ALIŞ-VERİŞ FASLI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
«Bineğini
iğreti olarak almak ilh...» Eğer binek altında sakatlanacak olursa, iğreti olarak alan
tazminatını
ödemez.
«İstihsânen
caizdir» sözüne gelince; Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hz. Selmân'ın
hediyesini henüz
köle
olduğu halde kabul etmiş olduğu gibi
kitabet yapmış bir cariye iken Hz.
Berîre'nin de
hediyesini kabul etmiştir. Sahabeden bir grup, Ebû Esîd'in mevlâsnın henüz köle iken davetine
ica-bet
etmişlerdi. Diğer bir neden ise, bu gibi hususlarda zaruret vardır ve ticaretle uğraşan bir
kimse
için bu gibi şeyler kaçınılmazdır. Hidâye.
«Yani
kölenin hediyesinin kabul edilmesi
ilh...» Bununla «kisvesi» ifadesinin mastadın failine izafet
yapılması
türünden olduğuna işaret et-mek istemiştir.
«İğidiş
edilmiş köleyi çalıştırmak da mekruhtur, ilh...» Çünkü böyle bir iş, halkı iğdiş olmaya (veya
yapmaya)
bir çeşit teşviktir.
Gâyetu'l-Beyânkia Tahâvî'den naklen şu ifade vardır: «İğdiş edilmiş-lerin kazancını almak, onları
köle
olarak mülkiyete geçirmek ve onları
istihdam etmek
mekruhtur.»
Hamevî
der ki: «Onun kazancının neden mekruh okluğunu tesbit ede-medim.»
Ben
derim ki: Muhtemelen onun kazancının mekruh olması, efendisi içindir. Şöyle ki: Efendisi
ondan
belirli bir miktar kazanç sağlamasını şart koşar veya ne kadar olursa olsun kazanç
sağlamasını ister. Böyle bir kim-senin kazancı ise, normalde onun istihdam edilmesi ve mahrem
olmayan
kadınların yanma girmesi ile olur. Düşün.
Daha
sonra ikinci hususu Tecnîs adlı eserde gördüm. Oradaki ifade şu şekildedir: «Çünkü onun
kazancı
kadınlarla birlikte olmasıyla meydana gelir.» Bundan
dolayı Allah'a hamdolsun.
«Eğer
onbeş yaşında ise, kadınların yanına
girmesi de mekruhtur, dediler.» ibaresine gelince; evlâ
olan
bunu zayıf bir görüş olarak belirt-mesi
değil de mutlak olarak
«girmesi» demesiydi. Kuhistânî,
burada
(zayıf bir görüş olduğuna işareten) «kîl» demekle yetinmiştir. Kuhistânî bunu Kirmânî'den
nakletmiştir.
Hadis ve bunun illeti ise, bunun
mutlak olarak mek-ruh olduğunu ifade etmektedir. O
halde
itimada şayan görüş budur. T. Metinlerden açıkça anlaşılan kuvvetli görüş de
böyledir.
«Kadınların
yanına ilh...» Misbâh'ta da
belirtildiği gibi «hurem» ka-dın anlamına gelen «hurme»nin
çoğuludur.
Hamevî.
«Eğer
onbes yaşında ise ilh...» Burada yaş
kaydının zikredilmesinin nedeni,
iğdiş edilmiş kimsenin
ihtilâm
olmadığına dair bir görüşün
varlı-ğıdır.
METİN
Bakkal
fırıncı ve benzerlerine eğer elinde kalırsa helak olacaktır, diye korktuğu buğday veya parayı
borç
verip parça parça onunla diledi-ğini
almak üzere şart koşarsa, bu mekruhtur. Veya kıtlık,
halinde
böyle bir şart ileri sürmezse;
fakat peyder pey bu alacakları verecektir diye bulunuyorsa
gene
de kerahet vardır.
Şurunbulâliye.
Çünkü
bu verene yarar sağlayan bir borçtur. O yarar da: malı yok olmaktan kurtarmasıdır.
Eğer
bu parayı bahsi geçen kimselere emanet verirse kerahet orta-dan kalkar. Çünkü emanet
verdiği
takdirde helak olursa, bakkal, fırıncı ve benzeri kişiler zamin olmazlar. Eğer borç vermezden
önce
bu şartı, yani peyder pey alırım
şartını koşarsa, sonra borç verirse ittifakla mek-ruhtur.
Kuhistanî
ve Şurunbulâliye.
Nerdile
oynamak tahrimen mekruhtur. Satranç
ta bunun gibidir. İmam Şafiî
satrancı mubah
görmüştür.
Bir rivayete göre Ebû Yûsuf da
satrancın mubah olduğunu
söylemiştir. Vehbaniye'nin
sarihi
bunu nazmederek demiştir: «Satranç oynamakta bir beis yoktur. Bu şart ile garbın kadısı
Allame
Ebû Yûsuf'tan rivayet edilmektedir.»
Evet
satrançla kumar oynamasa, ona devam etmese ve onunla oynuyor diye bir vacibi ihlâl
etmezse
böyledir. Eğer kumar oynar, devam-lılık gösterir veya bir vacibi ihlâl etmeye sebeb olursa
icmâen
haramdır.
Her
oyun mekruhtur. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Müslümanın her oyunu haramdır; ancak üç
oyunu müstesnadır: 1- Ailesiyle oynaşması 2- Atını eğitmesi, 3- Yayıyla ok atması.»
Kölenin
boynuna «ğul» denilen buka'ğı geçirmek de mekruhtur. Bu-kağı köleye kaçmış kölelerden
olduğu
tanınsın diye takılıyordu. Fakat
zamanımızda kölenin boynuna böyle bir şey takmakta bir
beis
yoktur. Zira köleler artık çokça
kaçmakta, firar etmektedir. Hele siyahlar ara-sında kaçmak
çokça
görülüyor. Nitekim Aynî'nin el-Mecma' Şerhin'de geldiği gibi muhtar görüştür. Fakat kayıt
vurmak
bunun hilâfınadır. Yani daha önce de
geçtiği gibi kayıt vurmak helâldir.
Kişi
dua ederken «Bİ MEK'ADİ'L İZZİ MİN ARŞİKE» (yani: Arşından oturduğun yer hakkı için) diye
söylemesi mekruhtur. Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre; eğer ayni kaftan önce getirirse (yani: Bİ
MA'KADİ'L-İZZİMİN ARŞİKE» derse) o vakit bir beis yoktur. Ebu Leys, -bu hususta eser varit
olduğundan
dolayı- bunu kabul etmiştir. Fakat en ihtiyatlısı böyle bir şeyi söylemekten kaçınmaktır.
Çünkü
bu hususta gelen eser haber
vahittir. Hem de kesin bir delile muhalefet eden bir şekilde
gelmiştir.
Zi-ra müteşabih ancak kati delille sabit olur. Hidâye.
Tatarhâniye'de
el Münteka'ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf'tan rivayet edilir. O da Ebû Hânife'den
rivayet ediyor: Hiçbir kimse için Allah'a za-tından, sıfatlarından başka hiç birşeyle çağırmak uygun
değildir.
İzin verilen ve emredilen dua
Cenab-ı Hakkın şu âyetinden
anlaşılan dua şek-lidir.
«En-güzel
isim ancak Allah'ındır. Binaenaleyh
Allah'ı o isimlerle ça-ğırınız.» (A'râf, 180) Müellif:
Böylece hiç kimse Peygamber'den başka bir kimseye salevât getiremez demektedir.
Kişinin:
«Peygamberlerinin, velilerinin, hakkı için buna şunu ver» de-mesi de mekruhtur. Veya:
«Kabe'nin
hakkı için bana ver» dese yine mek-ruhtur. Çünkü hiçbir mahlûkun,
Yüce Halik üzerinde
herhangi
bir hakkı yoktur. Eğer bir kişi başka bir kişiye: «Allah'ın hakkı için veya Allah için şunu
yap!»
dese en uygunu onu yapmak ise de; yemine maruz kalan ki-şinin onu yapması lazım gelmez.
Dürer.
El-Muhtarât'ta
İbnü'l Mübarek dedi ki: «Bir kişi «Allah'ın veçhile» veya «Allah'ın hakkı ile» birşey
isterse; benim hoşuma giden ona o şeyi vermemektir. Çünkü o Allah'ın tahkir ettiğini tazim
etmiştir.»
El-Muhta-rât'ta şu hüküm de yer
almaktadır: «Bir kimse Kur'ân'ı okuyup mucibiyle amel
etmezse
okuduğundan dolayı sevap alır; tıpkı namaz kılıp isyan •eden bir kimse gibi.»
Bir
mesele: Zikir ve dua yaparken sesin
yükseltilmesi mekruh mu-dur, değil
midir, hususunda
ihtilâf
vardır. Bir kavle göre mekruhtur. Bu konunun tamamı Bezzâziye'nin Cinâyât bahsinden önce
gelmektedir.
Badem,
üzüm ve incir gibi beşerin gıda
maddelerini, yonca ve sa-man gibi hayvanların yiyeceklerini
ihtikâr
etmek; -ehline zarar verecek bir memlekette olursa-mekruhtur. Çünkü: «Celbeden
rızıklanmıştır. İhtikâr eden lanetlenmiştir.» hadisi vardır. Eğer zarar vermiyorsa kerahet Yoktur.
Celepleri
karşılamak da bunun gibidir.
Hakimin
ihtikârcıya kendisinin aile efradının yiyeceğinden fazla olan malını satmasını emretmesi
vacibtir.
Eğer hakimin emrine rağmen satmazsa, hâkim bu işten vaz geçirmek için dilediği şekilde
onu
tazir ceza-sına çarptırır. Ve hakim onun malını onun hesabına satar. O sahîha gö-re bir
meselede ittifak vardır. Sirâc adlı kitapta: Eğer imam (devlet baş-kanı) bir memleketin ahalisinin
helak
olmasından korkarsa, ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ve onlara taksim eder. Bolluğa
kavuşacak
olur-larsa, alınanların benzerini sahiplerine iade ederler. Bu, bir hacir mese-lesi değil
zaruret
dolayısıyla yapılan bir uygulamadır. Kim başkasının malını almaya mecbur kalır ve yemediği
takdirde
helak olmaktan korkarsa; mal sahibinin rızası olmaksızın onu yer. Zeylaî bu hükmü
el-İhtiyâr'dan naklederek uygun
görmüştür.
Kişi
arazîsinden gelen maddeleri depo etmekle itikârcı olmaz. Bu konuda herhangi bir ihtilâf yoktur.
Ama
başka bir memleketten celbettiğinde Ebû Yûsuf'tan
farklı olarak itikârcı olmaz. İmam
Muhammed'e
göre; eğer binaen bu ikinci memleketten getirmesi, adet ise onu depo-lamak mekruh
olur.
Tercihe şayan görüş de budur.
Hiçbir
hakim (yönetici) gıda maddelerine
fiyat koymaz. Çünkü ce-nabı
Peygamber: «Sakın
(başkalarının) mallarına fiyat koymayınız. Zira muhakkak şudur ki: fiyat koyan, kabzeden, basteden,
rızık
veren Allahtır»
buyurmuştur. Ancak mal sahipleri kıymette fahiş bir şekilde saldırganlık yaptıkları takdirde hakim
(yönetici) ehli reyin istişüresinden sonra narh koyabilir.
İmam
Mâlik: Vali kıtlık senesinde eşyaya narh koymakla görevlidir, der.
El-İhtiyar'da Fiyatı
koyduktan sonra satıcı, eğer eksik verirse İmamın dövmesinden korkuyorsa müşteri için
helâl
olmaz.
Onun
kurtuluş yolu şudur: «Sen istediğin şeyle bana sat» diyecek-tir. Eğer ekmeğin ve etin fiyatı
üzerinde
İttifak ederlerse bununla bera-ber satan eksik tartarsa; müşteri o eksiği ekmekle geri
alabilir; fakat fitte alamaz. Çünkü etin fiyatı adeten herkes
tarafından bilinen
birşeydir.
Derim
ki: Buna göre; narh koymak, ancak iki temel gıda maddesin-de olur, başkasında olmaz. El-
Attabî
ve başkası bunu açıkça
söylemiş-lerdir. Lakin şu vardır ki,
iki temel gıdanın gayrisini
satanlar,
haksızlık yaptıkları ve halk
topluluğuna zulmettikleri
takdirde; hakim (yönetici) on-ların
sattığı
maddelere fiat (narh) koyar. Bu da
Ebû Yûsuf'un dediğine binaen böyledir. Zira Ebû Yûsuf
dediğine
göre caiz olması uygundur. Bu
meseleyi Kuhistanî zikretti. Çünkü Ebû Yûsuf daha
önceden
de tekarrür ettiğine (anlaşıldığına) göre, zararın hakikatini nazarı itibare alır. Dü-şün.
İZAH
Kâmus'ta
«bakkal» çeşitli gıda maddelerini satan kişiye denir. Bu kelime avamca kullanılan bir
kelimedir. Doğrusu «BEDDÂL»dir dedi.
«Şart
koşarsa ilh...» Gâyetülbeyân adlı eserde: Bakkala teslim edi-len mal eğer menfaat aktin
başında
şart koşulmuş ise mekruhtur; aksi takdirde değildir. Çünkü borç alan kişi onu
kendiliğinden
teberru olarak veriyor. Bu takdirde
Rasûlullâh'ın vermiş olduğu rüçhân gibi oluyor.»
«Akid esnasında şart koşmazsa ilh...» Şurunbulâliye'de bu mesele «et-Tecnisve'l-Mezîd adlı eserde
mesele
üç vecih üzerine kılınmıştır: A) Borçta borç verirken bunu teberruen
veyahut satın almak
suretiyle
alacağını şart koşmasıdır. B) Bunu
şart koşmaz; fakat bunun karşılı-ğında ona birşeyler
vereceğini
biliyor. C) Borç verip
alındıktan önce bunu söylemiştir.
Binaenaleyh Birinci ve ikinci
vecihlerde
caiz değildir. Çünkü menfaat çeken bir borç oluyor. Üçüncü vecihte
caizdir. Çünkü böyle
bir
menfaat şartı yoktur. Binaenaleyh kişi her aldıkça bu seninle anlaştığımız noktaya binaendir
diyecektir.»
Derim
ki: İkinci vecihten gereken ne ise, üçüncü vecihede o gere-kiyor. Binaenaleyh üçüncü
vecihin
de ikinci vecih gibi mekruh olması
uy-gundur. Ancak üçüncü vechi şu
manâya hamlederse
caiz
olur: İki taraf ta borç alınıp verildiği zamanda daha önce aralarında bahsi geçen şart-tan yüz
çevirirlerse,
bu borcun çekmiş olduğu menfaat borç verenin malı kalır. ,
«Bu
ise malının kalmasıdır ilh...» İhtiyaçlarına cevap verir. Eğer elin-de kalsaydı, mutlaka aynı anda
elinden
çıkar, kalmazdı. Minâh.
«Kuhistanî
ve Şurunbulâliye ilh...» Kuhistanî'nin ibaresinde: Eğer borç verilmezden önce veren ile
alan
arasında kendisine şu kadar dir-hem vereceğim, onu peyder pey, parça parça alacağım diye
bir
konuşma geçtikten sonra ona
borç vermiş ise; ihtilâf olmaksızın böyle bir borç mekruh
değildir.»
«Nitekim
bu durum El-Muhitte'de böyle beyan
edilmiştir.»
İşte
bu Şurunbulâliye'de bulunanın üçüncü vechidir. Sen üçüncü ve-cihte olanı da daha önce
bildin.
Eğer bizim söylediğimiz şekilde yorum-lanmazsa durumunu anladın.
Bununla bilindi ki
sarihin:
«İttifakla mek-ruhtur» sözünün doğrusu bazı nüshalarda da mevcut olduğu gibi; mek-ruh
olmadığıdır.
«Nerd
ile ilh...» «Nerd» kelimesi Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Ona: Nerdeşir denir. Şîr,
el-Mühimmat'ta
da geçtiği gibi kendisine bu Nerd oyununun icadediği kiralın ismidir. Zeynül Arab
adlı
kitapta nakledilmiş-tir ki: Şîr kelimesi tatlı manâsına gelir; fakat bu tefsir su götürür. Fakihler
demişlerdir
ki: Bu oyun, Sasanîlerin ikinci kralı Erdeşîr oğlu Sâbûr'un icadettiklerindendir ve bu
oyun haramdır. İcmâ ile adaleti düşürür.
«Satranç
ilh...» Şudirenc'in taribidir. Bu oyunun mekruh olmasının
nedeni, bununla iştigal eden
kimsenin
bununla dünyevî dikkatinin girme-si, uhrevî meşakkatinin de baş göstermesidir. Bu ise
bize
göre haram ve büyük günahlardandır. Onun helâl edilmesinde müslümanların ve İs-lâm'ın
aleyhine
şeytana yardım etmek sözkonusudur.
El-Kâfî'de hüküm böyle yer almaktadır.
Kuhistanî.
«Bir
rivayette ilh...» Şurunbulâli Şerh'inde der ki: «Malumunuzdur ki mezhep (yani Hanefî
mezhebi)
başka
oyunları yasakladığı gibi bununla da oynamayı yasak kılmıştır.»
«Şarkla garbın kadısı ilh...» Ebû Yûsuf ikinci imamdır. Çünkü onun kadılığı şarkla garbın hepsini
kapladı.
Zira o Halife Harun Reşid'in kadısı idi. Şurunbulâlî,
«İşte
bu ilh...» Eğer satranç üzerinde çok yemin etmez, bu manâlar olmaksızın oynarsa: satrancın
hürmetinde
ihtilâf olduğundan dolayı, sat-ranç oynayan kişinin adalet sıfatını düşürmez. Abdül-Ber.
Edebu'I-Kâdî'dan
bunu nakletmiştir.
Bir
Mesele: Ondörtlükle oynamak haramdır.
Ondörtlük ağaçtan ya-pılmış bir
parçadır. O parçaya üç
satırlık
bir yer oyulur. Oyulan yerlere küçük taşlar konur ve onunla oyun oynanır. Minâh.
Derim
ki: Zahir şudur ki, bizim zamanımızda bu oyuna el-Mankale denir. Fakat bizim zamanımızdaki
parçalara iki satır oyma oyulur her satırda yedi tane çukur vardır.
«Her
lehv mekruhtur ilh...» Yani le'ib
(oyun), lehv ve abes ile iştigal etmek mekruhtur. Binaenaleyh
Le'ib,
Lehv, Abes kelimeleri aynı manaya gelir. Nitekim bu durumu Tevilât'ın şerhinde yer
almıştır.
Bu
itlâk yani «lehv» kelimesini mutlak
zikretmek, onun fiilini kapsar.
Raks,-alaya
almak, el çırpmak, tanbur tellerine dokunmak, berbutun, rebabın, kanunun, mizarın,
sencin
ve bükün tellerine dokunmak (onların)
dinlemesini de kapsamaktadır. Çünkü bütün bunlar
mekruhtur.
Zira bütün bunlar kâfirlerin tarzı
ve kisvesidir. Def mizmar ve
diğerlerinin din-lenmesi
haramdır.
Eğer ansızın onu dinlerse mazur sayılır. Onu dinle-memek için bütün gücünü sarfetmesi
vacibtir.
Kuhistanî.
«Okuyla
atmak ilh...» sözüne gelince ok atmak ve yarışmak kaste-dilmektedir. Yani bu okla yarışma
oyunu caizdir. Cevahir'de: «Eğer sa-vaşmak, savaşmak için güç elde etmek hedef ise, koşu
yarışının
ruhsatı hakkında eser gelmiştir, deniliyor. Ama bunu sadece bir keyif için ya-parsan
mekruhtur.»
Zahir şudur ki bunun benzeri atın
eğitiminde ve ok-larla atışta da söylemektir.
T.
«Gül
takmak ilh...» Kaçmışlığına alâmet olsun diye demirden yapıl-mış bir
bukağıyı kölenin
boynuna takmak mekruhtur. İtkanî. Kuhistanî'de şu hüküm yer alıyor: «Mekruh olan ğul büyük bir
çivi
ile çivilenmiş ve kölenin başını
sallamaktan men eden bir bukağıdır.» Dikkat et!
«Ma'kidi'l-İzz
ilh...» Muğrib adlı kitapta: «Ma'kidi'l-İzz» izzetin bağlı olduğu yer demektir, diyor. Böyle
söylemenin mekruh olması; şu nokta-dan ileri geliyor: Onlara Allah'ın izzetinin Arşa bağlı oluş
hissini
verme-sindendir. Oysa Arş, sonradan
peyda edilmiştir. Sonradan peyda edilmiş olana bağlı
olan
ise zarûreten hadis olur. Yani sonradan peyda edilmiş-lerden olur.
Cenâb-ı Hâk ise izzetinin bir
hâdise
'bağlı olmasından yüce-dir. Belki
onun izzeti kadimdir. Çünkü izzet
onun sıfatıdır. Onun
bütün
sıfatları kadim ve onun zatıyla kadimdir. O ezelde o sıfatlarla mavsuf ol-duğu gibi; ezelde de
onlarla
mavsuftur. Arş ve başkasının
hudusiyle ezel-de kemalden olmayan bir şey, onun hakikatine
eklenmiş değildir. Zeylaî.
Hülasası
sudur: Bu ibare insana Allah'ın izzetinin Arşa bağlı olduğu
vehimini veriyor. Çünkü «min»
kelimesi bütün manâları iptidâi gaye ma-nâsına dönüştürür. Bu manâ ise Allah'ın sıfatların
hiçbirisinde
tasavvur edilemez. Çünkü bu manânın verdiği netice şudur
ki: İzzet sıfatı hadis olan
Arş'tan
neşetetmiştir. Binaenaleyh izzet sıfatı hadis olur. Anla. İşte bununla sıfatın hâdise taalluk
etmesi,
sıfatın hadis olmasını gerektirmez. Çünkü sıfat o hâdise bağlı değildir. Tıpkı kudret ve
benzerlerinin
vücuda gelenlerle ilgisi gibi. Nitekim Turî bunu böyle
açıklamıştır. Evet, işte bu-nunla
bu
müşkül kalkmış oluyor. Kalkmasının
nedeni şudur: Muhal olan manânın sadece iyhâm edilmesi
dahi,
böyle bir kelâmı telaffuz etmenin
yasak olmasına kâfidir. Herne kadar bu sıhhatli bir manâ
ihtimalini
taşı-yorsa bu böyledir. Bunun için
fakihlerin ileri gelenleri; Allah'ın izzeti Ar-şa bağlı
olduğu
vehimini verir; bu bakımdan: «Ben Allah diterse mümi-nim» demesi ile ilgili olarak da aynı
şeyi
söylemişlerdir. Onlar böyle bir ifade kullanmayı mekruh görmüşlerdir. Her ne kadar burada
teberruken
söylemek kasdedilse dahi mekruhtur. Nitekim burada allâme Taftazânî Şerhu'l-Akatd
adlı
kitabında İbnü'l-Hümam da Musayere
adlı kitabında belirttikleri
gibi; farklı bir anlamı
hissettirmesi söz konusudur. Eğer «iz» ile Arşın sıfatı olan «iz» kasdedilirse; bu lafzın
telaffuzundan
ilk anlaşı-lan Allah'ın izzeti olacağından Zeylaî'nin sözünün anlaşılması güç olur.
Çünkü
Zeylaî' İzz'i Arşın sıfatı
kılarsa bu kelimenin kullanılması caiz olur demiştir. Çünkü Arş
Kur'an-ı
Kerîm'de Mecd ve Kerem sıfatlarıyla
sıfatlanmıştır. Buna göre «iz»
sıfatıyla da sıfatlanır.
Her
ne kadar Cenab-ı Hakr heybetin ve
kudretinin kemalini izharra muhtaç
olması da; Arş'ın,
heybet, kudret ve kemalinin izhar yeri olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Lakin Dürer de,
Minah
da bunu böylece kabul etmiştir. Makdisî de böy-lece kabul ederek dedi ki: «Bu tevile binaen
ibaredeki
«Min» kelimesi beyaniye manasını ifade eder. Yani: «Senin Arş'ın olan
Ma'kidi'l-İzz'in..,»
(anlamıyla)
senden isteriz» demek oluyor. Bu
yorum, fakihin seçmiş ol-duğu manâya çok güzel
yakışan
bir yorumdur.»
Düşünülsün.
«Ayn harfinin takdimi ile olsa dahi ilh...» İbaredeki «Maksad» keli-mesi, zahire bakılırsa «Mak'ad»
olmalıdır.
Ve şerhlerin nüshalarının ço-ğunda da böyledir. Fakat
bazı nüshalarda ayn, kaftan daha
önce
gel-miştir. İşte Minâh'ta bu kelime üzerine şerh yapılmıştır. Metinlere uy-gun
olduğundan ve
bir
de bu ihtilâf yeri olduğundan bu, evlâdır.
Bunun
için ikincinin memnu olduğunda şüphe
yoktur, çünkü o «Ukûd» kelimesinden
gelmektedir.
«Eser
dolayısıyla ilh...» ibaresinde gelince; ayrıca rivayet ediliyor ki: .Cenâb-ı Peygamber
duasında
şöyle demiş: «Ya Rab şüphesiz ben Arşın-dan izninin ma'kıdıyla; Kitabından rahmetinin doruğuyla
ve
en yüce isminle, en yüce kudretinle ve en tam
kelimelerinle senden istiyorum.» Zeylaî.
«En
ihtiyatlısı bundan imtina etmektir ilh...» sözüne gelince: Bu söz, nihâye'de Camiussağîr'in
Kadîhân
tarafından yapılan şerhine;
Temurtaşî'ye ve Mahdûbî'ye
nisbet edilmiştir. Müdekkik âlim
İbn-i
Emir el-Hâc'ın el-Minye üzerindeki el-Hilye adlı şerhinin on üçüncü
faslında bu eserden ve
senedinden
söz ettikten sonra şunu söyler:
«İbnu'l-Cevzî bunu mevzu hadisler arasında saymıştır.
Sen
de önceden bildiğin gibi bu eser sabit değildir. Binaenaleyh bu gibi şeyleri, kesin bir nas veya
kuvvetli bir icmâ' ile olmadıkça kullanmamak gerekir. Bundan bu şartların ikisi de yok-tur.
Binaenaleyh
bu sözü söylemekten imtina etmek gerekir. Mekruhtur, dediği hükmü keraheti
tahrimiye
olarak anlaşılmalıdır. Bunun tamamı o
şerhte
vardır.»
Şerhin
«Katiye muhalif olan şeylerde ilh...» sözünden de anlaşıldığı gibi; en ihtiyatlı böyle şeyi
söylememektir. Çünkü bu Hakkı böyle bir şey-den tenzih
etmektir. T.
«Çünkü
müteşâbih olan ilh...» Yalnız: «Müteşabih» deseydi daha iyi olurdu. Yani yukarıda geçen
dua
gibi. T. Yani zahiri Allahın hakkında bir muhali ifade eden sözler.
«Hidâye...»
Sarih bu ibareyi Hidâye'den
aldığını söylüyor. Ben de: «Bu ibare Minâh'm sahibine ait
bir
ibaredir» diyorum. Hidâye'nin ibare-sine gelince onun nassı şudur: «Lakin biz deriz ki: Bu bir
haber-i
Vâhid'dir. Binaenaleyh böyle bir şeyden uzak durmak daha ihtiyatlı olur.»
BİR
UYARI: Dikkat edilsin; acaba böyle bir itiraz eserlerde varit olan salavat hakkında da söz
konusu
mudur? Meselâ şu salavât gibi: «Ey Al-lah'ım Muhammed'e ilminin ve hilminin sayısınca,
rahmetinin
son nok-tasına kadar, kelimelerinin adedince; Allah'ın kemâli adedince» gibi salâvatlar.
Bunlar
insanın vehmine tek olan sıfatın
müteaddid olmasını ya-ni birden çok olduğunu; ilim gibi
sıfatlarının
bilinen şeyler gibi sonuçlu olduğu
vehmini veriyor. Hele: «Senin ilminin ihata ettiğinin
sayısınca»
gibi ibarelerle «senin işitmenin kapsadığı kelimelerin adedince» gibi ifa-deler; bu vehmi
daha
çok veriyor. Halbuki Allah'ın
ilminin nihayeti, rah-metinin nihayeti yok. kelimelerinin sonu
yoktur.
Binaenaleyh «Sayısınca» ve onun manâsına gelen ifadeler; adet ve benzeri kelimeler,
bunun
hila-fını insanın hatırına
getirirler. Ben Allâme Fâsî'nin Delâilu'I-Hayrât adlı kitap üzerindeki
şerhinde
bu husustaki araştırmasını gördüm. Orada diyor ki: «Alimler vehme kapılmayan bir
kimsenin
yanında vehmi ifade eden veya tevili
kolay olan, tefsiri açık bulunan veya sahih bir
manâda
kullan-mak yollarının birisiyle tahassüs kesbeden bir ibareyi kullanmanın caiz olup
olmaması
hususunda ihtilâf etmişlerdir. Alimlerden bir gurup Resul-u Ekrem'in üzerine getirilen
selâvatın
keyfiyetlerinde bir takımını seçmiş-ler ve bu keyfiyetler en üstünüdür demişlerdir. Şeyh
Afifüddin
el-Yâfi'î, Şeref el-Bâzî ve Bahâ
el-Kattân bunlardandır. Bu sonucunun talebesi Makdisî
ondan
bunu nakletmiştir...»
Derim
ki: Bizim imamlarının konuşmasının muhtevası şudur ki: Böy-le bir ibareyi kullanmak
memnudur.
Ancak Fakîhin tercihine binaen eğer o ifade Resul-u Ekrem'den varit olmuş bir ibare ise
kullanılabilir. Allah Ha-kikati daha iyi bilir.
«Ancak onunla ilh...» O'nun .zâtı sıfatları ve isimleriyle
demektir.
«Esma-i
Hüsnâ yalnız Allah'ındır. O'na onlarla dua ediniz ilh...» Hafız Ebûbekir bin Arabî,
bazılarından
naklederek: «Cenab-ı Hakk'ın bin is-mi vardır» demiştir. İbnu'l Arabî dedi ki: «Bu,
isimlere dair az bir sayıdır. Sahih bir hadiste yer aldığına göre; «Cenâb-ı Hakk'ın doksandokuz ismi
yani
bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim
bunları sayarsa cennete girer.»
Nevevî, Müslim'in Şerhinde
şöyle der: Alimler ittifakla Cenab-ı Hakkın isimleri doksandokuz münhasır değildir, demişlerdir;
buradaki
«doksan dokuz» ibaresinden maksat, bunları saymakla cennete girileceğini ha-ber
vermektir.
«Bu
isimleri «saymak»tan maksadın ne olduğu hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Buhârî ve
başka
muhakkik âlimler bunun manâsı hak-kında şöyle der: Kim ki doksandokuz ismi ezberlerse o
cennete
nail olur, demektir. İşte bu en açık tevildir". Çünkü başka bir rivayetle tefsiri daha açık
olarak
gelmiştir ki, onda şöyle denilmektedir: «Kim onları ezberler-se.» Bazıları da onları
«sayması»ndan
maksat duada onları sayarsalar; bazıları da bu ibareden maksat, onları gözetmeyi
ve
iktiza ettikleri manâ-ları yerine
getirmeyi en güzel bir şekilde yaparsa demektir; derler. Ba-zıları
da
başka manâlar vermişlerdir. Doğrusu birinci manâdır.» Özetle.
«Hiç
kimse diğer bir kimseye selât-selâm getirmez ilh...» Yani müs-takil olarak. Ancak Resulullah'a
tabi
olarak getirebilir. Mesela: «Allahümme sali ala Muhammedin ve ala alini ve eshabihi (Yarab
Muhammed
âline ve esbahına selatu selâm et» demesi caizdir. Haniye. Burada «Peygamber'den
başkasına selavat getirilmez.» sözünden maksat, «meleklerin ha-ricinde kalan kimselere
getirilmez»
şeklindedir. Meleklere ise, bağımsız olarak selât getirilebilir. Müellif Garâib adlı eserinde
selâm
kelimesi, selât kelimesinin yerine geçer, der. T.
Bîrî'nin
Şerh'inin başlangıcında şu hüküm yer almaktadır: «Kim ki meleklerden ve
Peygamberlerden
başkasına selât getirirse günahkâr olur. Salat getirmesi mekruhtur.» Doğrusu da
budur.
Mustasfa aldı kitabda şu metin yer
almaktadır: «Salla Allah yala ali Ebi Evfâ» (Yani: Al-lah Ali
Ebî
Evrâ üzerine selavat etsin» hadisi
Peygamber tarafından söy-lenmiştir. Salât Peygamberin
hakkıdır.
Peygamber başkasının üzerine selâvatı müstakil olarak getirebilir. Peygamberden başkası
ise
böyle bir yetkiye sahip değildir. Bu
hususta kitabın sonunda kelâmın tamamı ge-lecektir.
«Ancak Peygamber üzerine ilh...» ibaresindeki elif-lâm cins isimdir. Yani bütün Peygamberlere.
Burada
melâike' kelimesinin de eklenmesi uygundur.
T.
«Peygamberlerinin
hakkı için demesi mekruhtur ilh...» Burada Ebû Yûsuf imama muhalefet
etmemiştir.
Ama metinde geçen meselede İtkanî'nin ifade ettiği gibi, muhalefeti vardır. Hatta
Tatarhâniye'de
geldi-ğine göre; eserlerde bunun
caiz olduğuna delâlet eden ifadeler vardır,
denilmektedir.
«Çünkü
hiçbir mahlukun halik üzerinde hakkı yoktur ilh...» ibaresine gelince; Allah'a vacib olan bir
hakları
yoktur, denilebilir.
Fakat
Allah, faziletinden onlar için bir hak kılmıştır. Veya haktan maksat, hürmet ve azamettir. Bu
takdirde
şu âyette geçen vesile kabi-linden
oluyor. Cenab-ı Hâk âyette: «Ona
vardıran vesileyi
arayınız»
(Ma-ide, 35) buyurmuştur.
Hısn'de
sabit olduğuna göre, tevessül duanın
edeplerinden sayıl-mıştır. Bir
rivayette şu varid
olmuştur:
«Ey Allahım ben servin katında diliyenlerin hakkıyla senden istiyorum. Sana atılan
adımların
hakkıyla senden istiyorum. Kesinlikle ben fitneci ve saldırgan olarak çıkmadım.»
T.
Molla Ali el-Kârî'nin Nihâye
üzerindeki şerhinden nakletmiştir.
Muhtemelki:
«Peygamberlerin hakkından maksat, bizim boynumuz'daki onlara iman
etmek onları
tazim
etmek görevimiz olmasıdır.»
Yakubiye'de şu hüküm yer alıyor: Hak
kelimesi mastar olabilir; sıfat-ı müşebbihe değil. O taktirde
manâ:
«Peygamberlerin hakkıyetiyle senden istiyoruz,» demek olur. O zaman herhangi bir mani
yoktur.
Dü-şünülsün. Yani ibarenin manâsı:
Onların hak olmaklığıyla senden istiyo-ruz olur, onların
senin
katında müstahak oldukları bir hakkı vardır da ondan istiyoruz, demek
değil.
Derim
ki: Lâkin bütün bunlar, bu
lafızdan insanın zihnine ilk anda gelen ibareye muhalif düsen
ihtimallerdir.
Lafız caiz olmayan bir şeyi iham
ettirirse; sadece bu, onu kullanmaktan men için
yeterli
olur. Ni-tekim bu durumu da önceden
söyledik. Binaenaleyh ahad haberlere zıt düşmez.
Bunun
için -Allah her şeyi daha iyi bilir- bizim imamlar bu tür.
ibarelerin kullanılmasının memnu
olduğunu
mutlak olarak söylemişler-dir. Bu manâların irade edilmesi takdirde Allah'dan 'başkasıyla
yemin
etme vehmi dahi vardır. Bu da ikinci
bir manidir. Düşün. Evet Allame Münâvî, «Ey Allahım,
Rahmet
Peygamberi olan Peygamberlerinle sana
yöneliyor ve senden istiyorum» hadisinin
şerhinde
İzzuddun b. Abdüsselâm'dan rivayet
etmiştir ki: Bu sadece Muhammed hakkında söz
konu-sudur.
Ve Muhammed'den. başka hiç kimseyle Allah'a ant verdirmek uy-gun değildir. Bu
Resulü
Ekrem'in özelliklerindendir. Münâvî der ki: «Sübki dedi ki: Peygamber ile Peygamberin
Rabbine
tevessül etmek güzel-dir. Seleften ve
haleften İbn-i Teymiyye hariç hiç kimse bunu mekruh
görmemiştir,
inkâr etmemiştir. İbn-i Teymiyye ise, kendisinden önce hiç-bir âlimin söylemediğini
söylemiştir.»
Allâme
İbn-i Emiri'l-Hac, buradaki özellik davasında diğerleriyle mü-nakaşa
etmiştir. Münye
üzerindeki
şerhin on üçüncü faslında bunun hakkında uzun uzun
konuşmuştur. Oraya müracaat
et.
«Eğer
birisi, Allanın vechi veya Allah'ın hakkı için bir şey isterse bana göre uygunu ona o şey
verilmemektir
ilh...» ibaresine gelince; bu ibare o dilencinin mecburiyeti bilinmediği takdirde
hamledilir.
Eğer mec-bur olduğu bilinirse verilir. T..
Derim
ki: Bu men hocalarımızın hocası Cerrâhî'nin zikrettiğiyle be-raber düşünülsün. Cerrahî, ricali
sahih
ricali olan bir senetle Teberânî'nin katında sabit olan ve Ebû Musa (R.A.)den gelen hadisi
zikrediyor.
Ebû Musa diyor ki: «Resulullah'tan dinledim: Kim ki Allah'ın veçhiyle islerse
lanetlenmiştir. Kim ki Allah'ın veçhiyle kendisinden birşey iste-nir,
sonra isteyen çirkin bir şey
istemedikten
sonra onu men eder ver-mezse, lanetlenmiştir.»
Ebû
Dâvud ve Neseî'nin rivayet ettikleri, İbn-i Hibbân'ın tashih ettiği ve Hâkim'in
Müslim ve Buharı
şartı
üzerinde olduğunu belirttiği ve
bun-lardan rivayet edilen ve
Resulullâh'a kadar varan hadiste:
«Kim
ki Allah'-ın vechi ile isterse ona veriniz» buyurdu. Taberânî: «Allah'ın vechi ile is-teyen bir
kimse
lanetlenmiştir. Kimde Allah'ın ismiyle kendisinden bir şey isteyeni men eder vermezse o da
lanetlenmiştir)
diye rivayet
edilir.
Ancak
dünyalıktan başka bir şey istenir veya ihtiyacı yoktur bilin-diği zaman ise veya malını
çoğaltmak
için istediği biliniyorsa verilmez.
Düşün.
«Kur'an
okuyan bir kimse, Kur'ân'la amel
etmeyi terkederse günah-kâr olur. Fakat okumasından
sevab
alır ilh...» Bununla birlikte ameli terk-ten dolayı günahkâr olur. Çünkü
sevap bir taraftan
günah
da başka bir cihetten gelir. T.
«Acaba zikir ve dua yaparken sesinin yükselmesi mekruh
mudur?
Bazı
kimseler tarafından evet mekruhtur
denilmiştir ilh...» Müellifin «de-nilmiştir» ifadesinden bu
görüşün
zayıf olması iş'ar edilir. Halbuki
Muhtar ve Münteka'da bunun üzerine durarak dedi ki:
«Allah'ın Rasulünden rivayet ediliyor ki: «Kur'ân okunduğu
zaman, cenaze taşıyanda, savaş anında
zikir
anında sesin yükseltilmesi mekruhtur. Acaba vecid ve sevgi diye isimlendirdikleri ginâ anında
sesinin
yükseltilmesini ne zannedersin?
İşte bu da mekruhtur. Ve bunun dinde aslı astarı
yoktur.»
«Bezzâziye'nin
Cinâyât bahsinin az öncesinde bunun tamamı yer almıştır ilh...» sözüne gelince
derim
ki: Bezzâziye'nin kelâmı karmakarışıktır. Evvela Kadî'nin Fetevâsı'ndan haram olduğunu
naklediyor.
Çün-kü İbn-i Mes'ud, tehlîl ve Resulullâh'a selâvet getiren bir cemaati cami-den
çıkarmış ve onlara: «Sizi ancak bidatçılar olarak görüyorum» buyur-muştur. Bezzâzî bunları
söyledikten sonra şöyle dedi: «Sahîh'te Resulü Ekrem, tekbir getirirken seslerini yükseltenlere
«Nefsinizi
yormayınız. Ke-sinlikle siz ne sağır, ne de gaib birini çağırmıyorsunuz. Kesinlikle siz
din-leyen ve gören, yakın, sizinle beraber bulunanı çağırıyorsunuz.» demiş-tir. Bu
rivayete göre; o
zaman
ses yükseltmekte bir maslahat yoktu onun için olduğu muhtemeldir. Bu
rivayete göre de;
Resul-ü
Ekrem o zaman harpte idi. Sesin yükseltilmesi bir belâyı celbedebilirdi, Harb ise
aldat-madır.
Bunun için Cenâb-ı Peygamber
harblerde çıngırak çalmasını nehyetmiştir. Zikirde
sesin
yükseltilmesine gelince; ezanda, hutbede, cuma- da ve hacda olduğu gibi caizdir.»
Bu
mesele Hayriye'de yazılmış ve Kadî'nin Fetvâsı'ndaki
hüküm, za-rar verici sesli okunmaya
hamdedilmiş
demiş ve şunu eklemiştir: «Bu konuda birtakım hadisler vardır. Bu hadisler sesli zikir
getirmeyi
iktiza ederler. Bazı hadisler
de vardır ki onlar da gizli söylemeyi iktiza ederler. Bu iki
gurup
hadisin arasını şöyle bulmak
mümkündür: Yani bu mesele şahısların değişmesiyle ve
hallerin
değişmesiyle değişir. Riyadan
korkul-duğu, namaz kılanlar eziyet
görecekler ve uyuyanlar
rahatsız
olacaklar diye korkulduğunda
gizlice söylemek daha efdaldir. Eğer bu maniler or-tada yok
ise;
sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesli söylemek daha fazla ameli iktiza eder. Bir de onun
faydası dinleyenlere de sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, himmeti tamamen
düşünceye yönelir,
kulağını
tamamen zikre verir, uykusu kaçar ve
neşesi daha da artar.» Özetle.
Tatarhâniye'de
ayrıca şu hüküm vardır: «Cenaze kaldırılırken ses-lerin yükseltilmesi mekruhtur
demekle, cenazenin üzerinde ağlamak sı-rasında ses yükseltilmesi kasdedilmiş olması
muhtemeldir.
Veya halk na-maza durduktan sonra
ölüye yapılan duada sesin yükseltilmesi de
kas-dedilmiş olabilir. Eğer cahiliyet adetinde olduğu gibi muhale
benzer şey-lerle ölüyü medh
etmekte
ifrat edilmişse de kasdedilmiş olabilir. Ölünün üzerine sena etmenin esası ise, mekruh
değildir.»
İmam
Gazâlî, insan oğlunun tek başına zikretmesi ile cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuma
ve
cemaatin ezan okumasına benzet-miş ve
şöyle demiştir: «Nasıl ki cemaatle olan müezzinlerin
sesleri ha-vanın cürmünü tek müezzinden daha
fazla yırtıyorsa; cemaatin zikri de kalbin üzerinde
tesir
ve kalın perdeleri kaldırmak bakımından tek kişinin zikrinden daha üstündür.»
«Beşerin
kutunu (yani gıda maddelerini) itikâr etmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince, ihtikâr
lügatte
bir şeyi piyasadan çekilmesi ve pahalılaşması maksadı ile hapsetmektir. İhtikârın Şer'î
manâsı
ise: Bir gıda maddesini veya benzerini satın alıp kırk gün pahalılanıncaya kadar onu stok
etmektir.
Çünkü Cenâb-ı Peygamber: «Kim ki müslümanların üzerinde kırk gün itikâr yaparsa, (yani
gıda
maddelerini piyasadan çe-kerse) Cenâb-ı Hak cüzam hastalığıyla ve iflâsı ile onu vurur.»
buyurmuş-tur. Bir başka rivayette: «Böyle yapan bir kimse Allah'tan uzaklaşmış, Allah'da ondan
uzaklaşmıştır» denilmektedir.
«Kifâye'de bu hadisin manâsı: Allah onu mahrum ve mahcup eder, ihtiyaç anında ona yardım eder,
şeklindedir demiştir. Başka bir rivayet-te ise şöyle buyurulmuştur: «Böyle bir kimsenin üzerinde
Allah'ın,
me-leklerin ve bütün insanların
laneti vardır. Allah ondan ne Sünnet, ne de farz ibadetleri
kabul
etmez.» Şurunbulâliye, Kâfi ve başka
kitaplardan nakletmiştir.
Bazıları
gıda maddesini bir ay bekletirse; bazıları daha fazla bekle-tirse itikâr olur demişlerdir. Evet
bu
süre takdiri, malını satmak veya ta-zir cezasına çarptırmak yoluyla dünya cezası içindir. Günahın
hasıl
ol-ması için değildir. Çünkü az bir müddet dahi hapsedersen günah hasıl olur. Bir de bir malın
azalması veya tamamen kıtlığa yol açması arasın-da fark vardır. Allah'a sığınırız. Dürrü
Müntekâ.
«Beşerin
kutu» dediği görüş, Ebû Hânife ve Muhammed'in görüşü-dür. Kâfî'de
olduğu gibi fetva da
bu
görüşe göre verilir. Ebû Yûsuf diyor ki: Halk tabakasına zarar veren her şeyin hapsi ihtikârdır.
İmam
Muham-med'den gelen diğer bir
rivayete göre elbiselerde de ihtikâr
vardır. İbni Kemâl.
«Bağdan
üzüm, incir ve badem gibi ilh...»
sözüne gelince; yani rızıktan olup ta bedeni besleyen her
madde.
Velev ki darı gibi bir madde olsun. Ama bal ve yağ buna dahil değildir. Dürrü Müntekâ.
İbarede
«kıt» diye geçmekte olan nesne «fusfus» veya «fısfıs» de-nilen maddedir. Bu da hayvanlara
yedirilen
yaş otların birikintisidir.
Müellifin
«bir beldede» şeklindeki ibaresi beldenin hükmünde bulu-nan rustâk ve köyler de
beldenin
hükmündedir. Kuhistânî.
«Belcenin
ehline zarar veriyorsa ilh...»
sözüne gelince yani belde küçüktür
böyle bir ihtikâr oraya
zakar
verir. Hidâye.
«İhtikâr
yapan lanetlenmiştir ilh...» yani
iyi insanların derecesinden uzaklaştırılmıştır. Yoksa Allah'ın
rahmetinden
uzaklaştırmak manasına gelen lanetin ikinci manâsı burada kasdedilmemektedir.
Çünkü
o lanet,ancak kâfirler hakkında olur. Zira kul, büyük günahı işlemeye imandan
çıkmaz.
Nitekim
bu durum Kirmânî'de de yer almıştır
ve Kuhistânî de bu-nu böyle kabul
etmiştir. Dürrü
Müntekâ.
«Celebleri karşılamak da bunun gibidir ilh...» sözüne gelince; o memleketin ehline zarar verip
vermemesi
hususunda böyledir. Eğer ve-riyorsa
böyle bir karşılama mekruhtur eğer
vermiyorsa
değildir.
Molla Miskîn'de yer aldığına göre
bunun sureti şöyledir: Kişi beldeden
çıkarak gıda
maddelerini
getiren kafileyi karşılıyor.
Beldenin haricinde o madde-leri
kafileden satın alıyor.
Bundan
maksadı ise bu maddeleri götürüp stok etmek ve şimdilik satmamakdır. Kafilenin beldeye
girmesini
önlüyor. İşte fakîhler demişler
ki; eğer bu kafileyi karşılayan memleketin o maddeler
hususundaki
narhını örtbas etmemiş ise, kerahet yoktur. Eğer böyle bir durumda bulunmuş
ise,
yani
gerçek fiyatları söylemeden malı almış ise, bu iki vecihde de mekruhtur. Hidâye.
«Hakim
onun nafakasından fazla malını satmayı emreder ilh...» sö-züne gelince, yani kendisine
Hidâye ve Tebyİn'de belirtildiğine göre ge-nişlik gelecek bir zamana kadar nafaka bırakılır, gerisi
satılır.
Şurunbulâlî. Hakim onu ihtikâr yapmaktan nehyeder ona bazı nasihatte bulunur ve ihtikâra
teşebbüs
ettiği takdirde onu meneder. Zeylaî.
«Eğer
hakimin emrine muhalefet ederek malını satmazsa ilh...» sözüne gelince, Zeylaî dedi ki:
«Hâkime
bu kişinin durumu ikinci kez götürüldüğünde yine onun hakkında
aynı hükmü vererek onu
tehdit
edecek-tir. Üçüncü defa durumu
kadıya götürüldüğünde kadı onu hapsedecek-tir ve tazir
cezasına çarptıracaktır.» Bu hükmün benzeri Kuhistanî'de de yer almaktadır. Kifâye adlı
eser de,
Câmiü'Sâğîr
adlı eserden böyle naklediyor. Dikkat et!.
«Hakim
onun aleyhine gıda maddelerini satar ilh...» sözüne gelince; yani kendisi satmaktan imtina
ettiği
takdirde hakim cebren bu malı sa-tar. Hidâye'de dedi ki: «Acaba hakim ihtikârcının rızası
olmadan
onun malını satabilir mi? Bir
görüşe göre borçlu bir kimsenin malının satışındaki örf
ihtilâfı,
burada da söz konusudur. Diğer
bir görüşe göre ittifakla hakim böyle bir kimsenin malını
satabilir.
Çünkü Ebû Hânife,umumî bir zararı kaldırmak için o adamın üzerine hacr konmasını
yerinde
görmektedir. İşte bu da aynen bunun
gibidir.»
«Sahihe
binaen ilh...» sözüne gelince, Kuhistânî'de böyle nakletmiş-tir. Bunun benzeri
Minâh'ta da
vardır.
«Sirâc'da dedi ki ilh...» sözüne gelince, bunun benzeri Gâyetü'l-Be-yân ve başka kitaplarda da
vardır.
Bu söz aynı zamanda daha önce Hidâye'den imâmın: «Bu meselede hacr yoktur.» sözüne
binaen
naklettiğimiz nedenden başka bir sahih kavlin ikinci bir nedenini açıklıyor. Düşün.
«İmam
(yönetici, devlet başkanı) ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ilh...» sözüne gelince; -yani
açıkça anlaşıldığı gibi- onlara ve çoluk çocu-ğuna yetecek
kadarını bırakır, gerisini alır demektir. T.
Nitekim
daha önce imamın satış emri hususunda da bu geçti.
«Kendi
arazisinden gelen mahsulü depolayan ihtikâra olmaz
ilh...»
Çünkü
bu, onun katıksız hakkıdır. Halkın hakkının bununla ilgisi yoktur. Çünkü kişinin öz malını
satmama
hakkı olduğu gibi, tarlasını ekmeye-bilir de.
Hidâye.
T.
dedi ki: «Burada maksat yani bir kişi ihtikâr yapanın günahı
gibi bir günaha girmez,
demektir.
Yoksa
Acaba
böyle bir kimse malını satmaya icbar
edilir mi?. Eğer halk ona muhtaç iseler Zahire göre,
icbar
edilir. Düşün.
«Başka
bir beldeden celbedip getirdiği ilh...» sözüne gelince: Çünkü nasın hakkı aynı memlekette
toplanan
ve aynı memleketin sahasına celbedilen her şeye bağlanmıştır.
Hidâye.
Kuhistanî
dedi ki: «Böyle bir kimsenin satması müstahabdır. Çünkü Timürtaşî'de olduğu gibi,
kerahetten
hali
değildir.»
«İkincinin
hilâfına ilh...» sözüne gelince, «Hidâye'de olduğu gibi öy-le yapmak mekruhtur. İtkanî,
Hidâye'ye itiraz ederek dedi ki: «Fakih bu-nun fetva olmamasının müttefakun
aleyh olarak belirtmiş;
Kudurî
de Takrîb'de dedi ki: «Ebû Yûsuf, eğer o malı yarım mil uzaktan
celbetmiş ise o mal ihtikâr
malı
olmaz. Eğer bir rustâktan satın almış, satın aldığı yerde onu hapsetmiş, depolamış ise, o
ihtikâr
malı olur.» «İşte bundan an-laşılıyor ki, başka bir memleketten celbettiği mal, ihtikâr malı
değildir.
Ebû Yûsuf da aynı görüştedir. Çünkü yarım mü uzaktan celbedilen malda ihtikâr sabit
olmazken; başka bir şehirden celbettiği bir malda nasıl ih-tikâr sabit olabilir? Kerhî, Muhtasar'ında
bunu
açıkça belirtmiştir.» (Yani
ihtikâr yoktur demiştir.)
«Eğer
âdeten oradan celbediliyorsa ilh...» sözüne gelince, bu ifade ile beldenin uzak bulunup da
âdet
yönünden oradan malı yükleyip ge-tirmek söz konusu olmadığı takdirde verilen hükümden
farklı
olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
Çünkü bu mala halkın hakkı arasında bir alaka yoktur.
Hidâye'de de böyledir.
«Mülteka
ilh...» sözüne gelince sarihi, «Şurunbulâliye'ye uyarak de-diki: «Hidâye'de İmam
Muhammed'in
sözü delili ile birlikte tehir edildi. Çünkü onun adeti, seçtiğinin delilini tehir etmektir.
«Hiçbir
hâkim narh koyamaz ilh...» sözüne
gelince, yani narh koy-ması mekruhtur. Nitekim Mülteka
ve
başka yerlerde de böyle tesbit
edil-miştir.
«Sakın
narh koymayınız ilh...» diye başlayan hadise gelince, hoca-larımızın hocası Şeyh İsmail
el-Cerrâhî
bu konudaki meşhur hadisler hak-kında dedi ki: «Necm dedi ki: Bu lafızla Peygamberden
varid
olmamıştır. Lakin İmam Ahmed, el-Bezzâr. Ebû Ya'lâ Müsned'lerinde, Ebû Dâvûd, Tirmizî
-sahih
olduğunu kaydederek- ve İbni Mâce Sünen'lerinde Enes'-ten rivayet ettiler. Enes (R.A.) dedi
ki:
Halk «Ey Allah'ın Resulü fiyatlar çok pahalılandı, bizim için bir narh koy »diye talepte bulundular.
Cenab-ı
Peygamber onlara: «Narh koyucu, kabzedici, bastedici, rızk verici Cenâb-ı Hak'tır. Ben
umarım
ki Allahın huzuruna hiç kimse ne can
hususun-da ne de mal hususunda benden bir zulüm
taleb
etmeksizin varayım.» Bu hadisin isnadı Müslim'in şartına uygundur. İbni Hibbân ve Tirmizî de
bu
hadisin sahih olduğunu beyan etmişlerdir.»
Hadis'de: «er-Râzık ilh... kelimesi vârid oluyor. Nüshaların çoğunda da böyledir. Fakat başka bir
nüshada
«er-Rezzâk» şeklinde varit olmuş-tur. Bu daha önce
takdim ettiğimize daha uygun
düşer.
«Fahiş
bir fiyat ile ilh...» sözüne
gelince, Zeylaî ve başkaları «Esas fiyatın iki misline satmak»la
«fahiş»!
açıklamışlardır.
T.
«Böyle bir takdirde ehl-i reyin istişaresiyle narh koyabilir ilh...» İfadesine gelince; yani narh
koymakta beis yoktur. Nitekim bu durum Hidâye'de
böyle yer almıştır, «İmam Mâlik'in vali (yönetici)
narh
koyabilir ilh...» sözüne gelince;
yani böyle bir narh koymak valinin
görevidir. Nitekim bu
durum
Gâyetü'l-Beyân'da böyle yer almıştır. İbn-i Kemâl'in zikrettiğine göre İmam Mâlik, narh
koymak için fahiş bir fiyatla satmayı şart koşmamıştır. Böylelikle iki mezhep arasındaki fark ortaya
çıkmış
oluyor.
«Eğer
satıcı imamın narhından daha az satarsa ilh...» sözüne ge-lince; meselâ imam. bir batmana
bir
dirhem fiat vermiş ise; müşteri
de satıcıya gelip bir dirhem verse
ve «Bununla bana sat» dese, O
da
bir batmandan az verirse, demektir.
Düşün.
O
vakit «müşteri için helâl olmaz
ilh...» Yani imamın koymuş oldu-ğu narhla satın almak helâl
olmaz.
Çünkü satıcı burada mecbur edilen (mükreh)in durumundadır. Nitekim Zeylaî bunu böylece
zikretmiştir.