09 Şubat 2012

Mevlâna'nın Ufkunda Yeni Bir Işık: Çelebi Hüsameddin


Mevlâna'nın Ufkunda Yeni Bir Işık: Çelebi Hüsameddin
    Şeyh Selâhaddin'in vefatından kısa bir süre sonra, Mevlâna'nın ufkunda, bir başka ışık parladı. Bu ışık, Mesnevi gibi dünya durdukça duracak ölümsüz bir eserin meydana gelmesine vesile olan Hüsameddin Çelebi'dir. Biz O'nu Mevlâna soyundan gelen diğer Çelebilerden ayırmak için, lâkabını başa alarak "Çelebi Hüsameddin" diye adlandıracağız.
    Çelebi Hüsameddin, Ahî-Türkoğlu diye tanınan Ûrmiyeli Hasan oğlu Muhammed'in oğludur. Soyu, 1107 yılında Bağdad'ta vefat eden Ebul-Vefa-i Kürdiye ulaşmaktadır. Dedeleri. Ûrmiye'den Anadolu'ya göçmüş, Konya'da yerleşmişlerdi. Babası Ahî Muhammed, Konya ve çevresindeki ahî teşkilatının reisi olduğu için "Ahî-Türk" adıyla tanınmıştır. Bundan dolayı. Çelebi Hüsameddin'e Ahî-Türkoğlu denmiştir.
    Çelebi Hüsameddin. çocuk yaşlarında babasını kaybetmiş, fütüvvet erbabı Konya ahileri onu, babasının postuna oturtmuşlardı. Daha o günden Mevlâna'ya içten bir sevgi besleyen, fırsat buldukçe medresedeki derslerine, daha sonra da semâ ve sefâ meclislerine katılan Çelebi Hüsameddin, bulûğ çağına erince, bütün ahiler ve dostlarıyla birlikte
    Mevlâna'nın hizmetine girmiş, Şems'ten ve Selâhaddin'den feyz almış, Şeyh Selâhaddin'in vefatından sonra da Mevlâna'nın yakını ve halifesi olmuştur. Bununla da kalmamış, Konya'da Anî teşkilâtının riyasete düşen payını, kendi mallarını da katarak Mevlâna'nın önüne sermiş, nesi var, nesi yoksa, Mevlâna'nın yakınlarına ve müridlerinden ihtiyacı olanlara harcanmasını niyaz etmişti. Bundan böyle, Çelebi Hüsameddin'in Konya Meram bağlarındaki konağı, Mevlâna dervişlerinin bir idare yeri olmuştu. Ayrıca Mevlâna, eline ne geçmişse olduğu gibi Çelebiye göndermiş, bu idarenin başına Çelebiyi getirmişti.
    Gençliğinde iyi bir tahsil gören Çelebi Hüsameddin, Konya'da birkaç yüksek medresenin öğretmenliğini de yapıyordu. Mevlâna'nın âşk ve gönül zincirine bağlandıktan ve bu zincirin sağlam bir halkası olduktan sonra, O'nun mânevi terbiyesi altında pişmiş, "Hâmil-i esrarı ve haznedar-ı maârifi" olmuştu. Mevlâna, O'nu "Hale ziyası, Hak nuru, ruh cilâsı, dinin ve gönlün hüsamı cömert Hüsameddin" gibi vasıflarla övmede, Şems'ten ve Selâhaddin'den boşalan seçkin mevkiye oturtmadadır. Öyle ki Mevlâna, onsuz bir yere gitmez, onsuz konuşmaz, neşelenmezdi. Şems, bu kerre de Hüsamedin'de tecelli etmişti. Mevlâna bütün sevdiklerini O'nda, O'nun yakınlarında buluyor, görüyordu. Bir gün Çelebi Hüsameddin'in bağında otururken, yanındakilere Şems'ten bahsetmiş ve onu övmüştü. Mecliste bulunan müderris Bedreddin, Şems'i göremediğine üzüldüğünü belirtince, Mevlâna Hüsameddin'i kasdederek:
    — Şems'e erişemediysen, öyle birisine eriştin, öyle birisine kavuştun ki saçının her telinde yüz binlerce Şems asılı... demiş ve heyecanlanarak semâ'a başlamıştı.


  Mevlâna, Çelebi Hüsameddin'de de Şems'i görüyor, bir gazelinde şöyle diyordu;

    "Tebrizli Şems'le Hak ziyası Hüsameddin , varlığın aslıdır. Onlar nokta olmuşlardır, başkaları onların çevresinde pergel gibi dönmededir.
    Şems, Seiahattin ve Hüsameddin, bunlar birer ad, varltklanysa tek..."
    Şems, Mevlâna'yı Mevlâna yapmış, O'nu ilâhî âşkın zirvesinden öteye aşırmış, Selâhaddin bu âşkın doruğunda, O'nu olgunlaştırmıştı.
    Şimdi Hüsameddin, olgunlaşan ve dolgunlaşan âşk meyvasını demet demet toplayacak, teşne gönüllere Mesnevi pınarlar akıtacaktı. Manen bununla vazifeliydi. Nitekim bu vazifesini yapmakta gecikmedi.
    Öyle ki Mevlâna Celâleddin. Şems'in ve Selâhaddin'in vefatından sonra, yavaş yavaş sükûn buluyor, coşkunluğu ve cezbesi fikir olgunluğuna doğru yöneliyordu. Âşk ve cezbeyle yanan, yakılan Mevlâna, simdi bu potada verime hazır bir haldeydi.
    O'nun bu halini yakından izleyen Çelebi Hüsameddin, canla gönülle bağlı olduğu pir'inin kemâlini yaymak bu âşk ve irfan güneşinin perdelerini sıyırarak, ışıklarıyla bütün bir âlemi nurlandırmak istemiş, kendini bununla vazifeli saymıştı. Bu sırada, Mevlâna'nın gazellerinin toplandığı Divân da büyümüş, Divân-ı Kebîr olmuştu.
    Şimdiyse, Mevlâna daha olgun, daha doyurucu bir eser verebilirdi. Bu eser, "Mesnevi" tarzında olmalı, ihvan zevkle okumalı, feyz almalı, öğrenmeliydi. Mevlâna'nın geniş bilgisi, üslûbu, hele pek üstün şairliği, hattâ şiir söylerken, öyle uzun boylu vezin-kafiye telâşına düşmeden bir suyun akışı gibi rahat ve irticalen şiir söyleyiş kabiliyeti bu işe yeterdi. Bu fikrini Mevlâna'ya açmak için fırsat gözlüyordu.
    Bu fırsat gün gelip çatmıştı. Meram bağlarında, suların ışıl ışıl çağladığı bir bahçede Mevlâna, Çelebiyle geziyor, şiirler söylüyordu. Çelebi, tam zamanıdır diyerek fikrini açtı:
— Sultanım!. Gazel tarzında birçok şiirler tanzim buyurdunuz. Divân epeyce büyüdü. Eğer Hakîm Şenaî'nin İlâhinâme'si. Ferideddin Attar'ın Mantık'ut-Tayr'ı vezninde bir kitap yazacak olursanız, bu eseriniz, cümle âşıkların can yoldaşı olacaktır. Bundan sonra da, âşıklar, başkalarının sözleriyle değil, sizin eserinizle gönüllerini doyuracaklardır. Buna himmet, efendimizin pek bol olan lütuf ve inayetine kalmıştır.
    Mevlâna buna hazırdı zaten.. Tebessüm etti. Sarığının kıvrımları arasından bir kağıt çıkararak Çelebi Hüsameddin'e uzattı. Bu kâğıtta, müstakbel Mesnevinin ruhunu, özünü teşkil eden ilk onsekiz beyit yazılıydı. Çelebiye:
    — Oku, buyurmuşlardı. Çelebi Hüsameddin ilk beyti okudu:
    "Bişnev in ney çün şikâyet mikûned" "Ez cüdayiha hikâyet mikûned" (Türkçesi:)
    "Dinle bu ney, nasıl, şikâyet ediyor, ayrılıklardan hikâyet ediyor."

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...