HALVET
HÜKÜMLERl
METİN
Karı-kocadan
birinin cimaya mâni olacak şekilde hastalanması gibi hissî bir mâni veya aklı
başında üçüncü bir kimsenin bulunması gibi tabiî bir mâni -ki bunu İbn-i Kemâl
zikretmiş, Esrar sahibi hissî kısımdan saymıştır. Bu izaha göre tabıî kısmın
müstakil misali yoktur- yahut farz veya nâfile hacc için ihrama girmek gibi
şer'î bir mâni yoksa, halvet (başbaşa kalmak) cima gibidir. Ratak (ferc
bitişikliği), karn (boynuz), afel, yani gudde ve cimaya dayanamayacak kadar
küçüklük, velev ki erkekte olsun hissî mâniden sayılır.
İZAH
«Cimaya mâni olacak
şekilde hastalanması gibi» yahut cimadan zarar görecekse bu hissî mânidir.
Zeylâî diyor ki: «Bazıları bu tafsilâtın kadının hastalığı hakkında olduğunu
söylemişlerdir. Erkeğin hastalığı ise mutlak surette mânidir. Çünkü âdeten o
kırıklıktan, gevşeklikten hâli değildir. Sahih olan da budur.» Fetih, Bahır ve
Nehir'de de böyle denilmiştir.
Ben derim ki: Erkek
tarafından kırıklık ve gevşeklik cimaya mâni veya zararlı olursa, men veya zarar
şartı hususunda kadın gibi olur. Aksi takdirde erkek sağlam gibidir. Şu halde
onun hastalığının halvet-i sahihaya mâni olmasının vechi nedir? Meğer ki şöyle
denilsin: Murad, âdete göre erkeğin hastalığının cimasına mâni olmasıdır.
Binaenaleyh onun hakkında tafsilâta girişmenin bir faydası yoktur. Kadının
hastalığı bunun hilâfınadır.
«Esrar sahibi hissi
kısımdan saymıştır.» Ben derim ki: Bunu Bahır sahibi halvetin tahakkukuna mâni
sayarak şöyle demiştir: «Halveti cima yerine saymak için dört şart vardır.
Bunlar: 1) Hakiki halvet. 2) Hissen mâni bulunmamak. 3) Tabiî mâni bulunmamak.
4) Şer'î mâni bulunmamaktır. Birincisi, orada üçüncü bir şahsın bulunmasından
korunmak içindir. Bulunursa halvet sayılmaz. Mescit, umumi yol ve hamam gibi
halvete elverişli olmayan yerden de ihtiraz içindir ilh...» Bundan sonra
Esrar'dan naklen bu iki şeyin (üçüncü bir şahısın bulunmasıyla yerin elverişsiz
olmasının) hissî mâniden sayılacağını söylemiştir. Bu izaha göre hissî mâni ya
halvete aslından mâni olan yahut halvet tahakkuk ettikten sonra onun sahih
olmasını engelleyen hastalık gibi şeylerdir.
«Tabiî kısmın
müstakil misali yoktur.» Çünkü ulema tabiî kısmına misâl olarak üçüncü bir
şahsın bulunmasını, hayız veya nifâsı göstermişlerdir. Halbuki birincisi şer'an
yasaktır. Tabiat ondan nefret eder. Binaenaleyh hem hissî, hem tabıî, hem şer'î
bir mânidir. İkincisi hem tabiî, hem şer'î bir mânidir. Evet, aşağıda
Serahsî'den naklen gelecektir ki, karı ile kocadan birinin cariyesi, halvet-i
sahihaya mânidir. Şuna binaen ki, onun yanında tabiatı icabi karısıyla cima
etmekten kaçınır. Halbuki şer'an bunda bir beis yoktur. Binaenaleyh bu, şer'î
değil tabiî bir mânidir. Lâkin aynı zamanda hissî mânidir.
«Yahut farz veya
nâfile hacc için ihrama girmek gibi...» Maksat, hacc veya umre içindir ki, hacc
için Arafat'ta vakfeden önce veya sonra tavaftan önce ihrama girerse demektir.
Nâfilenin ihramını mutlak söylemiştir. Binaenaleyh izinli veya izinsiz olduğu
suretlere şamildir. Ulemanın beyanlarına göre kadın izinsiz ihrama girerse,
kocasının onu ihramdan çıkarmaya hakkı vardır. T.
Ben derim ki:
Zâhîre bakılırsa, bu son ta'mim murad değildir. Çünkü illet haram olmasıdır.
Burada o yoktur.
"Karn" kelimesini
Hayreddin-i Remlî Kadı Zekeriyya'nın Ravd şerhinden 'karen' şeklinde nakletmiş;
bunun 'karn' şeklinde okumaktan daha makbul olduğunu söylemiştir. Muğrîb'ten
naklen Bahır'da bildirildiğine göre, karen, fercde biten bir boynuz olup,
erkeğin âletinin oraya gîrmesine mânî olur. Yahut kalın bir gudde veya et yahut
kemik parçasıdır. Böyle olan kadına " imraetünratkaa' " derler. Bunun muktezası,
karen ile ratakın müteradif mânâya gelmeleridir.
"Afel" fercin
dışında bir guddedir. Kâmûs'ta şöyle denilmektedir:«Afel; kadının ön tarafından
çıkan ve erkeklerdeki fıtık illetine benzeyen bir şeydir.»
«Velev ki erkekte
olsun hissi mâniden sayılır.» Yani bunun erkekte veya kadında yahut her ikisinde
bulunması müsavidir. Bahır sahibi diyor ki: «Cimaya gücü yetmeyen küçük çocuğun
halveti hakkında iki kavil vardır. Kâdıhân bunun sahih olmadığına kesin olarak
kaildir. Mutemet kavil de budur. Onun için Zahîre'de mürâhik diye
kayıtlanmıştır.» Mürâhik, yani bülûğa yaklaşan çocuğun halvetiyle iddet vacip
olur. Velev ki halvet-i fâside olsun. Çünkü ülemanın halvet-i fâside ile iddet
vâcip olur diye açıklamaları, çocuğun halvetine de şâmildir. Bahır'ın iddet
bâbında böyle denilmiştir.
«Cimaya
dayanamayacak kadar küçüklük hissî mâniden sayılır.» Cimaya dayanmak ise bülûğa
ermekle sınırlandırılmıştır. Bazıları dokuz yaşla sınırlandığını söylemişlerdir.
Evlâ olan, buna bir sınır koymamaktır. Nitekim evvelce söylemiştik. Kocası
kansının cimaya dayanacağını söyleyip zifaf olmak ister de babası razı olmazsa,
hâkim o kızı kadınlara gösterir, yaşına bakmaz. Hulâsa'da böyle denilmiştir.
Bahır.
METİN
İkisinin yanında
üçüncü bir şahıs bulunmayacaktır. Velev ki uyur halde veya kör olsun. Ancak
üçüncü şahıs aklı ermeyen küçük bir çocuk olur da karıyla kocanın aralarında
geçeni söyleyemezse. yahut deli veya baygın bulunursa zarar etmez. Lâkin
Bezzâziye'de, "Eğer geceleyin ise halvet sahihtir, gündüzün ise sahih değildir.
Esah kavle göre kör de böyledir." denilmiştir. Karı-kocadan birinin cariyesi
dahi halvete mâni değildir. Bununla fetva verilir. Mübtegâ. Köpek yavuz olursa,
mutlak surette halvete mânidir. Fetih sahibi, "Bence erkeğinköpeği mutlak
surette mâni değildir." demiştir. Yahut kadının olursa mânidir.
İZAH
«Velev ki uyur
halde veya kör olsun.» Çünkü kör hisseder; uyuyansa, uyanır yahut kendini uyur
gösterir. Fetih. Bu sözde o adamın ikinci karısı da dahildir. Mezhep budur. Şuna
binaen ki, ortağının huzurunda kadınla cima etmek mekruhtur. Bahır.
Ben derim ki:
Bezzâziye'nin haram-helâl bahsinde, "Eğer bilmezlerse, uyuyanların yanında
karısı veya cariyesiyle cimada bulunmakta beis yoktur. Bilirlerse mekruhtur."
denilmiştir. Bu söz gereğince uyudukları tahakkuk ederse halvet sahih olur.
Bahır sahibi diyor ki: «Mübtegâ'da kör hakkında tafsilât vardır. Kör onun halini
bilmezse sahih olur. Sağır ise, gündüzün sahih olmaz, geceleyin sahih olur
denilmektedir.»
Ben derîm ki:
Zâhire göre sağır sözüyle körden başkasını kasdetmiştir. Körü de kasdederse,
onun hakkında gece ile gündüzün farkı yoktur.
«Deli veya baygın
bulunursa zarar etmez.» Bazıları mâni olduklarını söylemişlerdir. Fetih.
Ben derim ki: Bana
deli mani olacak gibi geliyor. Çünkü onun hali yavuz köpekten daha kuvvetlidir.
«Kör de böyledir
denilmiştir.» Biliyorsun ki onun hakkında gece ile gündüzün farkı yoktur.
«Bununla fetva
verilir.» Bahır'da Hulâsa'dan naklen, "Muhtar olan budur. imam Serahsi Mebsut'ta
her ikisinin mâni olduklarını kesinlikle söylemiştir.Ebû Hanife ile iki
arkadaşının kavilleri budur. Çünkü cariyesinin huzurunda karısına yanaşması
tabiatı icabı imkansızdır." denilmiştir. Yani karısının cariyesinin huzurunda
evleviyetle yanaşamaz. Çünkü o yabancıdır. Kendisine helâl değildir.
Ben derim ki: Buna
İmam Kâdıhân dahi Câmi şerhinde kesinlikle kail olmuştur. Bedayi'de şöyle
demliyor: «Üçüncü şahıs o adamın cariyesi ise, İmam Muhammed'in, vaktiyle
halveti sahih olduğunu söylediği; sonra bundan dönüp sahih değildir dediği
rivayet olunur.» Herhalde birincinin vechi şu olsa gerektir: Nikâhlı karısıyla
cariyesinin karşısında cima etmesinde beis olmadığını ulema açıklamışlardır.
Bunun aksi caiz değildir. Lâkîn bu kendi cariyesi hakkında zâhirdir. Karısının
cariyesi hakkında zâhir değildir. Şu da var ki; şer'an beis yoktur demekten,
tab-ı selimin ondan nefret etmemesi lâzım gelmez. Yukarıda geçtiği vecihle, üç
imamımızdan nakledilen bu olduğuna göre ve keza Fetevâ-i Hindiyye'de Zahîre'ye,
Muhit'e ve Hâniyye'ye bu nisbet edildiğine göre, bu kavilden ayrılmak doğru
değildir. Onun için Rahmetî. "Acayip! İmam-ı Azam'la iki arkadaşının kavillerine
muhalif olan bir söz mânâ itibariyle de doğru olmadığı halde, nasıl olur da
mezhebin müftabih kavil kabul ediliyor!" demiştir.
«Köpek yavuz olursa
mutlak surette halvete mânidir.» Yani erkeğin veya karısının köpeğiolması fark
etmez.
«Mutlak surette
mâni değildir demiştir.» Yani yavuz olsun olmasın mâni değildir. Fetih sahibi
bunu şu sözüyle ta'lil etmiştir. «Çünkü köpek sahibine asla saldırmadığı gibi,
sahibinin koruduğu kimseye de saldırmaz.» Şu halde köpek o adamı karısının
üzerinde görürse. sahibi galip vaziyetinde olur. Onun için saldırmaz. Keza
kocası kansının üste çıkmasını emrettiyse yine saldırmaz. Çünkü kadın galip
vaziyette de olsa köpek ona saldırma imkanını da bulsa, sahibi onu men eder.
Böylece halvet sahih olur.
«Yahut kadının
olursa mânidir» Yani yahut köpek yavuz değil de kadının malı ise mani olur.
Lâkın Fetih sahibinin ta'lili gereğince, erkeğin köpeğiyle kadının köpeği
arasında fark yoktur. Çünkü kadının köpeği kadını kocasının altında da görse,
kadın onu men edebilir. O da saldırmaz. Böylece halvet sahih olur.
METİN
Eğer köpek yavuz
değilse ve erkeğin malı ise halvete mâni değildir. Şer'î mâniden olmak üzere o
yerin mescit, yol, hamam, çöl, teras ve kapısı açık ev gibi halvete elverişli
olmamasıyla kadını bilmediği suret kalır. Nâfile oruç, nezir ve kefâretlerle
kaza esah kavle göre halvetin sahih olmasına mâni değildir. Zira bozmakla
kefaret lâzım gelmez. Bu şunu ifade eder ki, unutarak yer de yine oruçlu durur
ve kadınla başbaşa kalırsa halvet sahih olur. Kefareti ıskat eden her şey
böyledir. Nehir.
İZAH
«Erkeğin malı
ise...» Yani suretler dörttür: 1) Köpek yavuzdur, erkeğindir. 2) Köpek yavuzdur,
kadınındır. 3) Köpek yavuz değildir, erkeğindir. 4) Köpek yavuz değildir,
kadınındır. Musannıf evvelâ halvet-i sahihaya mâni olan suretlerin üç olduğunu;
bunların mutlak surette köpek yavuz olmasıyla, yavuz olmayıp kadının malı
bulunması suretleri olduğunu anlattı. Mâni olmayan bir suret kaldı ki, o da
dördüncü surettir ve köpek yavuz olmayıp erkeğin malı olmasıdır.
«Kalır ilh...»
Şer'î mânilerden olmak üzere bir de kadının talakını halvetine tâlik kalır.
Kadınla halvette kaldı mı kadın boş düşer ve ciması haram olduğu için yarım
mehrini vermek vâcip olur. Bunu Vâkıât'tan naklen Bahır sahibi söylemiştir.
Demiştir ki: «Bezzâziye ile Hulâsa'da şu da ziyade edilmiştir: Bu talâkta iddet
vâcip değildir. Çünkü cima imkânı yoktur. İddetin sahih kavle göre halvet-i
fâsidede vâcip olacağı aşağıda gelecektir. Binaenaleyh burada ihtiyaten iddet
vâcip olur.» Şarih bundan bir sahife sonra gelecek olan sözünde Bezzâziye'nin
kavli üzere hareket etmiştir. Bu husustaki sözün tamamı orada gelecektir.
«Mescit, yol.»
Çünkü mescit halkın toplandığı yerdir. Oraya zaman zaman girmelerinden emin
olamaz. Keza mescitte cima haramdır. Teâlâ Hazretleri, "Mescitlerde ibadet
ederkenkadınlarınıza yanaşmayın." Buyurmuştur. Yol âdeten insanların geçtiği
yerdir. Bu çekinmeyi icabeder ve cimaya mânidir. Bedâyi.
Ben derim ki: «Keza
orada cima haramdır ilh...» sözünden alınarak, boş evin kapısı kilitli bile
bulunsa, halvete mâni olduğu söylenebilir. Fetih sahibi diyor ki: «Kadınla
yolculuk eder de caddeden saparak hâlî bir yere giderse, bu halvet-i sahiha
olur.
"Hamam"dan murad;
kapısı açık olandır. Yalnız karı-koca ikisinin üzerinden kilitli bulunursa,
halvetin sahih olmasına mâni yoktur.
"Teras" Yani
kenarları kapalı olmayan teras demektir, örtü ince veya kısa olur da, insan
ayağa kalktığı zaman onları görürse hüküm yine budur. Fetih. Yine Fetih'te şöyle
denilmiştir: «Mescit ve hamamda halvet sahih olmaz. Şeddâd. "Eğer karanlık fazla
ise sahih olur. Çünkü örtü gibidir." demiştir. Onun sözüne kıyasen şiddetli
karanlıkta etrafında perdesi olmayan terasta halvet sahih olur. Ama en iyisi
sahih olmaz demektir. Çünkü mâni olan hissetmektir. Hissetmek ise sadece göze
mahsus değildir. Görmüyor musun körün yanında halvet sahih olmuyor. Çünkü
hisseder.»
Ben derim ki:
Hissetmek ancak ikisiyle birlikte terasta biri bulunduğu vakit mümkündür. Fakat
evin üzerinde yalnız ikisi bulunur da yanlarına kimsenin çıkamayacağından emin
olurlarsa, görmekten başka his vasıtası kalmaz. Şiddetli karanlık da buna
mânidir.
«Kapısı açık ev...»
Yani bir insan bakmış olsa onları görecek şekilde ise halvet sahih olmaz. Ama
burada hilâf vardır. Mecmû'un-Nevâzil'de, "Yanlarına izinsiz kimse giremezse bu
halvettir." denilmiştir. ahire sahibi bunun mâni olduğunu tercih etmiştir ki,
zâhir olan da budur. Bahır. Vechi şudur: Görme imkânı girmeye bağlı olmaksızın
mânidir. Binaenaleyh iznin bulunup bulunmamasının bir faydası yoktur.
«Halvete elverişli
olmaması» ve karı-kocanın orada hane ve evde olduğu gibi başkalarının
görmesinden emin bulunmasına yarayışlı olması kalır. Velev ki tavanı olmasın.
Üzerinde kubbesi bulunan yer ile kilitli kapısı bulunan bahçe de böyledir.
Kapısı olmayan bahçe bunun hilâfınadır. Velev ki orada kimse bulunmasın. Bahır.
İnsanların yaşadığı bir hanın mahzenine girerler de kapıyı kaparlar fakat
kilitlemezlerse, içindeki insanlar da bunları gözetmeyerek ortasında
otururlarsa, halvet sahih olur. Gözetîrlerse sahih olmaz. Fetih.
«Kadını bilmediği
suret kalır.» Çünkü bilmeden cimaya imkân vermek olmaz. Kadının bilmemesi bunun
hilâfınadır. Fark şudur: Erkek kadını bilince, o bilmese de cimasına imkân
bulur. Aksi bunun hilâfınadır. Çünkü erkeğe haramdır. Bahır'da böyle
denilmiştir. Yine Bahır'da bildirildiğine göre kadın, erkeği bilmediği zaman
cimasına imkân vermesi haram olur. Zâhire göre bundan dolayı kadın onun cimasına
mani olur. Binaenaleyh bunun mâni sayılması gerekir. H.
Ben derim ki: Bu
mâniyi gidermek erkeğin elindedir. Kendisinin kocası olduğunu kadına haber
verir. Böylece kusur kendi tarafından geldiği için halvetin sahih olduğuna
hükmedilir ve mehir lâzım gelir. T.
«Esah kavle
göre...» Yani iki rivayetin esah olanına göre demektir. Lakin Hidaye
şarihlerinin açıkladıklarına göre, tetavvu orucunda halveta mani olması şâzdır.
Hâniyye'nin şu sözü de ona işaret etmektedir: «Keza orucu ile kefaret ve nezir
oruçlarında iki rivayet vardır. Bunların esah olanına göre halvete mâni
değildir. Tetavvu orucu da zâhir rivayette ona mâni olması şâzdır. Hâniyye'nin
şu sözü de ona işaret etmektedir: «Kaza cu" sözünde, kaza, kefaret ve nezir
oruçları dahildir. Binaenaleyh tetavvu orucundan başkasında mânidir rivayeti
onun tercihidir. Çünkü o gün özürsüz olduğu halde oruç tutmamak bir rivayete
göre caizdir. Haniyye'nin esah demesi Kenz'in ifadesini teyid eder. Çünkü esah
demek, mukabilinin sahih olduğunu ifade eder. Hidâye'nin, "Kaza ve nezir orucu,
bir rivayetle nâfile gibidir." demesi de böyledir. Çünkü bu oruçların ramazan
orucu gibi olduklarını gösteren rivayetin daha kuvvetli olduğunu bildirir.
Bununla Bahır sahibinin, "Farz orucu velev ki nezredilmiş olsun bîlittifak mani
olmak gerekir. Çünkü onu bozmak haramdır. Velev ki kefaret lazım gelmesin.
Binaenaleyh o şer'î bir mânidir." diyerek yaptığı inceleme kuvvet bulur.
«Halvet sahih
olur.» Çünkü kefaret şüphe ile sâkıt olur. İmam Mâlik (r.) buna muhaliftir.
Çünkü ona göre unutarak yerse orucu bozulur. Fakat kefaret lâzım gelmez. T.
«Kefareti ıskat
eden» su içmek, unutarak cima' etmek, gündüzleyin niyetlenmek ve nâfileye
niyetlenmek gibi şeyler böyledir. T.
METİN
Belki mâni yalnız
ramazan orucunun edâsıyla farz namazdır. Halvet-i sahiha ileride görülecek
hükümlerde cima gibidir. Velev ki koca âleti kesik, âleti kalkmaz veya enenmiş
yahut hali anlaşılan hünsa olsun. Aski takdirde o adamın nikâhı mevkuftur. Bahır
ve Eşbâh'ta bildirilen, Nehir sahibinin izah ettiği gibi zâhirî mânâsına göre
değildir. Nehir'de Vehbâniyye şerhinden naklen bildirildiğine göre, kalkınmazlık
bazen hastalıktan veya hilkaten zayıflıktan yahut yaşlılıktan olur.
İZAH
«Yalnız farz
namazdır.» Bahır sahibi diyor ki: şüphesiz bozmak, farz olsun nafile olsun
özürsüz namazı bozmak haramdır. Şu halde mutlak olarak mâni olmalıydı. Halbuki
ulema, "Vâcip namaz nâfile gibi halvete mani değildir." demişlerdir. Halbuki onu
terk etmek günahtır. Bundan daha garibi, Muhit'in şu ifadesidir: "Nâfile namaz
halvete mâni değildir. Yalnız öğleden evvel kılınan dört rekât mânidir. Çünkü o
sünneti müekkededir. Böyle bir özür sebebiyle onu terk etmek caiz değildir."
Çünkü bu ifade sünneti müekkedeler arasındafark bulunmamasını, vâcibin ise
evleviyetle mâni olmasını gerektirir.
Ben derim ki:
Hâsılı ulema hacc ihramında farzı ile nâfilesi arasında fark yapmamışlardır.
Çünkü bunların ikisi de kaza ve ceza kurbanı hususunda ortaktırlar. Oruçla
namazda ise farzla nâfile arasında fark bulmuşlardır. Oruçta bu farz zâhirdir.
Çünkü farz oruçta kaza ve kefaret lâzımdır. Nâfile oruç ile o hükümde olan diğer
oruçlar bunun hilâfınadır. Zira böyle bir orucu bozmakla lâzım gelen zarar
azdır. Çünkü kazadan başka bir şey lâzım gelmez. Nitekim Cevhere'de böyle
denilmiştir.
Namaza gelince:
Farzla nâfile arasındaki fark müşkildir. Çünkü namazın farzında günahtan ve kaza
lâzım gelmesinden başka bir zarar yoktur. Bu nafile ile vâcip namazda da vardır.
Evet, farzda günah daha büyüktür. Ama halvetin sahih olmasına sebep teşkil
etmesinde gizlilik vardır. Aksi takdirde ramazanın kazasıyla kefaretin nâfile
gibi olmaması lâzım gelir. İhtimal kendi sahibinin yukarıda arzettiğimiz gibi
farz orucu mutlak olarak ihtiyar etmesinin vechi bu olacaktır. Namaz da öyledir.
Onun da farzı ve nâfilesi farz oruç gibi olmak gerekir. Orucun nâfilesi bunun
hilâfınadır. Çünkü o daha müsamahalı meşru olmuştur. Şu delil ile ki, bir
rivayette özürsüz bozması caizdir. Namazın nâfilesini ise özürsüz bozmak bütün
rivayetlere göre caiz değildir. Binaenaleyh onun nâfilesi farzı gibidir. Belki
Müctehid'e göre aralarında bizim anlayamayacağımız bir fark vardır. Allahu
a'lem.
«Hali anlaşılan
hünsa olsun.» Yani halvetten önce bu hünsa kocanın erkek olduğu anlaşılır.
Nikâhı da sahih ise, o zaman onun ciması caizdir. Halveti de cima gibidir. Hali
anlaşılmazsa nikâh mevkuftur, cimada bulunması mübah değildir. Binaenaleyh
halveti de cima gibi sayılmaz.
«Bahır'da» halvetin
sahih olduğu mutlak olarak bildirilmiş; halinin anlaşılması kaydedilmemiştir.
Eşbâh'ın ifadesini ileride göreceksin.
«Nehir»in ibaresi
şöyledir: «Bundan, hali anlaşılan hünsa murad edilmek gerekir. Hunsa-ı müşkile
gelince: Onun nikâhı hali anlaşılıncaya kadar mevkuftur. Onun için velîsi onu
sünnet edene nikâhlayamaz. Çünkü mevkuf nikâh bakmayı mübah kılmaz. Nihâye'de de
böyle denilmiştir.» Yani ciması evleviyetle mübah kılmaz. Binaenaleyh halveti
sahih değildir demek istiyor, Bu hayızlı kadınla halvete benzer. Hattâ ondan
evlâdır. Çünkü hali anlaşılmazdan önce yabancı mesabesindedir. Sonra Nehir
sahibi şunları söylemiştir: Mebsût'un ifadesine göre, hünsanın hali bülûğa
ermekle anlaşılırsa, erkek alâmeti görüldüğü takdirde babası ona bir kadın
almışsa, nikâhını kıydığı zamandan itibaren nikâhın sahih olduğuna hükmedilir.
Şayet kadına cima edemezse, kalkınamayan gibi ertelenir. Babası onu bir erkekle
evlendirmişse nikâhın bâtıl olduğu anlaşılır. Bu, ondan önceki halvetinin sahih
olmaması hususunda açıktır. Bu izahla anlarsın ki, Eşbâh sahibinin Asıl'dan
naklettiği şu ibare zâhirinegöre değildir: "Babası hünsayı bir erkekle
evlendirir de cima ederse caizdir. Aksi takdirde ne olacağını bilmiyorum yahut
babası onu bir kadınla evlendirir de bülûğa ererek cima ederse caiz olur. Aksi
takdirde ona kalkınamayan gibi mühlet verir." Muvaffakiyet Allah'tandır. Yani
Eşbâh'ın bu ibaresinden anlaşıldığına göre, mücerret erkeğin onunla cima
etmesiyle yahut onun kadına cima etmesiyle nikâh sahih olur. Velev ki bu iş
bulûğa erimeden ve kendisinde alâmet görülmeden olsun. Hali anlaşılmadan ciması
helâldir. Onunla yapılan halvet sahihtir. Bülûğa erdikten sonra bazen hali
anlaşılır, bazen anlaşılmaz. Halbuki Mebsût'ta bülûğa ermekle halinin kesinlikle
anlaşılacağı bildirilmiştir. Yine Eşbâh'ın zâhirine göre hünsanın hali belli
olmadan önce nikâhı mevkuftur. Bu, hali belli olmazdan önce yapılan halvetin
sahih olmayacağı hususunda açıktır. Çünkü cima helâl değildir. Fakat bu söz
götürür. Çünkü caizdir sözünün mânâsı, hali belli olduğu için akit caizdir
demektir. Ulemanın açıkladıklarına göre bu onun işkâlini giderir ve bundan
cimanın helâl olması lâzım gelmez. "Aksi takdirde ne olacağını bilmiyorum."
sözü, hünsada bu alâmet görülmezse akdin sahih olduğuna veya olmadığına
hükmedemem demektir. Yani bu başka bir alâmetin zuhuruna bağlıdır demek
istemiştir. Mebsût sahibinin, «Hünsanın hali bülûğa ermekle anlaşılır." sözü,
ekseri hallere göredir. Yoksa ulema bazen bunun halinin bülûğdan sonra da müşkil
kaldığını açıklamışlardır. Meselâ kadınlar gibi fercinden hayız görür, erkekler
gibi âletinden meni gelirse hali müşkil olmakla devam eder. Bazen de bülûğa
ermeden hali belli olur. İki su yolundan birinden bevleder, ötekinden etmez.
Böylece halveti sahih olur. Hâsılı halvetin sahih olmasını halinin
anlaşılmasıyla kayıtlamak zâhirdir. Çünkü daha önce ciması helâl
değildir.
"Hastalıktan" ve
keza sihirden olur. Böylesine bağlanmış derler. Nitekim bâbında Vehbâniyye'den
naklen gelecektir.
METİN
Halvet-i sahihanın
cima hükmünde olması nesebin sübûtu, velev ki âleti kesik kocadan olsun, mehr-i
müsemmayı tekid ve mehr-i müsemma yoksa mehr-i misil lâzım gelmesi; nafaka,
mesken, iddet, kız kardeşinin nikâhı ve o kadının iddeti içinde başka dört
kadının nikâhının haram olması, cariyeyeyi nikâh etmenin haram olması ve kadın
hakkında talâk vaktine dikkat hususundadır. Muhtar kavle göre başka bir talâk-ı
bâin vâki olmak:hususunda dâhi cima hükmündedir.
İZAH
Nesebin sübutu
ilh...» hakkındadır. Bahır sahibinin inceleme neticesi anladığı, sonra
Hassâf'tan nakledildiğini gördüğü şudur: «Halvet ancak mehri tamamlamak ve iddet
vâcip olmak için cima yerini tutar.» Bahır sahibi diyor ki: «Bundan maadası
nesep gibi akdinhükümlerindendir.» Yani hiç halvet bulunmasa da nesep yine sabit
olur. Meselâ doğulu bir erkek batılı bir kadınla evlense nesep sabit olur. Yahut
bundan maadası iddetin hükümlerindendir. Nitekim kalan hükümler böyledir.
Şaşırtacak şey Nehir sahibidir. Bu tahkik hususunda kardeşine tâbi olmuş; sonra
aşağıda gelen nazımda ona muhalefet etmiştir. Bahır sahibinin söylediklerini
ondan önce ibn-i Şıhne İkdü'l-Feraid adlı kitabında beyan etmiştir. Lâkin o.
"Cimadan önce boşanan kadın talâktan itibaren altı ay geçmeden doğurursa, nesebi
sabit olur. Çünkü gebe kalma işi kesin olarak boşanmadan önce olmuştur. Boşamak
cimadan sonradır. Çocuğu altı aydan fazlada doğurursa, nesebi sabit olmaz. Çünkü
iddet yoktur. O kadınla halvette bulunur da sonra boşarsa, nesep sabit olur.
Velev ki altı aydan fazlada doğursun. Bu surette hususiyet halvete ait olur."
demiştir.
«Velev ki âleti
kesik kocadan olsun.» Çünkü sürtüşmek suretiyle meni indirmesi mümkündür. İnnîn
bâbında gelecektir ki, kadınla halvette bulunur da sonra araları ayrılırsa,
çocuğu iki senede bile doğursa nesebi sabit olur.
«Mehr-i müsemmayı
te'kid...» Yani sahih nikâhın halvetinde mehr-i müsemmayı te'kid eder. Fâsit
nikâhın halvetinde ise mehr-i misil halvetle değil cima ile vâcip olur. Çünkü bu
talâk cimadan öncedir. İddet de icabetmez. Zira iddetin vâcip olması, halveti
ihtiyaten cima gibi saydığımız içindir. Çünkü zâhire göre halvet-i sahiha
esnasında cima bulunur. Bir de kansına dönmek kocanın hakkıdır. Kocanın cimadan
önce boşadığını ikrar etmesi, kendi aleyhine geçerlidir. Binaenaleyh talâk bâin
olur. Birinci talâktan sonra karısına dönmezse, ikinci talâkın da onun gibi
olması lâzım gelir. Şarihin, "başka bir talâkı bâin" sözü buna işaret
etmektedir. Çünkü bu söz, birinci talâkın da bâin olduğunu ifade eder. Az sonra
gelecek olan, "Bu talâktan sonra ricat yoktur." sözü de buna delâlet eder. Bunun
açıklaması ricat bâbında gelecektir. Bu anlattıklarımızdan anladın ki, Zahîre'de
zikredilen ikinci talâktır. Birinci değildir. Sonra ulemanın mutlak olan
sözlerinden anlaşılan, birinci talâkın da, ikincisinin de bâin olmasıdır. Velev
ki acık talâk lâfzıyla olsun. Cima edilen kadının talâkı böyle değildir. Şu
halde burada halvet cima gibi değildir. Halebî buna cevap vermiş; "Teşbih bazı
cihetlerindendir ki o da ikisinde de talâktan sonra talâk vâki olmasıdır."
demiştir. "Cima" edilen kadında bazen bâin üstüne bâin talâk yapılabilir."
şeklinde verilen cevap ise, adı geçen muhalefeti def edemez.
METİN
Geri kalan;
yıkanmak, ihsan, kızlarının haram olması, kadının ilk kocasına helâl olması,
ricat, miras ve muhtar kavle göre kadının bâkireler gibi kocaya verilmesi vesair
hükümler hakkında halvet cima gibi değildir.
İZAH
"Yıkanmak" Yani
mücerret halvet yapmakla karı-kocadan birinin yıkanması icabetmez. Cima bunun
hilâfınadır.
"İhsan" (yani
namuslu ve iffetli olmak) hususunda halveti sahiha cima gibi değildir. Halveti
sahihadan sonra zina yaparsa resmedilmesi gerekmez. Çünkü ihsanın şartı yoktur.
İhsanın şartı cimadır. İkdü'l-Ferâid sahibi diyor ki: «Bu, ihsanın erkeğe mahsus
olduğu anlaşılmadığına göredir. Bu söz, bununla ihsanın kadına da sabit
olacağını göstermemektedir. Bana öyle geliyor ki, bu hususta erkekle kadın
arasında fark yoktur. Ama bu bâbta açık bir nakil görmedim. Allahu a'lem.»
Ben derim ki:
Bahır'da şöyle denilmiştir: «Karı-koca cima olmadığında bir birlerinin tasdik
ederlerse, ulema halvet-i sahihayı cima yerine saymamışlardır. Ama cimayı ikrar
ederlerse, hükmü ikisine de lâzım gelir. Cimayı biri ikrar ederse kendisi
hakkında tasdik edilir, arkadaşı hakkında tasdik edilmez. Nitekim Mebsût'ta
beyan edilmiştir.»
«Kızlarının haram
olması...» Yani kadının kızlarının o kocaya haram olması hususunda ulema halveti
cima yerine saymamışlardır. Karısıyla halvette bulunur da cima etmez ve şehvetle
dokunmazsa, kadının kızları ona haram olmaz. Cimada bulunması bunun hilâfınadır.
Sözümüz halvet-i sahiha hakkındadır. Nitekim Tebyîn ve Fetih sahipleriyle
başkaları bunu açıklamışlardır. İkdü'l-Ferâid sahibi, "Halvet-i sahiha ile o
kadının kızlarının haram olması hususunda İmameyn arasında hilâf yoktur. Hilâf,
halvet-i fâside hakkındadır. İmam Ebû Yusuf haram olur demiş; İmam Muhammed
haram olmadığını söylemiştir." demişse de bu kavil zayıftır. Hilaf yoktur diye
iddiası kabul edilemez. Nitekim bunu Nehir sahibi izah etmiştir.
«Kadının ilk
kocasına helâl olması» hususunda halvet cima gibi değildir. Yani üç defa boşanan
bir kadın ikinci kocasıyla mücerret halvet yapmakla ilk kocasına helâl olamaz.
Onunla mutlaka cimada' bulunması lâzımdır. Bunun delili Useyle hadisidir.
"Ricat" (karısına
dönmek) yani halvet-i sahiha yapmakla karısına dönmüş sayılmaz. Açık talak
sözleriyle boşadıktan sonra halvette bulunarak karısına dönmeye hakkı yoktur.
Bahır. Yani talak bâin olmuştur, ûnun için dönemez. Nitekim arzetmiştik.
"Miras" hakkında
dahi halvet-i sahiha cima yerini tutamaz. Yani karısını boşar da halvet iddeti
içindeyken ölürse, karısı mirasçı olamaz. Bezzaziye. Bu ifadenin bir misli de
Müctebâ'dan naklen Bahır'dadır. İbn-i Şıhne ikdü'l-Feraid'de üçüncü bir kavil
daha zikretmiştir ki, o do halvetten sonra cima olmadığına birbirlerini tasdik
etseler bile kadının mirasçı olmasıdır. Rahmetî diyor ki: «Buna göre, yani
şerhdekine göre, bir adam hastalığında halvet-i sahihadan sonra cima etmeden
karısını boşar da iddeti içinde ölürse, kadın mirasçı olamaz. Tavvâki bu şerh
üzerine yazdığı hâşiyede kesinlikle buna kail olmuş; talebesi Dimaşk müftüsü
Hâmid İmâdî de bunu kabul etmiştir.»
«Bâkireler gibi
kocaya verilmesi.» diyeceğine, dul kadınlar gibi demesi gerekirdi. Tâ ki bundan
önce zikrettiklerine uysun. Çünkü zikrettikleri hep cimanın hassalarıdır,
halvetin hassaları değildir. Mânâ şudur: Bunun dul kadınlar gibi evlendirilmesi
hususunda halvet cima gibi değildir. Bilâkis o bâkireler gibi evlendirilir. Bunu
Tahtâvî söylemiştir.
«Muhtar kavle göre»
böyledir. Müctebâ'da, "Bu kadın dul gibi evlendirilir." denilmişse de zayıftır.
Nitekim Bahır'da belirtilmiştir.
«Vesair
hükümler»den murad; burada zikredilen yedi hükümden fazla olarak Nazım'da
zikredilen dört hükümdür ki, onlar da cimanın, fey'in ve kefaretin sükutu ile
ibadetin bozulmasıdır. İki mesele daha kalır ki, onları zikretmemiştir. Çünkü
kabul edilmemişlerdir. Bunlar: 1) Bazı ulemaya göre halvetin nikâh-ı mevkuf için
icazet olmaması. 2) İmameyn'e göre halvetten sonra kadın mehrini almak için
kendini kocasına teslim etmekten imtina edememesidir. Ebû Hanife'ye flöre ise
hakiki cimadan sonra mehrini almak için kadın kendini teslimden imtina edebilir.
Nitekim Bahır sahibi izah etmiştir. Vehbâniyye'de de ınninin kalkınamazlığının
devamı zikredilmiştir. Bunun nazma alınması mümkündür. Nitekim gelecektir.
METİN
Nitekim bunları
Nehir sahibi nazma çekerek şöyle demiştir:
«Kocanın halveti
bazı suretlerde cima gibidir. Bazılarında başkadır. Bu inci dizisiyle bilinir.
Mehri tamamlamak, iddet, keza nesep, Nafaka vermek, mesken ve, kızkardeşi men
etmek makbuldür. Dört kadının men'i keza cariyeler dediler. Yemin olsun. İçinde
göç bulunan ayrılık zamanına dikkat ettiler. İddette başka bir talâkın vukuunu
caiz kabul ettiler. Bazıları olmaz dedi. Doğrusu birincisidir. Mugayire gelince:
O da ihsan ve ricat ey dostum! Mirasçı olmak da öyle makûl. Cimanın sükutu ve
kadını helâl kılmak ve keza Bâkire nikâhının kızını haram kılmak mebzuldur. Fey'
ve tekfir de böyledir, bozulmaz. İbadet gusüllü tekmil de böyledir.»
İZAH
«Bazılarında
başkadır.» Yani onbir meselede halvet cima gibi değildir.
«Mehri tamamlamak
ilh...» Halvetin cima gibi olduğunu suretlerin beyanıdır.
«İçinde göç bulunan
ayrılık»tan murad, talâktır. H.
"Ricat" Yani
yukarıda beyan ettiğimiz gibi iki surette halvetle karısına dönmüş sayılmaz.
«Cimanın sükutu...»
Yanı cima lâzım gelen yerde halvet kâfi değildir. Kazaen evliliğin hakkı bir
defa cimadır. Halvetle bu hak sâkıt olmaz. İnnîn (kalkınamayan) da öyledir.
Karısıyla halvette bulunursa kendisinden cima sâkıt olmaz. Karısı ondan ayrılmak
isteyebilir.
"Fey"' Yani kadına
îlâ denilen yemini yapar da sonra muddeti içînde cimada bulunursa, bu fey' olur.
Halvette bulunursa fey' olmaz. H.
"Tekfir" Yani
ramazan gününde cima ederse kefaret lâzım gelir. Ama sadece halvette bulunursa
kefaret lâzım gelmez. H. Nehir sahibi diyor ki: Kefaret meselesini burada saymak
gereksizdir. Çünkü sözümüz halvet-i sahihadadır. Edâ orucu ise o halveti bozar.
Nitekim yukarıda geçti. T.
«Bozulmaz
ibadet...» Yani kadını bir ibadet esnasında cima ederse ibadet bozulur. Onunla
halvette kalırsa bozulmaz. H. Hâsılı tekfir ile ibadetin bozulmasını
zikretmemesi, onların yerine kalkınamama meselesini ilâve gerekir. Böylece
halvetin cima gibi olmadığı hükümler on olur. Ben sadece bunları sayarak onları
iki beyitte nazma çektim. Çünkü bunlar-dan geri kalanlarında halvetin cimaya
muhalif olmadığı mâlûmdur. Ben şöyle dedim:
«On meseleden
başkasında halvet cima gibidir. Bunlar; cima istemek, ihsan, ta'lil.
Fey', irs, ricat,
ınnîn olmamak, nikâhtan doğan kızın haram olması, bikr ve yıkanmaktır.»
METİN
Karı-koca
ayrılırlar da, kadın, cimadan sonra ayrıldık; kocası ise cimadan önce ayrıldık
derse, söz kadınındır. Çünkü yarım mehrin sükutunu inkâr etmektedir. Velev ki
erkek cima'yı inkâr etmiş, velev ki kadın halvet esnasında ona cima için imkân
vermemiş olsun. Bakire ise halvet sahihtir, değilse sahih değildir. Çünkü bâkire
ancak zorla cima edilir. Nitekim Tarsûsî bunu araştırmış, musannıf da onu tasdik
etmiştir.
İZAH
«Kadın cimadan
sonra ayrıldık derse...» Burada murad, ya cima ile birlikte halvet olup olmadığı
hususundadır; yahut sırf halvet olup olmadığı hususunda ihtilâf etmeleridir.
«Söz kadınındır.
Çünkü yarım mehrin sükutunu inkâr etmektedir.» Zâhîdî'nin Künye adlı eserinde de
böyle denilmiştir. İbn-i Vehbân bunu nazma çekmiş, şerhinde, "Bu fer'i
araştırdım. Ama bulamadım. Bunu bozacak söz de bulamadım. Bunun vechi, kaidelere
uygun olmasıdır. Zira söz inkâr edenindir."demiştir.
Ben derim ki: Ben
bunu Zâhîdî'nin Hâfî namındaki kitabında da gördüm. Orada iki kavil hikâye
etmiş; yukarıda geçeni zikrederek Muhit ile başka bir kitaba nisbet etmiş, sonra
Esrâr'a nisbetle sözün erkeğin olduğunu, çünkü erkek yarım mehirden ziyadesini
inkâr ettiğini söylemiştir. Bana birinci kavil tercihe daha lâyık görünüyor.
Onun için musannıf kesinlikle ona kail olmuştur. Bunun sebebi şudur: Mehir
bizzat akitle vâcip olur. Cima yahut ölüm onu te'kid eder. Bunlardan önce
boşamak mehri yarıya böler. Binaenaleyh tamamının vücubu, için sebep tahakkuk
etmiştir. Yarıya indiren ise ârızîdir. Kadın bu ârızı inkâr etmekte ve muhakkak
olup bütününü icabeden sebebe tutunmaktadır. Onun içindir ki cimadan
öncemehrinin tamamlanmasını isteme hakkı kendisine sabit olur. Cimadan önce
boşanmakla kendisinden alınan mehrin yarısı milkine dönmez. Bu ancak ya hâkimin
hükmüyle yahut iki tarafın anlaşmasıyla olur. Bundan önce mehirde tasarrufu
geçerli değildir. Kadının tasarrufu ise geçerlidir. Kocası her ne kadar yarıdan
fazlasını inkâr etse de, sebebini ikrar etmektedir. Nitekim gasbettiğini ikrarda
bulunup o malı iade ettiğini iddia eder ve mal sahibi kendisini yalanlarsa, iade
ettim diye iddiada bulunması sebebini ikrardan sonra ödemeyi inkâr olur ki kabul
edilmez.
«Velev kî erkek
cimayı înkâr etsin.» Bazı nüshalarda, velev ki kadın inkâr etsin şeklindedir.
Mânâ şudur: Söz kadınındır. Velev ki kadın onun cima etmediğini inkâr etsin.
Lâkin evlâ olan, "Velev ki cima olmadığını itirafta bulunsun" demektir. Çünkü
erkek cimayı iddia etmemiştir ki, kadının inkârıyla ona karşılık verilsin.
«Çünkü bâkire ancak
zorla cima edilir.» Zira tabiatı icabı utanır. Binaenaleyh çekinmekle mehrin
kuvvet bulmamasını tercih etmiş olmaz. Dul kadın bunun hilâfınadır. Çünkü onun
çekinmesi, mehrin kuvvet bulmamasını tercih ettiğini gösterir.
«Nitekim Tarsûsî
bunu...» Enfeû'l-VesâiI adlı kitabında araştırmıştır. İnceleme, adı gecen
tafsilât hakkındadır. Zira Tarsûsî evvelâ Zahîre'den naklen, "Kadınla halvette
kalır da kadın ona ciması hakkında imkân vermezse, bu hususta müteehhirin ulema
ihtilâf etmişlerdir. Nevâzil'in talâk bahsinde kocanın yarım mehir vermesi lâzım
geldiği belirtilmiştir." demîş;sonra bu tafsilâtı zikrederek, "Ben bunu fıkıh
anlayışımla söyledim. Bu hususta bir nakil bulamadım." demiştir. Zâhire
bakılırsa o bununla iki kavlin arasını bulmak istemiştir. Yine onun söylediğine
göre bu hüküm, karısı bu hususta kocasını tasdik ettiğine göredir. Yalanlarsa
söz yeminiyle beraber kadınındır. Çünkü inkâr eden odur.
«Musannıf da onu
tasdik etmiştir.» Yani bu hususta üstadı Bahır sahibine uymuştur.
METİN
Erkek, "Ben filân
kadınla halvette kalırsam sen boşsun." der de o kadınla halvette kalırsa, karısı
talâkı bâinle boş olur. Çünkü şart mevcuttur ve mehrin yarısı vâcip olur. Ama
kadına iddet yoktur. Bezzâziye. Halvetin bütün nevilerinde velev ki halveti
fâside olsun ihtiyaten iddet vâcip olur. Yani gebelik tevehhümünden dolayı
istihsanen vâcip olur. ."Mâni oruç gibi şer'î olursa iddet vâcip olur. Küçüklük
ve ağır hastalık gibi hissî olursa vâcip olmaz." diyenler de olmuştur. Bunu
diyen Kudûrî'dir. Timur tâşı ile Kâdıhân da onun kavlini tercih etmişlerdir. Ama
mezhep birinci kavildir. Çünkü İmam Muhammed'in sözüdür. Bunu musannıf
söylemiştir. Müctebâ'da, "Yalnız iddetle mehir hakkında ölüm de cima gibidir.
Hattâ cimadan önce anne ölse, kızı o kimseye helâl olur." denilmiştir.
İZAH
«O kadınla halvette
kalırsa...» Yani halveti sahiha yaparsa demektir. Çünkü halvet denilince hatıra
gelen odur. H. Yani yemin eden bir kimse, "Seninle halvette kalırsam şöyle
olsun" derse, bundan muradı, halvete mâni olacak veya onu bozacak bir şey
bulunmamasıdır.
«Talâkı bâinle boş
olur.» Çünkü ulema, "Halvet-i sahihadan sonra yanılan talâk bâin olur." diye
açıklamışlardır. Minah. Burada evleviyetle bâin olur. Çünkü halvet sahih
değildir. Halvet cimaya ancak iddetin vâcip olması hususunda benzer. T.
«Mehrin yarısı
vâcip olur.» Bu cümleden sonra bazı nüshalarda, "Çünkü cimaya imkân veren halvet
yoktur." cümlesi ziyade edilmiştir. Yani kadın mücerret halvetle boş düşmüştür.
Binaenaleyh şer'an cimaya imkân bulamamıştır demektir.
«Ama kadına hiddet
yoktur.» Bahır sahibi diyor ki: «Sahih kavle göre halveti fâsidede iddet vâcip
olduğu ileride gelecektir. Binaenaleyh bu suretlerde ihtiyaten iddet vâciptir.»
Hayreddin-i Remlî kendisine itiraz ederek, "Nakle muarız olmakla beraber iddetin
vâcip olduğu nasıl kesin söylenebilir. Halbuki bu kadın cimadan önce
boşanmıştır. O ecnebidir. Ecnebi kadınla halvette kalmak iddeti gerektirmez.
Binaenaleyh bu ne halveti sahiha kısmındandır, ne de halveti fâsideden. Öyleyse
düşün ve ulemanın; iddet ancak teslim tahakkuk ettiği vakit cima yerine tutulur
sözlerine bak!" demiştir.
Ben derim ki: Kadın
tarafından teslim mevcuttur. Lâkin erkek tarafından gelen bir mâni ona engel
olmuştur. O da ınnînde olduğu gibi tâliktir. Bir de kadının yanına girip de
hacca veya namaza niyet eden gibidir. Halvetin ecnebi bir kadınla olduğu kabul
edilemez. Çünkü halvet talâkın şartıdır. Talâk ancak şartı bulunduktan sonra
olur. Nitekim ecnebi bir kadına, "seninle evlenirsem boşsun" demesi böyledir.
Talâkın vâki olması, halvetin tahakkuk ettiğine delildir. Çünkü halvet olmasa
talâk da olmazdı. Şu kadar var ki, halvet tahakkuk ettikten sonra erkek
tarafından bir mâni zuhur etmiştir. Ulemanın sahih kavle göre halvet-i fâside
ile iddet vâcip olur diye açıklamaları bu suretlere şâmildir. Binaenaleyh
Bezzâziye'nin, "Ona iddet yoktur." sözü sahihin hilâfına göredir. Bu söz, bir
naklin ondan daha sahih bir nakle muarazası kabilindendir.
«İddet vâcip olur.»
Zâhirine bakılırsa iddet hem kazaen, hem diyaneten vâcip olur. Fetih sahibi
diyor ki: «Attâbî'nin beyanına göre, ulemamız, halvet-i sahiha ile vâcip olan
iddetin zâhiren mi yoksa hakikaten mi vâcip olduğunda söz etmişlerdir. Bazıları,
kadın cima olmadığını yüzde yüz bilerek evlenirse ona diyaneten helâl olur,
kazaen olmaz demişlerdir.»
«Bütün nevilerinde
ilh...» sözü sahih nikâha aittir. Fâsid nikâha gelince: Onda halvetle iddet
vâcip olmaz. İddet ancak cimanın hakikatiyle vâcip olur. Fetîh.
«Gebelik
tevehhümünden dolayı...» Yani hakiki imkân bulmaya bakarak rahimde çocuk kalması
tevehhüm edildiği için istihsanen vâcîp olur. Aleti kesik olan adam hakkında
daböyledir. Çünkü sürtüşmek suretiyle gebe bırakma ihtimali vardır. İddet hem
şeriatın, hem çocuğun hakkıdır. Onun için karı-kocanın ıskat etmeleriyle sâkıt
olmaz. Kocası izin verse bile, dışarı çıkmak kadına helâl olmaz. iki iddet içiçe
girer. Fakat kul hakkı içiçe girmez. Fetih. Tamamı Mi'rac'dadır.
«Timur tâşı de onun
kavlini tercih etmiştir.» Bedâyi sahibi kesinlikle buna kail olmuş; Fetih sahibi
de, "Attâbînin söyledikleri, bunu teyid eder." demiştir.
«İddet vâcip olur.»
Çünkü hakikaten imkân sabittir. Fetih.
«Küçüklük ve ağır
hastalık gibi...» Fetih sahibi diyor ki: «Bu kavle göre en güzeli. küçüklüğü
kudreti olmayana; hastalığı da ağır hastaya tahsis etmektir. Çünkü bunların
ikisinden başkalarında hakikaten imkân sabittir.»
«Çünkü İmam
Muhammed» bunu Câmi-i Sağîr adlı kitabında beyan etmiştir. Kendisi bu kitabın
meselelerini İmam Ebû Yusuf'tan; o da mezhebin sahibi İmam-ı Azam'dan rivayet
etmiştir.
«Bunu musannıf
söylemiştir.» Yani Bahır sahibi olan üstadına uyarak söylemiştir. Nehir ve
Şurunbulâliyye sahipleri de bunu tasdik etmişlerdir.
«Ölüm de cima
gibidir.» Yani iddetle mehir hakkında halvet nasıl cima gibi ise, ölüm de
öyledir. Maksat cimadan evvel erkeğin ölmesidir. Bu, iddete nisbetledir. Mehire
nisbetle ise ikisinden birinin ölümüdür: Nitekim bunu Halebî beyan etmiştir.
«Yalnız iddetle
mehir hakkında...» Yani kocası öldüğü vakit kadının vefat iddeti beklemesi lâzım
gelir ve cima edilen kadın gibi bütün mehire hak kazanır.
Ben derim ki:
Mirasta da bunun hükmü verilir denilemez. Çünkü miras akdin hükümlerindendir.
Onun için cimadan aşağı olan halvetten önce tahakkuk eder.
«Kızı o kimseye
helâl olur.» Yani halvet-i sahihadan sonra helâl olduğu gibi; burada da helâl
olur ve yukarıda geçtiği gibi ancak cimanın hakikatıyla haram olur.
METİN
Kadın bin dirhem
mehri alır da onu kocasına hîbe ederse, cimadan önce boşandığı takdirde kocası
mehrin yarısını ondan alabilir. Çünkü akitlerde paralar taayyün etmez. Mehri
almamış veya yarısını almış da birinci surette hepsini, ikinci surette kalanını
hîbe etmişse; yahut muayyen bir elbise gibi araz olan mehri yahut zimmettekini
almadan veya aldıktan sonra hîbe ederse, dönüp bir şey isteyemez. Çünkü maksat
hâsıl olmuştur.
İZAH
«Cimadan önce...»
Yani halvetten de önce boşandıysa demektir. Nehir. Yukarıda geçtiği vecihle
halvet hükmen cima yerine geçer.
«Çünkü akitlerde
paralar taayyün etmez.» Onun için bir kimse nikâhta bazı dirhemlere işaretetse,
onları vermeyip mislini verebilir. Misli, cins, nevi, miktar ve sıfatça bir
olmasıdır. Kadın bir şey hîbe etmeden cimadan önce boşanırsa, aldığını vermeyip
başkasını verebilir. Onun için hepsinin zekâtını verir. Tamamı Nehir'dedir.
Hâsılı cimadan önce boşamakla kocasının hak ettiği yarım mehrin aynı hîbe ile
eline geçmemiştir. Minah.
«Yarısını almışsa»
sözü, yarısından fazlasını almasından ihtirazdır. Çünkü o zaman yarıdan fazla
olanı kocasına iade eder. Yarıdan azını alır da kalanını kocasına bağışlarsa,
hükmü evleviyetle malumdur. Bahır. Yani kocası ondan bir şey alamaz.
«Birinci
surette...» En münasibi her iki surette demesiydi. O zaman, "yahut kalanını"
sözü, bini hibe etmesinin ikincide bir kayıt olmadığına işaret olurdu. Nitekim
Bahır sahibi öyle yapmıştır. Nehir sahibi diyor ki: «Yarısını aldıktan sonra
bini hibe etmenin manası , kocasından aldığını ve almadığını ona bağışlaması
demektir.»
«Araz olan mehri
hibe etmişse» sözüyle, o şeyin kusurlanmadığına işaret etmiştir. Çünkü fazla
kusurlandıktan sonra hibe ederse teslim aldığı günkü kıymetinin yarısını
kocasına döner. Çünkü kocasına başka bir mal hibe etmiş gibi olur. Kusur az
olursa yok gibidir. Çünkü ileride görüleceği vecihle, mehirde bu kadarı çekilir.
Hibe ederse diye kayıtlaması, kocasına satmış olsa kocası ondan yarısını alacağı
içindir. Zahire göre verdiği paranın yarısını almaz. Kocasına o şeyin yarısından
azını hibe ederse yarısının üstünü iade eder. Yarısını veya fazlasını hibe
ederse, kocası ondan bir şey alamaz. Bahır.
«Yahut
zimmettekini» sözüyle, muayyen eşya olsun, başka bir şey olsun fark etmediğine
işarette bulunmuştur. Bu, nikahın hususiyetlerindendir. Çünkü nikahta eşya
zimmette sabit olur. Nikahta mal maksut değildir. Binaenaleyh müsamaha
gösterilir. Satış bunun hilafınadır. Bahır.
«Çünkü maksat hasıl
olmuştur.» Zira cimadan önce boşamakla hakettiği şeyin aynı eline geçmiştir.
Hakettiği o şey akitte olduğu gibi fesihte de muayyen olur. Şu delil ile ki, hiç
biri bedelini veremez hatta fena halde kusurlansa da o şeyi kocasına hibe etse,
yukarıda geçtiği gibi kıymetinin yarısını alır. Nehir.
TETİMME: Tartıyla
satılan gayri muayyen -ki zimmette sabit olan şeydir- nakit hükmündedir. Muayyen
olanı ise eşya gibidir. Külçe ile altın ve gümüş kakmalar hakkında ihtilaf
edilmiştir. Bir rivayette bunlar eşya gibi diğer rivayette basılmış paralar
gibidir. Bedayi'de böyle denilmiştir. Nehir.
TEMBİH: Bahır
sahibi diyor ki: Bana zahir olduğuna göre bu meselenin altmış vechi vardır.
Çünkü mehir ya altın, ya gümüş yahut bunlardan başka misli veya kıyemi bir
şeydir. Birincisi yirmi vecih üzeredir. Zira hibe edilen o şeyin ya bütünü yahut
yarısıdır. Bunlardan her biri de ya teslim almadan yahut aldıktan sonradır.
Yahut yarısını veya yarıdan azını veya yarıdançoğunu aldıktan sonradır. Bunlar
da on eder. Bunların herbiri ya basılmış paradır yahut külçedir. Bunlar da yirmi
eder. Birinci on mislidir. Bunların herbiri ya muayyen yahut değildir. Kıyemi
olanlar da öyledir. Hükümleri beyan edilmiştir.» Nehir sahibi de ona uymuştur.
Ben derim ki: Bunun
bir misli daha ziyade edilir ve yüzyirmi olur. Şöyle denilir: Hibe edilen şey ya
bütündür ya yarım, ya yarıdan fazladır yahut yarıdan azdır. Bunlar dört eder.
Adı geçen beşle çarpılırsa yirmi olur. Bunların herbiri ya basılmış paradır
yahut külçedir. Mecmuu kırk eder. Her mislide hüküm budur. Kıyemi kırktır.
Yarıdan fazlanın veya daha azının hibe edilmesine ne hüküm verileceği yukarıda
geçti.
METİN
Bir kimse o
beldeden çıkarmamak veya üzerine evlenmemek şartıyla bin dirheme nikahlarsa;
yahut kadınla oturursa bin dirheme, dışarıya çıkarırsa ikibine diye nikahlarsa,
birinci surette şartını ifa ettiği, ikinci surette kadınla oturduğu takdirde o
kadına bin dirhem verilir çünkü buna razı olmuştur. Burada iki suret vardır.
Birincisi kadına faydalı olacak bir şartla mehir koymak, ikincisi bir takdire
göre mehir, başka takdire göre başka mehir koymaktır. Şartını ifa etmezse ve
kadınla oturmazsa, mehr-i misil verilir. Çünkü fayda olmayınca kadının rızası da
yoktur. Lakin son meselede mehir ikibinden fazla verilmediği gibi binden de
aşağı bırakılmaz. İki taraf buna ittifak etmişlerdir.
İZAH
«Kadınla oturduğu
takdirde» diyerek burada birinci suretteki gibi şartını ifa ederse dememesi,
birinci surette mehr-i müsemma mal olunca az veya çok olması hususunda takdirde
bulunmuş; ikinci surette mal olmadığı için bu takdiri yapamamıştır.
«Birincisi ilh...»
Bunun esası kadına bir miktar mehr-i müsemma yahut mehr-i mislinden fazla mehir
koyması ve bununla birlikte kadına yahut kadının babasına zirahm-i mahremine bir
fayda şart koşmaktır. Bu şart, faydalanılması mübah ve kocanın fiiline bağlı
olacaktır. Mücerret akitle hasıl olan bir şey olmamalıdır. Kocasının bundan
kendisine bir şey iade etmesini kadına şart koşmaması da lazımdır. Bu şöyle
olur: Kadını bulunduğu beldeden çıkarmamak veya ona ikramda bulunmak yahut
hediye vermek yahut onun babasına kendi kızını nikahlamak veya kadının kardeşini
azad etmek yahut ortağını boşamak suretiyle bin dirheme alır. Menfaat ecnebi
için şart koşulur da şartı îfa etmezse, kadına mehr-i müsemmadan başka bir şey
verilmez. Çünkü bu menfaat akdi yapan iki taraftan biri için kasd edilmiş
değildir. Üzerine evlenmek gibi kadına zarar verecek bir şeyi şart koşsa, hüküm
evleviyetle bunun gibidir. Keza konulan mehir misil kadar veya ondan daha çok
olursa hüküm yine böyledir. şart koşulan şey şarap ve domuz gibi mübah değilse,
konulan mehir on dirhem veya daha fazla olduğu takdirde, kadına onu vermesi
vâcip olur. Şart koştuğu şeybâtıldır. Mehr-i misli de tamamlamaz. Çünkü müslüman
haramdan faydalanmaz. Onun yerine başka bir şey de vâcip olmaz. Kadını kardeşini
âzâd etmek veya ortağını boşamak şartıyla bin dirheme fakat muzârî değil de
mastar sîgasıyla nikâh ederse, kardeşi âzâd olur. Akdin kendisiyle, ortağı, bir
talâk-ı ric'î ile boş düşer. Çünkü mukabilinde kıymeti olmayan bir mal
gösterilmiştir. O mal da kadından istifade hakkıdır. Karısına sadece konulan
mehir verilir, veyâ hakkı kocasınındır. Ancak, "Kadının kardeşi de, veyâ kadına
olmak üzere âzâd olacak." derse, o zaman veyâ hakkı kadının olur. Kadını bin
dirhem mehirle ve kendi karısı filancayı boşamak, kadının da ona bir köle iade
etmesi şartıyla alırsa, bin dirhem mehr-i misli ile kölenin kıymetine taksim
edilir. Her ikisi musavi gelirse, binîn yarısı köleye kıymet, yarısı da mehir
olur. Bu kadını cimadan sonra boşarsa bakılır; kadının mehr-i misli beş yüz
dirhem veya daha az ise, ona bundan başka bir şey verilmez. Daha fazla ise,
Kocası şartı îfa ettiği takdirde hüküm yine budur. Etmezse mehr-i misil verilir.
Meselenin tamamı Muhit'te ve Mebsût'tan naklen
Fetih'tedir.
İkramda bulunmayı
ve hediye vermeyi şart koşması meselesi hakkında iIeride söz gelecektir.
Meselenin hulâsası birkaç vecih üzerinedir. Çünkü şart ya kadına faydalı
olacaktır yahut ecnebi birisine; yahut da zararlı olacaktır. Bunlardan her biri
ya mücerret nikâhla meydana gelecektir, yahut kocamın fiiline bağlı kalacaktır.
Bu altı kısmın her birine göre mehr-i misil ya mehr-i müsemmadan daha çok, ya
ona müsavî. yahut daha azdır. Bunların her biri ya cimadan önce yahut sonradır
ve her birinde ya şarttan faydalanmak mübahtır yahut değildir. Her birinde
kadının kocasına ya bir şey iade etmesi şart koşulmuştur yahut koşulmamıştır ve
her birinde şartı îfa ya hâsıl olmuştur ya olmamıştır. Böylece vecihler iki yüz
seksen sekize ulaşır. Bahır'daki izahın hulâsası budur.
İkincisi ilh...».
Fetih sahibi diyor ki: «İkinciye gelince: Meselâ kadını yanında oturmak veya
üzerine cariye getirmemek yahut ortağını boşamak veya mevlât yahut acem veya dul
olmak şartıyla bin dirheme, bunların zıddında ikibine nikâhlamak suretiyle
olur.»
«Çünkü fayda
olmayınca kadının rızası da yoktur.» Zira birincide kadına faydalı bir şart
koşmuştu ki, o da evinden çıkarmamak ve üzerine evlenmemek gibi şeylerdir. Bu
şartı îfa edince kadına mehr-i müsemması verilir. Çünkü mehir olmaya yarayışlı
bir şeydir. Kadın da buna razı olmuştur. Bu yoksa kadın da mehr-i müsemmaya razı
olmaz. O zaman mehr-i misli tamamlanır. İkincide iki mehir koymuştur, fakat
bunların ikincisi doğru değildir. Çünkü meçhuldür. Nitekim gelecektir.
Binaenaleyh burada mehr-i misil vâcip olur.
«Binden de aşağı
bırakılmaz.» Yani her iki meselede hüküm budur.
«Çünkü iki taraf
buna ittifak etmişlerdir.» Yani son meselede kadının mehr-i misli iki binden
fazla olursa, iki binden fazla bir şey alamaz. Çünkü kocasının karşısında buna
razı olmuştur. Birinci mesele bunun hilâfınadır. Çünkü binden fazla olursa, kaça
çıkarsa çıksın kadına mehr-i misil verilir. Zira yalnız bine razı olmamış,
faydalı bir vasıfla birlikte ona razı olmuştur. Bu vasıf da meydana gelmemiştir.
Her iki meselede mehr-i misil binden az olursa, kadına bin dirhem verilir. Çünkü
kocası buna razı olmuştur.
METİN
O kadını cimadan
önce boşarsa, her iki meselede mehr-i müsemma yarıya bölünür. Çünkü şart sâkıt
olmuştur. İmameyn, "Her iki şart sahihtir." demişlerdir. Kadını çirkinse bin
dirheme, güzelse iki bin dirheme nikâhlaması bunun hilâfınadır. Çünkü her iki
şart esah kavle göre bil ittifak sahihtir. Sebebi bilinmeyen cihetin azlığıdır.
Ama dullukla bekârlık sebebiyle mehrin azlık ve çokluğunda tereddüt göstermesi
bunun hilâfınadır. Çünkü kadın dul ise az olanı vermesi. değilse mehr-i misil
vermesi gerekir. Yalnız bu mehr-i misil müsemmanın çoğundan fazla olmayacak,
azından da az olmayacaktır. Fetih. Bâkire çıkmasını şart koşar da dul çıkarsa.
bütün mehrini vermesi lâzım gelir. Dürer. Bezzâziye sahibi de bunu tercih
etmiştir.
İZAH
«Çünkü şart sâkıt
olmuştur.» Zira koca şartı îfa edemeyince, mehr-i mislin tamamı vâcip olur.
Cimadan önce boşadığında ise mehr-i misil sabit olmaz. Binaenaleyh o da
itibardan sâkıt olur, mehr-i müsemmadan başka bir şey katmaz. Artık o yarıya
bölünür. Bedâyi.
«İmameyn, "Her iki
şart sahihtir." demişlerdir.» Yani son meselede böyledir. Hidâye sahibi diyor
ki: «Hattâ kadınla beraber oturursa kadına bin dirhem, dışarı çıkarırsa iki bin
verilir. İmam Züfer her iki şartın fâsit olduğunu söylemiştir. Ona göre kadına
mehr-i misil verilecek, fakat bu, binden az iki binden çok olmayacaktır.
Meselenin aslı icareler bahsindedir.»
«Esah havle göre»
bunun mukabili Nevâdir'de İbn-i Semâa'nın İmam Muhammed'den naklen, "Bu mesele
ihtilâflıdır." demesidir. Bahır sahibi bunu zayıf bulmuştur.
Sebebi bilinmeyen
cihetin azlığıdır.» sözü, İmam-ı Âzam'ın kavline yapılan itirazın cevabıdır.
İmam-ı Azam evvelki meselede ikinci şartın fâsit olduğunu söylemişti. Mesele;
kadını yanında oturursa bin dirheme, dışarı çıkarırsa iki bin dirheme
nikâhlaması meselesiydi. Bu surette İmam-ı Âzam her iki şartı sahih kabul
etmişti. Halbuki her iki surette terdit vardır. Gâye sahibi buna cevap vermiş;
"Geçen meselede tereddüt ikinci mehr-i müsemma üzerineydi. Çünkü koca onu
evinden çıkarıp çıkarmayacağını bilmiyordu. Burada ise kadın güzel veya çirkin
tek bir sıfat üzeredir. Kocanın onun sıfatını bilmemesi tereddüt icabetmez."
demiştir. Zeylâî bu cevabı reddederek; "Evvelki meselenin suretleri arasında
kadın hücre ise yahut kocanın başka bir karısı olursa iki bine, kadın âzâdlı ise
yahut kocanın başka karısı yoksa bin dirheme ciması da vardı. Halbuki burada
tereddüt yok, fakat hâl meçhûl idi." demiştir. Bahır sahibi de ona şu cevabı
vermiştir: «Kadın bütün suretlerde bir sıfatta olsa dahücre olup olmaması
hususundaki bilinmezlik kuvvetlidir. Çünkü bu, gözle görülür bir şey değildir.
Onun için bunda münazaa olursa isbatına ihtiyaç görülür. Binaenaleyh bunda manen
tereddüt vardır. Güzellik, çirkinlik bunun hilâfınadır. Çünkü görülen bir
şeydir. Onun bilinmezliği azdır. Çünkü zahmetsizce giderilebilir.» Nehir sahibi
de buna itiraz etmiş; "O halde bir karısı olursa iki bin dirheme: olmazsa bin
dirheme nikâhladığı kadının akdi sahih olmak gerekir. Çünkü nikâh birbirlerini
işitmekle sabit olur. Münazaa vaktinde isbata muhtaç değildir."'demiştir.
Ben derim ki: Bu
ifadenin söz götürdüğü meydandadır. Çünkü nikâhın birbirlerini işitmekle isbatı,
ancak nikâhın isbatına ihtiyaç görüldüğü zamandır. Şu da var ki; o adamın başka
memlekette bir karışı olur da onu kimse bilmeyebilir. Güzellik. çirkinlik bunun
hilâfınadır. Onun için şarih Bahır'ın ifadesine tâbi olmuş, Nehir'in sözüne
bakmamıştır.
«Tereddüt
göstermesi bunun hilâfınadır ilh...» Bu mesele dahi evvelki meselenin
suretlerinden biridir. O meselenin, güzellik, çirkinlik için tereddüt ettiği
meseleye muhalif olduğunu söylemişti. Binaenaleyh tekrarına hâcet yoktur.
Hâsılı mehri azla
çok arasında mütereddit bırakmak meselesinde azın şartı bulunursa azı vermesi
lâzım gelir. Aksi takdirde çoğu vermesi icabetmez. Bilâkis mehr-i mislini verir.
İmameyn buna muhaliftirler. Yalnız güzellik, çirkinlik meselesinde İmam-ı
Azam'la beraberdirler. Zira hangi şartta bulunursa bulunsun bil ittifak mehr-i
müsemma vâcip olur. İmamı Âzam'ın gördüğü fark yukarıda geçti.
«Bâkire çıkmasını
şart koşar da dul çıkarsa...» meselesini şarih istidrat kabilinden (yani yeri
gelmişken) zikretmiştir. Yoksa bu mesele öncekilerin cinsinden değildir.
Münasebeti mehr-i müsemmayı arzu edilen bir vasfa bağlı bırakmaktır.
«Bütün mehrini
vermesi lâzım gelir.» Çünkü mehir sırf istifade için meşru kılınmıştır. Bâkire
çıksın diye meşru kılınmamıştır. Bunu Halebî Mecmau'l Enhur'dan nakletmiştir.
«Bezzâziye sahibi
de bunu tercih etmiştir. » Ben derim ki: Bezzâziye'nin ibaresi şöyledir: «Kadını
bâkire çıkması şartıyla alır da bâkire çıkmazsa, onun halini kızlığı atlamakla
bozulmuştur diye salâha yorumlamak için bütün mehr-i vermesi vâcip olur. Onun
bâkire çıkmak şartıyla mehr-i mislinden fazlasıyla alır da bâkire çıkmazsa,
ziyadeyi vermek vâcip olmaz. Düşünen için ikisinin arasını bulmak açıktır.»
Aralarını bulmak
ikinci meseleyi ta'lil ederken İmâdiyye sahibinin Fevaidü'l Muhit'ten naklettiği
şu sözlerle olur: Bu adam ziyadeyi arzu ettiği bir şeyin karşılığında vermiştir.
O şey de yoktur. Binaenaleyh mukabilindeki ziyade de vâcip olmaz. Sen biliyorsun
ki, Bezzâziye'nin sözünde mutlak surette bütün mehri vermesi tercih edilmiş
değildir. Bilâkis onda tafsilâtın tercihi ve mehr-i misille ondan daha fazla
vererek evlenmek arasında farkıtercih vardır. Evet, Bezzâziye'de bundan sonra,
"Kadına bâkire çıkmak şartıyla mehr-i muaccelinden daha fazla verir de kadın dul
çıkarsa, bazılarına göre kadın fazlasını kocasına iade eder. Buhârâ ulemasının
ihtiyar ettikleri kavle kıyasen ise, mehr-i muaccelinin mislinden fazlasını iade
eder. Onların kıyas ettikleri mesele şudur: Kadına çok cihaz hazırlasınlar diye
peşin olarak çok mal verir de kadın çok cihaz getirmezse, mehr-i muaccelinin
mislinden ziyadesini kocasına döner. Harzem uleması da böyle fetva vermiş;
ziyadeyi dönmesi gerekir demişlerdir. Lâkin İmam Zahîruddin'in Fevâid'inde her
iki surette bir şey dönmeyeceği açıklanmıştır." denilmiştir. Yani gerek mehr-i
misline ziyade, gerekse mehr-i muacceline ziyade suretlerinde bir şey dönmek
yoktur. Nitekim Fusûl-i İmâdiyye'ye müracaatla anlaşılır. Binaenaleyh
Bezzâziye'nin İmâdiyye'ye tâbi olarak. «Lâkin İmam-ı Zahîruddin ilh..." demesi,
bir şey dönmemeyi tercih ettiğini ve bütün mehir lâzım geldiğini gösterir. Onun
için Vehbâniye sahibi bu meseleyi nazma geçerek ziyadenin vâcip olmaması,
"diyenler vardır" sözüyle ifade etmiş; bütün mehrin lüzumu tercih ettiğini de
söylemiştir. Nitekim Dürer, Vikâye ve Mültekâ sahiplerinin mutlak olan sözleri
de bunu gerektirir.
METİN
Biri kıymetçe daha
düşük olduğu halde kadını şu köleye yahut şu bine veya şu iki bine yahut şu
köleye veya şu köleye yahut şunlardan birine diye nikâh ederse, hâkim mehr-i
misli hakem kılar. Eğer kıymeti yüksek olan kadar veya onun üzerinde ise, kadına
yüksek olanı verilir. Mehr-i misil düşük olanın kıymeti kadar veya daha az ise,
kadına düşük olan verilir. Aksi takdirde mehr-i misil verilir. Cimadan önce
boşarsa müt'a-l misil hakem kılınır. Çünkü asıl olan müt'adır. Hattâ düşük
olanın yarısı müt'adan az olursa müt'a vâcip olur. Fetih.
İZAH
«Biri kıymetçe daha
düşük olduğu halde» cümlesi hâl mevkiindedir. Düşük diye kayıtlaması, kıymetleri
müsavi ise mehir tesmiyesi bil ittifak sahih olduğu içindir. Bunu Bahır sahibi
Fetih'ten nakletmiştir. Bundan önce, "Kıymetleri müsavi ise hakem tayin edilmez.
Hangisini seçeceği hususunda kadın muhayyer bırakılır." demiştir.
«Veya şu iki bine»
sözünü zikretmekte bir mânâ yoktur. Çünkü bin dirhem sözünün kayıt olmadığı
kesin olarak bilinmektedir. Evlâ olan, Bahır sahibinin dediği gibi, "Yahut şu
bine veya şu iki bine" demeliydi. Bu başka bir misaldir ve ondan sonraki mesele
gibi cins bir olup kıymeti değişik olan şeyler hakkındadır.
«Yahut şunlardan
birine diye nikâh ederse...» Yahut kelimesiyle, "bunlardan biri" ifadesi
arasında fark yoktur demek istiyor. Hüküm birdir. Nitekim Muhit sahibi
açıklamıştır. Bahır. Hâsılı cinsleri bir olsun olmasın muhtelif kıymette iki
şeyi mehir tesmiye ederse, "Mehr-i misil hakem tayin edilir." Bu İmam-ı Âzam'a
göredir. İmameyn'e göre ise kadına kıymeti az olanverilir. Metinler birinci
kavle göre yazılmıştır. Tahrir sahibi ise İmameyn'in kavlini tercih etmiştir.
Hilâfın esası şudur: İmam-ı Âzam'a göre mehr-i misil asildir. Mehr-i müsemma
sahih olursa onun halefidir. Burada ise bilinmediği için mehr-i müsemma
fâsitdir. Binaenaleyh asla dönülür. İmameyn'e göre bunun aksinedir. Bunun yeri,
muhayyerlik kadına veya erkeğe ait olacak diye açıklanmadığı zamandır.
«Kadın muhayyer
olmak şartıyla» derse kadın dilediğini alır. "Ben muhayyer kalmam şartıyla sana
hangisini istersem onu veririm." derse, bil ittifak sahih olur. Çünkü münazaa
ortadan kalkmıştır. Nikâhta diye kayıtlaması, hul buna uymadığı içindir. Çünkü
iki muhtelif şey üzerine hul olur yahut iki muhtelif şey üzerine köle âzâd
ederse bilittifak az olanını vermesi icabeder. Çünkü hul'un aslî bir mûcibi
yoktur ki, müsemma fâsit olduğu vakit ona başvurulsun. ikrarda da böyledir.
Tamamı Bahır'dadır.
«Kadına yüksek
olanı verilir.» Çünkü kadın tahdide razı olmuştur. Hidâye.
«Kadına düşük olan
verilir.» Çünkü kocası ziyadeye razı olmuştur.
Hidâye.
«Aksi takdirde...»
Yanı yüksekle düşük arasında ise mehr-i misil verilir. «Çünkü asıl olan
müt'adır.» Yani boşanmazdan önce asıl olan nasıl mehr-i misil ise, cimadan önce
boşanmakta do asıl olan müt'adır. Bahır.
«Müt'a vâcib olur.»
sözüyle şarih şuna işaret etmiştir: Dürer'de Vikâye ve Hidâye'ye uyularak, "Bil
ittifak düşük olanın yarısı vâcip olur." denilmiş olması. ekseriyetle müt'a
düşük olanın yarısını geçmemesine mebnîdir. Nitekim Hidâye sahibi bununla ta'lil
etmiştir. Hattâ yarıdan fazla olursa vâciptir. Nitekim bunu Hâniyye ve Dirâye
sahipleri açıklamışlardır. Fetih sahibi diyor ki: «Tahkîke göre müt'a hakem
kılınır.» Bu gösterir ki, müt'a yüksek olanın yarı kıymetinden fazla ise,
yarıdan fazla verilmez. Çünkü kadın ona razı olmuştur. Rahmetî.
METİN
Kadını bir at veya
köle yahut herat elbisesi yahut bir ev döşemek şartıyla veya deve gibi
hayvanlardan mâlûm bir sayı vermek üzere nikâh ederse, her cinste vâcip olan o
cinsin ortası varsa ortası, yahut kıymetidir. Selem caiz olmayan şeylerde
muhayyerlik kocaya aittir. Aksi takdirde muhayyerlik kadınadır. Cinsi zikredilen
her hayvanda da hüküm budur. Yani ortanın lâzım gelmesidir. Cins fukahaya göre;
hükümleri değişik olan çok şeylere verilen addır.
İZAH
«Bir at ilh...»
sözüyle musannıf başka bir meseleye başlamaktadır. Mevzuu; kadını cinsi belli
olup vasfı belli olmayan bir şey vermek şartıyla almaktır. Nitekim Hidâye'de
belirtilmiştir.
«Vâcip olan, o
cinsin ortası veya kıymetidîr.» sözü bu tesmiyenin sahih olduğunu bildirir.
Çünkü cins mâlûm olup iyisine. kötüsüne şâmildir. Orta olanda her iki sınıftan
vardır. Cinsi bilinmeyen bunun hilâfınadır. Çünkü onun ortası yoktur. Cinslerin
mânâları muhteliftir. Kocanın ortayı veya kıymetini vermek arasında muhayyer
bırakılması, orta ancak kıymetle bilindiği içindir. Binaenaleyh ödeme hakkında
kıymet asıl olmuştur. Musannıfın müphem bir ad zikretmesi şu köle veya şu at
gibi işaretiyle muayyen yerlerde kendi milkiyse, mücerret kabul ile milk kadına
sabit olacağı içindir. Kendi milki değil ise, satın alması için kadın kocasını
sıkıştırır. Bundan âciz kalırsa kıymetini vermesi lâzım gelir. Kendine izafe
etmesi. meselâ kölem demesi de böyledir. Ama kadın kıymetini kabule mecbur
edilmez. Çünkü kendine izafe etmesi, işaret gibi tarifin sebeplerindendir. Lâkin
burada adamın köleleri varsa kadının onlardan orta kıymette birinde milki sabit
olur. Tayini de kocasına düşer, denilir. Bahır sahibinin "Kadının ona mâlik
olması kocasının tayinine bağlıdır." sözü doğru değildir. Çünkü izafetin ibham
gibi olmasını gerektirir. İbhamda kadına orta bir köle tayin ederse, kadın onu
kabule mecbur edilir. Tamamı Nehir'dedir.
«Ortası varsa
ortasıdır.» Bununla musannıf, o işin yalnız at ve köle gibi şeylere mahsus
olmadığını. bilâkis ortası bulunan her cinse şâmil olduğunu anlatmak istemiştir.
H.
«Selem caiz olmayan
şeylerde ilh...» Elbiseyi meselâ ferah kumaşı diye vasıflandırırsa, koca o
cinsten orta bir elbise ile kıymetini vermek arasında muhayyer bırakılır.
Nitekim yukarıda geçti. Keza vasfında mübalâğa göstererek; "Uzunluğu şu kadar
olacak..." derse, zâhir rivayete göre hüküm yine budur. Evet, bu mübalâğa ile
beraber müddeti de zikrederse, kadın kıymeti kabul etmeyebilir. Çünkü elbisede
selemin sahih olması müddetin zikrine bağlıdır. Ölçülen ve tartılan şeylerde ise
iyidir, arpa ile karışık değildir; said malıdır diye iyi sıfatını söylerse,
söylediği taayyün eder. Velev ki eceli zikretmesin. Çünkü bunlarda vasf edilen
şey zimmette sabit olur. Velev ki veresiye olmasın. Nitekim Nehir ile Bahır'da
beyan edilmiştir. Muhayyerliğin kadına ait olmasının mânâsı, kıymeti kabule
mecbur edildiği vakit kabul etmemesidir. Yoksa erkek aynı vermek istediği vakit
kadın onu kıymetini vermeye mecbur edebilir mânâsına değildir. Çünkü selem sahih
olunca, kadının aynda hakkı taayyün eder. Şu da var ki, Fethu'l-Kadir'de
açıklandığına göre Hidâye sahibinin, "zâhir rivayette" sözü Ebû Hanife'den
rivayet edilen kavilden ihtirazdır. Mezkûr kavle göre koca orta bir aynı vermeye
mecbur edilir. İmam Züfer'in kavli de budur. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre,
elbisenin vasfında uzunluğu şöyle, genişliği ve inceliği şöyle diye mübalâğalı
şekilde vasfetmekle beraber müddeti de zikrederse, o elbise taayyün eder. Bunun
bir mislini Mebsût'tan da rivayet etmiş; sonra İmam Züfer'in rivayetini tercih
eylemiştir. Mecma sahibi bu rivayetin esah olduğunu açıklamıştır. Dürerü'l-
Bihâr sahibi dahi açıklamış; Gurarü'l-Ezkâr sahibi ile İbn-i Melek de onu tasdik
etmişlerdir. Sonra âşikârdır ki, taayyünetmese de cinsin ortasını veya kocasının
zikrettiği vasıfları itibara alarak kıymetini vermek mutlaka lâzımdır.
«Her hayvanda hüküm
budur.» Şu halde atı zikretmesi bir kayıt değildir. Evvelâ, "Kadını cinsi mâlûm
bir şey vermek üzere alırsa, ortası veya kıymeti vâcip olur." dese daha kısa ve
daha şümullü olurdu. Zira köle ve herat elbisesi gibi şeylere âm ve şâmil
olurdu. Bunu Halebî söylemiştir.
«Cins fukahaya göre
ilh...» böyledir. Mantıkçılara göre ise "Nedir o?" sualine cevaben hakikatleri
muhtelif birçok şeylere verilen addır. Nevi ise; sayıda muhtelif birçok şeylere
verilen addır, diye tarif olunur.
«Hükümleri değişik
olan» insan gibi ki, erkek ve kadına verilen addır. Ama ikisinin hükümleri de
değişiktir. Bahır sahibi diyor ki: «Şüphesiz elbise deyince; altında, keten,
pamuk ve ipek gibi şeyler toplanmaktadır. Ama hükümleri muhteliftir. Zira ipek
elbiseyi giymek helâl değildir. Başkasını giymek helâldir. Bu, fukahaya göre bir
cinstir. Hayvan da öyledir. Altında at ve eşek mevcuttur. Haneye gelince: Onun
delâlet ettiği mânâlar memleketlere, yerlere, genişliğe, darlığa ve gelirinin
azlığına çokluğuna göre pek fazla değişmektedir.»
METİN
Nevi zikredilen
hayvanda hüküm bu değildir. Nevi hükümlerde bir olan çok şeylere verilen addır.
Bir elbise ve bir hayvan gibi cinsi meçhûl olanlar bunun hilâfınadır. Çünkü onun
ortası yoktur.
İZAH
«Hükümlerde bir
olan şeye» usulcüler hâs bahsinde adamı misal vermişlerdir. Buna itiraz olunmuş
ve "Bu kelime; hür, köle, akıllı ve deliye şâmildir. Bunların hükümleri ise
başka başkadır!" denilmiştir. Onlar buna şöyle cevap vermişlerdir: "Hükümlerin
değişmesi asaleten değil arızîdir. Erkek ve kadın bunun hilâfınadır. Çünkü
onların değişmesi asaletendir." Bahır.
T E M B İ H : Bu
söylediklerimizden anlaşılır ki, hayvan, dâbbe, memlûk ve elbise bir cinstir.
At, eşek, köle, rahat kumaşı, keten ve pamuk ise bir nevidir. Mehir tesmiyesi
sahih olan ve ortası yahut kıymeti ödenmek icabeden ikincisidir. Binaenaleyh
musannıfın "Nevi zikredilip vasfı zikredilmeyen her hayvanda hüküm budur."
demesi icabederdi. Nitekim Muhtâr'ın metninde "Kadını bir hayvan vermek şartıyla
alırsa, at gibi nevini söylediği takdirde caiz olur. Velev ki vasfını
söylemesin." denilmiştir. Muhtâr şerhi ihtiyar'da ise şöyle ifade edilmiştir:
«Sonra bilinmemenin nevileri vardır. Biri hem nevinin, hem vasfının
bilinmemesidir. Bir elbise veya bir hayvan yahut bir hane demesi böyledir. Bu
tesmiye sahih değildir. Bilinmemenin nevilerinden biri de nevi mâlûm, sıfatı
meçhûl olandır. Meselâ bir köle, bir atveya bir inek yahut bir koyun veya bir
ferah elbisesi demesi bu kabildendir. Bu tesmiye sahihtir ve ortayı vermek
icabeder ilh...»
Görülüyor ki hayvan
ve elbiseyi cinsi mâlûm, nevi ve vasfı meçhûl saymış; köle, at, ferah elbisesi
gibileri cinsi ve nevi mâlûm, vasfı meçhûl kabul etmiştir. Bu, yukarıda geçen
fukahaya göre cins ve nev'in tarifine uygundur. Eğer "Hidâye'de bu meselenin
mânâsı, hayvanın cinsini söyleyip vasfını söylememektir. Meselâ kadını bir at
veya eşek vermek şartıyla nikâh etmektir. Ama cinsin adı söylenmezse, meselâ bir
hayvana denirse, bu tesmiye caiz değildir. Mehr-i misil vâcip olur denilmiştir.
Görülüyor ki Hidâye sahibi at ve eşeği bir cins saymıştır." Dersen, ben de derim
ki: O cinsten, nev'i murad etmiştir. Nitekim Gâyetü'l- Beyân'da bu
açıklanmıştır. Onun için de bunu vasıfla karşılaştırmıştır. Bahır sahibinin
"Cinsi nev'e yorumlamaya hâcet yoktur. Çünkü fukahaya göre cins çok şeylere
verilen isimdir ilh..." sözüne gelince: Onun hakkında da şöyle denilir:
Hidâye'nin ifadesindeki cinsi fıkhî cins mânâsına yorumlamak doğru değildir.
Nitekim bu açıktır. Bilâkis onu nev'e yorumlamak taayyün eder. Keza Hidâye
sahibi "Cins söyler, meselâ ferah kumaşı derse, mehir tesmiyesi sahih olur ve
koca muhayyer bırakılır. Bu heravî kelimesini cins olarak söylemiştir, ama o
yukarıda geçen mânâda cins değildir." demiştir. Musannıf Hidâye sahibine uysa
da, "nev'ini zikretmezse" diyeceğine "cinsini zikreder de vasfını zikretmezse"
dese, sözü sahih olurdu. Cins-ten nev'i kasd edilirdi. Çünkü onun karşılığında
vasfı zikretmiş ,olurdu. Karşılığında nev'i zikredince sahih olmaz. Bana zâhir
olan budur.
«Cinsi meçhûl
olanlar bunun hilâfınadır.»» Yani nevi ile kayıtlamaksızın yalnız cinsini
zikretmek; meselâ bir elbise veya bir hayvan demek bunun hilâfınadır. Çünkü bunu
mehr-i müsemma yapmak doğru değildir. Ortasını veya kıymetini vermek vâcip
olmaz, mehr-i misil vermek icabeder.
T E M B İ H : Bu
meselenin hâsılı şudur: Mehr-i müsemma paradan başka bir şey ise; meselâ eşya
veya hayvansa ya işaretle veya izafetle muayyen olur ve aynen onu vermek
icabeder; yahut muayyen olmaz. Eğer ölçülen ve tartılan şeylerden değilse ve bir
hayvan, bir elbise gibi aynı meçhûl ise, ondan mehr-i müsemma yapmak fâsittir ve
mehr-i misil vâcip olur. Nev'i bilinir de vasfı bilinmezse, meselâ bir at veya
bir ferah elbisesi veya bir köle derse, mehr-i müsemma yapması sahih olur ve
onun ortası ile kıymetini vermek arasında muhayyer bırakılır. Zâhir rivayete
göre elbisenin vasfı bilinirse hüküm yine böyledir. Yukarıda esah olduğu
bildirildiğine göre, ortasını vermek taayyün eder. Çünkü selem gibi zimmette
vâcip olur. Hayvan bunun hilâfınadır. Çünkü o selemde zimmette vâcip olmaz.
Tesmiye edilen şey ölçülen veya tartılan bir şey ise, bir kile iyi ve arpasız
saîd buğdayı gibi nevi ve vasfı bilinirse, tesmiye ettiğini aynen vermek tâzim
gelir. Bu. kendisine işaret edilen eşya gibi olur. Çünkühalen zimmette sabit
olur. Ödünç gibidir. Veresiye ise selem gibi olur. Vasfı bilinmezse, koca orta
ile kıymetini vermek arasında muhayyerdir. İhtiyar, Fatih ve Bahır'ın
ibarelerinin hulasası budur.
Lâkin Hâniyye'nin
ibaresi müşkil kalır. Orada şöyle denilmiştir: «Kadını on dirhem ile bir
elbiseye nikâh eder de vasfını söylemezse, kadına on dirhem verilir. Kendisiyle
zifaf olmadan boşarsa ona beş dirhem verir. Ancak kadının müt'ası bundan
fazlaysa o zaman iş değişir.» Bahır sahibi şöyle diyor: «Bundan anlaşılır ki,
cinsi meçhûl bir şeyi mehr-i musemma, yaptığında mehr-i misil vâcip olması,
ancak kendince mâlûm bir müsemma olmadığı yerdedir. Lâkin bu izaha göre müt'aya
aslâ bakmaması gerekir. Çünkü burada mehr-i müsemma sadece on dirhemdir.
Elbisenin zikredilmesi hükümsüzdür. Şu delil ile ki, boşamazdan önce kadına
mehr-i mislini tamamlamamıştır.» Hayreddin-i Remlî buna cevap vermiş ve "Elbise
iddete yorumlanmıştır. Teberru âdet olduğu vecihle mehr-i müsemmada dahil
değildir. Çünkü dahil olsa bilinmeyen tarafı çok olduğu için tesmiyenin fesadını
icabederdi." demiştir. Fetâvâ-i Hayriyye adlı kitabında da "Bahir sahibi ile
kardeşinin elbiseyi hükümsüz saymakta zihinleri şaştı. Kuvvet ve kudret ancak
Allah'a mahsustur." demiştir.
Ben derim ki: Onun
iddet ve teberruya yorumlaması, tesmiyede hükümsüz bırakması mânâsınadır. Bu
fer'in müşkil olmasının vechi şudur:Elbise mehir tesmiyesinde dahil değilse.
cimadan önce boşadığı için müt'aya bakmadan kadına mehr-i müsemmasının yarısını
vermesi lâzımdır. Çünkü on dirhemi mehir temsiye etmek sahihtir. Dahil ise bin
dirhem ve kadına ikram şartıyla evlendiğinde bu şartı yerine getirmesi hediyeyi
şart koştuysa onu vermesi gerekir. Nehir sahibinin açıkladığına göre Mebsût'ta
İmam Muhammed'in "Kadını bin dirhem mehîr ve ikram yahut bir hediye vermek
şartıyla alırsa, mehr-i misli bin dirhemden az olmamak üzere verilir." dediği
zikredildikten sonra Mebsût sahibi şunu söylemiştir: «Bu mesele iki vecihlidir.
Kadına ikram eder ve hediye verirse, mehr-i müsemma verilir. Aksi takdirde
mehr-i misil icabeder»
Ben derim ki: Bu
mesele; kadını evinden çıkarmamak yahut üzerine evlenmemek şartıyla bin dirheme
alması meselesi gibidir. Nitekim arzetmiştik Hidaye ve Gayetü'l-Beyan sahipleri
bunu açıklamışlardır. Bedayi'de şöyle denilmektedir: «Mehr-i müsemma ile beraber
meçhul bir şey söylerse, mesela bin dirhem mihirle kadına bir de hediye derse
sonra cimadan önce boşadığı takdirde kadına mehr-i müsemmanın yarısını verir.
Çünkü ikram ve hediye şertını yerine getirmeyince, mehr-i mislin tamamı vacip
olur. Cimadan önce boşamada ise mehr-i mislin tesiri yoktur.» Lakin İhtiyar'da
şöyle denilmiştir: «Kadını bin dirhem mehir ve ikram şartıyla alırsa, o kadına
binden az olmamak üzere mehr-i misil verilir. Çünkü koca buna razı olmuştur.
Cimadan önce boşarsa, kadına binin yarısı verilir. Çünkü bu müt'adan
dahaçoktur.» Bahır sahibi bunun benzerini Valvalciyye ile Muhit'ten nakletmiş,
bununla yukarıda geçen mehr-i müsemma vacip olur sözüne itiraz ederek "hediye ve
ikram meçhuldürler. Meçhulü ifa etmek mümkün değildir. Bilakis mehr-i müsemma
fasit olur ve mehr-i misil vermesi icabeder." demiştir.
Ben buna aklımda
kaldığına göre şöyle cevap verdim: «İhtiyar'ın sözünü kocanın ikram etmediğine
yorumlamak mümkündür. İkram ederse kadına mehr-i müsemma verilir.» Bu, Mebsut
sahibinin İmam Muhammed'in kavlini yorumlamasının aynıdır. Hidaye Gayetü'l-Beyan
ve Bedayi sahipleri de yukarıda geçtiği vecihle bu yolu takip etmişleridir.
Hediye ve ikram mevcut olduktan sonra onun bilinmemesi ortadan kalkar. Zahire
göre Nehir'de belirtildiği gibi burada ikram ve hediye sayılacak şeyin en azı
kafidir. Kadına hiçbir şeyle ikram etmezse mehr-i müsemma meçhul kalır. Çünkü
kadın yalnız bin dirheme razı değildir. Onun için mehr-i misil vacip olur. Keza
onu cimadan önce boşarsa, fesat tekerrür eder ve müt'a vacip olur. Nitekim
mehr-i müsemma konulmaz veya fasit olursa hüküm budur. Bedayi sahibinin binin
yarısı lazım geleceğini mutlak söylemesi adette bu müt'ada daha çok olduğu
içindir. Nitekim İhtiyar'ın sözünden anladım. Bu yukarıda geçen düşük fiyatlı
meselenin naziridir. Bu söylediklerimizle ulemanın sözlerinin arası bulunmuş
olur ve Haniyyenin sözünü de buna yorumlamak taayyün eder. Bu, "Kadının mehr-i
misli on dirhem olur da ona bir elbise vermezse" diye kayıtlamakla olur. O zaman
kadına on dirhem vermek vacip olur. Çünkü bu mehr-i misildir. Mehr-i müsemma
fasit olunca, vacip olan odur. Cimadan önce boşamakla müt'a da vacip olur.
Remli'nin elbise sözünü meçhul olduğu için hükümsüz bırakmayı iddia etmesi doğru
değildir. Çünkü ikram ve hediyenin bilinmemesi, elbisenin bilinmemesinden daha
çoktur. Zira ikram kelimesinin altında birçok elbise, hayvan, eşya, arsa, para,
ölçülen ve tartılan şeylerin cinsleri vardır. Bununla beraber ulema onu hükümsüz
saymamışlardır. Binaenaleyh elbisenin hükümsüz sayılmaması evleviyette kalır.
Bir de bu hükümsüz bırakılırsa müt'a'nın itibara alınması müşkül kalır. Bizim
anlattığımıza göre ise işgal yoktur. Hakikat hali Allah
bilir.
Haniyye'nin sözünün
benzeri zamanımızda adet olan şeylerdir ki, bakireye mehrinden fazla olarak
verilir. Bunların bazısı zifaftan önce verilir. Nakış ve hamam için verilen
paralar nişan bohçası denilen şeyle damadın ebe kadınla tellaklara vesaireye
verilmek üzere gelin tarafına gönderdiği elbiseler bu kabildendir. Zifaftan
sonra verilen gömlek, ayakkabı, çarşaf ve hamam elbisesi gibi şeyler de bu
kabildendir. Bunlar malum alışılmış şeyler olup, örfen şart koşulmuş gibidir.
Hatta damat bunları vermeyecek olursa nikah kıyılırken söylemesi şarttır. Yahut
bunlara karşılık malum paralar konarak nikah kıyılırken mehr-i müsemmaya
katılır. Hayriyye'de bunlar sorulduğu ve şöyle cevap verildiği bildirilmektedir:
«Kitaplarda tekerrüretmiştir ki, örf olan bir şey şart koşulmuş gibidir. Onu
meşruta katmak gerekir. Miktarı malumsa mehir gibi verilmesi lazımdır. Malum
değilse mehr-i misil vacip olur çünkü bunlar mehirden olacak denildi ise mehr-i
müsemma fasit olmuştur. Ama hazırlık kabilinden zikredilmişse hiçbiri lazım
değildir. Zahir olan bu sonuncusudur. Haniyye'nin sözü bu babda açıktır.» Bundan
sonra Hayriyye'de Haniyye'nin yukarıda geçen ibaresi ile Bahır sahibine yaptığı
itiraz zikredilmiştir.
Biliyorsun ki bu
zikredilenler örf-ü adette mehir cümlesinden olmak üzere lazımdır diye itibara
alınırlar. Şu kadar var ki, mehrin bir kısmı açıkça söylenir bir kısmı da örfe
binaen söylemeden geçilir. Fakat teslimi mutlaka lazımdır. Şu delille ki,
teslimini istemezse mutlaka söylemesi veya mukabilinde başka bir şey istemesi
şarttır. Binaenaleyh sözle şart koşulması mesabesindedir. Şu halde onu hazırlık
ve teberru saymak doğru olamaz.
Haniyye'nin bu
babtaki sözünün açık olmasına gelince: Onun zıddına söylenenleri gördün. Ben
Mültekat'ta bizim dediğimiz gibi denildiğini de gördüm. Kadın mehrini almadıkça
kocasına teslim olmayabilir meselesini zikretmiş ve sonra şöyle demiştir: «Eğer
kadına peşin verilecek mehire bazı malum şeylerin katılmasını şart koşar da
bunları yerine getirirse kadın kendini teslimden imtina edemez. Adeten şart
koşulan ayakkabı, çarşaf, ipek bohça ve şeker parası gibi şeyler de böyledir.
Bunlardan hiçbiri verilmeyecek diye şart koşarlarsa hiçbir şey vacip olmaz bir
şey söylemezlerse, örfen verilmesinde tereddüt gösterilmeyen şeylerden başkası
vacip olmaz. Zayıf âdetin söz edilmeden geçilene meşruta katılmaz.» Sonra gördüm
ki musannıf Fetevâsı'nda bununla fetva vermiş.
Bunun hâsılı şudur:
Verilmesi şarttır diye açıklarsa, teslimi lâzımdır. Bir şey demez de verilmesi
dâmadın mâlûmu olan meşhur örfü âdetlerdense yine teslimi gerekir. Şüphesiz ki,
bu teberru ve hazırlık kabilindense kadın onu almak için kocasına kendini
teslimden çekinemez. Bunu istemeye hakkı da yoktur. Keza lâzım fakat mehr-i
müsemmayı ifsadediyorsa hüküm yine budur. Hattâ bunun hediye ve ikramı şart
koşmak mesabesinde olduğunu söylemek gerekir. Bunu vermekle meçhullük kalmaz ve
mehri müsemma vâcip olur. Yahut şöyle demelidir ki bu daha yakındır. Bu nevi
mâlûm vasfı, meçhûl olan at ve köle kabilindendir. Çünkü örfü âdette bu hususta
fark azdır. Meselâ bohçanın nevi ipekten mi pamuktan mı olacağı fakirlik ve
zenginliğe, mehrin azlığına ve çokluğuna göre bilinir. Zikri gecen diğer şeyler
de böyledir. Her nev'in ortası nazar-ı itibara alınır. Bu makamda bana zâhir
olan budur. Bu makamdaki evham çok olur, hatalar yapılır. Bunu belle! Çünkü
mühimdir vesselâm!
METİN
Zamanımızda
kölelerin ortası Habeşli köledir. Kadına mehir olarak iki köle verir de biri
hürçıkarsa, İmam-ı Âzam'a göre şayet köle mehrin en azına yani on dirheme müsavi
ise onun mehri o köledir. Değilse kadına on dirhemi tamamlar. Çünkü mehr-i
müsemmanın az da olsa vâcip olması mehr-i misle mânidir. İmam Ebû Yusuf'a göre
hür adam köle olsa kıymeti ne edecekse kadına o verilir. Kemâl bu kavli tercih
etmiştir. Nitekim iki köleden biri üzerinde hak isbat edilse hüküm budur.
İZAH
«Habeşli köledir.»
En yükseği Rum, en aşağısı da zencidir. Bahır, Nehir ve Minah'ta da böyledir.
Ulema bunun Kâhire örfüne göre olduğunu söylemişlerdir. Ebussuud'un beyanına
göre bizim örfümüzce Habeşli köle ancak nassan söylemekle vâcip olur. Çünkü köle
sözü mutlak bırakılırsa, ancak siyah köleler anlaşılır. Sadece köle demekle
yetinirse, siyah kölelerin ortası vâcip olur.
Ben derim ki: Şam
örfüne göre köle Rum'a şâmil değildir. Çünkü ona Memlûk denilir. KöIe sözü
Habeşli ile zenciye şâmildir. Cariye de öyledir. Rum cariyeye seriyye derler. Bu
izaha göre orta zencinin âlâsıdır.
«İki köle verirse
ilh...» Musannıfın iki köleden iki helâl şey, hür lâfzından da birinin haram
olmasını kasdetmiştir. Binaenaleyh kadını, "şu köle ile şu ev mehir olmak üzere"
diye nikâhlar da o köle hür çıkarsa, meselemizde dahil olduğu gibi, "şu iki
kesilmiş hayvan" der de biri kesilmeden ölmüş çıkarsa, bu da meselemizde
dahildir. Nitekim Tahâvî şerhinde beyan edilmiştir. Bahır.
«Mehr-i misle
mânidir.» sözü İmam Muhammed'in kavline cevaptır. Bu söz İmam-ı Azam'dan da
rivayet edilmiştir. Kadına kalan köle ile mehr-i misli daha çok olmak şartıyla
mehr-i mislinin tamamı verilir.
«Hür adam köle olsa
kıymeti ne edecekse o verilir.» Yani kadına kalan köle ile birlikte hür adam
köle farz edildiğinde kıymeti kaç para edecekse o verilir.
«Kemâl bu kavil
tercih etmiştir.» Ama metinler İmam-ı Âzam'ın kavline göre yazılmıştır.
Kuhistânî'de Hâniyye'den naklen, "Zâhir rivayet de budur." denilmiştir.
«Nitekim iki
köleden biri üzerinde hak isbat edilse...» Yani mehr-i müsemma tayin edilen iki
köleden birinin sahibi çıksa, kadın kalan köle ile sahibi çıkanın kıymetini
alır. İkisinin de sahipleri çıkarsa, kadın her ikisinin kıymetini alır. Bu bil
ittifak böyledir. Nitekim Tahâvî şerhinde bildirilmiştir. Bahır.