beyyineye, yeni bir hükme gerek yoktur. Sahih
olan görüşte
budur.
Çünkü varislerden herhangi biri ölü
için hasım olarak gösterilebilir. Dolayısıyla terekesinden
borçları
bunu hasım göstererek ödenir. Hasım olabilmesi veya onun yerine kaim olabilmesi,
Bahır'da
açıklandığı gibi dokuz şarta bağlıdır. Doğrusu borç veya para ile ayın dediğimiz mallar
arasında
bir farkın bulunmasıdır denmiştir. Ancak metinde devamla akarın
durumu ne ise yukardaki
hükümler
konusunda taşınır malın (menkulün) durumu da esah olan kavle göre aynıdır demektedir.
Dürer.
Mülteka'da
ittifakla onun elinden alınacağı görüşü benimsenmiştir. Benzeri bir görüşte Bahır'da yer
almıştır.
Bahır'da bu konuda devamla, «İkrar eden biri olduğu taktirde, inkara sapmaması halinde, o
mal
onun elinden alınmayacağı ittifakla
kabul edilen hükümler arasındadır.» denilmiştir.
Bir
kimse malının üçte birini vasiyet
etse. bu üçte bir ifadesi malik
olduğu her şeyin üçte biri
demektir.
Çünkü vasiyet bir bakıma miras
gibidir. Bir kimse «Malım
veya malik olduğum her şey
sadakadır.» dese, bu zekat malı cinsinden olana şamildir. Bu da istihsanen böyledir.
Malının
tümünü tasadduk etmek üzere adayan
kişi geçimini sürdürmek için başka bir şey
bulamadığı
taktirde ondan bir miktarını alıkoyar, ilerde yeniden bir mal kazandığı taktirde o miktarı
da
tasadduk eder.
Bahır'dan
bu konuda şöyle denmektedir: «Eğer
«Ben şöyle yaparsam malik olduğum her şey
sadakadır.» dese, bundan kurtuluş çaresi ne olabilir diye sorulmuş cevap olarak da «Mülkünü bir
adama
mendil içerisindeki bir elbise karşılığında satar ve onu kabzeder ve onların neler olduğunu
görmez.
Daha sonra yapmış olduğu o yeminde şunu yaparsam dediğini yapar. Bunun akabinde de
mendili
açar, içindeki kumaş ve elbiseyi gördükten sonra görme
muhayyerliğiyle sahibine iade eder
ve
malını geri alır. Bu durumda da
kendisine bir şey
gerekmez.»
Bir
kimse, «Malımdan bin dirhem sadakadır, eğer şunu yaparsam.» dese ve o dediğini de yapsa,
malik
olduğu miktar o miktardan az olsa, yalnız malik olduğu miktar kadarını verir. Ondan fazla
kendisine
bir şey gerekmez» denmiştir. Şayet hiçbir şeyi yoksa bir şey gerekmez.
Bir
kimsenin haberi olmadan onu vasi
tayin etmek sahihtir. Dolayısıyla
tasarrufları geçerlidir.
Vekilde
ise durum bunun aksinedir. İkisi arasındaki fark, vasinin tasarrufu bir bakıma onu vasi
tayin edenin yerine kaim olduğundan aynı
tasarruftur. Vekilde ise niyabet
ve vekalet vardır. Vekil
daha
sonra kendisine bir vekalet
verildiğini mümeyyiz bir çocuktan
veya fasik birinden de öğrense,
tasarrufu
sahihtir. Azli ise ancak adil bir
kişinin haberiyle sabit olur.
Fasik olan kişinin haberi
cinayet
konusunda olacak olursa kabul
edilmesi karşı tarafın onu tasdik etmesine bağlıdır veya iki
mestur
(hali bilinmeyen) veya iki fasik tarafından kendisine azledildiği haberinin iletilmesi gerekir ki
esah
olan kavle göre bu vekil azledilmiş
olsun. Mesela mevlaya kölesinin cinayetiyle ilgili yukardaki
vasıfları
belirtilen kişilerden biri haber verse, buna rağmen mevla köleyi satmaya kalksa, bu onu
cinayetinden
dolayı kurtaracağını üstlenmesi demektir.
Şefie
şufa hakkıyla alabileceği bir gayri menkulün satılması haberi, nikah konusunda henüz bakire
olan
bir kızın sükut ettiğine, sükutunun
rıza mesabesinde olduğuna dair yukardaki kişilerin haberi
iletmeleri
veya henüz bize intikal etmemiş gayri
müslim bir ülkede yaşayan ve orada
müslüman
olmuş
bir kişiye İslami hükümleri aynı vasıftaki kişilerin haber vermeleri meselesi bunlara örnek
teşkil
etmektedir. Malı satın alacak kişiye malın kusurlu olduğu
konusundaki haber de bunun
gibidir.
Mezun olan köleye haciz konduğuna ve ticaretten men edildiğine
dair gelecek haber de
buna
benzemektedir. Şirketin fesh edilmesi, kadının, vakıf mütevellisinin azledilmesi meseleleri
yukardaki
meselelerle aynıdır. Bu konuda mesele sayısı ona baliğ olmaktadır. Yani burada
şehadetteki
şehadet lafzının dışında gerekli olan aded veya adalet şartlardan birinin bulunması
gerekir
ya iki kişi olması veya adil bir kişinin bulunması ki bunlara şehadetin iki şartı (iki bölümü)
denir.
Biri adalet, diğeri adeddir. Aded ya ikiye baliğ olmalı veya haber veren tek olduğunda adalet
vasfı
bulunmalıdır.
Haber
verende aranan şartlar, şahitlerde aranan şartlarla aynıdır. Ancak Bahır isimli eserde bu
konuda
azl meselesinin kasdi bir azil olması ve karşı tarafın haberi tasdik etmemesi ve haber
verenin
elçi olarak gönderilen kişi olmaması ile kayıtları kayıtlamıştır. Bu durumda
eğer gönderilen
elçi
ise yukarıdaki şartlara gerek yoktur. Çünkü mutlak bir şekilde onun
vereceği haberle amel
edilir.
Nitekim ilerde babında onunla ilgili meseleler zikredilecektir.
İZAH
«Birisi
başkasının elindeki gayri menkulde miras iddiasında bulunsa ilh...» Camiü'l-Fusuleyn'in
dördüncü
babında şöyle denmektedir: «Bir
kimse ellerinde ev bulunan iki kişiye karşı «Sizin
elinizdeki
ev benim mülkümdür, bana aittir»
dese ve bunlardan birine karşı evin kendisine ait
olduğu
beyyine ile isbat etse, eğer ev miras yoluyla ikisinden birinin elinde bulunuyor ise, onun
aleyhine
verilecek hüküm, mevcut olmayan diğer gaip olan aleyhinde de hüküm sayılır. Bu da
varislerden
birinin diğerleri adına vekaleten
hasım olabileceğini gösterir. Ama evin tümü onun
elinde
olmayacak olursa bu durumda ona
karşı verilecek hüküm, gaip aleyhinde de verilmiş hüküm
sayılmamaktadır.
Ancak hazır olan kişinin elinde olan miktar kadarıyla hazır aleyhinde verilmiş bir
hüküm
olur. Eğer ev satın alma yoluyla ikisinden birinin elinde olacak olursa, onlardan biri aleyhine
verilecek
hüküm, diğerinin aleyhinde verilmiş hüküm sayılmaz.»
«Zilyet
inkar ederse ilh...» Bu ifadenin
«beyyineyle isbat ederse» sözünden sonra zikredilmesi ve
bu
şekilde genelleştirilmesi doğru değildir. Çünkü delil getirmek. daha önceden bir inkarın olmasını
gerektirir.
Doğru olan beyyineyle isbat yerine, «o da sabit olsa» şeklinde olmasıdır. Çünkü bu son
ifade
hem ikrarla sabit olmayı, hem de beyyine ile sabit olmayı gerektirir ve bu iki hale de
şamildir.
O
zamanda davasını inkar etse veya
etmese ifadesine gerek kalmaz. Halebi. Buna cevap olarak, bu
genelleştirme bir kısmını onun elinde bırakır ifadesine raci olduğu gibi, meselede ihtilaf olduğuna
da
işaret etmek içindir, denmiştir.
«Sahibeynin
görüşü bunun hilafınadır ilh...» Onlar bu konuda, «Zilyet olan kişi inkar edecek olursa,
gayri menkul onun elinden alınır, emin bir kişinin eline (yedi emine) tevdi edilir. Çünkü
inkar
etmesiyle
emanete hiyanetliği ortaya
çıkmıştır. Eğer inkarı söz konusu değilse elinde bırakılır.»
demişlerdir.
«Ölen
kişinin vekili onun yerine hasım sayılır ilh...» Doğru olan, «Ölmüş kişinin yerine kaimdir.»
şeklindeki ifadedir. Hamişte Bahır'dan naklen şu ifadelere de yer verilmiştir: «Diğer verese adına
onun
hasım kabul edilmesi, onların yerine de muhatap olması üç şorta bağlıdır: Dava konusu olan
malın
mülkünün onun elinde olması, taksim edilmemiş olması, gaip olan kişinin belirli olan o ölmüş
kişiden
irs olarak intikalini kabul etmesi ve bunu tasdik etmesi.»
«Doğrusu
ilh...» Bu ifadenin makabliyle pek
ilgisi yoktur. Çünkü önceki ifadeler varislerden birinin
ölmüş
kişi yerine kaim olması ile ilgilidir. Buradaki fark ise onların veya onlardan birinin ölmüş kişi
aleyhine
olan konularda sabit olması ile
ilgilidir.
Bahır'da
bu konuda şöyle denmektedir: «Keza onlardan biri ölmüş kişinin aleyhinde sabit olacak
hususlarda
da mutlak bir şekilde hasım kabul edilir. Eğer bu borç ise. Ama belirli bir maldaki dava
ile
ilgili ise, onun aleyhinde verilecek
hükmün diğer varisler içinde geçerli olabilmesi için o malın
elinde
olması şarttır. Eğer bir kısmı elinde ise, o kadarında hüküm geçerlidir. Nitekim mesele
Camiü'l-Kebir'de
bu şekilde açıklanmıştır. Hidaye, Nihaye ve inaye isimli eserlerin ifadelerine göre
ise,
eğer terekenin tümü onun elinde ise, borç konusundaki davada onun muhatap
olması ve onun
aleyhine
verilecek hükmün diğerlerine geçerli olabilmesi, ancak terekenin elinde olmasına bağlıdır.
Fethü'l-Kadir'de
iki mesele arasındaki farkdan bahsedilirken, yani borç ve ayın dediğimiz mal
arasındaki fark izah edilirken, «Doğru olan da budur. Bunun dışındakiler bir zuhul ve sehiv
sonucudur.»
denmiştir.»
Ebu
Suud'da haşiyesinde şeyhinden naklen şu ifadeler yer almaktadır: «İki mesele arasındaki fark,
alacaklının hakkının bütün terekeye şai bir hak olması belirli bir maldaki iddia ise, muayyen bir
malda
olmasıdır. Çünkü onun hakkı terekede şâi' olmayıp yalnız o malla ilgilidir.»
«Ayn belirli ve müşahhas mal ilh...» Bu konuda, yani belirli bir mal
davasında vereselerden birinin
diğerleri
yerine hasım olarak gösterilmesi, ona verilecek kararın diğerlerine de sirayet etmesi,
ancak
ayın dediğimiz o malın onun elinde
olması halindedir. Borç davasında hasım olabilmesi için
terekenin
tümünün elinde olması gerekmez. Hatta bir miktarı da elinde olsa, birisi diğerlerinin
yerine
kaimdir. Dolayısıyla onun aleyhine verilecek hüküm,
diğerleri aleyhinde verilmiş hüküm
sayılır.
Bu, yukarda beyan ettiğimiz gibi
İnaye, Nihaye ve Hidaye'deki ifadelerin hilafınadır. Halebî.
«Malım
ve malik olduğum her şey sadakadır
dese ilh...» Bu ifadenin zimninde alacaklarda dahildir.
Kınye'de bu konuda iki görüş olduğuna yer verilmiş ve Vehbaniye'nin Vesaya
bölümünde dahil
olduğu
görüşü benimsenmiştir. Sayıhanî'nin
Makdisî'den naklettiğine göre,
muhakkak ki alacak
konusunda
zekat şarttır. O da alındığı zaman maldır. Bahır'da Haniye'den naklen dahil olmadığı
görüşü
benimsenmiş, bunun da fukahanın şu
ifadelerinin bir muktezası olduğuna yer verilmiştir:
«Alacak mal değildir. Hatta bir kimse, «Benim malım yoktur.» diye yemin etse, insanlarda alacağı
olsa,
bu yemininde hanis sayılmaz. yemini
bozulmuş olmaz. İbni Şıhne, İbni
Vehban'dan
naklettiğine
göre, benim hatırımda kalan Haniye'nin rivayeti borcun mala dahil olduğu şeklindedir.
Halebi.
«Zekat
malı cinsinden olanlara şamildir ilh...» Hangi cins olursa olsun, nisaba baliğ olsun veya
olmasın,
borcu bütün elindeki malı kapsasın kapsamasın, bütün bunlar dahildir.
Bahır.
«O
kadarını sadaka olarak verir ilh...» Yani sadaka olarak dağıttığı zaman yiyeceği kalmayan kişi,
yiyeceği kadarını elinde bırakır, geri kalanını dağıtır. Daha sonra para kazandığı zaman, yemek için
bıraktığı
kadarını tekrar sadaka olarak vermesi gerekir. Elinde bırakması meselesi, kendisinin
ihtiyacının diğerlerinkinden önce geldiğine binaendir. Her ehli sanat kendisine yetecek kadarını
bırakır,
yeni bir kazanç elde ettiği zaman
onun kadarını tekrar tasadduk etmesi gerekir. Fetih.
Meselenin
çaresi şudur tabiki bu da söylediğini yapmak istemez yemininde hanis olmayı istemediği
taktirde
buna baş vurur ve bu çare ile amel eder.
«Daha
sonra o yemin ettiği hususu yapar ilh...» Yani mendil içerisinde bir elbiseyi aldıktan sonra
malını
başka tarafa devretmiş, malı elinden bir bakıma çıkmış demektir. O zaman yemin ettiği
noktayı yaptığı zaman elinde mal olarak bir şey bulunmamakta onun üzerine
mendili açtıktan sonra,
görme
muhayyerliğinden dolayı içindeki
elbiseyi iade ederek malını geri almış ve böylece yeminden
de
kurtulmuş olur.
«Bir
şey gerekmez ilh...» Bu konuda Allame Makdisi şöyle demektedir: «Bundan da anlaşıldığına
göre,
itibar yemin anında değil, hanis
olduğu anki mülkiyettedir.»
Ben
derim ki: Bundan da tekrar anlaşılabileceği gibi, görme muhayyerliği ile satın alınan mal,
mülkiyetine
henüz tam olarak girmiş sayılmaz. Ta
ki onu görüp onun vasıflara uygun olduğunu
kabul
etmesiyle, geri çevirmek üzere karar vermemesine bağlıdır. Bunu Ebu Tayyib Medenî bu
şekilde
belirtmiştir. Mesele müracaatı gerektirmektedir.
Bahır'dan
nakledilen ifade Velvalicî'nin çareler bölümüne atfedilerek zikredilmiş meselenin tamamı
Velvaliciye'de
zikredilmiş ve şöyle denmiştir: «Eğer
bir kimsenin insanlarda alacağı varsa, o
alacaklarından dolayı bir kimse ile mendil içerisindeki bir elbiseye karşılık sulh olsa, daha sonra o
yemin
ettiğini yapsa, elbiseyi görme muhayyerliğinden dolayı sahibine iade edecek olursa borç geri
döner
ve böylece yeminine halel gelmiş olmaz.»
«Tasarrufu
sahihtir ilh...» Burada vasi ile vekil arasındaki meseleye temas edilmektedir. Genel
hususlardan
biri de, vasinin kendini ne hakikaten ve ne de hükmen azletmeye yetkisi yoktur. Tabiiki
bu
da vesayeti kabul ettikten sonra böyledir. Hakikaten azil, ifade ile belirtilen azildir. Hükmen azil
ise
ölüm ile ortaya çıkan azildir.
Buradaki
ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre Kenz'in ifadesine uyarak tasarruftan önce de vasi
olduğunu
gösterir. Halbuki durum böyle değildir. Tasarrufa başladığı andan itibaren vasi
hükmündedir.
Bahır'da bunu özellikle belirtmiştir. Bunun için Nuru'l-Ayn isimli eserde şöyle
demektedir: «Bir kimse ölse ve vasisi henüz vasisi olduğunu
bilmeden onun bir malını satsa, vasi
olduğunu
ve onun öldüğünden haberdar olmasa, istihsanen caizdir. «Bu onun vesayetini kabul
mesabesinden sayılır. Ondan sonra da vesayetten
kendisini azletmeye hakkı yoktur.» Buna göre
şarihe
düşen, daha önce tasarruf ederse demesi idi, tasarrufu sahih değildir dememesi gerekirdi.
«Vekilin bilgisi olmadan ilh...» Vasi terekeden bir şey satacak olursa, henüz kendisinin de vasi tayin
edildiğine
dair bilgisi olmasa, bu satışı caizdir. Ama vekilin vekil olarak tayin edildiğinden haberdar
olmadan
önce satması geçerli (nafiz) sayılmaz. Bahır. Çünkü bu
durumda fuzuli olan kişinin satışı
demektir.
Müvekkili de buna icazet vermediğine
göre, caiz değildir. Ama vekil meseleyi öğrendikten
sonra,
daha önceki aktini onaylayacak olursa, o zaman durum icazet mesabesinde sayılır.
Nuru'l-Ayn isimli eserin yirmi üçüncü bölümünde mesele bu
şekilde beyan edilmiştir. Bezzaziye'den
bir
ifadeye göre Ebu Yusuf'tan bunun hilafının nakledildiğine ver verilmiştir.
Bahır
isimli eserde şu ifadelerle söze devam edilmiştir: «Eğer, müşterinin vekalet konusunda bir
bilgisi
var ise ve ondan bunu bu bilgiye binaen satın almış ise, baide henüz vekile kendisinin satış
konusunda
vekil olduğunu bildirmemiş ise. yani
bunu satıcı (esas maliki) «falan kişiye git» diye
müşteriyi
birine havale eder ve «Ona de ki bana vekaleten şu malı sana satsın» derse, o da gider
ona
haber vermeden o malı ondan satın
alacak olursa, aslında vekil olmuş ama vekil olduğundan
haberi
olmadan bu malı sattığı taktirde bu satış caizdir.» Meselenin tamamı Bahır'dadır.
«Veya
fasikin haberi ilh...» Yani vekil
olan kişiye vekaletten azledildiğine dair fasık biri haber
getirse,
vekil olan kişi de onun haberini tasdik etse, vekalet sona ermiş olur. Yalanladığı taktirde.
ona
güvenmediğini söylemesi halinde, hüküm sabit olmaz. vekalet devam eder.
Yukardaki, fasikin
haberi
vekaletin sabit olması ile ilgili, buradaki haber ise, vekaletten azledilmesi ile ilgilidir. Buna
göre
de vekaletle vekaletten azil
arasında fasık olan kişinin haber vermesi ve bu haberin vekil
tarafından
tasdik edilmesi halinde bir fark olmadığı ortaya çıkmış olmaktadır. Çünkü azil
konusunda
da fasıkın getirdiği bu haberi tasdik ettiği taktirde, azledilmiş olur. Gayetü'l-Beyan bu
şekilde
izah etmiştir.
Yakubiye.
«Esah
olan görüşe göre ilh...» Bu ifade ile Kenz'de olan şu ifadeye işaret edilmek istenmiştir:
Çünkü
Kenz isimli eserde mestur (halleri bilinmeyen) iki kişinin haberi ile mesele kayıtlanmıştır. Bu
kayıtlama
ile de iki fasık kişinin haberinin kabul edilmeyeceği anlaşılmaktadır. İki fasıkın haberi
kabul
edilmediğine göre bir fasıkınkinin de kabul edilmemesi gerekir. Ancak bu zayıf bir kavildir.
Çünkü
iki fasıkın birleşmesiyle verdikleri haber. bir adilin vermiş olduğu haberden daha tesirli
olduğu
görülür ki, bunun delili de hakim
mahkemede bir adil şahidin şahitliğine dayanarak hüküm
verse,
hükmü geçerli değildir. Ama iki
şahidin adil olmaları halinde onların şehadetine dayanarak
hüküm
verecek olursa hükmü geçerlidir. (1) (Ancak burada bir sürçülisan olsa gerektir. Musannıf
yukarda
beyan ettiklerini isbata
çalıştığına göre bir adil
şahidin şehadetine dayanarak hüküm
veremeyen hakim, iki fasık şahidin şehadetine dayanarak hüküm vermesi halinde hükmü geçerlidir
şeklinde
olması gerekir. Çünkü iki adil şahidin şehadetiyle verilen hükmün geçerli olduğu tabiidir,
bedihidir.)
Bahır'da Fetih'den naklen bu şekilde ifade edilmiştir.
«Hakimin
azledilmesi ilh...» Hakimin azledildiğine dair gelen haberler ve haberi getirenler
konusunda
hüküm, yukardakinin aynı olmaktadır. Zira bir yerde kabul edilenin, diğer yerde de
kabul
edilmesi gerekir.
«Şahitliğin
iki ana bölümünden biri ilh...» Yukarda da belirtildiği gibi, şahitliğin birinci şartı adedin
iki
olmasıdır diğeri de adaletli olmalarıdır. Adet iki olduğu taktirde adalet vasfı olmasa da şehadet
bir
bakıma tam sayılır. Adet olmayıpta bir adil şahidin vereceği
haber ihbar kabul edilir. Ancak
mahkemenin
bu adil kişinin şahitliğine dayanarak hüküm vermesi,
vereceği o hükmü uygulaması,
caiz
olmaz.
Sadi
haşiyesinde şöyle denmektedir: «Benim burada söylemek istediğim adette adalet şartının
olmadığına
işaret edilmiştir. Çünkü musannıfın veya adil kelimesi bir kişinin sıfatıdır. Telvihte de bu
görüşün
daha sahih bir görüş olduğuna yer
verilmiştir.»
«Haber
verende, şahitlerde aranan diğer şartlar da şart koşulmaktadır ilh...» Yani adet şartı, adalet
şartı
ile birlikte. Ebu Hanife'nin kavline göre, burada bir kadının vereceği haber, kölenin veya
çocuğun
vereceği haberle yukardaki hükümler sabit olmamaktadır. Hatta bu kadınların sayısında
adet
ve adalet bulunsa da durum aynı olmaktadır. Bu noktaya işaret edenler de azdır, enderdir.
«Azli kastiyle ilh...» Açıktan azledildiği
demektir. Veya açıktan azledilmesi demektir. Bununla da
hükmi
olan azil konu dışı kalmış oluyor. Azli hükmi ise vekalet verenin ölümü halinde vekilin
vekaletinin
sona ermesi, otomatik azledilmiş olması demektir. Çünkü müvekkilin ölümünden vekil
haberdar
olmasa dahi, tasarrufu sona ermiş vekaleti bitmiş, hakkında azil otomatik olarak devreye
girmiş
sayılır. Halebi.
«Gönderilen
haberin fasikle olması halinde tasdik edilmesi şartı da vardır ilh...» Bu Bahır isimli
eserde
zikredilen kayıtlardan biridir. Ama
gelen haberi tasdik etmesi
halinde velevki bu haberi
getiren
fasık da olsa kabul edilir ve o istikamette hareket edilmesi gerekir. Bu da yukardakilerin bir
bakıma
tekrarı kabilindendir. Bahır.
«Gönderilmiş
olmaması ilh...» Bahır'da bu konuyla ilgili hasım ve elçinin dışında olması kaydı da
eklenmiştir. Zira özellikle elçi olarak gönderilen kişide adalet şartı aranmamaktadır. Hatta hasmın
kendisi
demiştik, satılan evde şuf'a hakkına sahip olan şefia satın alan bizatihi kendisi haber verse,
şefiin
hemen hakkını talep etmesi gerekir. Talep etmediği taktirde şuf'a hakkı düşmüş olur.
Elçinin
verdiği haberle fasıkta olsa tasdik edilse veya yalanlansa amel edilmesi gerekir. Bahır. Bu
konuda
yeterli bilgiler adı geçen eserde
geniş bir şekilde verilmiştir.
METİN
Kadı
veya Kadı'nın emini olan kişi alacaklılar lehine bir köle satsa, hatta Kadı eminine satışta seni
emin
kılmadım dese dahi, sahih olan kavle göre, kadının emininin buna yetkisi olduğu kabul
edilmiştir.
Velvaleciye.
Sattıkları
bu kölenin bedelini Kadı veya emini alsa, Kadı yanında iken, bedel zayi olsa ve köle de
istihkak
yoluyla müşterinin elinden alınsa, veya henüz müşteriye teslim edilmeden önce kaybolsa,
ne
Kadı'nın emini, ne de kadı kaybolan bu bedeli ödemezler. Çünkü
Kadının emini Kadı
mesabesinde, Kadı ise devlet başkanı mesabesindedir. Bunlardan hiçbirine bir şey kasdi
olmadıkça
ödetilmez ve yemin de teklif edilmez.
Vakıf
mütevellisinin naibi olanın durumu
bunun hilafınadır. Bu durumda
müşteri, köle başkasına ait
olduğu
için elinden alınması veya tesliminden önce kaybolması sebebiyle, verdiği parayı geri
alacaktır. Para da kaybolduğuna göre, Kadı'dan ve emininden alamayacağından alacaklılardan bu
parayı
alabilir. Çünkü akdi yapan kadı veya eminine rucu mümkün olmamaktadır, onlara
ödetememektedir.
Eğer
alacaklılar için onların borcunu ödeme maksadıyla hakimin emriyle olsun veya emirsiz olsun.
vasi,
köleyi satacak olursa, satın alanın
elindeki bu köle istihkak yoluyla başkasına ait olduğu tesbit
edilip
elinden alınsa veya henüz müşteri kabzetmeden önce vefat etse, kabzettiği bedel de vasinin
elinde
kaybolsa, burada müşteri parasını
almak için vasiye rücu edebilir. Çünkü onu her ne kadar
hakim
tayin etse de o vekalet yoluyla,
yani ölen kişinin naibi olarak akit
yapmaktadır. Dolayısıyla
akitle
ilgili bütün haklar ona aittir.
Bu
durumda müşterinin de kendisine rücu
ederek verdiği parayı ondan alması
hakkıdır. Bundan
sonra
da vasi alacaklılar adına bu girişimi yaptığı için alacaklı olan kişilerden müşteriye iade ettiği
kadarını
alır. Sebebi biraz önce de açıkladığımız gibi, bunun bu teşebbüsü onlar için olmuş idi.
Onlar
için zarara girmesi halinde bu zararı onlara ödetebilir. Tabi ki paranın kaybolmasında bir
kusuru
yoksa. Bundan sonra da ölmüş olan o
kişinin yeni bir malının ortaya çıktığı haberi
alacaklılara ulaşacak olursa, alacaklı vasiye ödediği kadar ve
alacağı kadarını, esah olan kavle
göre,
ölünün bu malından alma hakkına sahiptir.
Hakim
vasiyet gereği malın üçte birini fukaraya vermek için ayırsa ve onlara henüz
vermese, o
esnada
da helak olsa, bu helak olan mal alacaklı durumunda olan fukara hesabına helak olmuştur.
Geri
kalan üçte iki veresenin hakkıdır. Tekrar hakim üçte bir almak üzere terekedeki bu üçte ikiye
rucu
edemez. Gerekçesi yukarda açıklanmıştı.
Adil
olan bir hakim veya Kadı sana bir kişinin recmedilmesini veya hırsızlıktan dolayı elinin
kesilmesini veya bir hadden dolayı kendisine had
vurulmasını emretse ve bu konuda
hüküm verdiği
delillerin
yeterli olduğunu söylese, Kadı'nın bu emrine binaen onu yapmaya ruhsat vardır, yapabilir.
Hatta
bu konuda itaat gerekli olduğu da
söylenmiştir. Çünkü isyan sayılmayan konularda ülülemre
itaat
vaciptir.
İmam
Muhammed, gözüyle görmedikçe bunları
yapamayacağına karar vermiştir.
Zamanımızda bu
görüş
istihsanen kabul edilen görüş olmuştur. Hatta Uyun isimli eserde fetvanın buna dair verildiği,
bu
istikamette olduğu da söylenmiştir. Bir istisnası vardır. O da hakimin yazısına zarureten
güvenilmesi
gerekir denmiştir. Diğer bir rivayete göre, eğer adîl ise alim ise kabul edilir de
denmiştir.
Ama hakim adil fakat cahil ise, kendisine sorulduğunda, konunun izahı
istendiğinde
şartları
güzel bir şekilde açıklayabilecek ilmi kariyere sahipse, tasdik edilir, aksi halde tasdik
edilmez.
Keza hakim fasık olduğu taktirde alim de olsa, cahil de olsa töhmet olduğu için sözü kabul
edilmez.
Buna göre hakimlerin dört kısma ayrıldığı söylenebilir.
Bu
yukarda saydıklarımız da bir kimse gözüyle beyyineyi (delili, hucceti) görmesi
halinde cezayı
hak
ettiklerine dair sebebi şer'inin terettüp ettiğine kani olması halinde hakimin emrine mutlak bir
şekilde
uyabilir. Onun istediği cezayı uygulayabilir.
Bir
kimse diğer birine ait yağı dökse, bu
da şahitler huzurunda olsa, yağın sahibi dökene
ödettirmek
için hakkında dava açsa, döken de yağ zaten necisti (pisti)
ödemeyi gerektirmeyen bir
yağdı
dese, sahibi onun bu iddiasını inkar etse, bu noktada söz hakkı dökene aittir. Çünkü karşı
taraf
ödemeyi iddia etmekte, bu taraf ödemeyi inkar etmektedir. Şahitler dökülmesine şahitlik
etmektedirler. Yağın temiz olduğuna dair şahitlikleri yoktur.
Bir
kimse birini öldürse, katil öldürdüğüm o insanı din değiştirdiği için, mürted olduğu için
öldürdüm
veya babamı kasden öldürdüğü için öldürdüm dese, bu iddiası dinlenmez, kabul edilmez.
Çünkü
dinlenmesi halinde düşmanlık kapıları tamamen açılmış olacaktır. Mesela adamı öldürecek
ondan
sonra da bu gerekçelere dayanarak öldürdüm diye işin içinden sıyrılmaya çalışacaktır. Kan
meselesi çok önemli bir meseledir. Bu şekilde başıboş bırakılmamalı, kişilerin kendi tasarruflarına
ve
yorumlarına terk edilmemelidir. Mal konusu ise bunun hilafınadır. Bezzaziye'nin ikrar bölümü.
Vazifeden
azledilmiş bir Kadı yemine gerek duyulmadan şu iddiasında tasdik edilir: Mesela, Zeyd
isimli
kişiye dair «Evet senden bin lira aldım, bunu Bekir'in olacağı için yaptım ve o bin lirayı da
Bekir'e
verdim» dese veya «Hakkın sabit olması neticesi elinin kesilmesine hükmettim.» dese, karşı
tarafta
yani Zeyd'de o bin lirayı ve elini
kesmesini zulme dayasa, haksız yere
olduğunu iddia etse ve
alma
ve kesme olayının onun henüz vazifede iken yaptığını ikrar etse, hakim bu konuda yemine
gerek
kalmadan tasdik edilir. Keza müddai Kadı'nın bu işi henüz göreve gelmezden önce veya
azledildikten
sonra yaptığını iddia etse, sahih
olan kavle göre hakimin sözü muteberdir. Çünkü
hakim
sözünü damanı ve ödemeyi gerektirmeyen bir duruma ve zamana
izafe etmektedir. Onun için
tasdik
edilir. Ancak Zeyd mal almanın ve el kesmenin vazifeye gelmeden önce veya azledildikten
sonra
olduğunu beyyine ile isbat etmesi halinde. hakimin haksız yere bir davranışta bulunduğu
açıkça ortaya çıkmış olur. Sadru Şeria.
FERİ
MESELE: Şafiilerden Eşbah'ta şu ifade nakledilmektedir: «Hakim olan kişinin beytülmalden
bir
şey alması imkanı olmasa, maaşı bulunmasa, yetimlere veya vakıflara ait mütevelliliğini
üstlendiği
malların onda birini alabilir.» Haniye'de de değirmen meselesinde mütevellinin onda bir
alabileceği ifade edilmiştir.
Ben
derim ki: Ancak Bezzaziye'de, «Hakimin ve müftünün üzerine görev olan ve yapmaları vacip
olan
herhangi bir görevden dolayı ücret almaları helal olmaz. Mesela velisi bulunmayan küçüğün
nikahı
buna bir örnektir. Çünkü hakimin bu gibi görevleri yerine getirmesi dini vecibelerindendir.
Müftü
için sorulan herhangi bir soruya sözlü cevap vermesi de dini görevleri arasındadır. Buna
karşılık bir ücret alması caiz olmaz. Ama yazı ile cevap vermesi gerekiyor ise,
hakimin ve müftünün
yazdıkları
kadarın karşılığını almalarına cevaz verilmiştir. Çünkü bu
konuda yazmak onların dini
vecibeleri
arasında değil, yapmaları gereken hususlardan da değildir.» denilmiştir. Meselenin
tamamı
Vehbaniye şerhindedir.
Vehbaniye'de
bu konuda nazmen şöyle denmiştir: «Kadının maaşı olmasa da, bir terekenin
tevziinden
dolayı ücret alması sahih değildir. Maaşı olmadığı için bazıları buna ruhsat vermişlerdir.
Asrımızda
birinci görüş daha kuvvetli
görülmektedir. Müftü için yazdığı fetva karşılığı ücret
alabileceği söylenmiş, çünkü yazma işi müftünün üzerine görev değildir,
denmiştir.»
(Evet
bu beyitlerin Vehbaniye'ye ait olduğu söylenmekte ancak İbni Abidin merhumun oğlu
tekmilesinde bu ifadelerin İbnü Şıhne'ye ait olduğunu söylemektedir. Bunun böyle olduğu Allame
Abdulber
tarafından da açıkça belirtilmiştir.
Çeviren)
İZAH
«Seni
köleyi satmada emin kıldım demese de ilh...» Yani hakim eminine bu köleyi sat demekle iktifa
etmiş,
«Sen onun satışında eminsin» ifadesini eklememiştir.
«Sahih
olan görüşe göre ilh...» Şurası bir gerçektir ki, Kadı'nın emini hakim tarafından kendisine
«Seni
şu kölenin satışından emin kıldım» denen kişidir. Ama «Şu köleyi sat.» dese ve bunun
üzerine
başka bir şey eklemese, ulema bu konuda ihtilaf etmişlerdir. Sahih olan görüşe göre
eminine
bir sorumluluk terettüp etmez.
Şeyhülislam Haherzade bu şekilde açıklamış, Bahır isimli
eserde
de Farisi'ye ait Şerhi Telhis'te böyle olduğu nakledilmiştir.
Ben
derim ki: Mesele aynı şekilde Velvaliciye'nin fetvasında zikredilmiştir. Menih.
«Alacaklılar ilh...» Burada yalnız «alacaklılar» dedi, varisten söz etmedi. Oysa ki her ikisi de aynıdır.
Eğer
terekede borç yok, ondan bir
alacaklı yoksa, akti yapan varis lehine tasarrufta bulunmuş ise,
bir
sorumluluk terettüp ettiği taktirde
ona rücu etmesi gerekir. Bu da direk ölen kişinin tayin ettiği
vasi
olacak olursa. Ama bizzat hakimin kendisinin veya emninin akti yapan kişiler olması halinde
Zeylaî'nin beyan ettiği gibi. müşteri bu
durumda istihkak sonucu akti yapan kişiye rücu eder, ondan
alır.
Çünkü hakimin satış yetkisi
terekenin borçlu olması ve borcu
ancak ödeyebilecek durumda
olması
ile kayıtlıdır. O durumda varis de
satışa yetkili değildir. Bahır.
«Vakıf
mütevellisinin naibi bunun
hilafınadır ilh...» Bahır'da bu
konuda şöyle denmektedir: «İmamın
(devlet
başkanının) naibi onun gibidir. Mütevelli ve nazırın naibi de nazır ve mütevelli gibidir. Bu,
sözlerinin
kabul edilip edilmemesi ile ilgilidir. Binaenaleyh mütevelli, vakıf malının zayi olduğunu
iddia
etse veya müstahikkine dağıttığını söylese, onlar da bunu inkar etseler, söz hakkı onundur.
Aynen
mütevellide olduğu gibi. Ancak
hakim ve hakimin emininden farklı olan tarafı, söz hakkı
onun
olduğu için yemin etmesi gerekir.
Hakım ve eminin de yemin söz konusu değildir. Bu mesele
ile
de mütevellinin naibi, Kadı'nın
emini olan kişiden ayrılmış
olmaktadır. Biraz önce de belirttiğimiz
gibi,
kadıya yemin verdirilmediği gibi,
onun eminine de yemin verdirilmez. Yani yemin ettirilmez.»
Menih.
«Vasi
satacak olursa ilh...» Şurunbulaliye'de «Bu durumda ölen kişinin
vasisi olması ile hakim
tarafından
tayın edilen vasi arasında fark yoktur.» denmektedir.
«Henüz
köleyi kabzetmeden köle ölse
ilh...» Dürer'de burada «semeni kabzetmeden» ifadesi yer
almıştır.
Bu bir kalem hatasıdır. Doğrusu müsmen dediğimiz «satılan malın kabzedilmeden önce
ölmesi»
demektir.
«Kadı
da onu tayin etmiş olsa ilh...»
Uygun olan bu ifadenin cümle arasında yer almamasıdır.
Çünkü
«ölen kişi adına akti yapan»
ifadesi meselenin izahı için yeterlidir. Bu da ölen kişinin
vasisine
de şamil olmaktadır. Nitekim Hidaye'de bu şekilde ifade edilmiştir.
Kifaye'de ise «Eğer ölen kişi bizatihi kendisi vasi tayin etmiş ise durum açıktır. Ama yok hakim
tayin etmiş ise, durum yine aynı olması gerekir» denmekte, gerekçe olarakta şu ifadelere yer
vermektedir:
«Çünkü hakim onu ikame ederken, vasi tayin ederken kendi yerine
kaim olmasını
değil,
ölen kişinin yerine kaim
olmasını istemiş, o maksatla onu tayin
etmiştir.»
«Ölümünden
sonra bir mal ortaya çıksa
ilh...» Bu ifade gayet muhtasardır.
Maksadı ifade edici
mahiyette değildir. Onun için Fethü'l-Kadir'deki ifadeler buna ışık tutmaktadır. Şöyle ki: «Ölmüş
olan
kişinin malı ortaya çıksa, alacaklı alacağı sebebiyle o maldan hakkını alması gerekir. bunda
şüphe
yoktur.
«Müşteriye
ödediği konuda rucu hakkı var mıdır, yok mudur sorusu akla gelmekte, buna ulemamız
değişik
cevaplar vermektedirler. Bir görüşe
göre «evet» denmiştir. Mecdü'I-Eimme Serahsi ise
«alamaz, sahih plan da budur» demiştir. Çünkü alacaklı aktin kendisi için yapılmasından dolayı
ödemiştir.
Bunun için de başkasına rucu hakkına sahip değildir.»
Kâfi'de
ise, «Esah olan görüş, rücu edebilmesidir. Çünkü bunu mecbur olarak ödemiştir.»
denilmiştir.
Görüldüğü gibi meselede hangi görüşün kuvvetli olduğu konusunda
ihtilaf edilmiş
olmaktadır.
Şarihin «müşteriye ödediğini»
ifadesi, ihtilafın birinci meselede olduğunu gösterir.
Çünkü
ikinci meselede ödeme vasiye olmuştur. Müşteriye değildir. Ancak Bahır isimli eserde, «Bir
kavle
göre ikincisinde de rucu hakkı yoktur.» denmiş, »Birinci görüş daha da sahihtir.» diye cümle
tamamlanmıştır.
Netice
olarak birinci meselede rucu'un olup olmayacağı konusunda fetva konusunda
değişik
görüşlere
yer verilmiş ikincisinde ise esah olan görüşe göre rucunun olmaması benimsenmiştir.
Nüshalardan
birinde tesadüfen gördüğüm bir
ifadeye göre, alacaklının alacağı sebebiyle sonradan
meydana gelen o maldan hissesini almak üzere müracaatı gerekir. Ödediğini değil. Sahih olan da
budur.
Halebî der ki: «Bir kavle göre ödediği kadarı ile rucu eder ve bu görüş daha sahih kabul
edilmiştir.»
«Yukarda
açıklanan gerekçelere göre ilh...» Yani helak olan, fakirlerin hesabına helak olmuştur.
Çünkü
hakim doğru olarak yaptığı bir işte
zarar meydana gelse ödemez
denmiştir.
«Adil bir kadı ilh...» Burada «alim» kaydıyla da kayıtlanması gerekir. Nitekim Mülteka ve diğer
muteber
eserlerde böyle denmiştir. Kenz'de
de bu «alim» kaydına yer verilmiştir. Onun için burada
alim
kelimesinin de eklenmesi gereklidir. Çünkü bunun karşılığı olan eğer adil olur, ama cahil
olursa
ifadesi bunu gerektiriyor. Bahır'da
İbni Nüceym şöyle demektedir: «Musannıfın burada
zikretmeye
çalıştıkları Maturidî'nin görüşüdür.
İmam Muhammed Camiü's-Sağir'de bunun ikisine de
gerek
yoktur demiş. Daha sonra bu görüşünden rücu ederek, onun kavli ile amel edilmez ancak
amel
edeceği işi mahkemede delili (beyyineyi hücceti) görecek olursa amel edebilir veya hakimin
bu
ifadesine dair adil bir kişinin de şahitlik etmesi gerekir. Ulema bu görüşle amel etmişlerdir. Bu
ifade
ile de musannıfın sözünde iki görüşün birbirine karıştırılarak verilmiş olduğu anlaşılmaktadır.»
Metinde
ne adalet, ne de ilim vasfı ile hakimin kayıtlanmaması Camiü's-Sağir'deki ifadeye
binaendir.
Daha sonra bunun tafsili bir şekilde verilmesi de Maturidî'nin görüşüne bir edilmiştir. O
zamanda
şarih metinin ifadesini «adil» ile kayıtladığına göre, «alim» ile de kayıtlaması gerekirdi ki o
zaman
Maturidî'nin görüşü tamamlanmış
olurdu. Daha sonra bir kavle göre, «Adil ve alim ise kabul
edilir.»
şeklindeki ifadesi, yukarda söylediklerini telafi
etmek içindir. Uygun olan bir kavle
göre alim
olmasa
da kabul edilir demesi idi. Bu da Camiü's-Sağir'deki ifadeye tamamen uygundur.
«Ülül
emir ilh...» Bu konuda nelerin söylendiği ve nelerin söylenmesi gerektiği kitabussalatın
İmamet
bölümünde geniş bir şekilde açıklanmıştır. Oraya müracaat edilmesi gerekir.
«İmam
Muhammed bunu kabul etmemiştir ilh...» İmam Muhammed önceleri Ebu Hanife'yle Ebu
Yusuf'un
görüşlerine muvafakat etmiş, daha
sonra bu görüşünü ileri sürmüş ve
bunda karar
kılmıştır.
Halebi.
«Hakimin
dinlediği beyyineyi görmesi halinde ancak uygulayabilir ilh ..» Bazı şarihler «hakimin adil
olması
yanında adil bir kişinin de
şehadeti gerekir, demişlerdir. Bu da İmam Muhammed'den bir
rivayettir. Fethü'l-Kadir'de adeten çok uzak bir ihtimal olması dolayısıyla bu görüşü uzak bir ihtimal
olarak
görülmektedir. Bu demektir ki, hakim cellat yanında bu konuda şahitlik yapar,
iki şahitle
sabit
olabilecek bir hakta bu rivayete göre biriyle iktifa etmesi demek olur. Eğer uygulanacak ceza
zinadan
dolayı ise, başka üç tane daha erkek şahide ihtiyaç duyulması gerekir ki Isticabî'de bu
şekilde
zikretmiştir.
Bahır.
«Bir
kavle göre adil ve alim olursa
kabul edilir ilh...» Bu metindeki ifadeleri düzeltme kabilinden
zikredilen
bir ifadedir. Çünkü metin sahibi ilk önceleri kadıyı mutlak bir şekilde zikretti, ne adil
olduğundan
ne de alim olması gerektiğinden bahsetmedi. Bunu da Camiü's-Sağir'in ifadesine
uyarak yapmıştı. Zahirür rivaye de budur. Daha sonra tafsili bir ifadeyi kabullenmiş oldu ki, bu da
yukarda
beyan ettiğimiz gibi Maturidî'nin görüşüdür. İmam Maturudî hakimin bu konuda sözünün
geçerli
olması adil ve alim olmasına bağlıdır demekte, Kenz isimli eserde de mesele bu şekilde
verilmektedir.
Eğer
bu konuda yeterli bilgiye sahip olmak istiyorsan ve konunun tümüne vakıf olmayı arzu
ediyorsan, Hidaye'ye bak. Şarinin muradı da o olsa gerektir. Burada en doğrusu birinci meselede
adil
ifadesinin kaldırılmasıdır. Çünkü o şarih tarafından eklenmiştir.
Netice
olarak şunu söyleyebiliriz: İmam Muhammed'in Camiü's-Sağir'deki rivayetten döndüğü, son
olarak
bizatihi uygulayıcı mahkemede beyyine ve şahitleri dinleyip görmedikçe
hakimin sözüne
binaen
uygulama yapamaz şeklindedir. Fetvanın da bu kavil üzere
olduğu yine yukarda beyan
edilmişti.
Bahır isimli eserde buna ek olarak şöyle denmektedir: «Bütün bunlardan sonra Sadru
Şenid'e
aid Edebü'l-Kada şerhinde İmam Muhammed'in tekrar Ebu Hanife ile Ebu Yusuf'un kavline
rucu
ettikleri sahihtir,
doğrudur.»
Sonuçta
Sadru Şehid'in şerhinden de anlaşıldığına göre, Ebu Hanife'yle Ebu Yusuf, «Rücuu
sahih
olmayan
bir noktada yapılacak herhangi bir ikrarda bir kişinin haberi ile iktifa edilir.» demişlerdi. Bu
da
mutlak bir şekilde, İmam Muhammed ise, önceleri bu iki imama muvafık olarak aynı görüşü
paylaşmış, daha sonra bu görüşten rucu ederek, «Buna adil olan bir kişinin ifadesi de
eklenmedikçe kabul edilmez.» demiştir. Daha sonra yine iki büyük imamın görüşünü paylaştığı
ve
ilk
görüşüne rücu ettiği sahih olmuştur.
Ama Kadı'nın dönüşü mümkün olan, rücuu sahih kabul
edilen
herhangi bir şey hakkındaki
ikrarla ilgili Kadı'nın verdiği bir haber, mesela had konusunda
tek
başına kabul edilmez. Ama hakkın beyyine ile sabit olduğunu ve bu konuda şahitlerin adil
olduklarının
tesbit edildiğini, teskiye
edildikleri ve şahitliklerinin
kabul edildiğine dair haber
verecek
olursa, her iki surette de kabul edileceği beyan edilmiştir. Ancak burada dikkate değer
husus,
bu sözünü ettiğimiz hakim, devlet
tarafından, tayin edilmiş hala görevde olan hakimdir. Ama
görevden
ayrılmış, azledilmiş hakimin sözü, hatta önün bu haberine adil bir şahidin şahitliği de
eklense kabul edilmez. Nitekim bununla ilgili meseleyi Nehir'den naklen Kitabu'l-Kadanın baş
tarafında
nakletmeye çalışmıştık.
«Kendisine
sorulduğu zaman ilh...» Mesela bu konuda zina haddi ile ilgili olarak, «İkrarda bulunan
kişi
hakkında yeterli soruşturmayı yaptım, nitekim kitaplarda belirtildiği gibi sonuçta ikrarının doğru
olduğu,
akli dengesinin yerinde olduğu, ikrarının bu konuda kabul edilebileceği kanaati hasıl
olduktan
sonra ölümle (recimle) cezalandırılması hükmünü verdim.» gibi bir tefsir kabul edilir.
Ayrıca
hırsızlıkla ilgili had konusunda tarafımızdan yapılan araştırma ve Soruşturma sonucu o
kimsenin
şüphe bulunmayan on dirheme muadil
herhangi bir malı korunduğu yerden
gizlice çaldığı
tesbit
edilmiş, bu ayan beyan delillerle kabul edilmiştir, demesi gibi. Ayrıca hakime kısasta ilgili
herhangi
bir soru sorulduğu zaman, kendisinin şüphe olmaksızın kasten adam öldürüldüğü tesbit
edilmiş
ve kısasa kısas idamına, (öldürülmesine) karar yerilmiştir şeklindeki beyanları, kendisi adil
olmasa
da bu tür beyanları veren kişinin (hakimin) yeterli bilgiye sahip olduğu anlaşılmış olur.
Cahil
olan, yeterli derecede ilim sahibi
olmayan kişilerin konuyu açıklamalarına ihtiyaç
duyulmasının sebebi ise, cehaleti sebebiyle delil olmayanı delil kabul edip ona binaen hüküm
vermesi
ihtimalinden kaynaklanmaktadır: Bu durum ortadan kalktığı için, bunun da yaptığı
açıklamalarla belirdiğinden sözü kabul edilir. Kîfaye.
«Ödemeyi
inkar ettiği için ilh...» Yağı döken
kişi, yağ ödetilebilecek cinsten bir yağ değildi, necisti»
şekilde
ifade vermesi, karşı tarafın iddiasını inkar etmesi halinde söz hakkı yağı dökene aittir.
Buradaki
ödeme emsali ile ödemedir. Kıymet ile ödeme değildir. Dolayısıyla sözün ona ait
olmaması
gerekir.
Ancak
yağın necis olduğu konusunda onun sözü kabul edilebilir. Dolayısıyla necis olarak kıymetini
ödemesi
daha uygun olmaktadır. Nitekim Ebu Suud, Şerafuddinil-Gazzi'den naklettiği bir ifadede bu
görüşlere
yer vermektedir. Haniye'nin bu
husustaki ifadeleri şöyledir: «Söz
hakkı, yeminiyle birlikte
yağı
dökenindir. Çünkü başkasına ait temiz bir şeyi telef etti şeklindeki iddiayı inkar etmektedir.
Şahitlerin
bu konuda necis olmayan bir yağı döktü şeklindeki şehadetleri uygun değildir.»
Meselenin
tamamı Haniye'de izah edilmiştir.
Oradaki ifade buradakinden biraz daha açık olsa
gerektir.
«Vazifeye
gelmeden önce bu işi yaptığını iddia etse ilh... » Müddainin bu ifadesi geçersizdir. Ama
eli
kesen veya parayı alan kışı Kadı'nın ikrarı istikametinde bir ikrarda bulunacak olursa, eli kesenle
parayı
alanın ödemeleri gerekir. Çünkü
ödemeyi gerektiren bir sebebi
ikrar etmiş bulunmaktadırlar.
Hakimin
sözü kendisine yönelecek bir ödetmeyi
bertaraf etmede kabul edilir.
Başkası hakkında
tereddüp
edecek ödeme gerekçesini iptal edici mahiyette. değildir. Birinci
durum bunun hilafınadır.
Çünkü
her iki tarafın tasdikiyle uygulamanın hakimliği esnasında olduğu tespit edilmiş olmaktadır.
Ama
mal hala alanın elinde mevcut ise ve kadının yapmış olduğu
ikrar, istikametinde aldım
şeklinde
ikrarı bulunacak olursa, buna kendisinden mal alınanın ikrarı da eklenecek olursa, hakim
iddiasında,
bunu vazifesi esnasında yaptığı
konusunda tasdik edilir. Mal elinden
alınmaz. Çünkü
ikrar,
malın ona ait olduğu istikametindedir. Mülkiyet davası ancak beyyine ile isbat edilir.
Azledilmiş
hakimin sözü ise bu konuda hüccet değildir. Bahır.
«Ödemeyi
gerektirmeyen bir zamana (duruma) isnad etmiştir ilh...»Bu da bir kimsenin delirdiği bir
anda,
«Karımı boşadım veya kölemi azad ettim.» demesi durumuna benzer. Eğer bu kimsenin deli
olma
durumu bilinen bir durum ise,
bunların vukuuna münafi bir durumu belirtmiş ve o zamana
isnad
etmiş olmaktadır.
«Ödemeyi
gerektirmeyen bir duruma ilh...» Mesele, her yönüyle ödemeyi gerektirmeyen bir duruma
izafe
edilmiş, o anda vuku bulduğu söylenmiştir. Bu meseleye şu aşağıdaki mesele bir itiraz olarak
getirilemez: Mesela, mevla cariyesine, onu azad ettikten
sonra, «Sen benim cariyemken elini
kestim.»
dese, cariye de «Ben hurken sen benim elimi kestin.» dese, burada geçerli olan ifade
cariyenin
ifadesidir. Çünkü bu mevlanın fiili isnad ettiği zaman içerisinde genelde damanı
gerektiren
bir durum söz konusudur. Çünkü onun
cariye oluşu, her bakımdan ödemeyi
gerektirmeyen
bir durum demek değildir.
Mesela rehin olan o cariyenin elini kesmiş olsa idi.
ödemesi
gerekirdi veya ticarete izin verilmiş, borçlanmış durumda olan cariyesinin elini kestiğini
iddia
etse idi, yine ödemesi gerekir ye sorumlu
olurdu.
«Eşbahta
bazı Şafiîlerden naklen şöyle denmiştir ilh...» Eşbah'ın ifadesi şöyledir: «Şafiilere ait
Bastu'l-Envar
isimli eserin Kaza ile ilgili bölümünde şöyle denmektedir: İmam Şafii'nin ve Ebu
Hanife'nin
taraftarlarından bir gurup, eğer
hakimin beytülmalden maaşı yok ise,
bu durumda yetim
ve
vakıflara ait mütevellisi olduğu mallardan onda bir alma hakkına sahiptir, demişler, daha sonra
bu
ifadenin doğru olmadığı konusunda
adı geçen eserin müellifi deliller serdetmiştir.»
Eşbah
sahibi bu ifade üzerine, «Bu konuda Hanefi ulemasından bir şey nakledildiğine
rastlamadım.» sözlerini eklemiştir. Şarihin ifadeyi bu şekilde nakletmesini pek sevmedim. Çünkü
bazı
kişiler bunu doğru sanarak bu istikamette fetva verme cesaretini gösterebilirler. Oysa Şafii
olan
o zat, bu nakli kesinlikle inkar etmektedir. Beytülmalden bir şey alıp
alamayacağı ihtilaflı bir
konudur
denmesine rağmen nasıl oluyor da
yetimlere ve vakıflara ait mallardan mal almasına cevaz
verilebiliyor.
«Vakıflar ilh...» Ben derim ki: Eşbah'ta bu ifadeyi nakleden şafiü'1mezhep olan kişi, şiddetli bir
şekilde
bu ifadeye karşı çıkmış sözünü de nakletmeyi ihmal etmemiştir. Hayreddini Remlî, Eşbah
üzerine
olan haşiyesinde bu ifadeyi kabul etmemiş, kesinlikle ona karşı çıkmıştır, İfadesini
açıklarken şu ifadelere yer vermiştir: «Bu inkar, her iki mezhebin imamlarından nakledilen kavli
inkardır.
Çünkü ne Hanefi'de, ne Şafii'de böyle bir müsamahaya yer verilmemiştir. İnkarı yerinde
sayılır.
Mesela bir kimse yirmi bin liranın
mütevellisi olsa, onun muhafazasında
bir meşakkat ve
zorluk
olmasa, onun onda birini hangi
sebeple alacak, onda hakkı olduğunu iddia edecektir?
Üstelik
bu yetim malıdır, yetim malına dokunulmaması konusunda kesin naslar varit olmuştur. Bu
olsa
olsa bir bühtandır, yalandır. Şer'an
böyle bir şeye asla cevaz verilemez. Bu ifadeden dolayı
Cenabı
Hakkın gazabından yine ona sığınırım.
Güç ve kuvvet yalnız ondandır.»
Pîrizade
de haşiyesinde bu ifadelere ek olarak şunları söylemiştir:«Burdaki onda birden murat,
emsali
ücret olsa gerektir. Hatta emsali ücreti aştığı taktirde bu almış olduğu onda birin fazlasını
iade
etmesi
gerekir.»
«Değirmen
meselesinde mütevelliye onda bir
verilir ilh...» Eğer çalışmaları söz konusu ise.
Haniye'deki ifade aynen şöyledir: «Bir kimse köyünü ve çiftliğini kölelerine
vakfetse, bu vakıf sahih
bir
vakıf olsa, vakfeden öldükten sonra
hakim bu vakfı bir kayyim
mütevelliyle teslim etse, mütevelli
içinde
bu vakfın gelirinden onda biri ona
ücret olarak tahsis etse, vakıf içerisinde birde değirmen
bulunsa,
(ancak bu değirmenin binası başkalarına ait olsa fakat vakıf arazi üzerinde mukataa
suretiyle
onu bina etmiş olsalar, bu
değirmenin murakabesi için kayyime ihtiyaç yoktur. Çünkü
değirmen
sahipleri bundan gelecek gelirleri kendileri olacaklardır.) Onda birini kayyime vermeleri
gerekmez.
Çünkü kayyim, aldığını ücret karşılığı alacaktır. Değirmende iş yapmadığına göre, orada
bir
murakaba görevini üstlenmediğine
göre, ücret almaya hak kazanmış
değildir.»