17 Ekim 2012

AKRABAYA VE BAŞKALARINA VÂSİYET


AKRABAYA VE BAŞKALARINA VÂSİYET

M E T i N
Kişinin komşusu, kendisine (evine) bitişik olandır. Sahibeyn: «Mahallesinde oturan ve aynı mahalle
mescidinde namaz kılanlardır.» derler. Bu, istihsâna göredir. İmam Şâfiî; konusunun, kendisine her
yönden kırk hane mesafede olanlar, olduğunu söyler.
İ Z A H
Bu konu kişinin; ailesinden, kayın pederi tarafından ve damarlardan kendisine akraba olanlara
vasiyetten bahseder. Müellifin bunu sonraya bırakmasının sebebi; vasiyyetin Özel hükümlerinden
oluşudur. Daha önceki konularda ise genel manâdaki hükümleri geçmişti. Her zaman, özel olan
genel olanın peşinden gelir. Minah.
«Komşusu, kendisine bitişik olandır...» Akraba ve komşulardan her birisi için, önem verilmesi
gereken hususiyetler olduğu için her birinin önemine bir yönden dikkat çekmiştir. Başlıkta akrabayı
önce zikretmiş, burada ise komşuyu öne almıştır. Sa'diyye.
«Bu istihsana göredir...» Sahih olan. İmâmı Azâm'ın görüşüdür. Dürrül-Mülteka'da buna işaret
edilmiştir. Allâme Kâsım ise bunu açıkça belirtmiştir. Hidaye'de denildiğine göre; İmamı Azâm'ın
görüşü kıyastır. Bu mesele kıyasın istihsâna tercih edildiği yerlerdendir.
BİR UYARI:
Komşulukta: mal sahibi lle kiracı, erkek ve kadın. müslüman ve zimmî büyük ve küçük eşittir. İmam
Azâm'a göre buna köle de girer, Sahibeyne göre ise köleye yapılan vasiyyet efendisine yapılmış
sayılır. Köle komşu değildir. Mükâtep ise, böyle değildir. Kocasına tabî olduğu için, kocası olan
kadın komşu kavramına girmez. O gerçek manâda komşu sayılmaz. Makdisi.
Yukarıdaki mal sahibinden maksat; mal sahibi evde oturduğu takdirde söz konusudur. Ebus-Suûd.
M E T İ N
Kişinin sıhrî (evlilikten dolayı olan akrabaları) hanımı nikahı altında iken veya racî talaktan dolayı
iddeti içinde iken ölmesi şartıyla, hanımından dolayı olan zî rahimi mahremleridir. (kendileri ile
evlenemiyeceği akrabaları) Hanımlarının babaları, amcaları, dayıları, kız kardeşleri v.s. Şayet koca
karısını bâin talakla boşamışsa, kendisine varis olsa bile hanımın yakınları kocanın akrabası
sayılmaz.
Bu bölüm arapçada farklı manalarda kullanılan sıhr ve haten kelimelerinin izahından bahseder.
Bizde kayın, damat, enişte, kayın peder gibi tabirler açıktır. Bunlara vasiyette bir karışıklık söz
konusu olmaz. (Mütercih)
Hulvânî: «Bu onların örfüne göredir. Ama bizim zamanımızda sıhriyet (evlilikten dolayı olan
akrabalık) sadece hanımın anne babasıdır». demiştir. İnâye ve başkaları Kuhistâni de bunu ikrar
etmiştir.
Ben derim ki: «Fakat Bürhân ve başka eserlerde, sadece önceki görüşe yer verilmiştir. Şurunbulâlî
de onu ikrar etmiş. Sonrada Aynîden:
«Hidâye ve daha başkalarının Rasûlüllah (s.a.v.) Safiyye binti Harisle evlenince... -doğrusu..
Cûveyriyedir- sözlerini...» nakletmiştir.
Bu faide iyi zaptedilsin.
i Z A H
«Kişinin sıhrı (evlilikten dolayı olan akrabaları)... hanımının yakın akrabası olan mahremleridir.» Şu
rivâyet buna delâlet etmektedir: «Rasûlüllah (s.a.v.) Safiyye ile evlenince, kendisine ikram olsun
diye onun mahremi olan yakın akrabalarından Mâlik olduğu kölelerin hepsini azât etti.»
Bunlara; Hz. Peygamberin kayınları derlerdi. Bu tefsir; Muhammed ve Ebû Ubeyd'in tercıh ettikleri
tefsirdir. Kişinin; babasının hanımı, oğlunun hanımı ve mahremlerinin hanımlarının mahremleri olan
yakın akrabalarında aynı hükmün içine girerler. Çünkü bunların hepsi sıhriyet yönüyle olan
akrabalardır. Hidâye.
İmam Muhammed'in sözü, lügatta huccettir. Ebû Ubeyd; Halil'in : «hanımın ailesine ancak sıhr
(kayın) denilir.» sözü ile desteklemekle birlikte, Garibü'l-Hadis adındaki eserinde İmam
Muhammed'in sözü ile istişhad etmiştir. Bezdevî'nin ziyadât şerhinde: «Bazan sıhr (kayın) sözü
damatlar için kullanılır, ama gâlip olan, Muhammed'in dediğidir.» denilmektedir. İtkânî. Özetle.


Meselenin tamamı Şurunbulâliyye'de vardır.
«Ve kız kardeşleri...» Gördüğüm nüshalarda bu şekildedir. Ama doğrusu «erkek kardeşleri»
(manasına olan ıhve) olmasıdır.
«Kendisine vâris olsa bile...» Hanımını hastalığında bâin tatâkla boşar (ve ölür)se. Çünkü rac'î talak
nikah bağını koparmaz. Baîn talâk ise koparır. Zeylai.
«İnâye..» Evet, ileride geleceği üzere Zeylaî zikretmiştir ama ben bunu inâye'de bulamadım.
«Ben derim ki; Bûrhân ve...» Ben derim ki: Bu meselede örfe itibar edilmelidir. Nitekim
Câmiu'I-Fusûleyn de: «Halk arasındaki mutlak söz örf halinde kullanılana hamledilir» denilmektedir.
Hattâ eğer halk arasında bunların tümünün aksi bir şey bilmiyorsa o müteberdir. Meselâ Şamlılar
«Sıhr» sözünü sadece damat hakkında kullanırlar ve bundan başka bir manâ anlamazlar. Daha
önce geçtiği gibi bu manâda, lugavî'dir. Ama Bûrhan ve diğer kitaplardaki ibare, mezhep sahibinin
ylediğini nakildir. Bu, örfün nazari itibara alınmayacağını göstermez. Benim anladığım bu. Düşün.
«Sonra da Aynî'den... nakletmiştir;» Yâni Şurunbulâlîye Aynî'nin Hidâye şerhinden, az önce
naklettiğimiz ibarenin yanında zikretmiştir.
«Doğrusu Cüveyriye'dir.» Ebû Dâvûd Hz.Âişe (radiyallahü anhâ)'dan şöyle dediğini tahriç etmiştir:
«Haris b. Mustalık'ın kızı Cüveyriye Sâbit b. Kays b. şimâz ve amcasının oğlunun hissesine düştü.
Sonra Cüveyriye kendisi için mükâtebe yaptı. (Anlaştıkları miktarda bir mal ödeyip hür olması için
anlaşma yaptı.)»
Ahmet b. Hanbel, Bezzar ve ibn Râhûye'nin müsnedlerinde de şu rivâyet vardır: Sahibi onunla
(Cüveyriye ile) dokuz okka altın karşılığında mükâtebe yaptı. Kadın, mükâtebe konusunu sormak
üzere Hz. Peygamber (s.a.v.)'ın yanına girdi ve: «Yâ Rasülullah, ben müslüman bir kadınım.
Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ederim. Ben, kavminin
efendisi olan Haris'in kızı Cüveyriyeyim. Benim başıma bildiğin şeyler geldi ve sabit b. Kaysın
hissesine düştüm. Kays benimle, ödeyemeyeceğim miktarda bir mal karşılığında mükâtebe yaptı.
Gerçi beni buna zorlamadı ama benim sende ümîdim var -Allahın salâtı üzerine olsun- Yani benim
kurtarılmamı kastediyorum» dedi.
Rasûlüllah (s.a.v.): «Bundan daha hayırlısını istermisin?» dedi.
Cüveyriye :
- «O nedir?» Rasülullah (s.a.v.)
- Senin anlaştığın bedeli ödeyip seninle evleneyim.»
Cüveyriye:
- Evet ya Rasülullah!
Hz. Peygamber:
- Öyleyse yaptım, buyurdu ve onun mükatebeden olan borcunu ödeyip onunla evlendi. Haber halk
arasında yayıldı. Bunun üzerine: «Hz. Peygamber'in kayınları (hanımı tarafından olan akrabaları)
köle olarak duruyorlar» deyip, ellerindeki benî Mustalık esirlerinden yüz aileyi azad ettiler. Hz. Aişe:
«Kavmine karşı, Cüveyriye'den daha bereketli bir kadın görmedim» demiştir.
Şu'runbulâlîyye'de şöyle denilmektedir:
«Bildin ki esirler taksim edilmişti. Azad edenler de Hz. Peygamber değil sahâbilerdi. Bu hadise ile
«sıhr» kişinin hanımının mahremi olan yakın akrabaları olduklarına istidtâlı düşünmek lazım. Çünkü
sen hadiseden böyle öğrendin.»
M E T i N
Kişinin hateni (damat veya eniştesi) onun mahremi olan tüm kadınların kocalarıdır. Kızlarının ve
halalarının kocaları buna örnektir. Onların kocalarının mahremleri de damat sayılır. Denildiki, bu
müellifin memleketinin örfüne göredir. Bizim örfümüze göre ise Sıhr: hanımın anne babası, haten
(damat) da sadece mahremi olan kadının kocasıdır. Zeylaî ve başkalar.
Kuhistânî ; «Bizim memleketimizde Sıhr'ın kayın pedere, haten'in (damadın) de kızın kocasına
tahsis edilmesi gerekir. Çünkü bu meşhurdur» sözlerinide ilâve etmiştir.
Kişinin ehli (aliesi); hanımıdır. Sahibeyn'e göre; kişinin ailesi, evinde olup nafakasını karşıladığı
-kilelerinin dışındaki- kişilerdir. Sahibeynin görüşü istihsandır. Tekmile şerhi. İbnu Kemâl bunun
nass ile teyid edilmiş olduğunu söyler. Allah (c.c.) «Biz onu ve hanımı hariç ailesini kurtardık»


buyurmuştur.
Ben derim ki: Bunun cevabı mufassal eserlerdedir.
İ Z A H
«Onların kocalarının yakın akrabaları öyledir.» Yani, Minah ve başka kitaplarda belirtildiğine göre
mahremleri. İmam Muhammed İmlâda şöyle demiştir: «Bir kimse; hatenlerime (damatlarıma)
malımın üçte birisini vasiyet ettim dese; onun hatenleri mahremi olan bütün kadınların kocaları ve
kocanın mahremi olanlardır. işte hatenler bunlardır. Şayet kendisinin kız kardeşi, kız kardeşinin kızı
ve teyzesi ve bunların her birinin kocaları olsa, bu kocalarında mahremleri bulunsa bunlar da onun
«hatenleri»dir. Vasiyet ettiği malının üçte biri bunlar arasında eşit olarak paylaştırılır. Bu konuda
erkekle kadın eşittir. Kocanın anası, nenesi ve diğerleri de eşittir..» İtkânî.
Bu meselede de, Tûrî'nin naklettiğine göre; vasiyet eden (mûsi) öldüğü zaman, mahremleri ile
kocaları arasındaki evliliğin mevcut olması gerekir.
«Bizim örfümüzde «sıhr» hanımın anne babası...» Bu, geçenle birikte bir tekrardır.
«Kölelerinin dışındaki...» Yâni ve varisi olmayan Şurunbulâliyye ve İtkanî.
Çünkü varis olan akrabaya vasiyyet yapılamaz. (Mütercim).
«Bunun cevabı mufassal eseflerdedir.» O cevap şudur: «Ehl» kelimesi hanım için hakikattir. Nass
ve örf buna delâlet eder. Allah (c.c.) «Ehlini (hanımını) götürdü» ve «ehline (ailesine) bekleyiniz
dedi» buyurmuştur. Arapların; «falan memlekette ehil edildi» sözleri de bu kabildendir. Mutlak
ifade; kulanıldığı gerçek manaya sarfedilir. Zeylai. Bu, sahibeynin istidlal ettikleri şeyin istisna
karinesi ile mutlak olmayan (mukayyed) yaş olduğuna işaret ediyor. Şârih'in meyli de, kıyasda olsa
İmamı Azâm'ın görüşünü tercihedir. Onun için, Durru'l-Mültekâ da; «ama metinler imamın kavline
göredir» demiştir. Musannıf da bu görüşü öne almıştır. Bu da hıfzedilsin.
Bu, kadın kitâbî olduğu ve varisleri icâzet verdlklerl zamandır.
Ebu's-Suud'da Hamevî'den naklen : «kadın, ehline vasiyet ettiği zaman, sadece kocamı anlaşılır?
hükme bakılır» demiştir.
Ben derim ki; «hayır, çünkü bu hakîkat de, örfde değildir.»
M E T i N
Kişinin âli: ailesi ve kendisine nisbet edildiği kabilesidir. Buna göre, müslüman olan en son
dedesine kadar, babası tarafından kendine nisbet edildiği herkes bu tabirin içine girer. Ancak son
(en uzak) baba (dede) hariçtir. Çünkü o, ona izâfe edilir Kuhistânî. Kirmânî'den naklen.
«Çünkü o ona muzâftır... Yani ona mensuptur. Bundan maksat, ıstılâhî izafet değildir. Dolayısıyle
bir itiraz varid olamaz. T. Bu durumda bir kimse: «Alime vasiyet ettim» dese en üstteki dede buna
girmez. Çünkü al den maksat en üstteki dedeye nisbette kendisine ortak olanlardır.
Alî'in yakını uzağı, erkeği kadını, müslümanı kâfiri ve küçüğü büyüğü eşittir. Şayet, -ihtiyarda
denildiği gibi- sayılmayacak kadar çok olsalar, bu sözün içersine zenginler ve fakirlerden girerler.
Şerhu'l Tekmile'de belirtildiğine göre; eğer varis olmuyorlarsa, kişinin babası, dedesi oğlu ve
hanımı da âlî (ailesi) dirler. Kızların çocukları, kızkardeşlerin çocukları ve annesi tarafında olan
hiçbir akrabası bu sözün şumûlüne girmez. Çünkü çocuk annesine değil. babasına nisbet edilir.
i Z A H
«Kabilesidir...» Bu, aile sözüne atfı tefsir (izah için yapılmış bir atıf) dır. Hidâye'deki: «Çünkü âl
kişinin, kendisine nisbet edildiği kabilesidir» sözü buna delâlet etmektedir.
«Kendine nisbet edildiği...» Yani nesebine nisbet edildiği. Nesebine sözü hazfedilmiştir. Bundan
maksat şudur: Nisbette kendisine ortak olan ve kendisi ile birlikte en üst dedede de olsa
babalardan birisinde birleşenler onun âlidir. (Amcalar, babalarının amcaları, dedelerinin amcaları...
ve bunların çocukları...) Benim anladığım bu, Bunu tevzih edecek şeyler gelecektir. Yoksa mûsî
(vasiyyet eden) in kabilesi kendisine, ancak kabilenin babası olduğu zaman nisbet edilir.
İsaf'ta aynen şu ibareyi gördüm : «Adamın ehli beyti (ailesi) âli ve cinsi aynıdır. O, babaları kanalıyla
İslâm dönemindeki ilk babaya birlikte nisbet edildikleri (soyları bir olan) kişilerdir. İslâm
dönemindeki ilk baba; müslüman olsa da olmasa da İslam dönemini idrak eden babadır. Kendisiyle
birlikte bu babaya nisbet edilen erkek, kadın ve çocuk herkes onun ehli beytidir». Açıktır ki.
buradakl «kendisiyle birlikte nisbet edilen» İfâdesi musannıfın «kendisine nisbet edilen» sözünden
daha iyidir.


«Çünkü o, ona izafe edilir.» Yani vaziyyet muzafa (tamlanan)dır, muzafın ileyhe (tamlayana) değil.
(Yani bir kimse: Ali Hasen Hasanın âline şu malımı vasiyet ettim, dese Hasan değil, Hasanın âli alır.)
Kâfî'den naklen Zeylaî.
Tahtâvî şöyle der: «Bunda işaret ediliyorki; o (vasiyetin muzafa ait oluşu) ancak meselâ «Abbas
oğullarına âli Abbas'a vasiyet ettim» dediğinde kendisini gösterir. Ama «âlîme veya Zeyd'in âli'ne
vasiyet ettim» dese, o da en büyük baba değilse bu kaydın geçerliliği olmaz. Şayet:
«En büyük babaya onun ehlibeyti denilmez» diyerek gerekçe gösterseydi daha iyi olurdu.
Ben derim ki: Hidaye'nin ibaresi: «Falanın âline vasiyet etse...» şeklindedir.
«Şayet sayılmayacak kadar çok olsalar...» ihtiyâr'daki ifade, «sayılmıyor olsalar (çok olsalar) bile..»
şeklindedir.
«Hanımı...» Yani babasının sülâlesinden değilse. Sâlhânî.
«Kızlarının çocukları... bu sözün şumülüne girmezler.» Yani bu çocukların babaları, vasiyet edenin
sülâlesinden değilseler. Sâihâni.
METİN
Kişinin cinsi, babasının ehli beyti (ailesi) dir. Çünkü insan annesi ile değil babası ile cinslenir. Ay
şekilde ehli beyti ve ehli nesebi de, âli ve cinsi gibidir. Yani hükümleri aynıdır.
İZAH
«Çünkü İnsan, babası ile cinslenir.» Yâni «ben, falan adamın cinsindenim» der. Gâyetü'l-Beyân'da :
«Çünkü cins, nesebten ibarettir. Neseb de babayadır» denilmektedir.T.
«Âli ve cinsi gibidir.» Bu, «aynı şekilde» sözündeki ismi işaretin merciini beyan içindir. Yâni, ehli
beyti ve ehli nesebi âli ve cinsi gibidir. Hepsinden maksat. annesinin değil, babasının kavmidir.
Onlar da, kendisine nisbet edildiği sülâlesidir.
Fetâvayı Hindîye de şöyle denilmektedir: «Bir kimse kendi ehli beyti (ailesi) için vasiyette bulunsa.
buna islâm dönemindeki ilk babanın, kendisi ile birlikte kendilerini topladığı kişiler girer. Buna göre
eğer mûsî (vasiyet eden) Hz. Ali veya Hz. Abbas'ın soyundan olsa vasiyetinin içerisine, Hz. Ali veya
Hz. Abbas'a baba cihetinden nisbet edilen herkes girer. Anne cihetinden nisbet edilenler ise
girmezler. Hasebi veya nesebi için yaptığı vasiyetler de aynıdır. Çünkü bu, anneye değil babaya
nisbet edilen şeyden ibarettir. Aynı şekilde, falanın cinsi için vasiyette bulunsa, babanın oğulları
vasiyeti alırlar. Lahme (akrabalık) de cinsten ibârettir. Falan'ın âline yapılan vasiyette, onun ehli
beytine vasiyyet demektir.» Özetle.
M E T İ N
Bir kadın, kendi cinsine veya ehli beytine vasiyette bulunsa, kendi çocukları vasiyete dahil
değildirler. Çünkü kadının çocukları kendisine değil, babaya nisbet edilirler. Ancak, oğlunun babası
(kocası) kadının babasının sülâlesinden olursa o zaman vasiyete dahildir. Çünkü bu durumda oğul
kadının cinsindendir. Dürer, Kâfi ve başkaları. Ben derimki; «Bundan anlaşılan; sadece anne
tarafından olan şeref müteber değildir.» İbn Nüceym'in fetvâsının sonlarında böyle denilmektedir.
Üstâdımız Remlî bununla fetvâ vermiştir. Ama bu (annenin şerefi) genelde bir meziyettir.
İ Z A H
«Bundan anlaşılanm... ilh...» Hindiye'nin Bedâî'den naklettiği şu sözlerde bunu teyîd etmektedir:
«Sâbit olduki; haseb ve nesep anne ile değil, sâdece baba iledir.» Annesi şeriflerden olan kişiye
zekât vermek haram olmaz, Haşimi bir hanıma denk olamaz ve eşraf için yapılmış olan vakfda vakfa
müştehak olmaz. T.
«Üstâdımız Remlî bununla fetvâ vermiştir.» Fetâvâsının nesebin sübûtu bahsinde söylediklerinin
özeti şudur: «Annesi şerefli olan için bir mikdar şerifliğin olduğunda şüphe yok. Aynı şekilde onun
çocukları ve ilâ niye torunları için de bir şeriflik söz konusudur. Ama nesebin aslı babalarladır.
Kendisine, Câferi Tayyar'ın oğlu Abdullah'ın hanımı olan Fâtımatü'z-Zehrâ'nın kızı Zeyneb'in
çocuklarının durumu soruldu. Onların şüpheye meydan vermeyecek şekildi eşraftan oldukları
cevabını verdi. Çünkü şerif, ister Alı, ister Cafer ister Abbas'a mensup olsun ehli beytten olan
herkestir. Ancak bunların şerifliği Hz. Peygamber (s.a.v.)'e nisbetlik şerefi değil. sadaka almanın
haramlığı şerefidir. Alimler, kızlarının çocuklarının kendisine nisbet edilmesinin Hz. Peygamberin
husûsiyetlerinden olduğunu söylemişlerdir. Husûsuyet de üst tabakaya aittir. Hz. Fâtımâ'nın dört
çocuğu; Hasan, Hüseyin, Ümmû Gülsün ve Zeynep Hz. Peygamber'e nisbet edilirken. Hasan ve
Hüseyinin çocukları o ikisine neticede de Hz. Peygamber'e nisbet edilirler. Zeyneb ve Ümmü


Gülsümün çocukları ise annelerine değil, babalarına nisbet edilirler. Hz. Fatımaya ve babası Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e nisbet edilmezler. Çünkü onlar kızının çocukları (torunlarının çocukları) dırlar.
Dolayısıyle şeriatın «çocuğun nesebi annesine değil babasına tabidir» kaidesi onlar hakkında
uygulanır. Sadece Hz. Fâtıma'nın çocukları, haklarında hadis varid olması hususiyetlerinden dolayı
bu kaidenln dışında kalmışlardır. Bu hususiyetde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in zürriyetine
mahsustur. Ama aile için olan mutlak şeref hepsine şâmildir. Hz. Peygamber'e nisbet olan özel
şeref iseyle değildir.»
Bu ifâdelerin aslı şâfîî mezhebi âlimlerinden İbn. Hacer «Mekki'ye aittir.
Ben derim ki: Sadaka almayı haram kılan, Hz. Peygamber'in sülalesinden olma şerefi, babaları da
aynı sülâleden oldukları zaman söz konusudur. Nitekim daha önce geçmişti.
Yukarıda anılan hadisten maksat; Ebû Hüreyre, Ebû Nuaym ve daha başkalarının tahric ettikleri şu
hadistir: «Adem oğullarının hepsinin asabeleri babalarına aittir. Fatıma'nın çocukları ise bundan
müstesnadır. Çünkü ben onların babası ve asabesiyim.»
M E T İ N
Bir kimse; akrabalarına, veya zî karâbetine (kendisine akrabalığı olana) -Nüshaların ibâresi bu
şekildedir. Doğrusu; zevî karâbetine (kendisine akrabalığı olanlara) dır.- veya erhâmına
(yakınlarına) ya da en sâbına (aynı nesebten olduğu kişilere) vasiyette bulunsa bu vasiyet
kendisinin mahremi olan yakın akrabalarının hepsine (zî rahımı mahremi olanlar) ve yakınlık
derecelerine göredir. Anne baba girmezler. -Babaya yakın (akrabaî diyen, âsî dir.» denilmiştir-,
küfür veya kölelik sebebiyle mirastan mahrum olsalar bile çocukları -nitekim (peşindeki) varis
sözünün umumu bunu ifade eder-, ve vâris bu vasiyete dahil değildirler. Zâhiri rivâyete göre; dede
ve oğulun oğulu ise dahildir. Bir görüşe göre ise dede ve oğulun oğlu da dahil değildirler. İhtîyâr'da
bu tercih edilmiştir.
Bu tabirler bizim «akraba. dediğimiz kişilerdir.Ancak ifâdeleri farklıdır. Onun için tabirleri aynen
almak zorunda kaldık.(Mütercim)
Bu şekilde yapılan bir vasiyet iki veya daha fazla akrabaya ait olur. Yani mirasda olduğu gibi
vasiyette de cem'in (çoğulun) en aşağısı ikidir.
İ Z A H
«Akrabalarına... vasiyet etse» Mültekâ'da buna, (metindeki ekârib kelimesine) «akrabası» ve
«zevû'lerhamı» sözleri de ilave edilmiştir.
«Nüshaların ibaresi bu şekildedir...» Kenz, Ğurer ve Islahta da yledir.
«Doğrusu, zevî karabetine.. dir.» Yani Mülteka'daki gibi, ifâde çoğul (kendisine akrabalığı olanlara
manasını verecek şekilde) dur. Çünkü bir kimse; «zî karabetine: kendisine akrabalığı olana» sözü
ile tekil bir ifade •kullanarak vasiyette bulunsa ve kendisinin bir amcası iki de dayısı olsa, vasiyetin
tamamını amca alır. Çünkü kullandığı ifâde tekildir. Bir kişi vasıyetin tamamını alır. Zira o zaman
yakındır. Zeylaî. Ğurerul efkâr'da :
«Bir kimse karabetine (yakınına) zî karabetine (yakınlık sahibi olana) veya zî nesebine (kendisi ile
aynı nesebte olana) diyerek vasiyette bulunsa bütün ulemaya göre, bir kişi vasiyetin tümünü hak
eder» denilmektedir.
«... Ensâbına kendisi ile aynı nesebten olan kişilere)...» Zeylai: «ensûb» kelimesinin, «neseb»
kelimesinin çoğulu olması sebebiyle bu ifadeye itiraz etmiştir. Zeylaî'de : «Anne cihetinden
akrabası olanlar neseb sözcüğünün altına girmezler. Peki, burada nasıl girsinler?!..» der. Şiblî buna
: «Ensab sözünden maksat. nisbetin hakikatıdır. O da babadan olduğu gibi, anneden de sabittir.»
diyerek cevap vermiştir.
Ben derim ki: «Geçtiği üzere âlimler. «kişinin ehli nesebi»nden baba cihetinden olan nesebe itibâr
ettiler. Aralarında ne fark var ki?!..»
«Bu vasiyet zî rahimi mahremi olan akrabalarına ve yakınlık derecelerine göredir.» Meselenin özü
şudur :İmam Ebû Hanife bu konuda beş şarta itibar etmiştir. Bunlar vasiyet edilen malı alabilecek
olan kişi:
1 - Zû rahimi mahremi (mahremi olan yakın akrabası) olacaktır.
2 - iki veya daha fazla olacaklardır.
3 - Baba ve oğuldan başkası olacaktır,


4 - Varis olmayanlardan olacaktır,
5 - Vasiyet eden şahsa akrabalık derecesi önde olanlardan olacaktır.
Sahibeyne göre; islâm'daki ilk babasında birleştikleri bütün akrabaları vasiyet hak ederler.
Sahibeyn İmamı Azâm'a,mahremiyet ve yakınlık şartında muhalefet ettiler. Onlara göre, mahremiyet
olmasa bile akrabalık yeterlidir, akrabalarda da yakın ile uzak eşittir. İmamlann hepsi, vasiyete
müstehak olanların iki veya daha fazla kişi olacağı şartında müttefiktirler. Çünkü mûsî (vasiyet
eden)nin ifâdesi çoğuldur. İkiside çoğul gibidir. Yine bütün Hanefî imamları vasiyeti alacak olanın;
varis. baba ve oğul olmaması gerektiğinde hem fikirdirler. İtkânî, Muhteleften özetle. Zeylai ise
şöyle der: «Ebû Yusuf ve Muhammede göre: Hür, köle, müslüman, kâfir, büyük küçük, erkek ve
kadın eşittir. Ebû Hanife'ye göre ise vasiyet ancak iki veya daha fazla kişi içindir.»
Bu ifâdenin benzerini Sa'diyye sahibide Kâfî'den nakletmiş ve şunları ilave etmiştir: «Bu, kişinin üç
ümmüveledine (kendilerinden çocuğu dünyaya gelen câriyeleri), fakirlere ve mıskinlere vasiyette
bulunması konusundaki İmam Muhammed'in görüşüne aykırıdır. Çünkü Muhammed orada çoğula
itibar etmiş, burada ise etmemiştir.»
Ben derim ki: «Önceki rivâyete göre muhalefet söz konusu değildir. Sanki bu ikisi, iki ayrı rivâyet
gibidir. Düşün. Sonra ben, Hakâik ve Kuhistânî'de iki kavil gördüm. Bu ve İmam'ın görüşü. Kudûrû
ve Dürrü'l-Mültekâ'nın tashihinde belirtildiğine göre İmamın görüşü sahihtir.
TENBİH :
Gureru'l-Efkâr ve Şerhu'l-Mecma da. Hakâik'ten naklen şöyle denilmektedir: «Bu tabirlere. elekrabû
fe'l-ekrab (yakınlık derecesine göre) ifadesi ilâve edilse idi ittifakla, bunların çoğul oluşlarına itibâr
edilmezdi. Çünkü, ekrab: (yakın) sözü ferd (tek) ismidir. öncekini tefsir için söylenmiştir. Mahrem
olanda olmayan da bu tâbirin altına girer ama yakın akraba daha uzağına takdim edilir. Çünkü bu
durumda mûsî'nin şartı sarihtir.» Bu sözler. İhtiyar ve Şurunbulâliyye'de de nakledilmiştir.
Ben derim ki: «Bu 1230 senesinde; akrabalarına, yakınlıklarına göre (daha yakın olana) vasiyette
bulunan kişi hakkında çıkan bir fetvâdır. Bu vasiyete mahremi olmayanların da gireceğine fetvâ
verilmiştir. Nitekim o fetva bu naklin şarih ifadesidir.
«... Denilmiştir.» Mi'rac'ta şöyle denilmektedir: Bir hadiste «Babasına karîb (yakın) diyen ona isyan
etmiştir» buyurulmaktadır. Allah (c.c.) «Anababaya ve akrabaya vasiyet...» âyeti kerimesinde
akrabayı ana baba üzerine atfetmiştir. Bir şey hakikaten kendisinden başka olan bir şeye atfedilir.
Halkın dilinde «yakın (akraba)», birisine başka birisi vasıtasıyla yakın olandır. Mebsut'ta böyle
denilmiştir. T. Yanı ana baba ve oğul kişiye, başkaları vasıtasıyla değil kendiliklerinden yakın
olurlar.
«Nitekim (peşindeki) varis sözünün umumu bunu ifade eder.» Yani onlar. mirastan mahrum da
olsalar, akrabaya vasiyetin şumûlüne giremezler. Çünkü eğer onların vasiyetin şumûlüne girmeme
illeti varis olmaları olsaydı. ana baba ve çocuğun bu meseledeki vasiyet müstehık olmadıklarını
açıkça söylemeye ihtiyaç duyulmazdı. Çünkü «ve varis» sözü ile onlar da bu hükmün dışında
kalırlardı. Zira varis sözü bunlara da şamildir. Bununla (varis sözü ile) yetinmeyip de, ana baba ve
oğulu açıkça zikretmesinden, onların varis olsalar da olmasalar da, akrabaya vasiyette vasiyete
müstehık olmadıklarını anlarız.
«Ve varis...» Buna, «varise vasiyet yoktur» hadisini gerekçe olarak göstermişlerdir. Bu ifadelerle
bundan maksadın; kişinin kendi akrabalarına vasiyet etmesi durumu olduğu, ama başkasının
vârisine vasiyet ettiğinde onların vasiyetin haricinde tutulamayacakları tarzındaki sözlerin
doğruluğu açığa çıkar.
«İhtiyâr da bu tercih edilmiştir.» Çünkü orada sadece bir görüş verilmiş ve şu söylenmiştir): «Lûgat
olarak yakın (karîb); birisinebaşka birisi vasitasıyla yakın olan ve aralarında cüziyet
bulunmayandır.» Ebu's-Suud, Allâme Kâsım'dan o da Bedâî'den bunun sahih olduğunu
nakletmiştir. Sonra Ebu's-Suûd, Hamevî şerhinde kendi el yazısı ile; onların (dede ve torun)
akrabaya vasiyetin şumûlüne girdiklerini yazmıştır. O esahtır.
Ben derim ki: Mevâhibin metninin ibâresi; «Muhammed, dedeyi ve torunları vasiyetin şumûlüne
dahil etmiştir. Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'tan zahir olan da budur.» şeklindedir. Nine de dede
hükmündedir.
«Bu şekildeki bir vasiyet iki veya daha fazla akrabaya ait olur.»Yani mûsî vasiyette çoğul bir ifade
kullanmışsa. Ama «yakınıma, yakınlık sahibime (zî karabetime)» demişse böyle değildir. Nitekim
bunu daha önce söylemiştik. Tahtavi ifade etti.


«Yani cem'in (çoğulun)... en aşağısı ikidir.» Şayet, «Çünkü cem'in en en aşağısı üçtür» deseydi
daha açık olurdu.
M E T İN
Akrabasına vasiyette bulunan kişinin, iki amcası ve iki dayısı olsa, mirasta olduğu gibi vasiyet
amcaları içindir. Ebû Yûsuf ve Muhammed amca ve dayıların her birinin vasiyetin dörtte birini
alacaklarını söylerler. » Şayet mûsî'nin bir amcası ve iki dayısı olsa vasiyetin yarısını amca, diğer
yarısını da dayıları alır. Sahibeyne göre, üçün üçte birerini alırlar. Eğer tek bir amcası olsa, o
vasiyetin yarısını alır, diğer yarısı varislere iade edilir. Çünkü onda hak sahibi olan birisi yoktur.
Eğer bir amcası ve bir halası olsa, akrabalıkları eşit olduğu için, vasiyeti almada da eşittirler. Şayet
akrabaya vasiyette bulunanın mahremi yoksa vasiyet batıl olur. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise
batıl olmaz.
İ Z A H
«...Vasiyet amcaları içindir.» Çünkü onların akrabalığı dayılardan daha yakındır. Zira onların
yakınlıkları baba yönündendir. İnsan da babasına nisbet edilir. Nitekim nikâhta velâyet dayıya değil
amcaya aittir. Bununla amcaların hüküm bakımından daha yakın oldukları sabit olmuştur. İtkânî. Bu
hüküm. musînin varisinin amcalardan başkaları olması durumundadır. Mesele bundan sonraki
meselede de gelecektir.
«Ebû Yûsuf ve Muhammed amca ve dayıların, dörtte birerini alacağını söylerler.» Çünkü daha önce
geçtiği üzere onlar yakınlığa itibar etmezler.
«Diğer yarısını dayılar alır...» Çünkü tek amca cemî (çoğul) olmadığı için, vasiyetin tamamını
alamaz. Yarısı ona verilince geri kalan yarısı da dayılara verilir. Çünkü mûsîye amcadan sonra yakın
olanlar onlardır. Geriye kalan yarı da. sanki iki dayıdan başka akrabası yokmuş gibi davranılır.
İtkânî.
«Çünkü onda hak sahibi olan biri yoktur.» Çünkü cemî (çoğula) itibar etmek gerekir. İtkânî.
Sahıbeyne göre; vasiyetin tamamının üçtebiri amcanındır. Ğureru'l-Efkâr. Bu, Zeylaî ve Kâfî'den
naklen geçen söze mebnîdir. Düşün.
M E T İ N
Bir kimse «falanın çocuklarına» diye vasiyette bulunsa, vasiyet erkek ve kız çocuklara eşit olarak
verilir. Çünkü «çocuk» ismi hepsine hatta hanımın karnındaki çocuğa şamil olur.
«Falanın çocukları»nın şumulüne, kendi çocuğu varsa, oğlunun çocukları girmez. Şayet falanın
kendi kızları ve oğlunun oğulları olsa, hakikatle amel edilerek vasiyyet kızlara verilir. Hakîkatle amel
mümkün olmaz, sözü geçersiz kılmamak için mecaza hamledilir. (kendi çocuğu yoksa torunlarına
verilir.) Kızın çocukları vasiyetin şumulüne girmezler. İmam Muhammed'den bunların da gireceği
rivayet edilmiştir. İhtiyâr.
Şayet mûsî, «falanın varislerine» diyerek vasiyette bulunsa. Erkekler iki, kızlar bir alırlar. Çünkü bu
sözüyle verasete itibar etmiştir.
İ Z A H
«Çünkü «çocuk» ismi hepsine... şamildir.» Çünkü bu ister erkek ister kız, ister tek ister çok olsun
çocuk için cins isimdir. İhtiyâr.
«Hattâ hanımın karnındaki çocuğa... ilh...» Bunun, çocuğun vasiyet anından itibaren altı aydan dahi
az bir müddette doğması hali ile kayıtlanması, vasiyet anında onun varlığının tahakkuku içindir.
Nitekim bunu, «karındaki çocuğa vasiyet» konusunda söylemişlerdir. T.
«...Kendi çocukları varsa oğlunun çocukları girmez.» Bu, «falan» husûsû baba olduğu takdirdedir.
Ama bir kabilenin veya oymağın babası ise (Zühreoğulları gibi) kendi çocukları olsa bile, çocukların
çocukları da vasiyete dahildirler. İnciye. Tamamı Minah'tadır.
«Çünkü o verasete itibar etmiştir.» Çocuklar ve kardeşler arasındaki verâset de böyledir. Ayrıca
müştak (türemiş) bir ismi açıkça söylemek, hükmün, bu ismin türediği kök üzerine terettüp
edeceğine delildir. O zaman vasiyetin gerekçesi veraset olmuş olur. Zeylaî. Bununla açığa çıkmış
oluyorki: «Erkek için iki kadının hissesi vardır.» âyeti tüm varislere şamil değildir. Aksine sadece
çocuklarla kız ve erkek kardeşlere mahsustur. Diğerlerinde herkesin kendi hissesine göre taksim
edilir. Bu İsaf ve Hassaf'ta, vakıf meselelerinde zikredilmiştir. Vasiyet de vakfın benzeridir.
M E T İ N


«Falanın varislerine ve akabine» tarzındaki ve aynı manadaki vasiyetlerde, vasiyetin sahih olması
için varislerine vasiyette bulunulan şahsın, mûsî (vasiyet eden) den önce ölmüş olması şarttır.
Çünkü vâris ancak, ölümden sonra söz konusudur. Bir de eğer onlarla birlikte kendisine vasiyet
edilen başkası varsa bırakılan mal önce sayılarına göre paylaştırılır. Daha sonra da varislere düşen
erkeklere iki, kadınlara bir hisse olmak üzere taksim edilir. Nitekim bu daha önce geçmişti.
Şayet mûsî, varislerine veya akabine vasiyette bulunduğu şahıstan önce ölürse vasiyet batıl olur.
Eğer bunlarla birlikte başka müsâleh (kendisine vasiyet edilen) ler varsa; meselâ adam «falana ve
varislerine ve akabine vasiyet ettim» demişse vasiyetin tamamı mûsâ leh olan falanadır. Varisleri ve
akîbi bir şey alamaz. Çünkü isim (varisler kelimesi) onları ancak ölümden sonra içine olır. Tamamı
Sirac'tadır. Yine orada; «akîb erkek ve kız çocuklarıdır. Eğer onlar ölmüş iseler çocuğun
çocuklarıdır. Kadınların çocukları buna girmezler. Çünkü onlar, onun değil, babalarının akibidir»
denilmektedir.
İ Z A H
«Çünkü varisler ancak ölümden sonra söz konusudur.» Zîra onların varis oluşu ancak mürisin
ölümünden sonra tahakkuk eder. Akıb de aynıdır. Çünkü o, insan öldükten sonra peşinde kalan
çocuklardan ibârettir. Hayatta iken, akibi olmaz. Sirac'tan naklen Minah.
«Blr de eğer... ilh...» Yani gecen sıhhat şartı bulunduktan sonra, onlarla birlikte kendisine vasiyet
edilen başkası varsa...
«Önce sayılarına göre...» Yâni varislerin ve kendisine vasiyette bulunulan diğerlerinin adedine
göre...
«Daha sonra da varislere düşen ilh...» Bunu «varisler» sözüyle özellikle kayıtladı. Çünkü bir erkeğe,
iki kadın hissesi karşılığı taksim, vârislere mahsustur. «Akıb» ismi ise, hepsine şamildir. Erkek ve
kız çocuklar eşittirler. Minah'ta böyle denilmiştir.
«Nitekim daha önce geçmişti...» Yani metinde, az önce «varisler için taksim yledir» diye.geçmişti.
«Sonra eğer...» Yâni kendileri ile başka musa leh varsa. mezkür şart bulunmadığı için varislere
veya akibe vasiyyetin batıl oluşuna hükmettikten sonra. Aşağıdaki misalde o, veresesi veya akıbı
için vasiyette bulunulan şahıstır. Minah'ta misal gösterildiği gibi, yabancı birisi olursa da aynıdır.
Anla.
«Çünkü isim (varisler) onları ancak ölümden sonra içine alır.» ölmeden önce ise maduma vasiyet
olur ki. «falana» ortak olamazlar. Bir kişiye ve bir ölüye vasiyette de durum aynıdır. İtkânî.
TENBİH :
Anlatılanlardan. Şurunbulâliyye'nin «malın üçte birini vasiyet» konusunda söylediklerinin geçersiz
olduğunu öğrenmiş oldum. Şurunbulâliyye orada şöyle der: «Bir kimse filana ve akıbine» diye
vasiyette bulunsa. filanın, vasiyetin tamamında hak sahibi oluşu. altı aydan daha önce bir çocuğun
dünyaya gelmesi durumundadır. Aksi halde, vasiyette ortak olmalarına manî bir şey yoktur.» Böyle
bir ifadenin Şurunbulâlî gibi biri tarafından söylenmiş olması hayret vericidir. Çünkü eğer, bundan
önce doğmuş olsa idi vasiyete girmezdi. Dikkatli ol.
«Kadınların çocukları buna girmezler.» Ama nesle vasiyette bulunursa bunun aksinedir. Çünkü
nesil sözünün şumulüne kadınların çocuklarıda girerler ve vakıf ve vasiyetin taksiminde eşit
olurlar. Ebussuûd, Hassaf ve başkalarından naklen.
M E T İ N
Filân oğullarının yetimlerine, -yetim, baliğ olmadan önce babası ölene verilen isimdir. Hz.
Peygamber (s.a.v.) «büluğdan sonra yetimlik olmaz» buyulrumuştur.- Körlerine kötürümlerine ve
düşkün dullarına -düşkün dul erkek olsun kadın olsun hiç bir şeye gücü yetmiyendir. Peşindeki
ifade bunu te'yid eder.- Yapılan vasiyette. eğer bunlar nesep ve yazı olmadan sayılabiliyorlarsa,
bunların fakirleri, zenginleri erkek ve kadınları girerler. Çünkü sayılabilirlerse bu vasiyet onlar için
bır temlik olur. Ama sayılamazlarsa (çoksa) sadece fakirlerine verilir. Bu durumda vasi istediklerine
verir. Zira temlik mümkün değildir. O zaman bununla kastedi'lir. Şerhu't-Tekmile.
İ Z A H
«Bülûğdan sonra yetimlik olmaz.» Bu hadisi Ebû Davud, «İhtilamdan sonra yetimlik olmaz.» lâfzı ile
rivayet etmiştir.
«Düşkün dullarına...» «Düşkün dul» diye terceme edilen eramil kelimesi için Muğrib'de, «Ermele:
ihtiyaç duydu demektir.» denilmiş sonrada Tezhib'den naklen şunlar ilave edilmiştir: Erkek ve


kadından, hiç bir şeye muktedir olmayana ermele denilir. Kocası olan zengin kadına ermele
denilmez.
Şabi'de şöyle der: «Dul (ermel) denilmesi için dişilik şart. değildir. Erkek de kadın da bu kelimenin
şumulüne girer. Ancak sahih olan Muhammed'in şu tefsiridir. Ermele : Kocası ölen veya
kendisinden ayrılan, yetişkin dul kadındır. ölen kocası kendisi ile zifafa girmiş olsa da olmasada
fark etmez. Muhammed'in sözü lügatta hüccettir. Kifâye. Nihâye'de, buna ihtiyaç kaydı da
eklenmiştir. Çünkü bundaki gerçek mana kocası tarafından nafakası temin edilmediği için azığının
bitmesidir.»
Sa'diyye'de Muhit'ten naklen : «Erkeğe nadir olarak ermel (dul) denilir. Kayıtsız olan söz halk
arasında yaygın olana hamledilir.» denilmektedir.
«Bunu te'yid eder..» Çünkü devâmında, «erkekleri ve kadınları» demiştir. Şârih bu sözünde İnâye
sahibine tâbî olmuştur. Ama bu uygun değildir. Çünkü onun; «fakirleri ve zenginleri» demesi, buna
ters düşmektedir. Bu yüzden Şa'diyye'de : «Zârihe göre, musannıfın sözü, karışıklığın olmamasına
binaen taksime dairdir» denilir.
«Hesap ve kitap olmadan...» Bu, Ebû Yûsuf'un görüşüdür. İmam Muhammed'e göre, eğer sayıları
yüzden fazla iseler sayılamıyorlar demektir. Bazı âlimler ise. bunun tâyininin hâkimin görüşüne
bırakıldığını söylerler. Fetvâ da buna göredir. En kolayı Muhammed'in dediğidir. Hâniye'den naklen
Kifaye. Müftâbih olana da İhtiyar'da : «Muhtar olan ve İhtiyatlı olan budur» denilmiştir.
«Sayılamayacak kadar çoklarsa soaece fakirlerine verilir.» Çünkü vasiyetten maksat tâattir. Bu da,
ihtiyacı gidermek ve açlığı savmakla olur. Bu isimler, ihtiyacın tahakkukunu akla getirirler. O halde
bunun fakirlere hamledilmesi caizdir. Dürer.
M E T İ N
«Falanın oğullarına» diye yapılan bir vasiyet, zenginde olsalar sadece erkeklerine ait olur. Ama
«falan» sözcüğü bir kabile veya bir boy ismi ise o zaman kadınlarına da şamil olur. Çünkü bu
durumda «oğullar»dan maksat, mücerred bir intisâb olur. «Adem oğulları» demeye benzer. Bunun
için bu sözün şumulüne, mevle'l-alaka (azad edilen köle) ve mevla'l-Müvâlât (yani müslüman olup
da kimsesi olmayan veya nesebi belli olmayan birisi ile velâyet anlaşmasında bulunan) ve onların
halefleri girerler. Bu, anılanlar sayılabilir oldukları takdirdedir. Sayılmazlarsa vasiyet batıldır.
Şerhte geleceği üzere,kendileri ile yardımlaşmaanlaşması yapanlar (Mütercim).
Bu konuda asıl şudur: Eğer vasiyet, «fa'an oğullarının yetimleri» sözünde olduğu gibi, ihtiyaç
manası taşıyan bir isimle olmuşsa, musâ lehler sayılamıyacak kadar çokta olsalar vasiyet sahihtir.
Çünkü bu durumda Allah için yapılmış demektir ve o da malumdur. Fakat, ihtiyaç manası taşımayan
bir isimle yapılmışsa, musâ lehler mahdutsa sahihtir ve bir temlik kabul edilir. Mahdut değilseler
batıldır. Meselenin tamamı İhtiyar'dadır.
İ Z A H
«Sadece erkeklerine ait olur.» Sahibeyne ve İmam Ebû Hanife'den gelen bir rivayete göre,
kadınlarda vasiyete dahil olurlar. Mülteka. Oğulların çocuklarından başka hiç birisi olmadığında da
bu ihtilaf carîdir. Kızların oğullarının bu vasiyete girıp girmeyecekleri konusunda İmaAzâm'dan
iki rivayet vardır. Eğer falanın bir oğlu ve oğullarının oğulları olsa oğul vasiyetin yarısını alır.
torunlar bir şey alamazlar. Sahibeyne göre ise. kalan kısım torunlara verilir. Askarî doğum müddeti
içinde (vasiyetten itibaren altı ay içinde) doğan cenin de vasiyete dahildir. İtkânî. Özetle.
«Ama falan sözcüğü bir kabile veya boy ismi ise...» Araplara göre insanları bir araya getiren
tabakalar altıdır. Bunlar Şa'b, Kabile, İmâret, batın, fahiz ve fasile'dir.
Şa'b, kabileleri içine alır. Kabile İmaletleri içine alır ve bu sırayla devam eder. Buna göre (mesetâ)
Huzeyme Şa'b, Kinane kabile, Kureyş İmâ! ret, Kusâ batın. Hâşim fahiz, Abbas'da fasile'dir. Bunu
Keşşaf sahibi söylemiştir.
«Mevle'l-Atâka..» Yani azad edilmiş olan köle. Mevle'l-Müvâlat; yani mevla-ı esfel . O, anılan
guruptan birinin velayet anlaşması yaptığı kimsedir. Böyle olunca, o toplumun tümünün mevlası
olur. Düşün.
Velât muvalâtta bulunan: Yani müslüman olan veya nesebi belli olmayan şahıs (Mütercimi)
«Halefleri...» Yani bir kabileye gelip de onlara karşılıklı olarak yardımlaşma yapmak için
yeminleştikleri kişi. İtkânî.
«İhtiyaç manası taşımayan bir isimle...» Mesela; falan oğullarının gençleri, eşrafı, fukahası gibi.


Hindiye.
M E T İ N
Kendisinin azad ettikleri ve kendisini azad edenleri bulunan bir kimse, mevlâlarına vasiyette
bulunsa. bu vasiyet batıl olur. Çünkü mevlâ lafzı iki manada müşterektir. Bize göre onun için umum
yoktur. Birisine delalet edecek bir karine de yoktur. Ulemamıza göre bu konu da nefyle isbat
(olumlu ve olumsuz) arasında fark yoktur. Şemsu'l-Eimme ve Hidâye müellifi (Merginâni) nefyden
sonra vakî olduğunda bunun umum ifade edeceği görüşünü tercih etmişlerdir. Buna göre; «Bir
kimse; falanın mevlâları ile konuşmamaya yemin etse bu, mevlâyı esfel ve mevlâyı âlâya şâmil
olur.» sözleri kelime nefyde vâki olduğundan dolayı değil, kişiyi yemine sevkeden amil onun buğzu
olduğu içindir. Buğzda değişmez. İnâye. Bunu, musannıf da ikrar etmiştir. Ama eğer musî
ölümünden önce «mevle'l-Alâ veya mevle'l-Esfel» diyerek musâ lehi tayin ederse vasiyet sahih olur.
Çünkü manî zâil olmuştur.
Mevlâyı esfel'in izahı önce geçmişti. Mevlâyı â'Iâ: Yeni müslüman olan veya nesebi meçhul olan
kişinin velâsını kabul eden şahıstır. Mevle"latâka konusunda, azad eden MevIeI'a'lâ. azad edilen de
Mevle'lesfel'dir. (Mütercim)
Mevlâlara yapılan vasiyete hasta olmadan önce ve öldüğündeki hastalığında azad ettiği köleler
girerler. Müdebberleri ve ümmü veledleri ise girmezler. Ebû Yusuf'tan bir rivayete göre ise onlarda
girerler.
İ Z A H
«Bu vasiyet batıl olur...» Bu meselenin sekiz surete ihtimali vardır. Çünkü müsînin ya mevlâyı
âlâları ve mevlâyı esfelleri veya bunlardan sadece bir mevlâsı, ya da birisinden mevtâları
öbüründen de bir tek mevlâsı vardır. Bu ikisinde de iki suret vardır. Her birisinde müsî ya tekil
siğasını ya da çoğul siğasını kullanmış olabilir. Musannıfın ifadesi iki cihetten de mevlâlar çok
olduğu ve müsînin çoğul siğası kullandığı durumla ilgilidir. Diğer suretler araştırılsın. T.
Ben diyorum ki: Âlimler burada çoğulun, iki ve daha fazlası için kullanıldığını söylemişlerdir. Buna
göre, iki kişi bulunsa vasiyetin tamamını alırlar. Bir kişi bulunursa yarısını alır. Yine ben diyorum ki:
«Mevlâ» kelimesi, çocuk kelimesi gibi cins ismidir. Teke de çoğa da şamildir. İki gurup bir arada
ylenince vasiyet batıl olur. Düşün.
«Şemsü'l-Eimme ve... tercih etmişlerdir» Muhakkak İbn. Hümam'da Tahrir de bunu tercih etmiştir.
«Buna göre...» Yani, bizim âlimlerimize göre umuma delâlet etmeme konusunda nefy ile isbatın
farkı olmadığını bildiğine göre.. T.
«Kişiyi yemine sevkeden âmil, onun buğzu olduğu içindir.» Yâni falana olan buğzudur. Yahutda,
buğzu muhtelif değildir. Yani, buğz tek şey olduğu için, kendisinde ortaklık olmaz.
Ben derim ki: «Evet âmilin bir olduğunu kabul ediyoruz. Ama söz mevlâ lafzı hakkındadır, ve sâik
tek olduğu için her iki manası da murâdedilmiştir. O halde sözün umûmu icâbeder. Ancak şöyle
denilmesi müstesnadır: Kendisi ile iki manaya da şamil olması murad edilmek suretiyle, saikin bir
oluşu onun, mecazın umûmundan karinedir. O iki manada azad eden ve edilendir.
«Çünkü manâ zail olmuştur.» Yâni maksadın anlaşılmamasıdır.
«Azad ettikleri gîrerler...» Yani musînin hastalığında ve sağlığında, vasiyetten önce ve sonra azad
ettiklerinin hepsi eşittir. Çünkü vasiyet ölüme bağlıdır. Ölüm esnasında bunların herbiri için velâ
sabittir, ve vasiyete hak kazanır. Onların erkek ve kadın olan çocukları da girerler. Çünkü bunlar,
velâ da azad eden mevlâya nisbet edilirler. Dolayısıyla babalarıyla birlikte onlarda vasiyete dahil
olurlar. MevIe'l-Müvâlât ve mevtânın mevlası konusunda ise çocuklar, ancak babalarının
bulunmaması halinde vasiyete girerler. Çünkü onlar manâda hakikat değildirler. İhtiyar ve
Mültekâda da böyledir.
«Müdebberleri ve Ümmüveledleri girmezler...» Çünkü bunlar vâsinin ölümünden sonra
mevlâsıdırlar, vasiyet esnasında değil.
«Ebû Yûsuf'tan bir rivayete göre ise onlarda girerler;» Çünkü velâye istihkak sebebi mevcuttur.
İtkânî.
M E T İ N
Bir kimse malının üçte birini fakirlere vasiyet etse, delilleri ile birlikte üç tanecik mesele bile bilmiş
olsa, şerî meseleler de tedkîkatta bulunanlar vasiyete dahil olurlar. Kınye'de de böyledir. Kınye'de:
«Denilmiştir ki (Meseleye nüfûz edemezse) binlerce meseleyi ezberlemişte olsa vasiyetin şumûlüne


girmez». denilmektedir.
i Z A H
«Tedkikatta bulunanlar...» Yâni delilini düşünerek araştırmada bulunanlar.
«Delilleri ile birlikte üç tanecik mesele bile bilmiş olsa..» Fakih Ebû Câfer'den şöyle dediği
nakledilmiştir: «Bize göre fakih fıkıhta son mertebeye ulaşandır. Fıkıhla uğraşan fakih değildir.
Onun için böyleleri vasiyetten bir nasib alamaz. Memleketimizde, üstadımız Ebû Bekir Ames
Tûrî'den başka fakih denilecek kimse yoktur.
Yine Kınye'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse eşrafa vasiyette bulunsa, Fakih Ebû Câfer'den hikaye
edildiğine göre caiz olmaz. Çünkü onlar sayılamayacak kadar çoktur ve bu isimde fakir ve ihtiy
manasını taşıyan bir yön yoktur. Ama, eşrafın fakirlerine vasiyet etse caizdir. Fakihlere vasiyet de
buna benzer.»
Ben derim ki: İs'af'ta, «fakat, kötürümlere, körlere, Kur'an okuyuculara, fakihlere ve hadisçilere
vakıf câizdir ve bunlardan fakir olanlara sarfedilir. Çünkü kullanma itibariyle isimler fakirlik
manasını hissettirmektedir. Körlük ve ilimle meşguliyet kazanca manî olur ve bunlar genelde fakir
olurlar. Bu esahtır.» denilir.
«Denilmiştir ki; binlerce meseleyi ezberlemişte olsa...» Yani delilsiz olarak Kınye'de, âlimler
vasiyetin bir çok meselesinde örfe itibar ederler. Acaba mûsî'nin örfüne neden itibar etmiyorlar?'»
denilmektedir. T.
Ben derim ki: Anlaşılan bu, onların zamanındaki örfleri imiş, Comiıu'1Fusuleyn'den kayıtlanmıyan
sözün, örf haline gelmiş olana sarf edileceğini takdim etmiştik. Eşbah'ta: «Adet hakem kılınır»
kâidesinden hareketle, vakıf yapanların sözleri örfleri üzerine mebnîdir. Fethu'l-Kadir'in vakıf
bahsinde de böyledir. Nezredenin, vasiyette bulunanın ve yemin edenin durumu da aynıdır»
denilmiştir. Nitekim şarih, kitabın başında fıkhı tarif ederken onun, üçden aşağı olmamak üzere
fürû'u ezberlemek olduğunu söylemişti. Bahr sahibi bunu Mültekâ'ya nisbet etmiş sonra da :
«Tahrir'de zikredildiğine göre, yayğın olan ister delilleriyle olsun ister delilsiz ferî meseleleri
ezberleyene itlak edilir» demiştir.
M E T İ N
Bir kimse, kabrinin çamurla sıvanmasını veya üzerine kubbe yapılmasını vasiyet etse bu vasiyet
bâtıldır. Nitekim Hâniyye ve başka kitaplarda da böyle denilmektedir. Bunu daha önce Sîrâcîyye ve
başka eserlerden nakletmiştir. Ancak orada Kerûhiyye bahsinde muhtar olan görüşe göre kabirleri
çamurla sıvamanın mekruh olmadığını takdim etmiştik. Kabri çamurla sıvama konusundaki
vasiyetin batıl oluşunu söylemek, onun mekruh olduğu görüşüne mebni olmalıdır. Çünkü bu
durumda o, mekruh olan bir şey vasiyet olur. Bunu Musannıf söyledi.
Ben derîm ki: Aynı şekilde, kabrinin yanında Kur'an okunmasını vasiyet etmenin batıl oluşu,
kabirler üzerinde Kur'an okumanın mekruh olduğu görüşü veya taât için adam kiralamanın caiz
olmayışına binaen söylenmiş olsa gerektir. Ama, bunların (kabir üzerinde Kur'an okumak ve tâat
için adam kiralamanın) câiz olmaları müttâbih olduğuna göre bunları vasiyet de mutlak olarak caiz
olmalıdır. Meselenin tamamı Eşbah haşiyelerinin vakıf bahsindedir.
Tenviru'l-Besâîr'de: Kur'an kıraatı veya ders vermek için, vakıfta bulunan şahsın tayin ettiği yerin,
teayyün edeceği belirtilmiştir. Buna göre; eğer tayin edilen yerde yapılmazsa, kendisine şart
koşulan kişi, vakfedilen şeyde hak sahibi olamaz. Nitekim Manzume şerhinde şöyle denilmektedir:
«Vakıf yapanın şartına uymak gerekir. Onun tayin ettiği yerden başka bir yerde yapılmakla o yerin
ihyası olan, vâkıfın maksadı yerine gelmemiş olur. Bu meselenin tahkiki, Dürretü's-Seniyye
adındaki kitapta, Câmekiyyeye istihkak meselesindedir.»
İ Z A H
«Ancak orada... kabirleri sıvamanın mekruh olmadığını takdim etmiştik.» Bu, sadece kabri
sıvamaktan istidraktır. Üzerine kubbe yapma konusu ile ilgisi yoktur. Kabrin üzerine kubbe yapmak
ittifakla mekruhtur. T
«Çünkü bu durumda o, mekruh olan bir şeyi vasiyet olur.» Bunun gereği; vasiyetin sahih olması
için vasiyet edilen şey mekruh olmamalıdır. Vasiyet bahsinin baş tarafında onun dört kısım olduğu
ve fısk ehli için mekruh olduğu geçmişti. Buradakinin muktezası bu vasiyetin batıl oluşudur.
Vasiyet ya sıla yada bâattır. Kabri sıvamak ise bunlardan hiç birisi değildir. O halde batıl olur.
Fasıka vasiyet ise böyle değildir. Çünkü o sıladır ve kullar açısından istenilir. Dolayısıyle, her ne
kadar zengine vasiyette olduğu gibi, tâat değilse de sahihtir. Çünkü o daha önce de geçtiği üzere


tâat değil, mübahtır. Benim anladığım bu. Bunu açıklar mahiyette sözler Zımmi'nin vasıyeti bahsinin
başında gelecektir.
«Kabirler üzerinde Kur'an okumanın mekruh olduğu görüşü... üzerine binaen söylenmiş olsa
gerektir.»
Ben derim ki: Velvaliciyye'deki şu ifadeden dolayı hüküm böyle değildir: «Bir kimse bir arkadaşının
veya yakınının kabrini ziyaret etse ve yanında Kur'ân'dan bir şeyler okusa iyi bir şeydir. Bunu
vasiyette ise hiç bir mana yoktur. Okuyanın ödüllendirilmesinde de manâ yoktur. Çünkü bu Kur'ân
okuması için adam kiralamaya benzerki o da batıldır. Halifelerden hiç birisi bunu yapmamıştır.»
Velvâliciyye'nin sözleri harfiyyen böyle.
Görüldüğü gibi Velvalîciyye sahibi kabir üzerinde Kur'ân okumanın iyi, bunu vasiyetin ise batıl
olduğunu açıkça ifade etmiştir. O halde, kabir üzerinde Kur'ân okumayı vasiyetin bâtıl oluşu; orada
Kur'ân okumanın mekruh oluşuna mebnî değildir.
«Veya tâat için adam kiralamanın caiz olmayışı... ilh...» Yani yahut da, tâat için adam kiralamanın
caiz olmayışı görüşüne mebnidir. Onun için adam tutmaya cevaz verilişi konusunda düşün. Çünkü
bunu caiz görenler insanların hayra rağbetinin azalmasından dolayı yok olur korkusuyla Kur'ân,
fıkıh veya ezan öğretmek yada imamet için adam kiralamak da olduğu gibi zaruret halinde caiz
görmüşlerdir. Kabir üzerinde veya başka bir yerde Kur'ân okumak üzere adam kiralamakta ise
hiçbir zaruret yoktur. Rahmetî.
Ben derim ki: «Doğrusu budur. Bu meselede bazıları: müteehhirun ulemaya göre, bütün tâatlerde
adam kiralamanın cevazının müftabih olduğunu zannederek hata etmişlerdir. Halbuki müteehhirun
ulemanın fetva verdiği, Kur'ân öğretmek, ezan okumak ve imamlık için adam kiralamaktır. Musannıf
Minah ta icâre bahsinde Hidâye sahibi, bütün şarîhler ve fetva kitaplarının müellifleri bu cevazına
gerekçe olarak zarureti ve bunların yok olma korkusunu göstermişlerdir. Şayet her taât için adam
kiralamak caiz olsaydı namaz. oruç ve hac için de câiz olması gerekirdi. Oysa bu ittifakla batıldır.
Ben bunu uzunca bir risalede ele aldım ve fasid icareler bölümünde, taat için adam tutma
meselesinden de bir nebze bahsettim.
Kur'ân okumak üzere adam kiralamak her ne kadar örf halini almışsa da, örf bunu caiz kılamaz.
Çünkü nassa aykırıdır. O nass Hidâye sahibi gibi imamlarımızın istidlal ettikleri şu hadistir:
«Kur'ân'ı okuyunuz, karşılığında (birşey) yemeyiniz». Örf. nassa aykırı olduğu zaman ittifakla
reddedilir. Bunu iyi öğren ve Allah'ın âyetleri karşılığında az bir para satın alanlardan ve onu
maiyşet temini için dükkan haline getirenlerden olma.
«... Müftâbih olduğuna göre, bunları vasiyet mutlak olarak caiz olmalıdır» Yani, vasiyetin batıl oluşu
ister kabir üzerinde Kur'ân okumanın mekruh oluşu meselesine mebnî olsun, ister tâat üzerine
icârenin câiz olmayışına mebnî olsun eşittir.
Ben derim ki: Bu bahsin nakledilen ibarelere aykırı olduğunu öğrendin. O, makbul değildir. Aksine
batıl oluşu, Velvâliciyye'den naklettiklerimize mebnidir. İhtiyar'da ve kitapların çoğunda bu açıkça
belirtilmiştir. O da Kur'ân okumak üzere adam kiralamaya benzer. Muteehhırûn ulemanın fetvâ
verdiği, Kur'ân okumak için değil, Kur'ân öğretmek için adam kiralamanın caiz oluşudur.
«Eğer tayin edilen yerde yapılmazsa... ilh...» Yani orada yapmak mümkün olduğu halde yapılmazsa.
Hânûtî'nin fetâvâsında ki şu ifadeler buna delalet etmektedir: «Vakfeden kişi, birisi için belli bir şey
şart koştuğunda, çalışmaya manî bir şey bulunduğu ve kendisinin bir kusuru olmadığı zaman onu
hak eder. Şart koşulan kişi ister nâzır (mütevellinin vakıf hakkındaki tasarruflarına nezâret etmek ve
ona danışmanlık yapmak üzere tayin edilen kişi) ister Câbî (vakfın gelirini toplamakla görevli olan
kişi) gibi başka birisi olsun farketmez. Bir hoca, kendi medresesinde ders vermek mümkün olmaz
bir hale geldiği için, başka bir medrese de ders verdiğinde de durum aynıdır. Nitekim şarih de,
Nehr'den Vakf bahsinin sonundaki çeşitli meseleler bölümünün baş tarafında bir konu olarak
nakletmiştir. Onun benzeri Hamevi'nin haşiyesinde de vardır. Allah (c.c.) en iyisini bilir.

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...