16 Ekim 2012

ALIŞ-VERİŞ FASLI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

ALIŞ-VERİŞ FASLI ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
«Bineğini iğreti olarak almak ilh...» Eğer binek altında sakatlanacak olursa, iğreti olarak alan
tazminatını ödemez.
«İstihsânen caizdir» sözüne gelince; Çünkü Peygamber (s.a.v.), Hz. Selmân'ın hediyesini henüz
köle olduğu halde kabul etmiş olduğu gibi kitabet yapmış bir cariye iken Hz. Berîre'nin de
hediyesini kabul etmiştir. Sahabeden bir grup, Ebû Esîd'in mevlâsnın henüz köle iken davetine
ica-bet etmişlerdi. Diğer bir neden ise, bu gibi hususlarda zaruret vardır ve ticaretle uğraşan bir
kimse için bu gibi şeyler kaçınılmazdır. Hidâye.
«Yani kölenin hediyesinin kabul edilmesi ilh...» Bununla «kisvesi» ifadesinin mastadın failine izafet
yapılması türünden olduğuna işaret et-mek istemiştir.
«İğidiş edilmiş köleyi çalıştırmak da mekruhtur, ilh...» Çünkü böyle bir iş, halkı iğdiş olmaya (veya



yapmaya) bir çeşit teşviktir.
Gâyetu'l-Beyânkia Tahâvî'den naklen şu ifade vardır: «İğdiş edilmiş-lerin kazancını almak, onları
köle olarak mülkiyete geçirmek ve onları istihdam etmek mekruhtur.»
Hamevî der ki: «Onun kazancının neden mekruh okluğunu tesbit ede-medim.»
Ben derim ki: Muhtemelen onun kazancının mekruh olması, efendisi içindir. Şöyle ki: Efendisi
ondan belirli bir miktar kazanç sağlamasını şart koşar veya ne kadar olursa olsun kazanç
sağlamasını ister. Böyle bir kim-senin kazancı ise, normalde onun istihdam edilmesi ve mahrem
olmayan kadınların yanma girmesi ile olur. Düşün.
Daha sonra ikinci hususu Tecnîs adlı eserde gördüm. Oradaki ifade şu şekildedir: «Çünkü onun
kazancı kadınlarla birlikte olmasıyla meydana gelir.» Bundan dolayı Allah'a hamdolsun.
«Eğer onbeş yaşında ise, kadınların yanına girmesi de mekruhtur, dediler.» ibaresine gelince; evlâ
olan bunu zayıf bir görüş olarak belirt-mesi değil de mutlak olarak «girmesi» demesiydi. Kuhistânî,
burada (zayıf bir görüş olduğuna işareten) «kîl» demekle yetinmiştir. Kuhistânî bunu Kirmânî'den
nakletmiştir. Hadis ve bunun illeti ise, bunun mutlak olarak mek-ruh olduğunu ifade etmektedir. O
halde itimada şayan görüş budur. T. Metinlerden açıkça anlaşılan kuvvetli görüş de böyledir.
«Kadınların yanına ilh...» Misbâh'ta da belirtildiği gibi «hurem» ka-dın anlamına gelen «hurme»nin
çoğuludur. Hamevî.
«Eğer onbes yaşında ise ilh...» Burada yaş kaydının zikredilmesinin nedeni, iğdiş edilmiş kimsenin
ihtilâm olmadığına dair bir görüşün varlı-ğıdır.
METİN
Bakkal fırıncı ve benzerlerine eğer elinde kalırsa helak olacaktır, diye korktuğu buğday veya parayı
borç verip parça parça onunla diledi-ğini almak üzere şart koşarsa, bu mekruhtur. Veya kıtlık,
halinde böyle bir şart ileri sürmezse; fakat peyder pey bu alacakları verecektir diye bulunuyorsa
gene de kerahet vardır. Şurunbulâliye.
Çünkü bu verene yarar sağlayan bir borçtur. O yarar da: malı yok olmaktan kurtarmasıdır.
Eğer bu parayı bahsi geçen kimselere emanet verirse kerahet orta-dan kalkar. Çünkü emanet
verdiği takdirde helak olursa, bakkal, fırıncı ve benzeri kişiler zamin olmazlar. Eğer borç vermezden
önce bu şartı, yani peyder pey alırım şartını koşarsa, sonra borç verirse ittifakla mek-ruhtur.
Kuhistanî ve Şurunbulâliye.
Nerdile oynamak tahrimen mekruhtur. Satranç ta bunun gibidir. İmam Şafiî satrancı mubah
görmüştür. Bir rivayete göre Ebû Yûsuf da satrancın mubah olduğunu söylemiştir. Vehbaniye'nin
sarihi bunu nazmederek demiştir: «Satranç oynamakta bir beis yoktur. Bu şart ile garbın kadısı
Allame Ebû Yûsuf'tan rivayet edilmektedir.»
Evet satrançla kumar oynamasa, ona devam etmese ve onunla oy­nuyor diye bir vacibi ihlâl
etmezse böyledir. Eğer kumar oynar, devam-lılık gösterir veya bir vacibi ihlâl etmeye sebeb olursa
icmâen haramdır.
Her oyun mekruhtur. Çünkü Cenab-ı Peygamber: «Müslümanın her oyunu haramdır; ancak üç
oyunu müstesnadır: 1- Ailesiyle oynaşması 2- Atını eğitmesi, 3- Yayıyla ok atması.»
Kölenin boynuna «ğul» denilen buka'ğı geçirmek de mekruhtur. Bu-kağı köleye kaçmış kölelerden
olduğu tanınsın diye takılıyordu. Fakat zamanımızda kölenin boynuna böyle bir şey takmakta bir
beis yoktur. Zira köleler artık çokça kaçmakta, firar etmektedir. Hele siyahlar ara-sında kaçmak
çokça görülüyor. Nitekim Aynî'nin el-Mecma' Şerhin'de geldiği gibi muhtar görüştür. Fakat kayıt
vurmak bunun hilâfınadır. Yani daha önce de geçtiği gibi kayıt vurmak helâldir.
Kişi dua ederken «Bİ MEK'ADİ'L İZZİ MİN ARŞİKE» (yani: Arşından oturduğun yer hakkı için) diye
ylemesi mekruhtur. Ebû Yûsuf'tan gelen rivayete göre; eğer ayni kaftan önce getirirse (yani: Bİ
MA'KADİ'L-İZZİMİN ARŞİKE» derse) o vakit bir beis yoktur. Ebu Leys, -bu hususta eser varit
olduğundan dolayı- bunu kabul etmiştir. Fakat en ihtiyatlısı böyle bir şeyi söylemekten kaçınmaktır.
Çünkü bu hususta gelen eser haber vahittir. Hem de kesin bir delile muhalefet eden bir şekilde
gelmiştir. Zi-ra müteşabih ancak kati delille sabit olur. Hidâye.
Tatarhâniye'de el Münteka'ya nisbet edilerek Ebû Yûsuf'tan rivayet edilir. O da Ebû Hânife'den
rivayet ediyor: Hiçbir kimse için Allah'a za-tından, sıfatlarından başka hiç birşeyle çağırmak uygun
değildir. İzin verilen ve emredilen dua Cenab-ı Hakkın şu âyetinden anlaşılan dua şek-lidir.
«En-güzel isim ancak Allah'ındır. Binaenaleyh Allah'ı o isimlerle ça-ğırınız.» (A'râf, 180) Müellif:



ylece hiç kimse Peygamber'den başka bir kimseye salevât getiremez demektedir.
Kişinin: «Peygamberlerinin, velilerinin, hakkı için buna şunu ver» de-mesi de mekruhtur. Veya:
«Kabe'nin hakkı için bana ver» dese yine mek-ruhtur. Çünkü hiçbir mahlûkun, Yüce Halik üzerinde
herhangi bir hakkı yoktur. Eğer bir kişi başka bir kişiye: «Allah'ın hakkı için veya Allah için şunu
yap!» dese en uygunu onu yapmak ise de; yemine maruz kalan ki-şinin onu yapması lazım gelmez.
Dürer.
El-Muhtarât'ta İbnü'l Mübarek dedi ki: «Bir kişi «Allah'ın veçhile» veya «Allah'ın hakkı ile» birşey
isterse; benim hoşuma giden ona o şeyi vermemektir. Çünkü o Allah'ın tahkir ettiğini tazim
etmiştir.» El-Muhta-rât'ta şu hüküm de yer almaktadır: «Bir kimse Kur'ân'ı okuyup mucibiyle amel
etmezse okuduğundan dolayı sevap alır; tıpkı namaz kılıp isyan •eden bir kimse gibi.»
Bir mesele: Zikir ve dua yaparken sesin yükseltilmesi mekruh mu-dur, değil midir, hususunda
ihtilâf vardır. Bir kavle göre mekruhtur. Bu konunun tamamı Bezzâziye'nin Cinâyât bahsinden önce
gelmektedir.
Badem, üzüm ve incir gibi beşerin gıda maddelerini, yonca ve sa-man gibi hayvanların yiyeceklerini
ihtikâr etmek; -ehline zarar verecek bir memlekette olursa-mekruhtur. Çünkü: «Celbeden
rızıklanmıştır. İhtikâr eden lanetlenmiştir.» hadisi vardır. Eğer zarar vermiyorsa kerahet Yoktur.
Celepleri karşılamak da bunun gibidir.
Hakimin ihtikârcıya kendisinin aile efradının yiyeceğinden fazla olan malını satmasını emretmesi
vacibtir. Eğer hakimin emrine rağmen satmazsa, hâkim bu işten vaz geçirmek için dilediği şekilde
onu tazir ceza-sına çarptırır. Ve hakim onun malını onun hesabına satar. O sahîha gö-re bir
meselede ittifak vardır. Sirâc adlı kitapta: Eğer imam (devlet baş-kanı) bir memleketin ahalisinin
helak olmasından korkarsa, ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ve onlara taksim eder. Bolluğa
kavuşacak olur-larsa, alınanların benzerini sahiplerine iade ederler. Bu, bir hacir mese-lesi değil
zaruret dolayısıyla yapılan bir uygulamadır. Kim başkasının malını almaya mecbur kalır ve yemediği
takdirde helak olmaktan korkarsa; mal sahibinin rızası olmaksızın onu yer. Zeylaî bu hükmü
el-İhtiyâr'dan naklederek uygun görmüştür.
Kişi arazîsinden gelen maddeleri depo etmekle itikârcı olmaz. Bu konuda herhangi bir ihtilâf yoktur.
Ama başka bir memleketten celbettiğinde Ebû Yûsuf'tan farklı olarak itikârcı olmaz. İmam
Muhammed'e göre; eğer binaen bu ikinci memleketten getirmesi, adet ise onu depo-lamak mekruh
olur. Tercihe şayan görüş de budur.
Hiçbir hakim (yönetici) gıda maddelerine fiyat koymaz. Çünkü ce-nabı Peygamber: «Sakın
(başkalarının) mallarına fiyat koymayınız. Zira muhakkak şudur ki: fiyat koyan, kabzeden, basteden,
rızık veren Allahtır»
buyurmuştur. Ancak mal sahipleri kıymette fahiş bir şekilde saldırganlık yaptıkları takdirde hakim
(yönetici) ehli reyin istişüresinden sonra narh koyabilir.
İmam Mâlik: Vali kıtlık senesinde eşyaya narh koymakla görevlidir, der. El-İhtiyar'da Fiyatı
koyduktan sonra satıcı, eğer eksik verirse İmamın dövmesinden korkuyorsa müşteri için helâl
olmaz.
Onun kurtuluş yolu şudur: «Sen istediğin şeyle bana sat» diyecek-tir. Eğer ekmeğin ve etin fiyatı
üzerinde İttifak ederlerse bununla bera-ber satan eksik tartarsa; müşteri o eksiği ekmekle geri
alabilir; fakat fitte alamaz. Çünkü etin fiyatı adeten herkes tarafından bilinen birşeydir.
Derim ki: Buna göre; narh koymak, ancak iki temel gıda maddesin-de olur, başkasında olmaz. El-
Attabî ve başkası bunu açıkça söylemiş-lerdir. Lakin şu vardır ki, iki temel gıdanın gayrisini
satanlar, haksızlık yaptıkları ve halk topluluğuna zulmettikleri takdirde; hakim (yönetici) on-ların
sattığı maddelere fiat (narh) koyar. Bu da Ebû Yûsuf'un dediğine binaen böyledir. Zira Ebû Yûsuf
dediğine göre caiz olması uygundur. Bu meseleyi Kuhistanî zikretti. Çünkü Ebû Yûsuf daha
önceden de tekarrür ettiğine (anlaşıldığına) göre, zararın hakikatini nazarı itibare alır. Dü-şün.
İZAH
Kâmus'ta «bakkal» çeşitli gıda maddelerini satan kişiye denir. Bu kelime avamca kullanılan bir
kelimedir. Doğrusu «BEDDÂL»dir dedi.
«Şart koşarsa ilh...» Gâyetülbeyân adlı eserde: Bakkala teslim edi-len mal eğer menfaat aktin
başında şart koşulmuş ise mekruhtur; aksi takdirde değildir. Çünkü borç alan kişi onu
kendiliğinden teberru olarak veriyor. Bu takdirde Rasûlullâh'ın vermiş olduğu rüçhân gibi oluyor.»



«Akid esnasında şart koşmazsa ilh...» Şurunbulâliye'de bu mesele «et-Tecnisve'l-Mezîd adlı eserde
mesele üç vecih üzerine kılınmıştır: A) Borçta borç verirken bunu teberruen veyahut satın almak
suretiyle alacağını şart koşmasıdır. B) Bunu şart koşmaz; fakat bunun karşılı-ğında ona birşeyler
vereceğini biliyor. C) Borç verip alındıktan önce bunu söylemiştir. Binaenaleyh Birinci ve ikinci
vecihlerde caiz değildir. Çünkü menfaat çeken bir borç oluyor. Üçüncü vecihte caizdir. Çünkü böyle
bir menfaat şartı yoktur. Binaenaleyh kişi her aldıkça bu seninle anlaştığımız noktaya binaendir
diyecektir.»
Derim ki: İkinci vecihten gereken ne ise, üçüncü vecihede o gere-kiyor. Binaenaleyh üçüncü
vecihin de ikinci vecih gibi mekruh olması uy-gundur. Ancak üçüncü vechi şu maya hamlederse
caiz olur: İki taraf ta borç alınıp verildiği zamanda daha önce aralarında bahsi geçen şart-tan yüz
çevirirlerse, bu borcun çekmiş olduğu menfaat borç verenin malı kalır. ,
«Bu ise malının kalmasıdır ilh...» İhtiyaçlarına cevap verir. Eğer elin-de kalsaydı, mutlaka aynı anda
elinden çıkar, kalmazdı. Minâh.
«Kuhistanî ve Şurunbulâliye ilh...» Kuhistanî'nin ibaresinde: Eğer borç verilmezden önce veren ile
alan arasında kendisine şu kadar dir-hem vereceğim, onu peyder pey, parça parça alacağım diye
bir konuşma geçtikten sonra ona borç vermiş ise; ihtilâf olmaksızın böyle bir borç mekruh değildir.»
«Nitekim bu durum El-Muhitte'de böyle beyan edilmiştir.»
İşte bu Şurunbulâliye'de bulunanın üçüncü vechidir. Sen üçüncü ve-cihte olanı da daha önce
bildin. Eğer bizim ylediğimiz şekilde yorum-lanmazsa durumunu anladın. Bununla bilindi ki
sarihin: «İttifakla mek-ruhtur» sözünün doğrusu bazı nüshalarda da mevcut olduğu gibi; mek-ruh
olmadığıdır.
«Nerd ile ilh...» «Nerd» kelimesi Arapçalaştırılmış bir kelimedir. Ona: Nerdeşir denir. Şîr,
el-Mühimmat'ta da geçtiği gibi kendisine bu Nerd oyununun icadediği kiralın ismidir. Zeynül Arab
adlı kitapta nakledilmiş-tir ki: Şîr kelimesi tatlı manâsına gelir; fakat bu tefsir su götürür. Fakihler
demişlerdir ki: Bu oyun, Sasanîlerin ikinci kralı Erdeşîr oğlu Sâbûr'un icadettiklerindendir ve bu
oyun haramdır. İcmâ ile adaleti düşürür.
«Satranç ilh...» Şudirenc'in taribidir. Bu oyunun mekruh olmasının nedeni, bununla iştigal eden
kimsenin bununla dünyevî dikkatinin girme-si, uhrevî meşakkatinin de baş göstermesidir. Bu ise
bize göre haram ve büyük günahlardandır. Onun helâl edilmesinde müslümanların ve İs-lâm'ın
aleyhine şeytana yardım etmek sözkonusudur. El-Kâfî'de hüküm böyle yer almaktadır. Kuhistanî.
«Bir rivayette ilh...» Şurunbulâli Şerh'inde der ki: «Malumunuzdur ki mezhep (yani Hanefî mezhebi)
başka oyunları yasakladığı gibi bununla da oynamayı yasak kılmıştır.»
«Şarkla garbın kadısı ilh...» Ebû Yûsuf ikinci imamdır. Çünkü onun kadılığı şarkla garbın hepsini
kapladı. Zira o Halife Harun Reşid'in kadısı idi. Şurunbulâlî,
«İşte bu ilh...» Eğer satranç üzerinde çok yemin etmez, bu manâlar olmaksızın oynarsa: satrancın
hürmetinde ihtilâf olduğundan dolayı, sat-ranç oynayan kişinin adalet sıfatını düşürmez. Abdül-Ber.
Edebu'I-Kâdî'dan bunu nakletmiştir.
Bir Mesele: Ondörtlükle oynamak haramdır. Ondörtlük ağaçtan ya-pılmış bir parçadır. O parçaya üç
satırlık bir yer oyulur. Oyulan yerlere küçük taşlar konur ve onunla oyun oynanır. Minâh.
Derim ki: Zahir şudur ki, bizim zamanımızda bu oyuna el-Mankale denir. Fakat bizim zamanımızdaki
parçalara iki satır oyma oyulur her satırda yedi tane çukur vardır.
«Her lehv mekruhtur ilh...» Yani le'ib (oyun), lehv ve abes ile iştigal etmek mekruhtur. Binaenaleyh
Le'ib, Lehv, Abes kelimeleri aynı manaya gelir. Nitekim bu durumu Tevilât'ın şerhinde yer almıştır.
Bu itlâk yani «lehv» kelimesini mutlak zikretmek, onun fiilini kapsar.
Raks,-alaya almak, el çırpmak, tanbur tellerine dokunmak, berbutun, rebabın, kanunun, mizarın,
sencin ve bükün tellerine dokunmak (onların) dinlemesini de kapsamaktadır. Çünkü bütün bunlar
mekruhtur. Zira bütün bunlar kâfirlerin tarzı ve kisvesidir. Def mizmar ve diğerlerinin din-lenmesi
haramdır. Eğer ansızın onu dinlerse mazur sayılır. Onu dinle-memek için bütün gücünü sarfetmesi
vacibtir. Kuhistanî.
«Okuyla atmak ilh...» sözüne gelince ok atmak ve yarışmak kaste-dilmektedir. Yani bu okla yarışma
oyunu caizdir. Cevahir'de: «Eğer sa-vaşmak, savaşmak için güç elde etmek hedef ise, koşu
yarışının ruhsatı hakkında eser gelmiştir, deniliyor. Ama bunu sadece bir keyif için ya-parsan
mekruhtur.» Zahir şudur ki bunun benzeri atın eğitiminde ve ok-larla atışta da söylemektir. T.



«Gül takmak ilh...» Kaçmışlığına alâmet olsun diye demirden yapıl-mış bir bukağıyı kölenin
boynuna takmak mekruhtur. İtkanî. Kuhistanî'de şu hüküm yer alıyor: «Mekruh olan ğul büyük bir
çivi ile çivilenmiş ve kölenin başını sallamaktan men eden bir bukağıdır.» Dikkat et!
«Ma'kidi'l-İzz ilh...» Muğrib adlı kitapta: «Ma'kidi'l-İzz» izzetin bağlı olduğu yer demektir, diyor. Böyle
ylemenin mekruh olması; şu nokta-dan ileri geliyor: Onlara Allah'ın izzetinin Arşa bağlı oluş
hissini verme-sindendir. Oysa Arş, sonradan peyda edilmiştir. Sonradan peyda edilmiş olana bağlı
olan ise zarûreten hadis olur. Yani sonradan peyda edilmiş-lerden olur. Cenâb-ı Hâk ise izzetinin bir
hâdise 'bağlı olmasından yüce-dir. Belki onun izzeti kadimdir. Çünkü izzet onun sıfatıdır. Onun
bütün sıfatları kadim ve onun zatıyla kadimdir. O ezelde o sıfatlarla mavsuf ol-duğu gibi; ezelde de
onlarla mavsuftur. Arş ve başkasının hudusiyle ezel-de kemalden olmayan bir şey, onun hakikatine
eklenmiş değildir. Zeylaî.
Hülasası sudur: Bu ibare insana Allah'ın izzetinin Arşa bağlı olduğu vehimini veriyor. Çünkü «min»
kelimesi bütün manâları iptidâi gaye ma-nâsına dönüştürür. Bu manâ ise Allah'ın sıfatların
hiçbirisinde tasavvur edilemez. Çünkü bu manânın verdiği netice şudur ki: İzzet sıfatı hadis olan
Arş'tan neşetetmiştir. Binaenaleyh izzet sıfatı hadis olur. Anla. İşte bununla sıfatın hâdise taalluk
etmesi, sıfatın hadis olmasını gerektirmez. Çünkü sıfat o hâdise bağlı değildir. Tıpkı kudret ve
benzerlerinin vücuda gelenlerle ilgisi gibi. Nitekim Turî bunu böyle açıklamıştır. Evet, işte bu-nunla
bu müşkül kalkmış oluyor. Kalkmasının nedeni şudur: Muhal olan manânın sadece iyhâm edilmesi
dahi, böyle bir kelâmı telaffuz etmenin yasak olmasına kâfidir. Herne kadar bu sıhhatli bir ma
ihtimalini taşı-yorsa bu böyledir. Bunun için fakihlerin ileri gelenleri; Allah'ın izzeti Ar-şa bağlı
olduğu vehimini verir; bu bakımdan: «Ben Allah diterse mümi-nim» demesi ile ilgili olarak da ay
şeyi söylemişlerdir. Onlar böyle bir ifade kullanmayı mekruh görmüşlerdir. Her ne kadar burada
teberruken söylemek kasdedilse dahi mekruhtur. Nitekim burada allâme Taftazânî Şerhu'l-Akatd
adlı kitabında İbnü'l-Hümam da Musayere adlı kitabında belirttikleri gibi; farklı bir anlamı
hissettirmesi söz konusudur. Eğer «iz» ile Arşın sıfatı olan «iz» kasdedilirse; bu lafzın
telaffuzundan ilk anlaşı-lan Allah'ın izzeti olacağından Zeylaî'nin sözünün anlaşılması güç olur.
Çünkü Zeylaî' İzz'i Arşın sıfatı kılarsa bu kelimenin kullanılması caiz olur demiştir. Çünkü Arş
Kur'an-ı Kerîm'de Mecd ve Kerem sıfatlarıyla sıfatlanmıştır. Buna göre «iz» sıfatıyla da sıfatlanır.
Her ne kadar Cenab-ı Hakr heybetin ve kudretinin kemalini izharra muhtaç olması da; Arş'ın,
heybet, kudret ve kemalinin izhar yeri olduğundan hiç kimsenin şüphesi yoktur. Lakin Dürer de,
Minah da bunu böylece kabul etmiştir. Makdisî de böy-lece kabul ederek dedi ki: «Bu tevile binaen
ibaredeki «Min» kelimesi beyaniye manasını ifade eder. Yani: «Senin Arş'ın olan Ma'kidi'l-İzz'in..,»
(anlamıyla) senden isteriz» demek oluyor. Bu yorum, fakihin seçmiş ol-duğu manâya çok güzel
yakışan bir yorumdur.» Düşünülsün.
«Ayn harfinin takdimi ile olsa dahi ilh...» İbaredeki «Maksad» keli-mesi, zahire bakılırsa «Mak'ad»
olmalıdır. Ve şerhlerin nüshalarının ço-ğunda da böyledir. Fakat bazı nüshalarda ayn, kaftan daha
önce gel-miştir. İşte Minâh'ta bu kelime üzerine şerh yapılmıştır. Metinlere uy-gun olduğundan ve
bir de bu ihtilâf yeri olduğundan bu, evlâdır.
Bunun için ikincinin memnu olduğunda şüphe yoktur, çünkü o «Ukûd» kelimesinden gelmektedir.
«Eser dolayısıyla ilh...» ibaresinde gelince; ayrıca rivayet ediliyor ki: .Cenâb-ı Peygamber duasında
şöyle demiş: «Ya Rab şüphesiz ben Arşın-dan izninin ma'kıdıyla; Kitabından rahmetinin doruğuyla
ve en yüce is­minle, en yüce kudretinle ve en tam kelimelerinle senden istiyorum.» Zeylaî.
«En ihtiyatlısı bundan imtina etmektir ilh...» sözüne gelince: Bu söz, nihâye'de Camiussağîr'in
Kadîhân tarafından yapılan şerhine; Temurtaşî'ye ve Mahdûbî'ye nisbet edilmiştir. Müdekkik âlim
İbn-i Emir el-Hâc'ın el-Minye üzerindeki el-Hilye adlı şerhinin on üçüncü faslında bu eserden ve
senedinden söz ettikten sonra şunu söyler: «İbnu'l-Cevzî bunu mevzu hadisler arasında saymıştır.
Sen de önceden bildiğin gibi bu eser sabit değildir. Binaenaleyh bu gibi şeyleri, kesin bir nas veya
kuvvetli bir icmâ' ile olmadıkça kullanmamak gerekir. Bundan bu şartların ikisi de yok-tur.
Binaenaleyh bu sözü söylemekten imtina etmek gerekir. Mekruhtur, dediği hükmü keraheti
tahrimiye olarak anlaşılmalıdır. Bunun tamamı o şerhte vardır.»
Şerhin «Katiye muhalif olan şeylerde ilh...» sözünden de anlaşıldığı gibi; en ihtiyatlı böyle şeyi
ylememektir. Çünkü bu Hakkı böyle bir şey-den tenzih etmektir. T.
«Çünkü müteşâbih olan ilh...» Yalnız: «Müteşabih» deseydi daha iyi olurdu. Yani yukarıda geçen
dua gibi. T. Yani zahiri Allahın hakkında bir muhali ifade eden sözler.
«Hidâye...» Sarih bu ibareyi Hidâye'den aldığını yyor. Ben de: «Bu ibare Minâh'm sahibine ait



bir ibaredir» diyorum. Hidâye'nin ibare-sine gelince onun nassı şudur: «Lakin biz deriz ki: Bu bir
haber-i Vâhid'dir. Binaenaleyh böyle bir şeyden uzak durmak daha ihtiyatlı olur.»
BİR UYARI: Dikkat edilsin; acaba böyle bir itiraz eserlerde varit olan salavat hakkında da söz
konusu mudur? Meselâ şu salavât gibi: «Ey Al-lah'ım Muhammed'e ilminin ve hilminin sayısınca,
rahmetinin son nok-tasına kadar, kelimelerinin adedince; Allah'ın kemâli adedince» gibi salâvatlar.
Bunlar insanın vehmine tek olan sıfatın müteaddid olmasını ya-ni birden çok olduğunu; ilim gibi
sıfatlarının bilinen şeyler gibi sonuçlu olduğu vehmini veriyor. Hele: «Senin ilminin ihata ettiğinin
sayısınca» gibi ibarelerle «senin işitmenin kapsadığı kelimelerin adedince» gibi ifa-deler; bu vehmi
daha çok veriyor. Halbuki Allah'ın ilminin nihayeti, rah-metinin nihayeti yok. kelimelerinin sonu
yoktur. Binaenaleyh «Sayısınca» ve onun manâsına gelen ifadeler; adet ve benzeri kelimeler,
bunun hila-fını insanın hatırına getirirler. Ben Allâme Fâsî'nin Delâilu'I-Hayrât adlı kitap üzerindeki
şerhinde bu husustaki araştırmasını gördüm. Orada diyor ki: «Alimler vehme kapılmayan bir
kimsenin yanında vehmi ifade eden veya tevili kolay olan, tefsiri açık bulunan veya sahih bir
manâda kullan-mak yollarının birisiyle tahassüs kesbeden bir ibareyi kullanmanın caiz olup
olmaması hususunda ihtilâf etmişlerdir. Alimlerden bir gurup Resul-u Ekrem'in üzerine getirilen
selâvatın keyfiyetlerinde bir takımını seçmiş-ler ve bu keyfiyetler en üstünüdür demişlerdir. Şeyh
Afifüddin el-Yâfi'î, Şeref el-Bâzî ve Bahâ el-Kattân bunlardandır. Bu sonucunun talebesi Makdisî
ondan bunu nakletmiştir...»
Derim ki: Bizim imamlarının konuşmasının muhtevası şudur ki: Böy-le bir ibareyi kullanmak
memnudur. Ancak Fakîhin tercihine binaen eğer o ifade Resul-u Ekrem'den varit olmuş bir ibare ise
kullanılabilir. Allah Ha-kikati daha iyi bilir.
«Ancak onunla ilh...» O'nun .zâtı sıfatları ve isimleriyle demektir.
«Esma-i Hüsnâ yalnız Allah'ındır. O'na onlarla dua ediniz ilh...» Hafız Ebûbekir bin Arabî,
bazılarından naklederek: «Cenab-ı Hakk'ın bin is-mi vardır» demiştir. İbnu'l Arabî dedi ki: «Bu,
isimlere dair az bir sayıdır. Sahih bir hadiste yer aldığına göre; «Cenâb-ı Hakk'ın doksandokuz ismi
yani bir eksiği ile yüz ismi vardır. Kim bunları sayarsa cennete girer.» Nevevî, Müslim'in Şerhinde
şöyle der: Alimler ittifakla Cenab-ı Hakkın isimleri doksandokuz münhasır değildir, demişlerdir;
buradaki «doksan dokuz» ibaresinden maksat, bunları saymakla cennete girileceğini ha-ber
vermektir.
«Bu isimleri «saymak»tan maksadın ne olduğu hususunda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Buhârî ve
başka muhakkik âlimler bunun manâsı hak-kında şöyle der: Kim ki doksandokuz ismi ezberlerse o
cennete nail olur, demektir. İşte bu en açık tevildir". Çünkü başka bir rivayetle tefsiri daha açık
olarak gelmiştir ki, onda şöyle denilmektedir: «Kim onları ezberler-se.» Bazıları da onları
«sayması»ndan maksat duada onları sayarsalar; bazıları da bu ibareden maksat, onları gözetmeyi
ve iktiza ettikleri manâ-ları yerine getirmeyi en güzel bir şekilde yaparsa demektir; derler. Ba-zıları
da başka manâlar vermişlerdir. Doğrusu birinci manâdır.» Özetle.
«Hiç kimse diğer bir kimseye selât-selâm getirmez ilh...» Yani müs-takil olarak. Ancak Resulullah'a
tabi olarak getirebilir. Mesela: «Allahümme sali ala Muhammedin ve ala alini ve eshabihi (Yarab
Muhammed âline ve esbahına selatu selâm et» demesi caizdir. Haniye. Burada «Peygamber'den
başkasına selavat getirilmez.» sözünden maksat, «meleklerin ha-ricinde kalan kimselere
getirilmez» şeklindedir. Meleklere ise, bağımsız olarak selât getirilebilir. Müellif Garâib adlı eserinde
selâm kelimesi, selât kelimesinin yerine geçer, der. T.
Bîrî'nin Şerh'inin başlangıcında şu hüküm yer almaktadır: «Kim ki meleklerden ve
Peygamberlerden başkasına selât getirirse günahkâr olur. Salat getirmesi mekruhtur.» Doğrusu da
budur. Mustasfa aldı kitabda şu metin yer almaktadır: «Salla Allah yala ali Ebi Evfâ» (Yani: Al-lah Ali
Ebî Evrâ üzerine selavat etsin» hadisi Peygamber tarafından söy-lenmiştir. Salât Peygamberin
hakkıdır. Peygamber başkasının üzerine selâvatı müstakil olarak getirebilir. Peygamberden başkası
ise böyle bir yetkiye sahip değildir. Bu hususta kitabın sonunda kelâmın tamamı ge-lecektir.
«Ancak Peygamber üzerine ilh...» ibaresindeki elif-lâm cins isimdir. Yani bütün Peygamberlere.
Burada melâike' kelimesinin de eklenmesi uy­gundur. T.
«Peygamberlerinin hakkı için demesi mekruhtur ilh...» Burada Ebû Yûsuf imama muhalefet
etmemiştir. Ama metinde geçen meselede İtkanî'nin ifade ettiği gibi, muhalefeti vardır. Hatta
Tatarhâniye'de geldi-ğine göre; eserlerde bunun caiz olduğuna delâlet eden ifadeler vardır,
denilmektedir.
«Çünkü hiçbir mahlukun halik üzerinde hakkı yoktur ilh...» ibaresine gelince; Allah'a vacib olan bir



hakları yoktur, denilebilir.
Fakat Allah, faziletinden onlar için bir hak kılmıştır. Veya haktan maksat, hürmet ve azamettir. Bu
takdirde şu âyette geçen vesile kabi-linden oluyor. Cenab-ı Hâk âyette: «Ona vardıran vesileyi
arayınız» (Ma-ide, 35) buyurmuştur.
Hısn'de sabit olduğuna göre, tevessül duanın edeplerinden sayıl-mıştır. Bir rivayette şu varid
olmuştur: «Ey Allahım ben servin katında diliyenlerin hakkıyla senden istiyorum. Sana atılan
adımların hakkıyla senden istiyorum. Kesinlikle ben fitneci ve saldırgan olarak çıkmadım.»
T. Molla Ali el-Kârî'nin Nihâye üzerindeki şerhinden nakletmiştir.
Muhtemelki: «Peygamberlerin hakkından maksat, bizim boynumuz'daki onlara iman etmek onları
tazim etmek görevimiz olmasıdır.»
Yakubiye'de şu hüküm yer alıyor: Hak kelimesi mastar olabilir; sıfat-ı müşebbihe değil. O taktirde
manâ: «Peygamberlerin hakkıyetiyle senden istiyoruz,» demek olur. O zaman herhangi bir mani
yoktur. Dü-şünülsün. Yani ibarenin manâsı: Onların hak olmaklığıyla senden istiyo-ruz olur, onların
senin katında müstahak oldukları bir hakkı vardır da ondan istiyoruz, demek değil.
Derim ki: Lâkin bütün bunlar, bu lafızdan insanın zihnine ilk anda gelen ibareye muhalif düsen
ihtimallerdir. Lafız caiz olmayan bir şeyi iham ettirirse; sadece bu, onu kullanmaktan men için
yeterli olur. Ni-tekim bu durumu da önceden söyledik. Binaenaleyh ahad haberlere zıt düşmez.
Bunun için -Allah her şeyi daha iyi bilir- bizim imamlar bu tür. ibarelerin kullanılmasının memnu
olduğunu mutlak olarak ylemişler-dir. Bu manâların irade edilmesi takdirde Allah'dan 'başkasıyla
yemin etme vehmi dahi vardır. Bu da ikinci bir manidir. Düşün. Evet Allame Münâvî, «Ey Allahım,
Rahmet Peygamberi olan Peygamberlerinle sana yöneliyor ve senden istiyorum» hadisinin
şerhinde İzzuddun b. Abdüsselâm'dan rivayet etmiştir ki: Bu sadece Muhammed hakkında söz
konu-sudur. Ve Muhammed'den. başka hiç kimseyle Allah'a ant verdirmek uy-gun değildir. Bu
Resulü Ekrem'in özelliklerindendir. Münâvî der ki: «Sübki dedi ki: Peygamber ile Peygamberin
Rabbine tevessül etmek güzel-dir. Seleften ve haleften İbn-i Teymiyye hariç hiç kimse bunu mekruh
görmemiştir, inkâr etmemiştir. İbn-i Teymiyye ise, kendisinden önce hiç-bir âlimin söylemediğini
ylemiştir.»
Allâme İbn-i Emiri'l-Hac, buradaki özellik davasında diğerleriyle mü-nakaşa etmiştir. Münye
üzerindeki şerhin on üçüncü faslında bunun hakkında uzun uzun konuşmuştur. Oraya müracaat et.
«Eğer birisi, Allanın vechi veya Allah'ın hakkı için bir şey isterse bana göre uygunu ona o şey
verilmemektir ilh...» ibaresine gelince; bu ibare o dilencinin mecburiyeti bilinmediği takdirde
hamledilir. Eğer mec-bur olduğu bilinirse verilir. T..
Derim ki: Bu men hocalarımızın hocası Cerrâhî'nin zikrettiğiyle be-raber düşünülsün. Cerrahî, ricali
sahih ricali olan bir senetle Teberânî'nin katında sabit olan ve Ebû Musa (R.A.)den gelen hadisi
zikrediyor. Ebû Musa diyor ki: «Resulullah'tan dinledim: Kim ki Allah'ın veçhiyle islerse
lanetlenmiştir. Kim ki Allah'ın veçhiyle kendisinden birşey iste-nir, sonra isteyen çirkin bir şey
istemedikten sonra onu men eder ver-mezse, lanetlenmiştir.»
Ebû Dâvud ve Neseî'nin rivayet ettikleri, İbn-i Hibbân'ın tashih ettiği ve Hâkim'in Müslim ve Buharı
şartı üzerinde olduğunu belirttiği ve bun-lardan rivayet edilen ve Resulullâh'a kadar varan hadiste:
«Kim ki Allah'-ın vechi ile isterse ona veriniz» buyurdu. Taberânî: «Allah'ın vechi ile is-teyen bir
kimse lanetlenmiştir. Kimde Allah'ın ismiyle kendisinden bir şey isteyeni men eder vermezse o da
lanetlenmiştir) diye rivayet edilir.
Ancak dünyalıktan başka bir şey istenir veya ihtiyacı yoktur bilin-diği zaman ise veya malını
çoğaltmak için istediği biliniyorsa verilmez. Düşün.
«Kur'an okuyan bir kimse, Kur'ân'la amel etmeyi terkederse günah-kâr olur. Fakat okumasından
sevab alır ilh...» Bununla birlikte ameli terk-ten dolayı günahkâr olur. Çünkü sevap bir taraftan
günah da başka bir cihetten gelir. T.
«Acaba zikir ve dua yaparken sesinin yükselmesi mekruh mudur?
Bazı kimseler tarafından evet mekruhtur denilmiştir ilh...» Müellifin «de-nilmiştir» ifadesinden bu
görüşün zayıf olması iş'ar edilir. Halbuki Muhtar ve Münteka'da bunun üzerine durarak dedi ki:
«Allah'ın Rasulünden rivayet ediliyor ki: «Kur'ân okunduğu zaman, cenaze taşıyanda, savaş anında
zikir anında sesin yükseltilmesi mekruhtur. Acaba vecid ve sevgi diye isimlendirdikleri ginâ anında
sesinin yükseltilmesini ne zannedersin? İşte bu da mekruhtur. Ve bunun dinde aslı astarı yoktur.»



«Bezzâziye'nin Cinâyât bahsinin az öncesinde bunun tamamı yer almıştır ilh...» sözüne gelince
derim ki: Bezzâziye'nin kelâmı karmakarışıktır. Evvela Kadî'nin Fetevâsı'ndan haram olduğunu
naklediyor. Çün-kü İbn-i Mes'ud, tehlîl ve Resulullâh'a selâvet getiren bir cemaati cami-den
çıkarmış ve onlara: «Sizi ancak bidatçılar olarak görüyorum» buyur-muştur. Bezzâzî bunları
yledikten sonra şöyle dedi: «Sahîh'te Resulü Ekrem, tekbir getirirken seslerini yükseltenlere
«Nefsinizi yormayınız. Ke-sinlikle siz ne sağır, ne de gaib birini çağırmıyorsunuz. Kesinlikle siz
din-leyen ve gören, yakın, sizinle beraber bulunanı çağırıyorsunuz.» demiş-tir. Bu rivayete göre; o
zaman ses yükseltmekte bir maslahat yoktu onun için olduğu muhtemeldir. Bu rivayete göre de;
Resul-ü Ekrem o zaman harpte idi. Sesin yükseltilmesi bir belâyı celbedebilirdi, Harb ise
aldat-madır. Bunun için Cenâb-ı Peygamber harblerde çıngırak çalmasını nehyetmiştir. Zikirde
sesin yükseltilmesine gelince; ezanda, hutbede, cuma- da ve hacda olduğu gibi caizdir
Bu mesele Hayriye'de yazılmış ve Kadî'nin Fetvâsı'ndaki hüküm, za-rar verici sesli okunmaya
hamdedilmiş demiş ve şunu eklemiştir: «Bu konuda birtakım hadisler vardır. Bu hadisler sesli zikir
getirmeyi iktiza ederler. Bazı hadisler de vardır ki onlar da gizli söylemeyi iktiza ederler. Bu iki
gurup hadisin arasını şöyle bulmak mümkündür: Yani bu mesele şahısların değişmesiyle ve
hallerin değişmesiyle değişir. Riyadan korkul-duğu, namaz kılanlar eziyet görecekler ve uyuyanlar
rahatsız olacaklar diye korkulduğunda gizlice ylemek daha efdaldir. Eğer bu maniler or-tada yok
ise; sesli söylemek daha efdaldir. Çünkü sesliylemek daha fazla ameli iktiza eder. Bir de onun
faydası dinleyenlere de sirayet eder. Zikredenin kalbi uyanır, himmeti tamamen düşünceye yönelir,
kulağını tamamen zikre verir, uykusu kaçar ve neşesi daha da artar.» Özetle.
Tatarhâniye'de ayrıca şu hüküm vardır: «Cenaze kaldırılırken ses-lerin yükseltilmesi mekruhtur
demekle, cenazenin üzerinde ağlamak sı-rasında ses yükseltilmesi kasdedilmiş olması
muhtemeldir. Veya halk na-maza durduktan sonra ölüye yapılan duada sesin yükseltilmesi de
kas-dedilmiş olabilir. Eğer cahiliyet adetinde olduğu gibi muhale benzer şey-lerle ölüyü medh
etmekte ifrat edilmişse de kasdedilmiş olabilir. Ölünün üzerine sena etmenin esası ise, mekruh
değildir.»
İmam Gazâlî, insan oğlunun tek başına zikretmesi ile cemaatin zikretmesini, tek başına ezan okuma
ve cemaatin ezan okumasına benzet-miş ve şöyle demiştir: «Nasıl ki cemaatle olan müezzinlerin
sesleri ha-vanın cürmünü tek müezzinden daha fazla yırtıyorsa; cemaatin zikri de kalbin üzerinde
tesir ve kalın perdeleri kaldırmak bakımından tek kişinin zikrinden daha üstündür.»
«Beşerin kutunu (yani gıda maddelerini) itikâr etmek mekruhtur ilh...» sözüne gelince, ihtikâr
lügatte bir şeyi piyasadan çekilmesi ve pahalılaşması maksadı ile hapsetmektir. İhtikârın Şer'î
manâsı ise: Bir gıda maddesini veya benzerini satın alıp kırk gün pahalılanıncaya kadar onu stok
etmektir. Çünkü Cenâb-ı Peygamber: «Kim ki müslümanların üzerinde kırk gün itikâr yaparsa, (yani
gıda maddelerini piyasadan çe-kerse) Cenâb-ı Hak cüzam hastalığıyla ve iflâsı ile onu vurur.»
buyurmuş-tur. Bir başka rivayette: «Böyle yapan bir kimse Allah'tan uzaklaşmış, Allah'da ondan
uzaklaşmıştır» denilmektedir.
«Kifâye'de bu hadisin manâsı: Allah onu mahrum ve mahcup eder, ihtiyaç anında ona yardım eder,
şeklindedir demiştir. Başka bir rivayet-te ise şöyle buyurulmuştur: «Böyle bir kimsenin üzerinde
Allah'ın, me-leklerin ve bütün insanların laneti vardır. Allah ondan ne Sünnet, ne de farz ibadetleri
kabul etmez.» Şurunbulâliye, Kâfi ve başka kitaplardan nakletmiştir.
Bazıları gıda maddesini bir ay bekletirse; bazıları daha fazla bekle-tirse itikâr olur demişlerdir. Evet
bu süre takdiri, malını satmak veya ta-zir cezasına çarptırmak yoluyla dünya cezası içindir. Günahın
hasıl ol-ması için değildir. Çünkü az bir müddet dahi hapsedersen günah hasıl olur. Bir de bir malın
azalması veya tamamen kıtlığa yol açması arasın-da fark vardır. Allah'a sığınırız. Dürrü Müntekâ.
«Beşerin kutu» dediği görüş, Ebû Hânife ve Muhammed'in görüşü-dür. Kâfî'de olduğu gibi fetva da
bu görüşe göre verilir. Ebû Yûsuf diyor ki: Halk tabakasına zarar veren her şeyin hapsi ihtikârdır.
İmam Muham-med'den gelen diğer bir rivayete göre elbiselerde de ihtikâr vardır. İbni Kemâl.
«Bağdan üzüm, incir ve badem gibi ilh...» sözüne gelince; yani rızıktan olup ta bedeni besleyen her
madde. Velev ki darı gibi bir madde olsun. Ama bal ve yağ buna dahil değildir. Dürrü Müntekâ.
İbarede «kıt» diye geçmekte olan nesne «fusfus» veya «fısfıs» de-nilen maddedir. Bu da hayvanlara
yedirilen yaş otların birikintisidir.
Müellifin «bir beldede» şeklindeki ibaresi beldenin hükmünde bulu-nan rustâk ve köyler de
beldenin hükmündedir. Kuhistânî.
«Belcenin ehline zarar veriyorsa ilh...» sözüne gelince yani belde kü­çüktür böyle bir ihtikâr oraya



zakar verir. Hidâye.
«İhtikâr yapan lanetlenmiştir ilh...» yani iyi insanların derecesinden uzaklaştırılmıştır. Yoksa Allah'ın
rahmetinden uzaklaştırmak manasına gelen lanetin ikinci manâsı burada kasdedilmemektedir.
Çünkü o lanet,ancak kâfirler hakkında olur. Zira kul, büyük günahı işlemeye imandan çıkmaz.
Nitekim bu durum Kirmânî'de de yer almıştır ve Kuhistânî de bu-nu böyle kabul etmiştir. Dürrü
Müntekâ.
«Celebleri karşılamak da bunun gibidir ilh...» sözüne gelince; o memleketin ehline zarar verip
vermemesi hususunda böyledir. Eğer ve-riyorsa böyle bir karşılama mekruhtur eğer vermiyorsa
değildir. Molla Miskîn'de yer aldığına göre bunun sureti şöyledir: Kişi beldeden çıkarak gıda
maddelerini getiren kafileyi karşılıyor. Beldenin haricinde o madde-leri kafileden satın alıyor.
Bundan maksadı ise bu maddeleri götürüp stok etmek ve şimdilik satmamakdır. Kafilenin beldeye
girmesini önlüyor. İşte fakîhler demişler ki; eğer bu kafileyi karşılayan memleketin o maddeler
hususundaki narhını örtbas etmemiş ise, kerahet yoktur. Eğer böyle bir durumda bulunmuş ise,
yani gerçek fiyatları söylemeden malı almış ise, bu iki vecihde de mekruhtur. Hidâye.
«Hakim onun nafakasından fazla malını satmayı emreder ilh...» sö-züne gelince, yani kendisine
Hidâye ve Tebyİn'de belirtildiğine göre ge-nişlik gelecek bir zamana kadar nafaka bırakılır, gerisi
satılır. Şurunbulâlî. Hakim onu ihtikâr yapmaktan nehyeder ona bazı nasihatte bulunur ve ihtikâra
teşebbüs ettiği takdirde onu meneder. Zeylaî.
«Eğer hakimin emrine muhalefet ederek malını satmazsa ilh...» sözüne gelince, Zeylaî dedi ki:
«Hâkime bu kişinin durumu ikinci kez götürüldüğünde yine onun hakkında aynı hükmü vererek onu
tehdit edecek-tir. Üçüncü defa durumu kadıya götürüldüğünde kadı onu hapsedecek-tir ve tazir
cezasına çarptıracaktır.» Bu hükmün benzeri Kuhistanî'de de yer almaktadır. Kifâye adlı eser de,
Câmiü'Sâğîr adlı eserden yle naklediyor. Dikkat et!.
«Hakim onun aleyhine gıda maddelerini satar ilh...» sözüne gelince; yani kendisi satmaktan imtina
ettiği takdirde hakim cebren bu malı sa-tar. Hidâye'de dedi ki: «Acaba hakim ihtikârcının rızası
olmadan onun malını satabilir mi? Bir görüşe göre borçlu bir kimsenin malının satışındaki örf
ihtilâfı, burada da söz konusudur. Diğer bir görüşe göre ittifakla hakim böyle bir kimsenin malını
satabilir. Çünkü Ebû Hânife,umumî bir zararı kaldırmak için o adamın üzerine hacr konmasını
yerinde görmektedir. İşte bu da aynen bunun gibidir.»
«Sahihe binaen ilh...» sözüne gelince, Kuhistânî'de böyle nakletmiş-tir. Bunun benzeri Minâh'ta da
vardır.
«Sirâc'da dedi ki ilh...» sözüne gelince, bunun benzeri Gâyetü'l-Be-yân ve başka kitaplarda da
vardır. Bu söz aynı zamanda daha önce Hidâye'den imâmın: «Bu meselede hacr yoktur.» sözüne
binaen naklettiğimiz nedenden başka bir sahih kavlin ikinci bir nedenini açıklıyor. Düşün.
«İmam (yönetici, devlet başkanı) ihtikârcılardan gıda maddelerini alır ilh...» sözüne gelince; -yani
açıkça anlaşıldığı gibi- onlara ve çoluk çocu-ğuna yetecek kadarını bırakır, gerisini alır demektir. T.
Nitekim daha önce imamın satış emri hususunda da bu geçti.
«Kendi arazisinden gelen mahsulü depolayan ihtikâra olmaz ilh...»
Çünkü bu, onun katıksız hakkıdır. Halkın hakkının bununla ilgisi yoktur. Çünkü kişinin öz malını
satmama hakkı olduğu gibi, tarlasını ekmeye-bilir de. Hidâye.
T. dedi ki: «Burada maksat yani bir kişi ihtikâr yapanın günahı gibi bir günaha girmez, demektir.
Yoksa
Acaba böyle bir kimse malını satmaya icbar edilir mi?. Eğer halk ona muhtaç iseler Zahire göre,
icbar edilir. Düşün.
«Başka bir beldeden celbedip getirdiği ilh...» sözüne gelince: Çünkü nasın hakkı aynı memlekette
toplanan ve aynı memleketin sahasına celbedilen her şeye bağlanmıştır. Hidâye.
Kuhistanî dedi ki: «Böyle bir kimsenin satması müstahabdır. Çünkü Timürtaşî'de olduğu gibi,
kerahetten hali değildir.»
«İkincinin hilâfına ilh...» sözüne gelince, «Hidâye'de olduğu gibi öy-le yapmak mekruhtur. İtkanî,
Hidâye'ye itiraz ederek dedi ki: «Fakih bu-nun fetva olmamasının müttefakun aleyh olarak belirtmiş;
Kudurî de Takrîb'de dedi ki: «Ebû Yûsuf, eğer o malı yarım mil uzaktan celbetmiş ise o mal ihtikâr
malı olmaz. Eğer bir rustâktan satın almış, satın aldığı yerde onu hapsetmiş, depolamış ise, o
ihtikâr malı olur.» «İşte bundan an-laşılıyor ki, başka bir memleketten celbettiği mal, ihtikâr malı



değildir. Ebû Yûsuf da aynı görüştedir. Çünkü yarım mü uzaktan celbedilen malda ihtikâr sabit
olmazken; başka bir şehirden celbettiği bir malda nasıl ih-tikâr sabit olabilir? Kerhî, Muhtasar'ında
bunu açıkça belirtmiştir.» (Yani ihtikâr yoktur demiştir.)
«Eğer âdeten oradan celbediliyorsa ilh...» sözüne gelince, bu ifade ile beldenin uzak bulunup da
âdet yönünden oradan malı yükleyip ge-tirmek söz konusu olmadığı takdirde verilen hükümden
farklı olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Çünkü bu mala halkın hakkı arasında bir alaka yoktur.
Hidâye'de de böyledir.
«Mülteka ilh...» sözüne gelince sarihi, «Şurunbulâliye'ye uyarak de-diki: «Hidâye'de İmam
Muhammed'in sözü delili ile birlikte tehir edildi. Çünkü onun adeti, seçtiğinin delilini tehir etmektir.
«Hiçbir hâkim narh koyamaz ilh...» sözüne gelince, yani narh koy-ması mekruhtur. Nitekim Mülteka
ve başka yerlerde de böyle tesbit edil-miştir.
«Sakın narh koymayınız ilh...» diye başlayan hadise gelince, hoca-larımızın hocası Şeyh İsmail
el-Cerrâhî bu konudaki meşhur hadisler hak-kında dedi ki: «Necm dedi ki: Bu lafızla Peygamberden
varid olmamıştır. Lakin İmam Ahmed, el-Bezzâr. Ebû Ya'lâ Müsned'lerinde, Ebû Dâvûd, Tirmizî
-sahih olduğunu kaydederek- ve İbni Mâce Sünen'lerinde Enes'-ten rivayet ettiler. Enes (R.A.) dedi
ki: Halk «Ey Allah'ın Resulü fiyatlar çok pahalılandı, bizim için bir narh koy »diye talepte bulundular.
Cenab-ı Peygamber onlara: «Narh koyucu, kabzedici, bastedici, rızk verici Cenâb-ı Hak'tır. Ben
umarım ki Allahın huzuruna hiç kimse ne can hususun-da ne de mal hususunda benden bir zulüm
taleb etmeksizin varayım.» Bu hadisin isnadı Müslim'in şartına uygundur. İbni Hibbân ve Tirmizî de
bu hadisin sahih olduğunu beyan etmişlerdir.»
Hadis'de: «er-Râzık ilh... kelimesi vârid oluyor. Nüshaların çoğunda da böyledir. Fakat başka bir
nüshada «er-Rezzâk» şeklinde varit olmuş-tur. Bu daha önce takdim ettiğimize daha uygun düşer.
«Fahiş bir fiyat ile ilh...» sözüne gelince, Zeylaî ve başkaları «Esas fiyatın iki misline satmak»la
«fahiş»! açıklamışlardır. T.
«Böyle bir takdirde ehl-i reyin istişaresiyle narh koyabilir ilh...» İfadesine gelince; yani narh
koymakta beis yoktur. Nitekim bu durum Hidâye'de böyle yer almıştır, «İmam Mâlik'in vali (yönetici)
narh koyabilir ilh...» sözüne gelince; yani böyle bir narh koymak valinin görevidir. Nitekim bu
durum Gâyetü'l-Beyân'da böyle yer almıştır. İbn-i Kemâl'in zikrettiğine göre İmam Mâlik, narh
koymak için fahiş bir fiyatla satmayı şart koşmamıştır. Böylelikle iki mezhep arasındaki fark ortaya
çıkmış oluyor.
«Eğer satıcı imamın narhından daha az satarsa ilh...» sözüne ge-lince; meselâ imam. bir batmana
bir dirhem fiat vermiş ise; müşteri de satıcıya gelip bir dirhem verse ve «Bununla bana sat» dese, O
da bir batmandan az verirse, demektir. Düşün.
O vakit «müşteri için helâl olmaz ilh...» Yani imamın koymuş oldu-ğu narhla satın almak helâl
olmaz. Çünkü satıcı burada mecbur edilen (mükreh)in durumundadır. Nitekim Zeylaî bunu böylece
zikretmiştir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...