09 Şubat 2012

Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī

Belh'te Bir Fikir Ayrılığı Doğmuştu
    Sultan'ül-Ûlema Baha Veled'in iki yakın dostu ve müridi Semerkandlı Şerefeddin Lala ve Tirmizli Seyyid Burhaneddin küçük Celâleddin'in terbiyesini üzerine almışlar ve daha beş yaşındayken okuyup yazmayı öğretmişlerdi. Küçük Celâleddin zekâsı ve terbiyesiyle herkesi cezbediyor, omuzlardan omuzlara geziyordu. Bazan babasının medresesine gider, edeple bir köşeye çekilir, söylenen sözleri hayran hayran dinlerdi. Büyük bir teslimiyet içinde, işittiği her sözü tahlil eder, bazan çocuksu gibi görünen sualleri ile etrafındakileri şaşırtırdı.
    Bir gün ağabeyi ve Belh'in ileri gelen ailelerinin çocuklarıyla toprak damlar üzerinde oynuyorlardı. Bu sırada bir çocuk, küçük Celâleddin'e:
    — Gel bu damdan öteki dama atlayalım... dedi. Celâleddin gülümseyerek:
    — Hayır, bu iş, kedi ve köpeklerin kolayca yapabileceği bir iştir. Eğer gücünüz yetiyorsa, böyle damdan dama değil, geliniz göklere uçalım, âlemleri seyredelim... diye cevap verdi.
    Derler ki, küçük Mevlâna bu sözleri söyledikten sonra bir anda göğe sıçramış, çocuklar korkudan çığlığı basmışlardı.
    O, daha çocukken, bu heyecanı yaşıyor, kabına sığamıyordu.
    Baha Veled'in vaaz ve dersleri, çevrede derin tesisler yapıyor, bu dersler talebeler tarafından not edilerek Maarif adı verilen üç ciltte toplanıyordu. Bu dersler pek heyecanlı oluyor, dinleyenleri coşturuyordu. Bazı kereler, felsefe gibi önü ardı boş vesveseli ilimlerle uğraşanlara çatıyor, onları halkın önünde yeriyordu. O günlerde sufiye ile felsefeciler arasında geniş fikir ayrılıkları vardı. Belh'in tanınmış filozoflarından Fahreddin Râzî ve Sultan Muhammed Tekiş Harezmşah gibi bazı ileri gelenler, kaynağını Yunan felsefesinden alan ve akla dayanan bir anlayışın içindeydiler. Sûfîler ise gerçeğe ancak ilâhi cezbe ile erişilebileceğini, bunun için de riyazatla ruhun saflaştırılması ve nefsin öldürülmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı.
    Bu iki zıt anlayış, ister istemez Baha Veled'le Fahreddin Râzî'yi karşı karşıya getirmişti. Fırsat buldukça birbirlerine iğneleyici sözler söylüyorlardı. Bir vaazında yine Baha Veled coşmuştu:
    — Ey Fahri Râzî! Ey Harezmşah! Ey bunların taraftarları!. Sizler, huzur içinde gönülleri, ilâhi keşifleri bırakmış, karanlığa gömülmüş kişilersiniz. Bir takım hayaller peşindesiniz. Bu hayalleriniz, sizleri nefislerinizin esiri yapıyor. Can gözlerinizi kapamış, hakikati göremiyorsunuz. Bu sebepledir ki, hem kendinize, hem başkalarına kötülük etmektesiniz. Vesveseleriniz ve boş hayallerinizden sapıklıklar ortaya çıkıyor...
    Bu tok sözler ve hücumlar, Belh'te hemen yayılıyor, dedikodular saraya kadar ulaştırılıyordu. Birgün Fahreddin Râzî ve adamları Sultana şu şikâyeti yaptılar:
    — Baha Veled, Belh halkını tamamiyle kendisine bağladı. Bize ve size asla itibar etmediği gibi, açıktan açığa da kötülemeye başladı. Korkarız ki, bir gün saltanat tahtına da kasteder. Halk, Onunla beraberdir. Tedbirli olmak lâzım...
    Sultan Muhammed Harezmşah, bu sözlerden incindi. Baha Velede çok büyük saygısı vardı. O'nun saltanat tahtında gözü olmadığını bilmekle beraber, bir kere niyetini yoklamak yerinde olurdu. Sadık bir adamıyla şu haberi gönderdi:
    — Şeyhimiz eğer Belh ülkesini kabul ederlerse, bugünden itibaren padişahlık da, ülkeler ve askerler de O'nun olsun. Bana da başka bir ülkeye gitmek üzere müsaade etsin. Çünkü, bir ülkede iki padişahın bulunması münasip değildir.
    Bu manâlı teklife Baha Veled şu cevabı verdi:
    — Belh Sultanına selâm söyleyiniz. Bu dünyanın fânî ülkeleri, askerleri, hazineleri, tahtları padişahlara yaraşır. Biz dervişiz, bize memleket ve saltanat münasip değildir. Biz gönül hoşluğu ile sefer edelim de. Sultan, kendi uyrukları ve dostlarıyla başbaşa kalsın.
    Esasen bu sıralarda, Cengiz'in orduları Belh sınırlarına kadar dayanmış, geçtiği yerleri amansızca yakıyor, yıkıyor, yağma ediyordu.
    Bu vahşetin acı haberleri ulaştıkça, Horasan illerinde huzur kalmamış, umutsuz halk, kafile kafile batı memleketlerine, İran'a, Irak'a, "Diyâr-ı Rûm" denilen Anadolu'ya göç etmeye başlamışlardı. Baha Veled, gerek bu sebeble, gerekse Harezmşahların, kendi şöhret ve ilmine karşı takındıkları menfî tavır ve kıskançlıktan, Belh'i, bir daha dönmemek üzere, terke karar vermişti. Bu kararını, Sultan'ın imalı sözleri kamçılamış, gösterişten uzak, hele vesvese, hased ve dedikodudan hiç hoşlanmayan, Allah yolunda O'nu vecdle teşbih eden, sultanlara adalet, halka iyi hareket tavsiyesinde bulunan, devletten on para almayan, aza kanaat ederek, verdiği fetvaların karşılığı emekle geçinen. Hakka kulluğu gereği ile yerine getiren Baha Veled, herhangi bir fitneye meydan vermeden Belh'ten uzaklaşmayı doğru buldu:
    Bu kararını dostlarına:
    — Sefere hazırlanıyoruz... Bu hakkımızda hayırlı olacaktır... diye duyurdu.
    Baha Veled'in Belh'i terkedeceği haberi, bir anda duyulmuştu. Belh halkı küme küme medresesine geliyor, kendilerini yalnız bırakmaması için yalvarıyor, gözyaşı döküyorlardı. Bu ısrar ve ricalar Baha Veled'i kararından çeviremedi. Neredeyse bir karışıklık çıkacak, bu göçe sebep olanlara karşı isyan başlayacaktı. Fahreddin Râzî ve adamları, sokağa çıkamaz olmuşlar, korkularından titriyorlardı. Göç günleri yaklaştıkça, halk büsbütün galeyana geliyordu.
    Durumun aleyhine dönmüş olduğunu sezen Sultan, veziri ile birlikte Baha Veled'i ziyaret ederek özür dilemiş, kararından vazgeçmesi ve halkı yatıştırması için yalvarmış, Baha Veled'in göçe kararlı olduğunu görünce de hiç olmazsa, büyük bir nümayiş olmaması için gizlice hareket etmesini rica etmişti. Kendi yüzünden kimsenin incinmesini istemeyen Baha Veled, bir Cuma sabahı, namazdan sonra, küçük kervanını hazırlatarak, kitaplarını ve bazı lüzumlu eşyasını yanına aldı ve yola düştü. Belh'de yalnız süt annesi ihtiyar Nesibe Hatun kalmış, ailesi ile birlikte, sevdiği müridlerini de beraberine almıştı. Bu sırada oğlu Mevlâna Celâleddin birçok kaynakların ifade ettiği gibi, üç veya altı yaşlarında bir çocuk değil, yaşı onun üzerinde, fakat yaşından beklenmeyen bir olgunluk içinde genç bir bilgin olarak, babasına refakat ediyordu.
    Belh, vahdet işareti gibi görünen minareleri ile gerilerde kalmış, kervan güneye doğru yönelmişti.
    Öyle bir kervan ki, yükü ne altın, ne gümüş, ne dünya nimetlerini, ne Hind'in amberini, ne Çin'in ipeklisini taşıyordu. Bir kervan ki, kitap yüklü, ilim yüklü, ne muhafızı, ne kılıcı, hattâ ne de kılavuzu vardı. Muhafızı Allah, kılıcı imân, kılavuzu ilim. Bir kervan ki, dağlan, bayırları, korkusuzca aşıyor, yollarda takım takım insanlar, kervanın geçtiği topraklara yüz sürüyor, Baha Veled'in eline, eteğine sarılıp öpüyor, bu ak sakallı, nur yüzlü, özü sözü "Allah" olan ihtiyarın hayır duasını niyaz ediyorlar. O'nun Belh'ten ayrılırken son sözü şu oluyor:
— Ben artık gidiyorum. Benim ardımdan çekirge gibi dünyaya yayılan Tatar askerleri, Horasan ülkesini zaptedecek, Belh ahalisine, ne yazık ki, ölümün acı içkisini tattıracaktır.
    Nitekim, Baha Veled'in, Belh'ten göçüşünden kısa bir süre sonra, Belh, 1214 yılında, Cengiz'in hışımlı orduları tarafından kuşatılmış, şehir baştan başa yağma edilmiş, yıkılmış, yakılmış, masum halkı aman verilmeden kılıçtan geçirilmişti...
    Baha Veled, bu tehlikeyi önceden sezmiş, Belh'ten göçüşünün en büyük sebeplerinden biri de bu olmuş, fikirlerini kolayca yayabileceği huzur içinde bir ortam aramıştı.
    Yollar, menzil menzil duruluyor, nereye varsalar, oranın din ve dünya büyükleri karşı çıkıyor, Baha Veled ve yanındakilerini, evlerinde, saraylarında misafir etmek istiyorlar, fakat Baha Veled, kendisine gösterilen bu derin ve içten saygıyı, yine saygı ile karşılıyor, medreseden başka hiçbir yerde konaklamıyordu.
    Bu yolun sonu nereye çıkardı? Kafile hiçbir şey sormuyor, tevekkülle, Baha Veled'in işaret ettiği menzillere ulaşıyordu, ilk büyük menzil Nişapur olmuştu.
    Devrin büyük bir ilim ve kültür merkezi olan Nişapur'da tanınmış mutasavvıf Ferideddin Attar oturuyordu. Necmeddin Kübra ve Mecdeddin-i Bağdadî gibi büyük bilginlerin yetiştirdiği Ferideddin Attar, Kübreviye tarikatının ulularından sayılır ve saygı görürdü.
    Büyük bilgin Ferideddin Attar da. Sultan ül-Ûlema Bahaeddin Veled'i gözlüyordu. Daha bir şehre varmadan diğer şehir kafileyi haber alıyordu. Nişapur'da iki İslâm kutbu, birbirleriyle kucaklaştılar. Uzun uzun sohbetler yapıldı. Hikmet incilerinin saçıldığı bu ilmî sohbetlere, o sıralarda oniki yaşlarında olduğu sanılan genç Mevlâna Celâleddin de katılmıştı. Şeyh Ferideddin Attar, bu genç fakat yaşına bakılırsa çok olgun Celâleddin'i takdir etmiş, o günlerde yazdığı "Esrarnâme" adlı eserinin bir nüshasını da armağan etmişti.
    Sonraları, Mevlâna Celâleddin özellikle Mesnevinde bu eserden çok faydalanacak, sırası düştükçe Şeyh Attar'ı övecekti. Bir sohbette babası Baha Velede şöyle demişti:
    — Umarım ki, senin bu oğlun, âlemde yanacak gönülleri, yakın zamanda ateşleyecektir.
    Nişapur'da kaç gün kalındığı bilinmez ama, bilinen şey, Baha Veled'in burada da uzun zaman durmadığıdır. Kervan yine düzülmüş, yola koyulmuştu. Şeyh Attar'ın yaşlı gözlerle kervanı uğurladığı ve babasının arkasından yürüyen Mevlâna'yı kastederek:
    — Hayret! Bir ırmak, koca bir ummanı peşine takmış, sürükleyip gidiyor, dediği rivayet edilir. Bu sözün Baha Veled'i küçültmek değil, bir ırmağın icabında koca bir umman meydana getirebileceğini ifade için söylendiğini düşünmek lâzım. Yoksa, Bahaeddin Veled de ayrı bir okyanustur.
    Kervan Bağdad'a doğru yol alıyordu. Günler ve haftalar geçti. Uzaktan Bağdad'ın kubbe ve minareleri görünmüştü. Tam bu sırada, şehrin muhafızları dört nal kafileye doğru at sürmüş, kafileyi durdurmuştu. İçlerinden bir muhafız:
    — Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz? diye sordu. Baha Veled başını mahfesinden (devenin sırtına konan çadırlı oturak) çıkararak şu cevabı verdi:
    — Allah'dan geldik. Allah'a gidiyoruz. Allah'dan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur ki. bizi durdursun. Biz mekânsızlıktan gelip mekânsızlığa gidiyoruz.
    Bu cevap, Arap muhafızları şaşırtmıştı. Dört nal geri dönerek durumu ve işittiklerini Halifeye bildirdiler. Halife, Bağdad'ın tanınmış bilginlerinden Şeyh Şehabeddin Sühreverdî'yi sarayına davetle, bu sözün hikmetini sordu. Sühreverdî:
    — Bu sözleri, ancak Belh'li Bahaeddin Veled söyleyebilir, çünkü bu asırda ondan başka biri, ne bu çeşit söz söyler, ne de bu tarz da bir dil kullanabilir. cevabını vererek, hemen müridleri ile birlikte Baha Veled'i karşılamak üzere şehrin dışına çıktı. Karşılaştıkları zaman Sühreverdî, Baha Veled'in dizini öpmüş ve kendi konağına davet etmişti. Baha Veled:
    — İmamlara medrese daha münasiptir, diye bu daveti kabul etmemiş, bir medreseye inmiştir. Herkes hizmetine koşuyor, ziyaretlerin bir türlü sonu gelmiyordu. Nihayet, Bağdad'ın büyük camilerinden birinde bir vaaz vermek suretiyle Baha Veled, halkın arzusuna cevap verebildi.
    Bir Cuma günü, başta halife olmak üzere, bütün Bağdad halkı camii doldurmuş, omuz omuza namaz kılınmıştı. Kürsüye gelen Bahaeddin Veled, halkın gözyaşları arasında saatlerce konuşmuş, hikmetli sözleriyle cemaati coşturmuştu.
    Derler ki, halife, Baha Veled'in Bağdad'a geldiği gün "hoş geldin" hediyesi olarak bir tabak içinde üç bin altın göndermiş, Baha Veled:
    — Halifenin malı haram ve şüphelidir. Kendini zevk ve eğlenceye veren bir adamın hediyesini kabul edemem...
diyerek iade etmiştir. Ayrıca Cuma vaazında halifeye ağır sözler söylemiş:
    — Moğol askerleri etrafı yakıp yıkarak geliyorlar. Seni de işkence ile öldürecekler. Vaktine hazır ol. gaflet perdesini gönül gözünden aldırarak Allah'a dönmeye çalış...
    demişti. Gerçekten de, birkaç ay sonra, Belh'in Cengiz'in askerleri tarafından işgal edildiği, halkın kılıçtan geçirildiği, kütüphanelerin yakıldığı haberi Bağdad'a ulaşmıştı.
    Belh'ten göçün isabeti bir kere daha anlaşılmıştı. Bir süre sonra da Bağdad aynı akıbete uğrayacak, halife, Moğolların elinde can verecekti.
    Baha Veled, Bağdad'ta da çok durmadı. Mekke'ye (Beytullaha) gidip ihrama bürünmek
üzere yola düştü.
Dr. Mehmet ÖNDER

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...