09 Şubat 2012

Mevlâna'nın Cezbe Devresi


Mevlâna'nın Cezbe Devresi
      Zaman geçtikçe, dedikodu ve kıskançlık artıyordu. Bu acı sözler Mevlâna'ya ulaştırılınca, dudaklarında acı bir tebessüm belirdi, gözleri dolu dolu olmuştu. Şöyle dedi:
    — Sizin, Şems hakkındaki hükümleriniz, onu sevmemenizdendir. Eğer onu, siz de benim gibi sevmiş olsaydınız, onda tamah edilecek bir şey ve söylediklerinizin hiç birisinin olmadığını, hoşa gitmeyecek bir hali bulunmadığını görürdünüz.
    Şems. Konya'ya geleli aylar olmuş, bu müddet içinde Mevlâna, bir gün olsun medresesine uğramamış, müridlerine görünmemişti. Üstelik Şems, Mevlâna'yı hiç kimse ile temas ettirmemeye başlamıştı:
    — Allah'ın dostları, Allah'ın velileridir. Mevlâna da gerçek bir Allah velisidir. Hiç şüphe yok ki, onun yüzü Mevlâna'ya karşıdır. Çünkü Mevlâna'nın yüzü ona karşı...
    diyor, yüzünü Mevlâna'nın yüzünden ayırmıyordu. Biliyor ki, Mevlâna, gelişiyle hayat seyrini değiştirmişti. Ne var ki, onu bir gün hicran potası içinde de pişirmek, tam olgunluğa ulaştırmak istiyordu. Bunun için hayatını bile verebilirdi,
    Şems'in Mevlâna üzerindeki tasarrufu, türlü kıskançlıklara, hasedlere yol açmıştı. Birgün Şems, Mevlâna'nın kapısı önünde oturmuş, bekliyordu. Bu sırada mödreseye gelen bir talebe. Mevlâna'yı görmek istediğini söyledi. Şems:
    — Ne getirdin, şükrane olarak ne vereceksin ki, onu sana göstereyim?
    demişti. Bunu işiten talebe kızmış, şöyle demişti:
    — Sen ne getirdin ki, bizden istiyorsun? Şems:
    — Ben kendimi getirdim, başımı onun yoluna feda ettim, az mı? cevabını vermişti. Bu sözler, talebeleri büsbütün kışkırtmış. Şems aleyhine şiddetli bir cereyan başlamıştı. Artık, açıktan açığa, hem de Şems'in yüzüne karşı konuşuyorlar, Şems'i gördükçe kılıçlarına el atıyorlardı. Şems, Konya'ya geleli onaltı ay olmuştu. Onun hiçbir tarafta bu kadar uzun süre kaldığı görülmemişti.
    Hele bir gün vezir Nusratüddin'in hanıkâhımda bir tören yapılmıştı da Mevlâna ile Şems, birlikte gitmiş bir köşeye oturmuşlardı. Salonu dolduran bilginler, sûfîler herbiri bir geçmiş bilginin sözünü nakletmeye veya bir evliyanın kerametini sayıp dökmeye başlamıştı. Bütün bunları sessiz sedasız dinleyen Şems, birara dayanamamış, yerinden fırlayarak haykırmıştı:
    — Ne zamana dek, şunun bunun sözüyle vakit geçirip duracaksınız? Ne zaman kalbim Rabbimden rivayet etti diyeceksiniz? Neden başkalarının asasıyla yürüyorsunuz? Hani sizin sözleriniz, hani sizin eserleriniz?
    Herkes başını önüne eğmiş, tek lâf edememişti ama. Şems'e karşı duyulan kin ve hasedi de körüklemişlerdi.
    İşin çığrından çıktığı, olayların tehlikeli bir şekilde kendi aleyhine döndüğü bir sırada, 1246 yılının Mart ayı başlarında Şems, ansızın Konya'dan kayboluvermişti.
    Onun Konya'ya geldiğini kimse görmemişti, gittiğini de gören olmadı.
    Mevlâna, Şems'in boş kalan hücresine girdiği zaman içinin boşaldığını, yüreğinin tâ derinliklerinden birşeyin koptuğunu duydu. Bir süre, hiçbir şey söylemeden durakladı. Şems yoktu, kaybolmuştu. Kaybolacaktı. Bu kaderin ilâhi hükmüydü.
    Şems'in kayboluşu Mevlâna'yı can evinden yaralamıştı. O'nun gitmeşine sebep olanlara kırgındı. Hücresine kapanmış, hicranının ateşinde yanıp yakılıyordu. İçindeki volkanın alevi ile "Gel. gel" diye inliyor, aşkla dolu en içli gazellerini yazıyordu. Bu mukadderdi, Mevlâna'nın Mevlâna olabilmesi için bu lâzımdı. Bu gaybubet onu coşturuyor, pişiriyor, verimli bir hale getiriyordu. Azgın sellerden sonra, köpürerek çağlayan ırmaklar, dereler gibiydi, şimdi Mevlâna. Birbiri ardına yazdığı gazeller, divânlar dolduruyor, okuyanları büyülüyor, elden ele dolaşıyordu. Bu gazellerin içinde: "Ey münâdi, nerede bir topluluk görürsen bağır, ey Müslümanlar, hiç kaçmış bir kul gördünüz mü diye? Ondan bir nişane bildirene, ondan bir nükte söyleyene, müjde olarak canımı vereceğim..." diye inliyor, yahut:
    "Gel, gel ki, ayrılığınla ne akıl kaldı bende, ne din. Şu yoksul gönülden, karar da gitti, sabırda.. Yüzümün sararmasını, gönlümün derdini, canevimdeki yanışı sorma.
    Çünkü, anlatmaya sığacak şey değil bunlar, gel de gözünle gör.
    Senin sıcaklığınla pişmiş, bir somun gibi al oldu yüzüm. Simdi bayat ekmek gibi ufalanmış, yerlere saçılmışım, gel de yollardaki topraklardan topla beni,
    Ayna gibi yüzünden hayaller toplardım. Şimdi ise, bak da gör yüzüm, nasıl sapsarı, nasıl bumburuşuk..."
    diye içli gözyaşları döküyordu. Yine bir gazeli O'nun bu halini şu içli beyitlerle süslüyor:
    "Aşk padişahı, her zaman binlerce saltanat, binlerce ülke bağışlamada. Fakat, cemâlinden başka bir dileğim yok ondan, yüzünden başka bir şey istemiyorum.
    Sevgisinin kemeri, aşkının külahı iki âlemde de yeter bana. Külahım düşerse ne çıkar, kemerim olmasa ne gam.
    Sevgili bir seher çağı, hasta gönlümü öyle bir yere götürdü ki. geceden de geçtim, gündüzden de. Seherden de yok bir haberim artık...
    Aşk delidir ama, biz delinin de delisiyiz. Nefis kötülükler emreder ama, biz onu çoktan buyruğumuz altına almışız. Ey Tebrizli Şems! Bu seferden dön, gel Allah'aşkına... Biz bir tek aşka, senin aşkına tutulmuşuz. O aşkla oyalanmadayız,."
    Mevlâna'nın coşkun devresi... Aşk ve cezbeyle yüklü olduğu devre. O'nu dalga dalga coşturmak için. Şems'in bir anlık olsun kaybolması yetrnis. Mevlâna aşkla birlik, aşkın ta kendisi olmuştu:
    "Aşk geldi; adetâ damarımda derimde kan kesildi, beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüz 'lerini sevgili kapladı. Benden kalan bir ad. Ondan ötesi hep o..."diyordu.
    O'nun iniltilerinden, oğlu sultan Veled de perişandı. Şems'in nereye gittiği bilinmiş olsaydı, herhalde oraya gider, yalvarır, yakarır, tekrar Konya'ya getirirdi. Oysa, nereye, nasıl gittiği öğrenilememişti.
    Mevlâna'nın sınırsız üzüntüsü, evvelce. Şemse karşı olanları da açındırmış, birer birer gelerek Mevlâna'dan özür dilemişlerdi. Mevlâna, çoğu eski müridleri ve talebeleri olan bu kalabalığa, hiç bir dargınlık göstermeden affetmişti:
    — Kadere rıza göstermek lâzım... Sizin gerçekten de suçunuz yok. Allah böyle istedi. O'nun dediği olur... demişti.
    Tebrizli Şemseddin'in doğduğu ve büyüdüğü Tebriz şehrine gittiği söyleniyordu. Mevlâna bu habere de sevindi, haberciler gönderdi, en içli gazellerini yazdı.
    "Bize Tebriz'den bir habercik salarsan,"
    "Sana kalk bu yana gel, kalk gel derim"
    "Kalk gel derim seni doğuran, büyüten toprağa" diyordu. Bir süre sonra, bu söylentilerin de doğru olmadığını anlıyor:
    "Nerede hani o canım sözlerin şimdi?"
    "Nerede hani o sırları çözen akıl?"
    "Nerede hani o gül bahçesine giden ayak,"
    "Elimizi tutan el nerede hani?" ' diye inliyordu.
    Şems'i aramak için birkaç kere Şam'a gitmişti. Bu aramalar bir teselliydi.. Bulamayacağını biliyor ve diyor du ki:
    "Biz Şam'ın âşıkı ve delisiyiz. Biz, Şam'a canımızı vermiş, gönlümüzü bağlamışız. Üçüncü kez, Rûm'dan Şam'a koşuyoruz. Çünkü biz, Şam'ın gece gibi karanlık zülfünden kokular sürünmüşüz. Hak güneşi Tebrizli Şemseddin, eğer oralarda ise, biz Şam'ın efendisiyiz, hem de ne efendisi.."
    Mevlâna Şam'da Şems'i görememiş, bulamamıştı ama, manen onu varlığını gönlünde görmüş, bulmuştu. İster O'nu gör, ister beni. Ey arayan kişi! Ben O'yum, O da ben.." diyordu.
    Bir rubaisinde de:
    "Olduğun yerlere uğrayamam korkumdan"
    "Kıskanırlar sana âşıklık edenler birden"
    "Gece gündüz yaşıyan gönlüm içinde sensin"
    "Seni görmek diledikçe bakarım gönlüme ben" diye sesleniyordu.
Sultan Velede göre Şam'a bir keklik gibi giden Mevlâna, Konya'ya alıcı bir doğan gibi dönmüştü. Eğer Mevlâna Şems'i bulmuş olsaydı, bu onun için bir kayıp olacak, coşkunluğundan eser kalmayacaktı. Ya şimdi?.. Şimdi, daha coşkun ve cezbeliydi. Sultan Veled, O'nun bu halini şöyle ifade ediyordu:
    "Damlaydı, coşup deniz aldı. Yüceydi aşkla daha da yüceldi. Aradığı kendinde göründü. Naralar atıyor, feryatlar ederek coştukça coşuyor, aşk denizi köpürüp çağlıyordu. Ayrılık derdiyle karar kılmıyor, herkes de ona uyup, genç ihtiyar yıldızlar gibi o aşk güneşinin karşısında canla başka semâ ediyordu.."
    Şam'da bulunduğu sıralarda Konya halkı endişeli günler geçirmişti.
    Ya Mevlâna olup bitenlere gücenerek Konya'ya bir daha dönmez. Şam'da yerleşir kalırsa?.. O zaman, Mevlâna'sız tadı-tuzu olmazdı bu şehrin. Koca başkent. Onsuz pek yavan, pek sönük kalırdı. Bu endişelerini Konyalılar, saraya kadar duyurdular. Mektuplar yazıldı, ricalar edildi.
    Mevlâna, Konya'ya dönmekte asla tereddüt göstermedi. Kısa bir süre sonra. Konya'ya gelerek gönül hücresine gömüldü.
Dr. Mehmet ÖNDER

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...