09 Şubat 2012

Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī


Mevlâna Mektuplar Yazıyordu
      Birkaç ay sonra, Şems'ten ilk haber alınmıştı. O'nu, Şam'da görenler vardı. Bu haber Mevlâna'yı çok sevindirmiş, hemen o gün manzum ilk mektubunu yazmıştı:
    Ey gönlümün nuru, gel!
    Ey dileğim, ey maksadım, gel!
    Ey seven, ey sevilen
    Bilirsin ki yaşamamız senin elinde...
    Sıkıntı etmeden n'olurgel.
    İnat etmeden gel..
    Gel ey hüthütlere sahip Süleyman
    Gel ey el-aman!
    Lûtfeyle, bize gel...
    Ey uefalar gösteren,
    Ey seven, sevilen dost •
    Kerem eyle, gel..
    Ayrılığın bitirdi bizi, Sözünde dur, lütuf sahibi, Kusuru ört, iyilik et... Gel! Araplar, "taal" der, farslar "biyâ" Gel demektir bunlar. İşte gel! Gelirsen, murada erer, açılır, gülerim, Gelmezsen perişanım, mahvolurum. Gel, ey candan, gönülden gel dediğim Gel artık, durma, gel.
    Ey Tebriz// Şems
    Gel, çabuk gel, n 'olur
    Dur! Hayır deme,
    Sana evet-hayır demek yaraşmaz
    Gelmek yaraşır.
    Mektup özel bir ulakla gönderilmiş, fakat aylar geçtiği halde, hiçbir cevap alınamamıştı.
    Şems'in de aradığı, istediği buydu zaten.. Mevlâna yalvaracak, o direnecekti. Böyle bir ayrılık, Mevlâna'yı çok daha pişirecek, kavuracaktı.. Cevap vermemişti ilk mektuba..
    Bir süre sonra, Mevlâna ikinci mektubu yazdı: "Ey dünyanın zarifi, selâm sana.. Şüphe etme, sağlığım da, hastalığım da senin elinde.. Derde düşenin ilâcı nedir söyle?.." diye başlayan, gözyaşları ve yakarışlarla dolu bir mektup.. Taş olsa çatlar, dillenir, ses verirdi bu mektuba.. Cevap yok.. Yollar, haberciler gözlendiği halde cevap gelmiyordu. Mevlâna mum gibi erimiş, sararıp solmuştu.
    Üçüncü mektup, kınk-dökük bir gönlün hıçkırıklarıyla bezendi: "O yüce efendinin ömrü uzun olsun.. Allah O'nun koruyucusu olsun.." diye niyazlarla başlıyor, onun ikbâl ve devletine dua ediliyordu.
    Ohh.. Şükürler olsun Allah'a, hesapsız şükürler.. Şems'ten ilk haber gelmiş, mektubu alınmıştı. O da aynı coşkunluk, aynı özleyişle cevap veriyordu. Mevlâna sevinç içindeydi:
    yürüyün ey erler, cananı getirin...
    Bizden kaçan o müstesnayı getirin... diye gazeller yazıyor, divânlar dolduruyordu.
    Mevlâna; Şems'in mektubunu alır almaz, oğlu Sultan Veled'i çağırarak:
    — Durma Şam'a git, şeyhimizi al getir!
    Emrini vermiş, dördüncü mektubunu yazmıştı. Bu mektubunda şöyle diyordu:
    "Siz buradan ayrıldıktan sonra, mumun baldan ayrılması gibi, ben de lezzetten cüda kaldım. Bütün gece, mum gibi, muhabbetinizle yanıyorum. Ateşle enis, baldan tatlı sohbetinizden mahrumum. Cemalinizin ayrılığıyla cismimiz, viran.     Canımız ise baykuş gibi viranede. Artık, dizgini; bu tarafa çeviriniz, neş'e ve zevk filinin hortumunu uzatınız.
    Ah, sensiz huzurum olmadan semâ helâl değildir. Neş'e ve eğlence şeytan gibi taşlanıp sürüldü.."
    Sultan Veled, para-pul, hediyeler ve yirmi kadar müridiyle Şam'a hareket etmişti. Babası kadar, Şems'i seven Veled bu zahmetli yolculuğa canla başla katılmış, durup dinlenmeden yol almışlardı. Biran evvel Şam'a varabilmek, Şems'i bulup Konya'ya getirebilmek için çırpınıyordu, yirmi kişi. Yollarda, hemen hemen hiç konaklanmamış, dağlar bayırlar gece gündüz demeden aşılmıştı.
    Nihayet Şam şehri görünmüştü. Şam'ın Cebel-i Salihiye denen bir semtindeki handa Şems'i biriyle sakin sakin santraç oynarken bulmuşlardı. Anadolu'nun ortasında yüzlerce fersah uzakta, bir yanardağ gibi için için kaynayan; lâvlanyla hem kendini, hem çevresindekilerini yakan Mevlâna'dan sanki haber yokmuş veya bu halden memnunmuş gibi, bir hali vardı. Sultan Veled'i görünce sadece tebessüm etmişti, o kadar. Veled Şems'in ellerine koynunda taşıdığı, babasının mektubunu uzatmıştı. Sonra da Konya'daki arkadaşların başkoyup tövbe ettiklerini, hadsiz hesapsız istiğfarda bulunduklarını, yaptıklarına çok pişman olduklarını ve bundan böyle saygısızlık yapmayacaklarını, kıskanmayacaklarını, hepsinin O'nun gelmesini beklediklerini söylemiş, beraberinde getirdiği hediyeleri ayaklarına sermişti. Şems:
    — Bizi altın ve gümüş elde edemez.. Muhammed huylu Mevlâna'mızın daveti kâfidir. Onun kelâm ve emrinden harice çıkmak mümkün müdür? diyerek, varını - yoğunu fakirlere dağıtmış, sefer hazırlıklarına başlamıştı.
    Birkaç gün sonra. Sultan Veled, atını binek taşına çekmiş ve Şems'i bindirmişti. Kendisi de özengisinin yanında yürüyordu. Şems, kendisinin de bir ata binmesi için ricalarda bulunmuşsa da Veled:
    — Padişah atlı, kul atlı, bu hiç yakışmaz. Sen efendimsin. ben ise kul, sen cansın, ben seninle diriyim. Benim yaya gitmem, senin maiyetinde başımı ayak yapıp yürümem gerek.
    diye reddetmiş, yolculuk boyunca yaya yürümüştü.
    Yaya yürümek de bir şey değil.. Şems'in üzerine titriyorlardı. Yollardayken, kervansaray ve medreselerde konaklıyorlardı. Başta Sultan Veled olmak üzere yirmi kişi Şems'in istirahatini temin hususunda, birbiriyle yarış etmişlerdi.
    Kervan Konya civarındaki Zincirli Han'a gelmiş, konaklamıştı. Bu sırada Sultan Veled adamlarından birini, dörtnal Konya'ya göndermiş, Mevlâna'ya Şems'in gelmekte olduğu haberini tezce ulaştırmıştı.


  247 yılı Mayıs ayının sekizinci günü, Konya'da baharın en güzel günleri.. Herkes şen-şatır, herkesin yüzü güleç. Ama asıl şenlik, asıl bahar Mevlâna'nın Medresesi'nde. Şems geliyor! Aylardır gözlenen, taa içten özlenen Tebrizli Şems bu!..
    Mevlâna, üstünde başında ne varsa müjdeciye vermişti:
    — Daha ne varsa verin! diyor ve en güzel gazellerinden biriyle şöyle sesleniyordu:
    Yollara sular dökün.
    Bahçelere müjdeler verin..
    Bahar kokuları geliyor,
    O geliyor, O!..
    Ay parçamız, canımız, yârimiz geliyor.
    Yol verin, açılın, savulun,
    Beri durun, beri!
    Yüzü apaydınlık, akpak
    Bastığı yerleri aydınlatarak,
    O geliyor, O!
    Her ağızdan tek ses: "O geliyor!" Bu söz. sarı benizlerde pembe hareli akisler yapıyor. Tellâllar, caddelere dökülmüş bağırıyor: "Şems geliyor!," Ve Şems geldi. Mevlâna kükremiş aslan gibi sesleniyor yine...
    Geldi, dostlar,
    Güneşim, Ay'ım geldi.
    O gümüş bedenlim
    Gözüm, kulağım, canım geldi,
    Başım sarhoş
    İçim bir hoş bugün..
    Sabahlara dek öldüğüm,
    Bir demet gül gibi yoluna döküldüğüm,
    Servi hıramanım geldi.
    Bak Allah'aşkına!
    Bak şu baharın şevkine
    Ey güneş, dökül - saçıl serapa
    Sevgilim gibi cömert,
    Bir tohum gibi fışkıracak,
    Bedenimdeki kuvvet,
    Kükremenin tam çağı,
    Arslanırn geldi.
    Dert dindi, acılar unutuldu, birer birer,
    Şu er,
    Şu güle benzeyen!.
    Ni bileyim şekere, bala benzeyen,
    Cananım geldi.
    Ey Tebrizli Şems!.
    Ey gözümdeki nur.
    Beni benden aldılar bugün,
    Kurulsun dernek - düğün,
    Ahun tenlim,
    Gümüş bedenlim.
    Dilim, dilberim geldi.
    Şehrin ileri gelenleriyle birlikte Mevlâna, Şems'i istikbal için kal'adan dışarı çıkmışlardı. Kuşluk vaktine doğru, Şems ve Sultan Veled görünmüşlerdi. Sultan Veled atın başını çekiyor. Şems bir ehrama bürünmüş, başı önünde, ağır ağır at üstünde ilerliyordu. Bu muhteşem manzara, herkesi heyecanlandırmıştı. Kervan yaklaşır yaklaşmaz, Mevlâna ilerledi. Şems'in atının dizginine yapıştı. Şems başını kaldırdı, göz göze geldiler.
    Aylar öncesi aynı manzara Konya'da, cadde ortasında olmuş. Şems, ilk defa gördüğü Mevlâna'nın yolunu kesmiş, atının dizginlerini tutmuştu. Şimdi, dizginlere sarılan Mevlâna idi, iki deniz bir defa daha birbirine kavuşmuş, ikinci bir "Meracel'bahreyn" olmuştu.
    Bu ilâhî sahne cereyan ederken, hafızlar Kuran okuyor, müridler semâ ediyorlardı. Ney, kudûm sesleri ayyuka çıkmıştı. Mevlâna, Şems'in inmesine yardım etti. İki büyük insan, iki Allah velisi biri diğerinin elini öperek görüştüler. Bir müddet sustular, "hâl" diliyle halleştiler.
    Şimdi kafile şehre giriyordu.
    İkinci defa Konya'da buluşan, görüşen Şems'le Mevlâna, bu iki dost, bu hangisi can, hangisi canan bilinemeyen, birbirini tamamlayan, bu iki Allah âşığı, Konya'ya giriyorlardı. Onları, emirler, beyler, dervişler, müridler, talebeler, tüm Konya halkı izliyordu. Kafile, Mevlâna'nın Medresesi önünde durdu. Mevlâna Şems'i buyur etmişti. Şems, önce Mevlâna'ya, sonra kalabalığa baktı. Bir an duraklar gibi olmuştu. Yarın bu kalabalık yeniden aleyhine dönerse ne olurdu? Ne olacak, kaderin hükmü neyse o... Medreseye adımını attı. Ardından Mevlâna... Kapı ağır ağır kapandı. Daha önce de böyle kapanmıştı.
    Şems, Mevlâna'ya Sultan Veled'in yolculuk günlerindeki zahmet ve hizmetinden bahsediyor:
    — Benim, Allah vergisi iki halim vardır: Bir başım, öteki sırnmdır. Başımı, tam bir samimiyetle senin yoluna fedâ ettim. Sırrımı da Velede verdim. Veled oğlumuzun Nuh Peygamber kadar ömrü olsaydı ve hepsini ibadet ve riyazata harcasaydı, yine bu yolculukta, benden ona ulaşan sır kadar, sırra müyesser olamazdı... diyordu.
    Gerçekten, bir ay kadar süren yolculuk sırasında Sultan Veled, Şems'i gözü gibi korumuş, yolculuğun mümkün olduğu kadar zahmetsizce geçmesi için elinden geleni yapmıştı.
    Yolculuk günlerinde Şems ilâhi sohbetleriyle. Sultan Veled'in gönlünü süslemiş, gerçekten de sırlarını vermişti.
    Mevlâna memnundu.
    "Garkolmaktan korkup gönlünü tahta parçasına veren, yol eri değildir. O, aslında isyan eden bir adamdır ancak.
    Ey Tebrizli Şems, sen hem denizsin, hem inci. Senin varlığtn baştanbaşa Allah'ın güneşinden, nurundan başka birşey değil ki."
    "Tebrizli Şemseddin, Allah övgüsü Semseddin Hak'kın güneşi Şems" mahlasları ile söylenen bu gazellerin çoğu, Mevlâna tarafından hemen o anda söyleniyor ve çevresindekiler de yazıyor, bir divanda toplanıyordu. İlerde "Divân-ı Kebîr" olacak, hattâ bu divan Şems'e izafeten "Divân-ı Şems-i Tebrizi" adıyla tanınacak, binlerce gönlü, ilâhî aşkla büyüleyecekti.
    Bu nasıl bir aşktı böyle: Mevlâna, coşkunluğun da ötesinde bir vecdle kükrüyor, ateşiyle yanıp yakılıyordu. O nasıl Şems'ti ki hiçbir bulut altına girmiyor, hem kendi yanıyor, hem de Mevlâna'yı yakıyor, akseden ışığı ile de bir güneş gibi etrafını aydınlatıyordu.
    Şems, Mevlâna'yı Meylâna yapmak için manen vazifeliydi. Vazifesini yapıyordu.
    Mevlâna bu sefer Şems'i devamlı olarak Konya'da alıkoyma kararındaydı. Ona, yanıbaşında bir ev, bark kurmak, onu bir aile ocağına bağlamak, böylece Konya'da yerleşmesini sağlamak... Konya ve muhitini çok iyi tanıyordu Mevlâna. Yarın birgün Şems için yine ileri, geri söz edeceklerdi. Dünya ham insanlarla doluydu. Onlar böyle ilâhî bir sohbeti hazmedecek, bu sohbete girecek, burada pişecek kişiler değillerdi. Onlar, işin yalnız dış yönünü gören, Mevlâna'ya sahip olmak isteyen kişilerdi. Şems uzaklaşırsa herşey yoluna girer, Mevlâna yine kendileriyle birlikte olur, sanıyorlardı. Halbuki hiç de böyle değildi. Mevlâna'ya, Şems can gibi. ruh gibi gerekliydi. Canı tenden ayırmak ne ise, onları birbirinden ayırmak da oydu. Fakat bu, kime anlatılır, kime dinletilirdi? Mevlâna bu düşünceyle, bu endişeyle, Şems'i tekrar yitirmekten korkuyor, O'nu Konya'da alıkoymanın çarelerini arıyordu.
    "Kimya" adında, yanında büyümüş, terbiye almış., melek huylu zahir ve bâtın edepleri ile süslü, güzel bir evlâtlığı vardı. Üstelik bu kızda, hâl ehline yaraşır bir safiyet, bir gönül zenginliği mevcuttu. Küçük yaşından beri, O'nu kendi çocuklarından ayrı tutmamış, öz evlâdı gibi sevmişti. O'nu Şems'le evlendirerek, Şems'in de ev - bark sahibi olmasını, böylelikle Konya'da yerleşmesini uzun uzun düşündü. Gerçi Şems yaşlıydı, kız genç... Ama bu. Kimya gibi ezel terbiyesi almış bir kız için sebep teşkil etmezdi. Şems'in ilâhî kudreti karşısında o kız, kısa zamanda "hal ehli" bir hatun olurdu.
    Meseleyi, önce eşi Kerra Hatuna açtı. sonra da O'nun aracılığı ile Kimya'nın rızasını aldı. Şimdi asıl mesele, Şems'i böyle bir izdivaca ikna etmekti. Bir sohbet sırasında, bu mümkün oldu. Şems, Mevlâna'nın hatırından vazgeçemiyordu.
    Mevsim kıştı, medresenin sofası, perde ile bölünerek, bir oda haline getirilmişti. Mütevazi bir nikâh merasiminden sonra, yeni evlilere bu sofa verildi. Sofa, medresenin avlusuna bakıyordu. Mevlâna'nın ailesi ve çocuklarıyla birlikte oturduğu bir küçük medrese, hepsine konaklık ediyordu, tüm aile bir arada oturuyorlardı.
    Emir Bedreddin Gevhertaş'ın Mevlâna için özel olarak yaptırdığı medrese, şimdi Şems'in yerleşmesiyle büsbütün kapanmış, zaman zaman gelen ziyaretçiler artık, içeri alınmaz olmuşlardı.
    Mevlâna'nın Sultan Veled'den birkaç yaş küçük, ortanca oğlu Alâeddin Çelebi, o günlerde genç bir delikanlıydı. Evin bu teklifsiz oğlu, bazen arkadaşlarıyla birlikte medreseye girip, çıkıyor, bu haller. Şems'i üzüyordu. Bir gün yine, medrese avlusuna açılan Şems'in oturduğu sofanın önünden geçmişti. Şems haremin yarı açık sofası önünden geçmesini, ne de olsa münasip görmemiş olacak ki, Alâeddin Çelebiye şöyle bir ihtarda bulunmuştu.
    — Ey gözümün nuru... Zahir ve bâtın edepleriyle bezenmişsin amma, benim odamın ve penceremin önünden geçerken biraz hesaplı hareket etmen icap eder.
    Genç Alâeddin Çelebi, bu sözlere kırılmış, biraz sertçe cevap vermişti:
    — Kimin evini kimden kıskanıyorsun şeyhim..
    Bu söz o günden itibaren aralarında bir soğukluğun doğmasına sebep olmuş, Şems'in gönlü incinmişti.
    Önceleri Şems'e karşı gelen, onun Konya'dan uzaklaşmasına sebep olan topluluk, aslında yatışmış değildi. Şems, Konya'ya döndükten sonra, ondan özür dilemelerine rağmen pusuda bekliyor, fırsat gözlüyorlardı. Bu sefer aralarına, şehrin ileri gelen birkaç softasını da almışlardı. Alâeddin Çelebiyle, Şems arasında geçeıi kısa tartışmayı fırsat saydılar. Olay şehre yayılır yayılmaz. Alâeddin Çelebiyi bir kenara çekerek:
    — Bu ne cüret. Yabancı bir adam gelsin, kırk yıllık baba ocağına evlâdını sokmasın, bu görülmüş şey mi?
    diye kışkırtıyor. O'nun toyluğundan faydalanmaya çalışıyorlardı.
    Şems'le, Alâeddin Çelebi arasında geçen kırgınlık olayı, belki de Şems'in karısı Kimya Hatun'u, fazlaca kıskanmasından ileri gelmişti. Zira Kimya Hatun, evden dışarı çıkmıyor, gece, gündüz, O'nun hizmetinde bulunuyordu. Bir defasında konu-komşu. Kimya Hatun'u biraz eğlensin, hava alsın diye Meram bağlarına götürmüşlerdi. Şems, o gün Kimyayı evde bulamayınca kızmış, derhal eve getirilmesini, bir daha kendi izni alınmadan bir yere götürülmemesini söylemişti.
    Bir yandan bunlar olurken, öte yandan Şems ve Mevlâna bir başka âlemde, sohbet ve irşâd demlerinin en güzel günlerini yaşıyorlardı.


 İlâhi, Aşk Ve Vecd Günleri
     Mevlâna, Şems'in yokluğunda olduğu gibi, varlığında da coşkundu. Gazel üstüne gazel yazıyor, divânlar doluyor, sohbet geceleri. Kadir geceleri kadar ilâhî vecd ve aşkla. Allah aşkıyla dolup taşıyordu. Bir gazelinde:
    Konuğum ben bu gece sana,
    Ey cân, ey canımın cânı, Ey gül, ey güzeller sultanı, N'olur bu gece uyuma.
    Gönlümü alıp götürdün. Cânı da al götür ama, Sakın bu gece uyuma.
    Sen ey dilber, ey güleç bahçe
    Sen sarhoş gönlümde huzur,
    Dilimde hece..
    Sensiz bu dünya zindan bana
    Yumma gözlerini, dur.
    Sakın uyuma!
    Kadir gecemiz bu gece..
    diyerek, ilâhi tecelliden kaynağını alan kavurucu aşkı ile Allah'a niyaz ediyordu...
    Bu aşk ebedî dirilikti, ölümsüzlüğün tâ kendisiydi. Bu aşk, Allah'a yöneliş, onun vuslatını özleyişti.
    Mevlâna gazellerinden birinde aşkı şöyle dillendiriyordu:
    "Aşk, üstünlükte, hünerde, bilgide, defterde, kitap yapraklarında değildir. Halkın, dedikodusu da âşıkların yolu     değildir.
    Aşkın dalı ezeldedir, kökü ebedde. Bu ağaç, ne arşa dayanır, ne yere. Gövdesi yoktur, gövdeye dayanmaz bu aşk ağacı...
    Aşka boşverdik, hevayı, hevesi çoktan attık. Çünkü bu ululuk, şu akla, şu anlayışa göre değil.
    Sen aşka iştiyak ediyorsun, bil ki iştiyak ondadır. O sana müştaktır. Çünkü onun şevki olmadıkça, hiç kimse iştiyak çekemez. Denizde giden, daima korku ve ümit tahtasının üstündedir. Fakat kendisiyle tahta yok oldu mu yokluktan başka ortada hiç birşey kalmaz."
    Şems, artık Mevlârıa'ya "Hak vuslatının elest çeşnisini" tattırmıştı. Mevlâna, "Rab tecellisi" ile doluydu. Şems, bu yolda Mevlâna için bir köprüydü. Hak'ka ulaştıran bir vasıta.. Mevlâna köprüden çoktan geçmiş, vasıta vazifesini çoktan yapmıştı. İlâhî kader, Şems'in Mevlâna'nın yanında fazla kalmaması seklinde tecelli edecek, daha başka olaylar olacaktı.
    Mevlâna bugünlerde aşkının ve kemalinin zirvesindeydi. Bu sırada, mürsid ve mürid kimdi, kim kimi gerçek yosunda uyarıyordu. Bu bilinmezdi.
    Bir gün müridlerden biri sormuştu
    —- Hak'ka ulaşmak için ne yapmalı?
    Şems. cevap vermişti:
    — Hak'ka ulaşmak için, bâtılı bırak. Yol budur'.. Mevlâna ise, soruyu şöyle cevaplandırmış ve tamamlamıştı:
    — Bâtıldan kurtulmak için de Hak'kı tut. Burada yol ve ağıza ihtiyaç yok. Herşey senin elinde... İstersen Hak'ka ulaşmak için batılı terke!, istersen bâtıldan kurtulmak için Hakkı tut ..
    Her iki halde de gönlü sevgisiyle arıtmah, onunla doldurmalıydı Sevgi bütün kapıları açarı gerçek tılsımdı. Bu konuda Mevlâna. Mesnevisinde, şöyle diyordu:
    Sevgiden tatlılar safileşir.
    Sevgiden bakırlar altın kesilir.
    Dertler sevgiyle derman olur.
    Ölüler, sevgiden dirilir, şah bile sevgiden kul olur.
    Mevlâna seviyordu. İnsanları seviyordu. Şems'i seviyordu. Düşmanlarını dahi seviyordu. Şems'i sevmeyenlere bir gün şöyle demişti:
    — Niçin boş şeylerle düşüp kalkıyor, bos dedikodularla kendinizi yiyorsunuz. Sevmediğiniz şeyleri sevmeye çalışınız. Allah'ın sevgi çanağı cömerttir. Kana kana niçin içmezsiniz? Sevgi lezzetini bir kere aldınız mı, size iki cihan da aydınlıktır.
    Aydınlık kapılar, sevgiyle açılıyordu. Ve Mevlâna, insanlara sesleniyordu:
    — Kardeşlerim, kardeşlerim! Bir kuvvetin, bir duygunun kaydında olmayın. Kalplerinizin gerçeklere açılmasını istiyorsanız, birbirinizi sevin, herkes birbirini sevsin, dostça elele versin. Çünkü düşmanlar pusudadır...
    Mevlâna aşktan, sevgiden başka herşeye gönlünü mühürlemişti artık. O'nun işi Allahyla, Allah dostlarıyla idi. Gerçek imânı, aşk haline, sevgi haline getirmişti. Bu aşkla, bu sevgiyle semâ ediyordu. Semâ, şuur ve aklın ötesiydi, kendinden geçiş haliydi. Divân-ı Kebîr'inde, "Bugün semâ var, semâ var. Akla uedâ var, veda var.."diyordu. Aklın, şuurun idrakten aciz kaldığı Mutlak Kemâl'e, semâm vecdi içinde kanat açıyor, bu haldeyken fânî olmanın doyumsuz zevkini yaşıyordu.
Dr. Mehmet ÖNDER

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...