Bizim Durağımız Konya Şehridir
Kervan ağır ağır Küfeye, oradan Mekke'ye hareket etmişti. Her mümine, bülûğuyla ihtiyarlığı arasında bir kere farz olan Hac borcu eda edilecekti. Baha Veled'le Mevlâna, baba ve oğul Mekke'ye varmış, derin bir huşu içinde Kabe'yi tavaf etmişler, tekrar yola koyulmuşlardı. Şimdi, yol kuzeye doğru uzanıyordu.
Mekke'den Medine'ye, burada Resulullah'ın türbesini ziyaretten sonra, kona göçe Kudüs'e geldiler. Yolculuk aylarca sürmüş, kızgın çölleri sabır ve sükûnet içerisinde asarak Şam'a yönelmişlerdi.
Şam halkı, Baha Veled'i şehrin dışında karşıladı ve şehirlerinde konaklamasını rica ettiler. Baha Veled:
— Allah yurdumuzun Rûm (Anadolu) topraklarında olmasını buyuruyor. Bizim durağımız Konya şehri olacaktır.Bu belde bizi çekiyor, diyerek kabul etmedi. Anadolu'ya: Selçuklu Devleti'nin sınırlarına girdi. Halep... Oradan Malatya. Hiç bir konakta bir iki günden fazla durulmuyordu. Kervan, Erzincan'a doğru yöneldi. O zaman Erzincan Mengücüklerin elinde bulunuyordu. Erzincan ve Mengücüklerin şöhretli sultanı Fahreddin Behramşah ve karısı İsmeti Hatun, Baha Veled'in kendi diyarlarına doğru gelmekte olduğunu öğrenince, karşılamak üzere, Erzincan yakınlarındaki Akşehir kasabasına kadar geldiler, kafileyi burada karşıladılar. Baha Veled, burada da bir medreseye inerek, bir süre oturdu. Daha sonra, bu civarın da sınır olması dolayısiyle, huzursuzluğunu bahane ederek, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende (Karaman)'ye geldiler...
Baha Veled'in Lârende'ye gelmekte olduğu haberi, birkaç gün önceden duyulmuştu. Selçukluların emiri ve Lârende şehri valisi Emir Musa Bey, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, yaya olarak şehrin dışında çıktı, Baha Veled'i karşıladı ve sarayına davet etti:
Hiç bir şehirde, hiç bir kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Baha Veled, burada da Emir Musa Beyin teklifini reddetti ve bir medresede yer gösterilmesini rica etti. O'nun bu isteğini canla başla kabul eden Musa Bey, Baha Veled için derhal bir medrese yapılmasını emretmiş, şehrin ortasında münasip bir arsa seçilmişti. Kısa bir zaman sonra yapılan medreseye, Baha Veled, ailesi ve müridleri ile birlikte yerleşti, orada ders ve vaazlarına başladı.
Bu sırada Mevlâna Celâleddin, genç ve bilgin bir delikanlı olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz çalışıyor, araştırıyordu.
Baha Veled'le birlikte, Belh şehrinden göçen, onun has bir müridi olan Semerkandlı Serefeddin Lalanın, Gevher Hatun adında güzellikte eşi bulunmayan, melek huylu bir kızı vardı. Mevlâna ile birlikte büyümüş, yedi yaşına kadar Baha Veled'in rahlesi önünde diz çökmüşlerdi, Baha Veled, sevgili müridinden, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti. 1225 yılı baharında, mütevazı bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı. Bu mutlu evlenmeden kısa bir süre sonra, Baha Veled'in tek zevcesi Mümine Hatun vefat etti. Onu, Mevlâna'nın ağabeyi Muhammed Alâeddin takip etti. Baha Veled, biri vefakâr eşi, diğeri sevgili oğlu olan iki kıymetli varlığını. Karaman topraklarına böylece armağan bıraktı...
Bu iki büyük kayıp Baha Veled'i can evinden yaralamıştı. Serefeddin Lâlâ'nın eşi ve Mevlâna'nın ebesi de kısa bir süre sonra, bu iki mezarın yanında yer aldı.
Bunları alan Allah, vermesini de biliyordu. Bugünlerde Mevlâna'nın ilk çocuğu Sultan Veled, daha sonra da ikinci oğlu Alâeddin Çelebi, birer teselli güneşi gibi dünyaya geldiler. Mevlâna ilk oğluna babasının, ikinci oğluna da çok sevdiği ağabeyinin adlarını vermişti. Bu iki sevimli yavru, acılan unutturmuştu. Büyük babalan Baha Veled'in şefkat dolu kucağında büyüyor. Lârende bahçelerinde gezip oynuyorlardı.
Günler geçtikçe Baha Veled'in şöhreti yayılıyor, medresesi gönül sahipleriyle dolup taşıyordu.
O günlerde Anadolu'ya Selçuklu Devleti hâkimdi ve devletin en parlak ve göz kamaştırıcı devresi idi. 1219 yılında kardeşi Sultan Keykâvus I'in yerine geçen Alâeddin Keykûbad I iyi bir asker olduğu kadar, dine ve ilme karşı derin ilgisi ve sevgisi ile tanınmış zarif, fikir ve dâva adamı bir hükümdardı. Devletin başşehri olan Konya, sanat eserleri ve ilim müesseseleri ile donatılıyor, Selçuklu saray ve medreseleri, devrin ilim adamları ile dolup taşıyordu.
Alâeddin Keykûbad I. Konya'dan sonra. Kayseri, Sivas gibi birçok şehirleri sağlam surlarla çevirtmiş, doğuda beliren Moğol tehlikeleri için önceden tedbirler almış, güneyde önemli bir liman olan Kalonoros kalesini fethettikten sonra, adını "Alâiye" koymuştu. O, bir yönden devletin sınırlarını genişletir ve emniyet altına alırken, diğer yönden yazlık ve kışlık saraylar yaptırmış, bunları devrin en ünlü nakkaş ve ressamlarına süsletmişti. Beyşehir Gölü'nün batı sahillerinde kurduğu Kubâd-âbâd, Kayseri yakınlarındaki Kûbadiye yazlık saraylarından ayrı olarak, Alâiye'de bir kışlık saray yaptırmıştı.
Bu çağlarda, din ve mezhep meselelerindeki didişme ve çekişmeler, bu arada Moğol akınlarından doğan huzursuzluk halkın moralini bozmuş, dünyasından bezdirmişti. Anadolu'ya, doğudan sürekli göçler oluyordu. Gelenler arasında bilginler, şeyhler, dervişler vardı. Bunlar ebedi huzurun bu dünyada değil, ölümden sonra var olacağı telkinini yayıyorlardı. Bezgin halk. kolayca bunların etkisi altında kalıyor, bu düşüncelerin çevresinde halka oluyorlardı. Böylelikle tasavvuf! fikir akımı, Anadolu'da kök salmış, yayılmak için uygun bir ortam bulmuştu. Halkın tasavvufa olan bu eğilimi, bir kısım zahit hocaların direnmelerine rağmen, sultanları, vezirleri ve beyleri de bu inanca doğru sürüklüyordu. Sultan Alâeddin Keykûbad, tahta oturduktan sonra rnu-tasavvuf Şeyh Sehabeddin Sühreverdî, Abbasi Halifesi tarafından Konya'ya yollandı; padişaha at ve imame gönderildi. Sultan, Şeyhi Aksaray'da karşılamış, dönüşte de uzak mesafelerden uğurlamıştı. Ayrıca "Mirsad-ül-İbâd" adlı eserin sahibi mutasavvıf Necmeddin Dâye, Muhid-din İbn ul-Arabî, Sadreddin Konevî gibi bilginler, Konya şehrinde saraydan ve halktan büyük itibar görüyorlardı. Konya bir ilim ve kültür merkezi olarak, bilginlere, şeyhlere, dervişlere, kapılarını ardına kadar açmıştı. Nerede bir bilgin, bir şeyh, bir şair, bir sanatçı adı duyulursa, onum Konya'ya davete edilmesi olağandı. Şimdi Sultan'ül-Ûlema Bahaeddin Veled gibi, halk tarafından sevilen, sayılan bir bilginin Konya'ya davet edilmemesi düşünülemezdi.
Baha Veled ise, Konya'nın yakınındaki Lârende şehrinde oturuyor, dersleri, vaazları ile halkı aydınlatıyordu. Emir Musa hizmetindeydi. Bu saf, temiz yürekli insan, Baha Veled'in derslerini büyük bir heyecan içinde dinliyor, onun sözlerinin neşesi içinde kendinden geçiyordu.
Fakat çekemeyenleri vardı. Birkaç fesatçı Emir Musa'yı gözden düşürmek amacıyla Sultan'a şu haberi ulaştırdılar:
— Belh'li Baha Veled, Rûm diyarına geldi, bu vilâyeti velilik nurlarıyla aydınlattı. Devrin kıtalara hükmeden padişahı ise onun gelişinden habersiz kaldı. Çünkü Sultan hazretlerinin Lârende'deki valisi, Baha Veled'in yolunu kesmiş ve müridi olmuş. Onu Lârende'de alıkoymuş, üstelik bir de medrese yaptırarak emrine vermiş. Emir Musa, bu cüret ve cesareti nasıl gösterebilir? Sultan buna ne diyecektir?
Mekke'den Medine'ye, burada Resulullah'ın türbesini ziyaretten sonra, kona göçe Kudüs'e geldiler. Yolculuk aylarca sürmüş, kızgın çölleri sabır ve sükûnet içerisinde asarak Şam'a yönelmişlerdi.
Şam halkı, Baha Veled'i şehrin dışında karşıladı ve şehirlerinde konaklamasını rica ettiler. Baha Veled:
— Allah yurdumuzun Rûm (Anadolu) topraklarında olmasını buyuruyor. Bizim durağımız Konya şehri olacaktır.Bu belde bizi çekiyor, diyerek kabul etmedi. Anadolu'ya: Selçuklu Devleti'nin sınırlarına girdi. Halep... Oradan Malatya. Hiç bir konakta bir iki günden fazla durulmuyordu. Kervan, Erzincan'a doğru yöneldi. O zaman Erzincan Mengücüklerin elinde bulunuyordu. Erzincan ve Mengücüklerin şöhretli sultanı Fahreddin Behramşah ve karısı İsmeti Hatun, Baha Veled'in kendi diyarlarına doğru gelmekte olduğunu öğrenince, karşılamak üzere, Erzincan yakınlarındaki Akşehir kasabasına kadar geldiler, kafileyi burada karşıladılar. Baha Veled, burada da bir medreseye inerek, bir süre oturdu. Daha sonra, bu civarın da sınır olması dolayısiyle, huzursuzluğunu bahane ederek, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende (Karaman)'ye geldiler...
Baha Veled'in Lârende'ye gelmekte olduğu haberi, birkaç gün önceden duyulmuştu. Selçukluların emiri ve Lârende şehri valisi Emir Musa Bey, şehrin ileri gelenleri ile birlikte, yaya olarak şehrin dışında çıktı, Baha Veled'i karşıladı ve sarayına davet etti:
Hiç bir şehirde, hiç bir kimseye yük olmak istemeyen ve medreseden başka bir yere inmeyen Baha Veled, burada da Emir Musa Beyin teklifini reddetti ve bir medresede yer gösterilmesini rica etti. O'nun bu isteğini canla başla kabul eden Musa Bey, Baha Veled için derhal bir medrese yapılmasını emretmiş, şehrin ortasında münasip bir arsa seçilmişti. Kısa bir zaman sonra yapılan medreseye, Baha Veled, ailesi ve müridleri ile birlikte yerleşti, orada ders ve vaazlarına başladı.
Bu sırada Mevlâna Celâleddin, genç ve bilgin bir delikanlı olarak babasının derslerine devam ediyor, gece gündüz çalışıyor, araştırıyordu.
Baha Veled'le birlikte, Belh şehrinden göçen, onun has bir müridi olan Semerkandlı Serefeddin Lalanın, Gevher Hatun adında güzellikte eşi bulunmayan, melek huylu bir kızı vardı. Mevlâna ile birlikte büyümüş, yedi yaşına kadar Baha Veled'in rahlesi önünde diz çökmüşlerdi, Baha Veled, sevgili müridinden, bu kızı, oğlu Mevlâna Celâleddin için istemiş, ihtiyar Lala, bunu bir mutluluk sayarak hemen kabul etmişti. 1225 yılı baharında, mütevazı bir düğünle, her ikisinin nikâhları kıyıldı. Bu mutlu evlenmeden kısa bir süre sonra, Baha Veled'in tek zevcesi Mümine Hatun vefat etti. Onu, Mevlâna'nın ağabeyi Muhammed Alâeddin takip etti. Baha Veled, biri vefakâr eşi, diğeri sevgili oğlu olan iki kıymetli varlığını. Karaman topraklarına böylece armağan bıraktı...
Bu iki büyük kayıp Baha Veled'i can evinden yaralamıştı. Serefeddin Lâlâ'nın eşi ve Mevlâna'nın ebesi de kısa bir süre sonra, bu iki mezarın yanında yer aldı.
Bunları alan Allah, vermesini de biliyordu. Bugünlerde Mevlâna'nın ilk çocuğu Sultan Veled, daha sonra da ikinci oğlu Alâeddin Çelebi, birer teselli güneşi gibi dünyaya geldiler. Mevlâna ilk oğluna babasının, ikinci oğluna da çok sevdiği ağabeyinin adlarını vermişti. Bu iki sevimli yavru, acılan unutturmuştu. Büyük babalan Baha Veled'in şefkat dolu kucağında büyüyor. Lârende bahçelerinde gezip oynuyorlardı.
Günler geçtikçe Baha Veled'in şöhreti yayılıyor, medresesi gönül sahipleriyle dolup taşıyordu.
O günlerde Anadolu'ya Selçuklu Devleti hâkimdi ve devletin en parlak ve göz kamaştırıcı devresi idi. 1219 yılında kardeşi Sultan Keykâvus I'in yerine geçen Alâeddin Keykûbad I iyi bir asker olduğu kadar, dine ve ilme karşı derin ilgisi ve sevgisi ile tanınmış zarif, fikir ve dâva adamı bir hükümdardı. Devletin başşehri olan Konya, sanat eserleri ve ilim müesseseleri ile donatılıyor, Selçuklu saray ve medreseleri, devrin ilim adamları ile dolup taşıyordu.
Alâeddin Keykûbad I. Konya'dan sonra. Kayseri, Sivas gibi birçok şehirleri sağlam surlarla çevirtmiş, doğuda beliren Moğol tehlikeleri için önceden tedbirler almış, güneyde önemli bir liman olan Kalonoros kalesini fethettikten sonra, adını "Alâiye" koymuştu. O, bir yönden devletin sınırlarını genişletir ve emniyet altına alırken, diğer yönden yazlık ve kışlık saraylar yaptırmış, bunları devrin en ünlü nakkaş ve ressamlarına süsletmişti. Beyşehir Gölü'nün batı sahillerinde kurduğu Kubâd-âbâd, Kayseri yakınlarındaki Kûbadiye yazlık saraylarından ayrı olarak, Alâiye'de bir kışlık saray yaptırmıştı.
Bu çağlarda, din ve mezhep meselelerindeki didişme ve çekişmeler, bu arada Moğol akınlarından doğan huzursuzluk halkın moralini bozmuş, dünyasından bezdirmişti. Anadolu'ya, doğudan sürekli göçler oluyordu. Gelenler arasında bilginler, şeyhler, dervişler vardı. Bunlar ebedi huzurun bu dünyada değil, ölümden sonra var olacağı telkinini yayıyorlardı. Bezgin halk. kolayca bunların etkisi altında kalıyor, bu düşüncelerin çevresinde halka oluyorlardı. Böylelikle tasavvuf! fikir akımı, Anadolu'da kök salmış, yayılmak için uygun bir ortam bulmuştu. Halkın tasavvufa olan bu eğilimi, bir kısım zahit hocaların direnmelerine rağmen, sultanları, vezirleri ve beyleri de bu inanca doğru sürüklüyordu. Sultan Alâeddin Keykûbad, tahta oturduktan sonra rnu-tasavvuf Şeyh Sehabeddin Sühreverdî, Abbasi Halifesi tarafından Konya'ya yollandı; padişaha at ve imame gönderildi. Sultan, Şeyhi Aksaray'da karşılamış, dönüşte de uzak mesafelerden uğurlamıştı. Ayrıca "Mirsad-ül-İbâd" adlı eserin sahibi mutasavvıf Necmeddin Dâye, Muhid-din İbn ul-Arabî, Sadreddin Konevî gibi bilginler, Konya şehrinde saraydan ve halktan büyük itibar görüyorlardı. Konya bir ilim ve kültür merkezi olarak, bilginlere, şeyhlere, dervişlere, kapılarını ardına kadar açmıştı. Nerede bir bilgin, bir şeyh, bir şair, bir sanatçı adı duyulursa, onum Konya'ya davete edilmesi olağandı. Şimdi Sultan'ül-Ûlema Bahaeddin Veled gibi, halk tarafından sevilen, sayılan bir bilginin Konya'ya davet edilmemesi düşünülemezdi.
Baha Veled ise, Konya'nın yakınındaki Lârende şehrinde oturuyor, dersleri, vaazları ile halkı aydınlatıyordu. Emir Musa hizmetindeydi. Bu saf, temiz yürekli insan, Baha Veled'in derslerini büyük bir heyecan içinde dinliyor, onun sözlerinin neşesi içinde kendinden geçiyordu.
Fakat çekemeyenleri vardı. Birkaç fesatçı Emir Musa'yı gözden düşürmek amacıyla Sultan'a şu haberi ulaştırdılar:
— Belh'li Baha Veled, Rûm diyarına geldi, bu vilâyeti velilik nurlarıyla aydınlattı. Devrin kıtalara hükmeden padişahı ise onun gelişinden habersiz kaldı. Çünkü Sultan hazretlerinin Lârende'deki valisi, Baha Veled'in yolunu kesmiş ve müridi olmuş. Onu Lârende'de alıkoymuş, üstelik bir de medrese yaptırarak emrine vermiş. Emir Musa, bu cüret ve cesareti nasıl gösterebilir? Sultan buna ne diyecektir?
Dr. Mehmet ÖNDER