09 Şubat 2012

Mevlānā Celāl-ed-Dīn Muhammed Rūmī


Kervan Konya'ya Doğru Ağır - Ağır İlerliyordu
   Sultan Alâeddin Keykûbad, bu haber karşısında. Emir Musa'ya kırılmış, böyle bir bilginin Lârende şehrinde alıkonmasma içerlemişti. Emir Musa, Sultan'ın en sadık adamlanndandı. Bunu yapmaması gerekirdi. Sultan, adamları ile dokunaklı bir haber gönderdi:
    — O ulu kişinin halinden bir parça olsun bize bildirmedin. Bu derece unutkanlık ve gafleti niçin gösterdin? diyor, âdeta tehdit ediyordu. Emir Musa ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. Baha Veled'in ellerine kapanarak, Sultan'ın gönderdiği haberi anlattı.
    Baha Veled:
    — Kalk, Konya'ya git. Çekinmeden Sultan'ın huzuruna gir. Ne olup, bitmişse olduğu gibi ona anlat, diyerek teskin etti, Konya'ya gönderdi.
    Emir Musa, Konya'ya gelir gelmez, doğruca saraya gitti. Baha Veled'in kendi arzusu ile Lârende'ye yerleştiğini, yedi yıldır da oturmakta olduğunu, kendisinin bu işte suçsuz bulunduğunu, uzun uzun anlattı. Sultan:
    — Eğer bizim başkentimize zahmet eder, gelir de Konya şehrini kendi evlâdının makamı yaparsa, bundan çok memnun olurum... Kulu ve müridi olur, izini izlerim. Konya şehri, Sultan'ı ve emirleriyle onu beklemektedir.
    Emir Musa'ya hediyeler verildi, tekrar Lârende'ye gönderildi.
    Baha Veled Sultan'ın davetini, bir ilâhî emir saymıştı. Fazla düşünmedi. Hemen yol hazırlıklarının yapılmasını söyledi.
    1228 yılının ılık bir bahar günüydü. Lârende halkı, üzüntülerini gönüllerine akıta akıta yollara dökülmüştü. Baha Veled, Lârende'de toprağa verdiği aziz sevgililerinin mezarlarını bir kere daha ziyaret etti. Ruhlarına Fatiha'lar yolladı. Genç Mevlâna, bir saygı sembolü gibi, yine babasının peşindeydi. Bu sefer kucağında biri Sultan Veled, diğeri Alâeddin Çelebi olmak üzere iki yavru taşıyordu. Yedi yıllık bir konaklamadan sonra, kervan yine hazırlanmış, son menziline doğru ağır ağır ilerliyordu.
    Konya şehri, ağızdan ağıza yayılan ve kısa zamanda bütün şehri saran bir haberle çalkalandı. Büyük bilgin Belh'li Baha Veled, Konya'ya, kendi şehirlerine geliyordu.
    O gün Konya sarayında da olağanüstü bir durum vardı. Şehrin ileri gelen bütün bilginleri, şeyhleri, kadıları davet edilmiş, padişahın atı eğerlenmişti. Bahaeddin Veled, şehrin dışında karşılanacaktı. Halk, kafile kafile şehir dışına.     Filobâd denen Karaman yolu üzerindeki çayırlığa dökülüyordu.
    Beş-on kişiyi geçmeyen küçük kervan uzaklardan göründü. Baha Veled önde, atının üzerinde bir haşmet âbidesi gibi dimdik duruyor, gerisinde Mevlâna Celâleddin, onun ardından da kadınlar, dervişler geliyordu. En gerideki birkaç deveye kitaplar yüklenmişti. Kervan şehre yaklaştığı zaman, Sultan Alâeddin atından inip, koşarak Baha Veled'in atının dizginlerini tuttu, inmesine yardım etti. Koca Sultan birdenbire küçülüvermişti o gün. Önce Baha Veled'in elini öpmek istemişti. Fakat el yerine bir asa uzanmış, Sultan, yanmdakilerin hayret dolu bakışları arasında, uzanan asayı saygıyla öpmüştü. Maneviyat Sultan'ı, dünya sultanına böylece ilk dersi vermiş, onun dünyevî gururunu bir anda kırmıştı. Sultan Alâeddin, Baha Veled'in heybetinden ve keskin bakışlarından titremeye başlamıştı.
    Manzara görülmeye değerdi. Anadolu'nun büyük fâtihi, keskin kılıcı ile küf farı defalarca dize getiren ünlü sultanı I. Alâeddin Keykûbad önde ve yaya olarak Baha Veled'in atının dizginlerini çekiyor, arkada, atı üzerinde Baha Veled, sağa sola selâm veriyordu. Birisi iklimler, diğeri bilginler sultanı idi. Konya'ya böyle girildi.
    Halk hayretler içindeydi. Sultan'ın şimdiye kadar alışık olmadıkları bu tevazuu halk üzerinde iyi bir tesir yapmıştı. Sultan, atın dizginini saraya çekmek istedi. Baha Veled:
    — Ey kudretli sultan! Maksadınızı anlıyorum. Fakat imamlara medrese, şeyhlere hankâh, emirlere saray, tüccarlara han, başıboşlara zaviye, gariplere kervansaraylar münasiptir. Müsaade buyurunuz da biz medreseye inelim, dedi... Sultan, bu arzuya uydu ve fazla ısrar etmedi. Şehrin en büyük medresesi, Altun-Abâ hazırlanarak, oraya misafir edildiler.
    Baha Veled, saraydan gönderilen hediyeleri de geri çevirdi:
    — Bizim, dünya malında gözümüz yoktur, daha ecdadımızın gaza suretiyle elde ettikleri dünyalığımız duruyor. Onlar bize yeter. Sultan, zahmet edip, hakkımız olmayan malları bize göndermesin.
    Zaten hiç kimseden, hiçbir şey kabul etmez, hele gelen hediyelere haram karışıktır şüphesiyle asla el sürmezdi. Yalnız yazıyla verdiği fetvalar için küçük bir ücret alırdı, o kadar... Konya şehrinin ortasındaki Altun-Abâ Medresesi'nin birkaç hücresini işgal etmiş, oğlu ve torunları ile birlikte yerleşmişti. Kısa zamanda Konya'da derslerine ve vaazlarına başladı, etrafına birçok talebeler toplandı. Ders ve vaazlarında, Kur'an-ı Kerim'den âyetler okuyor, bunları gayet açık ve veciz bir şekilde şerhediyordu.
    Gönlü yalnız Allah'la dolu olan bu gerçek Allah adamı, bu Horasan'dan Diyâr-ı Rûm'a göçmüş büyük Sûfî, Allah sevgisini bir aşk ilmi haline getirmiş, insanlardaki zulmü ve kötülüğü giderecek tek düşüncenin, tek inancın bu olduğuna inanmıştı:
    — Gönül yaprağından bir sahife ezber etmeye gayret et ki, onun mânası, ebediyete kadar senin ruhunla bağdaşsın. Öldükten sonra elini tutan ancak aşk ilmidir. diyordu.
    O bir tarikat kurucusu değildi. O'nun yolu, gerçek yolu, Hak yolu idi. Şeriata tam mânâsiyle riayet eder, bu arada bâtın ilmini ve Hak sevgisini esas tutar, felsefeden hoşlanmazdı. Kuvvetli seziş ve görüşleri, hitabet kaabiliyeti ile bazen toplulukları coşturur, heyecana getirir, kendisine bağlardı. O Horasan erlerinin bir ulusu olarak Konya'ya gelmiş ve bu şehirde yerleşmişti.
    Birkaç gün sonra Sultan Alâeddin Keykûbad, büyük bir tören hazırlattı. Bu törene, Baha Veled'le birlikte; şehrin ileri gelen bütün bilginlerini, fütüvvet erbabını, emirleri ve vezirleri davet etti. Selçuklu sarayı hınca hınç doluydu.
    Sultan, Baha Veled'i, sarayın kapısında karşıladı, büyük salona götürdü. Salonda herkes, saygı duruşunda Baha Veled'i selâmlıyor, birer birer gelerek ellerini öpüyorlardı. Sultan Alâeddin, sesini yükselterek:
    — Ey din padişahı! Düşündüm ve karar verdim. Bugünden itibaren dedelerimden bana miras kalan bu tahtı size terkediyorum. Siz sultan, ben kul. Zira bütün zahir ve bâtın sultanlığı sizindir, dedi ve davetlilerin önünde, Baha Velede saltanat tacını uzattı.
    Baha Veled, Sultan'ın bu sözleri karşısında ayağa kalkarak onu kucakladı, gözlerinden öptü ve:
    — Ey melek huylu, mülk sahibi hükümdar! Dünya ve âhiret mülkünü kendine mal ettin. Bunda şek ve şüphe yok... Tahtında rahatça otur. Biz dünya malına gözlerimizi çoktan kapamışız. Şimdi Allah'a kulluk ediyor, O'nun emirlerini yerine getirmeye çalışıyoruz. diyerek karşılık verdi. Bu sözler meclistekileri ağlattı, cümle davetliler, Baha Veled'in has müridi oldular.
    Baha Veled, her ne kadar Altun - Aba Medresesine yerleşmişti ama; içi rahat değildi. Medresede başka müderrisler de oturuyordu. Üstelik kendisi için ayrılan bölüm çok küçüktü. Mevlâna Celâleddin, delikanlılık çağına girmiş, evlenmiş, çoluk çocuğu olmuştu. Ayrıca, bazı yoksul müridler de medreseye yerleştirilmişti. Sultana söylense, şüphesiz, derhal yeni bir medrese yaptırırdı ama, böyle bir teklifin, Sultan veya emirleri tarafından yapılmış olması gerekirdi. Elbet bir "zuhurat" olacaktı. Nitekim oldu da... Şöyle ki: Bir gün, Cuma Mescidi denilen Alâeddin Camii'nde vaazediyordu. Cami, mahşer gibi kalabalıktı. Sultan mahfilinde, Sultanla birlikte emirler de vardı. Herkes can kulağı ile dinliyor, Baha Veled, her âyetin iniş sebeplerini, onun tahkikini bütün incelikleri ve teferruatıyla tefsir ediyordu. Sultan'ın lalası Emîr Bedreddin Gevhertaş da dersi dinliyor, Baha Veled'in belagat dolu sözlerine hayran oluyordu. İçinden "Mâaşallah, Hazretin ne parlak bir zihni, ne kuvvetli bir hafızası ve ne geniş bir mütalâası var ki, bu kadar güzel konuşuyor. Acaba önceden hazırlanıyor mu?" diye geçirdi.


 Bu sırada, Baha Veled, bunları işitmiş gibi, minberden haykırdı:
    — Emir Bedreddin, bir aşîr oku!
    Emir Bedreddin, bu âni hitaptan irkilmiş, yerinden doğrulmuştu. Hemen aklına gelen bir âşiri okudu. Baha Veled, bu sefer okunan âşîrin de her âyetini ayrı ayrı tefsir etti: Bedreddin hayretler içinde kaldı. Vaazın sonunda gidip Baha Veled'in ellerini, kürsüsünün ayaklarını öptü. O günden itibaren, bu halin şükranesi olarak, Baha Veled ve kaldırılmış, Mevlâna'ya daha az yüksek, mermer ve üzeri puşideli ayrı bir sanduka yaptırılmıştır. Ziyaretçilerin "Oğlunun, ilmine, yüceliğine hürmeten babasının sandukası ayakta" diyerek efsaneleştirdiği sanduka aslında Mevlâna'ya aittir.
    Baha Veled, can ve bekâ yurduna göçmüştü, ama geride kendisinden daha parlak bir yıldız bırakmıştı: Mevlâna Celâleddin.. Kutup yıldızı gibi ışıldayan bu ilim ve irfan cevherinin yanında, daha sonra nice yıldızlar sönük kalacaktı.
    Şimdi hikâyemizin asıl yıldızına, âşıklar ve gönüller sultanı Mevlâna'ya dönelim.

Yükün ha inci olmuş, ha çöl kumu
Payına düşen yoldur, yük değil.

Yıkansan karla boranla,
Ebabilden kanat alsan;
Dönüş, hasret yazar defterine
Ödemeye sermayen yetmez.

Sen de kendi kervanının yolcususun
Senin de güneşin yalnız sana doğar,
Sesin ve nefesin çatağındaki devinim
Zaman sana bağışladığı kadardır.

Azalır kervan; yol çetindir, çığlık kısa
Biraz daha yalnızlık ekleyip yüke
Bir dikili taşa emanet edilirsin.

Kervan, hayatı hayata bağlamaya devam eder

AlıntıDr. Mehmet ÖNDER

Silinmesin *T6952550267*DOSYA GÖNDERME FORMU(HUKUK)YARGITAY 20. HUKUK DAİRESİ BAŞKANLIĞINA ANKARADOSYAYA İLİŞKİN BİLGİLERMAHKEMESİKARAR TAR...