24 Şubat 2012

İSTANBUL’un ÇOK YÜZÜ

İSTANBUL’un ÇOK YÜZÜ

Alnımın yazısı olduğun kadar alnında da yazıyım   .Yusuf,dedi Züleyha, sen benim, evvel düşen şehrimsin, ahir düşen şehrimsin. Ezel düşen şehrimsin, ebed düşen şehrimsin.
Yusuf,dedi Züleyha; kalbim sen, benimsin yalnız benimsin,kalbin ben,seninim yalnızca seninim.
Yusuf, dedi Züleyha, sen masumsun, sen de bilirsin, ben de bilirim. Şu dört duvar, şu sıkı sıkı kapalı kapı,döşemenin üzerinde ezilen sarı gülün yaprakları tanık ki suçun yok senin.
Fakat güzelsin.

Güzelliğin yoruyor beni,çünkü mümkünü var,suret kasrında bir suret değilsin.

Suçlu değilsen de bana, beni suçlu kılacak kadar güzelsin. Mümkünü olan bir güzelliğin sahibiysen Yusuf, ve bu güzellik yoruyorsa beni, sen dünyanın en masum mücrimisin.

Suçlu,suçunu her zaman bilerek işlemez Yusuf ve güzellik bazen suça dönüşür.

Yaratılmışların en güzeli karşısında,ruhum kadar bedenim,kalbim kadar kalbimden çıkıp da bütün bedenimi deveran eden kanım ve damarlarım,ve bütün zerrelerim akıyorsa sana, ben de dünyanın en mücrim masumu değil miyim?

Çünkü, dedi Züleyha, güzelliğin bir derin kuyu senin. Bir düşenin kurtuluşu kolay olmaz.Ne mutlu kalbine sen düşene,ve ne mutlu senin kalbine düşene.

Tufandan kurtulmak için kendi derinliğine akan bir ırmak gibi; akmasam sana ölürdüm Yusuf, aktım, yine öldüm. Kendi ölümümün şeklini seçmem özgürlüğümse susarak ölmeyi değil,söyleyerek ölmeyi seçtim. Tortulanarak ve bulanarak değil,taşarak ve coşarak ölmeyi istedim. Hükmümün Yusuf olduğu yerde ölümlü olduğumu bildim.

Ve yine dirilecek olmamın emniyetiyle ölümlü oluşumu çok sevdim. Yusuf,dedi Züleyha, bütün bir hayat, kınanma, horlanma, yitirme,her şey kalbimin üzerinden geçecek ve ben kalbimin altında kalacağım.

Bana dair ve bana rağmen var olan bir dünyada büyüklüğü,yitirdiklerinin çokluğuyla ölçülen bir Züleyha kalbi olacağım. Senin zindan karanlığın benim özgür aydınlığıma denk düşecek, o kadar ki karanlık olacağım Sancıyla elimi attığım fundalıklar mavi çiçeklere dönüşmedi henüz, ama aslolan kalp olacak ve hayatı sonradan bulacağım.

Yusuf,dedi Züleyha, aşk zorlu bir sınav,ben bu sınavı en baştan ve gönüllü mü kaybettim? Hayır işte! Yitirmiş görünsem de kazancımsın sen benim. Ve şer gibi görünsem de göreceksin,yitirdiğin ne varsa benim sana açtığım kuyuda,hayrın olacağım sonunda.

Yusuf,dedi Züleyha, sana, gel kaderim ol, demem. O kadar ki, güldeki sevda, çöldeki ateş, denizdeki su kadar kadersin bana.
Bak alnına, iki kaşının ortasına. Orada benim mührüm var. Alnımın yazısı olduğun kadar, alnına da yazıyım.
İsimle ateş arasına Adı koyulmamış hiçbir şeyin gerçek anlamda var olduğuna ikna olamayan bir kalbin sahibiydim ben. Hayata kelimelerle hükmeden biriydim ben.Var olanla yok olan arasında fark bir isim.
Onunla başlayan hayatımı, onun ismini bilmekle başlamak istedim.

Varlığına dair, nefti gölgeli bir tütsü-buhur dükkanında, bana gösterdiklerinin dışında, hiçbir bilgiye sahip değilken sevmiştim onu. Başka bir şeyi değil, ateşe düşeceği ana kadar hiçbir şeyi merak etmeyerek sevmeyi bilen kalbimin bütün sükûnetiyle sadece onun ismini merak ettim ben.

Gülün önce ilahi muhayyilede adının koyulduğunu, manasının sonradan yaratıldığını, bu dünyadaki suretinin ise en sonra geldiğini kavradığında imanı tamamlanan biriydim ben.

Bunun başka yolunun olmadığını aklıma ancak böyle kabul ettirebilmiştim ben .Kolay olmamıştı ama yolculuğun suretten manaya doğru olduğunu öğrenmiştim ben.

Böyle zamanlarda sıkışan ruh belli ki ne ileri ne geri gidebilince, ya düşer ya yükselirdi. Belli ki böyle zamanlarda aşk, sırtından kanlı bir gömleği sıyırıp da atar gibi gözden çıkararak geçmişi, ileri doğru yürümekti.

Aşkın kalbe indiği makama doğru yükselmekti.
Böyle zamanlarda aşık, kendisine görüntü veren sevgilinin aşkıyla mutlak olanın aşkı arasında bir bağlantı kurunca, Sevgilinin ismiyle O'nun ismi arasındaki binlerce ismi yol, durak, menzil, aşmayı başarınca.

Belli ki bu yükselmeyi başaran âşıkın gönlüne; muazzam yangınlardan sonra başlayan bir yağmur, lanetlenmiş kavimleri yok eden ve dinmek bilmeyen rüzgarları kesen bir yağmur, denizin yüzünden gökyüzünün katlarına yükselen şiddetli hortumları bölen bir yağmur gibi, serinlik ve selamet dökülüverirdi.

Ama ben, bu kemter kul.Yapamadım. Eşiğin bir adı da acıydı, aşamadım. Ödünç aldığı ışığın safiyetini kaybedince kayboldu aşkımın masumiyeti. Keşke aşkı saf olmayana da rıza olarak tanımlasaydım.

Aklımla kalbimin, hâlimle sözümün, teslimiyetimle ve vehmimin arasında kaldım ben. Aklımı gösteren ismimle aşkımı gösteren ateş arasına düştüm, o uçurumda yittim ben. Aynı anda iki şey olunamadığı için aşkın saltanatında, o uçurumda yitirdim ben.

Yazının bedeli vardır bilirsiniz.

Kurban ister, kan ister. Ter ister, gözyaşı ister.
Bu yüzden kaderi ağırdır. Yazının kalbi vardır.

Kalbin titreşimi parmak uçlarının titreşimine uyduğunda ortaya çıkan sözün hükmü var.
Düştüğüm, parmak uçlarımın titreşimi kalbimin titreşimine uyduğu anda ortaya çıkan sözün kuyusuydu. Kervancılar olmadan, kolay çıkmak mümkün mü?

Anlattılar işte, gözlerimle görmedim, taşlara kazımadım. Ama yalancı da değilim. Yazılmış bir hikâyenin üzerinden yeniden yazmak arzusuyla geçince yazdım, bu yüzden yazdım.
Bir kalp, bir kalp daha. Birleştirici bir kalp olarak yer alıyorsa arada, bir kalp için ne çok acı. Yakub, Yûsuf, Züleyha. Hepsi bir tek, biri her bir kahraman: Ölen ve yaşayan, yaşayan ve yazan. Ben kâtibü’l-esrârım. Kalpler kuşanırım. Sevdalar alırım. Uçurum kenarları bu yüzden rüzgâr ve ölüm kokuyor. Bu yüzden kendi yazdığım sonunda dönüp dolaşıp bana geliyor.

O kadar ki, rüyanın hikâyesi demek olan bu hikâyede yazılmadık tek rüya, yazıcının rüyası.
Hayat, hayalin de arkasındaki hayalden nisbet olan o rüyaya dönünce:
Yûsuf’un rüyası: Gerçekleşen bir rüya. Bir peygamber rüyası.
Züleyha’nın rüyası: Yanıltıcı bir rüya? İlk bakışta? Sonunda o da gerçekleşen bir rüya.
Firavn’ın rüyası: Bir hükümdar rüyası.
Görülmeyen bir rüya: Nil nehrinin rüyası.
Rüyaların rüyası: Yazıcının yazılmayan rüyası.

Ez-cümle: Eflatun’un mağarasında bir gölge.
Bütün anlamlara bitişik olarak bütün anlamların da üstündeki anlamı çözünce.
Dönünce mağaranın çıkışana yüzünü, bilince bilmenin bilincini,
Âdem’e öğretilen isimlere dönüşüyor bütün sözcükler neticede.
Değil mi ki Kâbe ile örtüsü arasına gece girdiğinde ve bulutlar gölgelerini konuşan ırmağın üzerine bıraktığında ve hasretle başlayıp konuşmayla bittiğinde hikâye; tüm yaşananlar tabiri sonraya bırakılmış bir rüya gibidir ve bu dünyada aksa da Nil, cennetten çıkan dört nehirden biridir.
Değil mi ki ben kâtib-el-esrârım, kimi yazarak öldüm, kimi ölerek yazdım.
Vakit tamam! Üzerinden bir okuma geçmiş kitabı karşısında yazıcının duyduğu ürpertinin anısı, bütün anılara benzeyecek nasılsa. Bütün defterlerin özeti, mahşere kadar açık kalacak bir defter değil mi?
Konan göçer, doğan ölür elbet. Irmak denize, deniz ırmağa kavuşur sonunda; ruh kaynağına, kaynak da ruhuna muhtaç değil mi şunun şurasında?
Ne güzel, ölecek olmak ne güzel. Ne güzel, ölecek olmanın muştusu ölmeyecek olmanın tahayyülünden, ne güzel.

Aşkımı gösteren Ateş arasına düştüm ben...

Adı koyulmamış hiçbir şeyin gerçek anlamda var olduğuna ikna olamayan bir kalbin sahibiydim ben.
Hayata kelimelerle hükmeden biriydim ben.
Var olanla yok olan arasında fark bir isim. Onunla başlayan hayatımı, onun ismini bilmekle başlamak istedim.

Varlığına dair, nefti gölgeli bir tütsü-buhur dükkanında, bana gösterdiklerinin dışında, hiçbir bilgiye sahip değilken sevmiştim onu.

Başka bir şeyi değil, ateşe düşeceği ana kadar hiçbir şeyi merak etmeyerek sevmeyi bilen kalbimin bütün sükûnetiyle sadece onun ismini merak ettim ben.

Gülün önce ilahi muhayyilede adının koyulduğunu, manasının sonradan yaratıldığını, bu dünyadaki suretinin ise en sonra geldiğini kavradığında imanı tamamlanan biriydim ben. Bunun başka yolunun olmadığını aklıma ancak böyle kabul ettirebilmiştim ben .

Kolay olmamıştı ama yolculuğun suretten manaya doğru olduğunu öğrenmiştim ben.

Böyle zamanlarda sıkışan ruh belli ki ne ileri ne geri gidebilince, ya düşer ya yükselirdi.
Belli ki böyle zamanlarda aşk, sırtından kanlı bir gömleği sıyırıp da atar gibi gözden çıkararak geçmişi, ileri doğru yürümekti.

Aşkın kalbe indiği makama doğru yükselmekti.
Böyle zamanlarda aşık, kendisine görüntü veren sevgilinin aşkıyla mutlak olanın aşkı arasında bir bağlantı kurunca, Sevgilinin ismiyle O'nun ismi arasındaki binlerce ismi yol, durak, menzil, aşmayı başarınca.

Belli ki bu yükselmeyi başaran âşıkın gönlüne; muazzam yangınlardan sonra başlayan bir yağmur, lanetlenmiş kavimleri yok eden ve dinmek bilmeyen rüzgarları kesen bir yağmur, denizin yüzünden gökyüzünün katlarına yükselen şiddetli hortumları bölen bir yağmur gibi, serinlik ve selamet dökülüverirdi. Ama ben, bu kemter kul.

Yapamadım. Eşiğin bir adı da acıydı, aşamadım.
Ödünç aldığı ışığın safiyetini kaybedince kayboldu aşkımın masumiyeti. Keşke aşkı saf olmayana da rıza olarak tanımlasaydım.

Aklımla kalbimin, hâlimle sözümün, teslimiyetimle ve vehmimin arasında kaldım ben.

Aklımı gösteren ismimle aşkımı gösteren ateş arasına düştüm, o uçurumda yittim ben.
Aynı anda iki şey olunamadığı için aşkın saltanatında, o uçurumda yitirdim ben.

Taşçı: Aşk nedir? Buldum zannedip bulamamak (Züleyha gibi) mı? Ya da bulduğu halde bilememek mi? Bu mekana ve bu zaman ait değil mi aşk? Aşkın rengi karanlık mıdır?

Bekiroğlu: Aşkın ezelden bir hatırlama, ezel tanışıyla bu dünyada karşılaşma olduğuna iman edeli ben, çok oluyor. Ama aradan geçen süre içinde hatırlamaların da yanıltıcı olabileceğini öğrendim.

Çünkü buldum zannedip yanılmak var.
Bulup da tanımamak var. Bulup da hatırlanmamak var.
En acısı da ezel tanışıyla karşılaşıp onun tarafından hatırlanıp ama onu hatırlayamamak olmalı.
Ve evet, aşkın rengi karanlığa benziyor.

En azından bu dünya yüzünde böyle.
Bir bedene ve birçok hayata hapsedilmiş aşk, özünden uzaklaşmak mecburiyetinde.
O yüzden biraz evvel bahsettiğim savaş hali doğuyor.

Arazların bulanıklığı. Neticede ortaya kusurlu bir aşk çıkıyor, elde kalan bu. Cam ırmakta taş gemi ancak kusursuz bir aşkın zuhuru anında kazasız belasız yüzebilir ki o da bu dünyada imkansız.
Söylemiştim yontucunun taş gemisi de ancak kusursuz aşkı, yani tek Tanrı aşkını bulduğu anda usul usul cam ırmağın üzerinde yüzmeye başladı. Ne ırmak ne taş incinir böyle bir seyirde artık.

“Keşke ben de size bila-sebep başlayan bir aşkı anlatabilsem. Aşkın sebebi yok çünkü. Aşkın başlangıcı kader kitabında tek cümle, o da tek kelime: Üst üste yığılınca isimler ve hiçbiri diğerini yok etmeyince. Gönlün bir aynası iki görüntüyü üst üste getirince. Anladım aslolanın isim değil ateş olduğunu…”

“O her şeye bir isim koymadan yapamayan kağıtların ve kalemlerin zarif efendisi, benim gül çehreli saz benizli sevemediğim sevdiceğim, aşkı kelimelerin nizamında tartarken ben gövdemde sarsıla sarsıla hissediyordum ve…”

"Aşkın karaladığı yeri aşktan başka bir biçimde aklamıştı ama aşka talipti. Aşktan öte değil, aşktan beri, aşkın cümlesine talipti. O kadarıyla sınırlı. Ne de olsa kalbi bir kuşcağızın kalbi kadardı.” 

(Nazan Bekiroğlu)

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...