Mevlâna Ne Şair, Ne De Filozoftur
Mevlâna çok okuyor, okuduğu kitaplardan notlar alıyor, sırası geldikçe, eserlerinde bunlardan faydalanıyordu. Mevlâna aldığını halka vermekle, onlara doğru yolu göstermekle görevli bir Tanrı eriydi. O'nun dilinde şiir. bir fikri daha yaygın, daha kolay anlatabilmek için bir vasıtaydı. Mevlâna'ya göre şiir. üzüm bağının çitten duvarı gibidir. Gerekli olan bağın üzümüdür, çit duvarı değil. Önemli unsur söz ve mânadır, vezin ve kafiye değil. Hattâ söz de fazladır. Der ki:
— Ben kafiye düşünürüm, sevgili bana der ki, yüzümden başka bir şey düşünme.. Ey benim kafiye düşünenim. Benim yanımda devlet kafiyesi sensin, karşımda rahatça otur.. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin? Harf (vezin-kafiye) nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, şiiri, sözü ortadan kaldır. Bu üçü olmaksızın senine konuşayım..
Yine der ki:
— Tanrı, şiir için kafiye aramaktan başka bir dert vermedi bana.. Sonunda, ondan da kurtardı beni. Şu şiiri al da eski bir şiir gibi yırt gitsin. Mânâlar, zaten harfe, ölçüye sığmıyor, anlatmak istiyorum ama, onlar da bu dilekten çok üstün.
Ve gerçekten Mevlâna, çoğu zaman, vezin ve kafiyeyi bir kenara iterek, pervasız bir rahatlıkla fikir ve mânâ âlemine kanat açar.
Mevlâna'ya şâir diyenler, işte bu yönden aldanırlar. Mevlâna'nın şairliği, O'nun diğer meziyetlerinden çok sonra gelir. Mevlâna, filozof da değildir. Felsefe. O'nun âşk ve cezbe dolu fikir ve düşünce yolunda, yol vuran, köstekleyici bir engel, ilâhî âşkı ve doyumsuz sevgi pınarlarını bulandıran bir vesvesedir. Felsefe, yalnız akla önem verdiği, duyguyu, kalbi doğuşu benimsemediği için noksandır. Hele âşk. felsefede aklın kabul edeceği bir iş değildir. Mevlâna'ya göre âşkı aşkla anlamak lâzımdır. Akıl, âşkın şerhinden âcizdir. O, "Allah'a visal"İ. âşk'ta bulmuş, gerçek bir mutasavvıftır.
Mevlâna'ya göre, âlimin gayesi, ilmin aracılığı ile, gerçeğe ulaşmaktır. Bu da tasavvufta kendini bilmektir. "Fihîmâ-fih" adlı eserinde, "Zamanımızdaki âlimler, kılı kırk yarıyorlar, kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi bilmiyorlar. Oysa ki, asıl önemli olan ve kendilerine herşeyden yakın bulunan şeyi, yani kendilerini bilmiyorlar.."der. Kendini bilen ise Tanrıyı bilecektir. Yol bu kadar yakın iken, hayale kapılmanın, vesvese ile uğraşmanın ne lüzumu var. Mesnevi'deki bir hikâyeye göre, sinek, bir avuç su birikintisi üzerinde yüzen saman çöpüne konmuş:
— Duymuştum, denizler varmış, üzerinde gemiler yüzermiş. Gemileri de kaptanlar idare edermiş. Her halde ben şu anda bu gemilerden birinde kaptanım...
Gibi vehme, hayale kapılmış.. Öyle olmaktansa, denizleri, gemileri bilmek, görmek ve bu gemilerin kaptanı olmak gerek..
Mevlâna buna ermiş, erişmiş, gerçek erenlerdendir. Hattâ erenler halkasında tâcdır, imamedir. Kendisinden öncekilerin ve sonrakilerin..
— Ben kafiye düşünürüm, sevgili bana der ki, yüzümden başka bir şey düşünme.. Ey benim kafiye düşünenim. Benim yanımda devlet kafiyesi sensin, karşımda rahatça otur.. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin? Harf (vezin-kafiye) nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, şiiri, sözü ortadan kaldır. Bu üçü olmaksızın senine konuşayım..
Yine der ki:
— Tanrı, şiir için kafiye aramaktan başka bir dert vermedi bana.. Sonunda, ondan da kurtardı beni. Şu şiiri al da eski bir şiir gibi yırt gitsin. Mânâlar, zaten harfe, ölçüye sığmıyor, anlatmak istiyorum ama, onlar da bu dilekten çok üstün.
Ve gerçekten Mevlâna, çoğu zaman, vezin ve kafiyeyi bir kenara iterek, pervasız bir rahatlıkla fikir ve mânâ âlemine kanat açar.
Mevlâna'ya şâir diyenler, işte bu yönden aldanırlar. Mevlâna'nın şairliği, O'nun diğer meziyetlerinden çok sonra gelir. Mevlâna, filozof da değildir. Felsefe. O'nun âşk ve cezbe dolu fikir ve düşünce yolunda, yol vuran, köstekleyici bir engel, ilâhî âşkı ve doyumsuz sevgi pınarlarını bulandıran bir vesvesedir. Felsefe, yalnız akla önem verdiği, duyguyu, kalbi doğuşu benimsemediği için noksandır. Hele âşk. felsefede aklın kabul edeceği bir iş değildir. Mevlâna'ya göre âşkı aşkla anlamak lâzımdır. Akıl, âşkın şerhinden âcizdir. O, "Allah'a visal"İ. âşk'ta bulmuş, gerçek bir mutasavvıftır.
Mevlâna'ya göre, âlimin gayesi, ilmin aracılığı ile, gerçeğe ulaşmaktır. Bu da tasavvufta kendini bilmektir. "Fihîmâ-fih" adlı eserinde, "Zamanımızdaki âlimler, kılı kırk yarıyorlar, kendileriyle ilgili olmayan şeyleri pek iyi bilmiyorlar. Oysa ki, asıl önemli olan ve kendilerine herşeyden yakın bulunan şeyi, yani kendilerini bilmiyorlar.."der. Kendini bilen ise Tanrıyı bilecektir. Yol bu kadar yakın iken, hayale kapılmanın, vesvese ile uğraşmanın ne lüzumu var. Mesnevi'deki bir hikâyeye göre, sinek, bir avuç su birikintisi üzerinde yüzen saman çöpüne konmuş:
— Duymuştum, denizler varmış, üzerinde gemiler yüzermiş. Gemileri de kaptanlar idare edermiş. Her halde ben şu anda bu gemilerden birinde kaptanım...
Gibi vehme, hayale kapılmış.. Öyle olmaktansa, denizleri, gemileri bilmek, görmek ve bu gemilerin kaptanı olmak gerek..
Mevlâna buna ermiş, erişmiş, gerçek erenlerdendir. Hattâ erenler halkasında tâcdır, imamedir. Kendisinden öncekilerin ve sonrakilerin..
Dr. Mehmet ÖNDER