AVUSTRALYA'DA İKİ ŞEHİDİMİZ
Birinci Dünya savaşının bilinmeyen veya az bilinen bir cephesinin Avustralya cephesi olduğunu biliyor muydunuz? Evet bu cephede iki şehit vermişizdir. Bunlar Avustralya'nın "Silver City" şehrine yerleşmiş iki Osmanlıdır. Orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Günün birinde Halifelerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün Müslümanları cihada çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya'dan asker toplanmaktadır.
Birinci Dünya savaşının bilinmeyen veya az bilinen bir cephesinin Avustralya cephesi olduğunu biliyor muydunuz? Evet bu cephede iki şehit vermişizdir. Bunlar Avustralya'nın "Silver City" şehrine yerleşmiş iki Osmanlıdır. Orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Günün birinde Halifelerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün Müslümanları cihada çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya'dan asker toplanmaktadır.
Bu iki genç, şehrin valisinin huzuruna çıkarak şöyle derler:
"Halifemiz size karşı harp ilan etmiş. Bizim de buna icabet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz." Vali gülmüş ve onları reddetmiş:
"Bizi tehdid mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin, edebinizle oturun yerinizde!" Bizimkiler de: "Eh ne yapalım, bizden günah gitti" diye söylenerek uzaklaşmışlar. Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki makineli tüfekle bol cephane edinmişler. Sonra?
Sonra da Çanakkale'ye gönderilmek üzere limana sevk edilecek olan Anzak askerlerim taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza gidip mevzilenmişler. Namazlarını kılıp helalleştikten sonra, kazdıkları siperlere yerleşmişler.
Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz Anzak askerini ölü ve yaralı olarak bırakmak zorunda kalmış.
Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki şehid kahraman olabileceğine çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gafil olan ve İslam'ın gönüllerdeki hakimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın mübarek naaşlarını selamlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.
İÇTE VE DIŞTA GERÇEK FATİH
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor: "İstanbul fâtihi genç hükümdar, dîvândadır. Dîvân haftada bir gün halkın şikayetlerini dinler. İçeriye ayağı çarıklı bir köylü girer. Sedirde oturan paşalar ve pâdişâhı bir bir süzdükten sonra kimin pâdişâh olduğunu kestiremez. Ve elini beline dayayarak:
"-Kangınız seâdetlü hünkârsınız?" diye sorar.
BÖYLE DEVLET ADAMINA SAHİP ÜLKENİN HAKKI BATMAKTIR
Gazi hareketi ile cihan devletine yürüyen bir beylikti Osmanlı. Cihanı üst üste karanlıkların sardığı bir dönemde, âdetâ kehkeşanlardan yıldızlar derip, bununla her gün ayrı bir donanma gecesi teşkil ederek kendi ülke ve kendi insanına hep başka başka bayram şenlikleri yaşatanlar, üstûreleşen koca bir tarihin ilk rüyalarını cılız bir söğüt ağacının dalları altında görmüşlerdi.Ama İstanbul fethedilip artık İmparatorluk haline gelinince, bürokrasi işin içine girince, saray uleması oluşunca, cihad düşüncesi yerini başka şeylere bırakınca…Bu durumu bir büyüğümüz şöyle izah ediyor; Osmanlı'nın akıbeti de, aynı rûhî çöküşün neticesiydi. Dolmabahçe Sarayı'na girdiğinizde, sadece yaldızlama için on altı ton altının harcandığını duyunca, ürperecek ve o sarayın duvarlarında siz de yıkılışın hazin tablolarını seyredeceksiniz. Bu İlahî bir kanundur ve asla değişmemiştir ve değişmeyecektir. İşte o çöküş döneminin bir devlet ricalinin ihanet hikayesini ibret nazarınıza arz ediyoruz.
1911'de İtalyanlar eski bir Osmanlı toprağı olan Trablusgarb'a (Libya'ya) saldırmışlardı. Zaten İttihatçıların Sadrazamı İbrahim Hakkı Paşa da, burasını âdetâ işgale âmâde bir hâle getirmişti. Oradaki askeri Yemen'e sevk etmiş, askerî vâli ve kumandanı da bir bahâneyle İstanbul'a celb etmişti. Halbuki kendisi, Roma büyükelçiliğinden sadrazamlığa intikal etmiş bulunuyordu. İtalyanların niyetlerini, herkesten iyi bilmesi gerekirdi. Ancak bütün bunlar bir tarafa, Trablusgarb çıkarması hakkındaki İtalyan ültimatomu kendisine ulaştığında dahî Osmanlı ordusunda müşâvir olarak çalışmakta bulunan İtalyan asıllı Robilan ile "biriç" oynamaktaydı. Arz edilen ültimatomu:
"-Şuraya koyun; oyunum bitsin!.." diyerek saatler sonra açmak gibi bir gaflet ve ihânet göstermişti.
BİR ANAMIZIN AĞLATAN ŞUURU
İstanbul, ecnebî işgali altına düşmüştür. Harbiyenin cadde tarafındaki balkonundan İngiliz askerleri Mehmetçikleri süngü ve dipçiklerle uzaklaştırarak Osmanlı bayrağını indirip oraya İngiliz bayrağını çekmektedirler. Karşı kaldırımda işçi kılıklı bir Anadolu kadını ağlamaktadır.Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey, bu kadını tesellî makamında:
"-Ağlama hemşire! Bu vatanın evladları bir gün yetişir, o bayrağı oradan indirir, gene bizimkini çekerler." der.
Kadın, Müftüoğlu Ahmed Hikmet Bey'e bir yaralı aslan gibi titreyerek:
"-A oğul! Ben onun için mi ağlıyorum sandın? Elbette birgün evladlarımız yetişir, o İngiliz bayrağını oradan indirir, bizimkini yerine çekerler. O mühim bir mes'ele değil. Sen biraz evvel dövülmüş ve elinden silahı alınmış Mehmetçiklerin önümüzden geçerken:«-Eyvah! Müslümanlık bitti! Dîn-i Muhammedî bitti!» diye feryâd ettiklerini duymadın mı? Ben o evlâdların ümidlerini yitirmiş olarak böyle söylemelerine ağlıyorum. Bir müslüman evlâdı, bu dînin kıyâmete kadar bâkî olduğunu bilmez mi? Bu nasıl sözdür? Bu inanç kaybedilirse, o bayrağın değiştirilmesi güçleşir. Bu inanç bâkî kaldıkça, o bayrağı indirmek bir hiçtir."
KAYNAKLAR
1-Altınoluk Dergisi-Sayı:1
2- Altınoluk Dergisi-Sayı:161(Osman Nuri Topbaş ile Röportaj)
3-İrşad Ekseni-M. Fethullah Gülen- Nil Yayınları-İzmir-1998