02 Ekim 2012

REDDU'L-MUHTAR....GUSLÜN FARZLARI-SÜNNETLERİ-FARZ OLDUĞU YERLER

GUSLÜN FARZLARI


METİN
Musannıf bu sözle hem amelî hem de farz olan gusle şâmil bir mâna kastetmiştir. Cevhere'de de böyledir. Amelî guslü evvelce görmüştük. Bundan anlaşılan mâna mesnun olan gusülde ağız ve burnu yıkamanın şart olmamasıdır.
«El-Bahr» nam eserde de böyledir. Yani ağızla burun mesnun gusülde farz değildir. Yoksa sünneti yerine getirmek için bunları yıkamak şarttır.
GUSLÜN FARZLARI: Ağzını, burnunu ve bütün bedenini kâmilen yıkamaktır. Suyu ağız dolusu içmek, yıkamak için kâfidir. Zira esah kavle göre suyu dışarıya püskürmek şart değildir. Burundaki kirin altını yıkamak da lâzımdır. «el-Mü'rib» adlı eserle diğer bazı lügat kitaplarında: «Beden, omuzdan budlara kadar olan kısımdır» deniliyor. Şu halde baş, boyun, el ve ayaklar lügat itibariyle bedenden hariç, şeriatta ise tâbi olarak bedene dahildirler. A'zâyı oğmak şart değildir. Çünkü oğmak mütemmimdir. Binaenaleyh şart değil müstehab olur. İmam Malik buna muhaliftir. Teâla Hazretleri'nin «Tertemiz yıkanın!» emrinde mubalağa olduğu için bedenin zahmetsiz yıkanabilen kulak, göbek, bıyık, kaş, sakal arası keçeleşmiş bile olsa baştaki saçlar gibi uzuvları ve fercin dış kısmını birer defa yıkamak icap eder. yani farz olur. Fercin dış kısmı ağız gibidir. İç kısmını yıkamak icap etmez, o iç uzuvdur. Kadın parmağını fercine sokmaz. Fetva bununla verilir.
İZAH
GUSÜL: İgtısâlden alınma bir isimdir. Ve bedenin tamamını yıkamak demektir. Kullanılan suya da gusül denilir. Bir hadisde Hazret-i Meymune'nin: «Peygamber (s.a.v.)'e gusül koydum» demesi yıkanacak su koydum mânâsınadır. Lâkin Nevevi: «Bu manâya lügatta bu kelimenin gasl şeklinde okunması daha fasih ve daha meşhurdur. Gusül şekli fukahanın kullandıklarıdır» diyor.
Şârihin amelî tâbirinden murâd, kat'î delille sâbit olmayan şeylerdir. Bununla mazmaza ve istinşâkı da ifade etmek istemiştir. Bunlar kat'î değillerdir. Zira İmam Şâfiî onların sünnet olduğuna kâildir.
Farz olan gusülden maksat; cünüblükten, hayız ve nifastan temizlenmek için yıkanmaktır. Tahtavî diyor ki: «Ağızla burnu yıkamak farz değildir, sözünün manâsı mesnun olan guslün sahih olması bunlara bağlı değildir. Bunları terk etmek haram olmaz demektir». Tahtavî'nin sözünden anlaşılıyor ki, bir kimse mazmaza ile istinşâkı terk etse, mesnun olan guslü yapmış sayılmaz. Ama bu ifâde söz götürür. Çünkü bu adam sünnetin birini yapmış, diğerini yapmamış denilebilir. Nitekim mazmazayı yapıp istinşâkı terk etse böyle denilir.
Ben derim ki: Istılahta gusül bedeni yıkamaktır. Beden ismi hem dışa hem içe şâmildir. Bundan yalnız suyu ulaştırmak imkânsız veya pek güç olan yerler müstesnadır. Şu halde mazmaza ile istinşâkın her biri beden mefhumunun birer cüz'üdür. Bunlar yapılmaksızın şer'î guslün hakikati vücut bulamaz. «Bedâyî'» sahibinin izahatı da bunu gösterir. «Bedâyî'» sahibi guslün rüknünü: «Suyu bedenin zahmetsiz ulaştırılabilen her yerine akıtmaktır» diye tarif ettikten sonra guslün sıfatını farz, sünnet ve müstehap olmak üzere üç kısma ayırmıştır. Eğer farz olan guslün hakikati diğerlerinden başka olsa idi guslü üç kısma ayırmak doğru olmazdı. Bundan alettayin anlaşılıyor kidiğerlerinden başka olsa idi guslü üç kısma ayırmak doğru olmazdı. Bundan alettayin anlaşılıyor ki buradaki farz değildir, tâbirinden maksat günah yoktur. demektir. Nitekim şârihin izahından anlaşılan da budur. Yoksa guslün sahihi olması bunlara bağlı değildir, demek istemiyor. Lâkin bunlardan şart diye bahsetmesi söz götürür. Zira bunların şart değil, rükün olduklarını yukarıda gördük.
Musannıf «ağzını burnunu yıkamaktır» sözü ile mazmaza ve istinşâk ifade etmiştir. Bunu ya kaplayarak yıkamayı anlatmak yahut sözü kısadan kesmek için yapmıştır. Mazmaza için suyu emerek değil, ağzını doldurarak içmek kâfidir. «el-Hulâsa» sahibinin «Suyu sünnet vechin hilâfına içerse cünüblükten temizlenir, böyle olmazsa temizlenmez» sözünün mânâsı budur. Bazılarının «Cahilse câizdir, âlim ise câiz olmaz» sözünden murâd da budur. Yani cahil ağız dolusu yutarak içer, âlim ise sünnette vârit olduğu gibi emerek içer demektir.
Mazmaza yaparken suyu ağzından püskürmek şart değildir. «el-Hulâsa»nın ifadesi buna muhaliftir. Evet püskürmek ulemanın hilafından çıkmak için ihtiyattır. Suyu yutmak ise mekruhtur. Nitekim «Hilye»de de böyle denilmiştir.
Burun kirinin Arabcası «deren»dir. «Fethü'l-Kadîr»de: Burundaki kurumuş kir çiğnenmiş ekmek ve hamur gibidir, gusle mânidir» denilmiştir. Buradaki deren kitabımızın metninde gelecek olan derenden başkadır. Kirin kuru olmakla kayıtlanması, yaş kir hakkında ulema ihtilâf ettikleri içindir. Nitekim «el-Kinye» de «Muhit»ten naklen beyan edilmiştir.
İmam Malik'e göre a'zayı oğuşdurmak farzdır. «Fethü'l-Kadîr»de beyan edildiğine göre bu kavil İmam Ebû Yûsuf'tan da nakledilmiştir.
Gusülde bıyık ve kaşların hem kıllarını hem tenlerini yıkamak sık olsalar dahi - bilittifak farzdır. Yıkanırken kadının parmağını fercine sokması vacip değildir. Bu söz «Fethü'l-Kadîr»in: «Kadının parmağını fercine sokması vacip değildir. Fetva bununla verilir» ifadesinden alınmıştır. «Tatarhâniyye»de: «Kadın yıkanırken parmağını fercine sokmaz. İmam Muhammed'den bir rivâyete göre parmağını sokmazsa temizlik olmaz» denilmiştir. Ama muhtar olan kavil birincisidir.
METİN
Yıkanmasında güçlük ve zahmet olan göz, tıkanmış küpe deliği ve sünnetsiz kimsenin zekerinin ucundaki kılıf gibi şeyleri yıkamak vacip değildir. Göze necis sürme çekilirse yıkanması icap etmez. Kılıfın içini yıkamak menduptur. Esah olan budur.
Bunu Kemal b. Hümâm söylemiş ve güçlükle illetlendirmiştir. Böylelikle işkâl sâkıt olur. «El-Mes'udî» nâm eserde beyan edildiğine göre kılıfı zahmetsizce açmak mümkünse içini yıkamak vacip,,aksi halde vacip değildir. Kadının peliğinin kökünü ıslatması kâfidir. Çünkü örülmüş saçı çözmekte güçlük vardır. Pelik çözülmüş ise bütününü yıkamak bilittifak farz olur. Peliğinin kökü ıslanmazsa mutlaka çözmesi icap eder. Sahih olan budur. Başını yıkamak kadına zarar veriyorsa yıkamaz. Bazıları: başına mesh eder, demişlerdir. Ama nefsini kocasına teslimden imtina edemez. Bu mesele teyemmüm bahsinde gelecektir.
İZAH
Gözün yıkanmasındaki güçlük meydandadır. Çünkü göz iç yağından ibarettir. Suyu kabul etmez. Eshâb-ı kirâmdan İbn Ömer ve ibn Abbas gibi gözlerinin içini zorlayarak yıkayanların gözleri kör olmuştur. Bunu «el-Bahr» sahibi beyan etmiştir. Bunun ifâde ettiği mânâ körlerin gözlerini yıkamalarının vacip olmamasıdır. Hânutî, buna muhalefet ederek buradaki sebebin körlük getirmesi olduğunu söylemiştir. Onun için Ebussûud Allâme Seriyyu'd-Din'den naklen sahih illetin göze zarar vermesi olduğunu bildirmiştir. Velev ki körlük getirmesin. Binaenaleyh körden de yıkama hükmü sakıttır.
Küpe deliği hakkında «el-Münye» şerhinde şöyle denilmektedir: Küpe çıkarıldıktan sonra delik tıkanır da üzerinden su geçirildiği zaman içine işler, gafil davranıldığı takdirde işlemez bir hal alırsa mutlaka üzerinden suyu geçirmek icap eder. Ama suyu geçirdikten sonra içine bir çöp sokmak gibi bir zorlanmaya lüzum yoktur, çünkü güçlük kaldırılmıştır.
Metindeki işkâlden maksad; Zeylaî'nin sözüdür. Zeylaî: «Kılıfın içini yıkamak vacip değildir. Çünkü o zekerin kamışı gibi yaradılışdandır» demiştir ki, bu söz müşkildir. Zira sidik kılıfa ulaşdı mı abdest bozulur: Ulema onu bu hükümde dış uzuvlardan, gusülde ise iç uzuvlardan saymışlardır.
İşkâlin sukûtu şöyledir: Kılıfı yıkamanın vacip olmamasına illet güçlük ve zahmettir. Yani asıl itibariyle yıkamak vacip idi, ancak güçlükten dolayı bu hüküm sâkıt oldu. İşkâl buna değil, yaradılışındandır, sözüne karşı variddir. Onun için «Fethü'l-Kadîr» sahibi: «Esah olan birinci kavildir» demiştir. Yani vacip olmaması yaradılış olduğu için değil, güçlükten dolayıdır. « Fethü'l-Kadîr» de bu meseleden önce abdesti bozan şeyler babında bu işkâl anıldıktan sonra: «lâkin «ez-Zahiriyye» de yıkamanın vacip olmaması yaradılışla değil, güçlükle illetlendirilmiştir. Mutemet olan budur. Binaenaleyh işkâl varid değildir» denilmiştir.
Mes'udî, iki kavlin arasını bulmuştur. Zira kılıfı açmak mümkünse yıkanmasında güçlük yoktur. Bu takdirde yıkanması vacip olur. Mümkün değilse yıkamak icap etmez, çünkü güçlük vardır. Lakin «el-Hilye» sahibi buna itirazla: «Mezkûr güçlüğü sünnet olmak suretiyle gidermek mümkündür. Ancak ihtiyar ve zayıf bir halde müslümanlığı kabul edip de sünnet olmaya takat getiremezse o başka» demiştir.
Pelik meselesinde delilimiz Müslim'in ve başkalarının Hazret-i Ümmi Seleme'den rivayet ettikleri şu hadîsdir:
Ümmü Seleme demiş ki: «Yâ Resûlallah, ben başımın saçını pelik ören bir kadınım. Cünüblükten yıkanırken onu çözeyim mi? dedim. Hayır! Sana sadece başının üzerine üç avuç su serpmen yeter. Sonra üzerine suyu dökünür; temizlenirsin! buyurdu».«Fethü'l-Kadîr» sahibinin beyanına göre bu hadîsin muktezası saç köklerine suyu ulaştırmanın vacip olmamasıdır. Lâkin «el-Mebsût»'da şöyle deniliyor:
«Suyun saç köklerine ulaşdırılması Huzeyfe hadîsine istinaden şarttır. Huzeyfe, yıkanırken karısının yanına oturur: «Hanım suyu saçlarının diplerine ve başının ek yerlerine ulaştır!» dermiş». Mutlak olan bu hadisten anlaşıldığına göre, su saçların diplerine işledi mi sarkan kısımlarınıyıkamak vacip değildir.
«el-Münye» sahibi bunu açıkça beyan ettiği gibi «el-Hilye» sahibi dahi «el-Cami-u Hısami»ye ve «el-Hulâsâ»ya nisbet ederek nakilde bulunmuş, sonra «Kadının sarkan uzun saçlarının yıkanması lâzım gelmediğini söyleyenlerden bazıları da Pezdevi ileSadrı'şŞehîd'dir. «el-Muhîtu'l Burhânî» sahibi bu söz hakkında «sahihtir» tabirini kullanmış; «el-Kâfî» ve «ez-Zahire» sahibleri de bu yoldan yürümüşlerdir» demiştir.
Şârihin «bilittifak» tâbirine «el-Münye» şârihi de iştirak etmişse da bu iddia söz götürür. Çünkü meselede üç kavil vardır. Bunlar «el-Bahr» ve «el-Hılye» nâm eserlerde de bildirilmiştir.
Birincisi: Saçlar çözülmüş bile olsa diplerine su işlerse kâfidir. «ez-Zahîre» nam eserin ifâdesinden anlaşıldığına göre zâhir mezhep budur. Bu babda rivayet edilen hadislerin zâhirleri de buna delâlet etmektedir.
İkincisi: Kitabımızdaki tafsilâttır. Bir cemâat bunu kabul etmişlerdir ki, «Muhit», «Bedâyî'» ve «Kâfî» sahibleri de bunlardandır.
Üçüncüsü : Pelikleri ıslatarak sıkmanın vacip olmasıdır. Bu kavil de sahih kabul edilmiştir. Bu kavillerin tamamen tahkîki«el-Hılye»dedir. «el-Hılye» sahibi, son ömründe ikinci kavli tercihe meyil göstermiştir. Metin kitablardan anlaşılan da budur. Şârihin «mutlaka çözmesi icap eder» sözü hakkında Halebî: «Ben bu mutlakın vechini anlayamadım» demiştir. Tahtavî ise «güçlük olsun olmasın» mânâsını vermiştir. «Sahih olan budur» sözünün mukabili. «Çözülmüş olsun örülmüş olsun sacları üç defa yıkadıktan sonra behemahâl sıkmalıdır»kavlidir.
Ben derim ki: Şârihin «çözmesi icab eder» yerine «yıkaması icap eder» demesi lâzımdı. «Mutlaka» sözünün mânâsı örülmüş olsun olmasın demektir. «Sahih olan budur» sözü üç kavlin birincisi ile üçüncüsünden ihtirazdır,
TENBİH: Pelik meselesinden, kendi kendine düğümlenen saçın yıkanmasının vacip olmadığı hükmü çıkarılır. Çünkü bundan korunmanın imkânı yoktur. Velev ki erkek saçı olsun. Ulemamızdan buna tenbihde bulunan görmedim. Yıkanmadan yolunmuş saçın yeri zâhire göre vücûben yıkanır. Zira hüküm oraya intikal etmiştir.
Kadın cinsi münesebette bulunursa yıkanmak vacip olur korkusu ile kocasına teslimiyet göstermekten imtinâ edemez. Zira cimâ kocasının hakkıdır Kadına başını yıkamamak için ruhsat vardır.
METİN
Erkeğin peliğini ıslatması kâfi değildir. Bilâkis çözmesi vacibtir. Velev ki Alevi veya Türk olsun. Zira saçı tıraş etmek imkânı vardır. Altına su işlemeyen sinek ve pire tersi ile kına sürmüş olsa bile gusle mani değildir Fetva bununla verilir.
Kir pas, yağ, toz, toprak velev ki tırnakda olsun, mutlak surette yani esah kavle göre, köylü olsun kasabalı olsun gusle mâni teşkil etmez. Hamur gibi şeyler bunun hilâfınadır. Boyacının tırnağındakiboya, dişlerin arasındaki veya kovuk dişin içindeki yemek dahi gusle manî değildir. Bununla fetva verilir. Bazıları katı ise gusle mâni olduğunu söylemişlerdir. Esah olan da budur. Yıkanan kimsenin yüzüğü darsa çıkarması yahud oynatması vacipdir. Küpe de öyledir. Kulak deliğinde küpe bulunmaz do kulağını yıkarken deliğe su girerse kâfidir. İçine su giren göbek ve kulağın hükmü de budur. Su girmezse parmağı ile olsun içine suyu işletir. Ama çubuk ve benzeri şeylerle uğraşarak işletmeye çalışmaz. Suyu işlemesinde muteber olan galebe-i zan yani kalbin kanaatıdır.
İZAH
Erkeğin başını tıraş etmek mümkün olduğu için yıkanan kimse Alevî veya Türk gibi saçını uzatıp pelik yapan kimselerden bile olsa çözerek yıkaması icap eder. Sahih olan kavil budur. Zira zaruret yoktur. Bilâkis bunda ihtiyat vardır. Bir rivayete göre âdet nazar itibara alınarak saçı çözmek icap etmez. «el-Münye» şerhinde de böyle denilmiştir. Saç örmek hususunda erkekle kadın bir değildir. Kadının saçını tıraş etmesi hadîsle men edilmiştir. Binaenaleyh şer'an o tıraş olamaz. Sinek, pire ve emsalinin terslerinin altına su işlemese bile gusle mâni değildir. Çünkü bunlardan korunmaya imkân yoktur. Fetva buna göredir. Bunu el-Münye» sahibi, kına, toprak ve kir meselesinde zaruretle illetlendirerek «ez-Zahîre»den naklen beyan etmiştir. Şerhinde de şöyle denilmektedir:
«Çünkü bu gibi şeyler menfezli ve sert oldukları, kaygan olmadıkları için onlara su işler. Bütün bunlarda itibara alınan şey suyun işlemesi ve bedene ulaşmasıdır».
Lakin buna da şöyle itiraz edilir:
Farz olan iş, gusüldür. O da damlatarak suyu akıtmaktır. Nitekim abdestin rükünlerinde görmüştük. Zahirdir ki bu söylediklerimiz suyu akıtmaya mamdır. En iyisi zaruretle ta'lildir. Fakat buna da şöyle itiraz edilebilir: Burun kirinde zaruret kına ve topraktan daha çoktur. Çünkü burun kirine nisbetle kına ve toprak nâdir tesadüf edilen şeylerdendir. Halbuki az yukarda burun kirinin altını yıkamak icap ettiğini gördük. Öyle ise onun da yıkanması vacip olmamak gerekirdi.
Buradaki kir ve pasdan murâd, burun kiri değil, bedenden doğan ve hamamda yıkamakla temizlenen kirlerdir. Burun kiri kuru olursa evvelce görüldüğü vecihle altına suyu işletmek icap eder.
Yağdan murad da zeytinyağı. şırlan yağı gibi şeylerdir. Yoksa içyağ veya donmuş tereyağı gibi şeyler değildir. Hamur gibi şeylerden maksad; sakız, balmumu, balık pulu ve çiğneyerek lok haline getirilmiş ekmektir. Şârihe göre bunlar gusle mânidir. Altlarını yıkamak gerekir. Fakat «en-Nehir» sahibi şöyle diyor: «Bir kimsenin tırnaklarında toprak veya hamur bulunsa fetvaya göre o kimse köylü olsun şehirli olsun affedilir».
Evet. «el-Münye» şerhinde hamur hakkındaki hilâftan bahsedilmiş, bunun gusle mani olduğu daha münasip görülmüştür. Çünkü hamurda bir kayganlık ve salabet vardır ki, suyun işlemesine mani olur.
METİN
FER'İ MESELELER
Bir kimse mazmazayı veya bedeninden bir cüz'ü yıkamayı unutarak namaz kılar da sonra hatırlarsa kıldığı namaz nafile olduğu takdirde onu tekrar kılmaz. Çünkü ona giriş sahih olmamıştır. Yıkanması icap eden bir adam erkekler arasında kalsa, erkekler kendisini görseler bile guslü terk etmez. Ama erkekler arasında yahut erkek-kadın karışık bir cemaat arasında kalan kadın guslü sonraya bırakır. Yalnız kadınlar arasında kalırsa sonraya bırakmaz. Erkek-kadın karışık bir cemaat arasında yahud yalnız kadınlar arasında kalan erkek hakkında ihtilâf edilmiştir. Nitekim bunu İbn Şıhne izâh etmiştir.
Kadının teyemmüm edip namazını kılması gerekir. Çünkü şer'an suyu kullanmaktan âcizdir.
İstincâya (taharetlenmeye) gelince: O mutlak surette terk edilir. Aralarındaki fark meydandadır.
İ Z A H :
Nâfile namazın tekrarı ancak o namaza kasden giriş sahih olduktan sonra lâzım gelir. Burada namaza giriş sahih olmamıştır. Onun için tekrarı lâzım gelmez. Şârih farzdan bahsetmemiştir. Çünkü onun mutlak surette tekrarı lâzım geldiği meydandadır. «Erkekler kendisini görseler bile guslü terk etmez» sözüne «el-Münye» şârihi itiraz etmiş: «Bunu kabul edemeyiz. Zira memnu' bir şeyi terk etmek memur bir fiîli işlemekten önce gelir. Guslün halefi vardır; o da teyemmümdür. Binaenaleyh yıkanmak için avret yerine bakmaları caiz olmayan kimselerin yanında avret yerini açmak câiz değildir. Sünnet olmak böyle değildir» demiştir. Meselenin tamamı «el-Münye» şerhindedir. Bunu «el-Hilye» sahibi dahi müşkül saymıştır. Çünkü «en-Nihâye» nâm eserde Timurtâşî'nin «el-Camîu's-Sagîr'inden, onun da İmam Bakalî'den naklen şöyle denilmiştir:
«Bir kimsenin üzerinde necaset bulunur da avret yerini açmadan yıkaması mümkün olmazsa necasetli elbise ile namazını kılar. Zira avret yerini açmak memnu'dur. Gusül ise emredilmiştir. Memnu' ile me'murunbih bir araya geldiler mi memnu' ile amel edilir».
«Şârihin: «Yahut yalnız kadınlar arasında kalan erkek hakkında ihtilâf edilmiştir» sözü meselenin mezhep imamlarınca bahis mevzuu edilmiş de ihtilâfa düşülmüş olmasını iktiza ediyor. Halbuki öyle değildir. Şimdi anlayacaksın. İbni Şıhne «el-Vehbâniyye» şerhinden şunu nakletmiştir:
«Ben bu meselede bir nakle rastlayamadım. Kıyasa göre kadınlar arasında yahud kadınlarla erkeklerden müteşekkil bir cemaat arasında kalan adam guslü sonraya bırakır». İbni Şıhne bu sözü «el-Mebsut»un şu ibâresiyle te'yid etmiştir: «Zarurette cinsin cinsine bakması mubah, ihtiyarî hallerde mubah değildir. Bu cinsinin hilâfına bakmasından daha hafiftir».
Bundan sonra Halebî de şunları söylemiştir: «Malûmun olsun ki, hünsânın taharetlenmek için kat'iyen hiçbir kimsenin yanında avret yerini açmaması lâzımdır. Çünkü erkeğin yanında açsa kendisinin kadın olması ihtimali vardır. Kadının yanında açsa erkek olması ihtimali mevcuttur. Hâsılı kelâm şudur:
Yıkanmak isteyen kimse ya erkek, ya kadın, ya hünsâdır. Bunların her biri ya erkek. ya kadınlar, yahud hünsâlar arasında kalacaklar, yahud erkeklerle kadınlardan veya erkeklerle hünsâlardan, yahud kadınlarla hünsâlardan veyahud erkeklerle kadınlardan ve hünsâlardan müteşekkil bircemâat arasında bulunacaklardır. Böylece yirmibir suret meydana gelir ki bunların ikisinde gusledilir. Bu iki suret erkekler arasında kalan adam ile kadınlar orasında kalan kadındır. Geriye kalan ondokuz surette gusül tehir edilir».
Kadının teyemmüm ederek namazını kılması icap ettiği gibi zahire göre erkeğin de teyemmüm ile namaz kılması gerekir. Çünkü onun da guslü sonraya bırakması lâzım geldiğini söyledik. Aşikârdır ki guslün tehir edilmesi teyemmüm gerekmediğini iktiza etmez. Zira teyemmümü mubah kılan şey, yani suyu kullanmaktan âciz kalmak mevcuttur.
Burada şârihin bahsetmediği bir mesele kalır ki şudur:
Acaba bu meselede ve yukarıdaki «en-Nihâye» meselesinde namazın tekrarı lazım gelecek mi, gelmeyecek midir? Fıkha daha münasip olanı tekrarın lâzım gelmesidir. Mesele zâhir mezhebin bir fer'î olarak mütalâa edilebilir. Zâhir mezhebe göre kulların fiîli ile hadesi gidermekten men edilen bir kimse teyemmüm ile namazını kılarsa bilahare o namazı tekrar kılar. Burada da böyle olmalıdır. Şârihin teyemmüm bahsinde beyan edeceği vecihle hapishânedeki bir mahpus namazını teyemmümle kılarsa şehirde hapsedildiği takdirde namazını bilâhare tekrarlar. Şehirde değilse tekrarlamaz. Rahmetî tekrarlamamayı daha uygun görmüş: «Çünkü özür mahlûk tarafından gelmemiştir. Tekrarı mânî şerîat ve utanmaktır. Bunların ikisi de Allah'dandır. Nitekim ulema; bir kimse düşman korkusundan dolayı teyemmüm ederse bakılır. Şâyet düşman abdest veya gusülden dolayı tehdit etmişse namazını tekrarlar. Zira özür hak sahibinden gelmemiştir. Tehdilsiz düşmandan korkarsa tekrarlamaz. çünkü korkuyu onun kalbine Allah koymuştur. Özür hak sahibinden gelmiştir. Onun için tekrar lazım gelmez, demişlerdir» şeklinde mütalâa beyan etmiştir.
İstincâ : erkekler arasında olsun, kadınlar arasında olsun mutlak surette terk edilir. Aralarındaki fark meydandadır ve şudur:
Hakikî necaset dirhem miktarından fazla değilse onunla namaz kılmak sahihtir. Hukmî necaset ile ise aslâ namaz sahih değildir. «el-Vehbâniyye» şerhinde şu da ziyade edilmiştir: Gusül farzdır, avretin açılması sebebiyle terkedilemez. İstinca öyle değildir. O sünnettir. Haram olan avret yerini açmaktansa onu terk etmek evlâdır.

GUSLÜN SÜNNETLERİ


METİN
Guslün sünnetleri, tertîp müntesna olmak üzere abdestin sünnetleri gibidir. Adâb; da kıbleye karşı dönmek müstesna abdestin âdâbı gibidir. Çünkü gusül ekseriya avret yeri açılarak yapılır. Ulema: «Bir kimse abdest alıp yıkanacak kadar akarsuda veya büyük bir havuzda yahud yağmur altında olursa sünneti ikmal etmiş olur» demişlerdir.
Guslün sünnetlerinden bazıları; ellerini, avret yerini ve bedeninde pislik varsa dağılmasın diye onu yıkamakla işe başlamaktır. Velev ki avret yerinde pislik olmasın. Bu, hadise tâbi olmak için yapılır.
İZAH
Tertibden murâd; abdestteki tertiptir.Yoksa guslün başka bir tertibi vardır ki musannıf onu az sonra sağ omuzundan başlayarak ilah... diye beyan edecektir. Dua okumak da müstesnadır. Zira o da mekruhtur. Nitekim «Nuru'l-İzâh»da bildirilmiştir. Guslün adâbının abdest âdabı gibi olduğunu «Bedâyî'» sahibi açıklamıştır.
Şürunbulâlî diyor ki: Mutlak surette konuşmamak müstehabtır. İnsan sözü ile konuşmak avret yeri açık iken mekruh olduğundan dua etmemek de müsta'mel suyun döküldüğü, pislik ve çamur yerine de bulunduğu için müstehaptır.
Ben derim ki: Şârih Besmele'yi guslün sünnetlerinden saymıştır.
Ama bu söylediklerine karşı Besmele müşkildir. «el-Hilye» sahibi bu umumu Sahih-i Müslim'deki Hazreti Âişe hadisi ile müşkil saymıştır. Aişe (r.a.) şöyle der: «Ben ve Resûlüllah (s.a.v.) ikimizin orasındaki bir kaptan yıkanırdık. O benden evvel davranır, suyu bana dökerdi. Ben, bana bırak, bana bırak derdim». Nesâi'nin rivayeti ise şöyledir:
«O bana davranır, ben ona davranırdım. Hatta o bana bırak der, ben de bana bırak derdim». Sonra el-Hilye sahibi bunu cevâzın beyanına yahud açık açık bir yarar görülmeyen yerde besmelenin terki mesnun olduğuna hamlederek meseleye cevap vermiştir.
Ben derim ki: Yahud murad sâdece avret yeri açık iken Besmele'nin mekruh olmasıdır. Nitekim yukarıdaki ta'lil de bunu ifade eder.
Peygamber (s.a.v.)'in zâhir hali örtüsüz yıkanmamaktır. Yıkanırken peştemal kullanan kimsenin kıbleye karşı dönmesinde bir beis yoktur. Büyük havuzda veya yağmur altında durma meselesini «el-Bahr» sahibi akar suya kıyasen söylemiştir Bu söz «el-Hilye» den alınmıştır. Lâkin Abdulganî Nablusî'nin «Hediye» şerhindeki beyanı buna muhaliftir. O şöyle diyor: Akar su diye kayıtlanmasından anlaşılıyor ki, durgun su çok bile olsa aynı hükümde değildir. Çünkü suyun beden üzerine akması üç defa dökünmek yerini tutar. Durgun su böyle değildir. Burada şöyle de denilebilir: Büyük havuzda abdest alıp yıkanacak kadar bir yerden başka bir yere çekilirse sünneti tamamlamış olur. Bu söz güzeldir, zâhire bakılırsa çekilmek şart değildir. Kıpırdamak kâfidir. Büyük havuz akar su hükmündedir, binaenaleyh aralarında fark yoktur denilemez. Zira büyük havuz mutlak olarak değil, yalnız pisliği kabul etmemesi hususunda akar su gibidir.
«Abdest alıp yıkanacak kadar» ifadesinden murad zaman mıdır yoksa suyun âzâ üzerine akması mıdır? Bunu bizim ulemamızdan hiçbirinin bahis mevzuu ettiğini görmedim. Abdest alırken uzuvlar arasında tertibe riayeti vacip gören Şafiî'ye ulemasının beyanlarına göre bir kimse suya dalar da tertip miktarı kalırsa guslü sahihtir. Tertip miktarı suda durmazsa guslü sahih olmaz. Nevevî, suda durmadan dahi guslün sahih olduğunu söylemiştir. Zira tertip birkaç sâniyede hâsıl olur.
Allâme İbni Hâcer dahi «et-Tuhfe» nâmındaki eserinde guslün sünnetlerini saydıktan sonra: «Durgun suda bütün bedeni üç defa hareket ettirmek kâfidir, velev ki ayağını başka yere değişdirmesin. En münasibi budur. Çünkü her hareket bedenine ayrı ayrı suların temasını icap ettirir» demiştir. Bana öyle geliyor ki, bir kimse akar suda bulunursa üç defa dökünmek tertip ve abdest, hiç beklemeden ve hareket etmeden hâsıl olur. Ama durgun suda buIunursa mutlaka hareket veya yer değiştirmek lâzım gelir ki. bu suyu dökünmenin yerini tutar ve maksadın hâsıl olmasına kâfidir.
«Dürer» de beyan edildiğine göre bir kimse suyu dökünmezse sünnet vecihle yıkanmış sayılmaz.
Musannıfın «Elerini yıkamakla işe başlamaktır...» sözünden anlaşılan mânâ bu yıkamanın abdestteki el yıkama olmadığıdır. Nitekim «Hidâye» ve diğer kitaplarda da böyle denilmiştir. Eller yıkandıktan sonra avret yerine geçilir. Ve sağ el ile su alınarak avret yerine dökülür; sol el yıkanır, temizlenir. Arapçada ferç tâbiri erkek ve kadının önceki avret yeri mânâsına gelir. Bazen dübüre dahi ferç denildiği vardır. Şu halde ön ve arkaya şâmildir. Burada murad edilen de odur. Metindeki hadîsden murad; bir cemaatin Hazret-i Meymune (r.a.)'dan rivayet ettikleri şu haberdir: Meymune, «Ben Peygamber (s.a.v.)'e yıkanmak için su koydum. Evvelâ suyu ellerine döktü ve onları iki yahud üç defa yıkadı. Sonra sağ eliyle sol eline dökerek edep yerlerini yıkadı ve elini yere sürttü. Sonra mazmaza ve istinşak yaptı. Yüzünü ve kollarını yıkadı. Sonra başını üç, defa yıkadı. Arkasından bütün bedenine suyu dökündü. Sonra yerinden çekilerek ayaklarını yıkadı» demiştir.
Bedendeki pislik az da olsa yıkanmalıdır. Nitekim ta'lilden anlaşılan da budur ki, bizzat pisliği yıkamaktan başlamanın sünnet olduğunu ifade eder. Bizzat pisliği yıkamak ise mutlaka lâzımdır. Velev ki az olsun. Çünkü su onunla pislenir ve altındaki hades pislik giderilmedikçe kalkmaz. Nitekim Seyyid-i Abdülganî bunu araştırmış ve: «UIemamızdan buna temas eden kimse bulamadım» demiştir.
Ben derim ki: Ben bunu Seyyidi'nin babası İsmâil'in «Dürer» şerhinde gördüm. Bunu kat'î bir lisanla söylemiş fakat hiçbir kimseye nisbet etmemiştir. Allahu â'lem...
METİN
Sonra abdest alır. Musannıf abdesti mutlak zikretmiştir. Binaenaleyh kamil abdeste hamledilir ve yıkanan kimse suyun toplandığı bir yerde bile olsa ayaklarını yıkamayı sonraya bırakmaz. Çünkü mutemed kavte göre müsta'mel su temizdir. Şu da var ki su bütün bedenden ayrılmadıkça ona müsta'mel sıfatı verilemez. Zira gusülde bütün beden bir uzuv gibidir. O halde ayakları ikinci defa yıkamaya hacet yoktur. Meğer ki bedeninde necaset bulunsun. İhtimal ayakların sonraya bırakılacağını söyleyenler gusle abdest uzuvlarını yıkamakla başlansın ve onlarla bitirilsin diyebunu müstehap saymışlardır. Bu zevat: «Yıkanan kimse evvela abdest alırsa ikinci defa abdest almaz; çünkü bir gusül için iki defa abdest olmak bilittifak müstehap değildir» demişlerdir. Ama bizim mezhebimize göre gusülden sonra abdest alır, meclis de değişirse yahut Şâfiîlerin kavline göre gusül ile abdestin arası namazla ayrılırsa abdest almak müstehap olur.
İZAH
Kâmil abdestten murad; bütün sünnet ve mendupları ile alınan abdesttir. Nitekim «el-Bahr» sahibi de aynı şeyi söylemiş ve: «Bu abdestte başına da mesheder; sahih olan kavil budur» demiştir. Bedâyî' nâm eserde bunun zâhir rivayet olduğu bildirilmiştir.
Suyun toplandığı yerden maksat; yıkanılan suyun biriktiği yerdir. Bu kavil Kenz ve diğer metinlerdeki mutlak ifâdeden anlaşılmaktadır. Buhari'nin rivayet ettiği Hazret-i Âişe hadîsindeki «Sonra namaza aldığı abdest gibi abdest aldı» ifadesinden anlaşılan da budur. Şâfiî de bununla amel etmiştir. Bazıları ayakların mutlak surette sona bırakılacağını söylemişlerdir. Ekser ulemanın mutlak sözlerinden ve yukarıda geçen Meymune hadîsinin mutlak olan ifadesinden anlaşılan da budur. Birtakımları tafsilâta gitmiş ve: «Yıkanan kimse suyun biriktiği yerde ise ayaklarını sonra yıkar; değilse o anda yıkamalıdır» demişlerdir.
«El-Müctebâ» sahibi bu kavli sahih bulmuş, «Hidâye», «Mebsût» ve «Kâfî» sahibleri de kat'iyetle buna kâil olmuşlardır. «El-Bahr» sahibi: «Bunun vechi iki hadîsin arasını bulmaktır. Zâhire göre ihtilâf câiz olup olmadığında değil, evleviyet meselesindedir» diyor.
Şârihin: «Çünkü mu'temet kavle göre müsta'mel su temizdir» sözü «ayaklar sonraya bırakılır» diyenlere cevaptır. Onlara göre ayakları önceden yıkamanın bir faydası yoktur. Çünkü sonraki yıkantı suları ile pislenirler ve tekrar yıkanmaları icap eder.
Cevabın hülasası şudur: Ayaklan ikinci defa yıkamaya hacet yoktur. Zira müftâbih kavle göre müsta'mel su temizdir. Onun için Hindî: «Bu söz ancak müsta'mel suyun necis olduğunu bildiren rivâyete göre bir kıymet ifada eder» demiştir.
Malûmun olsun ki, yıkanmanın parçalanmayı kabul edip etmeyeceği hususunda muhtelif rivayetler vardır. Bu ihtilâfın faydası şurada kendini gösterir: Cünüb bir kimse ağzını çalkalar yahud ellerini yıkarsa Kur'an okuyabilir. Mushaf'a dokunabilir mi? Temizlik parçalanmayı kabul eder diyenlere göre bu sualin cevabı evet, kabul etmez diyenlere göre hayırdır. Sahih rivâyet de budur. Çünkü cünüblüğün giderilmesi bedenin sair kısımlarının da yıkanmasına bağlıdır.
Şârihin beyan ettiği «Su ancak bedenden ayrıldıktan sonra müsta'mel olur» kaziyesi, ulemanın bilittifak kabul ettikleri bir şeydir. Nitekim «el-Bahrda da açıklanmıştır. Şu halde bunu mezkûr rivâyetlerin ikisine de bina etmek sahih olur. Sonra şunu da bilmelisin ki şârihin sözü «Ayakları önce yıkamakta bir fayda yoktur» iddiasını müsta'mel suyun pis olduğunu bildiren rivayete göre de reddetmektedir. Çünkü suyun müsta'mel ve pis olduğuna ancak bedenden ayrıldıktan sonra hükmedilir. Şu halde bu rivayete göre dahi ayakları ikinci defa yıkamaya hacet yoktur. Bedende necaset bulunursa ayakları tekrar yıkamak icap eder. Fakat bu tekrar sırf pislikten dolayıdır.
Bir gusülde iki abdest bilittifak müstehap değildir.
Allâme Nuh Efendi şöyle demektedir: «Bilâkis bunun mekruh olduğunu gösteren hadîs varit olmuştur». Taberânî'nin «el-Evsat» nâm eserinde İbn Abbas (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadîsde İbn Abbas: «Resûlüllah (s.a.v.); Her kim gusülden sonra abdest alırsa bizden değildir, buyurdu» demiştir. Anlaşılan gusülden sonra abdestin müstehap olmaması gusül bitinceye kadar abdestli kaldığına göredir. Gusül bitmeden abdesti bozulursa tekrar abdest alması münâsip olur. Ben bunu bir yerde görmediysem de bu böyledir.
METİN
Sonra suyu bütün bedenine üç defa kaplamak şartıyla dökünür. Bu su şeriatta abdest ve gusül için malûm olan sudur ki sekiz rıtıldır. Bazıları «maksat israf etmemektir» demişlerdir. «el-Cevâhir» nâm kitapta: «Akar suda israf olmaz; çünkü bir şey zayi etmez» denilmiştir. Biz bunu Kuhistâni'den naklen evvelce arzetmişdik. Yıkanmaya sağ omuzundan başlar, sonra sol omuzuna, sonra başına geçer. Sonra bedeninin kalan yerlerini mendup olmak üzere oğuşturarak yıkar. Bazıları ikinci olarak başın yıkanacağını söylemiş, birtakımları da yıkanmaya başından başlayacağını bildirmişlerdir ki, esah ve zâhir rivayet olan bu, hadîslere uyan da budur. «el-Bahr» sahibi: «Bununla «Dürer» sahibinin sahih kabul ettiği kavil zayıflanmış olur» diyor. Damlamak şartı ile gusülde bir uzuvdan duyu diğer uzva geçirmek sahih olur. Abdestte bu câiz değildir. Zira evvelce görüldüğü vecihle burada bütün beden bir uzuv gibidir.
İZAH
Musannıfın mazmaza ve istinşâktan bahsetmeden: «Sonra suyu bütün bedenine üç defa dökünür» demesi mazmaza ile istinşâkın abdestte yapılmasının gusül için de kafi geldiğine işaret içindir. Demek oluyor ki bumda sünnet, farz yerini tutmuştur. Bedeni üç defa yıkamanın birincisi farz, ikinci ve üçüncüsü sahih kavle göre sünnettir. Sünnet yerini bulmak için her defasında bedeni kaplamak şartı ile yıkamalıdır.
Abdest ve gusle yetecek olan suyun miktarı sekiz Bağdad rıtlıdır ki bir Irak sâi eder. Bir Irak sâi dört müd'den ibarettir. Her müd iki rıtıldır. Ebu Hanife bununla amel etmiştir. Hicaz sâi beş rıtıl ve bir de üçte birdir. İmameyn ile üç mezhebin imamları bununla amel etmişlerdir. Bu takdirde müd bir rıtıl ve üçte birdir. Bir rıtıl 130 dirhemdir. Bazıları 128 dirhem ve dirhemin yedide dördüdür, demişlerdir. Meselenin tamamı «el-Hılye» nâm eserdedir.
(1) Müd - İki rıtıl olan ölçü
Rıtıl - 460 gramlık bir ölçü
Ben derim ki: Irak sâî, yarım Dımaşk müd'ü kadardır. Bir kimse bu miktarla abdest alır ve guslederse sünnet yerine getirilmiş olur.
«Maksat israf etmemektir» diyenler ulemadan bazıları değil, hepsidir. Şârih bazıları demese daha iyi olurdu. Çünkü «el-Hilye» de bildirildiğine göre ulemadan birçokları abdest ve gusle yetecek su miktarının belli olmadığına müslümanların icmâi bulunduğunu nakletmişlerdir. Gerçi zâhir rivayedegusül için yetecek en az miktarın bir sâl, abdest için bir müd su olduğu bildirilmiştir. Buna delil Buharî ile Müslim'in ittifakla rivayet ettikleri bir hadisdir. Meşkûr hadîsde: «Peygamber (s.a.v.) bir müd su ile abdest alır, bir sâî'den beş müd'de kadar su ile de yıkanırdı» denilmiştir. Fakat bu sınırlama lâzımı değil, sünnet miktarının en aşağısını beyandır. «el-Bahr» sahibi: «Hatta bir kimse bundan daha az su ile tertemiz yıkanırsa kâfi gelir. Yetmezse daha fazla kullanır; zira insanların tabiat ve halleri muhteliftir» demiştir.
«el-İmdâd» sahibi ile diğer bazı ulema buna cezmen kail olmuşlardır.
Gusül sağ omuzundan başlayarak bütün bedeni üç defa, sonra sol omuzdan başlayarak üç defa, daha sonra başından başlayarak bütün vücudu üç defa yıkamakla yapılır. A'zayı ilk defasında oğuşturur. Oğuşturmak menduptur. Ama «el-İmdâd» sahibi onu sünnetlerden saymıştır. Abdest bahsinde gördüklerimiz onu te'yit etmektedir.
Birtakım ulema gusülde ikinci olarak başın yıkanacağını söylemişlerdir. Şu halde evvela sağ omuzdan başlanacak, sonra başına, sonra sol omuza geçilecek demektir. Tabii ki her başlayışta bütün vücut üçer defa yıkanacaktır.
Şarih«Zahir rivaye olan bu» diyor, «en-Nehir»'de de aynı şey söylenmişse de «el-Bahr» ve diğer bazı kitaplarda onun yerine «Zahir Hidaye» tabiri kullanılmıştır. Hidaye nâm eserden anlaşılan budur, demektir.
Buhari'de yıkanmaya baştan başlanacağını bildiren birçok hadisler vardır. Gusülde bütün beden bir uzuv gibidir. Onun için suyu bir uzuvdan diğerine nakletmek câizdir. «el-Kınye» sahibi: «Cünüp bir kimse yıkanırken bir bacağını diğerinin üzerine koysa alttaki bacak üsttekinin suyu ile temizlenir; ama abdestte böyle değildir Çünkü cünüplükte beden bir uzuv gibidir» diyor.

GUSLÜN FARZ OLDUĞU YERLER


METİN
Gusul meni, yerinden şehvetle ayrılıp uzuvdan çıktığı zaman farz olur, Velev ki dışarıya şehvetle çıkmasın. Menî uzuvdan çıkmazsa bilittifak gusül lâzım gelmez. Çünkü batın hükmündedir. Meninin yeri erkeğin belkemiği, kadının göğüs kemikleridir. Erkeğin menisi beyaz, kadının menisi sarıdır. Kadın yıkandıktan sonra kendisinden meni gelirse kendi menisi olduğu takdirde guslü tekrarlar; namazı tekrarlamaz. Kendi menisi gelmemişse bir şey icap etmez.
Şehvetten murad; hükmen bile olsa lezzet duymaktır. Nitekim ihtilâm olanın hali böyledir. Musannıf kadının menisine de şâmil olmak için Defk'i (atıla atıla çıkmayı) zikretmemiştir. Zira onun menisinde atılarak çıkma belli değildir.
Teâlâ Hazretlerinin: «Atılarak çıkan bir sudan yaratıldı» ayet-i kerimesinde Defk'i kadının menisine de isnad buyurması ihtimal taglip yoluyladır. Kuhistânî'nin, Ehî Çelebi'ye uyarak yaptığı gibi bu ayetle istidlâl edenler isabetsiz hareket etmişlerdir. İyi düşün!..
Bir de İmam A'zam'la Muhammed'e göre atılarak çıkmak şart değildir. Atılarak çıkmayı İmam Ebu Yûsuf şart koşmuştur, töhmetten korkan veya utanan misafir hakkında onun kavli ile fetva verilir. Nitekim «el-Müstesfâ» nâm eserde de böyle denilmiştir.
«Kuhistânî»de ve «en-Nevâzil»'den naklen «Tatarhâniyye»de: «Biz Ebu Yûsuf'un kavli ile amel ederiz. Çünkü o, müslümanlar için daha kolaylıktır» denilmektedir.
Ben derim ki: Bilhassa kışın ve sefer halinde daha elverişlidir. «el-Hâniyye» adlı kitapta şöyle deniliyor: «Bir kimseden abdest bozduktan sonra meni gelse âleti kalkık olduğu takdirde yıkanması icap eder». el-Bahr sahibi «Bu, şehvet bulunduğuna hamledilir» demiştir. Ulemanın «Bevilden sonra gelen meniden dolayı yıkanmak lâzım gelmez» sözleri de bununla kayıtlanır.
İZAH
Musannıfın farzdan hem farz-ı ilmiye hem de farz-ı amelîye şâmil bir mânâ kasdettiği anlaşılıyor. Çünkü uykudan uyanan bir kimsenin elbisesinde yaşlık görmesiyle yıkanması lâzım gelmesi şüphesiz delil ile sabit değildir. Nitekim «el-Hilye» sahibi buna tenbihte bulunmuştur. Onun için az sonra görüleceği vecihle İmam Ebu Yusuf bu hususta muhalefet etmiştir. Menînin çıkması bülûğa eren mürahik çocuğun menisine de şâmildir. Musannıf, bunu ileride beyan edecektir.
Uzuvdan murad; erkeğin zekeri, kadının dâhilî fercidir. Şârih bununla yerinden ayrılıp da uzuvdan çıkmayan ve erkeğin zekerinde, kadının dahilî fercinde kalan meniden ihtiraz etmiştir. Ama meni, yerinden şehvetle kopar da erkeğin hayasındaki bir yaradan çıkarsa zâhire göre yıkanması farz olur. Bu araştırılmalıdır. Erkeğin menisi beyaz olduğu gibi ayni zamanda koyudur. Kadının menisi berraktır. Kadından yıkandıktan sonra meni gelir de yüzde yüz kendi menisi olduğunu bilirse tekrar yıkanır. Şübhe ederse bilittifak yıkanmaz, çünkü ihtimallidir. Ama evlâ olan, İmam A'zam'la İmam Muhammed'ın kavilleriyle amel ederek ihtiyaten tekrar yıkanmaktır. Namazını tekrar kılmaz. Nitekim erkekte yıkandıktan sonra menisinin bakiyesi çıkar da namaz kılarsa, o namazı bilittifak tekrarlamaz. «Fethü'l-Kadîr» de de böyle denilmiştir. «el-Mübtegâ» sahibi: «Kadın böyle değildir»diyerek o namazı tekrarlaması lâzım geldiğini anlatmak istemişse de, onun bu beyanı açık açık söz götürür. Anlaşılan kadın da erkek gibidir. «el-Hilye»'de de böyle denilmiştir. «el-Bahr» sahibi dahi ona tâbî olmuştur. Makdisî «el-Mübtegâ» sahibinin: «Kadın böyle değildir» sözünü guslü de namazı da tekrarlamaz mânâsına hamletmiştir. Zira kadından çıkan meninin erkeğe aid olması ihtimali vardır.
Kadından gelen meni kendinin değil de, erkeğe aid ise hiçbir şeyi tekrarlamaz, yalnız abdest alması icap eder. Menî şehvetle değil de, vurmak veya sırtında ağır yük taşımaktan dolayı yerinden ayrılırsa bize göre gusül lâzım gelmez. Şâfiî buna muhaliftir.
İhtilâm olan kimse hükmen lezzet duymuş sayılır. Zira idraki yerinde olmadığı için yüzde yüz lezzet duymuş sayılmaz.
Rahmetî'ye göre bir kimse elbisesinde ıslaklık görür de lezzet duyduğunu hatırlayamazsa hükmen lezzet duymuş sayılır. Çünkü lezzeti duymuş da sonra unutmuş olabilir.
İmam Ebû Yûsuf, gusül lâzım olmak için meninin atılarak çıkmasını şart koşmuştur. Bu hilâfın eseri şurada meydana çıkar: Bir kimse ihtilâm olur veya şehvetle bir kadına bakar da zekerini tutar. Şehveti sukûnet bulduktan sonra salarsa meni çıktığı takdirde İmam A'zam'la Muhammed'e göre yıkanmak lazım olur. Ebû Yûsuf'a göre olmaz. «en-Nehir» nâm eserde beyan edildiğine göre yıkandıktan sonra uyumadan veya bevil etmeden yahud fazlaca yürümeden meninin bakiyesi gelirse hüküm yine böyledir. Uyuduktan, bevil bittikten veya yürüdükten sonra gelirse bir şey lazım gelmez. Çünkü bu söylediklerimiz şehvetle yerinden ayrılan meninin maddesini keserler. Binaenaleyh ikinci defa çıkan meni yerinden şehvetsiz ayrılmış olur. Ve bilittifak guslü icap etmez. Fazla yürümenin ne kadar olacağı hakkında Makdisî: «Hatırımda kaldığına göre bunun için kırk adım tayin edilmiştir» demiştir.
«ez-Zâhîre»de bildirildiğine göre Fakih Ebu'l-Leys ile Halef b. Eyüb de İmam Ebu Yûsuf'un kavliyle amel etmişlerdir. Câmiu'l-Fetâvâ'da fetvanın Ebu Yûsuf kavline göre olduğu beyan edilmiştir. Şârihin de bu kavle meylettiği anlaşılıyor. Lâkin ekseriyetle kitaplar hatta «el-Bahr» ile «en-Nehir» bunun hilâfınadır. Bilhassa Ebû Yûsuf'un kavlinin kıyas, ötekilerin kavlinin ise hem istihsân hem daha ihtiyat olduğunu kaydetmişlerdir. Binaenaleyh Ebu Yûsufun kavli ile yalnız zaruret yerlerinde fetvâ verilir. Teemmül et!...
İmam Kâdıhân: «Geçmiş namazlar hakkında Ebu Yûsuf'un kavli ile amel edilir ve bunlar kaza olunmazlar. Gelecek namazlar hakkında ise yıkanmadıkça namaz kılamaz» demiştir.
TENBİH : Bir kimse zekerini tutmaya yetişemeyerek meni inerse bilittifak cünüp olur. Bu adam şübhe ve töhmetten korkarsa namaz kılar görünerek niyetsiz ve tahrimesiz ellerini kaldırır. Bir şey okumaz. Namaz kılar gibi rükû eder, yatıp kalkar. «el-Bahr» sahibi «el-Hâniyye» nin sözünü şehvet bulunduğuna hamlettiği gibi «el-Bahr» sahibi de şunları söylemiştir:
«et-Tecnis» sahibinin ta'lili de buna delâlet eder. O şöyle diyor: Zeker kalkık olduğu zaman hemmeninin çıkması hem de yerinden şehvet ve defikle ayrılması mevcuttur. «el-Muhit»ın ibaresi de şudur: Bir adam bevleder de zekerinden meni çıkarsa zekeri kalkık olduğu takdirde yıkanması icap eder. Zira bu, şehvetle çıkdığına delildir. Ulemanın bevilden sonra gelen meniden dolayı yıkanmak lazım gelmez, sözleri de «el-Hüniyye»'nin sözü ile kayıtlıdır. Yani bevilden sonra gelen meniden dolayı ittifakan yıkanmak lazım gelmemesi aleti kalkık olmadığı zamandır. Aleti kalkmış ise gusül lâzımdır. Çünkü bu yeni bir meni gelişidir. Bunda hem defik hem de şehvet vardır denilir».
Ben derim ki: Kezâ uyuduktan ve fazla yürüdükten sonra yıkanmak lazım gelmemesi dahi bununla kayıtlıdır.
METİN
İnsan haşefesini (yani sünnet yerinden yukarısını) haşefe kesilmişse zekerin haşefe miktarını emsali cima edilebilen diri bir insanın iki yolundan birine soktuğu zaman dahi fail ile mef'ulün ikisi de mükellef iseler Velev ki menî inmemiş olsun her ikisine bilittifak gusül farz olur. Emsâli cimâ edilebilen, insan ve iki yol kayıtları ile nelerden ihtiraz olunduğu ileride gelecektir. İnsan kaydı ile cinniden ihtiraz edilmiştir. Yani musannıf cinni ile münasebette bulunan kadının menisi inmez, cinni de ona insan suretinde görünmezse gusül lâzım gelmez demek istemiştir.
Nitekim el-Bahr nâm eserde de böyledir. Zekerin haşefe miktarı da kalmamışsa bu hususta «el-Eşbâh» sahibi: «Ona bir hüküm tealluk etmez. Ama ben bunu bir yerde görmedim» demiştir. Fail ile mef'ulden yalnız biri mükellef olursa yalnız onun yıkanması farz olur.
Mürâhik (yani bülûğa yaklaşmış) çocuğa yıkanmak farz değildir. Lâkin yıkanıncaya kadar namazdan meni edilir. Terbiye için 10 yaşında çocuğa yıkanması emredilir. Bilittifak yıkanması farz olması haşefe başkasının dübürüne sokulduğu zamandır. Kendi dübürüne sokarsa «en-Nehir» nâm kitapta menî inmeden gusül farz olmayacağı tercih edilmiştir. Buna hünsâ-i müşkil ile itiraz olunamaz. Çünkü onun ön veya arkaya yaptığı ilâçla (cimâ ile) kendisine gusül lâzım gelmediği gibi ona cimâ eden kimseye de menî inmedikçe gusül lâzım değildir. Zira sözümüz haşefe ile iki hakikî yoldan biri hakkındadır.
İZAH
«el-Muhit» nâm eserde beyan edildiğine göre bir kadın: «Benimle beraber bir cinni var. Bana çok defalar geliyor ve ben zevcimle cimâ ettiğim zaman duyduğum lezzeti onunla cimâ ettiğim zaman da duyuyorum» dese kadına gusül lâzım gelmez. Çünkü guslün sebebi yoktur. Guslün sebebi ilaç (girdirme) yahud ihtilâmdır. «el-Bahr», «Fethü'l-Kadîr» ve diğer kitaplarda: «Bana uykum esnasında defalarca geliyor» denilmiştir. Anlaşılıyor ki bu görme rüyadadır. Lâkin İsmail Hâik'in tesbitinden uyanık iken geldiği anlaşılıyor.
Ben derim ki: «el-Hilye» sahibinin: «Bu hüküm uyanık iken geldiğine göredir. Uyku halinde gelirse şübhesiz onun için de ihtilâmdaki tafsilât vardır» demesi de buna delâlet eder. «Kadının menisi inmezse» kaydını «Fethü'l-Kadîr» sahibi ilâve etmiş ve: «Aşikardır ki bu hüküm kadının menisi gelmediğine göredir. Açıkça meni görürse yıkanması vacibtir; ihtilâm olmuş gibidir» demiştir. «el-Bahr» sahibi ise şu mütalâayı ileri sürmüştür:
«Şöyle de denilebilir: Meni inmezse de gusül vacibtir. Zira îlâç vardır. Kadın kendisine cimâ edildiğini bilmektedir».
Ben derim ki: Uykuda ise bu doğru değildir. Uykuda değilse cinni kadına insan suretinde göründüğü takdirde bahis mevzuu budur. Böyle değilse bu iş meselenin aslıdır. Bu hususta nakledilen rivâyet güslun vacib olmamasıdır. Çünkü sebebi yoktur. Naklî rivayette bahis makbul değildir. «el-Bahr» sahibi cinninin insan suretinde görünmemesini bahis mevzuu yapmış; ondan önce «el-Hilye» sahibi de aynı mevzûu incelemiş fakat tereddüt ederek: «Ama cinnî insan suretinde görünürse ve keza bir adama bir cinni kadını insan suretinde görünür de onunla cimâ ederse gusül vacib olur. Zira suret ve şekil itibariyle cinsiyet mevcuttur. Bu da sebebin ta molduğunu gösterir. Meğer ki bu ancak hakikatta aralarında mânevî zıddiyet bulunmadığına göre tamam olur denile!
Bundan dolayı bazıları insanla cin arasında nikâhın haram olmasını bu hakiki manevî zıddiyetle illetlendirmişlerdir. Bu takdirde guslün ancak menî indiği zaman vacip olması gerekir.
Nitekim hayvan veya ölüye cimâ eden hakkında da hüküm budur. Evet, hakikat hâli ancak cimâdan sonra öğrenirse guslün vacip olacağı anlaşılıyor. Çünkü sebebin kusurlu olduğunu İfade eden bir şey yoktur» demiştir,
Haşefe meselesinde «el-Eşbah»ın ibâresi şöyledir:
«Haşefe miktarı kalmamışsa ona hiçbir hüküm teallûk etmez. Bu külli bir kaide olduğu için nakle muhtaçtır. Şimdilik ben bunu görmedim». Tahtavi'nin «Makdisî»den nakline göre haşefe miktarı diye kayıtlanmasından anlaşılıyor ki, bu kadına bir hüküm teallûk etmez. Sorulduğu zaman bununla fetva verilir. Zira kitapların mefhum muhaliflerinin muteber olduğunu evvelce görmüştük. Mükellefden murad; âkıl bâliğ olan insandır. Yalnız kadın mükellef olursa cimâ ettiği sabînin şehvete mahal olması gerekir. Şehvete mahal değilse kadına da gusül vacip olmaz. Nitekim şarih bundan bahsedecektir.
Çocuğu terbiye meselesinde «El-Hâniyye» ve diğer kitaplarda şöyle deniliyor: «Çocuğu alıştırmak ve ahlâklandırmak için abdest ve namaz emrolunduğu gibi, gusül etmesi de emrolunur».
«el-Kınye»de: «İmam Muhammed, bir kimse emsâline cimâ edilebilen bir kız çocuğuna cimâ ederse" kızın,yıkanması müstehap olur, demiştir. Galiba onun zorlanmasına ve te'dibine taraftar değildir» deniliyor. Ebû Ali Râzî: «Kız çocuğu yıkanmak için döğülür; bizim sözümüz budur. Bülûğa yaklaşan erkek çocuğu dahi namaz ve abdest için döğülür» demiştir.
Hasefenin girmesiyle bilittifak gusül lâzım gelmesi Buharî ile Müslim'deki Ebu Hureyre hadisine istinad eder. Ebu Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:
«Resûlüllah (s.a.v.): erkek kadının dört dalı arasına oturup da onu becerdiği zaman meni gelsin gelmesin gusül vacip olur buyurdular». Peygamber (s.a.v.)in: «Yıkanmak ancak meniden dolayı lâzım gelir» hadîsi ile bilittifak meshedilmiştir. Dübüründen cimâ edilen kimseye gusül icap etmesi kıyasla sabit olmuştur. Bu bir ihtiyattır. Meselenin tamamı «el-Münye» adlı kitabın şerhindedir. «en-Nehir» sahibinin tercih ettiği kavil iki kavilden biridir. Bunları «el-Kınye» ve diğer kitaplar nakletmişlerdir. «en-Nehir» sahibi şöyle demiştir:
«Buna söylenecek söz meni inmezse gusül vacip değildir, demektir. Çünkü o sebebin kusuru hususunda küçük kızla ölüden evlâdır. Bundan anlaşılır ki, parmak sokmakla gusül vacip olmaz».
Hünsâ-i müşkilin (yani erkekliği dişiliği aynı derecede olan kimsenin) aletinin bir kimsenin ön veya ardına girdirmesiyle kendisine yıkanmak lâzım olmaz. Çünkü kadın olması ihtimali vardır. Bu takdirde onun zekeri parmak mesabesinde bir ziyadedir.
Erkek olması ihtimali de vardır. Bu takdirde ferci yara hükmündedir. Ona bir şey girmekle gusül icap etmez. Fakat bu izahat karşısında hünsaya bütün hallerinde daha zararlı ve ihtiyatlı olan hükümle muamele olunur, kâidesi müşkil kalır. Buna göre hünsâya gusül lâzımdır. İyi düşün!
Ben derim ki: Şârih bu işkâli kitabımızın sonunda hünsâ bahsinde anlatacaktır. Biz de cevabı inşâallah omda izah edeceğiz. (Bu cevabın hülâsası şudur: Hünsâya daha zararlı ve ihtiyatlı olan hükümle muamele etmek daimî değildir, bazı yerlerde müstehap olduğu vardır ki bu da onlardan biridir).
Hünsanın ön tarafına cima eden kimseye meni inmedikçe gusül lâzım gelmez. Fakat bir erkek ona ardından cima ederse ikisine de gusül lazımdır. Nitekim Tahtavî de böyle demiştir. Çünkü dübür hakkında işkâl yoktur. Şu halde şârihin «Sözümüz haşefe ile iki yoldan biri hakkındadır» ifadesindeki «yol» kelimesini «el-Bahr» sahibinin yaptığı gibi «ön» kelimesiyle değiştirmek daha güzeldir. Zira yol dübüre de şâmildir. Dübür hünsâda ihtimalli değil, muhakkaktır.
METİN
Uykudan uyanan bir kimsenin ihtilâm olduğunu hatırlamasa bile elbisesinde meni veya mezi görmesi de yıkanmayı icap eder. Meğer ki mezi olduğunu bilmiş yahud mezi veya vedi olduğunda şübheye düşmüş ola. Yahud uykudan önce âleti kalkmış buluna. Bu takdirde o kimseye bilittifak gusul lâzım değildir. Nitekim vedi gördüğü zaman dahi gusül lâzım gelmez. Lâkin «e'-Cevahir» nâm kitapta: «Ancak yatarak uyur yahud meni olduğunu yüzde yüz bilir veya ihtilâm olduğunu hatırlarsa yıkanması icap eder; insanlar bundan gafildir» denilmektedir. Metindeki uykudan uyanan kaydiyle sarhoşun ve bayılan kimsenin mezi görmesi sözümüzün dışında kalmıştır.
İZAH
Buradaki görmekten murad; bilmektir. Tâ ki körlere de şâmil olsun. Kuhiştânî'de beyan edildiğine göre kadın dahi erkek gibidir. Malûmun olsun ki meni veya mezi görmenin on dört sureti vardır. Çünkü gören kimse ya onun meni, mezi, vedi olduğunu bilir yahud meni ile mezi olduğunda şübhe eder, yahud meni ile vedi olduğunda veya mezi ile vedi olduğunda yahud her üçünde şübhe eder. Bunların her birinde ya ihtilâm olduğunu hatırlar yahud hatırlamaz. Bu suretlerin yedisinde bilittifak gusül vacip olur. Bunlar: İhtilâm olduğunu hatırlamak şartı ile gördüğü şeyin mezi olduğunu bildiği, meni veya mezi olduğunda şübhe ettiği, meni veya vedi olduğunda şübhe ettiği mezi veya vedi olduğunda şübhe ettiği veya her üçü olduğunda şübhe ettiği hallerle mutlak surette meniolduğunu bildiği haldir.
Mutlak surette vedi olduğunu bilirse bilittifak gusül icap etmediği gibi mezi olduğunu bilirse yahud ihtilâm olduğunu hatırlayamayarak mezi veya vedi olduğunda şübhe ederse yine gusül lâzım değildir.
İmam A'zam'la Muhammed'e göre meni veya mezi olduğunda yahud meni veya vedi olduğunda veya her üçü olduğunda şübhe eden kimseye ihtiytalen gusül vacib olur.
İmam Ebu Yûsuf'a göre vacip olmaz. Çünkü guslü icap eden şeyin mevcud olup olmadığında şübhe vardır.
Ben derim ki: Bunu anladıktan sonra şunu da bil ki: Musannıf bu suretlerin bazılarını bildirmekle yetinmiştir. Tabii ki bundan bildirmediklerinin bildirdiklerinin hükmüne muhalif olması lazım gelmez. Evet, «veya mezi görmesi» sözü mezi olduğunu bilir de ihtilam olduğunu hatırlamazsa gusül lâzım gelmesini iktiza eder. Halbuki sen bunun hilâfını öğrendin.
«en-Nihâye»nın ibaresi de musannıfın ibaresi gibidir. Kuhistânî musannıfın «veya mezi görmesi» ifadesini «yani bir şey görür de meni mi yoksa mezi mi olduğunda şübhe ederse» şeklinde izah ederek cevaba işarette bulunmuş; «Zira biz mezi sebebi ile asla guslü vacip görmeyiz. yalnız meni sebebi ile vacip olduğuna kailiz. Ancak bazen zaman geçmekle meni berraklaşır. Benim tasvirimden murad, mezinin hakikatı değil, suretidir. Nitekim «el-Hulasa» da da böyledir» demiştir. Bu sözde yukarıki izahata muhalif bir şey yoktur.
İhtilam; hülmden alınmadır ve uyuyan kimsenin gördüğü rüya mânâsına gelir. Sonradan uykuda görülen cimâ mânâsında kullanılması âdet olmuştur.
Sarhoş veya baygın bir kimsenin ayıldıktan sonra elbisesinde bir şey görmesiyle uykudan uyanan kimsenin görmesi arasında fark vardır. Uyku ihtilâm yeridir. Binaenaleyh uyananın gördüğü ihtilama hamledilir. Sonra ihtimal gördüğü menidir de havanın temasiyle berraklaşmış yahud yemek sebeb ile değişmiştir. Bundan dolayı biz onu ihtiyaten meni sayarız. Sarhoşun ve bayılanın halleri böyle değildir. Onlarda bu sebeb görülmez.
Şârih, «Lâkin «el-Cevâhir» nâm kitapta ilah...» diyerek istidrakte bulunmuştur. Hâsılı şudur ki; kendisi birçok ulemaya tâbi olarak uykudan önce âleti kalkmış bulunan kimseye mutlak surette gusül lâzım gelmeyeceğini bildirmiştir. Halbuki mesele üç şeyle kayıtlıdır: Uykusu ayakta veya otururken olacak, elbisesinde gördüğü şeyin meni olduğunu yüzde yüz bilmeyecek ve ihtilâm olduğunu hatırlamayacaktır. Bu kayıtlardan biri bulunmazsa mesela, yatarak uyur, yahud gördüğü şeyin yüzde yüz meni olduğunu bilir veya ihtilam olduğunu hatırlarsa gusül vacip olur.
Bu meseleyi «Münyetü'l-Musalli» sahibi bahis mevzuu yapmış ve: «Bir kimse uykudan uyanır da zekerinin başında ıslaklık görür fakat ihtilâm olduğunu hatırlamazsa uykudan önce zekeri kalkık olduğu takdirde yıkanması icap etmez. Zekeri kalkmamış ise ona gusül icap eder. Bu izah ayakta veya oturarak uyuduğuna göredir. Yatarak uyur veya gördüğünün yüzde yüz meni olduğunu bilirse yıkanması icap eder. Bu söylediklerim «el-Muhit» ve «ez-Zahire» nâm kitaplarda zikredilmiştir.» demiştir.
Şemsü'l-eimme Hulvânî diyor ki: «Bu meselenin vukuu çoktur ama insanlar ondan gafildir».
Hâsılı: Uykudan önce tenasül âletinin kalkması mezinin çıkmasına sebeptir. Binaenaleyh ihtilâmı hatırlamadıkça veya gördüğü şeyin meni olduğunu bilmedikçe yahud yatarak uyumadıkça elbisesinde gördüğü ıslaklık meziye hamledilir. Çünkü a'zânın gevşemesine ve dalarak uyumaya sebeb yatmaktır. İhtilâma sebeb de bu uykudur. Lâkin «el-Hilye» sâhibi «ez-Zahîre» ile «el-Muhitü'l-Burhâni» ye mürâcaat ettiğini, fakat yıkanmak lâzım gelmemek için ayakta veya oturarak uyumak kaydını göremediğini söylemiş, sonra tetkikine devamla: «Bu uyku ile yatarak uyumak arasında fark belli değildir» demiştir.
Şârih, «el-Münye» sahibine uyarak «yahut meni olduğunu yüzde yüz bilirse» demiştir. Sadece «bilirse» dese daha iyi olurdu. Zira burada maksat galebe-i zan yani gönlün yatışmasıdır. Buna da bilgi denilir. «el-Hâniyye»nin ibâresi şöyledir:
«Meğer ki zan galibine göre gördüğü şey meni olsun. Bu takdirde gusül lâzım gelir».
METİN
Zekerin başında ıslaklık görmez de ihtilâm olduğunu hatırlarsa bilittifak gusül farz olmaz. Velev ki lezzet duyduğunu ve meni indiğini de beraberce hatırlasın. Mezhebe göre kadın da erkek gibidir. Bir kimse ile zevcesinin arasında ıslaklık bulunur da ayırma, hatırlama olmaz; orada onlardan başka uyuyan da bulunmazsa ikisi birden yıkanırlar. Bir kimse haşefesini veya zekerinin haşefe miktarı yerini bezle sararak cimâ ederse lezzetini duyduğu takdirde gusül vacip olur. Aksi halde esah kavle göre gusül lâzım değildir. Ama en ihtiyatlı hüküm güslün vacip olmasıdır.
İZAH
«el-Bahr» nâm eserde «el-Mi'rac»dan naklen şöyle deniliyor;
«Kadın ihtilâm olur da meni fercinin dışına çıkmazsa İmam Muhammed'den bir rivayete göre gusül vacip olur. Zâhir rivâyete göre vacip olmaz, çünkü ona gusül vacip olmak için menisinin ferç dışına çıkması şarttır. Fetva buna göredir».
Karıkoca yataklarında meni görürler de ihtilâm olduklarını hatırlayamazlarsa bir kavle göre meniye bakılır. Beyaz ve koyu ise erkeğin, berrak sarı ise kadının menisi olduğuna hükmedilir. «ez-Zahiriyye» sahibi bu kavli naklettikten sonra: «Esah olan ihtiyaten ikisine de guslün vacip olmasıdır» demiştir. Bu ikinci kavli «el-Hilye» sahibi İbn Fazl'a nisbet etmiş, «el-Muhit» ve «el-Hulâsa» sahiplerinin de bu yoldan yürüdüklerini söylemiştir. Fethü'l-Kadîr sahibi iki kavlin arasını bulmayı daha uygun görerek ikisine de guslün vacip olmasını, ihtilâmı hatırlamamak, koyuluk, berraklık, beyazlık ve sarılık gibi ayırmaya yarayan şeyler bulunmamakla kayıtlamış, sonra: «şu halde hilaf yoktur» demiştir. «el-Hilye» sahibi bunu beğenmiş; «el-Bahr» sahibi de kabul etmiştir. Lâkin «el-Münye» şerhinde «Ayırmaya yarayan şeyler mizaca ve gıdaya göre değişir; onlara itibar yoktur. İhtiyat birinci kavildir» denilmiştir.
Karı koca meselesini; «el-Hilye» sahibi incelemiş «el-Bahr» sahibi de ona tâbi olarak «Döşekte karıkocadan başkası yatmışsa görülen meni kuru olduğu takdirde her ikisine de gusül vacip olmadığı anlaşılıyor» demiştir.
TENBİH: Karı koca diye kayıtlamasından anlaşılıyor ki o yatakta yatan başkasına da gusül vacip değildir.
Ben derim ki: Bu sözün ekseriyetle vukua bakarak söylendiği anlaşılıyor. Onun için Tahtavî: «Ecnebi erkek ve kadın da öyledir» demiştir. Yatakta yatanların iki erkek veya iki kadın olması da zahire göre aynı hükümdedir.
Zekerinin başına ince bir bez sarmak suretiyle cimâ eden ve fercin hararetini duyarak lezzet alan kimseye gusül lâzımdır. Lezzet almazsa meni gelmedikçe gusül vacip olmaz. Esah olan budur. Bazılarına göre gusül vâciptir. Çünkü o adam cimâ etmiş sayılır. Birtakımları vacip olmadığını söylemişlerdir. Bu iki kavlin mutlak olduğu anlaşılıyor. Ama en ihtiyatlı hüküm her iki surette guslün vacip olmasıdır.
Ben derim ki: En ihtiyatlı davranış iki kavilden birinciyi ihtiyar etmektir. Eimme-i Selâse denilen Malik. Şâfiî ve Ahmed bin Hanbel'in kavilleri de budur.
«İki sünnet mahalli birbirine kavuşup haşefe görünmez oldu mu gusül vaciptir», hadîsi şerifinden anlaşılan da budur.
METİN
Hayız ve nifasın kesilmesiyle de gusül farz olur. Bu ve bundan öncekiler hükmün şarta izafesi kabilindendir. Yani gusül bunlarla değil, bunlar bulunduğu zaman farz olur. Evvelce görüldüğü vecihle gusül, namazın farz olması ve gusülsüz câiz olmayan bir şeyi yapmak istemekle farz olur. Mezi veya medi gelmekle gusül lâzım değildir. Zâhire göre vedi ile bevlin beraberce oluşunda her ikisinden dolayı abdest lâzım gelir. Parmak ve benzeri bir şeyi ön ve arkaya sokmak da muhtar kavle göre guslü icap etmez. Parmağın benzerleri cinnî, maymun ve hımar gibi insan olmayan mahlûkatın zekerleri ile hünsâ, ölü ve şehveti olmayan sahibinin zekeri ve odun gibi şeylerden yapma kazıktır.
İZAH
Şârihin bu ve bundan öncekiler diye işaret ettiği şey guslün farz olmasını hayzın kesilmesine isnad etmektir. Öncekilerden maksadı da guslün farz olmasını menînin çıkmasına, cimâ'a, uykudan uyananın meni görmesine isnad etmektir. İzafeten muradı isnad ve tâliktir. Yani guslün farz oluşunu bu şeylere isnad ve tâlik etmek hümî şarta isnad kabilinden mecazdır.
Hüküm farziyet, şart da adı geçen şeylerdir. Hükmî sebebine isnad kabilinden değildir. Nitekim asıl olan budur. Şürunbulâliyye sahibi diyor ki:
«Guslün vücubuna sebep ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Ulemanın umumuna göre cünüb iken yapılması helâl olmayan bir şeyi yapmak istemektir. Bazıları guslün farz olmasına sebep cünüp iken yapılması helâl olmayan bir şeyin vacip olmasıdır, demişlerdir»
Anlaşılan şudur ki; vakit dar değilse sebeb, yıkanmadan yapılması helâl olmayan bir şeyi yapmakistemektir. Vakit dar ise yıkanmadan yapılması helâl olmayan bir şeyin vacip olmasıdır. Çünkü «el-Kâfî» sahibi: «Guslün vücubuna sebeb namaz yahud cünüb iken yapılması helâl olmayan, bir şeyi yapmak istemektir. Meninin inmesi ve sünnet mahallerinin birbirine kavuşması şarttır» demiştir,
MEZİ: Beyaz ve berrak bir su olup insan şehvetlendiği zaman çıkar, şehvetsiz çıkmaz ve kadınlarda daha çok olur. Bazıları kadınların mezisine «kazâ» denildiğini söylemişlerdir.
VEDÎ: Koyu ve beyaz bulanık bir sudur. Küçük abdest bozduktan sonra çıkar. «Vedi ile bevlin beraberce ikisinden dolayı abdest lâzım gelir», sözü bir itiraza cevaptır. İtiraz şudur: Abdest vedîden önce gelen bevil ile vacip olur, vedî ile nasıl vacip olabilir?
Cevap: Abdestin bevil ile vacip olması ondan sonra gelen vedi ile vacip olmasına aykırı değildir. Hatta bir adam burun kanamasından abdest almayacağına yemin etse de burnu kanasa sonra bevil edip abdest alsa bu abdest her ikisinden dolayı alınmış sayılır ve adam yeminini bozmuş olur. Kezâ bir kadın cünüblükten yıkanmayacağına yemin etse de cinsî münasebette bulunarak hayzını görse yıkandığı zaman her ikisinden dolayı gusletmiş olur. Zâhir rivâye budur. «el-Bahr» sahibi bunu beyan ettikten sonra dört cevap daha sıralamıştır. Bunlardan biri de vedinin cimadan sonra yıkanıldığı zaman ve bevilden sonra gelmesidir. Vedi kaygan olur diye tefsir edilmiştir. İşkâl ancak onun bevilden sonra çıkar şeklindeki tefsiri ile yetinildiği zaman ortaya çıkar
Kemal b. Hümâm «Fethü'l-Kadîr» de abdest ilk hadesten yani bevilden lazım geldiğini, ikinci sebep olan vedinin hiçbir şey icap etmediğini, çünkü hâsılı tahsilden ibâret olduğunu, bunun ise muhal yani imkânsız sayıldığını söylemiş: «Meğer ki ikisi birden ola. Meselâ; bevlederken aynı zamanda burnu da kanarsa Âmidî'nin dediği gibi bu mâkuldür, kabulü gerekir.
Ulemamızdan Cürcani'nin kavli de budur. Hak şudur ki; hadesin bevilden ileri gelmesiyle yemini bozmak arasında zıddiyet yoktur. Zira hükmî hadesin müteaddit olmasına değil, örf ve âdete bina etmek lâzımdır. Örfe göre bevledip burnu kanadıktan sonra abdest alan bir kimse için ikisinden dolayı abdest aldı denilebilir», demiştir.
Parmak ve benzeri bir şeyi ön ve arkaya sokmak muhtar kavle göre guslü icap etmez. Bu babta«et-Tecnîs» sahibi şunları söylemiştir: Bir adam oruçlu iken parmağını dübürüne soksa kendisine gusül ve orucun kazası lâzım gelip gelmeyeceği hususunda ihtilâf edilmiştir. Muhtar kavle göre gusül ve kaza lâzım gelmez. Çünkü parmak cimâ âleti değildir. Binaenaleyh çubuk mesabesindedir». «et-Tecnis» sahibi bunu oruç bahsinde söylemiştir. Dübürle kayıtlanması muhtar kavle göre faydalanma maksadı ile öne sokulan şey guslü icap ettiğindendir. Zira kadınlarda şehvet galiptir ve sebep müsebbep yerine tutulur. Dübür böyle değildir, onda şehvet yoktur.
METİN
Ölü ve şehvete mahal olmayan küçük kızla meni gelmeksizin cinsî münasebette bulunan kimseyede gusül lâzım gelmez. Meselâ: küçük kız cimâ ile müfdât yani iki yolu birleşmiş olur. Böylesiyle cinsî münasebette bulunurken haşefe görünmez bile olsa gusül lâzım değildir. Abdest de bozulmaz. Yalnız zekerini yıkamak icap eder. Bunu Kuhistânî Nazım'dan nakletmiştir. İIeride görüleceği vecihle ona göre fercin rutubeti temizdir.
Meni gelmezse gusül lâzım değildir; çünkü şehvet noksandır. Fakat meni gelirse hüküm ona havale edilir. Nitekim bir kimse bir kızla cinsî münasebette bulunur da bekâretini bozmazsa yine gusül lâzım gelmez. Çünkü bekâret sünnet mahallerinin birbirine kavuşmasına mâni olur. Ancak gebe kalırsa o başka. Zira menisi inmiştir. Gusülden önce kıldığı namazları tekrarlar. Ulema böyle demişlerdir. Ama mesele söz götürür. Çünkü müftâbih kavle göre kadın menisinin dahilî fercinden çıkması gusül vacip olmak için şarttır. Bu mevcud değildir, bunu Halebî söylemiştir.
İZAH
İşte musannıfın haşefe meselesindeki kayıtlarla ihtıraz ettikleri bunlardır. «el-Kınye» nâm eserde: «Hayvanın ferci ağzı gibidir; meni gelmezse gusül icap etmez. Hayvanla cimâ eden ta'zir olunur. Hayvanın da kesilerek yakılması müstehaptır. Ama etini yemek haram değildir» denilmiştir.
Şehvete mahal olmayan küçük kız meselesinde ihtilâf vardır. Mutlak surette gusül vaciptir, diyenler olduğu gibi mutlak surette gusül vacip değildir, diyenler de vardır. Sahih kavil şudur ki: Küçük kızın iki yolunu birleştirmeden fercini cima mümkünse, cima edileceklerden sayılır ve yıkanmak vacip olur. Bunu Sirâc nakletmiştir.
Ben derim ki: Şübhesiz yıkanmanın vacip olması bekâretini bozmak şartına dayanır. Çünkü az aşağıda görüleceği vecihle büyük kadında da hüküm için bekâretin bozulması şarttır. Küçük de evleviyette kalır.
Kuhistânî'nin ibâresi şöyledir:
«Hayvanla ve ölü ile cinsi münâsebette bulunmak meni inmemek şartı ile abdesti bozmaz. Yalnız zekeri yıkamak lâzım gelir». Galiba şârih küçük kız meselesini bunlara kıyas etmiştir.
Bundan şu anlaşılır ki: Abdesti bozan mubaşeret fâhişe evvelce arzettiğimiz gibi şehvetliler orasında olacaktır. Fercin rutubetinden murad; dahili fercin rutubetidir. Fercin dış kısmının rutubeti bilittifak temizdir. Buna delil ulemanın abdestte yıkamayı sünnet kabul etmeleridir. Velev ki imameyn'e göre necis olsun.
Ben derim ki: Şöyle de denilebilir: Necaset, yerinde kaldığı müddetçe ona itibar yoktur. Onun için guslün gayrisinde istinca erkek ve kadınlara sünnettir. Halbuki çıkan şey bilittifak necistir. Binaenaleyh yıkamanın sünnet olması temizliğe delâlet etmez.
Şârih «dikkat et» demekle Nazım'daki sözün İmameyn kavline bina edildiğine işaret etmiştir. Bu sözü müttefekun aleyh sanma demek istiyor. Çünkü «Şehvet noksandır» ifadesinden murad; cimâda yıkanmak lâzım gelmek için meninin yerini tutan şehvet burada tam değildir, demektir. Lakin buna da kat'iyyen şehvet duyulmayan ihtiyar ve çirkin kocakarı ile cinsî münasebette bulunmakla itiraz olunur.
Benim hatırıma gelen cevap şudur; Bu kadınla geçmişte şehvet duyulmuştur. Sağ olduğu müddetçe bu şehvetin hükmü bakidir. Nitekim ulema namazda erkeklerle bir hizaya durmak meselesinde bunu söylemişlerdir. Hayvan, ölü ve küçük kız meselesi böyle değildir. Düşün! Evvelce beyan etliğimiz yıkanmanın vacip olmamasına illet budur.
Erkeğin sünnet mahalli; sünnet edilirken kesilen yerdir. Kadının sünnet mahalli ise fercinin üzerindeki horoz ibiğine benzeyen deri parçasıdır ki, sünnet edilirken o parça kesilir. Haşefe ferce girip görünmez olunca iki sünnet yeri birbiri hizasına gelmiş olur. Bahsin tamamı «et-Bahr» dadır. Kadının gebe kalması menisinin geldiğine delildir. Binaenaleyh kendisine gusül lâzım gelir. Yıkanmadan namaz kılmışsa onları tekrar kılar. Çünkü temizlenmeden kıldığı anlaşılmıştır. Ulemanın bu sözlerine itiraz eden Halebî'dir. Metinde nakledilen sözünü Halebî «Sagîr» şerhinde ,söylemiştir.
Halebi, «Kebir»de de şöyle demektedir: «Şüphesiz bu, kadının menisi yerinden ayrılıp rahmine inmkele kendisine yıkanmak farz olur, diyenlerin kavline göredir. Fakat bu söz zâhir rivâye olan esah kavle aykırıdır».
METİN
Hayatta olan müslümanlara farz-ı kifaye olmak üzere müslüman bir cenazeyi yıkamak bil'icmâ vacip, yani farzdır. Bundan yalnız hünsâ-i müşkil müstesnâdır. Ona teyemmüm ettirilir. Nitekim cünüp veya hayızlı yahud nifaslı iken müslüman olan kimseye de yıkanmak farzdır. Velev hayız ve nifas kesildikten sonra olsun, esah kavil budur. Burhan'dan naklen «Şürunbulâliyye»'de de böyle denilmiştir. İbni Kemâl bunu hükmî hadisin devamiyla illetlendirmiştir.
Yaşla değil de menî gelmekle veya hayız görmekle bulüğa eren yahut doğurup kan görmeyen veya bütün bedenine pislik bulaşan yahud bedeninin bir kısmına bulaşıp da yeri belli olmayan kimselere de esah kavle göre yıkanmak farz olur. Bunların hepsi için araştırma yap! Tatarhâniyye'de «Âttâbiye» ye nisbet edilerek şöyle denilmiştir: «Muhtar kavle göre ayıldıktan sonra deliye gusül vaciptir».
Ben derim ki: Bu söz, metinde gelecek beyana muhaliftir. Meğer ki meni gördüğüne hamledile! Acaba sarhoşla baygının hükmü de böyle midir? Araştırmalıdır.
Aksi takdirde yani bir kimse temiz olarak müslümanlığı kabul eder yahud yaşla bülûğa ererse yıkanmak mendup olur.
İZAH
Şârih «yanı farzdır» sözü ile buradaki vacip tâbirinden maksat biz Hanefilerce ıstılah edilen vacip olmadığına işaret etmiştir. Burada ve bundan sonraki yerlerde evlâ olan farz tabirini kullanmaktır. Burada farz tâbirini kullanan ulemadan bazıları «el-Kâfî»sahibi,Surucî ve Kemal b. Hümam'dır.
Kemal b. Hümâm bu hususu «İcmâ»'da nakletmiştir. Ancak «el-Bahr» sahibi: «Bunların vacip adını verdikleri, kendisi ortadan kalkınca cevaz da kalmayan şeydir» diyerek ta'lilde bulunmuş; «el-Hazâin» nâm kitabda şârihi şu mütâlâayı ileri sürmüştür:
«Ben derim ki: Bu ta'lil bunun farz-ı itikâdi değil, Farz-ı ameli olduğunu ifâde ediyor, Hem de öyledir. Çünkü kat'i delil ile sabit olmamıştır; müttefekunaleyh de değildir. İhtimal vacip diyenler bunun rütbe itibariyle farz-ı îtikâdîden aşağı olduğunu bildirmek istemişlerdir! Teemmül et».
Ben de derim ki: Lâkin bu söylediklerin cenâze yıkamakdan başkalarında zahirdir. Teemmül et!
Farz-ı kifaye; Müslümanlardan bazıları yaparsa diğerlerinden sâkıt olan; yapmazsa bildikleri takdirde hepsinin günahkâr oldukları şeydir. Bu farzın mükelleflerden sukûtu için niyet şart mıdır, sualine «Fethü'l-Kadîr»'de evet, «El-Bahr»'da. «Hâniyye» ve diğer kitaplardan naklen hayır, cevabı verilmiştir.
Şârihin bilicmâ sözü farzın kaydıdır. «el-Bahr» sahibi: «Miskin'ın naklettiği (Bazıları cenaze yıkamanın sünnet-i müekkede olduğunu söylemişlerdir) sözü nakledilen bu icmâ'ın karşısında söz götürür» demiştir.
Kâfirin cenâzesine gelince : Müslüman olan velisinden başka kimsesi yoksa velisi sünnete riayet etmeksizin pis bir bez parçası üzerine su atar gibi suyu üzerine döker.
Hünsa-i müşkile teyemmüm ettirilir. Bazıları elbisesiyle yıkanır demişlerse de evla olan teyemmüm ettirmektir, bunu «Bahr» ve Nehir sahipleri beyan etmişlerdir.
«Velev ki hayız ve nifas kesildikden sonra olsun» ibâresinin musannıfın sözüne girmesi söz götürür. Çünkü hayızlı demek hayızla vasıflanan kadın demektir. Hayız kesildikten sonra ona hayızlı denmez. Onun için «Şürunbulâliyye»de: «Bu sözde, kadının hayzı kesilir de müslüman olursa ona gusül lâzım gelmediğine işaret vardır» denilmiştir. Buradaki esah kavlinmukabili şudur: Bazıları; kadın hayzı kesildikten sonra müslüman olursa ona gusul lâzım değildir. Cünüb bunun hilâfınadır; demişlerdir. Aralarındaki fark; müslüman olduktan sonra cünüblük sıfatının devam etmesidir. Ve sanki müslüman olduktan sonra cünüb olmuştur. Hayızda ise sebeb, hayzın kesilmesidir. Bu sebeb henüz tahakkuk etmemiştir. Onun için kadın hayzı kesilmeden müslüman olsa yıkanması lâzım gelir.
İbn-i Kemâl esah kavli; hükmi müddet bakidir diye ta'lil etmiştir. Bu ta'lilin hâsılı şudur: Hayızla cünüblük arasında fark yoktur. Çünkü tahkika göre hayzın kesilmesi guslün farz olmasına sebeb değil, şarttır. Farkın esası, kadına cünüblükte olduğu gibi hayız ve nifasla daimi bir hükmi hades sabit olmamaktır. Bu söz makbul değildir. Delilî, yolcu kadının hayzı kesildikten sonra teyemmüm etmesidir. Bu kadın teyemmüm ederse hayızdan çıkmış olur. Suyu bulduğu vakit de yıkanması lâzım gelir.
Binaenaleyh cünüb mesabesindedir. Ve hayzı kesildikten sonra kendisine hükmî hades sabit olur. İbn-i Kemâl'in yaptığı tahkikin hülâsası budur. «el-Hılye» sahibi bu makamı kimseye söz bırakmayacak şekilde güzel tahkik etmiştir.
Meni gelmekle bülûğa ermek kız ve oğlana şamil: hayız ise doğurmak gibi yalnız kıza mahsustur. Bazıları; meni gelmekle bülûğa eren oğlana gusul farz değildir, fakat hayız görmekle bülûğa eren kıza gusül farzdır, demişlerdir. Nitekim «el-Bahr» nam kitapta beyan edilmiştir.
Doğurup kan görmeyen kadına yıkanmanın farz olması İmam A'zam'a göredir. Ekser ulema bununla amel etmişlerdir. İmam Ebu Yûsuf'a ve bir rivayette imam Muhammed'e göre bu kadına yıkanmak farz değildir. Çünkü kan görmemiştir. «et-Tebyîn» ve «Burhân» sahipleri bu kavli sahih bulmuşlardır. «Şürunbulâliyye» de bu kavil izah edilmiş; Nuru'l-İzâh sahibi de bu yoldan yürümüştür. Ancak «es-Sirâc»da: «Muhtar kavil ihtiyatın farz olmasıdır. Esah olan da budur» denilmektedir.
Şarihin yaptığı gibi ulemadan bazıları da bedene bulaşan pisliği farz olan gusullerden saymışlardır. «el-Hilye» sahibi: Şübhesiz bu mesele sadedinde bulunduğumuz meselelerden değildir. Onu bu meselelerden saymak hatadır» diyor. Yani bizim sözümüz hükmi necasetler hakkındadır. Bu ise hakikî necasettir, demek istiyor.
Şârihin «hepsi için araştırma yap!» ifâdesi söz götürür. Allâme Nuh Efendi'nin beyânına göre bir kadın hayzı kesilmeden müslüman olursa bilittifak yıkanması farz olduğu gibi hayızlı bülûğa eren kıza da bilittifak yıkanmak farzdır. Şarih necasetler babında izah edecektir ki, muhtar kavle göre elbiseye bulaşan pisliğin yeri belli değilse elbisenin kenarını yahud bedeni yıkamak kâfidir.
Kitabımızda «Tatarhaniyye» de diye başlayarak «baygının hükmü de böyle midir, araştırmalıdır» diye biten cümleler hakkında bazıları: «Bunlar şârihin esas nüshasında mevcuttur. Ama tashih edilen nüshadan çıkarılmıştır» demişlerdir.
Ben derim ki: Şârihin «meğer ki meni gördüğüne hamledile» sözünü yine Tatarhâniyye'nin Sirâciyye'den naklettiği şu ifade te'yid etmektedir: «Deli cünüp olur da ayılırsa yıkanması icap etmez» Galiba bu söz (Cünüp iken müslüman olan kimseye gusül lâzım değildir. Çünkü cünüp iken mükellef değildi.) diyenlerin kavline ibtina etmiştir. Ama esah olan bunun hilâfıdır» Nitekim yukarıda görmüştük.
Şârih «Acaba sarhoşla baygının hükmü de bu mudur? Yani bunlar da meni görürlerse mükellef olmadıkları için hilâf onlar hakkında da var mıdır» dedikten sonra «araştırmalıdır» diyor. Çünkü kendisi bunu görmemiştir. Bu babta Tatarhâniyye'de şöyle deniliyor: «Bir kimse bayılır da ayıldıktan sonra mezi veya meni görürse yıkanması icap etmez». Bu sözün muktezası hilâfın onlar hakkında da mevcud olmasıdır. Ancak: «Murad ıslaklık görüp meni veya mezi olduğunda şüphe ederse demektir» şeklinde bir te'vil yapılırsa o başka! Şârih biraz yukarıda sarhoşla bayılan kimsenin mezi görmelerini hükümden çıkarmıştı. Biz de gusül lâzım gelir, demişdik.
Yaşla bülûğa ermekten maksad hiçbir şey görmeden bülûğ yaşına varırsa demektir. Müftâbih kavile göre erkek ve kız çocuğu hakkında bülûğ yaşı on beştir. Nitekim yerinde görülecektir.
METİN
Cuma ve bayram namazları için gusletmek sünnettir. Sahih kavil budur. Nitekim «Gureru'l-Ezkâr» ile diğer kitablarda da böyle denilmiştir. «el-Hâniyye» de: «Bir kimse cuma namazından sonra yıkanırsa bilittifak mute-ber sayılmaz» deniliyor. Aynı güne tesadüf eden cuma ve bayramla cünüblük için bir gusül kâfidir. Nitekim cünüblük ve hayız sebebleri ile farz olan iki gusül yerine de bir gusül kâfidir. İhrama girmek ve Arafat dağında zevalden sonra vakfe yapmak için yıkanmak dahisünnettir.
İZAH
Cuma namazı ve emsali için yıkanmak sünen-i zevaiddendlr. Kuhistâni'de de beyan edildiği vecihle onu terk eden itâp ve muâheze olunmaz. Ulemamızdan bazıları burada zikredilen dört sünnetin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Onlar bunu İmam Muhammed'in «Asıl» nam eserinde. «Cuma için yıkanmak iyidir» sözünden olmışlardır. «ei-Münye» şerhinde bu kavlin esah olduğu bildirilmiş; Fethü'l-Kadîr sahibi de onu takviye etmişse de Tirmizi İbn Emîr Hâc «el-Hılye» de cuma için yıkanmanın sünnet olduğunu tercih etmiştir. Çünkü Resülullah (s.a.v)'ın buna devam buyurduğu nakledilmiştir. Sahih kavil guslün cuma namazı için olmasıdır. İbn Kemal onun zâhir rivâye olduğunu söylemiştir. Bu kavil, İmam Ebu Yûsuf'undur. Hasan b. Ziyad guslün namaz için değil, cuma günü için olduğunu söylemiş ve bu kavli İmam Muhammed'e nisbet etmiştir. Mezkûr hilâf bayram guslü içinde mevcuddur. Hilâfın eseri, kendisine cuma namazı farz olmayan bir kimsenin yıkanması ile yıkandıktan sonra abdest bozarak cumayı yalnız abdestle kılan kimse hakkında kendini gösterir ki. İmam Hasan'a göre fazilete nâil olur. Ebu Yûsuf'a göre olmaz. «el-Kâfî» sahibi: «Keza bir kimse fecirden önce yıkanarak onunla namaz kılsa Ebû Yusuf'a göre sevaba nail olur; İmam Hasan'a göre olmaz, « Çünkü İmam Hasan cuma gününün şerefini göstermek için guslün o günün içinde yapılmasını şart koşmuştur» demiştir. Bazıları hilâfın eseri güneş batmazdan. Önce yıkanan kimse hakkında da görülür demişlerdir. «el-Bahr» sahibi kitabımız şârihinin, «el-Hâniyye»den naklettiği «bilittifak muteber değildir» sözünü tercih etmiştir. Çünkü cuma günü yıkanmanın meşrû olmasına sebeb, toplantı halinde pis kokudan meydana gelen eziyeti gidermektir. İmam Hasan her ne kadar yıkanmanın cuma günü için olduğunu söylemişse de namazdan önce yıkanmayı şart koşmuştur. Ona göre araya hades girmesinin zararı yoktur. Ebu Yûsuf'a göre zararı vardır. Abdülgani Nablusi'nin bu babta nefis bir incelemesi vardır ki, hülâsası şudur:
«Ulema burada zikredilen dört guslün temizlik için yapıldığını söylemişlerdir. Halbuki araya hades (abdest bozma) girerse ikinci defa abdest olmakla temizlik artacaktır. Gusül sırf temizlik için değil de namaz için bile olsa ikinci abdestle yine hasıl olacak, temizlik de bâki kalacaktır. Bence evlâ olan araya hades girmese bile bu nezafetin kâfi gelmesidir. Zira bu babta vârid olan hadislerin muktezası yalnız temizliğin hâsıl olmasını istemektir».
Ben derim ki: Namaza erken gidilmesinin istenmesi de bunu te'yid eder. Erken gitmek ilk saatte efdaldir. İlk saat güneşin doğmasına kadar olan zamandır. Böyle yapılırsa çok defa namaz vaktine kadar abdest daralır. Bahusus uzun günlerde bu daha da fazla olur. Guslü tekrarlamak daha güçtür. Cenabı Hakk: «Allah size dinde güçlük emretmemiştir»» buyurmuştur. Bazen bu iş sidik tıkanıklığına ve namazı onunla kılmasına kadar varır ki, bu haramdır. Keza «el-Mirâc» nam eserdeki: «Bir kimse perşembe günü yahud cuma akşamı yıkanırsa sünneti yerine getirmiş olur. Çünkümaksad hâsıl olmuştur. Maksad kokuya mani olmaktır» ibaresi de bunu te'yid eder.
Şârihin diğer kitaplardan maksadı «Hidaye», «Sadru'ş-Şeria», «Dürer», «el-Mecmâ» şerhleri ve «Zeylai»dir. İki vazife için bir guslün kafi gelmesi her ikisinin sevabına niyet ettiği takdirdedir. Düşün!
Hacca yahud Umreya veya her ikisine niyet ederek ihrama girmek için yıkanmak sünnettir. « en-Nehir» sahibi «Guslün yalnız gün için sünnet olduğunu söyleyen bir kimse bulunduğunu zannetmem» demiştir.
Arafat dağından murad; vakfeye elverişli olan bütün Arafât meydanıdır. Şarihin «dağ» kelimesini araya sokması guslün Arafat'a girmek yahud Arafat günü için değil, bizzat vakfe için yapılacağına işaret içindir. Gerçi «Bedâyî»de: «Arafât için yıkanmak da cumadaki ihtilafa göre olabilir. Yani vakfe yahut gün için olabilir.» denilmişse de «el-Hilye» sahibi bunu reddetmiş ve; «Zâhir olan mânâ bu guslün vakfe için yapılmasıdır. Zannetmem ki Arafat'a gitmeden sırf Arefe günü için yıkanmanın sünnet olduğunu söyleyen tek bir kimse bulunsun!» demiştir. «el-Bahr» ve «en-Nehir» sahibleri de onu tasdik etmişlerdir. Lâkin Makdisî buna karşı şunu söylemiştir: «Bir kimsenin Arafat'ta yıkanmak Arefe günü için sünnettir demesi yadırganamaz. Çünkü o günün bir fazileti vardır. Hatta biri karısına senenin en faziletli gününde boş olmasına yemin etse, kadın Arefe günü boş düşer». Bunu İbn Melek «Meşarık» şerhinde beyan etmiştir.
METİN
Ayılıp kendine gelen delinin keza bayılan kimsenin yıkanması menduptur.
Gureru'l-Ezkâr adlı kitapta da böyledir, Acaba sarhoşun hükmü de bu mudur? Görmedim. Kan aldırdıktan sonra, Beraat gecesinde, Arefe gecesinde, Kadir gecesi olduğunu bilirse o gecede, Kurban bayramı gününün sabahında vakfe yapmak için Müzdelife'de, Kurban bayramı günü taş atmak için Minâ'ya girerken ve keza geriye kalan taşları atarken, ziyaret tavafı için Mekke'ye girerken, küsûf ve husûf namazları için, yağmur duası için, korku, gündüzleyin karanlık ve şiddetli rüzgâr için yıkanmak keza Medine-i Münevvere'ye girmek, kalabalık halk arasına katılmak için yıkanmak mendup olduğu gibi yeni elbise giyen veya cenaze yıkayan kimsenin, öldürülmek istenen kimsenin, günahından tövbe edenin, yoldan gelenin ve kanı kesilen istihazalı kadının yıkanması da mendubtur.
İZAH
Şarihin «Acaba sarhoşun hükmü de bu mudur» sualine evet cevabı verilir. Eserlerden anlaşılan budur. Gerçi evvelce sarhoştan bahsetmiştir. Fakat orada meni gördüğüne göre idi. Burada ise görmediğine göre bahsediyor. Nitekim deli ile baygından da bu sıfatla bahsetmektedir. Binaenaleyh sözünde tekrar yoktur. İyi anla!
Beraat gecesi; Şaban ayının yarılandığı gecedir. Şârihin taş atmak için sözünden anlaşılan mânâ yıkanmanın Minâ'ya girmek için mendup olmamasıdır. Bir kimse şeytan taşlamayı bayramın ikinci gününe bıraksa Minâ'ya girmek için yıkanması mendup olmaz. Halbuki metinden anlaşılan bunun hilâfınadır. «Gazneviye» şerhindeki beyana da aykırıdır. Orada Kurban bayramı günü şeytantaşlamak için yıkanmanın, ayni gün Minâ'ya girerken yıkanmaktan ayrı olduğu bildirilmiştir. «el-Hılye» de Mekke'ye girerken yıkanmanın mendup değil, sünnet olduğu tercih edilmiştir. Çünkü buna Resûlüllah (s.a.v.)ın devam buyurduğu nakledilmiştir.
TENBİH : Buraya kadar anlattıklarımızdan Kurban bayramı günü beş yerde yıkanmanın mendup olduğu anlaşılıyor. Bu gusüller; Müzdelife'de vakfe sırasında, Minâ'ya girerken, şeytan taşlarken, Mekke'ye girerken ve tavaf edileceği zaman yapılır. Bana öyle geliyor ki, ayni güne tesadüf eden cuma ile bayramda olduğu gibi burada da hepsinin sevabına niyet ederek bir tek gusül kâfidir. Bunları sıralamak câiz olmamasını iktiza etmez. Düşün!
Cenaze yıkandıktan sonra gusletmenin mendup olması ulemanın hilâfından çıkmak içindir. İhtilam olup da kansı ile cimâ etmek isteyenin, yaş itibariyle büluğa erenin ve temiz olarak müslümanlığa girenin yıkanması da menduptur. Yıkanmanın mendup olduğu yerler otuz küsûra bâliğ olur.
METİN
Kadının gusül ve abdest suyunun parasını ödemek kocasının borcudur. Velev ki kadın zengin olsun. «Feth»'l-Kadir»de dahi böyle denilmiştir. Çünkü kadına bunlar mutlak lâzımdır. Binaenaleyh içme suyu gibi olur. Kadın cünüblük ve hayızdan dolayı değil de, kiri pası gidermek için bile yıkansa hamam ücreti kocasına aittir. Üstadımız; zahire göre kocasına aid değildir, demiştir. Cünüp kimsenin mescide girmesi haramdır. Bayram ve cenaze namazgâhına. tekke ve medreseye girmek haram değildir. Musannıf ve başkaları bunu hayız bahsinde ve vitir namazından az önce beyan etmişlerdir. Lâkin «el-Kınye»nin vakıf bahsinde bildirildiğine göre medrese sahibi halkı orada namaz kılmaktan men etmezse o medrese mescid hükmündedir. Mescide içinden geçmek için bile girilmez. Bu meselede Şâfii muhaliftir. Ancak zaruret olur da oradan geçmekten başka çare kalmazsa geçilebilir. Bir kimse mescidde ihtilam olur da acele çıkarsa teyemmüm etmesi mendup olur. Korkudan dolayı orada kalırsa teyemmümü farz olur. Ama namaz kılmaz. Kur'an okumaz.
İZAH
Kadın cünüblükten yahud on günde yahud daha azda kesilen hayızdan dolayı yıkanıyorsa su parasını ödemek kocasına aittir. «es-Sirâc» sahibi hayzın on günde kesilmesiyle daha azda kesilmesi arasında fark görmüş; «On günde kesilirse suyu kadın öder; zira namaz kılmaya ihtiyacı vardır. Daha azda kesilirse kocası öder. Çünkü cinsî münasebete ihtiyacı vardır» demiştir. «el-Bahr» de beyan edildiğine göre şöyle de denilebilir: Kocasının ihtiyacı olsun olmasın kadının zarurî ihtiyaçlarını ödemek kocasının borcudur. En iyisi sözü bir şeyle kayıtlamayıp mutlak bırakmaktır. Kadın zengin bile olsa gusül ve abdest suyunun parasını kocası öder. Bu izahattan anlaşılır ki «el-Hulâsa»nın: «Kadın zengin ise abdest suyunu ödemek kendine aittir. Zengin değil ise suyu ona ya kocası getirir; yahud kadının getirmesine izin verir» sözü zayıftır.
Şârihin «Üstadımız»dan muradı; Allâme Hayreddin Remlî'dir. Bu sözü Remlî «el-Minah» şerhindesöylemiştir. Çünkü kadının saçını derleyip toplamak, kir ve pasını gidermek için kullandığı su, içme suyu gibi değildir ki nafaka hükmüne girebilsin. O, kocasına zînetlenmek kabilindendir ve koku sürünmek gibidir. Anlaşılan şudur ki; kocası kir ve pası gidermesini emretmişse kadının kendi malından ödemesi lâzım gelmez.
Bayram ve cenaze namazı kılınan yerlerde her ne kadar saflar bitişik olmasa bile imama uymak caiz ise de meselede onlara mescid hükmü verilemez. Mescidin avlusu da namazgâh hükmündedir. Meselenin tamamı «el-Bahr» nâm eserdedir.
Şârihin «Lâkin el-Kınye'nin ilah...» diyerek yaptığı itiraz söz götürür. Çünkü «el-Kınye»nin bahsettiği bizzât medrese değil, medresenin mescididir. «el-Kınye» de şöyle denilmiştir: «Medreselerdeki mescidler mesciddir. Çünkü medrese sahipleri halkı onlarda namaz kılmaktan men etmezler. Kapandıkları zaman dahi onlarda talebeden cemaat olur», «el-Hâniyye» adlı kitapta: «Bir hanede mescid bulunur da hane halkı insanları orada namaz kılmaktan men etmezlerse, hane kapandığı zaman mescidde cemaat teşekkül ettiği takdirde o mescid cemaat mescididir. Cemaat mescidine sabit olan alışverişin haram olması ve içine girmenin yasaklanması gibi hükümler ona da sabit olur. Aksi halde cemaat mescidi sayılamaz, velev ki halkı orada namaz kılmaktan men etmesinler» deniliyor.
Mescid içinden geçmek için bile girilemez. Zira Ebu Davud ve başkalarının rivayet ettikleri bir hadisde Hazret-i Aişe: «Resûlüllah (s.a.v.) geldi. Ashabının evleri mescide geçit teşkil ediyordu. Bunun üzerine, bu evleri çevirin! Zira ben hayızlının ve cünübün mesaide girmesini helâl görmüyorum, buyurdular» demiştir. Âyet-i kerimedeki «yol geçenler» tabirinden murat yolculardır. Nitekim tefsir ulemasından da böyle nakledilmiştir. Binaenaleyh yolcu yıkanmadan namaz kılmayacağından müstesnadır. Sonra âyette yolcunun hükmü teyemmüm etmek olduğu beyan edilmiştir. Bu babtaki sünnetten ve başkasından müteşekkil delillerin tamamı «el-Bahr» nam kitabta izah edilmiştir. Aynı kitabta şu da vardır: «Anlaşıldı ki Peygamber (s.a.v.)'in cünüb olarak mescide girmesi ve orada durması ona mahsus hallerdendir». Bu hal Hazret-i Ali (r.a.)'nin de hususiyetlerindendir. Nitekim Hafız İbn Hâcer'in de dediği gibi bir çok mevsuk yollardan rivayet edilmiştir. Bu yollar hadisin sahih olduğuna delâlet etmektedir. Ama «Ehl-i beyte de cünüb iken mescide girmek câizdir. Nasıl ki onlara ipek giymek de câizdir» gibi sözler Şîa tâifesinin uydurdukları şeylerdendir. Zaruret olur da mescidden geçmekten başka çare kalmazsa, meselâ evinin kapısı mescide açılır da kapıyı başka tarafa açmanın imkânı yoksa, başka oturacak yer de bulamıyorsa mescidden geçmek câiz olur. Yukarıdaki hadîs buna delâlet eder. Zaruret suretlerinden birini Inâye sahibi «el-Mebsût»tan şöyle nakletmiştir: «Cünüb olan bir yolcu içersinde su kaynağı bulunan bir mescide uğrar da başka yerde su bulamazsa bizim mezhebimize göre mescide girmek için teyemmüm eder».
Şârihin «Acele çıkarsa teyemmüm etmesi mendup olur» sözü «en-Nehir» den alınmıştır. «en-Nehir» sahibi bunu mutlak surette vacip ve mutlak surette mendup olduğunu bildiren nakillerin arasını bulmak için söylemiştir.
Ben derim ki: Anlaşıldığına göre bu hüküm mescidden çıkmak içindir. Girmek için teyemmüm ise vaciptir. Nitekim yukarıda inâye'den naklettiğimiz söz de bunu ifade eder. Keza «Dürerü'l-Bihar»daki: «Biz teyemmüm etmeksizin mescidden geçmeyi caiz görmeyiz» ifadesi de bu mânâya hamledilir. Bilahare «el-Hilye»de de «el-Muhit»ten naklen bunu te'yid eden şu ibâreyi gördüm: «Bir kimse mescidde cünüb olsa bazılarına göre girmeye kıyasen çıkmakta teyemmümsüz mübah değildir. Bazıları mübah olduğunu söylemişlerdir». Görülüyor ki hilâf, çıkmak hususundadır. Girmek hususunda hilâf yoktur. Bu izahattan anlaşıldığına göre evinin kapısı mescide açılıp da oradan geçmek isteyen kimseye teyemmüm vaciptir. Teemmül et!
Mescidde teyemmüm eden kimse o teyemmümle namaz kılamaz; Kur'an okuyamaz. Zira onunla maksud bir ibâdet yapmayı niyet etmemiştir. Bu söz «namaz kılabilir» diyenlere red cevabıdır.
TETİMME : Dürer'de Tatarhâniyye'den naklen abdestsiz camiye girmenin, Kâbe'yi tavaf etmenin mekruh olduğu bildirilmiştir. Kuhistânî: «Bedeninde necaset bulunan kimse mescide giremez» dedikten sonra «el-Hizâne» den şunu nakletmiştir: «Bir kimse mescidde yellenirse bazıları bunda beis görmemişlerdir. Bazıları yellenmeye ihtiyacı olanın mescitten çıkması lâzım geldiğini söylemişlerdir ki, esah olan da budur».
METİN
Cünüb olan kimsenin Kur'an kasdiyle Kur'an okuması haramdır. Muhtar kavle göre velev bir âyetten az olsun. Dua veya senâ kasdiyle yahud bir şeye başlamak niyetiyle okur veya öğretmek niyetiyle kelime kelime telkin ederse, esah kavle göre helâl olur. Hatta cenaze namazında senâ niyetiyle Fatiha'yı okusa mekruh olmaz. Ancak namaz kılan kimse Fâtiha'yı senâ kasdiyle okursa kifâyet eder. Çünkü senânın yerinde okumuştur. Senâ kasdiyle okunan Fâtiha'nın hükmü değişmez. Mushaf'a el sürmek kastiyle okunan Fâtiha'nın hükmü değişmez. Mushaf'a el sürmek de haramdır. Bu söze bundan sonraki ile itiraz olunur. Bu sözle ondan önceki cümle şerh nüshalarında yoktur. Her halde hayız bahsinde anlattığı için buraya almamıştır. Abdestsiz olarak tavaf etmek de haramdır. Çünkü tavafta temiz olma. vaciptir. Cünüp ve abdestsiz olan kimsenin Mushaf'a el sürmesi, dirhem ve duvar gibi üzerinde âyet yazılı bir şeye dokunması haramdır. Acaba Tevrat gibi semavî kitapların hükmü de böyle midir? Ulemanın sözlerinden anlaşılan böyle olmamasıdır.
Mushaf ancak dikilmemiş kof kılıfla, dirhem de çanta ile ele alınır. Fetva bununla verilir. Ama yapraklarını bir çöple karıştırmak helâldir. Tahâret uzuvlarından başka bir uzuvla yahud yıkanmış bir tahâret uzvu ile Mushaf'a dokunulup dokunulamayacağında ve ağızı çalkaladıktan sonra Kur'an okunup okunamayacağında ulema ihtilâf etmişlerdir. Esah olan kavil câiz olmamaktır.
İZAH
«Velev bir âyetten az olsun» ifadesinden murad; mürekkep kelimelerdir. Çünkü tek kelimeleri hayızlı bir muallimenin kelime kelime öğretmesi câizdir. «Muhtar kavle göre» tabirinden anlaşılıyorki, meselede sahih kabul edilmiş iki kavil vardır. Birincisi buradakidir. İkincisi de «Bir âyetten az olursa okumak câizdir» kavlidir. Bunu Kemal b. Hümâm tercih etmiş: «Zira bir âyetten az okuyan namazın cevazı babında Kur'an okumuş sayılmaz; burada da öyledir» demiştir. Fakat «el-Bahr» sahibi «Hilye» sahibine uyarak kendisine itiraz etmiş: «Hadîsler azla çokun arasında fark göstermemiştir; Nassın karşısında ta'lile girişmek makbul değildir» demiştir. Birinci kavle Kerhi, ikinciyi Tahtavî tercih etmişlerdir.
Ben derim ki: . Bu ihtilâfın mahalli âyet uzun olmadığına göredir. Âyet uzun ise yarısı bir âyet gibi olur. Çünkü uzun âyet üç kısa âyete bedeldir.
Dua ve senâ maksadı ile âyet okumak helâldir. Fakih Ebu'l-Leys'in «el-Uyûn» namındaki eserinde: «Bir kimse dua niyetiyle Fâtiha'yı veya içinde dua mânası bulunan herhangi bir âyeti okusa da bununla kırâatı kast etmese beis yoktur» denilmiştir. «el-Gâye» sahibi, muhtar kavlin bu olduğunu söylemiş; Hülvanî de bunu tercih etmiştir. Lâkin Hinduvânî sahibi «Ben bununla fetva veremem; velev ki İmam A'zam'dan rivayet edilmiş olsun!» demiş; Bahr sahibi de Fatiha'nın benzeri hususunda «el-Hilye» sahibine uyarak bu sözü beğenmiştir. Zira okunan kısım lafzan mânen Kur'an ve mucize olmakta, kendisiyle küffâra meydan okunmakta dâimdir. Sâdece (Elhamdülillah) gibi bir söz söylemek böyle değildir. en-Nebir sahibi de Hinduvânî'ye itiraz etmiş: «Okunan kısmın aslında Kur'an olması kasidle onu Kur'an olmaktan çıkarmaya mâni değildir. Evet «içinde dua mânâsı bulunan» diye kayıtlanmasından anlaşıldığına göre Ebu Leheb suresi gibi içinde dua olmayanlara Kur'an olmaktan çıkarma kasdının bir tesiri olmazsa da ben ulemanın sözlerinde bunun açıklandığını görmedim» demiştir.
Ben derim ki: Ulema, kitapların mefhumlarının muteber hüccet olduğunu açıkça beyan etmişlerdir. Zâhire göre duadan murad senâya şâmil olan sözdür. «Zira Fatiha'nın yarısı senâ, yarısı duadır. Şu halde şarihin «dua veya senâ» diyerek âtıfta bulunması, hassın âmm üzerine atfı kabilindendir (yani te'kid içindir).
Kur'an'ı kelime kelime öğretmekten maksad, iki kelimenin arasını kesmek, kesik kesik okumaktır. Bu Kerhî'nın kavline göredir. Tahtavî'nin kavline göre yarım âyet okumaktır. Kelime sâd ve kâf gibi bir âyet olursa Nuh Efendi'nin bazı ulemadan nakline göre caiz olmak gerekir.
Ben derim ki: Müdhâmmetân gibi âyetlerde caiz olmaması gerekir. Düşün!..
Fâtiha'nın hükmü: Onu okumakla vacip olan kırâatın sâkıt olmasıdır. Cünüp bir kimse Mushaf'a el süremediği gibi diğer semavî kitaplara da el süremez. Remlî diyor ki: «el-Mübtegâ» da bildirildiğine göre Tevrat, Zebûr, İncil ve tefsir kitaplarına dokunması câiz değildir. Bundan anlaşılan şudur: Tilaveti neshedilen ayetlere dokunmak câiz değildir. Velev ki ona tilavetiyle kulluk yapılan Kur'an denilmesin. Remlî'nin bahsettiği bunun hilâfınadır. Zira Tevrat ve emsali hem tilâveti, hem hükmü neshedilenlerdendir.
Şârih: «Bu sözle ondan önceki cümle şerh nüshalarında yoktur» diyorsa da Halebî «Bizim gördüğümüz şerh nüshalarında yalnız (Mushaf'a el sürmek de haramdır) cümlesi yoktur» diyor. Rahmetî: «Abdestsiz tavaf meselesini sonraya bırakmalı idi. Çünkü tavafda cünüblükten temizlikvacip değildir» demiştir.
Dirhem ve duvar gibi üzerinde âyet yazılı şeylerden maksad; mutlak surette üzerine Kur'an yazılan şeylerdir. Bunlara Kur'an denilmesi küllî cüz'e ıtlak kabilinden mecazı mürseldir, yahut bunlar ıtlak takyid kabilindendir. Halebî diyor ki: «Lâkin Mushaf'tan başkasında yalnız âyetin yazıldığı yere dokunmak haramdır.» Âyet diye kayıtlanması, bir âyetten az ise dokunması mekruh olmadığı içindir. Bir âyetten az Kur'an okumak hususunda geçen hilâf ve tafsilatın burada evleviyetle bahis mevzuu olması icap eder. Zira Kur'an'a el sürmek cünübe de abdestsize de haramdır. Okumak böyle değildir. Binaenaleyh ondan aşağıdır. Düşün!
Mushaf'ın kılıfından murad: Çanta gibi ayrı kese ve emsalidir. Çünkü Mushaf'a bitişik olan her şey Mushaf'tan sayılır. Ve Mushaf satılırken pazarlıksız olarak satışa dahil olur. Bazıları, kılıftan murad; Mushaf'ın üzerine dikilen deridir, demişlerdir.
«el-Muhît» ve «el-Kâfî» sahibleri bu kavli sahih buldukları halde «Hidâye» ile diğer birçok kitablarda birinci kavil sahih kabul edilmiştir. Hatta «es-Sirâc» sahibi «fetva bunun üzerinedir» cümlesini ziyade etmiştir. «el-Bahr»da bunun tazime daha münasib olduğu bildirilmiş: «Bundaki hilâf yen hakkında da câridir. «el-Muhit»te, Mushaf'ı yenle ele almanın Cumhur'a göre mekruh olmadığı beyan edilmiştir ki «el-Kâfi» sahibi bu kavli ihtiyar etmiş ve dokunmak, arada mâni bulunmamak şartıyla el sürmenin ismidir diye ta'Iilde bulunmuştur, denilmiştir.» «Hidâye»'de: «Yenle Mushaf'ı ele almak mekruhtur. Sahih olan budur; çünkü yen, sahibine tabidir» denilmiş, «el-Hulâsa» sahibi bu sözü bilumum ulemaya nisbet etmiştir. Bu söz «el-Muhit»in beyanına aykırıdır. «el-Muhit»in kavli daha evlâdır.
Ben derim ki: Hatta zâhir rivayedir. Yenle kayıtlanması ittifakîdir. (Vâkıa bakaraktır). Zira Mushaf'ı yenden başka elbisenin bir kısmı ile ele açılmak câiz değildir.
Şârihin «Taharet uzuvlarından başka bir uzuv ilah...» sözü ancak abdest hakkında zâhirdir. Gusül hakkında ise bütün uzuvlar taharet uzvudur. Yani buradaki hilâf yalnız abdestsiz kimse hakkındadır; cünüb hakkında değildir.
«Esah olan kavil câiz olmamaktır» ifadesinden mukabilinin sahih olduğu, onunla da fetva verilebileceği anlaşılır. Lâkin «es-Sirâc» nam eserde: «Sahih olan kavil câiz olmamasıdır; çünkü bununla o kimsenin cünüblüğü kalkmaz» deniliyor. Şu halde şârih ism-i tafdil sigasını kendi babında kullanmamış demektir. (Yani bir isim tafdil olan esah kelimesi, sahih mânâsında kullanılmıştır).
METİN
Cünüp, hayızlı ve nifaslı kimselerin Kur'an'a bakmaları mekruh değildir. Çünkü cünüplük göze işlemez. Nitekim dualar da mekruh değildir. Maksad tahrimen mekruh olmamalarıdır. Yoksa mutlak zikir için abdest almak menduptur. Ve terki, evlânın hilâfına hareket olur ki bu kerahet-i tenzihiyenin merciîdir. Sabinin Mushaf'a ve yazı levhasına dokunması mekruh değildir. Zarurettendolayı Mushaf'ı çocuğa verip çocuktan istemekte beis yoktur. Zira küçük yaşta bellemek taşa yazı yazmak gibidir.
İmam Ebu Yûsuf'a göre Kur'an'ı, sahifeyi veya levhayı yerde yazmak mekruh değildir. İmam Muhammed buna muhaliftir. Şöyle demek gerekir:Yazan kimse sahife ile eli arasına bir şey koyarsa İmam Ebu Yûsuf'un kavli ile amel edilir. Böyle yapmazsa İmam Muhammed'in kavli tercih edilir. Bunu Halebî söylemiştir.
Cünüb kimsenin Tevrat, Zebur ve İncil'i okuması mekruhdur. Zira hepsi Allah'ın kelâmıdır. Bunların değişdirilen yerleri belli değildir. Aynî «el-Mecma'» şerhinde haram olduğuna kat'î hüküm vermiştir. «en-Nehir» sahibi ise haram hükmünü bunların değiştirilmeyen kısımlarına tahsis etmiştir.
İZÂH:
«Bu kerahet-i tenzihiyenin merciîdir» cümlesinin mânâsı maksad tahrimen mekruh olmamalarıdır diye bunun için kayıtladık, demektir. Şârih bu sözü ile «el-Bahr» sahibine red cevabı vermek istemiştir. «el-Bahr» sahibi: «müstehabı terk etmek keraheti icap etmez» demiştir. Bu hususta abdestin mendupları bahsinde söz etmişdik. Mushaf'ı çocuğun eline vermek meselesinde şunlar söylenebilir: Çocuk mükellef değildir. Zâhire göre maksad velîsinin ona müsâade etmesi mekruh değildir demektir. Ama velisi çocuğu içki içerken görürse buna müsâade etmesi haram olur. Halebî'nin beyanına göre Mushaf'ı çocuğun eline vermekten murad; abdestli olan bâliğ kimsenin vermesidir. Bundan abdestsizin de verebileceği tevehhüm edilmemelidir.
Mushaf'ı çocukların eline vermekte zaruret vardır. Çünkü onlara abdesti teklif etmek kendilerine güç gelir. Bu işi bülûğ zamanına bırakmak ise Kur'an ezberlemeyi azaltmak demektir. Tahtavî: «Ulemanın sözleri muallimden başkasının çocuklara Mushaf'ı verip onlardan istemesi câiz olmadığını iktiza ediyor» demiştir.
«Taşa yazı yazmak gibidir» sözünün mânâsı taşa yazılmış gibi sâbit ve devamlı kalır demektir. «el-Hazâin» Şârihi: «Bu bir kadistir. Onu Beyhakî «el-Medhal»de rivayet etmiştir. Lâkin lafzı şöyledir: «Küçük yaşda ilim, taşa nakış gibidir» demiştir. Bir de Kur'an yazmak meselesinde İmam Muhammed: «Yazmaması bence daha iyidir. Çünkü Kur'an'a temas etmiş hükmündedir» demiştir. «Fethü'l-Kadîr» sahibi; «Ebu Yûsuf'un kavli kıyasa daha uygundur. Çünkü yazan kimse o anda kaleme temas etmektedir. Kalem ise ayrı bir vasıtadır. Ve ayrı elbise gibidir. Ancak eli ile yazıya dokunursa o başka!» diyor.
Tahtavî, İmameyn arasındaki hilâfı aslından yok edecek şekilde arabuluculuk yapmış; Ebu Yûsuf'un kavlini kerahet-i tahrimiyeye, İmam Muhammed'in kavlini de keraheti tenzihiyeye hamletmiştir. Buna delil İmam Muhammed'in: «Yapmaması bence daha iyidir» sözüdür.
Musannıf «Cünübün Tevrat okuması...» diyeceğine cünüp, hayızlı ve nifaslı kimselerin Tevrat okuması dese daha iyi olurdu. Şu da var ki «el-Hulâsa» sahibi bunda kerahet olmadığını sahih bulmuştur. «el-Münye» şârih'i ise; «Lakin sahih olan kavil mekruh olmasıdır. Çünkü bu kitapların değiştirilen kısımları belli olmayan bazı parçalarıdır. Ekseri yerleri değiştirilmemiştir. Bunlar ta'zimive korunması vacip şeylerdir. Haram delili ile mubah delili karşılaşırsa haram delili tercih edilir. Peygamber (s.a.v.) «Sana şübhe veren şeyi bırak da şübhe vermeyeni al». buyurmuştur. Bu izahattan anlaşılır ki Şâfiîlerden bazılarının (Ehl-i kitabın ellerindeki Tevrat ve İncillerle taharetlenmek câizdir) sözü fasiddir. Büyük bir saçmadır. Çünkü Allah Teâlâ bize ehl-i kitabın bu kitabları sonuna kadar değişdirdiklerini haber vermemiştir. Neshedilmiş olmaları onları Allah kelâmı olmaktan çıkarmaz. Nitekim Kur'an'dan neshedilen âyetler de böyledir» demiştir.
Seyyidî Abdülganî «el Hulâsa»nın kavlini tercih etmiş; bu kavli izah hususunda sözü hayli uzattıktan sonra; «Bize bu kitablardan birine bakmak yasak edilmiştir. Bize onları ister küffar nakletsin, isterse küffardan müslüman olanlar!» demiştir.
«en-Nehir» nam eserin sahibi haram hükmünü semavî kitabların değiştirilmeyen kısımlarına tahsis etmiştir. Değiştirildiği malûm olan kısım ayrıca bir yere yazılırsa ona cünüb olarak dokunmak, ele almak câizdir. Meselâ; ehl-i kitap şu cümleyi Tevrat'tan zannederler: «Bu şeriat, yer ve gökler devam ettiği müddetçe müebbet bir şeriattır». «et-Tahrir» şerhinde bildirildiğine göre birçok ulema bunu Yahudiler için ilk uyduranın İbn Ravendî olduğu söylendiğini bildirmişlerdir. İbn Ravendi Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'e muaraza etmek istemiştir.
METİN
Cünüp kimsenin Kunud okuması ve elini, ağzını yıkadıktan sonra yiyip içmesi mekruh olmadığı gibi, yıkanmadan karısı ile cinsî münasebette bulunması da mekruh değildir. Ancak ihtilâm olursa karısına yaklaşmaz. Halebî diyor ki: Hadîslerin zâhirî ancak mendup olduğunu ifade ediyor. «el-Mübtega» sahibinin sözünden anlaşılan câiz olmamayı değil.
Tefsir, Mushaf gibidir. Şer'î kitablar öyle değildir. Çünkü şer'î kitaplara eli ile dokunmaya ruhsat verilmiş, fakat tefsir için ruhsat verilmemiştir. Nitekim «Mecmeu'l-Fetâvâ»dan naklen «Dürer»'de de böyle denilmiştir. «es-Sirâc» nâm eserde: «Şer'î kitapları da ta'zim için yenle almamak müstehaptır» deniliyorsa da «El-Eşbah» sahibi; «Helâl ile haram bir araya gelirse haramın tercih edilmesi kâidedir. Ulemamız hadîs âliminin tefsir kitaplarına el sürebileceğine cevaz vermiş; kitaptakinin dahi fazlası tefsir mi Kur'an mı olduğunu ayırt etmemişlerdir. Hangisi fazla olduğuna bakarak bu tafsilata gidilse iyi olurdu» demiştir.
Ben derim kî: Lâkin bu, yukarıda söylenene aykırıdır. İyi düşün!..
İZAH
Zâhir mezhebe göre cünüb iken Kunud okumak mekruh değildir. İmam Muhammad'den bir rivayete göre ihtiyaten mekruhtur. Çünkü Kunud'un Kur'an olmak şübhesi vardır. Bu hususta eshâb-ı kiram ihtilâf etmişlerdir. Übey b. Kaab (r.a.) Kunud'u Kur'an'dan iki sûre olarak kabul etmiş; Kunud duasının başından «Allahümme iyyakena'budü»ye kadar bir sûre, oradan sonuna kadar da bir sûre yapmıştır. Lâkin fetva zâhir rivayeye göredir. Zira Kunud duası kat'iyetle yakînen Kur'an değildir, bunda icmâ vardır. Binaenaleyh mezkûr ihtiyatı gerektirecek bir şübhe mevcud değildir, «el-Kinye»nin namaz bahsinde şöyle deniliyor:
«Rivayete göre Ubey b. Kaab, Mushaf'ına (116) sûre yazmış; Mushaf'a Vitir duası olmak üzere iki sure ziyade etmiştir. Çünkü Resulüllah (s.a.v.)'in bunları Vitir duasında okuduğunu işitmiş ve onları Kur'an'dan zannetmiştir. Fakat sonra bundan dönerek bilittifak kabul edilen imam, Mushaf'la amel etmiştir. Zira yaptığının bir vehim olduğunu anlamıştır. Kur'an imamın ihtiva ettikleridir. İmam eshab-ı kiramın icmâiyle Hazret-i Osman b. Affan'ın Mushaf'ıdır».
Evet, Allah'ı zikretmek için abdest almak müstehaptır. Bahsin tamamı «el-Hilye» nam kitabtadır.
Elini, ağzını yıkadıktan sonra, yiyip içmek mekruh değildir. Fakat yıkamadan bunu yapmamalıdır. Çünkü müsta'mel su içilmiş olur ki bu tenzihen mekruhtur. El de pislikten hali değildir. Binaenaleyh onu da yıkayıp sonra yemelidir «el-Hizâne» de el ağız yıkamamanın zarar etmediği bildirilmiş; «el-Hâniyye» de: «Bundan bir beis yoktur» denilmiştir. Aynı eserde hayızlı kadın hakkında ihtilâf edildiği, bazılarının ona cünüp hükmünü verdiği, bir takımlarının: «Yıkaması müstehap değildir. Çünkü yıkaması ağız ve elden hayız pisliğini gidermez» dediği kaydedilmiştir. Bunun da tamamı «el-Hilye»de dir.
Rüknü'l-İslâm'ın ifâdesine göre cünüb kimsenin ihtilâm olduğu takdirde karısına yaklaşması şeytan kendisine ortak olmasın diyedir. «el-Bustan» nâm eserde İbn Mukanne'in «çocuk deli olarak doğar; yahud bahil olur» dediği rivayet olunmuştur.
Halebi; Allâme Muhammed b. Emir Hâc'dır. Fıkıhdan «el-Münye»yi, usûlden «etTahrîr»i şerhetmiştir. Halebî'nin «hadîslerin zâhiri» diye söze başlaması, ihtilâm hakkında birçok hadîsler rivayet edildiğini bildirirse de biz bu hususta bir tek hadîse bile rastlamadık. Gelen rivayetler şunlardır:
«Resulüllah (s.a.v.) bir gusül ile bütün kadınlarını dolaşdı», «Resülullah (s.a.v.) kadınlarını dolaşdı ve her birinin yanında yıkandı». Biz de bunun müstehap olduğuna kailiz. Fakat ihtilâm hakkında hiçbir kavil veya fiil rivayet olunmamıştır. Şu da var ki, fiîl cihetinden rivâyet imkânsızdır. Çünkü peygamberler (salavatüllahi aleyhim) ihtilâm olmaktan mâsûmdurlar. Olsa olsa şöyle denilebilir: Cinsî münasebette bulunmak isteyen kimsenin yıkanması müstehap olduğuna delil bulununca cünüp için de aynı işe niyet ettiğinde yıkanmanın müstehap olduğu anlaşılır. Cünüblüğün cinsî münasebetten veya ihtilâmdan ileri gelmesi fark etmez. Bunu Nuh Efendi söylemiştir ki güzeldir. Ancak Halebî'nin ifâdesinde hadîslerle mendup hükmüne istidlâl yoktur. O ancak vacip olduğuna delil bulunmadığını söylemiştir.
Şârih bu ibareyi ona nisbet etmek hususunda «El-Bahr» sahibine uymuştur. «el-Hilye» de Halebi'nin ibaresi şöyledir: «Halebi birtakım hadîsler naklettikden sonra; bu hadîslerden çıkarılan hüküm, iki cimâ arasında abdest alıp gusletmeden cinsî münasebette bulunmanın câiz olmasıdır. Ama arada yıkanmak veya abdest almak efdaldir; demiş. Sonra «el-Mübtega»'dan: «Ancak ihtilâm olursa karısına yaklaşamaz» sözünü naklederek; «Bu söz mendûba hamledilmezse garibtir; anlaşıldığına göre haram olduğunu bildiren bir delil de yoktur» demiştir».
Musannıfın «Tefsir, Mushaf gibidir» sözünden, ona el sürmenin de haram olduğu anlaşılıyor. Benzetmenin muktezası budur. Ama söz götürür. Çünkü bu hususta nâss yoktur, Mushaf böyle değildir. Onun hakkında nâss vardır. Burada münasip olan tabir kerahettir. Nitekim başkaları onu kullanmış; tefsire el sürmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir.
Şer'î kitaplara el sürmek hususunda «el-HuIâsa»da şöyle deniliyor: «Cünüp kimsenin Mushaf'a el sürmesi mekruh olduğu gibi abdestsiz kimsenin el sürmesi de mekruhtur. İmameyn'e göre hadîs ve fıkıh kitapları da aynı hükümdedir. Esah rivayete göre İmam A'zam bunlara dokunmanın mekruh olmadığını söylemiştir». «el-Münye» şerhinde: «İmam A'zam'ın kavli şöyle izah olunur: Bu kitablara el süren kimse Kur'an'a dokunmuş sayılamaz. Çünkü onlardakiler tâbi hükmündedirler» deniliyor.
Fethü'l-Kadir sahibi mekruh olmasını tercih etmiş ve: «Ulema tefsîr, fıkıh ve hadîs kitaplarına el sürmenin mekruh olduğunu söylemişlerdir. Zira bu kitablar Kur'an ayetlerinden hâlî değildir. Bu ta'lil nahiv şerhlerine el sürmenin mekruh olmasına mânidir» demiştir. Şârihin «el-Eşbâh»dan naklettiği kaide musannıfın «Tefsir, Mushaf gibidir» sözüne itiraz içindir. Çünkü «el-Eşbâh»ın ibâresi tefsire el sürmenin câiz olması hususunda açıktır. Tefsir de diğer şer'î kitaplar gibidir. Hatta zâhirine bakılırsa bu söz bütün ulemamızın kavilleridir.
«Dürerü'l-Bihar» şerhinde dahi câiz olduğu açıklanmıştır. «es-Sirâc» nam eserde «el-İzah»dan naklen şöyle deniliyor: «Tefsir kitaplarının Kur'an yazılı yerlerine el sürmek câiz değildir. Sair yerlerine dokunulabilir. Fıkıh kitablarında da Kur'an'dan âyet varsa hüküm budur. Mushaf böyle değildir. Çünkü onun ihtiva ettiği şeylerin hepsi Kur'an'dandır».
Hâsılı. Kerâhet olup olmaması hususunda tefsîrle diğer şer'î kitaplar arasında fark yoktur. Onun için «en-Nehir» sahibi: «şüphesiz «El-Hulâsa»daki ifadenin muktezâsı mutlak surette kerahet bulunmamasıdır. Zira keraheti tefsirde isbat eden bile ondaki âyetlere bakarak buna kâil olmuş; kerahet yoktur diyen, bu kitaplarda ekseriyet ayetlerde olmadığına bakmıştır ki, aynı hâl tefsire de şâmildir. Yalnız tefsirde Kur'an başka kitaplardakinden daha çoktur, denilebilir» demiştir. Yani tefsire el sürmek mekruh, diğer şer'î kitaplara el sürmek mekruh değildir demek istemiştir. Nitekim musannıf da Dürer sahibine uyarak aynı yoldan yürümüş. «el-Havî'l-Kudsî», «el-Mirac» ve «et-Tuhfe» sahipleri dahi bu yolu tercih etmişlerdir. Bu suretle meselede üç kavil ortaya çıkmıştır. Tahtavî «es-Sirâc» daki kavli kaidelere daha uygun olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki: En güzel ve en ihtiyatlı kavil üçüncüsü, yani tefsirde mekruh, diğer şer'î kitablarda mekruh olmadığını bildiren kavildir. Zira fark açıktır. Tefsirde Kur'an diğerlerinden daha çoktur. Kur'an'ın tefsirde zikredilmesi müstakilen maksuttur. Başka bir şeye tâbi olarak değildir. Binaenalayh onun Mushaf'a benzeyişi diğer kitapların benzeyişinden daha çoktur. Öyle anlaşılıyor ki hilâf, içinde Kur'an yazılı tefsirler hakkındadır. «Keşşâf» ın bazı nüshalarında olduğu gibi içinde Kur'an yazılı olmayan tefsirler bunun hilâfınadır. Düşün!
Şarihin: «Lâkin bu, yukarıda söylenene aykırıdır» sözü ikinci itirazdır. Bu itirazın hâsılı şudur: Musannıfın metinde söylediği mutlaktır. Keraheti «Kur'an daha çok ise» diye kayıtlamak bu mutlak ifâdeye aykırıdır. Şübhesiz bu itirazla evvelki itiraz başka başka şeylerdir. Evvelki itiraz tefsire el sürmenin mekruh olması hususunda idi. Bu ise kerahetin kayıtlanması hakkındadır.
METİN
FER'İ MESELELER
Mushaf eskiyerek okunmayacak hale gelirse müslüman cenazesi gibi defnedilir. Hıristiyan'ın Mushaf'a el sürmesi men edilir. Guslettiği takdirde İmam Muhammed buna cevaz vermiştir. Hıristiyan'a Kur'an ve fıkıh öğretmekte beis yoktur. Umulur ki hidâyete erer. Mushaf'ı başının altına koymak mekruhtur. Meğer ki muhafaza için konmuş ola! Yazı takımını kitabın üzerine koymak dahi mekruhtur. Yazmak için koyarsa o başka!
Kitablar dizilirken en alta nahiv, sonra ta'bir, sonra kelâm, sonra fıkıh, sonra haber ve va'z kitabları, daha sonra tefsirler konulur.
Üzerinde âyet yazılı dirhemi eritmek mekruhtur; meğer ki kırmış ola! Üzerinde ayrı kılıfı bulunan nüsha ile helâya girmek mekruh değildir. Ama bundun sakınmak efdaldir. Yeni kalemin yontuklarını atmak câizdir. Kullanılmış kalemin yontukları atılmaz. Çünkü mescidin kurumuş otu süprüntüsü gibi bu da muhteremdir. Mescidin otu ve süprüntüsü ta'zimi ihlâl eden yere atılmaz. Üzerinde fıkıh yazılı kâğıda bir şey sarmak câiz değildir. Tıp kitaplarına sarmak câizdir. Velev ki üzerlerinde Allah'ın veya Resülü'nün ismi yazılı olsun. Kitaba bir şey sarmak için bu isim silinebilir. Yazının bir kısmını tükürükle silmek câizdir. Ama Allah'ın ismini tükürükle silmek yasak edilmiştir.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayet olunduğuna göre: «Kur'an, Allah Teâlâ'ya göklerle yerden ve onlarda bulunanlardan daha makbuldür» buyurmuştur.
İçersinde örtülü Mushaf bulunun evde kadına yakınlık etmek câizdir. Üzerinde «el-Mülkü lillah» (yani mülk Allah'ındır) yazılı yaygı vesaireyi yere yazmak ve kullanmak mekruhtur. Zînet için asmak mekruh değildir. Üzerinde insan sözü yazılı yaygı vesairenin mutlak surette mekruh olmaması gerekir. Bazıları: «Harfleri ayrı yazılmışsa mekruhtur» demişlerdir. Birinci kavil daha elverişlidir. Meselenin tamamı «el-Bahr»da ve «el-Kinye»nin kerahiyyet bahsindedir.
Ben derim ki: Zâhirine bakılırsa duvara assın asmasın, zînet için kullansın kullanmasın mücerret ta'zim ve muhafazasından dolayı kerahet yoktur. Acaba yelpazelere ve câmi duvarlarına yazılan yazılar da böyle midir? Kayda değer.
İZAH
Okunamayacak derecede eskimiş Mushaf temiz bir beze sarılarak insan ayağı basmayan bir yere gömülür. «ez-Zahire» de: «Mushaf'ı gömmek için toprağı yarmak değil de Lâhit açmak gerekir. Çünkü yarıldığı takdirde üzerine toprak atmak lazım gelir. Bunda ise bir nevi tahkir vardır. Meğer ki üzerine toprağı düşürmeyecek şekilde tavan yapıla, Bu da iyidir» deniliyor.
Sair şer'i kitaplara gelince; ileride hazır ve ibâha bahsinde görüleceği vecihle bu kitablardan Allah Teâlâ'nın, meleklerinin ve peygamberlerinin isimleri silinerek kalan yerleri yakılır. Onları oldukları gibi akar suya atmakta bir beis olmadığı gibi gömmekde de beis yoktur, hatta daha iyidir.
Müslüman muhterem olup öldükten ve faydası bittikten sonra nasıl toprağa defnedilirse Mushafda öyledir. Onun yere gömmekte tahkir değil, tahkif edileceğinden korkarak ikram ve ihtiram vardır. Kitabımızdaki «Hıristiyan» tâbiri yerine bazı kitablarda «kâfir» bazılarında «harbi» veya «Zimmî» tabirleri kullanılmıştır. Zâhire bakılırsa Mushaf'ı başının altına koymak mekruh olduğu gibi diğer tefsir ve şer'î kitapları koymak da mekruhtur.
T E N B İ H . Şafiîlerden bir zata yiyecek hususunda muztar kalıp ancak ayaklarının altına Mushaf'ı koymak suretiyle erişebilecek bir kimsenin bunu yapması câiz midir, diye sorulmuş da: «Zâhire göre câizdir. Çünkü ruhun muhafazası daha önce gelir. Velev ki insan olmasın. Onun içindir ki, bir şeyler atılmadığı takdirde batacak olan bir gemiden, canı kurtarmak için Mushaf atılır. Zaruret bunun tahkir olmasına mânidir. Nitekim canını kurtarmak için puta secde etmeye mecbur kalsa secde etmesine ruhsat vardır» demiştir.
Kitabların burada beyan edildiği şekilde dizilmesi evleviyet ve ta'zime riayet yoluyladır.
Ta'bir kitaplarının ta'zime layık sayılması peygamberliğin (46) cüz'ünden birinin yani rüyanın tefsiri olmamalarındandır. Fıkhın vechi ihtimal ekseriyetle delilleri kitapla sünnetten olduğu içindir. Fıkıhta âyet ve hadisler çoktur; kelâm ilmi böyle değildir. O sadece sem'î delillere mahsustur.
Düşün!
Haber ve va'z kitabları hakkında «el-Bahr» nâm kitabta «el-Kinye»den naklen: «haberler, vâazlar ve rivâyet edilen dualar...» ifadesi kullanılmıştır. Zâhire göre rivayet edilen tabiri bunların hepsine sıfattır. Yani bunların hepsi Peygamber (s.a.v.)'den rivâyet olunmuşlardır. Ta'zimi hak etmeleri bundandır.
Tefsire gelince: «el-Bahr» sahibi: «Tefsir bunların hepsinin üstündedir» demiş, Remlî Havî'den naklen: «Mushaf hepsinin üstündedir» cümlesini ziyade etmiştir.
Üzerinde âyet yazılı madenî para kırılırsa eritmesi mekruh olmaz. Zira harfleri dağılmıştır. Yahud kırılmadan kalan kısım bir âyetten azdır.
Nusha (muska) ve hamâil gibi içinde âyet yazılı şeyler muşamba gibi ayrı bir kılıfla sarılırlarsa onlarla helâya girmek, üzerinde taşımak ve cünüp kimsenin taşıması câiz olur. Bundan anlaşılır ki, dua ve senâ niyetiyle yazılan âyetler Kur'an olmaktan çıkmazlar. Ama dua niyetiyle okunurlarsa iş değişir. O zaman Kur'an olmaktan çıkarlar. Demek oluyor ki niyet yazıyı değil, dil ile söyleneni değiştirmek hususunda tesir eder.
Eski kalem yontuklarının muhterem olması o kalemle Allah'ın isimleri gibi şeyler yazıldığı içindir, şu da var ki harflerin de haddizatında bir hürmeti vardır. «Yazının bir kısmını tükürükle silmek câizdir» sözü, zâhire göre Kur'an'a da şâmildir. Bir kısmını diye kayıtlamakla Allah'ın ismi câiz olmaktan çıkarılmıştır. Allah'ın ismini tükürükle silmek tahrimen mekruhtur. Fakat dille yalayıp tükürüğünü yutmak zâhire göre câizdir. Bunu Tahtavî nakletmiştir.
«İçersinde örtülü mushaf bulunan...» denildiğine göre, örtülmemiş Mushaf bulunan evde kadına yakınlık etmenin caiz olmayacağı anlaşılırsa da «el-Hâniyye»nin bu mesele hakkındaki ibâresi şöyledir:
«İçersinde Mushaf bulunan evde halvet ve cima yapmakta beis yoktur. Çünkü müslümanların evleribundan hâlî değildir».
Şârihin «tamamı el-Bahr dadır» dediği mesele şudur:
Bazıları «Ayrılmış harfler bile mekruhtur» demişlerdir. Ulemamızdan birtakım gençlerin bir levhaya ok attıklarını levhanın üzerinde «Ebu Cehil learıehüllah» yazılı olduğunu görmüş de onları bundan nehî etmiş. Sonra tekrar yanlarına uğradığında harfleri kesdiklerini görmüş ve tekrar nehî ederek: «Ben sizi ilk defa bu harflerden dolayı nehî etmiştim» demiş. Şu halde mücerred harfler mekruh oluyor demektir. Lâkin birinci kavil daha güzel ve daha elverişlidir. Seyyidi Abdülganî diyor ki: «İhtimal bu şöyle izah edilir: Elifbâ harfleri Kur'an'dır. Bunlar Hud Aleyhisselâm'a indirilmiştir. Bunu İmam Kastalânî «el-İşârât» namındaki kitabında açıklamıştır.
Ben derim ki: Şârihin «kayda değer» diyerek araştırılmasına işaret ettiği yazılar hakkında Fethü'l-Kadîr'de şöyle denilmektedir. «Paraların, mihrapların, duvarların ve yere döşenen şeylerin üzerine Kur'an ve Allah'ın isimlerini yazmak mekruhtur».

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...