Kuvayi Milliye sırasında Atatürk kendisine ilk nüfus kaydını ve nüfus cüzdanını verecek olan Erzurum'un manevi hemşerisi seçildi. 4 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında da Sivas Kongresi'ni toplayarak vatanın kurtuluşu için izlenecek yolun belirlenmesi için çalıştı. 27 Aralık 1919'da Ankara'da heyecanla karşılanan Atatürk, 23 Nisan 1920'de “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diyerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı. TBMM, ulusal kuvvetlerin tek merkezde toplanması ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması yolunda çok önemli bir adımdı. Erzurum Milletvekili olan Atatürk, Meclis ve Hükümet Başkanlığına seçildi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, Kurtuluş Savaşı'nın başarıyla sonuçlanması için gerekli yasaları kabul edip uygulamaya başladı. 15 Mayıs 1919'da Yunanlılar İzmir'i işgali etmişti. Türk kurtuluş mücadelesi bu işgal sırasında Hasan Tahsin tarafından düşmana ilk kurşunun atılmasıyla başladı. 10 Ağustos 1920 tarihinde Sevr Antlaşması'nı imzalayarak Osmanlı İmparatorluğu'nu aralarında paylaşan Birinci Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı önce Kuvâ-yi Milliye adı verilen ulus güçleriyle savaşıldı. Ancak işgalci emperyalist devletlere karşı başarılı bir mücadele için düzenli bir ordu gerekiyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi düzenli orduyu kurarak Kuvâ-yi Milliye ve ordu bütünleşmesini sağladı. Savaş zaferle sonuçlandı.
Mustafa Kemal yönetimindeki Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önemli aşamaları ise şöyleydi:
•Sarıkamış (20 Eylül 1920), Kars (30 Ekim 1920) ve Gümrü'nün (7 Kasım 1920) kurtarılışı
•Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 - 10 Ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23 Mart - 1 Nisan 1921)
•Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10 - 24 Temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26 Ağustos - 9 Eylül 1922)
•Çukurova, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Şanlıurfa savunmaları (1919- 1921)
•I. İnönü Zaferi (6 - 10 Ocak 1921)
•II. İnönü Zaferi (23 Mart - 1 Nisan 1921)
•Kütahya-Eskişehir Muharebeleri (10 - 24 Temmuz 1921)
•Sakarya Zaferi (23 Ağustos - 13 Eylül 1921)
•Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve Takip Harekatı (26 Ağustos - 9 Eylül 1922)
Sakarya Zaferi'nden sonra 19 Eylül 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürk'e Mareşal rütbesini ve Gazi unvanını verdi. Kurtuluş Savaşı, 24 Temmuz 1923'te İsviçre'nin Lozan kentinde imzalanan Lozan Antlaşması'yla sona erdi. Bu anlaşma ile Sevr Antlaşması yürürlükten kalktı ve Türkiye Cumhuriyet'i Lozan Antlaşması temelleri üzerine kuruldu. New York Times Kurtuluş Savaşı’nı kazanmamız, bağımsızlığımıza kavuşmamız ve Lozan Antlaşması’nın başarısı üzerine şunları yazacaktı:
Lozan'ı Atatürk kazandı; son iki yüz yılda ihtiyar Asya'nın Avrupa'ya karşı kazandığı ilk zafer.
|
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yönünde en büyük adım atılmıştı ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu müjdelenmişti. Meclisin, Kurtuluş Savaşı'nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk devletinin kuruluşunu hızlandırdı ve 1 Kasım 1922'de hilafet ve saltanat birbirinden ayrıldı. Ardından da önce saltanat ve daha sonra da hilafet (3 Mart 1924) kaldırıldı. Gazi Atatürk, Eylül 1923'te başlattığı kurtuluş mücadelesini siyasi harekete dönüştürdü ve Türkiye’nin ilk partisi olan daha sonradan adı Cumhuriyet Halk Partisi olacak Halk Fırkası’nı kurdu. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet (halk egemenliği) idaresi resmen kabul edildi ve Atatürk oybirliğiyle ilk cumhurbaşkanı seçildi. 30 Ekim 1923 tarihinde İsmet İnönü tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk hükümeti kuruldu.
Cumhurbaşkanlık Dönemi (1923–1938)
Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, anayasa gereğince dört yılda bir yeniden yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde 1927, 1931, 1935 yıllarında olmak üzere üst üste toplam 3 kez TBMM tarafından cumhurbaşkanı seçildi. Atatürk, 15–20 Ekim 1927 tarihleri arasında Kurtuluş Savaşı'nı ve Cumhuriyet'in kuruluşunu anlatan büyük yapıtı Nutuk'u (Söylev), 29 Ekim 1933 tarihinde de Onuncu Yıl Nutku'nu okudu. Nutuk, ulusal mücadelenin kimlere karşı, niçin ve nasıl verildiğini anlatıyordu ve mücadelenin Cumhuriyet kurulduktan sonraki aşamasında yapılması gerekenler konusunda da önemli bilgiler veriyordu. Türkiye için oldukça değerli olan bir konuşmaydı.
2587 sayılı kanunla 24 Kasım 1934 tarihinde ülke için yaptıkları, kazandığı zaferler ve Türklerin babası olması dolayısıyla Mustafa Kemal'e Atatürk soyadı verildi. Atatürk 1930'lu yıllarda eski Yunan başbakanı Venizelos tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.
Sinsi Hastalık Siroz
Milli çıkarlar ve devlet işlerinde son derece titiz olan, hiç bir mazeret kabul etmeyen Atatürk, çok çalıştığı için kendi sağlığına gerektiği kadar özen gösteremiyordu. Yaşayış tarzının sağlığına verebileceği zararlara karşı kayıtsızdı. Ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde görüyordu. Geceleri çok geç yatmakta, önemli bir durum olduğunda günlerce uykusuz kalarak aralıksız çalışmaktaydı. Büyük Nutku dikte ettirirken çalışanlardan bayılanlar olduğu halde, o ara vermeden dikte ettirmeye devam etmişti. Okumaya meraklı olan Atatürk ilgi duyduğu bir kitabı ne kadar hacimli olursa olsun saatlerce okur, bitirmeden bırakmazdı. Ancak 1937 yılında sağlığıyla ilgili olarak olumsuzluklar ortaya çıkmaya başladı.
Atatürk genç yaştayken, Manastır Askerî İdadisinde öğrenim görürken ciddi bir sıtma hastalığı geçirmişti. Trablusgarp’a giderken attan düştüğü için İskenderiye’de tedavi gördüğü Salih Bozok’un anılarında dile getirilmişti. Derne savaşlarında ise gözünden yaralanmış ve Viyana’da tedavi görmüştü. Büyük Harp sırasında başlayan böbrek rahatsızlığı ise uzun süreler devam etmiş, 1918’de Avusturya’da Karlsbad kaplıcalarında tedavi görmüştü. Atatürk’ün Millî Mücadele yıllarında da böbrek sancılarının devam ettiği, Sakarya Savaşı öncesinde üç kaburga kemiğinin kırıldığı bilinmekteydi. 1924 ve 1927 yıllarında, Cumhurbaşkanlığı döneminde, kalp rahatsızlıkları geçirdiyse de gerekli tedaviler sonucunda sağlığına kavuşmuştu. 1936 yılında soğuk algınlığı sonucu ateşli bir akciğer rahatsızlığı geçirmesine rağmen, oldukça sağlıklı görünmeyi başaran Atatürk, savaşın, mücadelenin ve zor koşulların olumsuz etkilerine rağmen yıllara meydan okuyordu. Ancak bu zorlu süreçler onu çok yıpratmıştı. Dolayısıyla 1937 yılının başlarından itibaren Atatürk’ün sağlık durumu bozulmaya, rahatsızlıklar kendini göstermeye başlamıştı. Ancak Atatürk, bu belirtilere yeterince önem vermemiş, ülke çıkarlarını kendi sağlığından üstün tuttuğu için geçici tedbirlerle yetinmişti.
Atatürk’ün rahatsızlığına ilk teşhisi koyan Yalova Termal Kaplıcaları Müdürü Dr. Nihat Reşat Belger’di. 22 Ocak 1938’de Dr. Belger kendisini muayene ettiğinde karaciğer büyümesi ve sertleşmesi teşhisini koydu. Atatürk içkiyi sevdiği için karaciğeri büyük zarar görmüştü. Kesin tanı için özel doktoru Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp çağrıldı ancak İrdelp’in teşhisi de farklı olmadı. Atatürk siroz olmuştu ve tedavi için ciddi bir perhiz ve istirahat gerekliydi.
Atatürk bir kaç gün dinlendikten sonra 1 Şubat’ta Gemlik Suni İpek Fabrikası’nı, 2 Şubat’ta Merinos Fabrikasını açmak için Bursa’ya gitti. Fabrika açılışlarını yapıp, düzenlenen baloya katılan Atatürk, ertesi gün dolmabahce-sarayi’na döndüğünde bitkindi. Zatürreye yakalandı ancak on günlük bir tedaviden sonra sağlığına kavuştu.
25 Şubat 1938’de Ankara’da gerçekleşen Balkan Antantı toplantısına katıldı, Balkan devlet adamları ile uzun görüşmeler yaptı. Ancak tüm bu çabalar ve yoğunluk onu yormaya devam ediyordu. Hastalığının artması üzerine, 6 Mart 1938’de, Türk doktorları tarafından bir konsültasyon yapıldı ve Fransa’dan da tanınmış uzman Prof. Dr. Fiessinger davet edildi. 28 Mart 1938’de siroz teşhisini doğrulayan Fiessinger’in Atatürk’e :“Büyük kumandan büyük harpler yaptınız. Muzaffer oldunuz. Ama bu işin kumandanı da benim. Siz bana tâbi olacaksınız, bana yardım edeceksiniz” dediği söylenmekteydi. Fiessinger’in ifadesini beğenen Atatürk, onun tavsiyelerine uymaya çalıştı.
Hükümet ilk defa 30 Mart 1938’de, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün hastalığı ile ilgili resmî bir bildiri yayınladı. Bildiride, Fiessinger’in muayenesi sonucunda Atatürk’ün sağlığında endişe edilecek bir durum olmadığı ifadesi yer alıyordu.
Ancak Atatürk, Cumhurbaşkanlığı görevini aksatmadan yürütmek ve özellikle Hatay sorununu sonuçlandırmak kararındaydı. Çünkü Fransa’nın Hatay meselesi konusundaki aldırmaz tutumundan rahatsız oluyordu. Türkiye’nin bu konudaki kesin kararlılığını göstermek için 20 Mayıs’ta Mersin’de askerî birliklerin geçit töreninde bulunup, 24 Mayıs’ta Adana’daki askerî birlikleri denetledi ancak Ankara’ya döndüğünde bitkindi. Ankara’da sadece bir gün kaldıktan sonra 26 Mayıs’ta İstanbul’a hareket etti. Bu yolculuktan sonra ulu önder Ankara’yı bir daha göremeyecekti. Deniz havasının kendisine iyi geleceği ümit edilmekteydi ve hem devlet başkanlarını orda ağırlaması hem de dinlenmesi amacıyla Savarona yatı alındı. Dünya liderlerini ağırladığı Ertuğrul isimli yat eskiyince Cumhurbaşkanlık için yeni bir yat araştırması yaptırmıştı. Değerlendirme sonrasında, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokulan Savarona isimli yat satın alındı. Yat bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu dönemde İstanbul’a geldi. Atatürk, Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenledi, Romanya Kralı Carol da dâhil olmak üzere önemli konukları ve devlet başkanlarını ağırladı.
29 Mayıs’ta yapılan muayene sonucu karnında su toplanmaya başladığı görülen Atatürk, 1 Haziran’da Savarona yatına yerleşmiş 25 Temmuz 1938’e kadar orada kalmıştı. Ancak geminin içi yaz sıcağında kavrulmakta olduğu için, Atatürk rahatsızlandı ve 8 Temmuz’da Prof. Fiessinger 2. defa İstanbul’a geldi. Gerekli uyarılarda bulunan Fiessinger’ın mutlak istirahat önerisine rağmen, Atatürk, 9 Temmuz’da Savarona’da Bakanlar Kuruluna saatlerce başkanlık etti. Fiessinger 16 Temmuz’da 3. defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün durumunun hassaslaşmakta olduğunu gördü ve Atatürk, 24/25 Temmuz gecesi Dolmabahçe sarayına nakledildi.
Hastalığına rağmen, Atatürk, dolmabahce-sarayi’nda Başbakanını, Bakanlarını, elçileri ve komutanları kabul ediyor ve ülke meselelerini sürekli olarak izliyordu. 3 Eylül 1938’de Hatay Devleti’nin kuruluşunu “Türkiye Cumhuriyet’inin bir başarısı olarak” coşkuyla kutladı. Sağlığı gittikçe bozulan Atatürk, 5 Eylül’de vasiyetini yazdı. 6 Eylül’de Prof. Fiessinger dördüncü defa İstanbul’a gelerek, Atatürk’ün karnında toplanan suyu alarak onu rahatlattı. 11 Eylül’de düzenlenen raporda kesin istirahat öngörüldü. Buna göre ziyaretler sınırlı tutulacak ve yatakta dinlenilecekti.
Sonraki günlerde karında asit toplanması ilerledi, genel durumda yorgunluk ve takatsizlik vardı. Ancak sinsi hastalık ilerlemekteydi. 16 Ekim akşamı gelen ilk ağır koma 19 Ekim’e kadar sürdü. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, 23 Ekim gününe kadar sabah ve akşam günde iki defa sağlık durumunu belirten bildiriler yayınladı. 20 Ekim’de koma durumundan kurtulan Atatürk, eseri olan Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine katılmak ve halkıyla bütünleşmek için Ankara’ya gitmek istiyordu. Ancak bu gerçekleşmedi. 29 Ekim’de bağrından çıktığı orduya bir mesajla seslenen Atatürk şunları söyledi:
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman zaferle beraber medeniyet nurlarını taşıyan kahraman Türk Ordusu… Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini dâhilî ve haricî her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret vazifeni her an yapmaya hazır olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam iman ve itimadımız vardır.
|
1 Kasım 1938’de TBMM toplantısının açılış konuşmasını Atatürk’ün yerine Celal Bayar okudu ve Atatürk yakınlarıyla en son 6 Kasım tarihinde görüştü. 7 Kasım’da karnına 3. defa ponksiyon yapılarak su alındıktan sonra 8 Kasım’da Atatürk tekrar ağır bir komaya girdi. Saat 19 dolaylarında başlayan koma gittikçe ağırlaştı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği 9 Kasım 1938’de saat 24’de yayınladığı bildiride “Umumî durumunun tehlikeli bir hal aldığı” nı vurguladı.
10 Kasım Perşembe günü tüm Türkiye Cumhuriyeti ve dünya tarifsiz bir yasa boğuldu. Sevgili Atatürk, kendisini tedavi etmeye çabalayan hekimlerinin gözyaşları arasında, saat 9.05’te hayata veda etti.
Hükümet acı haberi Türk halkına bir bildiri ile duyurdu:
…Türk Milleti Ulu şefini, insanlık büyük evlâdını kaybetti. Milletimize içimiz yanarak bu tarife sığmayan ziyandan dolayı ve derin taziyelerimizi sunarız… Ölmez olan onun büyük eseri Cumhuriyet Türkiyesidir… Bugün ayrılığına ağladığımız Büyük Şefimiz Atatürk, her vakit Türk Milletine güvendi… Ebedî Türk Milleti, onun eserlerini ebediyete kadar yaşatacaktır. Türk gençliği onun kıymetli emaneti olan Türkiye Cumhuriyetini daima koruyacak ve onun izinde yürüyecektir. Kemal Atatürk, Türkün tarihinde ve gönlünde daima yaşayacaktır...
|
Haber yurt içinde çok büyük üzüntü yarattı ve dünyada geniş yankılara yol açtı. Türkiye’nin millî kahramanının tabutu, 16 Kasım’da Dolmabahçe Sarayı'nda hazırlanan katafalka konularak halkın ziyaretine açıldı. Sonsuz acılar içinde kıvranan halk, kurtarıcısı olan Atasına saygısını, bir insan seli oluşturarak hıçkırıklar ve gözyaşlarıyla dile getirdi.
19 Kasım’da kılınan cenaze namazından sonra Ulu Önder Atatürk’ün tabutu 12 general tarafından top arabasına alınarak önce Zafer torpidosuna sonra Yavuz zırhlısına aktarıldı. Atatürk’ün naaşını 101 tane top atışı ile selâmlayan Yavuz, şerefli emanetini İzmit’te özel trene aktardı. Yol boyunca halkın gözyaşlarıyla uğurladığı tren, 20 Kasım günü Ankara garında yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve hükümet erkânı tarafından karşılandı. Ankara, kaderini değiştiren ebedî şefini, 101 tane top atışıyla selâmladı. Ardından Atatürk’ün tabutu TBMM’de hazırlanan katafalka konuldu. Silâh arkadaşları, general, subay ve askerlerin tazim nöbeti tuttukları katafalkın önünden başta Cumhurbaşkanı olmak üzere, Ankaralılar saygıyla geçtiler. Atatürk’ün naaşı 21 Kasım’da düzenlenen görkemli bir törenle, Etnografya Müzesi’nde hazırlanan, geçici kabirine yerleştirildi. Törende görülen manzara çarpıcıydı. Çünkü Atatürk tüm düşmanlarına karşı milli bağımsızlık bayrağını dalgalandırmış, sömürgecilere karşı savaşmış, esir milletlerin ümidi haline gelmişti. Şimdi ise, millî bağımsızlığın ve çağdaşlaşmanın sembolü olan ulu önderin arkasında dünyanın dört bir tarafından gelen temsilciler yer almışlardı. Tüm dünya ona büyük saygı duyuyordu. Bunlar arasında faşistler, demokratlar, Naziler, radikal İslamcılar da vardı ve herkes yan yana saygı yürüyüşüne katılmıştı. Türk halkı ise sonu gelmez acılar içinde kıvranarak Atasını uğurluyordu. Türk halkının bu derin acısını, ebedi Şefine olan minnet ve bağlılığını, 11 Kasım’da oy birliği ile Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, 21 Kasım 1938 tarihli bir bildiri ile dile getirmişti:
…Devletimizin bânisi ve milletimizin fedakâr, sadık hadimi (hizmet edeni); İnsanlık idealinin mümtaz siması; Eşsiz kahraman Atatürk; Vatan sana minnettardır. Bütün ömrünü hizmetine verdiğim Türk milleti ile beraber senin huzurunda tazim ile eğiliyoruz...
|
Atatürk' ün naaşı Anıtkabir yapılıncaya dek on beş sene bu geçici kabirde kaldı ve 10 Kasım 1953' te büyük bir merasimle, ebedi istirahat yeri olan Anıtkabir' e nakledildi. O, Türk' ün tarihinde ve gönlünde ebediyen yaşayacaktır, ölümsüzdür. O bir kumandan olarak birçok savaş kazanmış, bir lider olarak kitleleri etkilemiş, bir devlet adamı olarak başarılı bir yönetim sergilemiş ve nihayet bir devrimci olarak bir toplumun sosyal, kültürel, ekonomik, politik ve hukuki yapısını kökten değiştirmeyi başarmış; dünya tarihindeki en üstün şahsiyetlerden birisi olmuştur. Tarih onu Türk ulusunun en şerefli evlatları ve insanlığın en büyük liderleri arasında sayacaktır.
Atatürk’ün Kişiliği
Ulu önderimiz ve hayatı hakkında bugüne kadar sayısız eser ve biyografi kaleme alındı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, kahraman asker ve büyük devlet adamı Atatürk, cephedeki ve ülke yönetimindeki üstün başarıları dışında, insani vasıflarıyla da birçok eserde yer aldı. Gerek Türkiye gerekse tüm dünya milletleri için çok büyük bir kahraman, eşsiz bir siyasi deha olan Atatürk, hayatı boyunca sevilen, üstün özellikleriyle takdir gören bir insan oldu.
Tevazusu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliğiyle girdiği tüm sosyal topluluklarda öne çıkan Atatürk’ü yakın çevresindekiler, akılcı ve sağduyulu yapısı, milli ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, giyim kuşamına, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe, sofra adabına verdiği önemle tanıdılar.
Onu benzersiz kılan özellikleriyle ilgili yapılan yorumlar, yazılan öyküler ve anılar hep birlikte onun “Karizmatik” kişiliğinin parçalarını oluşturuyordu.
Gerektiğinde adeta yemeyen, içmeyen ve uyumayan Atatürk, bu özelliğinin en tipik örneğini Kurtuluş Savaşı döneminde ve Büyük Nutuk’u yazarken gösterdi. Geceleri uyumaktan hoşlanmadığı için, sürekli olarak okuyan Atatürk için Mahmut Esat Bozkurt “Türk Milleti’nin gece bekçisi” ifadesini kullanmıştı.
Herkeste kolay bulunmayan bir irade gücüne sahip olan Atatürk, çok çalışkan olduğu kadar eğlenmeyi ve içmeyi de iyi biliyordu. Ancak görev aşkını ve sorumluluğunu alışkanlıklarının ve keyfinin üstünde tuttuğu için Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde 3 ay boyunca hiç içmemişti. Bu konuda kendisine uzun seneler hizmet etmiş olan Cemal Granda Çelebi şunları söylüyordu:
Büyük Nutuk’u yazdığı dönemde Atatürk’ün tam üç boyunca kendi isteğiyle içki boykotuna benimle birlikte çevresindeki herkes de şaşırıp kalıyordu. Atatürk’ün kırk sekiz saat hiç gözünü kırpmadan yazı dikte ettirişini de hatırlarım. Öyle ki, yazı yazmaktan yorulan değişiyor, fakat o binlerce belge arasından ayırdığı notlarıyla büyük eserini tamamlamak için uykusunu bile vermekten çekinmiyordu. Böyle zamanlarda, yazdıklarını sofrada arkadaşlarına okutur, sonra yine eski köşkün çalışma odasına geçer, kah oturarak kah ayakta, çalışmalarını sürdürürdü. Nutuk, çalışma azminin insan iradesinin üstüne nasıl çıktığını gösterdiği için de ayrı bir önem taşımaktadır. Çalışmaları sırasında yer ve zaman öğeleriyle ilgili değildi. Nerede ve hangi şartlar altında olursa olsun, yurt çıkarlarını kapsayan bir görev belirdi mi, onu yerine getirmeye çalışırdı. Gezileri sırasında trende ya da otomobil içinde evrak açtırarak çalıştığı çoktur. En keyifli eğlence anında, sofrada bile, karşısında görevlilerden birini gördü mü sohbeti, konuşmayı hemen yarıda keser, “Beni mi istiyorsunuz?” diye kalkıp giderdi. Ülke işlerini her şeyin üstünde tutardı. Eline aldığı herhangi bir işi de yarım bırakmaz, bitirmeden rahat edemezdi.
|
Atatürk oldukça ileri görüşlüydü. Türkiye ve dünyaya dair yargılarında hiç yanılmadı. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybedeceğimiz, İkinci Dünya Savaşı'nın çıkacağı, Kral Edward’ın Madam Simpson için tahtından ayrılacağı, Mussolini’nin halkı tarafından linç edileceği, Majino Hattı’nın aslında bir Nasreddin Hoca türbesi niteliği taşıdığı hep doğru tahmin ettiği olaylardı. Özellikle uluslar arası ilişkilerde belirgin hale gelen bu ileri görüşlülük Gladys Baker’in Amerika’yla ilgili Atatürk’e sorduğu sorunun cevabında iyice netlik kazanıyordu:
Dünya milletleri bir apartmanda oturan sakinler gibidir. Amerika Birleşik Devletleri, bu apartmanın en lüks dairesinde oturmaktadır. Eğer, apartman, oturanların bazıları tarafından ateşe verilirse, diğerlerinin yangının etkisinden kurtulmasına olanak yoktur. Savaş için de aynı şey olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’nin savaş çıktığı takdirde tarafsızlık siyasetini koruması olanaksızdır. Bundan başka, Amerika, büyük, kuvvetli ve dünyanın her yerinde ilişiği olan bir devlet olduğundan, kendisinin siyaset ve ekonomi yönünden ikinci basamaktaki bir duruma düşmesine hiçbir zaman izin veremez.
|
Atatürk insanları iyi tanıyor, kimi nerede ve nasıl görevlendireceğini de çok iyi biliyordu. Lozan Konferansı’na Rauf Bey yerine İsmet Paşa’yı göndermesi, ordu komutanları arasında yaptığı tercih ve atamalar, Cumhuriyet döneminde seçtiği bakanlar ve diğer yöneticiler bu yeteneğinin sonuçlarıydı. İnsanları değerlendirirken olumlu ve olumsuz yönlerini eşit derecede dikkate alıyor, nesnel ve önyargısız davranıyordu.
Liderliğin önemini çok iyi bilen Atatürk, kendisini sadece liderliğe hazırlamakla kalmamış, kişisel özellikleri dolayısıyla liderliğe oldukça uygun olduğu için de sürekli olarak lider gibi davranmıştı. Tipik davranışları arasında, çevresindekilere armağanlar vermek ve ileri görüşlülüğüyle benzersiz fikirlerini paylaşmak olan Atatürk, özellikle dış ilişkilerle ilgili ve diplomatik konularda bir lider olarak oldukça başarılıydı. Rıza Şah Pehlevi Türkiye’ye geleceği zaman, Ankara Halk Evi binasının bir bölümünü onun için özel olarak hazırlatmış, eşya seçimini bizzat kendisi yapmış, binanın bulunduğu bahçeye büyük ağaçlar getirtip diktirtmiş ve özel olarak Türk-İran dostluğunu simgeleyen bir opera bile yazdırmıştı. Yine Türkiye’ye ziyarette bulunan bir başka lider olan Japon Veliahdı için muazzam bir sofra hazırlattı. Sohbet esnasında Japonya’nın tarihinden bahseden, bir meydan muharebesini anlatan Atatürk’ün bilgisi karşısında Japon veliaht hayrete düşmüştü. Tarihten Japon mitolojisine geçen, ardından meşhur Japon şiirlerinden mısralar da okuyan Atatürk’ün bilgi ve hafızasına Japon Veliaht hayran kalmıştı. Zira Atatürk’ün Japon kültürü hakkında anlattıklarının bir kısmını bilmiyordu, onları ilk kez Atatürk’ten duyuyordu. Herkesi kendine hayran bırakan ve tüm diplomatik faaliyetleri müthiş şekilde planlayan Atatürk, veliaht gelmeden on gün önce Japon kültürüyle ilgili bu bilgileri tercüme ettirmişti ve bu görüşmeye hazırlanmıştı.
Atatürk aynı özeni bütün yabancı devlet adamlarına göstermişti. Zira diplomaside kişisel etkileşimin önemini erken yaşta fark etmiş, kendi kişiliğinin ve davranışlarının ulusunun bir aynası olacağını düşünerek, yabancı siyasetçilerde en iyi izlenimi bırakmaya gayret etmişti. Böylece, kendi kurduğu Cumhuriyet’i de yüceltmiş oluyordu. Atatürk haklı olduğunu hissettiği konuşmalarda, özgün düşüncelerini sonuna kadar savunuyor, bu özelliğini hem savaş alanlarında hem de toplumsal ve siyasal konularda da kullanıyordu.
Bir keresinde kendisine sorulan dahi kime denir sorusuna şu şekilde cevap vermişti:
Dahi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.
|
Atatürk sürekli olarak düşüncelerini ve beklentilerini çevresindekilere not ettiriyordu. Bu yolla gelecekle ilgili varsayımlarında ve yorumlarında ne denli haklı olduğu ileride kanıtlanmış ve doğrulanmış oluyordu. Özenle not ettirilen kehanetleri bir bir çıkıyordu. Mazhar Müfit Kansu, onun kehanetlerini not alan arkadaşlarından biriydi. Bu öngörü ve ileri görüşlülük ülkeyi ilgilendiren her meselede kısa ya da uzun vadelerde oldukça olumlu sonuçlar verecekti.
Atatürk girişkendi, sorumluluktan kaçınmıyordu, kendine güveni tamdı. İlkelerinden asla taviz vermeyen yapısı dışında kişisel açıdan oldukça hoşgörülü ve bağışlayıcı olan Atatürk, duruma göre esnek davranmasını da iyi biliyordu. Harekete geçmek için uygun zamanı kollayan, siyasi ilişkilerinde politik gücünü oldukça iyi kullanan yapısı, öfkeyle kalkıp zararla oturmasını engelliyordu. Zira Kurtuluş Savaşı sırasında Padişah’a karşı çıkmaması, Çerkez Ethem’e son dakikaya kadar tahammül etmesi ve benzeri birçok olaydaki stratejik davranış biçimi bu özelliğinin etkin rol oynadığının kanıtıydı. Asla kin tutmuyordu, bir kimseye ne kadar kızarsa kızsın, bir zaman sonra onu affediyor, olanları unutuyordu.
Atatürk, içinde bulunduğu gruba her zaman ve her koşulda egemen olan karizmatik bir kişiliğe sahipti. Önder olmanın tüm olumlu vasıflarını taşıdığı için, savaşın en gergin anlarından, sofrada yapılan hoş sohbetlere kadar her yerde etrafındakiler üzerinde benzersiz bir etki bırakıyordu. Hitabet sanatı, felsefeden siyasete her konudaki engin bilgisi, görgüsü, kibarlığı, ölçülü ve tutarlı davranışları hayranlık uyandırıyordu. Ancak tüm bunların yanında fiziksel olarak oldukça yakışıklıydı, oldukça şık giyiniyordu ve her zaman anlamlı bakan ve güçlü bir etki bırakan gözleri vardı. Özellikle Cumhurbaşkanlığı yaptığı dönemde birçok insanın bu sebepten gözlerinin içine bakamadığı, etrafındakilerin karizmatik niteliğinden dolayı ona hayran olduğu söylenmekteydi.
Ahmet Haşim, Atatürk’ün bir lider olarak karizmasından ve dış görünümünden nasıl etkilendiğini şu sözlerle ifade edecekti:
Gördüğüm fotoğraflarına nazaran biraz şişman, biraz yorgun, biraz hututu kalınlaşmış bir vücutla karşılaşacağımı zannederken, kapıdan bir ziya dalgası halinde giren mütekâsif bir kuvvet ve hayat tecellisi ile birden gözlerim kamaştı. Hadekaları en garip ve esrarengiz maddelerden masnu bir çift gözün mavi, sarı yeşil ışıklarla aydınlatıldığı asabi bir çehre; yüzde, alında, ellerde bir sıhhat ve bahar rengi… Muntazam taranmış, noksansız, sarı, genç saçlar… Bütün zemberekleri çelikten önce, yumuşak, toplu, gerilmiş, terütaze bir uzviyet. Altı yüz senelik bir devri bir anda ihtiyarlatan adamın çehresi eski ilahlardaki gibi iğrenç yaşın hiçbir izini taşımıyor. Alevden coşkun bir nehir halinde, köhne tarihin bütün enkazını süpüren ve yeni bir âlemin tekevvüne yol açan fikirler kaynağı bir baş, bir yanardağ zirvesi gibi, taşıdığı ateşe lakayit, mavi sema altında samit ve mütebessim duruyor. Kendi yarattığı şimşekli bulutlardan, fırtınalardan ve etrafa döktüğü feyizli seylabelerden yegâne müteessir olmayan meğer onun genç başı imiş.
|
Son derece cesur olan ve ölümden korkmayan Atatürk, savaş alanlarında birliklerine, ast ve üst olmak üzere tüm komutanlarına cesur davranışlarıyla örnek olmuş cesaret öğesini kişisel niteliği ile birlikte toplumsal ve askeri eylemlerinin bir simgesi yapmıştı. Çanakkale savaşında ihtiyat zabit namzedi olarak savaşmış Mahmut Yesari bu niteliğinden dolayı onu “Korku bilmeyen adam olarak tanıdım” demiş, onu savaş döneminde tedavi eden ünlü hekim Mim Kemal, cesaretine vurgu yaparak, “Ölüm ondan korktu” ifadesini kullanmıştı.