FERD-İ KÂMİL
Kutb-u Evtad:
İmam-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri Hakk’a vusulün cezbe ile olanının “Efrad” adı verilen seçilmişlere mahsus olduğuna dair “Mektubat” adlı eserinin 285. Mektub’unda şöyle buyurmuşlardır:
“Sona kavuşanlardan birçokları da vardır ki, “Seyr-i ilâllah” yolculuğunu katettikten ve “Bekâbillâh” makamına kavuştuktan sonra, bunlara kuvvetli bir cezbe ihsan ederler. Bu şekilde cezbe zinciri ile, kanca takıp çeker gibi çekip alırlar. Orada soğukluk bulaşmaz, gevşeklik gelmez.
Bunlar yükselmek için şaşılacak garip işlere ihtiyaç hissetmezler. Bunların dar olan halvetine semâ ve nağmenin giriş yolu yoktur. Vecd ve tevâcüd (kendinden geçme) bunlara göre makbul birşey değildir. Bilâkis bu cezbeli yükselme ile ulaşılabilecek en son mertebeye çekilir, ulaştırılırlar.
O Server-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-e uymak sayesinde, ona mahsus olan makamdan nasipler elde ederler.
Vusulün bu çeşidi, ancak “Efrad” denilen seçilmişlere mahsustur. “Kutup”lara bu makamdan nasip yoktur.
Allah-u Teâlâ’nın ihsanı ile, sonun sonuna kavuşan bir seçilmişi, bu âleme geri çevirirlerse ve istidatlı kimselerin terbiyesi ona havale edilirse, bu sırf Allah-u Teâlâ’nın fazlıyladır. Nefsini kulluk makamına indirirler. Ruhu, nefisten ayrı olarak Allah-u Teâlâ’ya müteveccih olur.
Anlatılan zat “Ferdiyet” kemâllerine sahiptir. “Kutup”ları yetiştirme yetkisine sahiptir. Burada “Kutup”la “Kutb-u irşad”ı kastediyoruz, “Kutb-u evtad”ı değil.
Zılliyet (gölge) makamlarının ilimleri, marifet derecelerinin asliyeti kendisine verilmiştir.
Daha doğrusu onun bulunduğu makamda ne zıl (gölge) vardır, ne de asıl vardır. Zira bu zat zılli de aslı da aşmış ve geçmiştir.
Cidden böyle bir kâmil ve mükemmil bir zatın varlığı bulunmaz bir şeydir. O kadar ki, uzun asırlardan, uzun zamanlar geçtikten sonra onun zuhuru olsa dahi bir ganimettir.
Âlem onunla nurlanır. Onun bir bakışı kalp hastalıklarını giderir. Bir teveccühü beğenilmeyen kötü huyları silip süpürür.
O öyle bir zattır ki, Uruc (yükselme) makamlarını tamamlamış, hepsinden daha yükselmiş, Kulluk makamına inmiş, ibadetle mutmain olmuş, huzura ermiştir.
Bu tâifenin içinde, velâyet makamlarının en üstünü olan “Abdiyet” makamına yerleşen seçilmişler de vardır. Mahbubiyet makamına kabiliyet de buna verilir. Bu ise, velâyet mertebelerinin bütün kemâllerini taşımakta ve “Dâvet” derecesi makamlarının hepsini içine almaktadır.
Nübüvvet makamlarına has olan “Velâyet-i hassa”dan pay almaktadır.
Hülâsa, onun şanı şu mısrada bildirilmektedir:
“Bütün güzellerde bulunan, yalnız sende var!” (285. Mektup)
Kulluk Makamı:
Kul olabilmek ne demek biliyor musunuz? Allah’ta hiç olabilmek demektir.
“Allah’ta hiç olabilmek” noktası çok gizlidir.
O Allah-u Teâlâ’yı gördüğü zaman, O’na ulaştığı zaman; ateşte yanıp giden küçük bir kâğıt gibi hükümsüzdür, üflesen gider. Gerçek hüküm Hazret-i Allah’tadır.
Çünkü o artık Hakk’a varmıştır. Bu noktayı açmak mümkün değildir, sırrın da sırrıdır, hâl noktasıdır.
İmam-ı Gazâlî -kuddise sırruh- Hazretleri:
“O Allah-u Teâlâ ile karşılaşmanın, O’nun cemâl-i bâkemâline bakmanın ve O’na mânen yaklaşmanın ne demek olduğunu da anlar.” buyuruyor. (İhyâ-u ulûm’id-din)
Yaratan’ı gördükten sonra, yaratılanlar çimenlikte biten ot mesabesinde olur. Toprak olmasa çimen olmaz, Hazret-i Allah olmasa mükevvenat olmaz. Kâinat “Ol!”demekle oluyor, “Öl!” demekle ölüyor. Toprağın yanında çimenin ne kıymeti varsa, Hazret-i Allah’ın yanında yaratılmışların o kadar kıymeti vardır.
Herkes yeşilliği görüyor, toprağı görmüyor; herkes yaratılmışları görüyor da Hazret-i Allah’ı görmüyor.
Hep O... Fakat hep O olduğunu yalnız o kişi görür, yaratılmışları Yaratan’dan görür. Başka kimse görmez; her şeyi görür, O’nu görmez.
“Hakk’a vardı” sözünün sırrı, marifetullah’ın özü işte budur.
Hakk’a varmıştır, Hakk’ı görüyor, Hakk’tan görüyor.
Nitekim Abdülkâdir Geylânî -kuddise sırruh- Hazretleri de “Feth’ür-Rabbânî” adlı eserinde şöyle buyurmuştur:
“O öyle bir kuldur ki, Hakk’a vâsıl olmuş, O’nu görmüş ve mâsivâ denen Hakk’ın zâtından gayri şeyleri bilmiştir.” (60.Meclis)
Onlar bu hususu görerek ve bilerek konuşuyorlar. Allah-u Teâlâ’yı gören, gösterdiği kadar bilir, başkasına şâmil değildir.
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri ise onun Allah-u Teâlâ’nın hususi himayesinde olacağını, O’nu göreceğini ve O’nunla konuşacağını açıklamıştır.
“O, Allah-u Teâlâ’nın kabzasında (hususi himayesinde) hareket eder. O’nunla konuşur, O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla anlar.” (Nevâdir’ül Usûl)
Kendisinin de orada bir balık pulu kadar, bir kâğıt parçası kadar hükmü yoktur. Çünkü o, asıl hüküm sahibini gördü. Bu nokta ferdiyet makamıdır.
Ferd-i Kâmil:
O hale gelenlerin durumu şudur: O hep Hakk ile olmak, yani O’nunla olmak ister.
Şimdi sizin anlayacağınız bir tabir kullanacağız.
Hazret-i Âişe -radiyallahu anhâ- vâlidemizden rivayet edildiğine göre Seyyid-i Kâinat Sebeb-i Mevcudat -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz son hastalığında ruhunu teslim ederken şöyle duâ etmişti:
“Ey Allah’ım! Beni bağışla, bana acı, en yüce arkadaşa kavuştur.” (Buhârî, Tecrid-i sarîh: 1665)
En mühim sır. O doğrudan doğruya Allah-u Teâlâ ile arkadaş olur.
Gerçekten Resulullah Aleyhisselâm’ın vekâletini Allah-u Teâlâ ona ihsan eder, bu vekâleti yalnız onlar taşır. Bunlara “Ferd-i kâmil” denir.
Hiçbir evliyâullah bu sırrı vermemiştir. Evliyâullah’ın ulaşamayıp tarif ettiği nokta budur işte.
Ferdiyet Mülkü
Hususiyetle Hâtem-i veli’yi bildirmek ve tanıtmakla vazifeli kılınan ve bu hususta “Hatmü’l-evliyâ” adı ile bir kitap dahi yazmış olan Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri, Hâtem-i veli’nin terakkiyât ve tecelliyâtını, ilmini vâsıtasız olarak Hakk’tan aldığını ve diğer velilere nisbetle ayrı bir ferdî üstünlük taşıdığını beyan etmek üzere şöyle buyurmuşlardır:
“Öyle veli vardır ki; makâmını aşar, ikinci mülkten üçüncü, oradan da dördüncü mülke erişir; bütün bunları aşarak, bu ismin verildiği mülke ulaşır. Hatta bütün bunları da aşıp, vahdâniyet (birlik) ve ferdiyet (teklik) mülkünde O’na ulaşan, isimlerden hazlarını alan kişi olur. Hazlarını Rabb’inden alan odur.
İşte o, velilerin seyyidi (efendisi)dir. Rabb’inden verilen ‘Hâtemü’l-velâye’ onundur.” (Hatmü’l-evliyâ, sh: 334-335)
En gizli sır budur. Ferdiyet makamı, kulluk makamı burada olur. Hakk’a yakınlık makamı, Resulullah Aleyhisselâm’a komşuluk makamı da burada olur. Gizlinin gizlisi bir sırdır bu. Bu yolun en gizli kısmı budur. Mahlûka âit değildir, ancak Allah-u Teâlâ’nın dilemesiyle olur.
Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimize tam vâris işte bu “Ferd-i kâmil”dir.
Adalet Kırbacı:
Hakîm-i Tirmizî -kuddise sırruh- Hazretleri “Sîret-ül evliyâ” isimli eserinde ise, Hâtem-i veli’nin vazifesini, yapacağı cihadın mâhiyetini ve hakikat ile dalâlet arasında bir berzah olarak gönderileceğini ifşâ ederek şöyle buyurmaktadır:
“İşte o evliyânın seyyididir. Arz ehlinin emniyeti, gök ehlinin nazar yeri, Allah’ın has kulu, O’nun nazargâhı ve halk içindeki adâlet kırbacıdır. Onları O’nun kırbacı ile terbiye eder. Reddeden halkı O’nun nâmına O’nun yoluna dâvet eder. Allah’ı birleyenlerin kalplerindeki gizli satırları okur, Hakk ile bâtılın arasını ayırt eder.” (Kitâb-u Sîret’il-evliyâ, sh: 94)
Allah-u Teâlâ bu zât-ı muhtereme neler bildirmiş!