Allah (c.c.) |
Doksandokuz isimden birincisi Allah ism-i şerifidir. Bu ism-i şerifin ma'nâsında yazılan şu dört kaydı izah edeceğiz: .
1 - Ülûhiyyete mahsus sıfatlar.
2 - Allah isminin bir ism-i cami1 olması.
3 - Vâcibü'l Vücûd mefhûmu. \
4 - Bu ismin ism-i A'zam olması.
1- ÜLÛHİYYETE MAHSUS SIFATLAR:
Ülûhiyyete mahsus sıfatlar, bütünlük ve üstünlük ifâde eden bütün kemâllerdir. Allahu teâlâ kemâl sıfatlarının hepsi ile muttasıf, noksan sıfatlarının (eksiklik rna'nâsı sezilen bütün sıfatlar) hepsinden münezzeh ve mukaddesdir (uzak ve yüksektir). Bunda tekmil ilim ve hikmet erbabının ittifakı vardır. Allah'ın muttasıf bulunduğu kemâlâta bir son yoktur. Her kemâlin zıddı bir nakısa olduğu için, münezzeh bulunduğu nakîsalara da bir nihayet yoktur. Bunları güzelce seçmek ve kolayca zaptetmek için tenzihler beş asla, kemâller sekiz
asla ircâ edilmiştir.
Allhu teâlâ'nın her hangi bir suretle mahlûkâta benzerliğini nefyeden ve bu nakîsadan Allahu teâlâ'nın nezâhat ve kudsiyyetini bildiren tenzihler şunlardır:
Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün li'1-havâdis,Kıyâm bi-nefsihî.
Kemâllerin râci' olup Allahu teâlâ'da bulunması vâcib olan sıfatlar da şunlardır:
Hayat, İlim, Semi', Basar, İrâde, Kudret, Tekvin,Kelâm.
KIDEM: Allahu teâlâ'nın varlığının önü olmamaktır. Yâni yokken var olmuş değildir. Eğer öyle olsa idi, kendisini var eden bir mûcide muhtaç olur ve bu takdirde vücûdu vâcib, hak mâbud olamazdı.
BEKÂ: Allahu teâlâ'nın varlığının sonu olmamaktır. Eğer sonu olsa idi, varlığı zâtının muktezâsı olmaz ve binâenaleyh vâcibü'lvücud olmamak lâzım gelirdi, bu takdirde yine ülûhiyyetle muttasıf olamazdı.
VAHDÂNİYYET: Allahu teâlâ'nın ülûhiyyetinde ve sıfatlarında her hangi bir ortak veya bir benzeri olmamaktır. Benzeri veya ortağı bulunmak, kemâle ve ülûhiyyete münâfîdir. Allah misilsizdir, her şey O'na muhtaçtır. O'nun emri ile doğar, O'nun emriyle ölür. Muhtaç olan bir şey nasıl O'na misil olabilir?
MUHÂLEFETÜ'N-LÎ'L-HAVÂDİS: Allahu teâlâ havâdis ve mümkinattan ibaret olan kâinattan hiçbir şeye benzemez. Hiç, Hâlık, mahlûk gibi olur mu? Olsa idi, O da bir hâlika muhtaç olurdu, vâcib ve ganî olamazdı.
KIYAM Bİ - NEFSİHÎ: Varlığı kendinden başka hiçbir şeye istinat etmeyen ihtiyaçsız bir varlıktır. Herhangi bir şeye zerre kadar ihtiyaç, ülûhiyyete münâfîdir.
HAYAT: Allahu teâlâ diridir. Ölü olan, birşey yapabilir mi? Allahu teâlâ her lâhzada ne bedîalar, ne hârikalar yaratıyor ki, bunların seyrine doyulmaz, hakikatine erilmez.
İLİM: Allahu teâlâ olmuşu, olacağı, her şeyi bilir. Çünkü her şeyi yaradan ve her an yenileyip duran O'dur. Yaradan bilmez mi?
SEMİ': Allahu teâlâ'nın işitmesi.
BASAR: Allahu teâlâ'nın görmesidir. Kâinatın hiç bir noktasında Allahu teâlâ'nın göremiyeceği veya işitemiyeceği hiç bir şey yoktur.
İRÂDE: Allahu teâlâ her istediğini, istediği gibi yapar. İstemezse yapmaz. Hiçbir şeye mecbur değildir, İstemediği bir şeyi O'na cebren yaptıracak bir kuvvet yoktur.
KUDRET: Allahu teâlâ'nın her şeye gücü yeter. O'nun yapamayacağı bir şey yoktur. O, bir şeyi yapmak istediğinde onu düşünüp tasarlamağa veya yardımcıya veya zamâna, mekâna muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
TEKVÎN: Allahu teâlâ'nın yaratılmışlar üzerindeki icraat ve tasarrufâtını bildiren fiilî sıfatlar, hep buna râci'dir.
KELÂM: Allahu teâlâ'nın söylemesidir. Kur'ân'a bak: Allah kullarına nasıl emirlerini ve nehiylerini bildiriyor, onlara nasihat ediyor; isimlerini, sıfatlarını öğreterek kendini tanıtıyor. Ni'metlerini, lûtuflarını sayarak kendini sevdiriyor. Kurtulma ve mes'ut olma yollarını gösteriyor. Onları bu yolları tutmağa teşvik, zarar ve ziyan görecekleri hallerden tahzîr ediyor.
2 - ALLAH İSMİNİN, İSM-İ CÂMİ1 OLMASI:
Allah ism-i şerifi, ülûhiyyete mahsus sıfatların hepsini câmi' bulunan O ekmel zâta delâlet ettiği için kendisine İsm-i Câmi' denir.
3 - VÂCİBÜL-VÜCÛD MEFHÛMU:
Vâcib, zarûrî ma'nâsınadır. Vücud, varlık demektir. Şu halde Vâcibü'l-Vücud demek, varlığı zarûrî olan yâni bir an için yokluğunu farzetmek imkânsız bulunan zât demektir. Allahu teâlâ varlığı zarûrî olmak sıfatiyle muttasıf bir mevcûd-i hakîkîdir. O'nun varlığı, zâtının muktezâsıdır. Yâni varlığında zâtından başka bir şeye muhtaç değildir. Böyle bir varlığın velev ki bir an olsun - yokluğunu farzetmek, ilmî bir ifâde ile; lâzım-i mahiyyetin, mâhiyyetten infikâkini kabul etmek demektir ki, muhaldir, çünkü bir tenakuzdur.
VÂCİBÜL-VÜCÛD'UN KARŞILIĞI "MÜMKlNÜ'L-VÜCÛD":
Mümkinü'lvücûd demek, varlığı kendisinden değil demektir. Çünkü varlığı kendinden olsaydı, aslâ yok olmaması icap ederdi. Görüyoruz ki, bugün var olan yarın yok olup gidiyor. Mümkinü'l-vücûd, varlığında yaradana muhtaçtır. Mâdemki varlığı kendinden değildir. O halde kendi kendine kalınca yok demektir. Onun için her mümkinin varlığı, Allah'ı bildiren bir nişâne olmuştur. Çünkü varlığa çıkması ve varlığının devamı, ancak Allah'ın yaratması ve irâdesiyledir.
4- BU İSM-İ ŞERÎFİN, İSM-İ A'ZAM OLMASI:
Allah ism-i şerîfi, sayılan isimlerin içinde ism-i a'zamdır. Çünkü bu ism-i şerîf de bir takım hususiyetler var ki, öteki isimlerde yoktur. Bunlardan bazılarını yazalım:
1- Bu ism-i şerîf Kur'ân'daki Esmâü'l-Hiisnâ'dan ilk gelmiş olandır. Bilindiği gibi ilk âyet Besmele-i Şerîfe'dir. Bütün bir sûre hâlinde ilk gelen sûre de Fâtiha sûresidir.
Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn, Kur'ân'da ve hadîste hemen dâima önceden bu ism-i şerîf zikredilmiş, ondan sonra Allahu teâlâ'nın sıfatlarından veya fiillerinden bir veya bir kaçı gelmiştir. Yâhud bu sıfatlara veya fiillere delâlet eden Esmâü'l-Hüsnâ bildirilmiştir. Şu halde Esmâü'l-Hüsnâ içinde bu ism-i şerîf asıldır. Öteki isimler buna mülhaktır, muzaftır. Bunun için Esmâü'l-Hiisnâ'dan herhangi biri tefsir ve izah edilirken Allah ism-i şerifine izâfe edilir de meselâ: El-Muhsî, Allahu teâlâ'nın isimlerindendir" denilir. Fakat "Allah, El-Muhsî Celle Celâlühû'nun ismidir" denilmez.
2- Allah ism-i şerîfi, Cenâb-ı Hak'kın zât-i sübhânîsine mahsus ism-i alemdir. Alemler, ancak tek olarak müsemmâla-rım bildirir, bu sebepten, bu ism-i şerîf mecaz yoluyla da olsa, Allah'dan başkasına söylenemez. Fakat öteki isimlerle meselâ: Reşîd, Halîm, Hasîb gibi isimlerle, fakat mecaz olarak (çünkü Esmâü'l-Hüsnâ'dan hiç biri hakikat ma'nâsiyle Allah'tan mâadasına ıtlak edilemez) başkaları da adlanabilirse de, Allah ismiyle hiçbir mahlûk adlanamaz ve adlanmamıştır da. Tamdık da'vâsına cür'et eden firavun bile, kendi adamlarına karşı (Ene Rabbiikümü'l-a'lâ) demiş; fakat (Ene'llâh) dememistir. Cehalet devrinde Mekke müşrikleri, senenin günleri sayısınca Kâbenin etrafını 360 putla doldurmuşlardı. Bu putların ayrı ayrı adları da vardır. Kendileri de son derece câhil ve kaba adamlar olduğu halde, hiçbir puta Allah diye isim vermemişlerdir.
3- Müslümanlığın anahtarı, îmânın temeli olan "Kelimei Şehâdet" ancak bu ism-i şerifle hâsıl olur, başka isimlerle olmaz.
“Eşhedü en lâ ilâhe illa'llâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh.” Meselâ bir gayr-i müslim, müslim olmak için Eşhedü en lâ ilâhe illa'llâh yerine Eşhedü en lâ ilâhe ille'r-Rahmân yâhud Eşhedü en lâ ilâhe ille'r-Rahîm yâhud Eşhedü en lâ ilâhe ille'l-Melik... dese Müslümanlığa girmiş olmaz. Her halde Eşhedü en lâ ilâhe illa'Hâh demesi lâzımdır. Çünkü, şimdi söylediğimiz gibi Allah ismi müteferrid, yâni tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hak'kı ifâde eden bir ism-i hastır. İsm-i haslarda ortaklık ma'nâsı düşünmek mümkün değildir. Bunun için hakikî bir tevhiddir. Fakat öteki isimler alem değildir, muayyen ve has olarak zâta delâlet etmezler. Ya bir sıfat veya ism-i cins gibi umumî ve kaplayıcı bir ma'nâ ifâde ederler. Bu ma'nâlarda ise ortaklık ma'nâsı düşünülmek mümkündür. Gerçi bu ma'nâlarda da Allah tekdir ve eşsizdir. Fakat bu hüküm, ma'nâsının kendine nazaran değil, dış delillere nazaran sabit olmuştur. Onun için tevhid de sarih değildir.
İman ve îslâmın temelini teşkil eden kelime-i şehâdetin, doğrudan doğruya sarih ve kat'î tevhid ifâde eden Allah ismiyle söylenmesi kabul edilmiştir.
4- Allah ism-i şerifinin hem lâzında hem ma'nâsında topluluk vardır. Lâfzındaki topluluk: Bu ismi teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa, ma'nâ bozulmaz ve yine Zât-ı Hak'ka delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır. Baştaki hemze kaldırılarak (Li'llâhi) dense, birinci lâm kaldırıp (Lehû) dense, bu lâm da kaldırıp (Hû) dense hep aynı ma'nâdır, Allah'a delâlet ederler. Kur'ân'da çok yerlerde her üçü de gelmiştir. Yalnız bir (He) kaldığı sûrette de yine Zâtu'llah'a delâlet eder. Çünkü (Hû) ism-i şerifinin aslı da Yalnız (He) dir. (Vav) aslî değil zâidedir. -Sarf ilminde beyan edildiğine göre tesniye ve cemi hallerinde ve (vav) bütün bütün yâni hem yazılışta, hem okunuşta düşüyor. -Eğer (vav) aslî olsaydı sabit kalırdı. Şu halde tek bir harf olan (He) de Esmâü'I-Hüsnâ'dan bir isimdir. Hem de zât-ı ülûhiyyete delâlet eden bir isimdir.
Her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle mecbûrî olarak Allah'ı anmaktadır. Çünkü (He) harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Her nefes, bir (He) harfidir. Her insan ve hattâ teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste Allahu teâlâyı bu ismiyle anmaktadır. Teneffüs, Allah'ı anmak olunca, Allah anılmadığı surette hayat bitiyor demektir. Şu halde bu ism-i şerif aynı hayat demektir. Ruhların, bedenlerin varlıkta devamının ancak bu ism-i şerîf ile temin edilmekte olduğu ne kadar açık görülmektedir.
ALLAH İSM-Î ŞERİFİNİN MA'NÂSINDAKİ TOPLULUK:
Mâ'nâ itibariyle Allah ism-i şerifi öteki isimlerin hepsini câmî'dir. Öteki isimlerde bu cemiyet yoktur. Onlar yalnız bir sıfat veya bir fiile delâlet ederler. Meselâ: Er-Rahmân, yalnız merhameti; El-Kahhâr, yalnız kahrı; El-Alîm, yalnız ilmi; El-Kâdir, yalnız kudreti ifâde eder. Fakat Allah ism-i şerîfi bunların ve daha ötekilerinin ma'nâlarını hepsini birden toplu olarak ifâde eder. Onun için ma'nâdaki bu topluluğu mülâhaza ederek "Ya Allah" diyen bir kimse, Cenâb-ı Hak'kı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlariyle zikretmiş olur. İşte bu hususiyetlerinden dolayı, sayılan Esmâü'l-Hüsnâ içinde Allah ism-i şerifi (İsm-i A'zam)dır. Onun için şânı büyük, bereketi daha bol, feyzi ve inâyeti daha süreklidir. Bu sebepten bu ism-i şerîf dâima âşıkların gıdâsı, sâdıkların nevası olagelmiştir.
BU İSM-İ ŞERÎF HÜKMÜNCE BİR KUL İÇİN GEREKEN ŞEY:
Mademki, Allah ism-i şerîf-i bütün isimlerin, sıfatların birleştiği bir ism-i câmi'dir ve biz bu ism-i şeriften Cenâb-ı Hak'kın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlariyle muttasıf bulunduğunu öğreniyoruz; o halde bu ism-i şerifin hükmüne göre kul için yapılması gereken şey, tam ve kâmil bir insan olmağa çalışmaktır. Yâni mümkün olduğu kadar noksanlarını azaltmağa, faziletlerini çoğaltmağa gayret etmekdir.
BU GAYEYE ULAŞTıRICI DÖRT MÜHİM ESAS:
1- Birincisi ve en mühimi, Allah bilgisi edinmek: Düşünme çağına gelen her insanın ilk vazifesi Allahu teâlâ'yı öğrenmektir. Bir çiftçi, bir mühendis, bir asker, bir tüccar, bir âmir, bir san'atkâr velhâsıl içtimâi sınıflardan hangisine mensup olursa olsun, bir şahsın mesleğinden gerek kendisinin, gerek başkalarının samimî surette faydalanması için, bu bilgi ile mücehhez olması şarttır. Allah'ı bilmeyen ve Allah'dan korkmayan bir şahıstan ne ferde, ne cemiyete bir hayır vardır. Şâyet, bu bahtiyarlığı hayâtının ilk çağlarında kazanamamışsa, hayâtının bitim noktasına varmadan bu yüksek bilgiyi elde etmeğe çalışmak lâzımdır. İnsanın ömrü doğduğu günden değil, Allah'ı bildiği günden itibâren başlar. Allah'ı bilmeyen gönüller, gezen ve konuşan birer ölüdür. Birçokları evlâdının, kardeşlerinin, sevdiklerinin ölümünden kederlenir, günlerce acılar içinde kalır. Halbuki kendi kalbinin ölü olduğundan haberi bile yoktur. Ne hazin bir hal!..
2- Allah bilgisini kat'î delillere dayamak: Allah bilgisinde bir taklitçi gibi, şundan bundan duyduğu yarım yamalak sözlerle kanaat etmemek lâzımdır. Çünkü dediğimiz gibi bu duygu, hayâtın her safhasında âdilâne muâmelenin, samimiyetin, hele ibâdette İhlâsın temel taşıdır. Bu, ne kadar kuvvetli olursa, bu hususlarda insan o kadar dürüst ve o kadar kıymetli olur. Bunun için herkes anlayışı nisbetinde yerleri, gökleri, havayı, bulutu, yağmuru, değişen mevsimleri, geceleri, gündüzleri, yerden çıkan mahsulleri, sınıf sınıf hayvanları ve nihayet kendi şahsını, içinde, dışında yapılmış, kurulmuş, durup dinlenmeden işleyen bunca makinaları düşünmeli, düşünmeli de basit bir bostan kulübesinin bile kendi kendine olamayacağına ve her eserin bir müessiri bulunacağına göre, bütün bunları yapan, eden, görüp gözeten, kurup işleten, mutlak kudret sahibi bir zâtın varlığına ve O'nun kemâl sıfatlarına yürekten inanmalı ve bu inancı ile dünya yüzünde tek başına kalsa bile sarsılmamak.
ESER- MÜESSİR KANUNUNUN İZAHI:
Eser, iz; müessir, izin sâhibidir. Eser gözle görülür; müessir, akıl ile sezilir. Meselâ, uzaktan yükselmiş bir duman sütunu görüp de orada ateş bulunduğunu anlamak, ateşin varlığına hükmetmek aklın işidir. Duman gözle görülmüş, onun delaletiyle ateşin varlığına aklen hükmedilmiştir. İşte buna: (eserden müessire istidlal) denir. Eseri görünce hemen müessire intikâl etmek, insanların yaradılışlarında bulunan bir hassadır. Bir insan- aydın olsun, câhil olsun- eseri görüp dururken müessiri inkâr edemez, İnkâr edeni de şiddetle reddeder. Şu halde bir tabloyu görüp de onun ressamını, bir nakşı görüp de onun nakkâşını bilmek kadar tabiî bir şey olamaz. İşte bu bilgi yolunca yaradılmıştan, Yaradan'a, gözetilmişten Gözeten'e, yaşayanlardan ekmel bir hayat sâhibine, büyük ve mühim işler başında bulunanlardan Kayyûm'a, işleri nizam ve tertibine koyanlardan her şeye bir nizam veren Nazzâm'a, adaletlilerden büyük Âdile, kâinatta zıt kuvvetlerin muvâzenesinden tek bir Hâkim'e, merhametlilerden Rahman ve Rahîm'e... velhasıl her şeyde suretten ma'nâya, eşyâdan esmâya, esmâdan müsemmâya geçerek fikirlerde Allah bilgisi de lillerini çoğaltmak, genişletip derinleştirmek iktizâ eder.
3- İbadetlere îtinâ etmek: Allahu teâlâ'ya karşı borçlu olduğumuz ibâdetlere itinâ etmek, âdâb ve erkânını gözeterek her birini vaktü zamanı ile ifa etmek, bu hususta kat'iyyen gevşeklik göstermemek lâzımdır. Çünkü ibâdetler, insanları kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmillerdir.
4- İyi veya kötü huylarını sıkı bir kontrole tâbi tutmak: Kibir, hased, cimrilik, zorbalık, şunu bunu çekiştirmek gibi herbiri insan için birer ayıp, birer eksiklik demek olan birçok kötü huylardan kalbde hangileri varsa (korkunç bir hastalığın tedâvisine çalışılır gibi) bunlara teşhis koyarak kendini onlardan kurtarmak, buna mukâbil bütün güzel huylarla nefsini kıymetlendirmek lâzımdır. Ancak bunun ne kadar çetin ve başarılması ne kadar güç bir iş olduğu, kendini ıslaha çalışan her insanın duyduğu bir hakikattir. Bir kötü huyu kalbden söküp atmak için aylarca ve bâzan daha uzun zamanlar uğraşmak lâzım gelir. Fakat her kötü huydan kurtuldukça (mühim bir ameliyat atlatmış hastalar gibi) bir bayram yapmak haktır. Allah'ın sevdiği kulları arasına katılmak, elbette ki kolay olmaz. Kuvvetli irâde, geniş tahammül lâzım...
Kim ki, bu zorluklarla savaşır, yılmaz; neticede muhakkak ki, muzaffer olur. İyi bir insan olmak uğrunda zorluklara katlananları, muratlarına erdireceğine dâir Allah'ın vaa'di vardır. Bu muzafferiytin ma'nâsı İsm-i A'zam ile tahakkuk etmek demektir ki, kullar için bundan daha ileri bir mertebe yoktur. Ni'met külfete göredir; kâidesince mükâfatın büyüklüğünün, tahammül edilecek zorluklar nisbetinde olacağına şüphe yoktur.
1 - Ülûhiyyete mahsus sıfatlar.
2 - Allah isminin bir ism-i cami1 olması.
3 - Vâcibü'l Vücûd mefhûmu. \
4 - Bu ismin ism-i A'zam olması.
1- ÜLÛHİYYETE MAHSUS SIFATLAR:
Ülûhiyyete mahsus sıfatlar, bütünlük ve üstünlük ifâde eden bütün kemâllerdir. Allahu teâlâ kemâl sıfatlarının hepsi ile muttasıf, noksan sıfatlarının (eksiklik rna'nâsı sezilen bütün sıfatlar) hepsinden münezzeh ve mukaddesdir (uzak ve yüksektir). Bunda tekmil ilim ve hikmet erbabının ittifakı vardır. Allah'ın muttasıf bulunduğu kemâlâta bir son yoktur. Her kemâlin zıddı bir nakısa olduğu için, münezzeh bulunduğu nakîsalara da bir nihayet yoktur. Bunları güzelce seçmek ve kolayca zaptetmek için tenzihler beş asla, kemâller sekiz
asla ircâ edilmiştir.
Allhu teâlâ'nın her hangi bir suretle mahlûkâta benzerliğini nefyeden ve bu nakîsadan Allahu teâlâ'nın nezâhat ve kudsiyyetini bildiren tenzihler şunlardır:
Kıdem, Bekâ, Vahdâniyyet, Muhâlefetün li'1-havâdis,Kıyâm bi-nefsihî.
Kemâllerin râci' olup Allahu teâlâ'da bulunması vâcib olan sıfatlar da şunlardır:
Hayat, İlim, Semi', Basar, İrâde, Kudret, Tekvin,Kelâm.
KIDEM: Allahu teâlâ'nın varlığının önü olmamaktır. Yâni yokken var olmuş değildir. Eğer öyle olsa idi, kendisini var eden bir mûcide muhtaç olur ve bu takdirde vücûdu vâcib, hak mâbud olamazdı.
BEKÂ: Allahu teâlâ'nın varlığının sonu olmamaktır. Eğer sonu olsa idi, varlığı zâtının muktezâsı olmaz ve binâenaleyh vâcibü'lvücud olmamak lâzım gelirdi, bu takdirde yine ülûhiyyetle muttasıf olamazdı.
VAHDÂNİYYET: Allahu teâlâ'nın ülûhiyyetinde ve sıfatlarında her hangi bir ortak veya bir benzeri olmamaktır. Benzeri veya ortağı bulunmak, kemâle ve ülûhiyyete münâfîdir. Allah misilsizdir, her şey O'na muhtaçtır. O'nun emri ile doğar, O'nun emriyle ölür. Muhtaç olan bir şey nasıl O'na misil olabilir?
MUHÂLEFETÜ'N-LÎ'L-HAVÂDİS: Allahu teâlâ havâdis ve mümkinattan ibaret olan kâinattan hiçbir şeye benzemez. Hiç, Hâlık, mahlûk gibi olur mu? Olsa idi, O da bir hâlika muhtaç olurdu, vâcib ve ganî olamazdı.
KIYAM Bİ - NEFSİHÎ: Varlığı kendinden başka hiçbir şeye istinat etmeyen ihtiyaçsız bir varlıktır. Herhangi bir şeye zerre kadar ihtiyaç, ülûhiyyete münâfîdir.
HAYAT: Allahu teâlâ diridir. Ölü olan, birşey yapabilir mi? Allahu teâlâ her lâhzada ne bedîalar, ne hârikalar yaratıyor ki, bunların seyrine doyulmaz, hakikatine erilmez.
İLİM: Allahu teâlâ olmuşu, olacağı, her şeyi bilir. Çünkü her şeyi yaradan ve her an yenileyip duran O'dur. Yaradan bilmez mi?
SEMİ': Allahu teâlâ'nın işitmesi.
BASAR: Allahu teâlâ'nın görmesidir. Kâinatın hiç bir noktasında Allahu teâlâ'nın göremiyeceği veya işitemiyeceği hiç bir şey yoktur.
İRÂDE: Allahu teâlâ her istediğini, istediği gibi yapar. İstemezse yapmaz. Hiçbir şeye mecbur değildir, İstemediği bir şeyi O'na cebren yaptıracak bir kuvvet yoktur.
KUDRET: Allahu teâlâ'nın her şeye gücü yeter. O'nun yapamayacağı bir şey yoktur. O, bir şeyi yapmak istediğinde onu düşünüp tasarlamağa veya yardımcıya veya zamâna, mekâna muhtaç değildir. Onu istemesiyle o şeyin meydana gelmesi bir olur.
TEKVÎN: Allahu teâlâ'nın yaratılmışlar üzerindeki icraat ve tasarrufâtını bildiren fiilî sıfatlar, hep buna râci'dir.
KELÂM: Allahu teâlâ'nın söylemesidir. Kur'ân'a bak: Allah kullarına nasıl emirlerini ve nehiylerini bildiriyor, onlara nasihat ediyor; isimlerini, sıfatlarını öğreterek kendini tanıtıyor. Ni'metlerini, lûtuflarını sayarak kendini sevdiriyor. Kurtulma ve mes'ut olma yollarını gösteriyor. Onları bu yolları tutmağa teşvik, zarar ve ziyan görecekleri hallerden tahzîr ediyor.
2 - ALLAH İSMİNİN, İSM-İ CÂMİ1 OLMASI:
Allah ism-i şerifi, ülûhiyyete mahsus sıfatların hepsini câmi' bulunan O ekmel zâta delâlet ettiği için kendisine İsm-i Câmi' denir.
3 - VÂCİBÜL-VÜCÛD MEFHÛMU:
Vâcib, zarûrî ma'nâsınadır. Vücud, varlık demektir. Şu halde Vâcibü'l-Vücud demek, varlığı zarûrî olan yâni bir an için yokluğunu farzetmek imkânsız bulunan zât demektir. Allahu teâlâ varlığı zarûrî olmak sıfatiyle muttasıf bir mevcûd-i hakîkîdir. O'nun varlığı, zâtının muktezâsıdır. Yâni varlığında zâtından başka bir şeye muhtaç değildir. Böyle bir varlığın velev ki bir an olsun - yokluğunu farzetmek, ilmî bir ifâde ile; lâzım-i mahiyyetin, mâhiyyetten infikâkini kabul etmek demektir ki, muhaldir, çünkü bir tenakuzdur.
VÂCİBÜL-VÜCÛD'UN KARŞILIĞI "MÜMKlNÜ'L-VÜCÛD":
Mümkinü'lvücûd demek, varlığı kendisinden değil demektir. Çünkü varlığı kendinden olsaydı, aslâ yok olmaması icap ederdi. Görüyoruz ki, bugün var olan yarın yok olup gidiyor. Mümkinü'l-vücûd, varlığında yaradana muhtaçtır. Mâdemki varlığı kendinden değildir. O halde kendi kendine kalınca yok demektir. Onun için her mümkinin varlığı, Allah'ı bildiren bir nişâne olmuştur. Çünkü varlığa çıkması ve varlığının devamı, ancak Allah'ın yaratması ve irâdesiyledir.
4- BU İSM-İ ŞERÎFİN, İSM-İ A'ZAM OLMASI:
Allah ism-i şerîfi, sayılan isimlerin içinde ism-i a'zamdır. Çünkü bu ism-i şerîf de bir takım hususiyetler var ki, öteki isimlerde yoktur. Bunlardan bazılarını yazalım:
1- Bu ism-i şerîf Kur'ân'daki Esmâü'l-Hiisnâ'dan ilk gelmiş olandır. Bilindiği gibi ilk âyet Besmele-i Şerîfe'dir. Bütün bir sûre hâlinde ilk gelen sûre de Fâtiha sûresidir.
Bismi'llâhi'r-Rahmâni'r-Rahîm. El-Hamdü li'llâhi Rabbi'l-âlemîn, Kur'ân'da ve hadîste hemen dâima önceden bu ism-i şerîf zikredilmiş, ondan sonra Allahu teâlâ'nın sıfatlarından veya fiillerinden bir veya bir kaçı gelmiştir. Yâhud bu sıfatlara veya fiillere delâlet eden Esmâü'l-Hüsnâ bildirilmiştir. Şu halde Esmâü'l-Hüsnâ içinde bu ism-i şerîf asıldır. Öteki isimler buna mülhaktır, muzaftır. Bunun için Esmâü'l-Hiisnâ'dan herhangi biri tefsir ve izah edilirken Allah ism-i şerifine izâfe edilir de meselâ: El-Muhsî, Allahu teâlâ'nın isimlerindendir" denilir. Fakat "Allah, El-Muhsî Celle Celâlühû'nun ismidir" denilmez.
2- Allah ism-i şerîfi, Cenâb-ı Hak'kın zât-i sübhânîsine mahsus ism-i alemdir. Alemler, ancak tek olarak müsemmâla-rım bildirir, bu sebepten, bu ism-i şerîf mecaz yoluyla da olsa, Allah'dan başkasına söylenemez. Fakat öteki isimlerle meselâ: Reşîd, Halîm, Hasîb gibi isimlerle, fakat mecaz olarak (çünkü Esmâü'l-Hüsnâ'dan hiç biri hakikat ma'nâsiyle Allah'tan mâadasına ıtlak edilemez) başkaları da adlanabilirse de, Allah ismiyle hiçbir mahlûk adlanamaz ve adlanmamıştır da. Tamdık da'vâsına cür'et eden firavun bile, kendi adamlarına karşı (Ene Rabbiikümü'l-a'lâ) demiş; fakat (Ene'llâh) dememistir. Cehalet devrinde Mekke müşrikleri, senenin günleri sayısınca Kâbenin etrafını 360 putla doldurmuşlardı. Bu putların ayrı ayrı adları da vardır. Kendileri de son derece câhil ve kaba adamlar olduğu halde, hiçbir puta Allah diye isim vermemişlerdir.
3- Müslümanlığın anahtarı, îmânın temeli olan "Kelimei Şehâdet" ancak bu ism-i şerifle hâsıl olur, başka isimlerle olmaz.
“Eşhedü en lâ ilâhe illa'llâh ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh.” Meselâ bir gayr-i müslim, müslim olmak için Eşhedü en lâ ilâhe illa'llâh yerine Eşhedü en lâ ilâhe ille'r-Rahmân yâhud Eşhedü en lâ ilâhe ille'r-Rahîm yâhud Eşhedü en lâ ilâhe ille'l-Melik... dese Müslümanlığa girmiş olmaz. Her halde Eşhedü en lâ ilâhe illa'Hâh demesi lâzımdır. Çünkü, şimdi söylediğimiz gibi Allah ismi müteferrid, yâni tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hak'kı ifâde eden bir ism-i hastır. İsm-i haslarda ortaklık ma'nâsı düşünmek mümkün değildir. Bunun için hakikî bir tevhiddir. Fakat öteki isimler alem değildir, muayyen ve has olarak zâta delâlet etmezler. Ya bir sıfat veya ism-i cins gibi umumî ve kaplayıcı bir ma'nâ ifâde ederler. Bu ma'nâlarda ise ortaklık ma'nâsı düşünülmek mümkündür. Gerçi bu ma'nâlarda da Allah tekdir ve eşsizdir. Fakat bu hüküm, ma'nâsının kendine nazaran değil, dış delillere nazaran sabit olmuştur. Onun için tevhid de sarih değildir.
İman ve îslâmın temelini teşkil eden kelime-i şehâdetin, doğrudan doğruya sarih ve kat'î tevhid ifâde eden Allah ismiyle söylenmesi kabul edilmiştir.
4- Allah ism-i şerifinin hem lâzında hem ma'nâsında topluluk vardır. Lâfzındaki topluluk: Bu ismi teşkil eden harfler birer birer kaldırılsa, ma'nâ bozulmaz ve yine Zât-ı Hak'ka delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır. Baştaki hemze kaldırılarak (Li'llâhi) dense, birinci lâm kaldırıp (Lehû) dense, bu lâm da kaldırıp (Hû) dense hep aynı ma'nâdır, Allah'a delâlet ederler. Kur'ân'da çok yerlerde her üçü de gelmiştir. Yalnız bir (He) kaldığı sûrette de yine Zâtu'llah'a delâlet eder. Çünkü (Hû) ism-i şerifinin aslı da Yalnız (He) dir. (Vav) aslî değil zâidedir. -Sarf ilminde beyan edildiğine göre tesniye ve cemi hallerinde ve (vav) bütün bütün yâni hem yazılışta, hem okunuşta düşüyor. -Eğer (vav) aslî olsaydı sabit kalırdı. Şu halde tek bir harf olan (He) de Esmâü'I-Hüsnâ'dan bir isimdir. Hem de zât-ı ülûhiyyete delâlet eden bir isimdir.
Her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle mecbûrî olarak Allah'ı anmaktadır. Çünkü (He) harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Her nefes, bir (He) harfidir. Her insan ve hattâ teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste Allahu teâlâyı bu ismiyle anmaktadır. Teneffüs, Allah'ı anmak olunca, Allah anılmadığı surette hayat bitiyor demektir. Şu halde bu ism-i şerif aynı hayat demektir. Ruhların, bedenlerin varlıkta devamının ancak bu ism-i şerîf ile temin edilmekte olduğu ne kadar açık görülmektedir.
ALLAH İSM-Î ŞERİFİNİN MA'NÂSINDAKİ TOPLULUK:
Mâ'nâ itibariyle Allah ism-i şerifi öteki isimlerin hepsini câmî'dir. Öteki isimlerde bu cemiyet yoktur. Onlar yalnız bir sıfat veya bir fiile delâlet ederler. Meselâ: Er-Rahmân, yalnız merhameti; El-Kahhâr, yalnız kahrı; El-Alîm, yalnız ilmi; El-Kâdir, yalnız kudreti ifâde eder. Fakat Allah ism-i şerîfi bunların ve daha ötekilerinin ma'nâlarını hepsini birden toplu olarak ifâde eder. Onun için ma'nâdaki bu topluluğu mülâhaza ederek "Ya Allah" diyen bir kimse, Cenâb-ı Hak'kı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlariyle zikretmiş olur. İşte bu hususiyetlerinden dolayı, sayılan Esmâü'l-Hüsnâ içinde Allah ism-i şerifi (İsm-i A'zam)dır. Onun için şânı büyük, bereketi daha bol, feyzi ve inâyeti daha süreklidir. Bu sebepten bu ism-i şerîf dâima âşıkların gıdâsı, sâdıkların nevası olagelmiştir.
BU İSM-İ ŞERÎF HÜKMÜNCE BİR KUL İÇİN GEREKEN ŞEY:
Mademki, Allah ism-i şerîf-i bütün isimlerin, sıfatların birleştiği bir ism-i câmi'dir ve biz bu ism-i şeriften Cenâb-ı Hak'kın bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemal sıfatlariyle muttasıf bulunduğunu öğreniyoruz; o halde bu ism-i şerifin hükmüne göre kul için yapılması gereken şey, tam ve kâmil bir insan olmağa çalışmaktır. Yâni mümkün olduğu kadar noksanlarını azaltmağa, faziletlerini çoğaltmağa gayret etmekdir.
BU GAYEYE ULAŞTıRICI DÖRT MÜHİM ESAS:
1- Birincisi ve en mühimi, Allah bilgisi edinmek: Düşünme çağına gelen her insanın ilk vazifesi Allahu teâlâ'yı öğrenmektir. Bir çiftçi, bir mühendis, bir asker, bir tüccar, bir âmir, bir san'atkâr velhâsıl içtimâi sınıflardan hangisine mensup olursa olsun, bir şahsın mesleğinden gerek kendisinin, gerek başkalarının samimî surette faydalanması için, bu bilgi ile mücehhez olması şarttır. Allah'ı bilmeyen ve Allah'dan korkmayan bir şahıstan ne ferde, ne cemiyete bir hayır vardır. Şâyet, bu bahtiyarlığı hayâtının ilk çağlarında kazanamamışsa, hayâtının bitim noktasına varmadan bu yüksek bilgiyi elde etmeğe çalışmak lâzımdır. İnsanın ömrü doğduğu günden değil, Allah'ı bildiği günden itibâren başlar. Allah'ı bilmeyen gönüller, gezen ve konuşan birer ölüdür. Birçokları evlâdının, kardeşlerinin, sevdiklerinin ölümünden kederlenir, günlerce acılar içinde kalır. Halbuki kendi kalbinin ölü olduğundan haberi bile yoktur. Ne hazin bir hal!..
2- Allah bilgisini kat'î delillere dayamak: Allah bilgisinde bir taklitçi gibi, şundan bundan duyduğu yarım yamalak sözlerle kanaat etmemek lâzımdır. Çünkü dediğimiz gibi bu duygu, hayâtın her safhasında âdilâne muâmelenin, samimiyetin, hele ibâdette İhlâsın temel taşıdır. Bu, ne kadar kuvvetli olursa, bu hususlarda insan o kadar dürüst ve o kadar kıymetli olur. Bunun için herkes anlayışı nisbetinde yerleri, gökleri, havayı, bulutu, yağmuru, değişen mevsimleri, geceleri, gündüzleri, yerden çıkan mahsulleri, sınıf sınıf hayvanları ve nihayet kendi şahsını, içinde, dışında yapılmış, kurulmuş, durup dinlenmeden işleyen bunca makinaları düşünmeli, düşünmeli de basit bir bostan kulübesinin bile kendi kendine olamayacağına ve her eserin bir müessiri bulunacağına göre, bütün bunları yapan, eden, görüp gözeten, kurup işleten, mutlak kudret sahibi bir zâtın varlığına ve O'nun kemâl sıfatlarına yürekten inanmalı ve bu inancı ile dünya yüzünde tek başına kalsa bile sarsılmamak.
ESER- MÜESSİR KANUNUNUN İZAHI:
Eser, iz; müessir, izin sâhibidir. Eser gözle görülür; müessir, akıl ile sezilir. Meselâ, uzaktan yükselmiş bir duman sütunu görüp de orada ateş bulunduğunu anlamak, ateşin varlığına hükmetmek aklın işidir. Duman gözle görülmüş, onun delaletiyle ateşin varlığına aklen hükmedilmiştir. İşte buna: (eserden müessire istidlal) denir. Eseri görünce hemen müessire intikâl etmek, insanların yaradılışlarında bulunan bir hassadır. Bir insan- aydın olsun, câhil olsun- eseri görüp dururken müessiri inkâr edemez, İnkâr edeni de şiddetle reddeder. Şu halde bir tabloyu görüp de onun ressamını, bir nakşı görüp de onun nakkâşını bilmek kadar tabiî bir şey olamaz. İşte bu bilgi yolunca yaradılmıştan, Yaradan'a, gözetilmişten Gözeten'e, yaşayanlardan ekmel bir hayat sâhibine, büyük ve mühim işler başında bulunanlardan Kayyûm'a, işleri nizam ve tertibine koyanlardan her şeye bir nizam veren Nazzâm'a, adaletlilerden büyük Âdile, kâinatta zıt kuvvetlerin muvâzenesinden tek bir Hâkim'e, merhametlilerden Rahman ve Rahîm'e... velhasıl her şeyde suretten ma'nâya, eşyâdan esmâya, esmâdan müsemmâya geçerek fikirlerde Allah bilgisi de lillerini çoğaltmak, genişletip derinleştirmek iktizâ eder.
3- İbadetlere îtinâ etmek: Allahu teâlâ'ya karşı borçlu olduğumuz ibâdetlere itinâ etmek, âdâb ve erkânını gözeterek her birini vaktü zamanı ile ifa etmek, bu hususta kat'iyyen gevşeklik göstermemek lâzımdır. Çünkü ibâdetler, insanları kâmilleştiren ve yükselten en kuvvetli âmillerdir.
4- İyi veya kötü huylarını sıkı bir kontrole tâbi tutmak: Kibir, hased, cimrilik, zorbalık, şunu bunu çekiştirmek gibi herbiri insan için birer ayıp, birer eksiklik demek olan birçok kötü huylardan kalbde hangileri varsa (korkunç bir hastalığın tedâvisine çalışılır gibi) bunlara teşhis koyarak kendini onlardan kurtarmak, buna mukâbil bütün güzel huylarla nefsini kıymetlendirmek lâzımdır. Ancak bunun ne kadar çetin ve başarılması ne kadar güç bir iş olduğu, kendini ıslaha çalışan her insanın duyduğu bir hakikattir. Bir kötü huyu kalbden söküp atmak için aylarca ve bâzan daha uzun zamanlar uğraşmak lâzım gelir. Fakat her kötü huydan kurtuldukça (mühim bir ameliyat atlatmış hastalar gibi) bir bayram yapmak haktır. Allah'ın sevdiği kulları arasına katılmak, elbette ki kolay olmaz. Kuvvetli irâde, geniş tahammül lâzım...
Kim ki, bu zorluklarla savaşır, yılmaz; neticede muhakkak ki, muzaffer olur. İyi bir insan olmak uğrunda zorluklara katlananları, muratlarına erdireceğine dâir Allah'ın vaa'di vardır. Bu muzafferiytin ma'nâsı İsm-i A'zam ile tahakkuk etmek demektir ki, kullar için bundan daha ileri bir mertebe yoktur. Ni'met külfete göredir; kâidesince mükâfatın büyüklüğünün, tahammül edilecek zorluklar nisbetinde olacağına şüphe yoktur.