27 Mart 2012

İSLAM DİNİNDE BİLMEMİZ GEREKEN ZARURETLER

Ezan BAHSİ
64 - Ey Oğul! Resûlullah buyurdu ki: (Ezan okunurken şu duâ okunsun: “Ve ene eşhedü en lâ ilâhe illallahü vahdehu lâ şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlüh ve radîtü billahi rabben ve bil islâmi dînen ve bi Muhammedin sallallahü aleyhi ve selleme resûlen nebiyyâ.”) Dînimize uygun okunan ezan-ı Muhammedîyi işitince, kemâl-i hurmetle dinleyip ezandan sonra bu duâyı okuyan kimsenin günahları her ne kadar çok olsa yine affolunur. Yine buyurdular ki: (Ey benim ümmet-ü eshâbım! Ezan bitince bu duâyı dahî okuyunuz: “Allahümme rabbe hâzihidda'vetittâmmeti vessalâtil kâimeti âti Muhammedenil vesîlete vel fadîlete veddereceterrefî'ate veb'ashu mekâmen mahmûdenillezî vaadtehu inneke lâ tuhlifül mîâd.”) Bu duâyı güzelce okuyan kimseye verilecek sevap büyüktür.
65 - Dînimize uygun okunan ezana karşı tâzîm ve hurmette bulun! Ezan yer yüzünde söylenen sözlerin en doğrusudur.
Hz. Âişe [Elliyedi senesinde, Medînede, altmışbeş yaşında vefât etti.] Her zaman ezanı dinlerdi. Sordular: “Ey müminlerin anası, niçin ezan okunurken işini terk ediyorsun?” (Ben Resûlullahdan işittim, “Ezan okunurken iş işlemek dinde noksanlıktır” buyurdu. Onun için ezan okunurken işimi terk ederim) dedi.
Ebû Hafs Haddâd, [264 de Nişâpurda vefât etti] demircilik yapardı. Her ne zaman ezanı işitse, çekici yukarı kaldırmış ise, aşağıya indirmez, eğer çekiç aşağıda ise, yukarı kaldırmazdı. Bir kişi ile konuşuyor idiyse, hemen sözünü keser, ezanı dinlerdi. Nihâyet bu zat merhum oldu. Dostları, cenâzesini götürürlerken, müezzin minâreden “Allahü ekber” diyerek ezan okumaya başladı. Cenâzeyi götürenlerin omuzlarında mevtâ durdu. Cehd ve gayretlerine rağmen, cenâzeyi götürmek mümkün olmadı. Nihâyet ezan bittikten sonra, cenâzeyi götürmek mümkün oldu. Ezan-ı Muhammedîye tâzîm ve hurmet edenler ve onun, harflerini, kelimelerini değiştirmeden, bozmadan ve tegannî etmeden, minâreye çıkıp sünnete uygun okuyanlar, yüksek derecelere vâsıl olacaklardır. İbni Âbidîn, namaz bahsinin başında diyor ki, (Oturarak, tegannî ederek, câmi içinde, vaktinden evvel [ve ho-parlör ile] okunan ezan, islâm ezanı değildir.) Bunlar, sünnete uygun olarak tekrar okunur.
66 - Bir hadis-i şerifte, (Her kim ezan-ı Muhammedî sesini işittiği zaman müezzin ile berâber hafifçe okusa, her harfine bin sevap verilir, bin günahı affolur) buyuruldu.
67 - Ezan-ı Muhammedî, yâni sünnete uygun okunan ezan büyük bir nîmettir. Tâzîm edilmesi lâzım gelen büyük lutf-i ilâhîdir. Ezan, İslâm dîninin doğuşunda yoktu. Eshâb-ı Güzîn dediler ki, yâ Resûlallah! Namaz vakitlerini bize bildirmek için bir şey olsa. O gece Eshâbdan Bilâl Habeşî rüyâsında gördü ki, gökten iki kişi inip abdest aldılar. Biri ezan okudu ve kamet getirdi ve biri de imam oldu. Namaz kıldılar. Ondan sonra da, göklere doğru yükselip gittiler. Bu rü'yâyı gelip Resûlullaha söyledi. Resûl-i ekrem de, Eshâb-ı kirâm toplu bir hâlde iken, bu rü'yâyı nakleylediler ve buyurdular ki, (O gördüğün melek ne dedi?) Bilâl cevaben, (O melek, iki elini kulağına koyup Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber, Allahü ekber, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü en lâ ilâhe illallah, eşhedü enne Muhammeden resûlullah, eşhedü enne Muhammeden resûlullah, hayyealessalâh, hayyealessalâh, hayyealelfelâh, hayyealelfelâh, Allahü ekber, Allahü ekber, lâ ilâhe illallah) dedi. Hz. Ömer de: (Ben de, bu gece rü'yâmda böyle gördüm) dedi. Eshâbdan bu rü'yâyı görüp haber verenler oldu. Resûl-i ekrem buyurdu ki, (O gördüğünüz kardeşim Cebrâîldir. Namazın vakitlerini öğretti. Diğeri de, Mikâîldir. İmâm olup namaz kıldılar.)
Tenbîh: Tâzîmin birinci derecesi, ezanın şeklini ve kelimelerini değiştirmemek, onu bozmamaktır. İbni Âbidîn [1198-1252 Şâmdadır] buyuruyor ki, (Ezan, belli kelimeleri, belli şekilde okumaktır.) Ezanı çalgı çalarken veya çalgı âletleri ile okumak da câiz değildir.
Radyoda ve ho-parlör ile ezan okumanın câiz olmadığı, (Se'âdet-i Ebediyye) kitabında, tegannî bahsinde ve (Cennet Yolu İlmihâli)nde uzun bildirilmişti. İbni Âbidîn, namaz vakitlerini anlatırken diyor ki, (Namazın sahih olması için, namaz vaktinin girmiş olduğunu iyi bilmek lâzımdır. Vaktin girdiğinde şüphe ederek kılsa, sonra vakit girdikten sonra kılmış olduğu anlaşılsa, kılmış olduğu namaz sahih olmaz. Vaktin girdiği, âdil bir müslümanın okuduğu ezan ile anlaşılır. Ezanı okuyan âdil değilse, vaktin girip girmediğini kendi araştırır. Girdiğini çok zannedince, kılar. Din işlerinde âdil bir müslümanın sözüne inanılır. Meselâ, kıbleyi, birşeyin temiz ve necis olmasını, helâl, haram olmasını haber verince inanılır. Haber veren fâsık ise yâhut âdil, fâsık olduğu belli değil ise, doğru söyleyip söylemediğini kendi araştırıp, zannettiğine göre hareket eder. Çünkü çok zannetmek, iyi bilmek demektir. Namaz vaktinin girdiğini haber vermek ibâdettir. Burada da, namaz vaktini bilen, âkıl bâliğ, âdil bir erkeğin ezanına inanılır. Fâsık olan müezzinin, imamın haber vermesine de inanılmaz. Vaktinden evvel okunan ezan sahih olmaz. Büyük günah olur. Ezan, belli kelimeleri, belli şekilde okuyarak, namaz vaktinin girdiğini bildirmektir. Yüksek yere çıkıp okumak sünnettir.)
Dördüncü ciltte şâhitliği kabûl edilmiyenleri şöyle bildiriyor: (Âmânın, mürtedin, çocuğun, yüksek sesle okuyup sesini yabancı erkeklere duyuran kadınların, çok yemin edenin, dünya çıkarı için mezhep değiştirenin [mezhepsizin], şarap içenin, diğer alkollü içkilere devam edenin, eğlence için çalgı çalanların, başkalarını eğlendirmek için çirkin şarkı söyliyenin ve bunu dinliyenin, fısk, günah işlenen yerde oturanın, avret yeri açık gezenin, [karısını, kızını, emrinde olanları çıplak gezdirenin], tavla, kâğıd oynıyanın, her çeşit kumar oynıyanın, namaz kılacak vakit bırakmıyan oyuna, işe dalanın, fâiz yimekle meşhûr olanın, sokakta bevl yapanın, sokakta yiyerek gidenin, müslümanı açıkça kötüliyenin şâhitlikleri kabûl olmaz. Çünkü bunlar, âdil değildirler.)
[Mezhepsizlerin bir kısmı, ehl-i sünnet olan müslümanları, müşrik diyerek kötüledikleri için, diğer bir kısmı da Eshâb-ı kirâmın çoğunu ve üç halîfeyi ve Hz. Âişeyi açıkça kötüledikleri için, şâhitlikleri kabûl olmaz.] Açıkça bir büyük günah işliyen veya küçük günah işlemekte ısrâr eden, âdil olmaz. Bunun şâhitliği kabûl edilmez. Günahı gizli olanın adaleti gitmez. Yetmişiki bid'at fırkasının birinde olmak büyük günahtır. (Dürr-ül-muhtâr)ın Tahtâvî hâşiyesinde diyor ki, (Yetmişiki bid'at fırkasından, kâfir olmayanları, ehl-i kıbledir. Bu büyük günahları kalblerinde gizli olduğu için, şehâdetleri kabûl olunur. Fakat, bunlardan mâcin olanın, yâni sapık îtikatını başkalarına bulaştırmak çabasında olanın şehâdeti kabûl olmaz.)
Bir büyük günahı bir kere işliyen veya küçüklerini işlemekte ısrâr, devam eden bir müezzinin okuduğu ezana güvenilmez. Vehhâbîlerin, şî'îlerin, dinde reformcuların, mezhepsizlerin bildirmeleri, namaz vakitlerinin ve Ramazanın başlamasına delîl olmaz.
Ezanın, kametin ve namaz tekbîrlerinin radyo [mizyâ'] ile ve ho-parlör [mükebbirüssavt] ile bildirilmesi de, fıkh kitaplarına uygun değildir. Çünkü, bunlardan çıkan ses, insan sesi değildir. İnsan sesine çok benziyen ve insanın irâdesine tâbi olan, başka seslerdir. Elektriğin, miknâtisin hâsıl ettiği seslerdir. İnsan sesi, mikrofon içinde yok oluyor. Bunun yerine, endüksiyon akımı ve bundan magnetik dalgalar ve bundan ses dalgaları hâsıl oluyor. İbni Âbidîn Tilâvet secdesini anlatırken diyor ki, Okumanın sahih olması için, okuyanın okuduğunu temyîz etmesi, anlaması lâzımdır. Bunun için, delinin, uyuyanın, okuduğunun ne olduğunu temyîz edemiyen küçük çocuğun, kuşun, aks-ı sadânın sesleri, okumak değildir. Okumak, namaz kılmak gibidir. [Yâni namaz kılması sahih olan kimsenin söylediğine okumak denir.] Secde âyetini işitince secde etmesi lâzım olan insan, secde âyeti okursa, bunu işitenlerin secde etmeleri lâzım olur. Yâni, bundan başka seslere okumak denmez.
Tahtâvî (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde diyor ki, (Kuşun ve öğretilmiş maymunun söyledikleri şeyler ve yüksek kubbelerde ve dağlardan aks eden sesler, insan okuması değildir. Okumak değil, okumaya benzeyen seslerdir. Çünkü, bu sesleri çıkaranlarda temyîz yoktur.) Görülüyor ki, insan okumasının aksleri, insanın irâdesine tâbi olduğu ve insanın sesine tam benzediği hâlde, buna okumak denilmiyor. Radyodan, ho-parlörden çıkan Kur'an ve ezan sesleri de, insanın irâdesi ile söylendiği ve söyliyenin sesine tam benzediği hâlde, insan sesi değildirler. Bunlar, Kur'an okumak ve ezan okumak olmuyorlar. Kur'an-ı kerimi ve ezanı radyoda okumak, ho-parlörle okumak, sünnetin terk edilmesine sebep oluyor. Bid'at oluyor.
Radyodan, ho-parlörden çıkan sesler, insanın aynada görülen hayâli gibidirler. Aynadaki hayâl, insana tam benzediği hâlde ve insanın irâdesi ile hareket ettiği hâlde, insanın kendisi değildir. Yabancı kadının, ellerinden ve yüzünden başka yerlerine bakmak haram olduğu hâlde, aynadaki görüntüsüne şehvetsiz bakmak haram değildir. İbni Âbidîn beşinci ciltte (Nazar ve lems) faslının sonundaki tenbîhlerin ikincisinde diyor ki, (Bir insanın aynadaki, sudaki görüntüsü, kendisi değildir, benzeridir. Cam arkasındaki ve su içindeki insanın ise, kendisi görülmektedir. Bunun için, yabancı kadının aynadaki, sudaki görüntüsüne şehvetsiz bakmak haram değildir.) Şâmdaki Ehl-i sünnet âlimlerinden, Suriye baş kâdısı, Ahmed Mehdî Hıdır, 1382 [m. 1962] baskılı (Fihrist-i İbni Âbidîn) kitabının 127 ve 284.  sayfalarında, (Kadınların sinema perdelerinde görünen hayâllerine bakmanın hükmünü, ibni Âbidînin bu yazısında bulmaktayız) demektedir. Radyodan, ho-parlörden çıkan ses, okuyan insanın sesinin kendisi olmadığı gibi, aksi de, görüntüsü de değildir. Başka ve metalik bir sestir. Bu sesleri işiten kimse, imamı ve ezanı duymuş olmaz. Bu seslerin kendilerini değil, benzerlerini işitmektedir. Minâreden, müezzinin sesini işitince, (ezan okunuyor) dememeli, (namaz vakti gelmiş) demelidir. İmâmın veya cemaatin hareketlerini görmeden, yalnız bu seslere uyarak namaz kılınsa, imama uyulmuş olmaz. İmâm ile kıldığı namazı sahih olmaz. Sağır kimsenin kulaklık takarak işitmesi, ho-parlörden işitmesi gibidir. Bunun, imamın sesini kulaklıkla işiterek kıldığı namaz da sahih olmaz ise de, imamın veya cemaatin hareketlerini görerek kıldığı için, namazı sahih olmaktadır. Bu sebep ile sahih olmasaydı, kulaklık ile işitmesi zarûret olarak, imama uyması sahih olurdu. Namazı ho-parlör ile kıldırmak ise, hiçbir zaman zarûret değildir. Kur'an-ı kerimin ve ezanın benzerlerine de hurmet etmek, saygı göstermek lâzımdır.
Fıkh ve fetvâ kitaplarının çoğunda, meselâ (Kadîhân)da diyor ki, (Ezan okumak sünnettir. İslâmın şi'ârından, alâmetlerinden olduğu için, bir şehirde, bir mahallede ezan terk edilirse, hükümetin oradaki müslümanlara zorla okutması lâzımdır. Müezzinin Kıble cihetini ve namaz vakitlerini bilmesi lâzımdır. Çünkü, ezanı başından sonuna kadar Kıbleye karşı okumak sünnettir. Ezan, namaz vakitlerinin ve iftâr zamanının başladığını bildirmek için okunur. Bu vakitleri bilmiyenin okuması fitne çıkmasına sebep olur. Aklı olmıyan çocuğun, sarhoşun, delinin, cünüb olanın ve fâsıkın ve kadının ezan okumaları mekruh olur. Müezzinin tekrar okuması lâzım olur. Oturarak, abdestsiz, şehirde hayvan üstünde okumak da mekruh ise de, bunların ezanı iâde edilmez. Ezan minârede veya mescidin dışında okunur. Mescidin içinde okunmaz. Telhîn, yâni kelimeleri bozacak şekilde uzatarak tegannî yapmak mekruhtur. Arabîden başka dil ile ezan okunmaz.) (Hindiyye)de diyor ki, (Müezzinin, sesini tâkatinden fazla yükseltmesi mekruhtur.) (İbni Âbidîn) diyor ki, (Ezanın uzaklardan işitilmesi için, müezzinin yüksek yere çıkıp okuması sünnettir. Birkaç müezzinin, bir ezanı birlikte okumaları câizdir.) Âlimlerin bu yazılarından anlaşılıyor ki, ho-parlörle ezan, kamet okumak ve namaz kıldırmak bid'attir. Büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Bid'at işliyenin hiçbir ibâdeti kabûl olmaz!) buyuruldu. Ho-parlörün sesi, insanın sesine çok benziyor ise de, insan sesinin kendisi değildir. Miknâtisin hareket ettirdiği parçalardan hâsıl olan sestir. Yüksek yere çıkıp ayakta duran insanın sesi değildir. Ho-parlörleri minârenin, çatının sağına, soluna, arka tarafına koyarak, sesin kıbleye doğru çıkamaması da, ayrıca günah olmaktadır. Sesin uzaklara ulaşmasına ve ho-parlörün tırmalayıcı, metalik sesine ihtiyaç da yoktur. Çünkü, her mahallede mescid yapmak vâcibdir. Her mahallede ezan okunacak, her evden, mahallesinin ezanı işitilecektir. Bundan başka, (Ezan-ı Cavk) da câizdir. Birkaç müezzinin, bir ezanı birlikte okumalarına, (Ezan-ı Cavk) denir. Bir arada çıkan yanık, hazîn insan sesleri, uzaklardan işitilmekte, kalblere ve ruhlara te'sîr etmekte, insanları vecde getirmekte, îmanlarını tâzelemektedir. (İbni Âbidîn), namazın sünnetleri başında diyor ki, (İmâmın sesini, ihtiyaçtan fazla yükseltmesi mekruh olduğu gibi, müezzin için de mekruhtur. İmâmın sesi yetiştiği zaman, tekbîrleri müezzinin de bildirmesinin mekruh olduğunu ve çirkin bid'at olduğunu, dört mezhep âlimleri sözbirliği ile bildirmişlerdir.) Bundan da anlaşılıyor ki, imamın ve müezzinin ho-parlör kullanmaları tahrîmen mekruh, yâni haram ve çirkin bid'attir. Bid'at işlemek büyük günah olup, hiçbir ibâdetin kabûl olmamasına sebebdir. [Bronzdan, yâni bakır alaşımından yapılan liraların renkleri ve şeklleri altın liralara benzediği ve altın yerine kullanıldıkları hâlde, bunlarla zekât verilemez. Çünkü, zekât vermek ibâdettir. Altın olarak verilmesi lâzımdır. Çünkü, ibâdet değiştirilemez. İnsanın vekîli, bunun nâmına her işi yapar. Fakat, bunun namazlarını vekîli kılamaz. Çünkü, ibâdetler değiştirilemez. Bir fâsık, yâni hergün büyük günah işleyen kimsenin temiz olarak ve edeb ile ezan okuması câiz değildir. Ho-parlör de fısk olan şarkıları, kadın seslerini yaymakta kullanıldığı için, bu fısk âleti ile ezan okumak câiz olmaz. Çünkü, ibâdet değiştirilemez. Çalgıyı hiç kullanmayıp evinde bulundurmak bile câiz değildir. Ho-parlör ile ezan okumak câiz olmadığı, bu misâllerden de anlaşılmaktadır.]
 
YOLCULUKTA NAMAZ
68 - (Merâk-ıl-felâh) hâşiyesinde diyor ki, (Bir kimse, bulunduğu şehrin veya köyün kenârındaki evlerden ve tarla, kabristan gibi (finâ) denilen yerlerinden ayrılırken, bu kenâr yerlerden, senenin kısa günlerinden üç gün uzakta bulunan bir yere gitmeye niyet ederse, ayrılınca misafir [yolcu] olur. Bir günde yedi saat yürür. Arada devamlı evler bulunan köyden de ayrılması lâzımdır. Arada finâ bulunan köylerden ayrılması şart değildir. Bazı âlimlere göre, (müddet-i sefer) üç merhaledir.) Bir merhale, altı fersahdır. Bir fersah üç mildir. Bir mil dört bin zrâ'dır. Bir zrâ' hanefîde yirmidört, diğer üç mezhepte yirmibir parmağın genişliğinde, yâni hanefîde kırksekiz, diğer üç mezhepte kırkiki santimetredir. Buna göre, bir mil hanefîde 1920 metre, bir fersah yâni bir saatlik yol 5 kilometre ve 750 metre, bir merhale yâni bir günlük yol 34 kilometre 560 metredir. Müddet-i sefer, hanefî mezhebinde 103 kilometre ve 680 metre olmaktadır. Diğer üç mezhepte, müddet-i sefer onaltı fersah, 80 kilometredir. Şehrin kenârından müddet-i sefer uzak bir yere gitmeye niyet ederek ayrılan seferî olur. Misafir gittiği yerde, giriş ve çıkış günlerinden başka, hanefîde onbeş gün, mâlikî ve şâfi'îde ise dört gün kalmaya niyet ederse veya kendi mahalline girerse, mukîm olur.
Misafir, dört rekât olan farz namazları iki rekât kılar. Dört rekât kılması günah olur. Orucu kazaya bırakması, mest üzerine üç gün mesh etmesi câiz olur. Cuma ve bayram namazlarını kılması ve kurban kesmesi lâzım olmaz. Kadının mahremsiz olarak sefere gitmesi, üç mezhepte haramdır. Şâfi'îde, mahremsiz olarak iki kadın ile farz olan hacca gitmesi câizdir. Diş için şâfi'î mezhebini taklîd eden bir hanefî, gittiği yerde, üç günden fazla ve onbeş günden az kalırsa, farzları dört rekât kılar. Çünkü bunun namazlarının şâfi'î mezhebine göre sahih olması lâzımdır. Şâfi'î ve mâlikî mezheplerinde, seferde veya seferî olduğu yerde, ikindiyi öğle namazının vaktinde ve yatsıyı akşam namazının vaktinde takdim ederek veya öğleyi ikindinin vaktinde ve akşamı yatsının vaktinde tehîr ederek cem' etmek, yâni birlikte kılmak câizdir. Yola çıkmadan, namaz kasr ve cem' edilmez. Hanbelî mezhebinde, işlerinden ayrılmaları mümkün olmıyanların da, cem' etmeleri câizdir.
 
RECEB-İ ŞERİFİN FAZÎLETİ
69 - Resûlullah buyurdu ki, (Receb-i şerifin bir gün evvelinden, bir gün ortasından ve bir gün de sonundan oruç tutana, Receb-i şerifin hepsini tutmuşcasına, Hak teâlâ hazretleri lutf-ü ihsânda bulunur.) Regâib gecesi, Receb ayının ilk Cuma gecesidir. Çok kıymetlidir. Fakat, Resûlullahın babasının evlendiği gece değildir. Böyle söylemek yanlıştır.
Mâla mülke olma mağrur, deme var mı ben gibi,
Bir muhâlif rüzgâr eser, savurur harman gibi.
 
TERÂVÎHİN FAZÎLETİ
72 - Terâvîh namazı kılmanın fazîletini, emîrülmü'minîn Hz. Aliden sordular. Cevabında buyurdu ki, (Her kim Ramazan-ı şerifin birinci gecesinde terâvîh namazı kılsa, Hak teâlâ, o kimsenin bütün [tevbelerini kabûl ederek], günahlarını bağışlar, ikinci gecesini kılan kimsenin ana babasının günahları affolunur. Üçüncü gece kılsa, melekler, o kula derler ki: “Sana müjdeler olsun, Hak teâlâ hazretleri senin ibâdetini kabûl buyurdu, istediğin şerefe kavuştun, günahlarını affetti.” Dördüncü gece terâvîh namazını kılınca, Kur'an-ı kerimi hatmetmiş gibi sevap kendisine ihsân edilir. Beşinci gece kılınca, Mescid-i aksâda, Mekkede ve Medînede kılmış gibi, Hak teâlâ hazretleri sevap ihsân eder. Altıncı gecesi kılsa, Beyt-ül mamûru tavâf etmiş gibi, yedinci gecesi kılsa, Fir'avn ile yapılan gazâda bulunmuş gibi, sekizinci gece kılsa, Bedr muhârebesinde Resûlullah ile bulunmuş gibi, dokuzuncu gecesi için Hz. Dâvüd aleyhisselâm ile berâber ibâdet etmiş gibi, onuncu gecesi için, dünya selâmet ve saadeti ihsân edilir.)
Ramazan-ı şerifin sonuna kadar olan bütün gecelerin böylece ayrı ayrı birer fazîleti ve yüksek derece ve sevapları vardır. Böylece âdâb ve erkânına riâyet ederek, orucu tam olarak, bütün âzaları ile tutup, terâvîh namazlarını kılarak ve haramlardan sakınarak otuzuncu gecesini ikmâl edince, Hak teâlâ hazretlerinin emri ile, Arş-ı âlânın altından bir sözcü hitâb ederek der ki: Her gece terâvîh kılan kullar Cehennemden kurtulmuş kullardır. Korktukları Cehennemden kurtulup arzu ettikleri nîmete, Cennet ve cemâl-i ilâhîye nâil oldular. Hak teâlâ hazretleri, azamet-i şâniyle buyurur ki, izzim ve celâlim hakkı için, bu kullarıma affile muâmele eyledim. Bundan sonra, Hak teâlâ hazretleri emreder, o kullara birer berât yazılır. Bütün kadın ve erkeklerden, bu şartlar dahilinde ibâdetini ifâ ederek, cenâb-ı Hakkın bu lutfuna muhâtab olanlara, Cehennem azâbından kurtulup, sırâtı kolaylıkla geçmek için, ellerine birer berât verilir.
Öyle ise, hulûs ve îtikat üzre Ramazan-ı şerif orucunu tutup, kaza namazlarını ve sonra terâvîhleri edâ ederek ve haramlardan kaçınarak, cenâb-ı Hakkın rahmetine kavuşalım.
73 - Kadr gecesinde gâfil olma! Zîrâ Kadr gecesinin hurmeti, bin ay ibâdet etmekten hayrlıdır. Hâlbuki, bu bin ay ibâdet de, geceleri nâfile ibâdet ile, gündüzleri ise, nâfile orucla geçmiştir.
74 - Ramazan-ı şerifin orucunu tâzîm ve vakar ile tut. Her kim Ramazan-ı şerifi Allahü teâlâ emrettiği için ve güzelce tutsa, haramlardan sakınsa, kaza namazlarını kılsa, Hak teâlâ hazretleri her gün için, bin gün nâfile oruç tutmuş gibi sevap ihsân eyler ve o kimse ile Cehennem arasına birçok perdeler konur. [Namaz kılmayanlar da, oruç tutmalıdır. Bunlar, oruç tutmamanın günahından kurtulur. Bu günah, pek büyüktür.]
75 - Zilhicce ayının da fazîleti çok büyüktür. Rivayet edildiğine göre, Hz. Âdemin tevbesi Muharrem veya Zilhicce ayında kabûl buyurulmuştur. İbni Abbâsın rivayet ettiği bir hadise göre Zilhiccenin sonuna kadar olan günler de, Ramazan-ı şerifin günleri gibi ayrı ayrı fazîlet ve kıymetleriyle tavsif edilmiş ve onuncu gün için de şöyle beyan buyurulmuştur: (Zilhiccenin onuncu günü Kurban bayramı günüdür. Her kim, o gün bayram namazından gelip kurbanını boğazlayıncaya kadar birşey yimeyip, kurbanının böbrekleri ile iftâr edip, iki rekât namaz kılsa, o kimsenin kurbanının kanı yere düşmeden, kendi günahı ve ana-babasının günahları, ehl-ü ıyâl, evlat ve akrabâlarının günahları sevaba çevrilir.)
Kurban, Zilhicce ayının onuncu günü bayram namazından sonra başlayıp, onikinci günü güneş batıncaya kadar devam eden üç gün ve aralarındaki iki gecede kesilen koyun veya keçidir. Bir deveyi veya sığırı yedi kişiye kadar birkaç kimse ortaklaşa kesebilir. Kadın da, kendi kurbanını ve vekîl olarak başkasının kurbanını kesebilir. Yukarıda bildirilen üç günden önce veya sonra kesilen hayvan kurban olmaz. Kurbanı bayramdan önce satın almak câizdir. Satın alırken, (Bayram için veya yaptığım adak için kurban satın almaya) niyet etmesi lâzımdır. Bu iki niyetten hangisini niyet ederse, o kurban kesilmiş olur. Satın alınan kurbanı diri olarak veya satın almayıp, parasını fakirlere, yardım kurumlarına vermek câiz değildir. Böyle veren kurban kesmiş olmaz. Sadaka vermiş olur. Bu sadakanın sevabı, onu kurban kesmemek azâbından kurtaramaz.
Her kim kurbanından, havâyıc-i asliyyeden ma'adâ nisap miktârı malı olmayan ve namazlarını kılan fukaraya verirse, kıyâmet günü verdiğinin çok fazlasiyle ikrâm ve ihsân edilecektir. Kırkbirinci sayfaya bakınız!
Her kim Zilhicce-i şerifin son günü ve Muharremin birinci günü oruç tutarsa, o senenin tamamını oruç tutmuş gibi fazîlete mazhar olur. Her kim, Zilhiccenin on günü içinde fukaraya yardım etse, Peygamberlere tâzîm etmiş olur. Bu on gün içinde, her kim bir hasta ziyâret eylese, Hak teâlâ hazretlerinin dostları olan kulların hâtırını sormuş ve ziyâret eylemiş gibi olur. Bu on gün içinde yapılan her ibâdet, sâir günlerde edâ edilen ibâdetlerden çok daha üstün ve pek fazla sevaba vesîle olur.
Bu on gün içinde din ilmi meclisinde bulunan kimse, Peygamberler toplantısında bulunmuş gibi olur. [Din ilmini öğrenmek kadın, erkek herkese farzdır. Çocuklarına öğretmek, birinci vazîfedir.]
76 - Diğer aylarda da oruç tutmağı kendine âdet edin! Resûlullah buyurdular ki, (Her kim her ayın Perşembe ve Pazartesi günleri oruç tutsa, Hak teâlâ hazretleri, o kula, yediyüz sene oruç tutmuş gibi sevap ita buyurur.)
77 - Eyyâm-ı beyd günlerinde kudretin kâfî gelirse oruç tut. Eshâb-ı kirâm her ayda tutarlardı. Hz. Ali rivayet buyurdu ki, birgün Resûlullahın yanına gittim, buyurdular ki: (Yâ Ali! Cebrâîl aleyhisselâm gelip bana dedi ki, yâ Resûlallah ! Her ayda oruç tut! Ben dedim ki, yâ Cebrâîl kardeşim, hangi günlerde tutayım?
Cebrâîl aleyhisselâm cevaben buyurdular ki: Her kim beyd günü oruç tutarsa, Hak teâlâ hazretleri, o tuttuğu orucun birinci gününe on yıl, ikinci gününe otuz yıl, üçüncü gününe yüz yıl oruç tutmuş gibi sevap lutfeder.) [Saymakta olduğumuz ibâdetlere mukâbil vaadedilen bu sayısız ecrler, bu ibâdetlerin kudsiyyetlerine ve şereflerine inanarak, tâzîm ve îtikatla yapanlara verilecektir. Gayet basît görünen bu ibâdetler hadd-ı zâtında cenâb-ı Hakkın emirlerini ifâ ve bu vesîle ile cenâb-ı Hakka yaklaşmak ve Ona hakîkî kul olmak şerefine müstenid olduklarından büyük bir kıymet taşırlar. İnsanların bir ibâdetine mukabil, bire on, bire yediyüz, bire sonsuz ecr verileceği Kur'an-ı kerimde sâbittir.]
Hz. Ali sordu, yâ Resûlallah ! Bu günlere niçin Eyyâm-ı beyd dediler? Cevaben buyurdular ki: (Hz. Âdem Cennetten çıktıkları zaman, vücûdü birdenbire karardı. Hz. Cebrâîl gelerek, Âdem aleyhisselâma dedi ki, yâ Âdem! Vücûdünün eskisi gibi beyaz olmasını istersen, her ayın 13, 14 ve 15 inci günlerinde oruç tut. Hz. Âdem, bu tavsiyeyi yerine getirmekle vücûdü tâm olarak, eskisi gibi beyaz olmuştur.)
78 - Gücün, kuvvetin yerinde iken oruç tut! Zîrâ kıyâmet gününde oruç, bir güzel sûret alarak, Hak teâlânın hitâbına mazhar olacak ve Hak teâlâ hazretleri, oruca diyecek ki, yâ oruç, sen memnûn olduğun şahsları alarak Cennete gir! Daha sonra, Hak teâlâ soracak, yâ oruç, benden başka ne arzun varsa iste. Oruç ise, râzı olduğu kimseler için muhtelif şeref ve meziyyetleri Hak teâlâdan isteyip almaya da muvaffak olacak ve böylece oruç tutanlar, kıyâmet gününde yüksek bir şerefe nâil olacaklardır. Bu meyanda, oruç tutanlar birçok Cehennem ehline şefaat edebilme imkânına da kavuşacaklardır. Bütün bunların mâ-fevkinde olarak, oruç tutanlar Peygamberimize komşu ve cenâb-ı Hakkın cemâlini görmeye de nâil olacaklardır.
79 - Aşûre günlerinde de oruç tut! Muharremin dokuzuncu, onuncu ve onbirinci günleri oruç tutmak da çok fazîletlidir. Muharremin onuncu günü, yalnız olarak oruç tutulmaz. Zîrâ, yalnız bugün oruç tutulmasını, Resûlullah nehy eylemiştir. Çünkü yahudiler, o güne hurmet ederler. Yahudilere benzememek için, yalnız onuncu günü tutmayıp, dokuzuncu ve onuncu ve onbirinci günlerini berâber tutmak lâzımdır.
Tenbîh: Görülüyor ki, ibâdetleri yahudilerin ve hıristiyanların ibâdetlerine benzetmemek lâzımdır. O hâlde, ibâdetlerimizi, câmilerimizi ve ezanımızı, Peygamber efendimizden ve hâlis ve temiz müslüman olan ecdadımızdan gördüğümüz ve bulduğumuz gibi muhâfaza etmeye çalışmalıyız ve bunlarda ufak bir değişikliğe ve din düşmanlarının, yenileştirme, kolaylaştırma ve güzelleştirme ismleri takarak yapacakları bozgunculuğa ve dinde reform yapmaya aslâ göz yummamalı ve aldanmamalıyız. Dostu, düşmanı tanımalıyız!
Her kim bu gibi kıymetli günlere hurmeten bir yetîmin başını okşasa, Hak teâlâ hazretleri, o yetîmin başındaki kıl sayısınca, o kimseye nîmet lutf eder. O günlerde, bir fakir kimseye yemek verse, bütün müslümanlara yemek vermiş gibi ihsân ve sevaba mazhar olur. Bir adam ölünce veya zevcesini boşayınca, oğlu yedi yaşına, kızı dokuz yaşına kadar, bunları (Hidâne) yâni terbiye hakkı, analarına âid olur. Anaları ölürse veya evlenirse, kadın akrabâlarına âid olur. Nafakaları, dâimâ babalarının üzerine olur. (Feyziyye), Şeyhul-islâm Feyzullah efendinin fetvâlarıdır. 1115 de Edirnede şehit edildi.
Tenbîh: Aşûre günü, onuncu gün demektir. Bugün ibâdet olarak yalnız meşhûr aşûre tatlısını pişirmek ve dağıtmak bid'attır, günahtır. O gün, mâtem tutmak da günahtır.
80 - Birkaç şey orucu bozar. Resûl-i ekrem efendimiz buyurdu ki: (Gıybet etmek, nemîme, yâni söz gezdirmek, yalan yere yemin etmek, nâ mahremlere şehvetle bakmak gibi şeyler orucu bozarlar.) Gıybet, hem Allahü teâlânın ve hem de insanların hakkı olması bakımından çok büyük mes'ûliyyeti mûcib bir hatâ ve büyük bir günahtır. Gıybet edenlerin dili, kıyâmet günü feci bir manzara arz ederek bütün mahlûkat arasında mahcûb ve rezil olacaktır. Gıybet, Kur'an-ı kerimde sarâhaten men edilmekte ve ölmüş kardeşinin etini yimek gibidir, denilmektedir.
Tenbîh: İmâm-ı Gazâlî (Kimyâ-i saadet) kitabında, oruç bahsinde buyuruyor ki: Üç türlü oruç vardır: Birincisi avâmın, yâni ictihâd makamına yükselmiyenlerin orucudur. Zamanımızdaki bütün hocaların, imamların, hâfızların, müftîlerin, vâizlerin orucları bu birinci derecededir. Bunların orucları, vücûda bir şey girmekle, yâni gıda veya devâ sokmakla ve cinsî mübâşeretle bozulur. İğne ile ilâc şırınga edince, hanefîde de, şâfi'îde de bozulur. Câhillerin fetvâlarına aldanmamalıdır.
İkinci derece, havâsın yâni müctehidlerin orucudur. Bunların orucu, herhangi bir azanın günah işlemesiyle bozulur. Meselâ, gıybet, yalan, söz taşımak, nâ mahreme bakmak ile bozulur. Bazı âlimler, bunların avâm orucunu da bozacağını bildirmiş ise de, Hanefî mezhebinde, bunlar avâm için yalnız mekruhtur. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe [80 senesinde tevellüd ve 150 de vefât etti. Bağdâddadır.] yukarıdaki hadis-i şerifi, (Orucun sevabını bozar) mânasına almıştır. Yâni bunlar, orucun sıhhatini değil, kemâlini giderir. Üçüncü derece de, Ehassülhavâs orucudur ki, bunların orucu, Allahü teâlâdan başka bir şeyin kalbe girmesi ile bozulur.
81 - Mâlûmun olsun ki, Hak teâlâ her şeyden evvel aklı yaratmıştır. Ve ona ilim, zekâ, hulûs, doğruluk, cömerdlik, tevekkül, korku, Ümit hasletleri vermiştir. İşte, bu akılla müşerref olan kimseler bütün yaradılışındaki gayeyi, yâni cenâb-ı Hakkın ülûhiyyet ve vahdâniyyetini tasdik ederek, Onun rızasına kavuşurlar. En-Nâzi'at sûresi kırkıncı âyet-i kerimesinde meâlen, (Cenâb-ı Hakkın huzurundan korkup, nefsini [gayrı meşru'] nefsânî arzulardan men eden kimselerin varacakları yer muhakkak Cennettir) buyuruldu.
Cenâb-ı Hak akıldan sonra, nefsi yaratmıştır. Buna, cehl, şehvet, tama'kârlık, yalan, harîslik, gadap, zulüm, murdarlık, fesatlık ve şirk gibi aşağı duygular vermiştir.
Bundan evvelki iki âyet-i kerimede meâlen, (Her kim benim emrimi tutmayıp nefsine uyarsa, varacağı mahal Cehennemdir) ve (Zulmedip, yalnız dünya hayatını seçen kimsenin varacağı yer, Cehennemdir) buyurulmuştur. Şu hâle göre herkesin, aklına danışıp iş yapması Îcap eder. Şâyed aklına danışmadan iş yaparsa, nefsine uymuş olur ve nihâyet varacağı ebedî mevki', Cehennem olmuş olur. Aklı elden bırakmayıp, nefis ve şehveti terk etmek Îcap eder. Çünkü, nefis ve şehvet, insanlar için en büyük düşmandır. Akılları erip tâm olarak düşünenler, Allahü teâlâya îman eder. Akıl ile hareket etmeyip, nefsine uyanlar, her zaman dalâlettedirler ve cenâb-ı Hakka varan yolu hiçbir zaman bulamazlar.
Aklı olup düşünmeyen ve gözü olup Hakkı görmiyenler ve kulağı olup hakîkati işitmiyenler için cenâb-ı Hak Kur'an-ı kerimin A'râf sûresi, yüzyetmişdokuzuncu âyetinde meâlen, (Onlar ancak dört ayaklı hayvanlar gibidir, belki de hayvanlardan daha fenadır) buyurmaktadır. Müslüman evladı olup da, dâimâ nefsinin arzusuna koşanlar da böyledir. Bunların yalnız ismi müslümandır.
 
ÎMAN BAHSİ
82 - Ey Oğul! Îman, kalb ile inanmak demektir. Cebrâîl aleyhisselâm, aklı, hayâyı ve îmanı Âdem aleyhisselâma getirdi. Ve dedi ki, (Yâ Âdem! Allahü teâlâ hazretleri selâm eder, sana getirdiğim şu üç hediyenin birini kabûl etsin dedi.) Âdem aleyhisselâm aklı kabûl eyledi ve Cebrâîl aleyhisselâm, îman ile hayâya, (siz gidin) deyince, îman dedi ki, (Allahü teâlâ hazretleri bana emreyledi ki, akıl nerede ise, sen de orada ol!) Ondan sonra hayâ da aynı şekilde, Allahü teâlâ tarafından emrolunduğunu beyan ederek, her ikisi, akıl ile berâber Âdem aleyhisselâmda kaldılar.
Binâenaleyh Allahü teâlâ kime akıl verirse, hayâ ile îman da onunla berâberdir. Aklı olmıyanın ne hayâsı ve ne de îmanı bulunmaz.
Birgün Hasen-i Basrîye bir kadın gelerek sordu: (Yâ imam! Din temizliği nedir? Din cevheri nedir. Din hazînesi nedir?)
Hasen-i Basrî cevaben, (Siz söyleyin biz dinleyelim) dedi. Kadın, (Din temizliği abdest almaktır. Din cevheri, Allahü teâlâdan korkmak ve hayâ etmektir. Din kuvveti ise, namazdır. Çünkü, Hak teâlâ hazretleri, hayâ eden kulunu medh eylemiştir. Din hazînesi ilimdir. Çünkü, her kimin abdesti olmazsa, dîni temiz olmaz. Her kimin hayâsı olmazsa, dînin cevheri olmaz. Kimde Allahü teâlânın korkusu olmazsa, onda dînin cevheri olmaz. Her kimin ilmi olmazsa, dînin hazînesi olmaz) dedi.
Hasen-i Basrî bu kadının sözüne hayrân olarak, hak söylediğini tasdik eyledi.
Îmanı dört türlü temsîl ederler: Îman beş katlı bir kaleye benzer. Birinci katı altından, ikinci katı gümüşten, üçüncü katı demirden, dördüncü katı tunçtan ve beşinci katı ise bakırdandır.
Bakır dediğimiz kat, edebdir. Bir kimsenin edebi olmazsa, herhâlde o kattan şeytan geçer. Şâyet edebi olup, şeytanı o kattan geçirmezse, o kimsenin îmanı kurtulur.
Demir dediğimiz sünnettir. Tunç tabakası dediğimiz, farzdır. Gümüş tabakası dediğimiz, ihlâstır. Altın tabakası dediğimiz Allahü teâlâ hazretlerine yakınlıktır. Her kimin edebi varsa, sünnete yol bulur, ihlâsı varsa Allahü teâlâ hazretlerine varmaya yol bulmuş olur.
Bir kimse âdâbı gözetmezse, yâni edebi olmazsa, sünnete yol bulamaz. Sünneti tutmayan kimse, farza yol bulamaz. Farzı tutmayan da, ihlâsa yol bulamaz.
Her kim verdiğini Allahü teâlâ hazretlerinin rızası için verirse ve sevdiğini de, Allah için severse ve düşmanlığını da, Allah için yaparsa, o kimsenin îmanı tamam olur. Ahlâkı güzel olanın da, îmanı kâmil olur. Îmanın alâmeti, kâfirleri kâfir oldukları için sevmemektir. [Îmanı olan kimse, islâm düşmanlarını, komünistleri, masonları sevmez.]
Resûlullah efendimiz buyururlar ki, (Sizin îmanen mükemmel olanınız, ahlâken güzel olup, insanlara iyilik yapanlardır.) Zîrâ, Hak teâlâ hazretleri Kur'an-ı kerimde buyurur ki: (Muhakkak sen yüksek bir ahlâk üzerindesin.) Yâni, Allahü teâlâ hazretleri Habîbinin ahlâkını medh eylemiştir. Bir kimsenin ahlâkı güzel olsa, Resûlullahın ahlâkı ile ahlâklanmış olur ve onun yolunu tutmuş olur. Korktuğundan kurtulup, istek ve arzularına kavuşur ve hakîkî mümin olmuş olur. Bir kimsenin aklına gayri meşru bir şey gelse, onun haram olduğunu bilmek de îmandandır. Eshâb-ı kirâm sordular: (Yâ Resûlallah! Kalbimize fena şeyler gelirse ne yapalım?) Buyurdu ki: (Kalbe iyi şey de gelir; fena şey de gelir. Fena şeylerin fena olduğunu bilmek ve anlamak da îmandandır.)
83 - Eğer îmanın kâmil olmasını istersen, kendini müslümanlardan yüksek görme! Peygamberimiz buyurdular ki: (Bir kişi îmanının kemâlini isterse, kendine insâf versin [yâni tevâzu üzere hareket eylesin] ve fakir olduğu hâlde sadaka versin! Bu iki huy, îmanı kâmil derecesine yükseltir.)
84 - Alkollü içkiler haramdır. Şarap ile îman birlikte durmaz. Hz. Osman buyurdu ki, (Allahü teâlâya yemin ederim ki, hamri eline alıp içerken, îman o hamre der ki, ey mel'ûn dur! Ben çıkayım da, ondan sonra sen gir.) İnsandan îman çıkmadan şarap girmez. Meğe, Sıdk ile, tevbe-i nasûh ederse, îman yine kalbine girer.
85 - Ehl-i sünnet âlimleri bildiriyor ki, büyük günah işlemek küfür değildir. Büyük günah işlemek îmanı yok etmez. Hadis-i şerif, günah olduğuna inanmıyanın veya günahı kötü bilmiyenin îmanının gideceğini haber veriyor. Yâhut, büyük günaha devam eden tevbe etmezse, son nefesinde îmanı gider dediler.
86 - Îmanın zayıf olmamasını istersen, yâni dâim kendinde kalıp, onunla berâber Allahü teâlânın huzuruna çıkmak istersen, şu duâyı günde kırk defa oku: (Yâ hayyü yâ kayyûm yâ zelcelâli vel ikrâm, yâ lâ ilâhe illâ ente.)
Resûlullah buyurdular ki: (Dört şey îmanı giderir: 1. ve 2. Bildiği ile amel etmeyip, bilmediği ile amel etmek. 3. ve 4. Bilmediğini öğrenmeye utanıp, öğreneni de men etmek.) [Dînini, ilmihâlini öğrenmiyenin îmanı sağlam kalmaz. Böyle câhil kalan kimse, masonların, komünistlerin yalanlarına aldanarak îmanını kaptırır.]

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...