AKRABAYA VE BAŞKALARINA VÂSİYET
M
E T i N
Kişinin
komşusu, kendisine (evine) bitişik
olandır. Sahibeyn: «Mahallesinde oturan ve aynı mahalle
mescidinde
namaz kılanlardır.» derler. Bu, istihsâna göredir. İmam Şâfiî; konusunun, kendisine her
yönden
kırk hane mesafede olanlar, olduğunu
söyler.
İ
Z A H
Bu
konu kişinin; ailesinden, kayın pederi tarafından ve damarlardan
kendisine akraba olanlara
vasiyetten bahseder. Müellifin bunu sonraya bırakmasının sebebi; vasiyyetin Özel hükümlerinden
oluşudur.
Daha önceki konularda ise genel manâdaki hükümleri geçmişti. Her zaman, özel olan
genel
olanın peşinden gelir.
Minah.
«Komşusu,
kendisine bitişik olandır...» Akraba ve komşulardan her
birisi için, önem verilmesi
gereken
hususiyetler olduğu için her birinin önemine bir yönden dikkat çekmiştir. Başlıkta akrabayı
önce
zikretmiş, burada ise komşuyu öne almıştır. Sa'diyye.
«Bu
istihsana göredir...» Sahih olan. İmâmı Azâm'ın görüşüdür.
Dürrül-Mülteka'da buna işaret
edilmiştir.
Allâme Kâsım ise bunu açıkça belirtmiştir. Hidaye'de denildiğine
göre; İmamı Azâm'ın
görüşü
kıyastır. Bu mesele kıyasın istihsâna tercih edildiği yerlerdendir.
BİR
UYARI:
Komşulukta:
mal sahibi lle kiracı, erkek ve kadın. müslüman ve zimmî büyük ve küçük eşittir. İmam
Azâm'a
göre buna köle de girer, Sahibeyne göre ise köleye yapılan vasiyyet efendisine yapılmış
sayılır.
Köle komşu değildir. Mükâtep ise,
böyle değildir. Kocasına tabî olduğu
için, kocası olan
kadın
komşu kavramına girmez. O gerçek manâda komşu sayılmaz.
Makdisi.
Yukarıdaki
mal sahibinden maksat; mal sahibi evde oturduğu takdirde söz konusudur.
Ebus-Suûd.
M
E T İ N
Kişinin
sıhrî (evlilikten dolayı olan akrabaları) hanımı nikahı altında iken veya racî talaktan dolayı
iddeti
içinde iken ölmesi şartıyla, hanımından dolayı olan zî rahimi mahremleridir. (kendileri ile
evlenemiyeceği akrabaları) Hanımlarının babaları, amcaları, dayıları, kız kardeşleri v.s. Şayet koca
karısını
bâin talakla boşamışsa, kendisine varis olsa bile hanımın yakınları kocanın akrabası
sayılmaz.
Bu
bölüm arapçada farklı manalarda kullanılan sıhr ve haten kelimelerinin izahından bahseder.
Bizde
kayın, damat, enişte, kayın peder gibi tabirler açıktır. Bunlara vasiyette bir karışıklık söz
konusu
olmaz. (Mütercih)
Hulvânî:
«Bu onların örfüne göredir. Ama bizim zamanımızda sıhriyet (evlilikten dolayı olan
akrabalık) sadece hanımın anne babasıdır». demiştir. İnâye ve başkaları Kuhistâni de bunu ikrar
etmiştir.
Ben
derim ki: «Fakat Bürhân ve başka eserlerde, sadece önceki görüşe yer verilmiştir. Şurunbulâlî
de
onu ikrar etmiş. Sonrada Aynîden:
«Hidâye
ve daha başkalarının Rasûlüllah (s.a.v.) Safiyye binti Harisle evlenince... -doğrusu..
Cûveyriyedir- sözlerini...» nakletmiştir.
Bu
faide iyi zaptedilsin.
i
Z A H
«Kişinin
sıhrı (evlilikten dolayı olan akrabaları)... hanımının yakın akrabası olan mahremleridir.» Şu
rivâyet buna delâlet etmektedir: «Rasûlüllah (s.a.v.) Safiyye ile evlenince, kendisine ikram olsun
diye onun mahremi olan yakın akrabalarından Mâlik olduğu kölelerin hepsini azât etti.»
Bunlara;
Hz. Peygamberin kayınları derlerdi. Bu tefsir; Muhammed ve Ebû Ubeyd'in tercıh
ettikleri
tefsirdir.
Kişinin; babasının hanımı, oğlunun hanımı ve mahremlerinin hanımlarının mahremleri olan
yakın
akrabalarında aynı hükmün içine
girerler. Çünkü bunların hepsi sıhriyet yönüyle olan
akrabalardır. Hidâye.
İmam
Muhammed'in sözü, lügatta huccettir.
Ebû Ubeyd; Halil'in : «hanımın
ailesine ancak sıhr
(kayın) denilir.» sözü ile desteklemekle birlikte, Garibü'l-Hadis adındaki eserinde İmam
Muhammed'in
sözü ile istişhad etmiştir. Bezdevî'nin ziyadât şerhinde: «Bazan sıhr (kayın) sözü
damatlar
için kullanılır, ama gâlip olan, Muhammed'in dediğidir.» denilmektedir. İtkânî. Özetle.
Meselenin
tamamı Şurunbulâliyye'de vardır.
«Ve
kız kardeşleri...» Gördüğüm nüshalarda bu şekildedir. Ama doğrusu «erkek kardeşleri»
(manasına
olan ıhve)
olmasıdır.
«Kendisine
vâris olsa bile...» Hanımını hastalığında bâin tatâkla boşar (ve ölür)se. Çünkü rac'î talak
nikah
bağını koparmaz. Baîn talâk ise koparır. Zeylai.
«İnâye..»
Evet, ileride geleceği üzere Zeylaî
zikretmiştir ama ben bunu inâye'de
bulamadım.
«Ben
derim ki; Bûrhân ve...» Ben
derim ki: Bu meselede örfe itibar edilmelidir. Nitekim
Câmiu'I-Fusûleyn
de: «Halk arasındaki mutlak söz örf halinde kullanılana hamledilir» denilmektedir.
Hattâ
eğer halk arasında bunların tümünün aksi bir şey bilmiyorsa o müteberdir. Meselâ Şamlılar
«Sıhr»
sözünü sadece damat hakkında kullanırlar ve bundan başka bir manâ anlamazlar. Daha
önce
geçtiği gibi bu manâda, lugavî'dir.
Ama Bûrhan ve diğer kitaplardaki ibare, mezhep sahibinin
söylediğini nakildir. Bu, örfün nazari itibara alınmayacağını göstermez. Benim anladığım bu. Düşün.
«Sonra
da Aynî'den... nakletmiştir;» Yâni Şurunbulâlîye Aynî'nin Hidâye şerhinden, az önce
naklettiğimiz
ibarenin yanında zikretmiştir.
«Doğrusu
Cüveyriye'dir.» Ebû Dâvûd Hz.Âişe (radiyallahü anhâ)'dan şöyle
dediğini tahriç etmiştir:
«Haris
b. Mustalık'ın kızı Cüveyriye Sâbit b. Kays b. şimâz ve amcasının oğlunun hissesine düştü.
Sonra
Cüveyriye kendisi için mükâtebe yaptı. (Anlaştıkları miktarda bir mal ödeyip hür olması için
anlaşma
yaptı.)»
Ahmet
b. Hanbel, Bezzar ve ibn Râhûye'nin müsnedlerinde de şu rivâyet vardır: Sahibi onunla
(Cüveyriye ile) dokuz okka altın karşılığında mükâtebe yaptı. Kadın, mükâtebe konusunu sormak
üzere
Hz. Peygamber (s.a.v.)'ın yanına
girdi ve: «Yâ Rasülullah, ben
müslüman bir kadınım.
Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve senin Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik ederim. Ben, kavminin
efendisi
olan Haris'in kızı Cüveyriyeyim. Benim başıma bildiğin şeyler geldi ve sabit b.
Kaysın
hissesine düştüm. Kays benimle, ödeyemeyeceğim miktarda bir mal karşılığında mükâtebe yaptı.
Gerçi
beni buna zorlamadı ama benim sende ümîdim var -Allahın salâtı üzerine olsun- Yani benim
kurtarılmamı
kastediyorum»
dedi.
Rasûlüllah
(s.a.v.): «Bundan daha hayırlısını
istermisin?» dedi.
Cüveyriye :
-
«O nedir?» Rasülullah
(s.a.v.)
-
Senin anlaştığın bedeli ödeyip
seninle evleneyim.»
Cüveyriye:
-
Evet ya
Rasülullah!
Hz.
Peygamber:
-
Öyleyse yaptım, buyurdu ve onun mükatebeden olan borcunu
ödeyip onunla evlendi. Haber halk
arasında
yayıldı. Bunun üzerine: «Hz. Peygamber'in kayınları (hanımı
tarafından olan akrabaları)
köle
olarak duruyorlar» deyip, ellerindeki benî Mustalık esirlerinden yüz aileyi azad ettiler. Hz. Aişe:
«Kavmine
karşı, Cüveyriye'den daha bereketli bir kadın görmedim» demiştir.
Şu'runbulâlîyye'de şöyle
denilmektedir:
«Bildin
ki esirler taksim edilmişti. Azad edenler de Hz. Peygamber değil sahâbilerdi. Bu hadise ile
«sıhr»
kişinin hanımının mahremi olan yakın akrabaları olduklarına istidtâlı düşünmek lazım. Çünkü
sen
hadiseden böyle öğrendin.»
M
E T i N
Kişinin
hateni (damat veya eniştesi) onun mahremi olan tüm kadınların kocalarıdır. Kızlarının ve
halalarının
kocaları buna örnektir. Onların kocalarının mahremleri de damat sayılır. Denildiki, bu
müellifin
memleketinin örfüne göredir.
Bizim örfümüze göre ise Sıhr: hanımın anne babası, haten
(damat)
da sadece mahremi olan kadının kocasıdır. Zeylaî ve
başkalar.
Kuhistânî
; «Bizim memleketimizde Sıhr'ın kayın pedere, haten'in (damadın) de kızın kocasına
tahsis
edilmesi gerekir. Çünkü bu meşhurdur» sözlerinide ilâve etmiştir.
Kişinin
ehli (aliesi); hanımıdır. Sahibeyn'e göre; kişinin ailesi, evinde olup nafakasını karşıladığı
-kilelerinin
dışındaki- kişilerdir. Sahibeynin görüşü istihsandır. Tekmile şerhi. İbnu Kemâl bunun
nass
ile teyid edilmiş olduğunu söyler. Allah (c.c.) «Biz onu ve hanımı hariç ailesini kurtardık»
buyurmuştur.
Ben
derim ki: Bunun cevabı mufassal
eserlerdedir.
İ
Z A H
«Onların
kocalarının yakın akrabaları öyledir.» Yani, Minah ve başka kitaplarda belirtildiğine göre
mahremleri. İmam Muhammed İmlâda şöyle demiştir: «Bir kimse; hatenlerime (damatlarıma)
malımın
üçte birisini vasiyet ettim dese; onun hatenleri mahremi olan bütün kadınların kocaları ve
kocanın
mahremi olanlardır. işte hatenler bunlardır. Şayet kendisinin kız kardeşi, kız kardeşinin kızı
ve
teyzesi ve bunların her
birinin kocaları olsa, bu kocalarında mahremleri bulunsa bunlar da onun
«hatenleri»dir. Vasiyet ettiği malının üçte biri
bunlar arasında eşit olarak paylaştırılır. Bu konuda
erkekle kadın eşittir. Kocanın anası, nenesi ve diğerleri de eşittir..» İtkânî.
Bu
meselede de, Tûrî'nin naklettiğine göre; vasiyet eden (mûsi) öldüğü
zaman, mahremleri ile
kocaları arasındaki evliliğin mevcut olması
gerekir.
«Bizim
örfümüzde «sıhr» hanımın anne
babası...» Bu, geçenle birikte bir tekrardır.
«Kölelerinin
dışındaki...» Yâni ve varisi olmayan Şurunbulâliyye ve İtkanî.
Çünkü
varis olan akrabaya vasiyyet yapılamaz. (Mütercim).
«Bunun
cevabı mufassal eseflerdedir.» O cevap şudur: «Ehl» kelimesi hanım için hakikattir. Nass
ve
örf buna delâlet eder. Allah (c.c.) «Ehlini (hanımını) götürdü» ve «ehline (ailesine) bekleyiniz
dedi»
buyurmuştur. Arapların; «falan memlekette ehil edildi» sözleri de bu kabildendir. Mutlak
ifade;
kulanıldığı gerçek manaya sarfedilir. Zeylai. Bu,
sahibeynin istidlal ettikleri şeyin istisna
karinesi ile mutlak olmayan (mukayyed) yaş olduğuna işaret ediyor. Şârih'in meyli de, kıyasda olsa
İmamı
Azâm'ın görüşünü tercihedir. Onun için, Durru'l-Mültekâ da; «ama metinler imamın kavline
göredir»
demiştir. Musannıf da bu görüşü öne
almıştır. Bu da hıfzedilsin.
Bu,
kadın kitâbî olduğu ve varisleri icâzet verdlklerl zamandır.
Ebu's-Suud'da
Hamevî'den naklen : «kadın, ehline vasiyet ettiği zaman,
sadece kocamı anlaşılır?
hükme
bakılır»
demiştir.
Ben
derim ki; «hayır, çünkü bu hakîkat
de, örfde
değildir.»
M
E T i N
Kişinin
âli: ailesi ve kendisine nisbet edildiği kabilesidir. Buna göre, müslüman olan en son
dedesine
kadar, babası tarafından kendine nisbet edildiği herkes bu tabirin içine girer. Ancak son
(en
uzak) baba (dede) hariçtir. Çünkü o,
ona izâfe edilir Kuhistânî. Kirmânî'den naklen.
«Çünkü
o ona muzâftır... Yani ona
mensuptur. Bundan maksat, ıstılâhî
izafet değildir. Dolayısıyle
bir
itiraz varid olamaz. T. Bu durumda
bir kimse: «Alime vasiyet ettim» dese en üstteki dede buna
girmez.
Çünkü al den maksat en üstteki dedeye nisbette kendisine ortak olanlardır.
Alî'in
yakını uzağı, erkeği kadını,
müslümanı kâfiri ve küçüğü büyüğü eşittir. Şayet, -ihtiyarda
denildiği
gibi- sayılmayacak kadar çok olsalar, bu sözün içersine zenginler ve fakirlerden girerler.
Şerhu'l
Tekmile'de belirtildiğine göre; eğer varis olmuyorlarsa, kişinin babası, dedesi oğlu ve
hanımı
da âlî (ailesi) dirler. Kızların çocukları, kızkardeşlerin çocukları ve annesi tarafında olan
hiçbir
akrabası bu sözün şumûlüne girmez. Çünkü çocuk annesine değil. babasına nisbet edilir.
i
Z A H
«Kabilesidir...» Bu, aile sözüne atfı tefsir (izah için yapılmış bir atıf) dır. Hidâye'deki:
«Çünkü âl
kişinin,
kendisine nisbet edildiği kabilesidir» sözü buna delâlet etmektedir.
«Kendine
nisbet edildiği...» Yani nesebine nisbet edildiği. Nesebine sözü hazfedilmiştir. Bundan
maksat
şudur: Nisbette kendisine ortak olan ve kendisi ile birlikte en üst dedede de olsa
babalardan
birisinde birleşenler onun âlidir. (Amcalar,
babalarının amcaları, dedelerinin amcaları...
ve
bunların çocukları...) Benim
anladığım bu, Bunu tevzih edecek
şeyler gelecektir. Yoksa mûsî
(vasiyyet eden) in kabilesi kendisine, ancak kabilenin babası olduğu zaman nisbet edilir.
İsaf'ta
aynen şu ibareyi gördüm : «Adamın
ehli beyti (ailesi) âli ve cinsi
aynıdır. O, babaları kanalıyla
İslâm
dönemindeki ilk babaya birlikte
nisbet edildikleri (soyları bir olan) kişilerdir. İslâm
dönemindeki
ilk baba; müslüman olsa da olmasa da İslam dönemini idrak eden babadır. Kendisiyle
birlikte
bu babaya nisbet edilen erkek,
kadın ve çocuk herkes onun ehli beytidir». Açıktır ki.
buradakl
«kendisiyle birlikte nisbet
edilen» İfâdesi musannıfın «kendisine nisbet edilen» sözünden
daha
iyidir.
«Çünkü
o, ona izafe edilir.» Yani vaziyyet muzafa (tamlanan)dır, muzafın ileyhe (tamlayana) değil.
(Yani
bir kimse: Ali Hasen Hasanın âline şu malımı vasiyet ettim, dese Hasan
değil, Hasanın âli alır.)
Kâfî'den
naklen Zeylaî.
Tahtâvî
şöyle der: «Bunda işaret ediliyorki; o (vasiyetin muzafa ait oluşu)
ancak meselâ «Abbas
oğullarına
âli Abbas'a vasiyet ettim» dediğinde
kendisini gösterir. Ama «âlîme veya Zeyd'in âli'ne
vasiyet ettim» dese, o da en büyük baba değilse bu kaydın geçerliliği olmaz. Şayet:
«En
büyük babaya onun ehlibeyti denilmez» diyerek gerekçe gösterseydi daha iyi
olurdu.
Ben
derim ki: Hidaye'nin ibaresi:
«Falanın âline vasiyet etse...»
şeklindedir.
«Şayet
sayılmayacak kadar çok olsalar...» ihtiyâr'daki ifade, «sayılmıyor olsalar (çok olsalar) bile..»
şeklindedir.
«Hanımı...» Yani babasının sülâlesinden değilse. Sâlhânî.
«Kızlarının
çocukları... bu sözün şumülüne girmezler.» Yani bu çocukların babaları, vasiyet edenin
sülâlesinden değilseler. Sâihâni.
METİN
Kişinin
cinsi, babasının ehli beyti (ailesi) dir. Çünkü insan annesi ile değil babası ile cinslenir. Aynı
şekilde
ehli beyti ve ehli nesebi de, âli ve cinsi gibidir. Yani hükümleri aynıdır.
İZAH
«Çünkü
İnsan, babası ile cinslenir.» Yâni «ben, falan adamın cinsindenim» der. Gâyetü'l-Beyân'da :
«Çünkü
cins, nesebten ibarettir. Neseb de babayadır» denilmektedir.T.
«Âli ve cinsi gibidir.» Bu, «aynı şekilde» sözündeki ismi işaretin merciini beyan içindir. Yâni, ehli
beyti ve ehli nesebi âli ve cinsi gibidir. Hepsinden maksat. annesinin değil, babasının kavmidir.
Onlar
da, kendisine nisbet edildiği sülâlesidir.
Fetâvayı Hindîye de şöyle denilmektedir: «Bir kimse kendi ehli beyti (ailesi) için vasiyette bulunsa.
buna
islâm dönemindeki ilk babanın, kendisi ile birlikte kendilerini topladığı kişiler girer. Buna göre
eğer
mûsî (vasiyet eden) Hz. Ali veya Hz. Abbas'ın soyundan olsa vasiyetinin içerisine, Hz. Ali veya
Hz.
Abbas'a baba cihetinden nisbet edilen herkes girer. Anne cihetinden nisbet
edilenler ise
girmezler.
Hasebi veya nesebi için yaptığı vasiyetler de aynıdır. Çünkü bu, anneye değil babaya
nisbet
edilen şeyden ibarettir. Aynı şekilde, falanın cinsi için vasiyette bulunsa, babanın oğulları
vasiyeti alırlar. Lahme (akrabalık) de cinsten ibârettir. Falan'ın âline yapılan vasiyette, onun ehli
beytine vasiyyet demektir.» Özetle.
M
E T İ N
Bir
kadın, kendi cinsine veya ehli
beytine vasiyette bulunsa, kendi çocukları vasiyete dahil
değildirler.
Çünkü kadının çocukları kendisine değil, babaya nisbet edilirler. Ancak, oğlunun babası
(kocası)
kadının babasının sülâlesinden olursa o zaman vasiyete dahildir. Çünkü bu
durumda oğul
kadının
cinsindendir. Dürer, Kâfi ve
başkaları. Ben derimki; «Bundan anlaşılan; sadece anne
tarafından
olan şeref müteber değildir.» İbn Nüceym'in fetvâsının sonlarında böyle denilmektedir.
Üstâdımız
Remlî bununla fetvâ vermiştir. Ama bu (annenin şerefi) genelde
bir
meziyettir.
İ
Z A H
«Bundan
anlaşılanm... ilh...» Hindiye'nin Bedâî'den naklettiği şu sözlerde bunu teyîd etmektedir:
«Sâbit
olduki; haseb ve nesep anne ile değil, sâdece baba iledir.» Annesi şeriflerden olan kişiye
zekât
vermek haram olmaz, Haşimi bir hanıma denk olamaz ve eşraf için yapılmış olan vakfda vakfa
müştehak
olmaz. T.
«Üstâdımız
Remlî bununla fetvâ vermiştir.» Fetâvâsının nesebin sübûtu bahsinde söylediklerinin
özeti
şudur: «Annesi şerefli olan için bir
mikdar şerifliğin olduğunda şüphe
yok. Aynı şekilde onun
çocukları
ve ilâ nihâye torunları için de bir şeriflik söz konusudur. Ama nesebin aslı babalarladır.
Kendisine,
Câferi Tayyar'ın oğlu Abdullah'ın hanımı olan Fâtımatü'z-Zehrâ'nın kızı Zeyneb'in
çocuklarının
durumu soruldu. Onların şüpheye
meydan vermeyecek şekildi eşraftan oldukları
cevabını
verdi. Çünkü şerif, ister Alı, ister Cafer ister Abbas'a mensup olsun ehli beytten olan
herkestir.
Ancak bunların şerifliği Hz.
Peygamber (s.a.v.)'e nisbetlik şerefi değil. sadaka almanın
haramlığı
şerefidir. Alimler, kızlarının çocuklarının kendisine nisbet edilmesinin Hz. Peygamberin
husûsiyetlerinden
olduğunu söylemişlerdir. Husûsuyet de üst tabakaya aittir. Hz. Fâtımâ'nın dört
çocuğu;
Hasan, Hüseyin, Ümmû Gülsün ve
Zeynep Hz. Peygamber'e nisbet
edilirken. Hasan ve
Hüseyinin çocukları o ikisine neticede de Hz. Peygamber'e nisbet edilirler. Zeyneb ve Ümmü
Gülsümün
çocukları ise annelerine değil, babalarına nisbet edilirler. Hz. Fatımaya ve babası Hz.
Peygamber
(s.a.v.)'e nisbet edilmezler. Çünkü
onlar kızının çocukları
(torunlarının çocukları) dırlar.
Dolayısıyle şeriatın «çocuğun nesebi annesine değil babasına tabidir» kaidesi onlar hakkında
uygulanır. Sadece Hz. Fâtıma'nın çocukları, haklarında hadis varid olması hususiyetlerinden dolayı
bu
kaidenln dışında kalmışlardır. Bu hususiyetde Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin'in zürriyetine
mahsustur.
Ama aile için olan mutlak şeref
hepsine şâmildir. Hz. Peygamber'e nisbet olan özel
şeref
ise böyle değildir.»
Bu
ifâdelerin aslı şâfîî mezhebi âlimlerinden İbn. Hacer «Mekki'ye aittir.
Ben
derim ki: Sadaka almayı haram kılan, Hz. Peygamber'in sülalesinden olma şerefi, babaları da
aynı sülâleden oldukları zaman söz konusudur. Nitekim daha önce geçmişti.
Yukarıda
anılan hadisten maksat; Ebû Hüreyre, Ebû Nuaym ve daha başkalarının tahric ettikleri şu
hadistir:
«Adem oğullarının hepsinin asabeleri
babalarına aittir. Fatıma'nın çocukları ise bundan
müstesnadır.
Çünkü ben onların babası ve asabesiyim.»
M
E T İ N
Bir
kimse; akrabalarına, veya zî karâbetine (kendisine akrabalığı olana) -Nüshaların ibâresi bu
şekildedir. Doğrusu; zevî karâbetine (kendisine akrabalığı olanlara) dır.- veya erhâmına
(yakınlarına) ya da en sâbına (aynı nesebten olduğu kişilere) vasiyette bulunsa bu vasiyet
kendisinin
mahremi olan yakın akrabalarının hepsine (zî rahımı mahremi olanlar) ve yakınlık
derecelerine göredir. Anne baba girmezler.
-Babaya yakın (akrabaî diyen, âsî dir.» denilmiştir-,
küfür
veya kölelik sebebiyle mirastan mahrum olsalar bile çocukları -nitekim (peşindeki) varis
sözünün
umumu bunu ifade eder-, ve vâris bu vasiyete dahil değildirler. Zâhiri rivâyete göre; dede
ve
oğulun oğulu ise dahildir. Bir görüşe göre ise dede ve oğulun oğlu da dahil değildirler. İhtîyâr'da
bu
tercih edilmiştir.
Bu
tabirler bizim «akraba. dediğimiz kişilerdir.Ancak ifâdeleri farklıdır. Onun için tabirleri aynen
almak
zorunda kaldık.(Mütercim)
Bu
şekilde yapılan bir vasiyet iki
veya daha fazla akrabaya ait olur. Yani mirasda olduğu gibi
vasiyette de cem'in (çoğulun) en aşağısı ikidir.
İ
Z A H
«Akrabalarına... vasiyet etse» Mültekâ'da buna, (metindeki ekârib kelimesine) «akrabası» ve
«zevû'lerhamı»
sözleri de ilave edilmiştir.
«Nüshaların
ibaresi bu şekildedir...» Kenz, Ğurer ve Islahta da böyledir.
«Doğrusu,
zevî karabetine.. dir.» Yani
Mülteka'daki gibi, ifâde çoğul (kendisine akrabalığı olanlara
manasını
verecek şekilde) dur. Çünkü bir kimse; «zî karabetine: kendisine akrabalığı olana» sözü
ile
tekil bir ifade •kullanarak vasiyette bulunsa ve kendisinin bir amcası iki de dayısı olsa, vasiyetin
tamamını
amca alır. Çünkü kullandığı ifâde tekildir. Bir kişi vasıyetin tamamını alır. Zira o zaman
yakındır.
Zeylaî. Ğurerul efkâr'da
:
«Bir
kimse karabetine (yakınına) zî karabetine (yakınlık sahibi olana) veya zî nesebine (kendisi ile
aynı nesebte olana) diyerek vasiyette bulunsa bütün ulemaya göre, bir kişi vasiyetin tümünü hak
eder»
denilmektedir.
«...
Ensâbına kendisi ile aynı nesebten olan kişilere)...» Zeylai: «ensûb» kelimesinin, «neseb»
kelimesinin çoğulu olması sebebiyle bu ifadeye itiraz etmiştir. Zeylaî'de : «Anne cihetinden
akrabası olanlar neseb sözcüğünün altına girmezler. Peki, burada nasıl girsinler?!..» der. Şiblî buna
:
«Ensab sözünden maksat. nisbetin hakikatıdır. O da babadan olduğu gibi, anneden de sabittir.»
diyerek cevap vermiştir.
Ben
derim ki: «Geçtiği üzere âlimler. «kişinin ehli nesebi»nden baba cihetinden olan nesebe itibâr
ettiler.
Aralarında ne fark var ki?!..»
«Bu
vasiyet zî rahimi mahremi olan akrabalarına ve yakınlık derecelerine göredir.» Meselenin özü
şudur
:İmam Ebû Hanife bu konuda beş şarta itibar etmiştir. Bunlar vasiyet edilen malı alabilecek
olan
kişi:
1
- Zû rahimi mahremi (mahremi
olan yakın akrabası) olacaktır.
2
- iki veya daha fazla olacaklardır.
3
- Baba ve oğuldan başkası olacaktır,
4
- Varis olmayanlardan
olacaktır,
5
- Vasiyet eden şahsa akrabalık derecesi önde olanlardan olacaktır.
Sahibeyne
göre; islâm'daki ilk babasında birleştikleri bütün akrabaları vasiyet hak ederler.
Sahibeyn
İmamı Azâm'a,mahremiyet ve yakınlık şartında muhalefet ettiler. Onlara göre, mahremiyet
olmasa
bile akrabalık yeterlidir, akrabalarda da yakın ile uzak eşittir. İmamlann hepsi, vasiyete
müstehak
olanların iki veya daha fazla kişi olacağı şartında müttefiktirler. Çünkü mûsî (vasiyet
eden)nin
ifâdesi çoğuldur. İkiside çoğul gibidir. Yine bütün Hanefî imamları vasiyeti alacak olanın;
varis.
baba ve oğul olmaması gerektiğinde
hem fikirdirler. İtkânî, Muhteleften özetle. Zeylai ise
şöyle der: «Ebû Yusuf ve Muhammede göre: Hür,
köle, müslüman, kâfir, büyük küçük, erkek ve
kadın
eşittir. Ebû Hanife'ye göre ise
vasiyet ancak iki veya daha fazla kişi içindir.»
Bu
ifâdenin benzerini Sa'diyye sahibide Kâfî'den nakletmiş ve şunları ilave etmiştir: «Bu, kişinin üç
ümmüveledine
(kendilerinden çocuğu dünyaya gelen câriyeleri), fakirlere ve mıskinlere vasiyette
bulunması
konusundaki İmam Muhammed'in görüşüne aykırıdır. Çünkü Muhammed orada
çoğula
itibar
etmiş, burada ise etmemiştir.»
Ben
derim ki: «Önceki rivâyete göre muhalefet söz konusu değildir. Sanki bu ikisi, iki ayrı rivâyet
gibidir.
Düşün. Sonra ben, Hakâik ve
Kuhistânî'de iki kavil gördüm. Bu ve
İmam'ın görüşü. Kudûrû
ve
Dürrü'l-Mültekâ'nın tashihinde belirtildiğine göre İmamın görüşü sahihtir.
TENBİH
:
Gureru'l-Efkâr
ve Şerhu'l-Mecma da. Hakâik'ten naklen şöyle denilmektedir: «Bu tabirlere. elekrabû
fe'l-ekrab
(yakınlık derecesine göre)
ifadesi ilâve edilse idi ittifakla, bunların çoğul oluşlarına itibâr
edilmezdi.
Çünkü, ekrab: (yakın) sözü ferd (tek)
ismidir. öncekini tefsir için söylenmiştir. Mahrem
olanda
olmayan da bu tâbirin altına girer
ama yakın akraba daha uzağına takdim
edilir. Çünkü bu
durumda
mûsî'nin şartı sarihtir.» Bu sözler. İhtiyar ve Şurunbulâliyye'de de nakledilmiştir.
Ben
derim ki: «Bu 1230 senesinde; akrabalarına, yakınlıklarına göre (daha yakın olana) vasiyette
bulunan
kişi hakkında çıkan bir fetvâdır. Bu vasiyete mahremi olmayanların da gireceğine fetvâ
verilmiştir.
Nitekim o fetva bu naklin şarih
ifadesidir.
«...
Denilmiştir.» Mi'rac'ta şöyle denilmektedir: Bir hadiste «Babasına karîb (yakın) diyen ona isyan
etmiştir»
buyurulmaktadır. Allah (c.c.)
«Anababaya ve akrabaya vasiyet...» âyeti kerimesinde
akrabayı
ana baba üzerine atfetmiştir. Bir
şey hakikaten kendisinden başka olan bir şeye atfedilir.
Halkın
dilinde «yakın (akraba)», birisine başka birisi vasıtasıyla yakın olandır. Mebsut'ta böyle
denilmiştir.
T. Yanı ana baba ve oğul kişiye,
başkaları vasıtasıyla değil kendiliklerinden yakın
olurlar.
«Nitekim
(peşindeki) varis sözünün umumu bunu
ifade eder.» Yani onlar. mirastan mahrum da
olsalar,
akrabaya vasiyetin şumûlüne giremezler. Çünkü
eğer onların vasiyetin şumûlüne
girmeme
illeti
varis olmaları olsaydı. ana baba ve
çocuğun bu meseledeki vasiyet müstehık olmadıklarını
açıkça söylemeye ihtiyaç duyulmazdı. Çünkü «ve varis» sözü ile
onlar da bu hükmün dışında
kalırlardı. Zira varis sözü bunlara da şamildir. Bununla (varis sözü ile) yetinmeyip de, ana baba ve
oğulu
açıkça zikretmesinden, onların varis olsalar da olmasalar da, akrabaya vasiyette vasiyete
müstehık
olmadıklarını anlarız.
«Ve
varis...» Buna, «varise vasiyet yoktur» hadisini gerekçe olarak göstermişlerdir. Bu ifadelerle
bundan
maksadın; kişinin kendi akrabalarına vasiyet etmesi durumu olduğu, ama başkasının
vârisine
vasiyet ettiğinde onların vasiyetin
haricinde tutulamayacakları tarzındaki
sözlerin
doğruluğu
açığa çıkar.
«İhtiyâr da bu tercih edilmiştir.» Çünkü orada sadece bir görüş verilmiş ve şu söylenmiştir):
«Lûgat
olarak
yakın (karîb); birisinebaşka birisi vasitasıyla yakın olan ve aralarında cüziyet
bulunmayandır.» Ebu's-Suud, Allâme Kâsım'dan o
da Bedâî'den bunun sahih olduğunu
nakletmiştir.
Sonra Ebu's-Suûd, Hamevî
şerhinde kendi el yazısı ile; onların (dede ve torun)
akrabaya
vasiyetin şumûlüne girdiklerini yazmıştır. O
esahtır.
Ben
derim ki: Mevâhibin metninin
ibâresi; «Muhammed, dedeyi ve
torunları vasiyetin şumûlüne
dahil
etmiştir. Ebû Hanife ve Ebû
Yusuf'tan zahir olan da budur.» şeklindedir. Nine de dede
hükmündedir.
«Bu
şekildeki bir vasiyet iki veya daha fazla akrabaya ait olur.»Yani mûsî vasiyette
çoğul bir ifade
kullanmışsa. Ama «yakınıma, yakınlık sahibime (zî
karabetime)» demişse böyle değildir. Nitekim
bunu
daha önce söylemiştik. Tahtavi ifade etti.
«Yani
cem'in (çoğulun)... en aşağısı ikidir.» Şayet, «Çünkü cem'in en en aşağısı üçtür» deseydi
daha
açık olurdu.
M
E T İN
Akrabasına vasiyette bulunan kişinin, iki amcası ve iki dayısı olsa, mirasta olduğu gibi vasiyet
amcaları içindir. Ebû Yûsuf ve Muhammed amca ve dayıların her birinin vasiyetin dörtte birini
alacaklarını söylerler. » Şayet mûsî'nin bir
amcası ve iki dayısı olsa vasiyetin yarısını amca, diğer
yarısını
da dayıları alır. Sahibeyne göre, üçün üçte birerini alırlar. Eğer tek bir amcası olsa, o
vasiyetin yarısını alır, diğer yarısı varislere iade edilir. Çünkü onda hak sahibi olan birisi yoktur.
Eğer
bir amcası ve bir halası olsa, akrabalıkları eşit olduğu için, vasiyeti almada da eşittirler. Şayet
akrabaya
vasiyette bulunanın mahremi yoksa vasiyet batıl olur. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise
batıl
olmaz.
İ
Z A H
«...Vasiyet amcaları içindir.» Çünkü onların akrabalığı dayılardan daha yakındır. Zira
onların
yakınlıkları baba yönündendir. İnsan da babasına nisbet edilir. Nitekim nikâhta velâyet dayıya değil
amcaya
aittir. Bununla amcaların hüküm
bakımından daha yakın oldukları
sabit olmuştur. İtkânî. Bu
hüküm.
musînin varisinin amcalardan başkaları olması durumundadır. Mesele bundan sonraki
meselede de gelecektir.
«Ebû
Yûsuf ve Muhammed amca ve dayıların, dörtte birerini alacağını söylerler.» Çünkü daha önce
geçtiği
üzere onlar yakınlığa itibar etmezler.
«Diğer
yarısını dayılar alır...» Çünkü tek amca cemî (çoğul) olmadığı için, vasiyetin tamamını
alamaz.
Yarısı ona verilince geri kalan yarısı da dayılara verilir. Çünkü
mûsîye amcadan sonra yakın
olanlar
onlardır. Geriye kalan yarı da.
sanki iki dayıdan başka akrabası yokmuş gibi davranılır.
İtkânî.
«Çünkü
onda hak sahibi olan biri yoktur.»
Çünkü cemî (çoğula) itibar etmek
gerekir. İtkânî.
Sahıbeyne
göre; vasiyetin tamamının
üçtebiri amcanındır. Ğureru'l-Efkâr. Bu, Zeylaî ve Kâfî'den
naklen
geçen söze mebnîdir. Düşün.
M
E T İ N
Bir
kimse «falanın çocuklarına» diye vasiyette bulunsa, vasiyet erkek ve kız
çocuklara eşit olarak
verilir.
Çünkü «çocuk» ismi hepsine hatta hanımın karnındaki çocuğa şamil olur.
«Falanın
çocukları»nın şumulüne, kendi çocuğu varsa, oğlunun çocukları girmez. Şayet falanın
kendi
kızları ve oğlunun oğulları olsa,
hakikatle amel edilerek vasiyyet kızlara verilir. Hakîkatle amel
mümkün
olmaz, sözü geçersiz kılmamak için mecaza hamledilir. (kendi çocuğu yoksa torunlarına
verilir.)
Kızın çocukları vasiyetin şumulüne girmezler. İmam Muhammed'den bunların da gireceği
rivayet edilmiştir. İhtiyâr.
Şayet
mûsî, «falanın varislerine» diyerek vasiyette bulunsa. Erkekler iki, kızlar bir alırlar. Çünkü bu
sözüyle verasete itibar etmiştir.
İ
Z A H
«Çünkü
«çocuk» ismi hepsine... şamildir.» Çünkü bu ister erkek ister kız, ister tek ister çok olsun
çocuk
için cins isimdir. İhtiyâr.
«Hattâ
hanımın karnındaki çocuğa... ilh...» Bunun, çocuğun vasiyet anından itibaren altı aydan dahi
az
bir müddette doğması hali ile kayıtlanması, vasiyet anında onun varlığının
tahakkuku içindir.
Nitekim
bunu, «karındaki çocuğa vasiyet» konusunda söylemişlerdir.
T.
«...Kendi
çocukları varsa oğlunun çocukları girmez.» Bu, «falan» husûsû baba olduğu takdirdedir.
Ama
bir kabilenin veya oymağın babası ise (Zühreoğulları gibi) kendi çocukları olsa bile, çocukların
çocukları
da vasiyete dahildirler. İnciye. Tamamı
Minah'tadır.
«Çünkü
o verasete itibar etmiştir.»
Çocuklar ve kardeşler arasındaki verâset de böyledir. Ayrıca
müştak
(türemiş) bir ismi açıkça söylemek, hükmün, bu ismin
türediği kök üzerine terettüp
edeceğine
delildir. O zaman vasiyetin gerekçesi veraset olmuş olur. Zeylaî. Bununla açığa çıkmış
oluyorki: «Erkek için iki kadının hissesi vardır.» âyeti tüm varislere şamil değildir. Aksine sadece
çocuklarla kız ve erkek kardeşlere mahsustur. Diğerlerinde herkesin kendi hissesine göre taksim
edilir.
Bu İsaf ve Hassaf'ta, vakıf
meselelerinde zikredilmiştir. Vasiyet de vakfın
benzeridir.
M
E T İ N
«Falanın
varislerine ve akabine»
tarzındaki ve aynı manadaki vasiyetlerde, vasiyetin sahih olması
için
varislerine vasiyette bulunulan şahsın, mûsî (vasiyet eden) den önce ölmüş
olması şarttır.
Çünkü
vâris ancak, ölümden sonra söz
konusudur. Bir de eğer onlarla birlikte kendisine vasiyet
edilen
başkası varsa bırakılan mal önce sayılarına göre paylaştırılır. Daha
sonra da varislere düşen
erkeklere iki, kadınlara bir hisse olmak üzere taksim edilir. Nitekim bu daha önce geçmişti.
Şayet
mûsî, varislerine veya akabine vasiyette bulunduğu şahıstan önce ölürse vasiyet batıl olur.
Eğer
bunlarla birlikte başka müsâleh (kendisine vasiyet edilen) ler varsa;
meselâ adam «falana ve
varislerine
ve akabine vasiyet ettim» demişse vasiyetin tamamı mûsâ leh olan falanadır. Varisleri ve
akîbi
bir şey alamaz. Çünkü isim (varisler kelimesi) onları ancak ölümden sonra içine olır. Tamamı
Sirac'tadır. Yine orada; «akîb erkek ve kız çocuklarıdır. Eğer onlar ölmüş iseler çocuğun
çocuklarıdır. Kadınların çocukları buna girmezler. Çünkü onlar, onun değil, babalarının akibidir»
denilmektedir.
İ
Z A H
«Çünkü
varisler ancak ölümden sonra söz konusudur.» Zîra onların varis oluşu ancak mürisin
ölümünden
sonra tahakkuk eder. Akıb de aynıdır. Çünkü o, insan öldükten sonra peşinde kalan
çocuklardan
ibârettir. Hayatta iken, akibi
olmaz. Sirac'tan naklen Minah.
«Blr
de eğer... ilh...» Yani gecen sıhhat şartı bulunduktan sonra, onlarla birlikte kendisine vasiyet
edilen
başkası
varsa...
«Önce
sayılarına göre...» Yâni varislerin ve kendisine vasiyette bulunulan diğerlerinin adedine
göre...
«Daha
sonra da varislere düşen ilh...» Bunu «varisler» sözüyle özellikle kayıtladı. Çünkü bir erkeğe,
iki
kadın hissesi karşılığı taksim, vârislere mahsustur. «Akıb» ismi ise, hepsine şamildir. Erkek ve
kız
çocuklar eşittirler. Minah'ta böyle denilmiştir.
«Nitekim
daha önce geçmişti...» Yani metinde, az önce «varisler için taksim böyledir»
diye.geçmişti.
«Sonra
eğer...» Yâni kendileri ile başka musa leh varsa. mezkür şart bulunmadığı için varislere
veya akibe vasiyyetin batıl oluşuna hükmettikten sonra. Aşağıdaki misalde o, veresesi veya akıbı
için
vasiyette bulunulan şahıstır. Minah'ta misal gösterildiği gibi, yabancı birisi
olursa da aynıdır.
Anla.
«Çünkü
isim (varisler) onları ancak
ölümden sonra içine alır.» ölmeden önce ise maduma vasiyet
olur
ki. «falana» ortak olamazlar. Bir kişiye ve bir ölüye vasiyette de durum aynıdır. İtkânî.
TENBİH
:
Anlatılanlardan. Şurunbulâliyye'nin «malın üçte birini vasiyet» konusunda söylediklerinin geçersiz
olduğunu
öğrenmiş oldum. Şurunbulâliyye orada
şöyle der: «Bir kimse filana ve akıbine» diye
vasiyette bulunsa. filanın, vasiyetin tamamında hak sahibi oluşu. altı aydan daha önce bir çocuğun
dünyaya gelmesi durumundadır. Aksi halde, vasiyette ortak olmalarına manî bir şey yoktur.» Böyle
bir
ifadenin Şurunbulâlî gibi biri
tarafından söylenmiş olması hayret vericidir. Çünkü eğer, bundan
önce
doğmuş olsa idi vasiyete girmezdi. Dikkatli ol.
«Kadınların
çocukları buna girmezler.» Ama nesle vasiyette bulunursa bunun aksinedir. Çünkü
nesil
sözünün şumulüne kadınların çocuklarıda girerler ve vakıf ve vasiyetin taksiminde eşit
olurlar.
Ebussuûd, Hassaf ve başkalarından naklen.
M
E T İ N
Filân
oğullarının yetimlerine, -yetim, baliğ olmadan önce babası ölene verilen isimdir. Hz.
Peygamber
(s.a.v.) «büluğdan sonra yetimlik
olmaz» buyulrumuştur.- Körlerine kötürümlerine ve
düşkün
dullarına -düşkün dul erkek olsun kadın olsun hiç bir şeye gücü yetmiyendir. Peşindeki
ifade
bunu te'yid eder.- Yapılan vasiyette. eğer bunlar nesep ve yazı olmadan sayılabiliyorlarsa,
bunların
fakirleri, zenginleri erkek ve kadınları girerler. Çünkü sayılabilirlerse bu vasiyet onlar için
bır
temlik olur. Ama sayılamazlarsa (çoksa) sadece fakirlerine verilir. Bu durumda vasi
istediklerine
verir.
Zira temlik mümkün değildir. O
zaman bununla kastedi'lir. Şerhu't-Tekmile.
İ
Z A H
«Bülûğdan
sonra yetimlik olmaz.» Bu hadisi Ebû
Davud, «İhtilamdan sonra yetimlik olmaz.» lâfzı ile
rivayet etmiştir.
«Düşkün
dullarına...» «Düşkün dul» diye terceme edilen eramil kelimesi için Muğrib'de, «Ermele:
ihtiyaç duydu demektir.» denilmiş sonrada Tezhib'den naklen şunlar ilave edilmiştir: Erkek ve
kadından,
hiç bir şeye muktedir olmayana
ermele denilir. Kocası olan zengin kadına ermele
denilmez.
Şabi'de
şöyle der: «Dul (ermel)
denilmesi için dişilik şart. değildir. Erkek de kadın da bu kelimenin
şumulüne
girer. Ancak sahih olan Muhammed'in
şu tefsiridir. Ermele : Kocası ölen veya
kendisinden
ayrılan, yetişkin dul kadındır. ölen kocası kendisi ile zifafa girmiş olsa da olmasada
fark
etmez. Muhammed'in sözü lügatta
hüccettir. Kifâye. Nihâye'de, buna ihtiyaç kaydı da
eklenmiştir. Çünkü bundaki gerçek mana kocası tarafından nafakası temin edilmediği için azığının
bitmesidir.»
Sa'diyye'de Muhit'ten naklen : «Erkeğe nadir olarak ermel (dul) denilir. Kayıtsız olan söz halk
arasında
yaygın olana hamledilir.» denilmektedir.
«Bunu
te'yid eder..» Çünkü devâmında, «erkekleri ve kadınları» demiştir. Şârih bu sözünde İnâye
sahibine
tâbî olmuştur. Ama bu uygun değildir. Çünkü onun; «fakirleri ve zenginleri» demesi, buna
ters
düşmektedir. Bu yüzden Şa'diyye'de : «Zârihe göre, musannıfın sözü, karışıklığın olmamasına
binaen
taksime dairdir» denilir.
«Hesap
ve kitap olmadan...» Bu, Ebû
Yûsuf'un görüşüdür. İmam Muhammed'e
göre, eğer sayıları
yüzden
fazla iseler sayılamıyorlar demektir. Bazı âlimler ise. bunun tâyininin hâkimin görüşüne
bırakıldığını
söylerler. Fetvâ da buna göredir. En kolayı
Muhammed'in dediğidir. Hâniye'den naklen
Kifaye. Müftâbih olana da İhtiyar'da : «Muhtar olan ve İhtiyatlı olan budur» denilmiştir.
«Sayılamayacak kadar çoklarsa soaece fakirlerine verilir.» Çünkü vasiyetten maksat tâattir. Bu da,
ihtiyacı gidermek ve açlığı savmakla olur. Bu isimler, ihtiyacın tahakkukunu akla getirirler. O halde
bunun
fakirlere hamledilmesi caizdir. Dürer.
M
E T İ N
«Falanın
oğullarına» diye yapılan bir vasiyet, zenginde olsalar
sadece erkeklerine ait olur. Ama
«falan»
sözcüğü bir kabile veya bir boy ismi ise o zaman kadınlarına da şamil olur. Çünkü bu
durumda
«oğullar»dan maksat, mücerred bir intisâb olur. «Adem oğulları» demeye benzer. Bunun
için
bu sözün şumulüne, mevle'l-alaka
(azad edilen köle) ve mevla'l-Müvâlât (yani müslüman olup
da
kimsesi olmayan veya nesebi belli olmayan birisi ile velâyet
anlaşmasında bulunan) ve onların
halefleri
girerler. Bu, anılanlar sayılabilir oldukları takdirdedir. Sayılmazlarsa vasiyet
batıldır.
Şerhte
geleceği üzere,kendileri ile yardımlaşmaanlaşması yapanlar (Mütercim).
Bu
konuda asıl şudur: Eğer vasiyet,
«fa'an oğullarının yetimleri» sözünde olduğu gibi, ihtiyaç
manası
taşıyan bir isimle olmuşsa, musâ lehler sayılamıyacak kadar çokta olsalar vasiyet sahihtir.
Çünkü
bu durumda Allah için yapılmış
demektir ve o da malumdur. Fakat,
ihtiyaç manası taşımayan
bir
isimle yapılmışsa, musâ lehler mahdutsa sahihtir ve bir temlik kabul edilir. Mahdut değilseler
batıldır.
Meselenin tamamı
İhtiyar'dadır.
İ
Z A H
«Sadece erkeklerine ait olur.» Sahibeyne ve İmam Ebû Hanife'den gelen bir rivayete göre,
kadınlarda
vasiyete dahil olurlar. Mülteka.
Oğulların çocuklarından başka hiç birisi olmadığında da
bu
ihtilaf carîdir. Kızların
oğullarının bu vasiyete girıp girmeyecekleri konusunda İmamı Azâm'dan
iki
rivayet vardır. Eğer falanın bir
oğlu ve oğullarının oğulları olsa
oğul vasiyetin yarısını alır.
torunlar
bir şey alamazlar. Sahibeyne göre
ise. kalan kısım torunlara verilir. Askarî doğum müddeti
içinde
(vasiyetten itibaren altı ay içinde) doğan cenin de vasiyete dahildir. İtkânî. Özetle.
«Ama falan sözcüğü bir kabile veya boy ismi ise...» Araplara göre insanları bir araya getiren
tabakalar
altıdır. Bunlar Şa'b, Kabile, İmâret, batın, fahiz ve fasile'dir.
Şa'b,
kabileleri içine alır. Kabile İmaletleri içine alır ve bu sırayla devam eder. Buna göre
(mesetâ)
Huzeyme Şa'b, Kinane kabile, Kureyş İmâ! ret, Kusâ batın. Hâşim fahiz, Abbas'da fasile'dir. Bunu
Keşşaf
sahibi
söylemiştir.
«Mevle'l-Atâka..» Yani azad edilmiş olan köle. Mevle'l-Müvâlat; yani mevla-ı esfel . O, anılan
guruptan
birinin velayet anlaşması yaptığı kimsedir. Böyle olunca, o toplumun tümünün mevlası
olur.
Düşün.
Velât
muvalâtta bulunan: Yani müslüman
olan veya nesebi belli olmayan şahıs (Mütercimi)
«Halefleri...» Yani bir kabileye gelip de onlara karşılıklı olarak yardımlaşma yapmak için
yeminleştikleri kişi. İtkânî.
«İhtiyaç manası taşımayan bir isimle...» Mesela; falan oğullarının gençleri, eşrafı, fukahası gibi.
Hindiye.
M
E T İ N
Kendisinin
azad ettikleri ve kendisini azad edenleri bulunan bir kimse, mevlâlarına vasiyette
bulunsa.
bu vasiyet batıl olur. Çünkü mevlâ
lafzı iki manada müşterektir. Bize göre onun için umum
yoktur.
Birisine delalet edecek bir karine de yoktur. Ulemamıza göre bu konu da
nefyle isbat
(olumlu
ve olumsuz) arasında fark yoktur. Şemsu'l-Eimme ve Hidâye müellifi (Merginâni) nefyden
sonra
vakî olduğunda bunun umum ifade edeceği görüşünü tercih etmişlerdir. Buna göre; «Bir
kimse; falanın mevlâları ile konuşmamaya yemin etse bu, mevlâyı esfel ve mevlâyı âlâya şâmil
olur.»
sözleri kelime nefyde vâki olduğundan dolayı değil,
kişiyi yemine sevkeden amil onun buğzu
olduğu
içindir. Buğzda değişmez. İnâye.
Bunu, musannıf da ikrar etmiştir.
Ama eğer musî
ölümünden
önce «mevle'l-Alâ veya mevle'l-Esfel» diyerek musâ lehi tayin ederse vasiyet sahih olur.
Çünkü
manî zâil olmuştur.
Mevlâyı esfel'in izahı önce geçmişti. Mevlâyı â'Iâ: Yeni müslüman olan veya nesebi meçhul
olan
kişinin
velâsını kabul eden şahıstır. Mevle"latâka konusunda, azad eden MevIeI'a'lâ. azad edilen de
Mevle'lesfel'dir.
(Mütercim)
Mevlâlara
yapılan vasiyete hasta olmadan önce
ve öldüğündeki hastalığında azad
ettiği köleler
girerler.
Müdebberleri ve ümmü veledleri ise
girmezler. Ebû Yusuf'tan bir rivayete
göre ise onlarda
girerler.
İ
Z A H
«Bu
vasiyet batıl olur...» Bu meselenin sekiz surete ihtimali vardır. Çünkü müsînin ya
mevlâyı
âlâları
ve mevlâyı esfelleri veya bunlardan
sadece bir mevlâsı, ya da birisinden mevtâları
öbüründen
de bir tek mevlâsı vardır. Bu ikisinde de iki suret vardır. Her birisinde müsî ya tekil
siğasını
ya da çoğul siğasını kullanmış olabilir. Musannıfın ifadesi iki cihetten de mevlâlar çok
olduğu
ve müsînin çoğul siğası kullandığı
durumla ilgilidir. Diğer suretler araştırılsın. T.
Ben
diyorum ki: Âlimler burada çoğulun,
iki ve daha fazlası için kullanıldığını söylemişlerdir. Buna
göre,
iki kişi bulunsa vasiyetin tamamını
alırlar. Bir kişi bulunursa yarısını alır. Yine ben diyorum ki:
«Mevlâ»
kelimesi, çocuk kelimesi gibi cins ismidir. Teke de çoğa da şamildir. İki gurup bir arada
söylenince vasiyet batıl olur.
Düşün.
«Şemsü'l-Eimme ve... tercih etmişlerdir» Muhakkak İbn. Hümam'da Tahrir de bunu tercih etmiştir.
«Buna
göre...» Yani, bizim âlimlerimize göre umuma delâlet etmeme konusunda nefy ile isbatın
farkı
olmadığını bildiğine göre..
T.
«Kişiyi
yemine sevkeden âmil, onun buğzu olduğu içindir.» Yâni
falana olan buğzudur. Yahutda,
buğzu
muhtelif değildir. Yani, buğz tek
şey olduğu için, kendisinde ortaklık olmaz.
Ben
derim ki: «Evet âmilin bir olduğunu
kabul ediyoruz. Ama söz mevlâ lafzı hakkındadır, ve sâik
tek
olduğu için her iki manası da murâdedilmiştir. O halde sözün umûmu icâbeder. Ancak şöyle
denilmesi
müstesnadır: Kendisi ile iki manaya da şamil olması murad edilmek suretiyle, saikin bir
oluşu
onun, mecazın umûmundan karinedir.
O iki manada azad eden ve edilendir.
«Çünkü
manâ zail olmuştur.» Yâni maksadın anlaşılmamasıdır.
«Azad ettikleri gîrerler...» Yani musînin hastalığında ve sağlığında, vasiyetten önce
ve sonra azad
ettiklerinin
hepsi eşittir. Çünkü vasiyet ölüme
bağlıdır. Ölüm esnasında bunların
herbiri için velâ
sabittir,
ve vasiyete hak kazanır. Onların erkek ve kadın olan çocukları da girerler. Çünkü bunlar,
velâ
da azad eden mevlâya nisbet edilirler. Dolayısıyla babalarıyla birlikte onlarda vasiyete dahil
olurlar.
MevIe'l-Müvâlât ve mevtânın mevlası
konusunda ise çocuklar, ancak babalarının
bulunmaması
halinde vasiyete girerler. Çünkü onlar manâda hakikat değildirler. İhtiyar ve
Mültekâda
da böyledir.
«Müdebberleri
ve Ümmüveledleri girmezler...» Çünkü
bunlar vâsinin ölümünden sonra
mevlâsıdırlar,
vasiyet esnasında değil.
«Ebû
Yûsuf'tan bir rivayete göre ise onlarda girerler;» Çünkü velâye istihkak sebebi mevcuttur.
İtkânî.
M
E T İ N
Bir
kimse malının üçte birini fakirlere vasiyet etse, delilleri ile birlikte üç tanecik mesele bile bilmiş
olsa,
şerî meseleler de tedkîkatta bulunanlar vasiyete dahil olurlar.
Kınye'de de böyledir. Kınye'de:
«Denilmiştir
ki (Meseleye nüfûz edemezse)
binlerce meseleyi ezberlemişte olsa vasiyetin şumûlüne
girmez».
denilmektedir.
i
Z A H
«Tedkikatta
bulunanlar...» Yâni delilini düşünerek araştırmada bulunanlar.
«Delilleri ile birlikte üç tanecik mesele bile bilmiş olsa..» Fakih Ebû Câfer'den şöyle dediği
nakledilmiştir: «Bize göre fakih fıkıhta son mertebeye ulaşandır. Fıkıhla uğraşan fakih değildir.
Onun
için böyleleri vasiyetten bir nasib
alamaz. Memleketimizde, üstadımız Ebû Bekir Ames
Tûrî'den
başka fakih denilecek kimse yoktur.
Yine
Kınye'de şöyle denilmektedir: «Bir kimse eşrafa vasiyette bulunsa, Fakih Ebû
Câfer'den hikaye
edildiğine
göre caiz olmaz. Çünkü onlar sayılamayacak kadar çoktur ve bu isimde fakir ve ihtiyaç
manasını
taşıyan bir yön yoktur. Ama, eşrafın fakirlerine vasiyet etse caizdir. Fakihlere vasiyet de
buna
benzer.»
Ben
derim ki: İs'af'ta, «fakat, kötürümlere, körlere, Kur'an okuyuculara, fakihlere ve hadisçilere
vakıf
câizdir ve bunlardan fakir olanlara
sarfedilir. Çünkü kullanma itibariyle isimler fakirlik
manasını
hissettirmektedir. Körlük ve ilimle meşguliyet kazanca
manî olur ve bunlar genelde fakir
olurlar.
Bu esahtır.»
denilir.
«Denilmiştir
ki; binlerce meseleyi ezberlemişte olsa...» Yani delilsiz olarak Kınye'de, âlimler
vasiyetin bir çok meselesinde örfe itibar ederler. Acaba mûsî'nin örfüne neden itibar etmiyorlar?'»
denilmektedir. T.
Ben
derim ki: Anlaşılan bu, onların zamanındaki örfleri imiş, Comiıu'1Fusuleyn'den kayıtlanmıyan
sözün,
örf haline gelmiş olana sarf edileceğini takdim etmiştik. Eşbah'ta: «Adet hakem kılınır»
kâidesinden hareketle, vakıf yapanların sözleri örfleri üzerine mebnîdir. Fethu'l-Kadir'in vakıf
bahsinde
de böyledir. Nezredenin, vasiyette bulunanın ve yemin edenin durumu da aynıdır»
denilmiştir.
Nitekim şarih, kitabın başında fıkhı tarif ederken onun, üçden aşağı olmamak üzere
fürû'u
ezberlemek olduğunu söylemişti. Bahr sahibi bunu Mültekâ'ya nisbet etmiş sonra
da :
«Tahrir'de
zikredildiğine göre, yayğın olan ister delilleriyle olsun ister delilsiz ferî meseleleri
ezberleyene
itlak edilir»
demiştir.
M
E T İ N
Bir
kimse, kabrinin çamurla sıvanmasını veya üzerine kubbe yapılmasını vasiyet etse bu vasiyet
bâtıldır.
Nitekim Hâniyye ve başka kitaplarda da böyle denilmektedir. Bunu daha
önce Sîrâcîyye ve
başka
eserlerden nakletmiştir. Ancak orada Kerûhiyye bahsinde muhtar olan görüşe göre kabirleri
çamurla
sıvamanın mekruh olmadığını
takdim etmiştik. Kabri çamurla sıvama konusundaki
vasiyetin batıl oluşunu söylemek, onun mekruh
olduğu görüşüne mebni
olmalıdır. Çünkü bu
durumda
o, mekruh olan bir şey vasiyet olur. Bunu Musannıf söyledi.
Ben
derîm ki: Aynı şekilde, kabrinin yanında Kur'an okunmasını
vasiyet etmenin batıl oluşu,
kabirler
üzerinde Kur'an okumanın mekruh olduğu görüşü veya taât için adam kiralamanın caiz
olmayışına
binaen söylenmiş olsa gerektir. Ama, bunların (kabir üzerinde Kur'an okumak ve tâat
için
adam kiralamanın) câiz olmaları müttâbih olduğuna göre bunları vasiyet de
mutlak olarak caiz
olmalıdır.
Meselenin tamamı Eşbah haşiyelerinin vakıf
bahsindedir.
Tenviru'l-Besâîr'de:
Kur'an kıraatı veya ders vermek için, vakıfta bulunan şahsın tayin ettiği
yerin,
teayyün edeceği belirtilmiştir. Buna göre; eğer tayin edilen yerde yapılmazsa, kendisine şart
koşulan
kişi, vakfedilen şeyde hak sahibi
olamaz. Nitekim Manzume şerhinde şöyle denilmektedir:
«Vakıf
yapanın şartına uymak gerekir. Onun tayin ettiği yerden başka bir yerde yapılmakla o yerin
ihyası olan, vâkıfın maksadı yerine gelmemiş olur. Bu meselenin tahkiki, Dürretü's-Seniyye
adındaki
kitapta, Câmekiyyeye istihkak meselesindedir.»
İ
Z A H
«Ancak orada... kabirleri sıvamanın mekruh olmadığını takdim etmiştik.» Bu, sadece kabri
sıvamaktan
istidraktır. Üzerine kubbe yapma
konusu ile ilgisi yoktur. Kabrin
üzerine kubbe yapmak
ittifakla
mekruhtur. T
«Çünkü
bu durumda o, mekruh olan bir şeyi
vasiyet olur.» Bunun gereği; vasiyetin sahih olması
için
vasiyet edilen şey mekruh olmamalıdır. Vasiyet bahsinin baş tarafında onun dört kısım olduğu
ve
fısk ehli için mekruh olduğu
geçmişti. Buradakinin muktezası bu vasiyetin batıl oluşudur.
Vasiyet
ya sıla yada bâattır. Kabri sıvamak ise bunlardan hiç birisi değildir. O halde batıl olur.
Fasıka
vasiyet ise böyle değildir. Çünkü
o sıladır ve kullar açısından istenilir. Dolayısıyle, her ne
kadar
zengine vasiyette olduğu gibi, tâat değilse de sahihtir. Çünkü o daha önce de geçtiği üzere
tâat
değil, mübahtır. Benim anladığım bu.
Bunu açıklar mahiyette sözler
Zımmi'nin vasıyeti bahsinin
başında
gelecektir.
«Kabirler
üzerinde Kur'an okumanın mekruh olduğu görüşü... üzerine binaen söylenmiş olsa
gerektir.»
Ben
derim ki: Velvaliciyye'deki şu ifadeden dolayı hüküm böyle değildir: «Bir kimse bir arkadaşının
veya yakınının kabrini ziyaret etse ve yanında Kur'ân'dan bir şeyler okusa iyi bir şeydir. Bunu
vasiyette ise hiç bir mana yoktur. Okuyanın ödüllendirilmesinde de manâ yoktur. Çünkü bu Kur'ân
okuması
için adam kiralamaya benzerki o da batıldır. Halifelerden hiç birisi bunu yapmamıştır.»
Velvâliciyye'nin sözleri harfiyyen böyle.
Görüldüğü
gibi Velvalîciyye sahibi kabir üzerinde Kur'ân okumanın iyi, bunu vasiyetin ise batıl
olduğunu
açıkça ifade etmiştir. O halde, kabir üzerinde Kur'ân okumayı vasiyetin bâtıl oluşu; orada
Kur'ân
okumanın mekruh oluşuna mebnî
değildir.
«Veya
tâat için adam kiralamanın caiz olmayışı... ilh...» Yani yahut da, tâat
için adam kiralamanın
caiz
olmayışı görüşüne mebnidir. Onun
için adam tutmaya cevaz verilişi
konusunda düşün. Çünkü
bunu
caiz görenler insanların hayra
rağbetinin azalmasından dolayı yok olur korkusuyla Kur'ân,
fıkıh
veya ezan öğretmek yada imamet için adam kiralamak da olduğu gibi zaruret halinde caiz
görmüşlerdir.
Kabir üzerinde veya başka bir yerde Kur'ân okumak üzere adam kiralamakta ise
hiçbir
zaruret yoktur. Rahmetî.
Ben
derim ki: «Doğrusu budur. Bu
meselede bazıları: müteehhirun ulemaya göre, bütün tâatlerde
adam
kiralamanın cevazının müftabih
olduğunu zannederek hata etmişlerdir. Halbuki müteehhirun
ulemanın
fetva verdiği, Kur'ân öğretmek, ezan
okumak ve imamlık için adam
kiralamaktır. Musannıf
Minah
ta icâre bahsinde Hidâye sahibi,
bütün şarîhler ve fetva kitaplarının müellifleri bu cevazına
gerekçe olarak zarureti ve bunların yok olma korkusunu göstermişlerdir. Şayet her taât için adam
kiralamak caiz olsaydı namaz. oruç ve hac için de câiz olması gerekirdi. Oysa bu ittifakla batıldır.
Ben
bunu uzunca bir risalede ele aldım ve fasid icareler bölümünde, taat için adam tutma
meselesinden de bir nebze bahsettim.
Kur'ân
okumak üzere adam kiralamak her ne kadar örf halini almışsa da, örf bunu caiz kılamaz.
Çünkü
nassa aykırıdır. O nass Hidâye sahibi gibi imamlarımızın istidlal ettikleri şu hadistir:
«Kur'ân'ı
okuyunuz, karşılığında (birşey) yemeyiniz». Örf. nassa aykırı olduğu
zaman ittifakla
reddedilir.
Bunu iyi öğren ve Allah'ın âyetleri
karşılığında az bir para satın alanlardan ve onu
maiyşet
temini için dükkan haline
getirenlerden
olma.
«...
Müftâbih olduğuna göre, bunları
vasiyet mutlak olarak caiz olmalıdır» Yani, vasiyetin batıl oluşu
ister
kabir üzerinde Kur'ân okumanın mekruh oluşu meselesine mebnî olsun, ister tâat üzerine
icârenin
câiz olmayışına mebnî olsun
eşittir.
Ben
derim ki: Bu bahsin nakledilen ibarelere aykırı olduğunu öğrendin. O, makbul
değildir. Aksine
batıl
oluşu, Velvâliciyye'den naklettiklerimize mebnidir. İhtiyar'da ve kitapların çoğunda bu açıkça
belirtilmiştir.
O da Kur'ân okumak üzere adam kiralamaya benzer. Muteehhırûn ulemanın fetvâ
verdiği,
Kur'ân okumak için değil, Kur'ân
öğretmek için adam kiralamanın caiz oluşudur.
«Eğer
tayin edilen yerde yapılmazsa...
ilh...» Yani orada yapmak mümkün
olduğu halde yapılmazsa.
Hânûtî'nin
fetâvâsında ki şu ifadeler buna
delalet etmektedir: «Vakfeden kişi, birisi için belli bir şey
şart
koştuğunda, çalışmaya manî bir şey
bulunduğu ve kendisinin bir kusuru olmadığı zaman onu
hak
eder. Şart koşulan kişi ister nâzır (mütevellinin vakıf hakkındaki
tasarruflarına nezâret etmek ve
ona
danışmanlık yapmak üzere tayin edilen kişi) ister Câbî (vakfın gelirini toplamakla görevli olan
kişi)
gibi başka birisi olsun farketmez. Bir hoca, kendi medresesinde ders vermek mümkün olmaz
bir
hale geldiği için, başka bir medrese de ders verdiğinde de durum aynıdır. Nitekim şarih de,
Nehr'den
Vakf bahsinin sonundaki çeşitli meseleler bölümünün baş tarafında bir konu olarak
nakletmiştir.
Onun benzeri Hamevi'nin haşiyesinde
de vardır. Allah (c.c.) en iyisini bilir.