Mevlâna'nın Mütevazı Bir Hayatı Vardı
Bütün bir mânâ âlemini kucaklayan, engin fikirli insan Mevlâna, evinde çok sade, fakirane bir hayat sürüyordu. Selçuklu emîri Bedreddin Gevhertaş'ın yaptırdığı ve babası Sultan'ül-Ûlema'ya tahsis ettiği medresinin birkaç hücresinde oturuyor, ziyaretleri burada kabul ediyordu. Saraylara, tahtlara sığmayan ünlü sultanlar, ordulara hükmeden emirler, O'nun bu küçük, daracık medresesinde küçülüyor, bu gönül hücresinden feyz almaya çalışıyorlardı. Medresenin yüksekçe bir sahn-ı vardı. Buradan oturma odası olarak kullanılan hücrelere geçilmekte, hücrelerin arasını ahşap perdeler bölmekte idi. Eskiden Konya'da Anadolu'nun birçok kasabalarında âdet olduğu üzere, sıcak mevsimlerde geceyi halk evlerinin çatısız düz damlarında geçirir, serinlerdi. Mevlâna'nın da bazı geceler, medresenin damında oturduğuna dair, kitaplar bilgi vermektedir.
Sofrası da fakirceydi. Çoğu zaman, yoğurda sarımsak ezer, bazlamaçla (pide ekmek) lokma ederdi. Eve, bir zembil girse, müridlerine paylaştırmak için Hüsameddin Çelebi'ye gönderir, kendisi asla el sürmezdi. Bir gün zevcesi Kerra Hatunun, "Evde yiyecek bir lokma kalmadı" demesi üzerine
— Aman ne mübarek ev! Tıpkı peygamber evi!
diye, esef etmemesini söylemişti. Saraydan gönderilen yemeklere el sürmez, bunun tekerrür etmemesi için haber gönderirdi. Giyimi de öylesineydi. Başına, deve tüyü bir sikke (külah) giyer, üzerine de dumanî renkte bir destar sarardı. Sırtında, önü yırtmaçlı, uzun etekli ve geniş kollu alacadan bir entari veya cübbe bulunurdu. Gerek cübbesinin, gerekse hırkasının önü daima yırtmaçlı dikilirdi. Zira, bu elbiseleri, birkaç gün sonra, bir fakirin sırtında görmek mümkündü. Hediye edeceği zaman, sırtından kolayca çıkması ve çıkarırken zahmet vermemesi için yırtmaçlı dikilirdi.
Bir gün, Kerra Hatun, kopmuş bir düğmeyi dikiyordu üzerinde.. Hanımı, eski bir inanışa uyarak, ağzına bir şey, meselâ bir çöp almasını tavsiye etmişti. Mevlâna gülerek:
— Korkma, ağzımda "Kulhüvallahü ahad" var. Onu, dişlerimin arasında öyle bir sıkıyorum ki, hiçbir şey olmaz., dedi. Menâkıb sahibi Eflâkî'nin verdiği bilgilere göre, Mevlâna, Kayseri'de, şeyhi Burhaneddin Muhakkık-i Tırmızî'yi ziyaretten sonra, Konya'ya dönmüş, zahir ilimlerinin öğretimi ile meşgul olarak, vaazların, nasihatların kapılarını açmıştı. Peygamberin, "Sarıklar arapların taçlarıdır" sözü gereğince bilginlere yaraşır bir sarık sarmış, bir ucunu da taylasan bırakmış, kollan geniş bir hırka giymişti. Diğer bir hikâyeden de, Tebrîzli Semseddin'in Konya'dan ilk ayrılışında Mevlâna'nın "Hindibarî" denilen bir kumaştan "Ferace" dikilmesini söylediğini, başına da bal renginde keçe bir külah giydiğini öğreniyoruz.
Mevlâna:
— Cübbe ve sarıkla insan âlim olmaz. Âlimlik, insanın zâtında bulunan bir hünerdir, der ve giyimine asla önem vermez, halkın giydiğini giyer, halktan ayrılmazdı.
Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre, Mevlâna uzunca boylu, zayıfça, soluk buğday benizli, siyah kaş, elâ gözlü ve kırçıl sakallıdır. Yüzünü çeviren bir tutamak sakalı vardı. Uzun sakal bırakan sözde sofileri kınar, şöyle derdi:
— Sakalın çokluğu erkeği böbürlendirir, bu da insanı manen öldürür. Çok sakal, sûfilerin hoşuna gider. Fakat, sûfî sakalını tarayıncaya kadar ârif Allah'a ulaşır.
Kendisi hiç kimseden bir şey talep etmediği gibi, çevresindekilerin
de el avuç açmasına asla izin vermezdi:
— Bizim dostlarımızdan kim, dünyaya ait bir şey istemek için el avuş açarsa, ondan yüz çeviririz. Çünkü biz, istek kapımızı kendi dostlarımıza kapamışız. Bize almayı değil, vermeyi öğrettiler... derdi..
Sofrası da fakirceydi. Çoğu zaman, yoğurda sarımsak ezer, bazlamaçla (pide ekmek) lokma ederdi. Eve, bir zembil girse, müridlerine paylaştırmak için Hüsameddin Çelebi'ye gönderir, kendisi asla el sürmezdi. Bir gün zevcesi Kerra Hatunun, "Evde yiyecek bir lokma kalmadı" demesi üzerine
— Aman ne mübarek ev! Tıpkı peygamber evi!
diye, esef etmemesini söylemişti. Saraydan gönderilen yemeklere el sürmez, bunun tekerrür etmemesi için haber gönderirdi. Giyimi de öylesineydi. Başına, deve tüyü bir sikke (külah) giyer, üzerine de dumanî renkte bir destar sarardı. Sırtında, önü yırtmaçlı, uzun etekli ve geniş kollu alacadan bir entari veya cübbe bulunurdu. Gerek cübbesinin, gerekse hırkasının önü daima yırtmaçlı dikilirdi. Zira, bu elbiseleri, birkaç gün sonra, bir fakirin sırtında görmek mümkündü. Hediye edeceği zaman, sırtından kolayca çıkması ve çıkarırken zahmet vermemesi için yırtmaçlı dikilirdi.
Bir gün, Kerra Hatun, kopmuş bir düğmeyi dikiyordu üzerinde.. Hanımı, eski bir inanışa uyarak, ağzına bir şey, meselâ bir çöp almasını tavsiye etmişti. Mevlâna gülerek:
— Korkma, ağzımda "Kulhüvallahü ahad" var. Onu, dişlerimin arasında öyle bir sıkıyorum ki, hiçbir şey olmaz., dedi. Menâkıb sahibi Eflâkî'nin verdiği bilgilere göre, Mevlâna, Kayseri'de, şeyhi Burhaneddin Muhakkık-i Tırmızî'yi ziyaretten sonra, Konya'ya dönmüş, zahir ilimlerinin öğretimi ile meşgul olarak, vaazların, nasihatların kapılarını açmıştı. Peygamberin, "Sarıklar arapların taçlarıdır" sözü gereğince bilginlere yaraşır bir sarık sarmış, bir ucunu da taylasan bırakmış, kollan geniş bir hırka giymişti. Diğer bir hikâyeden de, Tebrîzli Semseddin'in Konya'dan ilk ayrılışında Mevlâna'nın "Hindibarî" denilen bir kumaştan "Ferace" dikilmesini söylediğini, başına da bal renginde keçe bir külah giydiğini öğreniyoruz.
Mevlâna:
— Cübbe ve sarıkla insan âlim olmaz. Âlimlik, insanın zâtında bulunan bir hünerdir, der ve giyimine asla önem vermez, halkın giydiğini giyer, halktan ayrılmazdı.
Yine kaynaklardan öğrendiğimize göre, Mevlâna uzunca boylu, zayıfça, soluk buğday benizli, siyah kaş, elâ gözlü ve kırçıl sakallıdır. Yüzünü çeviren bir tutamak sakalı vardı. Uzun sakal bırakan sözde sofileri kınar, şöyle derdi:
— Sakalın çokluğu erkeği böbürlendirir, bu da insanı manen öldürür. Çok sakal, sûfilerin hoşuna gider. Fakat, sûfî sakalını tarayıncaya kadar ârif Allah'a ulaşır.
Kendisi hiç kimseden bir şey talep etmediği gibi, çevresindekilerin
de el avuç açmasına asla izin vermezdi:
— Bizim dostlarımızdan kim, dünyaya ait bir şey istemek için el avuş açarsa, ondan yüz çeviririz. Çünkü biz, istek kapımızı kendi dostlarımıza kapamışız. Bize almayı değil, vermeyi öğrettiler... derdi..
Dr. Mehmet ÖNDER