Hicretin Sekizinci Senesi
Hazret-i Zeyneb’in Vefatı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin sekizinci senesine kızı Hz. Zeyneb’in vefatı hadisesi ile girdi.
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice ile evliliklerinin kızlardan ilk meyvesi idi. Gariptir ki, Peygamberimizin İbrahim hariç, diğer erkek çocukları İslâmdan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri halde, kızları muhterem babalarının risalet devresine yetişmişlerdir. Yine Hz. Fâtıma hariç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefât etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kibriyânın bekâ âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz otuz yaşlarında iken dünyaya gelmişti.1 Annesi Hz. Hatice ile birlikte iman etmişti. Peygamber Efendimize risâlet kırk yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb Müslüman olduğunda henüz on yaşlarında bulunuyordu demektir.0
Hz. Zeyneb’in kocası Ebû’l-Âs bin Rebi’, Hz. Hatice’nin kızkardeşi Hâle’nin oğlu idi. Zaten evlilikleri de Hz. Hatice’nin arzusu üzerine olmuştu.
Ebû’l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb’in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü, henüz o sıra Cenab-ı Hak tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hükmü gelmemişti.2
Hz. Resûl-i Ekrem, Medine’ye hicret ettiği halde, kocasının müsaade etmeyişi sebebiyle değerli kerimesi Hz. Zeyneb Mekke’de kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak, rahmet-i İlâhî Ebû’l-Âs’ı Bedir Muharebesinde Müslümanların eline esir düşürmekle, Hz. Zeyneb’in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zişan Efendimiz, esirler arasında bulunan Ebû’l-Âs’ı fidye almaksızın serbest bırakınca o da bu taltife bir karşılık olsun diye Hz. Zeyneb’i Mekke’ye varır varmaz, Medine’ye muhterem pederinin yanına göndermişti.
Hicretin 7. yılında Ebû’l-Âs da Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb’i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi.1
Hz. Zeyneb vefât edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kerimesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıkarıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı.2 Sonra kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve şu müjdeyi verdi:
“Zeyneb’in zâifliğini düşünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah’a yalvardım. O da bu isteğimi kabul buyurdu.”3
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyneb’i ilk defa üzerinde taşıdığı sedirde kabre koydu. Kabre de Hz. Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs bin Rebi’in yardımıyla indirdi.
Hz. Zeyneb Mekke’den Medine’ye deve üzerinde hevdeç içinde hicret ederken, Zîtuvâ mevkiinde, Kureyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hadise çocuğunun düşmesine sebep olmuş, kendisi de akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefâtına sebep olarak bu hastalık zikredilir.4
* * *
Amr bin Âs, Halid bin Velid ve Osman bin Talha’nın Müslüman Olması
Hicretin 8. senesi, Sefer ayı. Peygamber Efendimizle Müslümanların, Hz. Zeyneb’in vefâtıyla Hicretin sekizinci senesine üzüntü ile girdiklerini söylemiştik. Ancak bu acı olayı, tatlı hâdiseler takib edince, üzüntü ve keder de ortadan kalkıyordu. Bu üzücü hadiseden hemen sonra, Arabın üç meşhur şahsiyeti olan siyaset dâhisi Amr bin Âs, harp dâhisi1 Hâlid bin Velid ve Osman bin Talha Medine’ye geldiler ve Hz. Resûlullahın peygamberliğini tasdik ederek İslâm dairesine girdiler.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amr bin Âs Hicretin yedinci yılında Habeşistan’da, Habeş Necaşîsinin telkin ve tavsiyesiyle Müslüman olmuş ve orada Peygamberimiz adına Necaşîye bîat vermişti.2 Bu gelişi ise, Hz. Resûlullaha bizzat bîat etmek ve Müslüman olduğunu bildirmek içindi.
Necaşînin telkini ile Müslüman olan Arabın siyâset dâhisi Amr bin Âs, Habeşistan’da bundan sonra fazla durmak istemiyor ve Resûl-i Ekreme bizzat bîat etmek üzere Medine yolunu tutuyordu.
Bu sırada Mekke’den yine aynı gayeyle iki kişi daha çıkmıştı: Halid bin Velid ve Osman bin Talha. Kader bu üçünü Hadde denilen mevkide bir araya getiriyordu.
Amr bin Âs, Hz. Hâlid bin Velid’e, “Ey Ebû Süleyman! Nereye ve ne için gidiyorsun?” diye sorarak maksadını öğrenmek istedi.
Hz. Hâlid maksadını şöyle anlattı:
“Doğru yol artık apaçık belli oldu. Mesele aydınlığa kavuştu. Bu zât şüphesiz ki peygamberdir. Vallahi, ben hemen gidip Müslüman olacağım. Bundan sonra bekleyip durmam mânâsız. Zâten, aklı başında olanlardan İslâmiyete girmeyen pek kimse de kalmadı.”1
Amr bin Âs rahat bir nefes aldı. “Vallahi, ben de Muhammed’in yanına gitmek ve Müslüman olmak istiyorum,” diyerek aynı maksadı paylaştıklarını söyledi. Sonra da hep beraber Hz. Resûlullahın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istediklerini bildirmek üzere Medine’ye vardılar.
Bir zamanlar “Bütün Kureyş Müslüman olsa, ben yine Müslüman olacağımı sanmam” diyen, Peygamberimizin en şiddetli düşmanlarından hattâ bir ara vücudunu ortadan kaldırma fırsatını bile arayan Amr bin Âs. Yine bir zamanlar, müşrik ordularının başında, Müslümanlara karşı olanca cesaret ve maharetiyle çarpışan, İslâm ordusunun Uhud’da mağlûbiyeti tatmasına sebep olan Hâlid bin Velid ve bir başka şahsiyet Osman bin Talha. Şimdi bütün kötü niyetlerini bir tarafa bırakarak, hattâ unutarak, geçmişte yaptıklarının mahcubiyeti içinde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzurunda bulunuyorlardı. Müslümanlarda sevinç dalga dalga idi. Resûl-i Ekremin Müslümanlara söylediği şu idi:
“Mekke ciğerpârelerini kucağınıza attı.”2
Manzara ulvî olduğu kadar, ibretli ve ders de verici idi. İslâmın kılıçla, tahakküm ve zorla, tehdit ve korkuyla yayılmadığının, bilâkis ruh ve gönüllere tesir ederek, onları mânen fethederek, kendini onlara beğendirerek intişar etmiş olduğunun açık ve seçik bir ifadesiydi bu kudsî manzara. Savaştan, kılıçtan, kavgadan korkmayan bu bahadırlar, hiç bir korku, hiç bir tehdit ve hiç bir aldatma olmadan, gönüllerinden gelen samimî bir arzu ile Hz. Resûlullahın huzurunda diz çökmüş duruyorlardı.
Gerçi zor ve zulüm ile zahirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir. Ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez.
En büyük ve devamlı hâkimiyet ise, bütün fikirleri, kalb ve ruhları tesiri altına alarak ve kendini onlara zahiren ve bâtınen beğendirmek suretiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte bunu İslâmiyet namına Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gerçekleştirmiştir.
Teker teker bîat
Önce Halid bin Velid, Peygamber Efendimize (a.s.m.) sadakat elini uzattı ve Müslüman olarak saadet dâiresine girme şerefine erişti.
Resûl-i Ekrem, böyle bir bahadırın İslâmla müşerref olup kendi safında yer almasından dolayı Allah’a hamd ve senâdan sonra Hz. Halid’e şöyle dedi:
“Ben, zaten senin akıllı biri olduğunu biliyordum. Bu akıllılığın seni er geç hayra kavuşturacağını da ümit ediyordum.”1
Ancak, Hz. Hâlid, o anda huzurunda bulunduğu Hz. Resûlullaha karşı geçmişte yapmış olduklarından dolayı mahcup ve mahzundu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu. Yaptıklarının kalb ve ruhuna yüklediği ağır vebâl yükünü üzerinden atıp mânen hafiflik ve huzura kavuşturacak bir yol arıyordu. Server-i Kâinat Efendimize bu halini şöyle arzetti:
“Yâ Resûlallah! Sana karşı yapılmış olan harblerin hepsinde bulunduğumu biliyorsun. Benim bu husustaki vebal ve günahımın affı için Allah’a dua etsen.”
Resûl-i Ekrem, “Ey Halid! İslâmiyet kendisinden evvel işlenmiş olan bütün günahları siler, temizler,” deyip Hz. Halid’i mânen rahatlattı. Arkasından da şöyle duâ etti:
“Allah’ım, Hâlid’in, kullarını Senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün gayretleriden dolayı, yüklenmiş olduğu günahlarını affeyle.”1
O andan itibaren Hâlid, güç ve kuvvetini ve harp dehasını İslâm dininin yücelip yayılması, Hz. Resûlullahın muhafazası ve Müslümanların huzur içinde yaşayıp çoğalmaları için kullanacak ve bu uğurda gösterdiği kahramanlıklarından dolayı da Peygamber Efendimizden “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı)” ünvanını almaya hak kazanacaktır.
Hz. Hâlid bin Velid’den sonra, Peygamber Efendimizle soyu dördüncü dedesi Kusay’da birleşen Osman bin Talha, Müslüman olduğunu ilân ederek Resûl-i Ekreme bîat etti.2
Amr bin Âs’ın bîatı
Müşriklere bir çok siyasî taktik verip öğreten ve Müslümanlara en çok eziyet eden Benî Sehm Kabilesine mensup Amr bin Âs da, mahcup ve o âna kadar yaptıklarının pişmanlığı içinde Peygamber Efendimizin huzurunda bulunuyordu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu.3
Kendi tâbiriyle Resûl-i Ekrem Efendimize geçmiş günahlarının ve İslâma karşı yaptıklarının affı şartı ile “şartlı bîat” etmek istiyordu.
Peygamber Efendimiz de, “Bîat et ey Amr” dedi ve ilâve etti:
“Şüphesiz İslâm, daha önce olmuş olanları siler, yok eder. Hicret de daha önce olanları siler, yok eder.”4
Bu sözler, mahcup mahcup duran Amr’ın gönlünü rahatlattı. Daha dün, Hz. Resûlullaha düşmanlıkta en şiddetliler arasında yer alan Amr; ruh, kalb, akıl ve bütün lâtifeleri iman nuruyla nurlandıktan sonra, “İnsanlardan hiç biri, bana Resûlullahtan (a.s.m.) daha sevgili ve daha yüce olmamıştır”1 diyecektir.
Hz. Resûlullaha bîat ettikten sonra, Amr bin Âs (r.a.) Mekke’ye geri döndü.2
Resûl-i Ekrem ilerde göreceğimiz gibi Hz. Amr bin Âs’ı birçok askerî birliklerin başında vazifelendirecek ve Cenâb-ı Hak onun eliyle İslâma bir çok zaferler kazandıracaktır. En meşhur fethi de Mısır Fethi olacak; bu sebeple de “Mısır Fâtihi” diye anılacaktır. Şöyle demiştir: “Vallahi Müslüman oluşumuzdan beri mühim işlerde Resûlullah Aleyhisselâm, beni ve Hâlid bin Velid’i, Ashabının hiç birinden ayırmadı.3
* * *
Benî Mürre Seferi
Hicretin 8. senesi, Sefer ayı. Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan bin Harb komutasındaki on bin kişilik ordunun dört yüzünü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi.1
Ayrıca, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hicretin yedinci yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir bin Sa’d kumandası altındaki otuz kişilik mücahidler birliğinin yirmi sekizini de şehid etmişlerdi.2
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib bin Abdullah’ı iki yüz kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.
Galib bin Abdullah, emrindeki mücahidlerle Benî Mürrelerin çok yakınına kadar sokuldu. Orada mücahidlere bir hitabede bulundu. Özetle şöyle dedi:
“Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah Aleyhisselâm, ‘Benim kumandanıma itaat eden, bana itaat etmiş, ona saygısızlık eden de, bana itaatsızlık etmiş olur’ buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsızlık etmiş olursunuz”3
Mücahidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoklarını öldürdüler. Kadın ve çocukları da esir aldılar. Bir çok deve, sığır ve davarı da ganimet olarak ele geçirdiler.4
Hz. Üsâme bin Zeyd, Mirdas bin Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu kumandan Galip bin Abdullah’a gelerek şöyle anlattı:
“Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi.”
Galip bin Abdullah, “Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?” diye sordu.
Hz. Üsâme, “Hayır,” dedi, “vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim.”
Mücahidler hep birden, “Vallahi,” dediler, “sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen bir adamı öldürdün.”
Hz. Üsâme, yaptığına son derece üzüldü.
Galib bin Abdullah bundan sonra emrindeki mücahidlerle Medine’ye döndü.
Medine’ye gelince, Hz. Üsâme hadiseyi Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Kibriyâ hiddetle, “Ey Üsâme! Demek sen ‘Lâ ilâhe illallah’ demiş olan bir adamı öldürdün ha!” buyurdu.
Hz. Üsâme mazeret beyan etti:
“Yâ Resûlallah! O, ancak silahtan korktuğu için ‘Lâ ilâhe illallah’ demiştir.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu mazeret karşısında daha da hiddetlendi ve şöyle buyurdu:
“Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi, yoksa yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!” buyurdu.1
Hz. Resûlullahın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsâme der ki: “Resûlullah Aleyhisselâm, bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, keşke o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım, diye içimden temenni ettim.”1
Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsâme’nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalağa ile ifadesidir. Hz. Üsâme bu adamın kelime-i tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, “Fakat azabımızı görünce îmân etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermedi…”2 meâlindeki âyetin zahiri ile istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz sadece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.
“Size İslâm selâmı veren kimseye, dünya hayatının gelip geçici nimet ve ganimetini arzu ederek, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin”3 meâlindeki âyet-i kerime de bu hâdise üzerine nâzil olmuştu.4
* * *
Mü'te Muharebesi
Hicretin 8. yılı, Cemâziye’l-Evvel ayı. (Milâdî 629.) Peygamber Efendimiz, sadece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslâma dâvet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslâmı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) valisine de Ashabdan Hâris bin Umeyr el-Ezdî Hazretlerini nâme-i Humâyunla göndermişti. Busra o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırken Arap oldukları halde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans’a tâbi bulunuyorlardı.
Elçi Hâris Hazretleri, Dimaşk nâhiyelerinden Belka’a bağlı Mü’te köyüne varınca Bizans Kayzerinin Şam valilerinden olan Şürahbil bin Amrü’l-Gassanî’nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Hâris’in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği halde, onu hunharca öldürmüştü.1
Elçisinin şehid edildiği haberini alan Resûl-i Zişân son derece müteessir oldu. Sahabe-i Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zirâ, o ana kadar Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.2 Hz. Hâris, Hz. Resûlullahın şehid edilen ilk ve son elçisidir.
Bu bakımdan bu vahşice cinâyet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdise idi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâma karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi devletler arasında carî, “Elçiye zevâl olmaz” temel prensibini de ihlâl etmişti.
Hâdiseyi değerlendiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, derhal bir ordu teşkil etti. 3000 mücahidden meydana gelen bu ordunun başına da kendi azadlısı olan Zeyd bin Hârise’yi tayin etti.
Resûl-i Ekrem, Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettiğini belirttikten sonra da şöyle buyurdu:
“Zeyd şehid olursa, yerine Câfer bin Ebî Talib geçsin! Câfer şehid olursa, yerine Abdullah bin Ravâha geçsin! Abdullah da şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasib birini kendilerine kumandan seçsin!”1
Feraset sahibi Müslümanlar bu ifadelerdeki ince mânayı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, “Yâ Resûlallah, keşki sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak” derken, Hz. Resûlullah hiç bir cevap vermeyerek sustu.
Ya sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar? Onlar da âkıbetlerini Hz. Resûlullahın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri halde, yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emr-i Peygamberiye ruh u canla itâat ettiler. Evet onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı. Ama bu ölüm normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik. Gönüllerinde yatan tek gaye, İ’lây-ı Kelimetullah; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdetti.
İşte onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi.
İslâm ordusunun Medine’den uğurlanışı
Üç bin kişilik İslâm ordusu bir vücud haline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz beyaz bir sancak bağlayıp komutan Hz. Zeyd’e verdi ve “Hâris bin Umeyr’in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâmı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ! Etmezlerse Allah’ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!”1 diye emretti.
Bu tavsiyeden bile, İslâm ordusunun intikam duygusundan uzak, İslâmı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâla anlamak mümkündür.
Mücahidleri uğurlamaya Resûl-i Ekremle birlikte bir çok Müslüman da Seniyyetü’l-Veda’a (Veda’ Yokuşuna) kadar gelmişti. Resûl-i Ekrem burada durdu ve mücahidlere şu emir ve tavsiyelerde bulundu:
“Ben, size Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tasviye ederim.
“Allah yolunda Allah’ın ismiyle savaşınız!
“Ahde vefâsızlık göstermeyiniz!
“Küçük çocukları öldürmeyiniz!
“Kadınları, yaşlanmış pir-i fânileri katletmeyiniz!
“Ağaçları kesip yakmayınız!
“Evleri yıkmayınız!
“Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!”2 Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd bin Hârise’ye de şunları emretti:
“Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine dâvet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma. Sonra onları Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicrete dâvet et! Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!
“Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanların göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün, kendileri hakkında da uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!
“Eğer, Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye dâvet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma!
“Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah’ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
“Eğer, muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah’ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah’ın hükmüne göre teslim alma! Fakat kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah’ın, onlar hakkındaki hükmüne isâbet edip etmeyeceğini bilemezsin!
“Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah’ın ve Resûlunün emânını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resûlü adına emân verme! Fakat kendi emânını, babanın emânını ve arkadaşlarının emânını ver. Çünkü, siz kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu emân sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resûlü adına vermiş olduğunuz emân sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir.”1
Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz mücahidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, “Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin” diyerek duâ ettiler.
Medine’ye dönen Resûl-i Kibriyâ Efendimizi ise, Abdullah bin Ravâha (r.a.) şöyle selamladı:
“Geride kalan hurmalıkta kendisine vedâ ettiğim zâta; o, en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!”1
Artık, İslâm ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine’den uğurlanmıştı. Hz. Fahr-i Âlemin bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullahın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sinesine süzülen bu mücahidler kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa Suriye hududunda bulunan reisliğini Şürahbil bin Amr’ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat, hayır! Bu, işin sadece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu.
Şürahbil’in hazırlanması
Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahidler uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.
Bu sırada Şürahbil’in kulağına İslâm ordusunun Medine’den hareket ettiği haberi ulaştı.
Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius’a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi’l-Kura’ya gelip konmuş bulunan İslâm ordusuna karşı da kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücahidler, vuku bulan çatışmada komutan Sedus’u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil’in gözünü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm ordusu, Vadi’l-Kura’dan ayrılarak Şam topraklarından Maan’a gelip konakladılar. Mücahidler, burada korkunç bir haberle irkildiler:
“Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100.000 askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş.”
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de Hz. Zeyd, mücahilerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
“Resûlullah Aleyhisselâma mektup yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim, bize savaşacak er göndersin. Ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim.”1
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah bir Ravâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusunu kahramanca şöyle cevaplandırdı:
“Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzu ile yola çıktığınız şehidliktir.
“Biz insanlarla, ne sayıca, ne silahca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.
“Gidiniz! Çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!”2
Mücahidler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah bin Ravâha’dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nûranî birer alev halini aldı ve “Vallahi Ravâha’nın oğlu doğru söylüyor” diyerek cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
Hesaplaşmanın başlaması
Tarih, Hicretin sekizinci yılı, Cemâziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Mü’te meydanı idi.
Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu. Diğer tarafta, üç bin kişilik, hasmına kıyasla gayet az ve harp malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm ordusu. Birincisinde her şey var, bir tek şey yok. İkincisinde ise düşmana nisbetle hiç bir şey yok, sadece bir tek şey var: İman. Uğrunda her şeylerini fedâ etmek duygusuyla harekete geçen dinlerinin sahibi Allah’a iman ve Onun yardımına olan itimad.
Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garip bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil’i de tekdir etti.
Ne var ki, Kayser iki şeyi birbirine karıştıyordu: Görünüş ve hakikatı. Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu göz kamaştırıcı bir haşmete sahipti. Ama hakikatta bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü. Ama hakikatta bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmânın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.
İki taraf artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak mânâsızdı.
İslâm ordusunun kumandanı Hz. Zeyd bin Hârise, Resûl-i Kibriyânın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma şimşek çakışları sür’atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.
Hz. Zeyd’in şehâdeti
Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve fedâ etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.1
Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd’in şehid olduğunu gören Hz. Resûlullahın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yani kumandan Hz. Câfer, bir ok sür’atinde sıçrayarak o mübârek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.2 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd’in şanlı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış olsun… Kuvvetliymiş, ne çıkar? Yiğit her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zaten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı? Olsun, ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeleri kazanmak az şey mi?
Hz. Câfer de şehid düştü
Kumandan Hz. Câfer gibi, her mücahid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kudsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olurlarsa, hem maddî, hem mânevî zaferi elde etmiş olacaklar, mağlup olup şehid olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telaşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddid gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki, Hz. Câfer’in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hâin bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlünün teslim ettiği, İslâmın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübârek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kolları ile ona sarıldı.1 Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük bir ideal, bu ne kudsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Câfer (r.a.) bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Câfer’i de, Hz. Zeyd’in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.2 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında doksandan ziyâde mızrak, ok ve kılıç yarası görmüşlerdi.3
Sancak Abdullah bin Revahâ’nın omuzunda
Kumandanlık sırası Abdullah bin Ravâha Hazretlerine gelmişti.
Atının üzerinde, ak sancak omuzunda düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis bu vaziyette iken bile onu vesveseye ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiç bir zaman yanından ayrılmayan nefsi.
Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
“Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen, buna ya kendiliğinden razı olursun, ya da bunu sana zorla kabul ettiririm!
“Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’ diyen ağlamaklı sesler yükseliyor.
“Anladığım kadarıyla, sen pek Cennetten hoşlanmamış görünüyorsun.
“Yıllardır, hâlâ itmi’nana ermemişsin.
“Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen, sanki hiç ölmeyecek misin?
“İşte ölüm gelip çattı! Arzu etmediğin halde.
“Eğer, o iki kişinin yaptığını yapar, şehitliği tercih edersen, en isabetli kararı vermiş olursun! Eğer, gecikirsen, bedbaht olursun.”1
Nefsini mağlûp eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara aldığı bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi, parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı kopardıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına doğru bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek bir lokma dahi almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu. Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, “Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün” diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.1
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı makamların en yücesi olan şehidlik makamına erişti.2
İslâm ordusunun dağılması
Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm ordusu düşman karşısında dağıldı. Mücahidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada bir kaç mücahid şehid oldu.
Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullahın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah bin Ravâha şehid olunca, Ebû’l-Yeser Ka’b bin Umeyr eline alarak, mücahidlerden Sâbit bin Akrem’e vermişti. Bu Sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplamaya çağırmıştı. Mücahidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez etrafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan Sahabî Sâbit bin Akrem, toplananlara şöyle seslendi:
“Ey mücahidler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!”
Mücahidler, “Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız”3 dediler.
Ne var ki, Sâbit Hazretlerinin gözü bir başkasındaydı. Orduya, İslâmdaki sadakât ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid bin Velid’di bu. “Ben bu işi yapamam” diyen Sâbit bin Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid’e, “Ey Ebû Süleyman! Gelip alsana şu sancağı” diye seslendi.
Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
“Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun.”1
Evet, Hz. Hâlid’in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sâbit bin Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid’e tekrarladı.
“Al Resûlullahın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin.”
Sonra da, Hz. Halid’in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, “Hâlid’i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?”2 diye seslendi.
Gözlerini bu kahraman Sahabînin üzerinden ayırmayan mücahidler, hep bir ağızdan, “Evet” dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullahın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlayarak, yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık İslâm ordusunun kumandanı Hz. Hâlid’di.
Bütün bunlar olup biterken, Peygamber Efendimiz, harbe iştirak etmeyen Ashabıyla birlikte Medine’de bulunuyordu. Medine neresi, Mü’te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûl-i Kibriyâ için kısaldı ve âdeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşcasına çarpışmanın safahatını Ashabına teessür içinde teker teker anlattı:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz!
“Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz.
“Sonra sancağı Abdullah bin Ravâha aldı. O da şehid oldu. Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz.”1
Sonra da mübârek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
“Abdullah bir Ravâha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı. Allah’ım! Sen ona yardım et!”2
Bu durum Cenâb-ı Hakkın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir.
Kumandan Hâlid bin Velid
Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini yayından kopmuş oklar halinde mücahidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da bir çok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
O zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi. Sabahleyin herkes işine gücüne gider gibi, asker silahını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı. Akşam olunca da yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Halid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harp sanatında da, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mâhirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, bir takım plân ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
Gün doğuşuyla birlikte İslâm ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: “Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmişti. Baksanıza şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.”1
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli ve ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında ise bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor ve birbirlerine, “Ne yapacağız?” der gibi mânâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.1
Düşman birlikleri ise karşılarında yeni simâlar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zannına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Halid bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücahidlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişcesine şiddetli hücuma geçen mücahidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu çareyi kaçmakta buldu. Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.
Allah’ın, Müslümaları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid’in elinde tam yedi kılıç parçalandı.2 Yedi kılıç parçalanırken, kimbilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücahidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, yüce Allah’a hamdetti. Onun hamdine mücahidler de kendilerine umulmadık bir fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid’in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücahidler, kendilerinin aşağı yukarı 40-50 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâmın izzetini, şerefini, şanını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı. Belki de sevindi.
Böylece Hz. Hâlid’in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücahidi düşman diyardan tereyağından kıl çekercesine geri çekilerek yok olmaktan kurtulmuştu.
Bu, Yüce Allah’ın gerçekten bir lütfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm ordusu sadece 15 kadar şehit vermişti.1
Medine’ye dönüş
Hz. Halid, Allah’ın yardımıyla mahv olmaktan kurtardığı ordusuyla Medine’ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücahidler Medine’ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya’lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz ordu Medine’ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ, “İstersen ben olup bitenleri sana anlatayım” buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya’lâ şöyle dedi:
“Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen mücahidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ise, “Allah aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm”3 buyurdu.
Hz. Câfer’in Mü’te’de şehid olduğu gündü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten sonra, Hz. Câfer’in evine gitti.
Hz. Câfer’in hanımı Esmâ bint-i Ümeys her şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), “Ey Esmâ, Câfer’in oğulları nerede?” diye sordu.
Hz. Esmâ’nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda Hz. Esmâ’nın yüreği dağlanır gibi oldu. “Yâ Resûlallah,” dedi, “anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?”1
Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi, “Evet onlar bugün şehid oldular!”2
Hz. Esmâ’nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:
“Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir söz kaçırma ve göğsünü de dövme!”3
Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi. Zevcelerine, “Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal etmeyiniz” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Câfer’in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi.
İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer’in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona “Câfer-i Tayyar” denilmiştir.2
Henüz İslâm ordusu Mü’te’den Medine’ye dönmemişti.
Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
Sa’d bin Ubâde Hazretleri, “Yâ Resûlallah! Nedir bu?” diye sordu.
Efendimiz şöyle izah etti, “Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.”3
İslâm ordusunun karşılanışı
Oldukça sıcak bir gündü. Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil “Seyfullahi’s-Sarim” (Allah’ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil, on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine’ye semâda süzülen parlak yıldızlar misali akıyorlardı.
Bu sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama, “Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım” buyurdu.
Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine’yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara “Hoşgeldiniz” demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Câfer’in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam etti.
Medine’nin Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi. “Allah yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!”1
Mücahidler işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:
“Sizler Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!”2
Hz. Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
* * *
Zâtü's-Selâsil Seferi
Hicretin 8. senesi, Cemâziyelâhir ayı. (Milâdî 629.) Bazı Arap kabileleri Mü’te Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine’ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kudaa, Beliy, Cüzzâm, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.1
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr bin Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve “Ey Amr, silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini giy ve hemen yanıma gel! buyurdular. Amr hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı. Resûl-i Ekrem, “Ey Amr,” dedi, “seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum.”
Hz. Amr, “Yâ Resûlallah, ben zengin olayım diye Müslüman olmadım. Hiç bir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır”2 buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr’ı (r.a.) tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr’ın Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Baba annesi Beliy Kabilesindendi. Amr’ı göndermekle onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu.
Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâma dâvet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensardan müteşekkil 300 mücahidle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerinin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine Ashabdan Rafi’ bin Mekîs’i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine’ye gelen bu Sahabî durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensar ve Muhacirin ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Amr bin As’la buluşup hep birlikte hareket etmelerini ve aralarında anlaşmazlığa düşmemelerini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tenbih etti.1
Takviye birliği sür’atle yol alarak Hz. Amr’ın yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim! Çünkü, Resûlullaha haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim” dedi.
Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri kendi birliğine kumandanlık etmek istedi, “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım. Sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!”2 karşılığını verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullahın tenbihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi ve şöyle dedi:
“Ey Amr! Resûlullah Aleyhisselâmın, Medine’den ayrılırken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilafa düşmeyiniz’ emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim.”1
Böylece başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr bin Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahidlere o kıldırmaya başladı.2
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sertti. Mücahidler ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de kumandan Hz. Amr, buna katiyetle müsaade etmedi. Bu durum, Ashabın itirazına sebep oldu. Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince Hz. Amr bin Âs, “Sen beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Evet” dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, “O halde, neye emrolunduysan onu yap”3 dedi.
Hz. Ömer bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve şöyle dedi:
“Bırak onu, istediğini yapsın. Resûlullah Aleyhisselâm, onu ancak harpteki mahareti dolayısıyla başımıza kumandan tayin etti. Mademki o, şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz.”4
Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücahidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiç bir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti. Fakat, yakılmadığı takdirde düşman mücahidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti. Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi. Ancak onlar da bir müddet sonra mücahidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.1 Harp sanatını iyi bilen komutan Amr (r.a.) kaçanları, mücahidlere bir pusu kurulmuş olabilir ihtimâlini göz önüne alarak takibden vazgeçti. İslâm ordusu gayesine ulaşmış olmanın huzuru içinde Medine’ye döndü.
Amr bin Âs’ın Peygamberimize suali
Mücahidlerle Medine’ye dönen kumandan Amr bin Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.), beni askerî birliğin başında Zâtü’s-Selâsil’e göndermişti.
“Askeri birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu. Resûlullahın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kumandan tayin ederek göndermezdi’ diye içime doğdu.
“Hemen Resûlullahın yanına gidip ‘Yâ Resûlallah! Halkın sana en sevgilisi kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’dir,’ buyurdu.
“‘Erkeklerden kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’nin babasıdır’ buyurdu.
“‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
“‘Ondan sonra Ömer’dir,’ buyurdu.
“Bir takım daha erkeklerin isimlerini saydı.
“Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım’ dedim. Ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum.”1
Hakikat-i halde, Amr bin Âs Hazretleri, Ashâb-ı Kirâmın büyüklerindendi. Fakat, o vakit Sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zatlar ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabakalar vardı. İşte bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
* * *
Sifü’l-Bahr Seferi
Hicretin 8. senesi, Receb ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı Muhacir ve Ensardan müteşekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.1 Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücahidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeğe kalkan mücahidler nihâyet Sifü’l-Bahr’e (Deniz Sahili) vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada Rezzak-ı Zülcelâl, denizden dalgalarla kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.2 Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler.
Hiç kimseyle karşılaşmayan mücahidler Medine’ye döndüler.
Mücahidler, Peygamber Efendimize (a.s.m.), deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “O, Allah’ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır” buyurdu ve ilâve etti:
“Yanınızda, o balığın etinden başka bir şey varsa, bize de yedirseniz!”
Mücahidlerin bir kısmı yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de (a.s.m.) bir parça verdiler. Peygamber Efendimiz de ondan yedi.3
Hazret-i Zeyneb’in Vefatı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hicretin sekizinci senesine kızı Hz. Zeyneb’in vefatı hadisesi ile girdi.
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hz. Hatice ile evliliklerinin kızlardan ilk meyvesi idi. Gariptir ki, Peygamberimizin İbrahim hariç, diğer erkek çocukları İslâmdan evvel ve henüz küçükken vefat ettikleri halde, kızları muhterem babalarının risalet devresine yetişmişlerdir. Yine Hz. Fâtıma hariç onlar da Resûl-i Ekrem hayattayken vefât etmişlerdir. Hz. Fâtıma ise, Resûl-i Kibriyânın bekâ âlemine irtihalinin teessürüyle ancak altı ay yaşayabilmişti.
Hz. Zeyneb, Resûl-i Ekrem Efendimiz henüz otuz yaşlarında iken dünyaya gelmişti.1 Annesi Hz. Hatice ile birlikte iman etmişti. Peygamber Efendimize risâlet kırk yaşında verildiğine göre, Hz. Zeyneb Müslüman olduğunda henüz on yaşlarında bulunuyordu demektir.0
Hz. Zeyneb’in kocası Ebû’l-Âs bin Rebi’, Hz. Hatice’nin kızkardeşi Hâle’nin oğlu idi. Zaten evlilikleri de Hz. Hatice’nin arzusu üzerine olmuştu.
Ebû’l-Âs, henüz bu evlilik sırasında Müslüman olmamıştı. Buna rağmen Resûl-i Ekrem, Hz. Zeyneb’in onunla evlenmesine muhalefet etmedi. Çünkü, henüz o sıra Cenab-ı Hak tarafından bu tarz bir evliliği yasaklayıcı hükmü gelmemişti.2
Hz. Resûl-i Ekrem, Medine’ye hicret ettiği halde, kocasının müsaade etmeyişi sebebiyle değerli kerimesi Hz. Zeyneb Mekke’de kalmak zorunda bırakılmıştı. Ancak, rahmet-i İlâhî Ebû’l-Âs’ı Bedir Muharebesinde Müslümanların eline esir düşürmekle, Hz. Zeyneb’in imdadına yetişiyordu. Resûl-i Zişan Efendimiz, esirler arasında bulunan Ebû’l-Âs’ı fidye almaksızın serbest bırakınca o da bu taltife bir karşılık olsun diye Hz. Zeyneb’i Mekke’ye varır varmaz, Medine’ye muhterem pederinin yanına göndermişti.
Hicretin 7. yılında Ebû’l-Âs da Medine’ye gelerek Müslüman oldu. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Zeyneb’i tekrar kendisine mehirsiz geri verdi.1
Hz. Zeyneb vefât edince, kalbi şefkat ve merhamet dolu Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, kerimesine iç gömlek yapılması için beline bağladığı fotasını çıkarıp yıkayanlara verdi ve namazını da bizzat kendisi kıldırdı.2 Sonra kazılan kabrine düşünceli ve teessür içinde indi. Biraz durduktan sonra, sevinç içinde dışarı çıktı ve şu müjdeyi verdi:
“Zeyneb’in zâifliğini düşünüp, ona kabir sıkıntısı ve hararetini hafifletmesi için Yüce Allah’a yalvardım. O da bu isteğimi kabul buyurdu.”3
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Zeyneb’i ilk defa üzerinde taşıdığı sedirde kabre koydu. Kabre de Hz. Zeyneb’in kocası Ebü’l-Âs bin Rebi’in yardımıyla indirdi.
Hz. Zeyneb Mekke’den Medine’ye deve üzerinde hevdeç içinde hicret ederken, Zîtuvâ mevkiinde, Kureyş müşriklerinden iki kişi mızrakla vurup onu bir kayanın üzerine düşürmüşlerdi. Bu hadise çocuğunun düşmesine sebep olmuş, kendisi de akan kan yüzünden hastalanmıştı. Vefâtına sebep olarak bu hastalık zikredilir.4
* * *
Amr bin Âs, Halid bin Velid ve Osman bin Talha’nın Müslüman Olması
Hicretin 8. senesi, Sefer ayı. Peygamber Efendimizle Müslümanların, Hz. Zeyneb’in vefâtıyla Hicretin sekizinci senesine üzüntü ile girdiklerini söylemiştik. Ancak bu acı olayı, tatlı hâdiseler takib edince, üzüntü ve keder de ortadan kalkıyordu. Bu üzücü hadiseden hemen sonra, Arabın üç meşhur şahsiyeti olan siyaset dâhisi Amr bin Âs, harp dâhisi1 Hâlid bin Velid ve Osman bin Talha Medine’ye geldiler ve Hz. Resûlullahın peygamberliğini tasdik ederek İslâm dairesine girdiler.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, Amr bin Âs Hicretin yedinci yılında Habeşistan’da, Habeş Necaşîsinin telkin ve tavsiyesiyle Müslüman olmuş ve orada Peygamberimiz adına Necaşîye bîat vermişti.2 Bu gelişi ise, Hz. Resûlullaha bizzat bîat etmek ve Müslüman olduğunu bildirmek içindi.
Necaşînin telkini ile Müslüman olan Arabın siyâset dâhisi Amr bin Âs, Habeşistan’da bundan sonra fazla durmak istemiyor ve Resûl-i Ekreme bizzat bîat etmek üzere Medine yolunu tutuyordu.
Bu sırada Mekke’den yine aynı gayeyle iki kişi daha çıkmıştı: Halid bin Velid ve Osman bin Talha. Kader bu üçünü Hadde denilen mevkide bir araya getiriyordu.
Amr bin Âs, Hz. Hâlid bin Velid’e, “Ey Ebû Süleyman! Nereye ve ne için gidiyorsun?” diye sorarak maksadını öğrenmek istedi.
Hz. Hâlid maksadını şöyle anlattı:
“Doğru yol artık apaçık belli oldu. Mesele aydınlığa kavuştu. Bu zât şüphesiz ki peygamberdir. Vallahi, ben hemen gidip Müslüman olacağım. Bundan sonra bekleyip durmam mânâsız. Zâten, aklı başında olanlardan İslâmiyete girmeyen pek kimse de kalmadı.”1
Amr bin Âs rahat bir nefes aldı. “Vallahi, ben de Muhammed’in yanına gitmek ve Müslüman olmak istiyorum,” diyerek aynı maksadı paylaştıklarını söyledi. Sonra da hep beraber Hz. Resûlullahın huzuruna çıkıp Müslüman olmak istediklerini bildirmek üzere Medine’ye vardılar.
Bir zamanlar “Bütün Kureyş Müslüman olsa, ben yine Müslüman olacağımı sanmam” diyen, Peygamberimizin en şiddetli düşmanlarından hattâ bir ara vücudunu ortadan kaldırma fırsatını bile arayan Amr bin Âs. Yine bir zamanlar, müşrik ordularının başında, Müslümanlara karşı olanca cesaret ve maharetiyle çarpışan, İslâm ordusunun Uhud’da mağlûbiyeti tatmasına sebep olan Hâlid bin Velid ve bir başka şahsiyet Osman bin Talha. Şimdi bütün kötü niyetlerini bir tarafa bırakarak, hattâ unutarak, geçmişte yaptıklarının mahcubiyeti içinde Resûl-i Kibriyâ Efendimizin huzurunda bulunuyorlardı. Müslümanlarda sevinç dalga dalga idi. Resûl-i Ekremin Müslümanlara söylediği şu idi:
“Mekke ciğerpârelerini kucağınıza attı.”2
Manzara ulvî olduğu kadar, ibretli ve ders de verici idi. İslâmın kılıçla, tahakküm ve zorla, tehdit ve korkuyla yayılmadığının, bilâkis ruh ve gönüllere tesir ederek, onları mânen fethederek, kendini onlara beğendirerek intişar etmiş olduğunun açık ve seçik bir ifadesiydi bu kudsî manzara. Savaştan, kılıçtan, kavgadan korkmayan bu bahadırlar, hiç bir korku, hiç bir tehdit ve hiç bir aldatma olmadan, gönüllerinden gelen samimî bir arzu ile Hz. Resûlullahın huzurunda diz çökmüş duruyorlardı.
Gerçi zor ve zulüm ile zahirî bir hâkimiyet, bir tahakküm kısa bir zamanda elde edilebilir. Ama bu hâkimiyet geçici olur, devam etmez, ruh ve vicdanlara da tesir etmez.
En büyük ve devamlı hâkimiyet ise, bütün fikirleri, kalb ve ruhları tesiri altına alarak ve kendini onlara zahiren ve bâtınen beğendirmek suretiyle elde edilen hâkimiyettir. İşte bunu İslâmiyet namına Peygamber Efendimiz (a.s.m.) gerçekleştirmiştir.
Teker teker bîat
Önce Halid bin Velid, Peygamber Efendimize (a.s.m.) sadakat elini uzattı ve Müslüman olarak saadet dâiresine girme şerefine erişti.
Resûl-i Ekrem, böyle bir bahadırın İslâmla müşerref olup kendi safında yer almasından dolayı Allah’a hamd ve senâdan sonra Hz. Halid’e şöyle dedi:
“Ben, zaten senin akıllı biri olduğunu biliyordum. Bu akıllılığın seni er geç hayra kavuşturacağını da ümit ediyordum.”1
Ancak, Hz. Hâlid, o anda huzurunda bulunduğu Hz. Resûlullaha karşı geçmişte yapmış olduklarından dolayı mahcup ve mahzundu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu. Yaptıklarının kalb ve ruhuna yüklediği ağır vebâl yükünü üzerinden atıp mânen hafiflik ve huzura kavuşturacak bir yol arıyordu. Server-i Kâinat Efendimize bu halini şöyle arzetti:
“Yâ Resûlallah! Sana karşı yapılmış olan harblerin hepsinde bulunduğumu biliyorsun. Benim bu husustaki vebal ve günahımın affı için Allah’a dua etsen.”
Resûl-i Ekrem, “Ey Halid! İslâmiyet kendisinden evvel işlenmiş olan bütün günahları siler, temizler,” deyip Hz. Halid’i mânen rahatlattı. Arkasından da şöyle duâ etti:
“Allah’ım, Hâlid’in, kullarını Senin yolundan çevirmek için gösterdiği bütün gayretleriden dolayı, yüklenmiş olduğu günahlarını affeyle.”1
O andan itibaren Hâlid, güç ve kuvvetini ve harp dehasını İslâm dininin yücelip yayılması, Hz. Resûlullahın muhafazası ve Müslümanların huzur içinde yaşayıp çoğalmaları için kullanacak ve bu uğurda gösterdiği kahramanlıklarından dolayı da Peygamber Efendimizden “Seyfullah” (Allah’ın kılıcı)” ünvanını almaya hak kazanacaktır.
Hz. Hâlid bin Velid’den sonra, Peygamber Efendimizle soyu dördüncü dedesi Kusay’da birleşen Osman bin Talha, Müslüman olduğunu ilân ederek Resûl-i Ekreme bîat etti.2
Amr bin Âs’ın bîatı
Müşriklere bir çok siyasî taktik verip öğreten ve Müslümanlara en çok eziyet eden Benî Sehm Kabilesine mensup Amr bin Âs da, mahcup ve o âna kadar yaptıklarının pişmanlığı içinde Peygamber Efendimizin huzurunda bulunuyordu. Utancından başını kaldırıp Efendimize bakamıyordu.3
Kendi tâbiriyle Resûl-i Ekrem Efendimize geçmiş günahlarının ve İslâma karşı yaptıklarının affı şartı ile “şartlı bîat” etmek istiyordu.
Peygamber Efendimiz de, “Bîat et ey Amr” dedi ve ilâve etti:
“Şüphesiz İslâm, daha önce olmuş olanları siler, yok eder. Hicret de daha önce olanları siler, yok eder.”4
Bu sözler, mahcup mahcup duran Amr’ın gönlünü rahatlattı. Daha dün, Hz. Resûlullaha düşmanlıkta en şiddetliler arasında yer alan Amr; ruh, kalb, akıl ve bütün lâtifeleri iman nuruyla nurlandıktan sonra, “İnsanlardan hiç biri, bana Resûlullahtan (a.s.m.) daha sevgili ve daha yüce olmamıştır”1 diyecektir.
Hz. Resûlullaha bîat ettikten sonra, Amr bin Âs (r.a.) Mekke’ye geri döndü.2
Resûl-i Ekrem ilerde göreceğimiz gibi Hz. Amr bin Âs’ı birçok askerî birliklerin başında vazifelendirecek ve Cenâb-ı Hak onun eliyle İslâma bir çok zaferler kazandıracaktır. En meşhur fethi de Mısır Fethi olacak; bu sebeple de “Mısır Fâtihi” diye anılacaktır. Şöyle demiştir: “Vallahi Müslüman oluşumuzdan beri mühim işlerde Resûlullah Aleyhisselâm, beni ve Hâlid bin Velid’i, Ashabının hiç birinden ayırmadı.3
* * *
Benî Mürre Seferi
Hicretin 8. senesi, Sefer ayı. Hendek Muharebesinde, Müslümanları muhasara altına alan Ebû Süfyan bin Harb komutasındaki on bin kişilik ordunun dört yüzünü Benî Mürreler teşkil etmişlerdi.1
Ayrıca, Resûl-i Ekrem Efendimizin Hicretin yedinci yılında kendilerini cezalandırmak için gönderdiği Beşir bin Sa’d kumandası altındaki otuz kişilik mücahidler birliğinin yirmi sekizini de şehid etmişlerdi.2
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu İslâm düşmanı kabileye de gereken dersi vermek istiyordu. Bunun için Galib bin Abdullah’ı iki yüz kişinin başında Benî Mürrelere gönderdi.
Galib bin Abdullah, emrindeki mücahidlerle Benî Mürrelerin çok yakınına kadar sokuldu. Orada mücahidlere bir hitabede bulundu. Özetle şöyle dedi:
“Bana itaatsizlik etmeyiniz! Çünkü, Resûlullah Aleyhisselâm, ‘Benim kumandanıma itaat eden, bana itaat etmiş, ona saygısızlık eden de, bana itaatsızlık etmiş olur’ buyurmuştur. Buna binâen, siz, her ne zaman bana itaatsizlik ederseniz, Peygamberinize itaatsızlık etmiş olursunuz”3
Mücahidler, komutanlarının emriyle sabahleyin erkenden tekbirler getirerek Benî Mürrelerin üzerine baskın yaptılar. Birçoklarını öldürdüler. Kadın ve çocukları da esir aldılar. Bir çok deve, sığır ve davarı da ganimet olarak ele geçirdiler.4
Hz. Üsâme bin Zeyd, Mirdas bin Nehik adında birinin peşine düşmüş ve onu müşrik sanarak öldürmüştü. Bunu kumandan Galip bin Abdullah’a gelerek şöyle anlattı:
“Ben, birinin peşine düştüm. Kılıcımı kaldırıp vuracağım zaman, adam ‘Lâ ilâhe illallah’ dedi.”
Galip bin Abdullah, “Peki, bunun üzerine kılıcını kınına soktun mu?” diye sordu.
Hz. Üsâme, “Hayır,” dedi, “vallahi, boyun damarını kesmedikçe vazgeçmedim.”
Mücahidler hep birden, “Vallahi,” dediler, “sen, emredilmeyen kötü bir iş yaptın; ‘Lâ ilâhe illallah’ diyen bir adamı öldürdün.”
Hz. Üsâme, yaptığına son derece üzüldü.
Galib bin Abdullah bundan sonra emrindeki mücahidlerle Medine’ye döndü.
Medine’ye gelince, Hz. Üsâme hadiseyi Peygamber Efendimize anlattı. Resûl-i Kibriyâ hiddetle, “Ey Üsâme! Demek sen ‘Lâ ilâhe illallah’ demiş olan bir adamı öldürdün ha!” buyurdu.
Hz. Üsâme mazeret beyan etti:
“Yâ Resûlallah! O, ancak silahtan korktuğu için ‘Lâ ilâhe illallah’ demiştir.”
Resûl-i Ekrem Efendimiz bu mazeret karşısında daha da hiddetlendi ve şöyle buyurdu:
“Bari, adamın kalbini de yarsaydın, bu sözü gerçekten mi, yoksa yalandan mı söylediğini öğrenseydin ya!” buyurdu.1
Hz. Resûlullahın çok sevdiği ve çoğu zaman terkisinde taşıdığı Hz. Üsâme der ki: “Resûlullah Aleyhisselâm, bu sözü bana o kadar tekrarlayıp durdu ki, keşke o gün yeni Müslüman olmuş ve adamı da ben öldürmemiş olsaydım, diye içimden temenni ettim.”1
Burada şuna işaret etmek lâzımdır ki, Hz. Üsâme’nin bu sözü hakikat değil, o anda duyduğu ızdırabın mübalağa ile ifadesidir. Hz. Üsâme bu adamın kelime-i tevhidi getirmesine ehemmiyet vermeyip öldürürken, “Fakat azabımızı görünce îmân etmiş olmaları kendilerine bir fayda vermedi…”2 meâlindeki âyetin zahiri ile istidlal etmiş olacaktır. Bu sebepledir ki, Peygamber Efendimiz sadece onu azarlamakla yetinip, diyetle emretmedi.
“Size İslâm selâmı veren kimseye, dünya hayatının gelip geçici nimet ve ganimetini arzu ederek, ‘Sen mü’min değilsin’ demeyin”3 meâlindeki âyet-i kerime de bu hâdise üzerine nâzil olmuştu.4
* * *
Mü'te Muharebesi
Hicretin 8. yılı, Cemâziye’l-Evvel ayı. (Milâdî 629.) Peygamber Efendimiz, sadece büyük devletlerin hükümdarlarını mektuplar ve elçiler göndererek İslâma dâvet etmekle kalmamış, aynı zamanda onlara tâbi durumunda bulunanlara da elçi ve mektuplar vasıtasıyla İslâmı tebliğ etmişti. Busra (şimdiki Havran) valisine de Ashabdan Hâris bin Umeyr el-Ezdî Hazretlerini nâme-i Humâyunla göndermişti. Busra o sırada bir beylik idi. Valisi ve ahalisi ırken Arap oldukları halde, dinen Hıristiyan ve siyaseten de Bizans’a tâbi bulunuyorlardı.
Elçi Hâris Hazretleri, Dimaşk nâhiyelerinden Belka’a bağlı Mü’te köyüne varınca Bizans Kayzerinin Şam valilerinden olan Şürahbil bin Amrü’l-Gassanî’nin yanına çıkartılmıştı. Şürahbil, Hz. Hâris’in Peygamberimizin elçisi olduğunu öğrendiği halde, onu hunharca öldürmüştü.1
Elçisinin şehid edildiği haberini alan Resûl-i Zişân son derece müteessir oldu. Sahabe-i Güzin de fazlasıyla üzüldü. Zirâ, o ana kadar Resûl-i Kibriyâ Efendimizin hiçbir elçisi öldürülmemişti.2 Hz. Hâris, Hz. Resûlullahın şehid edilen ilk ve son elçisidir.
Bu bakımdan bu vahşice cinâyet çok büyük bir mânâ taşıyordu. Doğrudan doğruya Hz. Resûlullah ve Müslümanları gönülden rencide eden çirkin bir hâdise idi. Şürahbil, bu alçakça davranışıyla, İslâma karşı olan derin kin ve düşmanlığını ortaya koyduğu gibi devletler arasında carî, “Elçiye zevâl olmaz” temel prensibini de ihlâl etmişti.
Hâdiseyi değerlendiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, derhal bir ordu teşkil etti. 3000 mücahidden meydana gelen bu ordunun başına da kendi azadlısı olan Zeyd bin Hârise’yi tayin etti.
Resûl-i Ekrem, Zeyd bin Hârise’yi kumandan tayin ettiğini belirttikten sonra da şöyle buyurdu:
“Zeyd şehid olursa, yerine Câfer bin Ebî Talib geçsin! Câfer şehid olursa, yerine Abdullah bin Ravâha geçsin! Abdullah da şehid olursa, Müslümanlar aralarında münasib birini kendilerine kumandan seçsin!”1
Feraset sahibi Müslümanlar bu ifadelerdeki ince mânayı kavramışlardı. Gözyaşları arasında, “Yâ Resûlallah, keşki sağ kalsalar da kendilerinden faydalansak” derken, Hz. Resûlullah hiç bir cevap vermeyerek sustu.
Ya sırasıyla kumandanlığa geçecek olanlar? Onlar da âkıbetlerini Hz. Resûlullahın bu yüce sözlerinde gizli olduğunu bildikleri halde, yola çıkmada zerre kadar tereddüt göstermediler, emr-i Peygamberiye ruh u canla itâat ettiler. Evet onlar, bile bile ölüme koşuyorlardı. Ama bu ölüm normal ölümlerden farklı olacaktı ve bu ölüm onları hayat mertebelerinin en yükseğine ulaştıracaktı: şehidlik. Gönüllerinde yatan tek gaye, İ’lây-ı Kelimetullah; ruhlarını saran tek arzu ise, şehâdetti.
İşte onları coşkun bir hava içinde sefere çıkaran gaye ve arzu bu idi.
İslâm ordusunun Medine’den uğurlanışı
Üç bin kişilik İslâm ordusu bir vücud haline gelmiş, harekete hazır bekliyordu. O sırada Peygamber Efendimiz beyaz bir sancak bağlayıp komutan Hz. Zeyd’e verdi ve “Hâris bin Umeyr’in öldürüldüğü yere kadar gidiniz. Orada bulunanlara İslâmı teklif ediniz. Kabul ederlerse ne âlâ! Etmezlerse Allah’ın yardımına güvenerek onlarla çarpışınız!”1 diye emretti.
Bu tavsiyeden bile, İslâm ordusunun intikam duygusundan uzak, İslâmı teklif etmek gibi ulvî bir gayeyle yola çıkarıldığını pekâla anlamak mümkündür.
Mücahidleri uğurlamaya Resûl-i Ekremle birlikte bir çok Müslüman da Seniyyetü’l-Veda’a (Veda’ Yokuşuna) kadar gelmişti. Resûl-i Ekrem burada durdu ve mücahidlere şu emir ve tavsiyelerde bulundu:
“Ben, size Allah’ın emirlerini yerine getirmenizi, yasaklarından uzak kalmanızı, Müslümanlardan yanınızda bulunanlara karşı hayırlı olmanızı ve iyi davranmanızı tasviye ederim.
“Allah yolunda Allah’ın ismiyle savaşınız!
“Ahde vefâsızlık göstermeyiniz!
“Küçük çocukları öldürmeyiniz!
“Kadınları, yaşlanmış pir-i fânileri katletmeyiniz!
“Ağaçları kesip yakmayınız!
“Evleri yıkmayınız!
“Orada, Nasranîlerin kiliselerinde, halktan uzaklaşmış, kendilerini tamamen ibâdete vermiş bir takım kimseler bulacaksınız. Sakın onlara dokunmayınız!”2 Peygamber Efendimiz (a.s.m.) sonra, ordunun komutanı Hz. Zeyd bin Hârise’ye de şunları emretti:
“Müşriklerden düşmanınla karşılaştığın zaman, onları üç husustan birine dâvet et! Hangisini kabul ederlerse, onlara dokunma. Sonra onları Muhacirler yurdu olan Medine’ye hicrete dâvet et! Dâvetine icabet ederlerse, Muhacirlerin sahip oldukları haklara kendilerinin de sahip olacaklarını ve onların mükellef bulundukları vazifelerle kendilerinin de mükellef olacaklarını bildir!
“Eğer, Müslüman olup yurtlarında oturmayı isterlerse, Müslümanların göçebe Araplar gibi olacaklarını ve onlar hakkında uygulanan İlâhî hükmün, kendileri hakkında da uygulanacağını, harp ganimetlerinden kendilerine bir şey verilmeyeceğini ve ganimetten ancak Müslümanların yanında muharebe etmiş olanların faydalanacaklarını haber ver!
“Eğer, Müslüman olmaya yanaşmazlarsa, onları cizye vermeye dâvet et! Onlardan, bunu kabul edenlere dokunma!
“Cizye vermeye de yanaşmazlarsa, Allah’ın yardımına sığınarak onlarla çarpış!
“Eğer, muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, kendilerini Allah’ın hükmüne göre teslim almanı senden isterlerse, onları Allah’ın hükmüne göre teslim alma! Fakat kendi hükmüne göre teslim al! Çünkü sen, Allah’ın, onlar hakkındaki hükmüne isâbet edip etmeyeceğini bilemezsin!
“Eğer muhasara ettiğin kale veya şehir halkı, senden, kendileri için Allah’ın ve Resûlunün emânını isterlerse, sen, onlara Allah ve Resûlü adına emân verme! Fakat kendi emânını, babanın emânını ve arkadaşlarının emânını ver. Çünkü, siz kendinizin ve babalarınızın vermiş olduğu emân sözünü bozacak olursanız, bu, Allah ve Resûlü adına vermiş olduğunuz emân sözünü bozmanızdan, sizin için günahça daha hafiftir.”1
Bu emir ve tavsiyelerinden sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz mücahidlerle vedalaştı. Orduyu uğurlamak için gelen Müslümanlar da, “Allah, sizleri her türlü tehlikeden korusun, yine sağ salim geri çevirsin” diyerek duâ ettiler.
Medine’ye dönen Resûl-i Kibriyâ Efendimizi ise, Abdullah bin Ravâha (r.a.) şöyle selamladı:
“Geride kalan hurmalıkta kendisine vedâ ettiğim zâta; o, en hayırlı uğurlayıcıya, en hayırlı dosta selâm olsun!”1
Artık, İslâm ordusu göz ve gönül yaşları arasında Medine’den uğurlanmıştı. Hz. Fahr-i Âlemin bizzat kendi eliyle verdiği beyaz sancak başlar üzerinde ihtişamla dalgalanıyordu. Sinedeki yürekler, Hz. Resûlullahın sunduğu sözler, verdiği öz ve ruh ile atıyordu. Çölün saf, uçsuz bucaksız sinesine süzülen bu mücahidler kimlere ve hangi diyara gidiyordu? Görünüşe bakılırsa Suriye hududunda bulunan reisliğini Şürahbil bin Amr’ın yaptığı beylikle hesaplaşmaya gidiyordu. Fakat, hayır! Bu, işin sadece dış görünüşü idi. Hakikatte ise, koca bir Bizans İmparatorluğunun gururlu, kibirli ordusuyla hesaplaşmaya gidiyordu.
Şürahbil’in hazırlanması
Göğüsleri heyecan ve cihada karşı aşkla dolu mücahidler uçsuz bucaksız kum denizini at ve deve sırtında aşmaya çalışarak yollarına devam ediyorlardı.
Bu sırada Şürahbil’in kulağına İslâm ordusunun Medine’den hareket ettiği haberi ulaştı.
Şürahbil, hazırlanmakta gecikmedi. Kayser Heraklius’a haber uçurarak, kendisinden yardım dileğinde bulundu. Bu arada, Vadi’l-Kura’ya gelip konmuş bulunan İslâm ordusuna karşı da kardeşi kumandasında bir askerî kuvveti öncü olarak gönderdi. Mücahidler, vuku bulan çatışmada komutan Sedus’u öldürdüler, birliğini de bozguna uğrattılar. Bu bozgun, Şürahbil’in gözünü korkuttu.
İlk saldırıyı başarıyla önleyen İslâm ordusu, Vadi’l-Kura’dan ayrılarak Şam topraklarından Maan’a gelip konakladılar. Mücahidler, burada korkunç bir haberle irkildiler:
“Bizans İmparatoru Heraklius, Rumlardan 100.000 askerin başına geçmiş, güneye doğru yürüyormuş. Harp âlet ve malzemeleri bakımından ordusu son derece mükemmelmiş.”
Kulakları çınlatan bu haber yalan değildi. Yalan olmadığı için de Hz. Zeyd, mücahilerin görüşlerini öğrenmek istedi. Konuşanların ekserisi şu görüşteydi:
“Resûlullah Aleyhisselâma mektup yazıp düşmanımızın sayısını bildirelim, bize savaşacak er göndersin. Ya da bu yolda yapmak istediği şeyi bize emretmesini isteyelim.”1
O zamana kadar konuşmayan, hep susup dinleyen biri vardı ki, konuşma sırası ona gelmişti. Bu hem büyük bir şâir, hem de emsalsiz bir kahraman olan Abdullah bir Ravâha idi. Komutan Zeyd Hazretlerinin bu husustaki sorusunu kahramanca şöyle cevaplandırdı:
“Vallahi, sizin şimdi istemediğiniz şey, arzulayıp o arzu ile yola çıktığınız şehidliktir.
“Biz insanlarla, ne sayıca, ne silahca, ne de at ve süvarice çokluk olduğumuz için değil, Allah’ın bizi şereflendirdiği şu din kuvvetiyle savaşıyoruz.
“Gidiniz! Çarpışınız! Bunda muhakkak iki iyilikten biri vardır: Ya şehidlik ya zafer!”2
Mücahidler, bu samimi ve yürekten sözleri, sanki Abdullah bin Ravâha’dan değil de, bir başka âlemden kendilerine bir seslenişmiş gibi dinliyorlardı. İman ve cihad aşkıyla yanan içler, bu sözlerle birden nûranî birer alev halini aldı ve “Vallahi Ravâha’nın oğlu doğru söylüyor” diyerek cesaretle düşmana doğru yol almaya başladılar.
Hesaplaşmanın başlaması
Tarih, Hicretin sekizinci yılı, Cemâziyelevvel ayını gösteriyordu. Yer, Mü’te meydanı idi.
Bir tarafta yüz bini aşan gururlu ve intizamlı Hıristiyan Bizans ordusu. Diğer tarafta, üç bin kişilik, hasmına kıyasla gayet az ve harp malzemelerinden mahrum Hz. Zeyd kumandasındaki İslâm ordusu. Birincisinde her şey var, bir tek şey yok. İkincisinde ise düşmana nisbetle hiç bir şey yok, sadece bir tek şey var: İman. Uğrunda her şeylerini fedâ etmek duygusuyla harekete geçen dinlerinin sahibi Allah’a iman ve Onun yardımına olan itimad.
Zahire bakılıp hüküm vermeye kalkıldığı takdirde görünen manzara garip bir durum arzediyordu. Kıyas kabul etmeyecek bir çokluk ve azlık karşı karşıyaydı. Nitekim, Bizans İmparatoru Heraklius, karşısında bir avuç insanı görünce, hadiseye bu kadar ehemmiyet verişinin mânâsız düştüğünü ve onları bir anda yok edeceğini düşünmüş olacak ki, kendisini tutamayarak kahkahalar savurdu. Sonra da bu kadar zahmet ve külfete mânâsızca sebebiyet verdiği için Şürahbil’i de tekdir etti.
Ne var ki, Kayser iki şeyi birbirine karıştıyordu: Görünüş ve hakikatı. Evet, görünüşte gerçekten Bizans ordusu göz kamaştırıcı bir haşmete sahipti. Ama hakikatta bu haşmetli görünüş altında cılız ve sönük bir ruh vardı. İslâm ordusu ise, görünüşte gerçekten sayıca azdı, silahça güçsüzdü. Ama hakikatta bu azlığın içinde azametli bir ruh, bir mânâ, bir heyecan ve aşk vardı. Galibiyetler, muzafferiyetler ise, tarihte ihtişamlı görünüşlerin değil, hep azametli îmânın, büyük ruhun ve haşmetli mânânın olagelmiştir.
İki taraf artık birbirlerini iyice görmüş ve süzmüşlerdi; bundan sonra bekleyip durmak mânâsızdı.
İslâm ordusunun kumandanı Hz. Zeyd bin Hârise, Resûl-i Kibriyânın teslim ettiği ak sancağı omuzlayarak ortaya atıldı. Çarpışma şimşek çakışları sür’atinde başladı. Bir anda yerler kana bulandı. Tekbir sesleri, kılıç şakırtıları, at kişnemeleri, yaralı feryatları ve harp nâraları birbirine karıştı.
Hz. Zeyd’in şehâdeti
Bir elinde beyaz sancak düşmanla göğüs göğüse kahramanca çarpışan büyük kumandan Hz. Zeyd, Bizanslıların mızrak darbelerine maruz kaldı ve vücudu delik deşik oldu. Kanları etrafa sıçrıyordu. Ayakta duracak gücü kaybeden bu büyük insan, mukaddes gayesine kendisini seve seve fedâ etmenin mânevî haz ve huzuru içinde yere düşüp şehâdet mertebesine ulaştı.1
Sancak, sahibini bekliyordu. Hz. Zeyd’in şehid olduğunu gören Hz. Resûlullahın tâlimatı gereği sancağın yeni sahibi, yani kumandan Hz. Câfer, bir ok sür’atinde sıçrayarak o mübârek ak sancağı kaptığı gibi omuzladı.2 Düşman kalabalığını ve kudurgan saldırışını hiçe sayarak safları arasına elde ak sancak, cesur ve yiğitçe daldı. Zeyd’in şanlı, şerefli âkıbetine uğrayacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Düşman kalabalıkmış olsun… Kuvvetliymiş, ne çıkar? Yiğit her şeye rağmen kendi vazifesini yapacaktır. Zaten yiğitlik, verilen vazifeyi hakkıyla yerine getirmek değil de nedir? Hem şehid olsa neyi kaybedecektir? Dünya hayatını mı? Olsun, ebedî bir hayat var ya! Dünya hayatını verip, ebedî hayatta imrenilecek mertebeleri kazanmak az şey mi?
Hz. Câfer de şehid düştü
Kumandan Hz. Câfer gibi, her mücahid aynı duygu, aynı heyecan ve aynı kudsî gaye ile düşman ordusuna saldırıyordu. İslâm ordusunda kartal cesareti, düşman askerinde karga ürkekliği vardı. Durum ne olursa olsun, İslâm ordusu kârlı çıkacaktı. Galip olurlarsa, hem maddî, hem mânevî zaferi elde etmiş olacaklar, mağlup olup şehid olurlarsa, mânevî zaferi şanlı, şerefli bir destan halinde elde edeceklerdi. Bunun için korkuları, telaşları, endişe ve tereddütleri yoktu.
Dost gözler yanında düşman gözler de, yeni kahraman kumandanın üzerinden ayrılmıyordu. Bu ürkek ve mütereddid gözler, bu kahramanın cesaretli saldırışına, önüne geleni biçmesine, karşısına çıkanı kırıp geçirmesine hayret ve şaşkınlıkla bakıyordu.
Ne var ki, Hz. Câfer’in de mukadder âkıbeti yaklaşıyordu. İnen hâin bir kılıç darbesi, sağ kolunu bileğinden kesti. Bu sefer şanlı sancağı, sol eline aldı. Ama fazla sürmeden bu kolu da kesildi. Eğer alabilirse, manzarayı hayalinizde canlandırınız ve bu büyük kahramanın İ’lâ-yı Kelimetullah uğrunda gösterdiği gayreti, hamiyeti hayranlıkla seyrediniz. Bu eşsiz kahraman, Resûller Resûlünün teslim ettiği, İslâmın izzetini, ordunun şerefini temsil eden mübârek sancağı yere düşürmemek için, bileklerinden aşağısı yere düşmüş kolları ile ona sarıldı.1 Artık düşman saldırısına karşı koyacak durumu yoktu. O anda tek gayesi, o şanlı ve şerefli bayrağı yere düşürmeden üçüncü ele teslim etmekti. İlâhî Yarabbi! Bu ne haşmetli iman, bu ne büyük bir ideal, bu ne kudsî gaye, bu ne ulvî gayret ve hamiyyet! Bizim şu anda havsalamıza sığdıramadığımız hadiseyi Hz. Câfer (r.a.) bizzat yaşıyordu.
Bu haşmetli manzara, haliyle fazla devam etmedi ve düşmandan gelen kılıç darbeleri Hz. Câfer’i de, Hz. Zeyd’in kavuştuğu şehidlik mertebesine çıkardı.2 Henüz o sıra 41 yaşında bulunan bu İslâm kahramanının vücuduna baktıklarında doksandan ziyâde mızrak, ok ve kılıç yarası görmüşlerdi.3
Sancak Abdullah bin Revahâ’nın omuzunda
Kumandanlık sırası Abdullah bin Ravâha Hazretlerine gelmişti.
Atının üzerinde, ak sancak omuzunda düşmana karşı ilerledi. Kötülüğü emreden nefis bu vaziyette iken bile onu vesveseye ve tereddütler tuzağına düşürmek istiyordu. Hz. Abdullah, iki düşman arasında kalmıştı. Biri Bizans askerleri, diğeri hiç bir zaman yanından ayrılmayan nefsi.
Ama o, bu iki düşmana karşı da gereği gibi mücadele veriyordu. Bir taraftan düşmana saldırırken, diğer taraftan en büyük düşmanı olan nefsine şöyle diyordu:
“Ey nefsim! Ben, seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen, buna ya kendiliğinden razı olursun, ya da bunu sana zorla kabul ettiririm!
“Müslümanlar, toplanmışlar, bağırıyorlar. İçlerinden ‘İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciûn’ diyen ağlamaklı sesler yükseliyor.
“Anladığım kadarıyla, sen pek Cennetten hoşlanmamış görünüyorsun.
“Yıllardır, hâlâ itmi’nana ermemişsin.
“Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen, sanki hiç ölmeyecek misin?
“İşte ölüm gelip çattı! Arzu etmediğin halde.
“Eğer, o iki kişinin yaptığını yapar, şehitliği tercih edersen, en isabetli kararı vermiş olursun! Eğer, gecikirsen, bedbaht olursun.”1
Nefsini mağlûp eden Hz. Abdullah, kahramanca bir çarpışma gösteriyordu. Bir ara aldığı bir kılıç darbesiyle kesilen parmağı sallanmaya başladı. Yüreği Allah ve Resûlullah muhabbetiyle çarpan bu büyük insan, atından yere indi, parmağının üstüne ayağıyla bastı ve sallanan kısmı kopardıktan sonra tekrar atına atlayarak düşman saflarına doğru bir arslan gibi daldı. Kalbini kaplayan iman feyz ve cesareti, âdeta vücudunda ağrı, sızı ve acıma nâmına ne varsa hepsini alıp götürmüştü.
Hz. Abdullah, kahramanca çarpıştıktan sonra, bir ara geri dönüp atından indi. Üç günden beri ağzına tek bir lokma dahi almamıştı. O sırada biri kendisine üzeri etli bir kemik sundu. Üç günden beri ağzına aldığı ilk lokma olacaktı bu. Ama nerde? Henüz etli kemiği azıcık ısırmıştı ki, Müslümanların bulunduğu tarafta bir gürültü ve kargaşa koptu. Hz. Abdullah, elindeki kemiği bir tarafa fırlattı ve kendi kendine, “Sen hâlâ dünyada boğazla meşgulsün” diyerek kılıcını sıyırdığı gibi çarpışmaya katıldı.1
Bu çarpışma neticesinde Hz. Abdullah da arzuladığı makamların en yücesi olan şehidlik makamına erişti.2
İslâm ordusunun dağılması
Üst üste üç kahraman kumandanını şehid veren ve başsız kalan İslâm ordusu düşman karşısında dağıldı. Mücahidler bir an için geri çekilmek veya muharebeye devam etmek arasında tereddüt gösterdiler. Bu arada bir kaç mücahid şehid oldu.
Bütün bunlara rağmen, Hz. Resûlullahın aziz sancağı yere düşmüş değildi. Onu, Abdullah bin Ravâha şehid olunca, Ebû’l-Yeser Ka’b bin Umeyr eline alarak, mücahidlerden Sâbit bin Akrem’e vermişti. Bu Sahabî de onu alır almaz ordunun önüne koşmuş ve bayrağı yere dikerek Müslümanları bir araya toplamaya çağırmıştı. Mücahidlerin her biri bir taraftan gelerek bu merkez etrafında toplanıyorlardı. Sancağı elinde tutan Sahabî Sâbit bin Akrem, toplananlara şöyle seslendi:
“Ey mücahidler topluluğu! Aranızdan birini kendinize kumandan seçiniz ve onun etrafında toplanınız!”
Mücahidler, “Biz, seni kumandan seçtik, biz sana râzıyız”3 dediler.
Ne var ki, Sâbit Hazretlerinin gözü bir başkasındaydı. Orduya, İslâmdaki sadakât ve samimiyetini ispatlamak babında gönüllü olarak katılmış olan yeni Müslümanlardan Hâlid bin Velid’di bu. “Ben bu işi yapamam” diyen Sâbit bin Akrem, gözünü diktiği Hz. Hâlid’e, “Ey Ebû Süleyman! Gelip alsana şu sancağı” diye seslendi.
Ne var ki, saygılı ve duygulu bir kahraman olan Hz. Hâlid bayrağın bu yaşlı muhterem zâtta kalmasını istiyordu:
“Ben, bu sancağı senden alamam. Sen buna benden daha lâyıksın. Çünkü, benden daha yaşlı ve Bedir Savaşında da bulunmuşsun.”1
Evet, Hz. Hâlid’in söylediklerinin hepsi doğru idi. Ama o an, o saat çok yaşlanmış olanı veya herhangi bir şeye katılmadan dolayı kazanılmış çok şerefi istemiyordu. O an ve o durum, İslâm ordusunu bu en tehlikeli durum karşısında kurtaracak liyakat arıyor ve ancak onu istiyordu. Bunun gayet iyi idrakinde olan Sâbit bin Akrem (r.a.), teklifini Hz. Hâlid’e tekrarladı.
“Al Resûlullahın şu bayrağını! Ben onu sana vermek üzere aldım. Sen çarpışma hususunda, savaş konusunda benden daha bilgili ve maharetlisin.”
Sonra da, Hz. Halid’in cevap vermesine fırsat vermeden Müslümanlara dönerek, “Hâlid’i kumandan seçmek hususunda görüş ve söz birliği ediyor musunuz?”2 diye seslendi.
Gözlerini bu kahraman Sahabînin üzerinden ayırmayan mücahidler, hep bir ağızdan, “Evet” dediler. Bunun üzerine de Hz. Hâlid, Hz. Resûlullahın sancağını eline alıp büyük bir hürmetle öptü ve atına atlayarak, yüzünü düşmana doğru çevirdi. Artık İslâm ordusunun kumandanı Hz. Hâlid’di.
Bütün bunlar olup biterken, Peygamber Efendimiz, harbe iştirak etmeyen Ashabıyla birlikte Medine’de bulunuyordu. Medine neresi, Mü’te neresi? Aradaki mesafe bin kilometreden fazla. Ama bu uzun mesafe, hakikatbin göze sahip Resûl-i Kibriyâ için kısaldı ve âdeta harp, gözlerinin önünde cereyan ediyormuşcasına çarpışmanın safahatını Ashabına teessür içinde teker teker anlattı:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı ve şehid oldu. Onun için Allah’tan af dileyiniz!
“Sonra sancağı Câfer aldı. O da şehid oldu. Onun için de Allah’tan af dileyiniz.
“Sonra sancağı Abdullah bin Ravâha aldı. O da şehid oldu. Bu kardeşiniz için de Allah’tan af dileyiniz.”1
Sonra da mübârek gözyaşları arasında sözlerine şöyle devam etti:
“Abdullah bir Ravâha’dan sonra, sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. İşte şimdi tandır tutuştu, harp kızıştı. Allah’ım! Sen ona yardım et!”2
Bu durum Cenâb-ı Hakkın müsaadesiyle mucize olarak gaybten bir haber verişti. Gaybın tek bilicisi Yüce Allah, hikmeti gerektirdiğinde sevgili kuluna da bazı şeyleri bildirir, gösterir ve aradaki uzun mesafeleri kaldırıverir.
Kumandan Hâlid bin Velid
Müslümanların başlarına lâyık gördükleri yeni kumandan Hz. Hâlid, cesaretle atını mahmuzlayıp düşman üzerine yürüdü. Kendisini yayından kopmuş oklar halinde mücahidler takib ettiler. Müslümanların saldırışı öylesine cesurca ve kahramanca idi ki, düşman bir anda şaşırdı. Neye uğradığının farkına varıncaya kadar da bir çok askerini yerde serili gördü. Akşama yakın cereyan eden bu çarpışmada düşman topluluklarından bazıları bozguna bile uğradı. Ne var ki, kendini toparlayan düşman, hava kararmaya başladığı sırada toptan hücuma geçince, bu sefer Müslümanlar geri çekilmek zorunda kaldılar.
O zamanki muharebeler, şimdiki savaşlar gibi geceli gündüzlü devam etmezdi. Sabahleyin herkes işine gücüne gider gibi, asker silahını kuşanır, harp meydanına girer, gerektiği kadar çarpışırdı. Akşam olunca da yine herkesin işinden evine dönmesi gibi, ordugâhına dönerdi.
Hz. Hâlid kumandanlığı akşama yakın almıştı. Bir iki taarruzdan sonra da hava kararmış ve iki taraf ordugâhına çekilmişti. Hz. Halid, büyük bir kahraman olduğu kadar, harp sanatında da, düşmanı şaşırtıcı taktikler uygulamakta da son derece mâhirdi. Bu sanat ve maharetini kullanması gerekiyordu. Geceyi hep düşünerek, bir takım plân ve düşmanı şaşırtacak taktiklerin tasavvuruyla geçirdi.
Gün doğuşuyla birlikte İslâm ordusu da yeni bir tertip ve düzenle düşman karşısına dikildi. Bunu gören düşman hem hayrete kapıldı, hem de ürkek bir tavra girdi. Ve o zaman, gece İslâm ordusu safında duydukları gürültülerin, türlü hareket seslerinin mânâsını anlıyorlardı: “Demek ki, Müslümanlara bu gece çok sayıda yardımcı kuvvetler gelmişti. Baksanıza şu sağ kanatta görünenler şimdiye kadar görülmemiş askerlerdir.”1
Bir gün evvel bir avuç Müslümandan yedikleri kuvvetli ve ağır yumruğun sersemliğini üzerinden atamamış olan düşman, bu değişiklik karşısında ise bütün bütün korkuya ve endişeye kapılıyor ve birbirlerine, “Ne yapacağız?” der gibi mânâlı bakışlarla bakmaya başlıyorlardı.
Hz. Hâlid, akıllıca bir taktik uygulamıştı: O gece Müslüman bölüklerin yerini değiştirmiş, sağdakileri sola, soldakileri sağa, öndekileri arkaya, arkadakileri de öne almıştı.1
Düşman birlikleri ise karşılarında yeni simâlar, yeni kıyafetler görünce, Müslümanlara taze kuvvet gelmiş olduğu zannına kapılmışlar ve bunun neticesinde de korku ve telâş havasına girmişlerdi.
Kahraman ve maharetli Hz. Halid bu taktiğiyle düşmanın mânen sarsıldığını farkedince, vakit kaybetmeden mücahidlere hücum emri verdi. Yeniden harbe girmişcesine şiddetli hücuma geçen mücahidler, düşman ordusunu bir anda darmadağın ettiler. İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna sıyrılan kılıçlar olanca kuvvetle küffar ordusunun üzerine iniyordu. O görünüşte azametli, haşmetli düşman ordusu çareyi kaçmakta buldu. Sanki çil yavrularının üzerine kartal çullanmıştı.
Allah’ın, Müslümaları nusretiyle sevindirdiği bu parlak günde, kahraman kumandan Hz. Hâlid’in elinde tam yedi kılıç parçalandı.2 Yedi kılıç parçalanırken, kimbilir kaç kâfiri kırıp geçirmişti!
Mücahidlerin cesaret ve kahramanlığının, uyguladığı taktikle birleşmesi sonucu elde edilen parlak zaferden dolayı Hz. Hâlid, yüce Allah’a hamdetti. Onun hamdine mücahidler de kendilerine umulmadık bir fırsatı ihsan eden Rablerine şükranlarını takdim ederek katıldılar.
Hz. Hâlid’in düşündüğü ve uyguladığı taktik başarıyla neticelenmiş ve mücahidler, kendilerinin aşağı yukarı 40-50 misli kadar olan düşman ordusunu sindirmişti. Ancak henüz tehlike atlatılmış değildi. Bu bir avuç Müslümanın bir daha bu sayıca kalabalık ordunun toplanmasına fırsat verilmeden başarılı bir şekilde geri alınması gerekiyordu. Bunu yapmak için de Hz. Hâlid plânının ikinci kısmını uygulamaya koydu. O günün gecesi İslâmın izzetini, şerefini, şanını koruyarak ordusunu kaldırıp güneye doğru süzüldü. Zaten düşman üst üste yediği darbelerden sersemleşmişti. Bu gidişe sadece seyirci kaldı. Belki de sevindi.
Böylece Hz. Hâlid’in taktiğinin ikinci kısmı da müsbet netice vermiş ve bir avuç İslâm mücahidi düşman diyardan tereyağından kıl çekercesine geri çekilerek yok olmaktan kurtulmuştu.
Bu, Yüce Allah’ın gerçekten bir lütfu ve inayetinin eseri idi. Yedi gün devam eden çarpışmalarda İslâm ordusu sadece 15 kadar şehit vermişti.1
Medine’ye dönüş
Hz. Halid, Allah’ın yardımıyla mahv olmaktan kurtardığı ordusuyla Medine’ye doğru yola koyuldu. Düşman ise, şaşkın şaşkın seyretmekle yetiniyordu. Sanki oldukları yerde çivilenmişlerdi. İslâm ordusunu takip etme cesaretini bulamamaları elbette kendileri hesabına büyük bir hezimetti.
Mücahidler Medine’ye parlak bir zafer kazanmanın vakar ve haşmetiyle yaklaşıyorlardı. Bu arada mücahidlerden Ya’lâ bin Ümeyye önden giderek, henüz ordu Medine’ye varmadan Hz. Resûlullahın huzuruna çıktı. Olup bitenleri anlatmak isteyince Resûl-i Kibriyâ, “İstersen ben olup bitenleri sana anlatayım” buyurdu ve harp safahatını olduğu gibi anlattı. Bu mucize karşısında Hz. Ya’lâ şöyle dedi:
“Seni hak din ve kitapla peygamber gönderen Allah’a yemin ederim ki, sen mücahidlerin hâdiselerinden anlatmadık bir harf bile bırakmadın.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ise, “Allah aradaki mesafeyi ortadan kaldırdı. Ben de savaş meydanını gözlerimle gördüm”3 buyurdu.
Hz. Câfer’in Mü’te’de şehid olduğu gündü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harbin safahatını anlatıp, üç kumandanın şehid olduğunu Ashab-ı Kirama haber verdikten sonra, Hz. Câfer’in evine gitti.
Hz. Câfer’in hanımı Esmâ bint-i Ümeys her şeyden habersiz işleriyle meşguldü. Çocuklarının yüzlerini tertemiz yıkamış, başlarını taramıştı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), “Ey Esmâ, Câfer’in oğulları nerede?” diye sordu.
Hz. Esmâ’nın hâlâ bir şeyden haberi yoktu. Çocukları çok seven Hz. Resûlullahın bu isteği altında herhangi bir mânâ aramadı. Oğullarını tutup yanına getirdi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz onları bağrına bastı. Öptü, kokladı. Bu esnada kendisini zaptedemeyerek gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
İşte o anda Hz. Esmâ’nın yüreği dağlanır gibi oldu. “Yâ Resûlallah,” dedi, “anam, babam sana fedâ olsun, sen ne için ağlıyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından sana acı bir haber mi erişti?”1
Hz. Resûlullah acı gerçeği teessür içinde haber verdi, “Evet onlar bugün şehid oldular!”2
Hz. Esmâ’nın gözlerinden bir anda yaşlar seller gibi boşanmaya başladı. Kadınlar başına toplandılar. Hz. Resûlullahın ona emri şu oldu:
“Ey Esmâ! Ağzından uygunsuz ve kaba bir söz kaçırma ve göğsünü de dövme!”3
Daha sonra Efendimiz Hâne-i Saadetine geldi. Zevcelerine, “Câfer âilesi için yemek yapmayı ihmal etmeyiniz” buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Câfer’in ev halkına üç gün yemek yapılıp yedirildi.
İslâmda ölünün ev halkı için yapılan ilk yemek budur.
Peygamber Efendimiz, Hz. Câfer için üç günden sonra ağlamayı da yasakladı.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Câfer’in kesilen iki eline karşılık, Cenab-ı Hakkın ona iki kanat verdiğini ve Cennette, onunla istediği gibi uçup durduğunu haber vermiştir. Bu sebeple ona “Câfer-i Tayyar” denilmiştir.2
Henüz İslâm ordusu Mü’te’den Medine’ye dönmemişti.
Hz. Resûlullah, bir ara harpte şehid olan Zeyd bin Hârise Hazretlerinin kızını gördü. Masum kız, Resûl-i Kibriyânın mübarek yüzüne hüzünlü ve ağlamaklı bakıyordu. Bu manzarayı seyre dayanamayan Efendimiz, şefkat ve merhametinden ağlamaya başladı.
Sa’d bin Ubâde Hazretleri, “Yâ Resûlallah! Nedir bu?” diye sordu.
Efendimiz şöyle izah etti, “Bu, sevgilinin, sevgilisine hasretidir.”3
İslâm ordusunun karşılanışı
Oldukça sıcak bir gündü. Hz. Resûlullahın ak sancağının Medine ufuklarında parlamaya başladığı görüldü. Gelen artık Zeyd ordusu değil “Seyfullahi’s-Sarim” (Allah’ın Keskin Kılıcı) ünvânının sahibi Hz. Hâlid bin Velid ordusu idi. Tecessüm etmiş ruh ve cesaret abidesini andıran mücahidler üç kumandan dahil, on beş kadar mücahidi kaybetmiş olmanın derin hüznü, ama İslâma parlak bir zafer kazandırmanın vakar ve sevinci içinde Medine’ye semâda süzülen parlak yıldızlar misali akıyorlardı.
Bu sırada Resûl-i Ekrem, Ashab-ı Kirama, “Toplanınız da kardeşlerinizi karşılayalım” buyurdu.
Müslümanlar, kızgın sıcağa rağmen derhal bu emre itaat edip mücahidleri karşılamak üzere âdeta Medine’yi tamamen boşalttılar.
Kâinatın Efendisi de bu mücahidleri karşılamaya çıkıyordu. Onlara “Hoşgeldiniz” demeye gidiyordu. Çoluk çocuk herkes onun etrafını yıldız misali sarmıştı. Çocukların bineklere bindirilmesini emredip, kudsî şehâdet mertebesine erişen Hz. Câfer’in biricik oğlunun da kendisine verilmesini istedi. Getirilen yavruyu, şefkat kahramanı Kâinatın Efendisi önüne bindirdi. Yoluna öylece devam etti.
Medine’nin Cürüf mevkiinde mücahidlerle karşılayıcılar birbirlerine kavuştular ve ulvî bir manzara teşkil ettiler.
Bu arada mücahidlerin kulağına bazı nâhoş sözler geldi. “Allah yolunda savaşmaktan kaçan korkaklar!”1
Mücahidler işittikleri bu sözlerden dolayı son derece üzüntü duydular. Durumu Hz. Resûl-i Ekreme şikâyet ettiler. Kâinatın Efendisi onları şöyle teselli etti:
“Sizler Allah yolunda savaşmaktan kaçanlar değil, dönüp dönüp vuruşanlarsınız!”2
Hz. Resûlullahın bu sözleri üzerine Müslümanlar da mücahidleri o tür sözleri söyleyerek kınamaktan ve üzmekten vazgeçtiler.
* * *
Zâtü's-Selâsil Seferi
Hicretin 8. senesi, Cemâziyelâhir ayı. (Milâdî 629.) Bazı Arap kabileleri Mü’te Harbinin neticesini Müslümanlar için zahirî bir mağlubiyet ve gerileme olarak değerlendirmiş olacaklar ki, Medine’ye saldırmak maksadıyla bir araya gelmişlerdi. Bunlar, Kudaa, Beliy, Cüzzâm, Lahm ve Âmile adındaki kabilelerdi.1
Durumu haber alan Peygamber Efendimiz, derhal Amr bin Âs Hazretlerini yanına çağırdı ve “Ey Amr, silâhını kuşan, yolculuk elbiselerini giy ve hemen yanıma gel! buyurdular. Amr hemen gidip silahını kuşandı ve sefer elbiselerini de giyerek Efendimizin yanına vardı. Resûl-i Ekrem, “Ey Amr,” dedi, “seni selâmete ve zenginliğe erdirsin diye askerî bir birliğin başında bir yere göndermek istiyor, en iyi dileğimle senin için zenginlik diliyorum.”
Hz. Amr, “Yâ Resûlallah, ben zengin olayım diye Müslüman olmadım. Hiç bir karşılık beklemeden ve cihadlara katılıp, zâtınızın yanında bulunmayı arzuladığım için Müslüman oldum” diye karşılık verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, “Ey Amr! Zenginliğin faydalısı, insanların hayırlı ve faydalısına ne güzel yaraşır”2 buyurdu.
Resûl-i Ekrem Efendimizin Amr’ı (r.a.) tercih edişinin bir sebebi vardı: O da, Hz. Amr’ın Beliy Kabilesiyle akraba oluşuydu. Baba annesi Beliy Kabilesindendi. Amr’ı göndermekle onları akrabalık noktasından bir derece yumuşatmak ve İslâmiyete ısındırmak istiyordu.
Ayrıca Efendimiz, üzerine yürüyeceği kabileleri İslâma dâvet etmesi için de Amr Hazretlerine emir verdi.
Bütün bunlardan sonra Hz. Amr, emrindeki Muhacir ve Ensardan müteşekkil 300 mücahidle Medine’den yola çıktı. Müşrik kabilelerinin toplandığı bölgeye yaklaştığında, fazlaca kalabalık olduklarını gördü. Bunun üzerine Ashabdan Rafi’ bin Mekîs’i Peygamber Efendimize göndererek acele yardım istedi. Medine’ye gelen bu Sahabî durumu Peygamber Efendimize haber verdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu istek üzerine Hz. Ebû Ubeyde bin Cerrah kumandasında 200 kişilik bir takviye kuvveti gönderdi. Bunlar arasında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Ensar ve Muhacirin ileri gelenlerinden bir çok kimse vardı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz Amr bin As’la buluşup hep birlikte hareket etmelerini ve aralarında anlaşmazlığa düşmemelerini de Hz. Ebû Ubeyde’ye sıkı sıkıya tenbih etti.1
Takviye birliği sür’atle yol alarak Hz. Amr’ın yardımına yetişti.
Amr (r.a.), Ebû Ubeyde Hazretlerine, “Sizin de kumandanınız benim! Çünkü, Resûlullaha haber gönderip bana yardım etmenizi kendisinden ben istedim” dedi.
Fakat, Ebû Ubeyde Hazretleri kendi birliğine kumandanlık etmek istedi, “Ben, emrim altındaki birliğin kumandanıyım. Sen ise, emrin altındaki birliğin kumandanısın!”2 karşılığını verdi.
Hz. Amr ise, aynı şekilde, onların da kumandanı olduğunu, imamlığa yetkili olanın da kendisi bulunduğunu ifade etti. Bu küçük münakaşaya Muhacir Müslümanlar da Ebû Ubeyde Hazretlerinin tarafını tutarak katıldılar.
Ebû Ubeyde, Hz. Resûlullahın tenbihini hatırlayınca, münakaşanın uzamasına meydan vermedi ve şöyle dedi:
“Ey Amr! Resûlullah Aleyhisselâmın, Medine’den ayrılırken en son sözü, ‘Arkadaşının yanına varınca, birbirinize itaat ediniz, sakın aranızda ihtilafa düşmeyiniz’ emir ve tavsiyesi olmuştur. Eğer sen bana itaat etmezsen, ben sana itaat ederim.”1
Böylece başkumandanlık, münakaşa uzamadan Amr bin Âs Hazretlerinde kaldı. Namazı da mücahidlere o kıldırmaya başladı.2
Varılan yerde hava oldukça soğuk ve sertti. Mücahidler ateş yakmak için etraftan odun toplayarak ısınmak istedilerse de kumandan Hz. Amr, buna katiyetle müsaade etmedi. Bu durum, Ashabın itirazına sebep oldu. Hz. Ebû Bekir, meseleyi kendisiyle konuşmak isteyince Hz. Amr bin Âs, “Sen beni dinlemek ve bana itaat etmekle emrolundun, değil mi?” diye sordu. Hz. Ebû Bekir, “Evet” dedi.
Bunun üzerine Hz. Amr, “O halde, neye emrolunduysan onu yap”3 dedi.
Hz. Ömer bu sözlere tahammül edemedi ve gidip Hz. Amr’a çatmak istediyse de, Hz. Ebû Bekir buna mani oldu ve şöyle dedi:
“Bırak onu, istediğini yapsın. Resûlullah Aleyhisselâm, onu ancak harpteki mahareti dolayısıyla başımıza kumandan tayin etti. Mademki o, şu anda kumandandır, onun işine karışmak doğru olmaz.”4
Bunun üzerine Hz. Ömer, hiddetini yenip sustu.
Aslında Hz. Amr, güzel bir taktik ve tedbir icabı mücahidlerin ateş yakmalarına müsaade etmiyordu. O da şuydu: Düşman çok, mücahidler ise onlara nazaran sayıca az idiler. Ateş yakıldığı takdirde sayıları ortaya çıkacak ve düşman hiç bir endişe ve korkuya kapılmadan üzerlerine hücum edecekti. Fakat, yakılmadığı takdirde düşman mücahidlerin sayısını tam bilmeyecek ve ihtiyatlı hareket etmek durumunda kalacaktı. Nitekim de aynı durum cereyan etti. Müslümanların oldukça kalabalık oldukları zannına kapılan düşman kuvvetleri, çarpışmayı bile göze alamadan her biri bir tarafa dağıldı. Az sayıda bir birlik karşı koymaya direndi. Ancak onlar da bir müddet sonra mücahidlerin toptan hücumu karşısında dayanamayarak kaçmaya mecbur kaldılar.1 Harp sanatını iyi bilen komutan Amr (r.a.) kaçanları, mücahidlere bir pusu kurulmuş olabilir ihtimâlini göz önüne alarak takibden vazgeçti. İslâm ordusu gayesine ulaşmış olmanın huzuru içinde Medine’ye döndü.
Amr bin Âs’ın Peygamberimize suali
Mücahidlerle Medine’ye dönen kumandan Amr bin Âs (r.a.), iç âleminde bir duyguya kapılmıştı. Bu duygusunu bizzat kendisi şöyle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.), beni askerî birliğin başında Zâtü’s-Selâsil’e göndermişti.
“Askeri birliğin içinde Ebû Bekir ve Ömer de bulunuyordu. Resûlullahın yanında benim yerim daha üstün olmazsa, herhalde beni, Ebû Bekir ve Ömer’in başına kumandan tayin ederek göndermezdi’ diye içime doğdu.
“Hemen Resûlullahın yanına gidip ‘Yâ Resûlallah! Halkın sana en sevgilisi kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’dir,’ buyurdu.
“‘Erkeklerden kimdir?’ diye sordum.
“‘Âişe’nin babasıdır’ buyurdu.
“‘Ondan sonra kimdir?’ diye sordum.
“‘Ondan sonra Ömer’dir,’ buyurdu.
“Bir takım daha erkeklerin isimlerini saydı.
“Kendi kendime, ‘Artık bu sorumu tekrarlamayayım’ dedim. Ve beni en sonraya bırakmasından korkarak sustum.”1
Hakikat-i halde, Amr bin Âs Hazretleri, Ashâb-ı Kirâmın büyüklerindendi. Fakat, o vakit Sahabîler arasında ona nisbetle Allah indinde ve Hz. Resûlullah katında daha sevgili ve daha efdal pek çok zatlar ve onun tabakasının üst tarafında hayli tabakalar vardı. İşte bunu anlayan Hz. Amr, sözü daha fazla uzatmayıp kısa kesmiştir.
* * *
Sifü’l-Bahr Seferi
Hicretin 8. senesi, Receb ayı. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı Muhacir ve Ensardan müteşekkil üç yüz kişilik bir birliğin başına kumandan tayin ederek Cüheynelerden bir kabilenin üzerine gönderdi.1 Maksat, bu İslâm düşmanı kabileyi te’dip edip gereken dersi vermekti. Mücahidler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu.
Yolda son derece açlık sıkıntısı çeken, hattâ ağaç yapraklarını bile ısıtıp yemeğe kalkan mücahidler nihâyet Sifü’l-Bahr’e (Deniz Sahili) vardılar. Açlıkla kıvranıp durdukları bu sırada Rezzak-ı Zülcelâl, denizden dalgalarla kocaman bir balığı çıkarıp onlara ikram etti.2 Orada kaldıkları müddetçe bu balıktan yediler.
Hiç kimseyle karşılaşmayan mücahidler Medine’ye döndüler.
Mücahidler, Peygamber Efendimize (a.s.m.), deniz sahilinde yedikleri balıktan bahsedip, bundan dolayı herhangi bir şey yapmaları gerekip gerekmediğini sordular.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “O, Allah’ın sizin için denizden çıkardığı bir rızıktır” buyurdu ve ilâve etti:
“Yanınızda, o balığın etinden başka bir şey varsa, bize de yedirseniz!”
Mücahidlerin bir kısmı yolda azık olsun diye beraberinde o balıktan getirmişti. Peygamber Efendimize de (a.s.m.) bir parça verdiler. Peygamber Efendimiz de ondan yedi.3